Tumgik
kisa-oykuler · 3 years
Text
Tavuk Göğsü
Tumblr media
sabah uyanınca 5-10 saniyelik bi süre var; beynin, resetli. beynin tertemiz, tavuk göğsü.
sanki yine geliyo gibi. kapı arkalarından beni izliyo gibi. dün trafik ışığında beklerken tramvayın gelişini seyrettim. hani ufacıktan başlayıp "senin o kemiklerini paramparça ederim" diye bi gelişi var ya böyle gözünde büyüyen şeyler gibi, gözünde büyüyen her şey gibi, gözün gibi, gözünün arkasındaki şeyler gibi. ensende bi nefes gibi, kapı arkalarından seni izler gibi bazen. o korku, yine büyüdü içimde. büyüdü büyüdü sonra gözümden aktı düştü kaldırım kenarına, yayıldı asfalta döküldü ordan bi giderin kenarına tutunup yuvarlandı gitti. gitti de birazı sanki hep yanaklarımda kaldı, birazı böyle şakaklarıma bulaştı ama ben şimdi elimi yüzüme götüremem elimi şimdi yüzüme de götüremem, elleyemem şimdi, ellerim pistir, ellerim pistir iter beni ellerim, iter iter de beni ötelere bırakır gibi, sanki o gözümde büyüyen tramvayın altına o pis ellerim beni iter gibi, kıtır-kıtır-kıtır kemiklerimi kırar gibi, tıkır-tıkır-tıkır gider gibi, tramvaylar gibi, raylar gibi, hep ellerimden akıp giden terler gibi. birazı işte böyle içimde tıkandı kaldı.
yine geliyo gibi. yine sabahları böyle uyanıyorum, o 5-10 saniyeden sonra yine çamura bulanıyorum. geçmişti hani, öyleydi ya geçmişti hani, artık bitmişti bi daha olmazdı gelmezdi bi daha artık, bundan sonra hep güzeldi hep bundan sonra hep gezerdi ayaklarım artık hep isterdi canım dolanmayı ve konuşmayı ve tutunmayı ve sarılmayı hani bundan sonra hep, hani demişti ya öyle. öyle uzun ki öyle uzun ki her şey bazen. öyle uzun zaman oldu ki tavuk göğsü yemeyeli. hani şimdi bi baksam bi arasam belki bulurum bi yerde vardır bi yerde yapmışlardır illa ki koskoca şehir, bi bana mı bu tavır, koskoca şehir vardır kesin bi yerde, bulurum, ararım bulurum. bakarım dışardan camın arkasından o baklavaların yanında vardır belki ezik büzük böreklerin yanında vardır belki soğuk şekerparelerin kenarında vardır belki bi tasın içinde vardır belki, bulurum, bakarım bulurum. bi el ederim çocuğa ama elim de şimdi pistir yaa... elim beni itiverir belki böyle iter de beni sanki, cama başımı dayar da belki, hani alnım burnum hep cama iz yapar da belki, elim saçımı başımı tutup beni cama çarpar da belki, cam sallanır raflar sallanır baklavalar sallanır şekerparenin şerbeti hep böreklere sıçrar da o tavuk göğsü tezgahın kenarından kayar da belki yere düşer, düşer de belki ellerim gibi pis pis yerlere kapaklanırsa ya. ya o tavuk göğsü yere kapaklanırsa. gözümün önünde o tavuk göğsü yere kapaklanırsa da elim beni saçlarımdan tutup o cama çarparsa ve o cam tutunamayıp diz bükerse, o cam tutunamayıp üstüme devrilirse, hep tane tane köşe köşe diş diş yanaklarıma vurursa o camlar, şakaklarımı döverse ve içime girerse, hani kar enseni öpüp tişörtünden içine kaçarmış gibi içime kaçıverirse o camlar. o zaman canım belki çok yanar da hani canım belki çoook çok yanar da ben uyanırım. uyanırım yeniden sanki hiçbir şey olmamış gibi sanki o sabah ilk kez uyanmışım gibi sanki her şey resetlenmiş gibi içim düüüz, içim temizzz, içim, ütülenmiş çarşaflar gibi, hani belki ben uyanırım da işte gözlerimi açıp kaparken o 5-10 saniye boyunca sanki hiçbir şey olmamış gibi, ben olmamışım gibi, ben uyanırım da belki 5-10 saniye içim hep huzuuur, içim hep sulaaar gibi, eriyen karlar gibi, hani belki soğuk suya yatar gibi, uyanırım.
ben uyanırım, elim uyanır, kulaklarım uyanır, ayaklarım uyanır, kolumdan enseme, dizimden çeneme, hep tüy tüy, her yerim uyanır. ben kıyamam çünkü, ben yine kıyamam çünkü, ne sana ne ona, ben kimseye kıyamam çünkü. 5-10 saniyelerden saatler yaparım günler yaparım bakarsın bi 5-10 gün o huzurda çok da güzel yaşarım lan ben.
0 notes
kisa-oykuler · 4 years
Text
Kuş
Tumblr media
Kalbimin içinde pır pır eden bir kuş var. Serçe değil; kırlangıç değil. Yok öyle leylek gibi de değil. Karga desen, hiç değil. Belki yeşil başlı bir ördek.
Pencerenin kenarına oturup yıldızları sayıyorum. On tane, yüz tane. Yüz ikiye gelmeden uykum geliyor. Uykum da kuşlar gibi pır pır edip duruyor hep bileklerimde. Başımı yastığa dayarken baş parmağımla yanağımı sağa doğru itiyorum ki daha rahat nefes alayım, daha güzel uyurum, daha derin uyurum, kabus da görmem, hep kuş olup uçarım, kanatlarımı çırpıp limanların üzerinden, kanatlarımı çırpıp kırmızı gelinciklerin üzerinden, yeşil ördeklerin yanına sığınır da belki, hani yanağım yanağım olur da yıldızlar, hep un gibi, tüy tüy, tel tel, tam masanın ortasında yumuşacık bir avuç hamur gibi, börek olur da belki, kol kol, tane tane, dişlerim gibi hep, uç uç, sözlerim gibi, yemyeşil kırlar gibi, kırlangıçlar gibi, kırık uçlu kalemler gibi, kaşlarının ortasında, ölü gibi uyurum. Uyur muyum, uyurum, hem de hiç uyanmamacasına, sular gibi, şırıl şırıl uyurum, pıtır pıtır uyurum, tıkır tıkır uyurum, hırıl hırıl, fısır fısır, kırıl kırıl kırılıp çarşafların kenarından kıvrılırım da pikelerin altında, yaz gibi, yaseminler gibi, uyurum. Ama o çıt gelmesin. Çıt, n’olur gelmesin. O çıt gelirse, uykum kaçar. Uykum kaçınca ne yıldızlar ne ördekler, hamur ağzımda sakız olur, dişlerime dolanır, yanağımın içinden bileklerime kadar her yer sonra hep pul pul tel tel silinip gider. Çıt gelmesin; ben şu köşeye kıvrılıp uyurum. Sen gitme yeter, öyle dur yanımda, elimi tut sıkı sıkı, damarlarından pır pır sarsın beni sıcaklığın sus pus uykumun köşesinde. Bak her yer yeşil başlı ördek, annane.
- Ben artık bir daha gelmem. - Neden? - Artık öldüm çünkü. - Sen öldün mü, annane? Sen ondan mı yoksun? - Evet ya. - Annane seni çok özledim. - Sana börek yaptım bak az ye biraz çayla.
Şeytan tırnağım çıkmış, başını ısırıp kopardım. Şimdi hep sızlayıp duruyor. Sanki kalbim, serçe parmağım. Serçe parmağım pam pam atıp duruyor. O acıdıkça sanki göz kapaklarım ağırlaşıyor. Islak havlular gibi öyle ağır, külçe gibi, göz kapaklarım, gümbür gümbür kepenk indiriyor sabahın altısında, Portakal yokuşunda, nohutlu pilav satan amcanın olduğu köşenin başında, dizlerime, gözlerime, hep bir ağırlık gelip oturuyor, yatılı misafirler gibi, gitmemecesine. Seni orada hala çok seviyorum.
- Annane, aldatmak ne demek? - Sana makarna yaptım desem, pilav versem, yer misin? - Yine mi pilav yaptın? - Yok makarna yaptım. - Yağ koydun mu? - Yok komadım, haşladım, soğuk sudan geçirdim. - En güzel öyle oluyo annane. - E yicen mi? - Yicem annane. Ayran da var mı? - Yaparız canısı.
Burası çok soğuk. Parmaklarım donar diye elimi cebimden çıkarmıyorum. Burnumu n’apayım? Gözümü n’apayım? Kafamı evden çıkarmıyorum. Dışarısı öyle büyüyor ki gözümde. Hani İzmir, Türkiye’ydi ya yıllar önce, öyle büyüyor gözümde dışarısı. Metro durakları üstüme üstüme geliyor, otobüsler uçaklar gibi, bakkallar marketler sanki dev pazarlar gibi, o kalabalıklar, bu boş sokaklar, hangisi hangisi şaşırıyorum. İçeride durdukça daha da içerime kaçıyorum, kollarımı açarsam sanki kozalaklar gibi dökülürüm diye korkuyorum. Ah içim. İçim, içim, ipince bir soğan zarı var her içimin dışında. Üst üsteyim, alt altayım, iç içeyim kendimle. Kollarımı açarsam, lahanalar gibi dağılırım diye korkuyorum. Ama içimde, çok çok derin bi yerde, telaş gibi, soluk benizli, cılız bacaklı bir tilki var sanki. Tilkinin içinde kalbim. Kalbimin içinde pır pır eden bir kuş. Serçe değil; kırlangıç değil. Yok öyle leylek gibi de değil. Karga desen, hiç değil. Belki yeşil başlı bir ördek.
- Çarpıntı ne zamandan beri var? - İki hafta kadar oldu. - Stres var mı? - Yani iş güç, biraz oluyor tabi stres. - Hareket halindeyken mi geliyor dinlenirken mi? - Böyle akşam uzanınca sanki içimde bi pır pır ediyor. - Nasıl mesela? - Böyle sanki kalbim duruyor önce sonra bi daha atmaya başlıyor. Ama işte o sefer daha bi kuvvetle, böyle güm güm eder gibi. - Ailede kalp hastası var mıydı? - Dayım kalbinden hasta olmuş en son. - Başka? - Annanemde kalp vardı. - Nesi vardı? - Kırmışlar vaktinde.
Pencerenin kenarına oturup yıldızlara bakıyorum. Kim sayacak ki bunları? Hadi şu üç, dört altı sekiz, hadi on iki. Şu büyük ayı, şunları da ekle, hadi yirmi. Şu ay bu kadar parlamasa gene sayardım da... Otuz dört, otuz altı. Ama işte ay yine gözümde büyüyor bu akşam. Bu kadar parlamasa, biraz daha rahat sayardım. Kırk sekiz, elli. Bu bahçenin bu güzelliği, bu ay ışığında, hele ki akşamları, her şey böyle sessiz sakinken en çok da kış aylarında...
<< ÇIT! >>
- O neydi? - Dışardan geldi. - Nerden balkondan mı? - Dışardan geldi işte ya, yok bişi, korkma. - Korkmadım ya merak ettim. Ne ki acaba? - Kuştur. - Bu saatte? - E kuştur işte ya, kargadır, kumrudur. - Güvercin geldi heralde. - Evet, merak etme, hırsız değildir. - Neden dedin şimdi onu? Uykum kaçıcak.
Sabaha kadar gözümü kırpmam artık. Ben ‘Çıt gelmesin’ dedikçe o çıt, geliyor. Ne bir kırlangıç geliyor, ne yeşil başlı ördekler. Ama o çıt, illa ki geliyor. Sanki içimde bir yerde o çıt, kalbimin kenarında, bir damarımın yanı başında, usul usul uyuyor onunla, en olmadık anlarda uyanıvermek için.
- Ben artık bir daha gelmem. - Annane, sen öldün mü? - Evet.
Böğürerek uyanıyorum, sanki kendi sesime uyanır gibi. Kalbim çuf çuflu trenler gibi atıyor, derin derin nefes alıyorum. Yastığın bir tarafı nemlenmiş. Başımı öbür yana çeviriyorum, duvarda resimler. Sabahın altısı. Kış öyle sessiz ki burada. Ne bir martı ne bir serçe dışarıda. Evde de çıt yok. Gözlerimi yumuyorum. Uyur muyum, uyurum. Şöyle hiç kıpırdamadan şuracıkta kıvrılıp beklersem, kuş olur uyurum, hep tüy tüy, kanat kanat...
5 notes · View notes
kisa-oykuler · 4 years
Text
Latin Çiçekleri
Tumblr media
7 yıl önce bu basamaklardan yukarı çıktım, kapının açıldığı aydınlıkta çatının eğimiyle bir duvar sonlanıyordu. Bir sandalye önünde, sanki tam yerini bulmuş bugün. Belli belirsiz bir güneş sızıyordu tavandan, sanki güneşli sanki yağmurlu. Burada saklıymış biraz Dikili, az buçuk İzmir sokakları, buradan geçmiş ülkeler dolusu insanın terli avuçları, bugün kapının önünde bir salda yeşeriyor latin çiçekleri. İncire de ev, zakkuma da ama en çok bir liman gibi, kendi kendine, kendi etrafında. Bir dip odada üst üste uyuyor sandalyeler, doğusu çarşaf gibi üst üste dizili resimlerle dolu bir kamara. Üç odanın en küçüğü belki de kışın musluklarında inat gibi su tutan bir mutfak. Hiç susmuyor kırık aynası, sessiz bir tost makinesi, en ince porselenden bardaklar, raflarda sanki tuz kokusu. 
Tut tut tut, diyor bir eliyle, tutuyorum tutuyorum, akşam üstleri tost fabrikası. Ama en çok bir liman gibi burası, kendine kıyılı, avlusunda dalga izleri. 
Aydınlık gövdesini üç büyük pencere besliyor, iki koltuk, biri ufak, biri yatılası. Kıça açılan kapıda eski tarihler ve isimler asılı. Bir kısa koridor geçiyor arka odalara doğru, biraz dolambaçlı biraz yorgun. Ortasına bir ayna geçirmişler gibi yansıma yapıyor binanın tüm ahşap ve taşları. Sağa dönüyor çiçek gibi bir kolu, güverte gibi açılıyor en dibe doğru diğer yarısı. 
Söyle gelsin, o da gelsin, seni alıp gitsin diyor, gelir ya gelir diyorum, gelir. Tost geliyor, soba yanıyor, çaydanlık bile şen, gelmiyor. Olsun olsun, diyorum, biz buradayız ya, o yeter. 
Bir 7 yıl güverteden doğuya bakan kamaraya doğru kumaş kumaş geçiyor. Duvarlara yansıyor kum taneleri, kalabalıklar, aynı anda konuşan tüm insanlar. Avluda geniş bir harita, iki ayak izi. Tut elimi tut, diyor, sallanır gibi sanki, tutuyor. En çok da herkesin içini tutuyor elleri. Tek başına kurulan sofralar gibi burası, hep beraber toparlanıyor, ertesi güne uyanmak için. 
Aydınlığa açılan yüksek duvarda şimdi kızılca bir figür dönüyor, kolları ışık ışık, başı akıyor sanki yere, yerden içimize, içimizden tüm gün dışarıya, taşıtır gibi kendini bu limandan şehrin labirent sokaklarına. Yerler yosun, yerler hep yeşil sanki harf harf koparılmış gibi yer yer çıplak. Bu şehre sanki güneş doğmuyor, o bulut hiç gitmiyor. Çekinip korktuğun her rüya bir köşede seni bekliyor, şehri çevreleyen bir halka gibi bir kuzeye bir güneye otobüsler kalkıyor. Her çıkan o resimden biraz ışık taşıyor içinde, bu limandan sokağa, oradan otobüslerle tren garına. 
Bir kaset daha var, onu hiç dinlemedik, diyorum. Takıyoruz, o çalarken kahve koyuyoruz, kapının önünde latin çiçekleri, rüzgarda dans ediyor.
Resim : Nejla Gür
2 notes · View notes
kisa-oykuler · 4 years
Text
Küçük Salak
Tumblr media
Bildiğim şeylerin çok büyük bir kısmını ananemin evinde öğrendim. 
Sevdiğim şeylerin çoğu yine o evde çekmecelerde saklıydı. Güldüğüm şeyler kanepenin üzerinde, televizyon karşısında çıktı karşıma. Becerebildiklerim hep yalnız başıma odamdayken kenara köşeye yazıp çizdiklerimden pekişti kendiliğince. 
Sorumluluk desen ipek böcekleri ve sokak kedileriyle, bazen sofra kurarak, bazen alışveriş torbalarını boşaltırken ama bunların hiçbiri bir okulda ya da bir sırada çıkmadı karşıma. 
Okulda itin irisini, işte dananın iri başlısını tanıdım. Silip at deseler düşünmeden Ahmet Buhan ve Zor Matematik çözdüğüm yılları atardım çöpe. Dört şıktan beş şıkka terfi ettiğimiz o yılları, sabah 6'da uyanıp 45 dakika son hız 144'le dersanelere çekiştirdiğim umutsuzluğumu yakardım. 
Kaç çekirge, kaç uğurböceği kaçırmışım onca yıl ne hiçler uğruna. 
Sınıfta sinirden burnu kanayan, teneffüsleri sulugöz sakız çiğneyerek geçiren çocuklardık. En çok da koşmayı severdim diye düşünüp gülüyorum şimdi merdiven çıkamayan halime. Ne çok kaçırılmışlık, ne kadar az orman, ne kadar az mağara var geçmişte. 
Kafasına çakıl taşları yağdıran doksanların taytlı çocukları, mazgallarda kaybolan yağmur suları gibi. 
Boş çemberlerle dolu yanıt kağıtları, 2B kurşun kalem, yumuşak bir silgi - çünkü sıfır beş ucu olup vermeyen çıkacak elbet, yine sinirden burnun kanayacak çocuk. Adana, ceyhan, denizli, bolu, bolu - kaydırmadan ve şimdi daha hızlı, abdıcıb dıcıp bıcdı, çünkü yanındaki adam izmir fen liseli. 
Ne kadar az orman ne kadar az mağara halbuki tom sawyer halbuki hansel ve gretel. En sevdiğin şeyler hep ananenin evindeki çekmecelerde saklı. Almanya'dan bir kartpostal, bir tükenmez kalem, eski bir parfüm şişesi. Mimozalar üzerinde uğurböcekleri. Birisinin adı adana birisininki edirne. Çünkü tüm yaz evde oturup kitap okudun, özet yazdın. 
Hep kork olur mu küçük çocuk, hep kork ki hiçbir şey olama. Senin olmamışlığın, senin eksik kalmışlığın, senin yarımlığınla dalgalansın şafaklar gibi ey şanlı hilal. Atatürk'ün burnu kanayacak, çocuklar bayılacak İzmir'in tüm okullarında yağmurlu bir gün, bir daha kendine gelememek üzere. Hep kork olur mu bücür, fındık faresi, asosyal piç. 
Çünkü sen korkunca ananen sarılacak, yasemin kokacak her yer, baban eve gelecek, annen 'hadi seni yerine' taşıyacak. 
Hep kork olur mu sümük suratlı, bacağına sıçtığım gerizekalı, çünkü arabanın arka koltuğunda uyuyakalacaksın eve varmadan tam iki dakika önce. Seni taşıyacaklar yukarı, yerine, yastığının üzerine, pikenin altına, yarın yine uyan da o kitabı bitir diye. Çünkü komşu abinin geçen seneden kalan test kitapları seni bekliyor, saatlerce silinmiş, temiz, dayak yemiş gibi, sayfalarca. 
Sen kusacaksın hep içine içine ama kimselere söylemeden. 
Büyük adam olacaksın, adamın alası olacaksın. Çünkü sen Türk'sün, doğrusun, çalışkansın. Küçük salak. 
5 notes · View notes
kisa-oykuler · 4 years
Text
Süt Kamyonu
Tumblr media
Bir süt kamyonundayım. Hava kapalı, loş, bolca nem yemiş. Yemyeşil çimenlerin üzerinde ilerliyorum. Sol yanımda enlemesine bir duvar yükseliyor, ahşap bir set gibi çekilmiş, ne iri ne ufak, anca yoluma gölge düşürecek kadar. 
Rüzgar yok, perde perde inen bir karanlık var her yerde. İçimden ona kadar sayıyorum; öksüresim geliyor, tutuyorum. Başımı yastıklara gömüp hırıl hırıl öksüresim var halbuki, içime kapatıyorum genzimi, saat uyku sersemliği. 
Kamyondayım, şişe şişe süt taşıyorum komşu köye doğru. Siyah bir dağın kenarından kıvrılıyor yol, patikalarında parlak çiçekler. Gök gürlüyor homurdanarak, diz kapaklarım baldırlarımı itiyor aniden, sırtımdan ter akıyor. Öksürecek gibi oluyorum, yutkunuyorum. Genzim karnıma dökülüyor. Gaza basıyorum, viyadüklerden atlıyorum, kavşakta sendeliyorum, devrilecek gibi olunca gaza daha sıkı basıyorum. Asfaltı köyün taş yoluna bağlayan köşeye varmadan gök yükseliyor, gölge gibi arkamdan yaklaşıyor; gözlerimin üzerine, ellerimin altına düşüyor. Yer sarsılıyor gök gürledikçe, parke gibi gıcırdıyor toprak, çimenler yeşil bir halıya dönüyor, ufuktaki bulutlar kadife perdeler gibi diziliyor sıra sıra. Kendimi sağa doğru atıyorum, alnım ahşaba değiyor, ayna titriyor irkilmiş gibi. Göğün içinden iki dev yılan başı uzanıyor, gözlerinden kollar çıkıyor, ağzından alevler. Gökyüzü canı yarılmış gibi haykırıyor.
Süt kamyonu önce havaya uçuyor amuda kalkar gibi sonra halının ortasına doğru düşüyor, parça parça olana kadar öpüyor zemini. Şişe şişe dağılıyor ardından. 
Halının üzerinde öylece yatıyorum, öksürüyorum, öksürüyorum. Burnum kanıyor genzime doğru, gırtlağımdan mendereseler çizerek akıyor, delta delta mideme dökülüyor. Yanımda siyah bir terlik, üzerinde pul pul çiçekler parlıyor. 5 Eylül 2017
1 note · View note
kisa-oykuler · 4 years
Text
Çakır Dikeni
Tumblr media
Çakır dikenini belinden tutup bükünce çok sık sardırmadıysa elini kanatmadan bir sap almak mümkündür. Sapını kendi etrafında bir kez çevirip sarı başını o dirseğin arasında sıkıştırırsın. Bir elinin işaret parmağıyla sapı kendine çekerken diğer elinle dirseği ters yöne itersen dikenli baş çok inat etmeden kopup ok gibi fırlar gider. Yani dikenli başı en güzel yine kendine su taşıyan o sapla boğup atarsın.
21 Haziran 2018
1 note · View note
kisa-oykuler · 5 years
Text
Deprem Uykuları
Tumblr media
Avize bir sola bir sağa, sonra bir ileri bir geri sallanıp duruyor; annem, ablam, kardeşim hepimiz masanın altındayız. Masanın altı mağaralar gibi, biraz Tom Sawyer biraz ekmek kırıntısı; deprem gecelerindeyse tek kaçış noktası. Sanki depremler hep geceleri oluyor.
Dördümüzü çevreleyen beyaz bir ip dönüyor etrafımızda, boynumdan dolanıp annemin kollarına karışıyor ip, ablamın saçlarından kardeşimin bileğine uzanıyor sonra bacaklarımı sarıp sandalyenin ayağını sıkıyor sıkı sıkı. Avize sallanıyor, gölgeler dönüyor salonun içinde, duvardan duvara zıplıyor gölgeler, dans eder gibi ama korku dolu, dalgalar gibi bir geliyor bir gidiyor karartılar. Depremin en korkutucu yanı sıvaların altından gelen hırıltılar. Annemin elinde bir şiş, yarım bir atkı var tam halının kenarında boylu boyunca uzanan, o atkıdan bir ip çıkıyor, dönüp geliyor boynumdan dolanıp annemin kollarına karışıyor işte. Kırk yedi, kırk sekiz, kırk dokuz, elli… 
- Anne ne zaman durcak? - Elli bir, elli iki… Durcak annecim durcak, çok salladı bu sefer, sen koru yarabbim. - Anne bi’ dakka oldu, hala bitmedi. - Çıkma, çıkma masanın dışına, şu telefonu çek kablosundan aşağı. - Babamı mı arıycan? - Evet, çek, düşürt onu çek buraya.
Sanki on saniye, sanki on dakika sonra, bir anda babam geliyor eve; sanki babamın elleri bir kepçe, hepimizi tutup yakalıyor. Ben kardeşimi, ablam beni, annem bizi, babam hepimizi taşıyor sanki; beş katlı apartmanın merdivenleri sonu yokmuş gibi dönüp duruyor aşağıya indikçe. Kirişlerden çıtırtılar geliyor hala, duvarların içinde demirler gıcırdıyor, sonra bir uğultu geliyor çok derinlerde bir yerden. Sanki bir gergedan sanki bir balina, büyük cüsseli bir hayvan ağlamaklı bir ıslık çalıyor gibi. Sonra “BUMFFF” ediyor bir kere, bir ileri bir geri, sağa sola, sonra titretmeli.
“Artçı bu, artçı” diyor babam, o anda apartmanın kapısı açılıyor birden. Dışarıda cırcır böcekleri ve köpek ulumaları, ılık bir meltem var insanın yüzünü okşayan, kekik ve biberiye kokusu. Öyle güzel bir akşam ki kimse inanmaz deprem olduğuna. ‘Bir Başka Gece’ vardı halbuki televizyonda, kitabım da yarım kaldı en çok ona üzülüyorum. Arabaya biniyoruz. 2023 sokak lamba lamba yanıyor gecenin yarısında.
Depremin en güzel yanı herkesin birbirini deliler gibi sevivermesi bir anda. O arabanın koltuk kılıfları gecenin serinliğinde öyle güzel kokuyor ki uyuyasım geliyor hemen. Babam radyoyu kurcalıyor, annem hırkalarımız veriyor üşürsek diye; yağmursuz bir Kasım gecesi. Arabayla sokaklarda dolanıyoruz, boş boş. Sanki hiç geri dönmeyecekmişiz gibi bir his var, hiç dönmesek istiyorum o an. Hep arabada kalsak, hep yan yana. Babam bakkalın önünde sağa çekiyor arabayı, beraber bakkala gidiyoruz. 
“Hadi alın bir şeyler” diyor babam, çokoprens alalım istiyorum. “Bundan alalım mı?” diyorum babama, “Alın, alın” diyor, “Çokoprenses de var ama” diyorum, ondan da alıyoruz. Çokoprensesin üzeri toz şeker kaplı, buz tutmuş gibi, sanki tutsam kırılacak; yanına süt alıyor babam hepimize. Ben kakaolu alıyorum, kardeşim muz, ablam çilek. O çilekli sütün kutusu pespembe; öyle güzel ki her şey o an kimse inanmaz deprem olduğuna. Babamla bir gece yarısı bakkaldan çokoprens alıyoruz. 
Arabaya dönünce fark ediyorum üşüdüğümü, arabanın içi sıcacık. Titriyorum biraz, dişlerim tıkırdıyor tık tık ağzımda. “N’oldu sana öyle” diyor annem, “Üşüdüm” diyorum. Ablamın kucağına başımı koyuyorum, gözlerimi kapıyorum sonra. O karanlıkta pembe bir kuş görüyorum, yüzü gözü, kanadı gagası, her yeri pespembe duruyor uzun bacakları. El ele bir sürü çocuk, Gediz deltasına doğru bakıyoruz bir yaz günü. Alüvyon kokuyor sanki hava. “Hani nerde?” diyor birisi, “Bak bak orda hepsi, yan yana”. Sağa bakıyorum, sola bakıyorum, bir ileri bir geri gidiyorum, boyum çok kısa hiçbir şey göremiyorum. Biri beni tutsa da kaldırsa keşke o an, kimse beni tutup kaldırmıyor. Sinirden tırnaklarımı yoluyorum. Sonra bir anda bir gölge düşüyor üstümüze, sonra güneş, sonra yine gölge. Bir anda her taraf parça parça kararıp aydınlanıyor, sanki gökyüzü pul pul üzerimize dökülüyor. Başımı çevirip yukarı bakıyorum, üzerimizden yüzlerce allı turna sulara doğru kanat çırpıyor. Gölgeler dönüyor tepemizde, soldan sağa uçuşuyor kuşlar, dans eder gibi ama gruplarca, dalgaların üzerinden sığ sakin sulara. “İşte burası Kuş Cenneti” diyor bir ses arkadan. “Ne kadar büyük” diye soruyor birisi sonra.
- Büyüklüğü altı nokta sıfır. - Belliydi ama, çok salladı. - Anne n’olmuş? - Du bi’ dakka, haberi dinliyoruz.
Annem radyonun sesini biraz daha açıyor. Ablamın kucağından başımı kaldırıyorum, sokaklar gündüz gibi kalabalık. Yunusların oradan geçiyoruz, dışarda çocuklar, anneler, babalar. Ananem ne yaptı acaba diye düşünüyorum.  
- Anne, ananem n’aptı acaba? - İyidir annecim, ananen zelzeleden korkmaz.
Çokoprensimi ısırıyorum, sütüm bitmek üzere. Çokoprensim bitmeden sütüm biterse olmaz, bir ısırık daha alıyorum. Sokak lambalarının ışığı vuruyor yüzümüze, turuncu bir rengi var gecenin sanki. Arabanın içinde ne beyaz ne pembe ayrıt edebiliyor insanın gözü, her şeyin koyu gri bir tonu var, ara sıra turuncuyla aydınlanan. 
- Anne bu gece arabada mı uyuycaz? - Yok canım, dönücez eve. - Arabada uyusak ya çok güzel olur. - Arabada uyunur mu canım sen de?
Neden uyunmasın ki diye düşünüyorum; ama inatlaşasım gelmiyor. Ablamın kucağına dayıyorum yine başımı, kardeşim benim kucağıma. Radyoda depremin merkez üssünden bahsediyorlar, gece çilek kokuyor sanki. Gözlerimi kapıyorum. Karanlığın en dibinde, kuytu bir köşede, gölgelerin arkasında, ufak pembe bir parıltı var. Gözlerimi kapadıkça o parıltı büyüyor, gözlerim bir battaniye olup sarıyor üzerimi; o pembe ışığın kenarından bir gaga çıkıyor, bir tomar tüy, iki kanat, upuzun bacaklar. Allı turnanın boynunda beyaz bir atkı, bana çeviriyor başını.
“Allı turna, n’oldu sana öyle” diyorum, “Üşüdüm” diyor.
7 notes · View notes
kisa-oykuler · 5 years
Text
Kömür Tozu
Tumblr media
Almanya’da 6 Aralık Aziz Nikolaus günü, çocuklar gece ayakkabılarını temizleyip kapının önüne bırakıyor; Aziz Nikolaus da o ayakkabıların içine şeker, çikolata ve hediyeler bırakıyor. 
5 Aralık gecesi erken yatıyorum, içimde durmak bilmeyen bir sıkıntı var, uyursam geçer diye düşünüyorum çünkü uyurken her şey geçiyor. Birkaç karabasan, bolca kâbus; sürekli uyanıyorum. 
İnanışa göre Aziz Nikolaus tek başına değil yardımcısı Krampus ile birlikte geliyor. Krampus, bazı yerlerde adı ve görünümü biraz daha farklı tasvir edilse de uzun boylu, tüm bedeni kıllarla kaplı, dev toynaklı, sırtına koca bir sepet yüklenmiş, ağzı burnu kömür tozu kokan bir şeytan. Aziz Nikolaus hediyelerini bırakırken Krampus benimsediği garip adalet anlayışına bağlı kalarak çocukların çoraplarını ve ayakkabılarını kömür, kül ve çalılarla dolduruyor ardından yaramazlık yapan çocukları sırtındaki koca kömür sepetine atıp cehennemde yemek üzere götürüyor, bazen de yanında getirdiği su dolu bir kovanın içinde boğarak öldürüyor. 
Krampus’un dev pençeleri ve boynuzları o gece kabuslarımı dolduruyor. Krampus bir girdabın içinden bana doğru bakıyor sürekli, beni uyarıyor sanki, geliyorum der gibi. Sonra o girdap bir fırtınaya dönüşüyor, yıldırımlar düşüyor dört bir tarafa; koca avcunun içine bir çocuk başını alıyor, pençesiyle ağzını aralıyor ve kömür dolduruyor gırtlağından içeri. Kömür yıldırımların ışığıyla parlıyor çocuğun ağzına doldukça, burnundan kara dumanlar çıkıyor çocuğun, öksürüyor; o öksürdükçe Krampus kül kül içine sızıyor çocuğun. Çocuk havaya yükseliyor, o yükseldikçe Krampus çocuğun boğazından ciğerlerine kaçıyor. Çocuk havada asılı kalıyor bir an; sonra ben de dahil her şey, yatağım, örtüler, kitaplar, lambalar, halı, duvarlar, parkeler, fotoğraflar, her şey üst üste binip iç içe geçiveriyor ve çocuğun üzerine doğru çökmeye başlıyor hızla. 
Uyanıyorum.
Söylenene göre Krampus’u alt etmenin bir yolu var; Krampus içkiyi çok seviyor. Bu nedenle 5 Aralık gecesi “Schnaps” adı verilen içkiden içip koşuyor gençler; zira Krampus kendisine bu içkiden verenlere bulaşmıyor. Bu koşuya Krampuslauf yani Krampus Koşusu deniyor. Gözlerimi kapıyorum, sanki gözlerim beni kapıyor, beni kapıp İstanbul’a atıyor. Ananemden kalma beyaz, ahşap ayaklı, ince metal kaplı geniş bir masanın başındayım. Önümde iki kutu bira, bir paket sigara, ağzına kadar dolu bir küllük. Dışarıda kar yağıyor, kar yağdıkça sessizlik çöküyor her yere sanki. Parkenin aralıklarından bir duman sızmaya başlıyor sonra, ne olduğunu anlayamıyorum. O sırada bir tık sesi geliyor mutfaktan.
Ensemden soğuk bir ter damlası akıyor tam omurlarıma doğru.
Mutfağa bakmak için sarı işlemeli, mavi koltuktan bir adım atıyorum; ayak bileğim uyuşmuş sanki sendeliyorum. Mutfağın ışığı yanıyor; hem sarı hem kırık beyaz bir ışık, çay bardakları ve kupalarla dolu eski ahşap dolabın raflarına vuruyor, her rafın altında karış karış gölge kuruyor. Parkelerin aralıklarından sızan duman yükselip o gölgelere doğru menderesler çiziyor. Gölgeler büyüyor, her yer gölge kaplanıyor; mutfak lambası iki göz gibi karanlığın içinden bana bakıyor. Bir adım geri atıyorum, masaya çarpıyor bacağım, elimle bir şeyler arıyorum. Bira kutusu geliyor avcuma, tutup fırlatıyorum mutfağa doğru. Bira kutusu havada iki takla atıp gölgenin içine düşüyor. Hiç ses gelmiyor, sanki hiç yere düşmüyor o kutu; diğer kutuyu da alıp atıyorum can havliyle. Sanki o kutu omzumdan tutup çekiyor beni o karanlığa.
Öğlene doğru birden uyanıyorum. 
Ayakkabılarımın içinde çikolatalar var, telefonumda mesajlar; içim çok huzursuz. Ablamla konuşuyorum, “hiç uyumadım” diyor, “çok huzursuzdum sürekli kabuslar gördüm”. “Ben de” diyorum, “ben de uyuyamadım, sürekli uyanıp durdum, ağladım sanki uykumda”. 
O 5 Aralık gecesi sanki Krampus uykuma giriyor, benim kâbusum ablamı uyandırıyor. 6 Aralık günü iki kutu bira var bir masanın üzerinde, yastık kenarlarında kömür tozu, bir kalem, birkaç buruşuk kağıt; ayakkabılarım tertemiz içinde sarı, kırmızı, yeşil, mavi, renk renk çikolatalar. Berlin’de yağmur yağıyor. 7 Aralık günü, 8 yıl sonra eve, İzmir’e dönüyorum.
2 notes · View notes
kisa-oykuler · 5 years
Text
Mazot Çocukları
“Çiçekler dökülüyor ceplerimden, sana veremediğim, bir yere koyamadığım.” 
Tumblr media
1 Temmuz 2018, gecenin bir yarısı ayak bileklerimde tuz kaşıntısı, yürüyorum. Yine çok yanlış seçimler yaptığımız bir yaz var iliklerimizde. Sokaklar mazot kokmuyor artık, yanan yanmış tadında bir yazlık beldesi. 
“Onur Dayı, sen yokken seni çok özledim.” diyorsun, çok içim acıyor. Sabahtan akşama dönüp duruyor haberlerde mavi, kara, ela gözlü çocukların boynu bükük gülümseyen vesikalıkları; ‘yine bir kötü haber’ diye başlıyor bol makyajlı spikerler her kanalda. Sanki son ana kadar ağzı sıkılmış bir çuvalın içinden kilo kilo çürük soğanlar dökülüyor bu toprakların tam orta yerine. Kurtlar dolanıyor hepimizin gırtlağında, yutkunamıyor kimse; yine susuyoruz. “Senin en sevdiğin akraban hangisi?” diye soruyorsun Anneme. Çiğdem çıtlayışında görüyorum tüm sevdiklerimi tek tek, ne güzel çiğdem çıtlıyorsun paket açar gibi dikkatlice. 
- Dayı sen benim akrabamsın di mi? - Evet, dayıcım. 
Girit’ten İzmir’e bir meltem esiyor. Ananemle bahçede oturuyoruz, karşı komşunun evinden bir kumbara var kucağımda, üzerinde dört yapraklı bir yonca. Ananem anlatıyor, onlar dinliyor. Sonra onlar anlatıyor, ben dinliyorum. Benim başımın arkasında dört kulak, söylenen her şeyi dinliyorum, tek tek yazıyorum aklımın bir köşesine. Kimisini unutmak, kimisini hiç anlamamak üzere; ama illa ki dinliyorum taşları ezip toz yaparken, bir yandan dört yapraklı yonca ararken bahçenin kenarında, uğurböceğine ev yaparken mimoza yapraklarından, hiç ilgilenmeden tüm ilgimle herkesi dinliyorum. Ananem hırkamı getiriyor, akşama doğru güneş batarken hava serinliyor İzmir’de; istemiyorum o hırkayı giymek, hırka beni giyiyor sanki. Hep bir şeyin içine tıkılıyor gibiyim, sokuşturuluyorum, oturtuluyorum, kaldırılıyorum, yatırılıyorum, uyutuluyorum, susturuluyorum, kusturuluyorum. Hırkamı giyerken ama yine de dinliyorum onları; otururken, kalkarken, yatarken, uyur gibi yaparken, en çok da susarken. 
“Hırkanı giysene.” diyor annem, gözüm karşıki dağlara dalmış kulağım haberlerde, kan kusuyorum. “İyiyim böyle.” diyorum. Limonlu gazoz içiyorsun sen o sırada, pilavını bitirmemek üzere pazarlık yapıyorsun. 
- Onur Dayı, sen Almanya’da n’apıyosun? - E çalışıyorum işte. İşe gidiyorum. - Ne iş yapıyosun? - Çeviri yapıyorum. - Neyi çeviriyosun? - Hani sen başka diller öğreniyosun ya, Almanca öğreniyosun, İngilizce öğreniyosun. O yabancı dilleri Türkçe’ye çeviriyorum. - Hatırladım, Türkçe çeviri yapıyosun, evet. Ben de büyüyünce film çevirmek istiyorum. - E yönetmen olcaksın o zaman.
“Süt-çüü” diye bir ses geliyor sokaktan o sırada, “süt-çüğğğ” diye taklit ediyorsun; gülüyoruz. İçin için gülüyorsun ya sen, tam ciğerlerinden. Bizi en çok sen güldürüyorsun, o an fark ediyorum. Kimsenin gülmediği, herkesin sebepsizce surat astığı Haziran sıcağında en mutlu sensin, bir de ben belki, içten içe sana baktıkça. İçeride öğle haberleri, dört beyaz duvara vurup fayanslardan bahçelere doluyor sesi. Sürgülü kapıyı çekiyorum; biliyorum çünkü, dinliyorsun. 
Köy köy, dere dere, orman orman aranan ülkenin tüm ıssız kömürlükleri is kokuyor; sürgülü kapıyı hepsinin üzerine çekiyorum. Çok yanlış seçimler yaptığımız bir yaz süzülüyor tepemizde, alnımızdan ter damlıyor tam kalbimizin dibine. Tırnaklarımızın altı toprak, kil, kireç; mendilimizde kan var. Köyler kasaba, şehirler metropol olmuş. Ev ev, bina bina yükseliyor nabzım İzmir’e baktıkça. Beyaz, gri, kül rengi dökülüyor dağlar; küp küp etekleri saçılıyor nar gibi Urla’dan Bayraklı’ya, Bornova’dan Menemen’e; gökdelen gölgeleri vuruyor çeşmesinden arsenik akan odalara. Dört tabeladan üçü bir alışveriş merkezini gösteriyor onkoloji merkezinin “O” harfi yanmayan cephesinde. Tırnaklarımızın altı toprak, kil kireç; umutsuzluk metastaz yapıyor kur hızında. Başımı yastığa koyunca göğsüm acıyor.
“Onur Dayı, sen gidince seni çok özlüycem.” diyorsun. “Ben de seni çok özlüycem; ama dur daha yeni geldim, gitmiyorum.” diyorum. Şimdi sen uyuyorsun, ben düşünüyorum. Ben yarın gidiyorum ya, senin her gülüşünden bir dirhem anı koyuyorum valizin köşesine.
Topraklı çakıl yollarda yürüyoruz, elimi sıkı sıkı tutarken “Onur Dayı, tik ne?” diye soruyorsun; tüm çocukluğum geçiyor dört nala tarlalardan. Şifalı sular akıyor göz kapaklarımın arkasından, burnumun içine; boynumu büküyorum gözümü kırparken. “Bak, sana burun tikini gösteriyim mi?” diyorsun burnunun kıvrımlarını yukarı çekiştirip. “Tik nasıl geçer Onur Dayı” diyorsun. “O olur öyle bazen” diyorum, “yapmak istediğinde yapmamaya çalış; bir süre sonra geçer.” “Tamam.” diyorsun. Ben senin o burnunun dikine gitmeni istiyorum işte en çok, hiç ütülenmemeni. Güven kendine olur mu, hep güven. Her şey mümkün, her şey senin. Bak, sokaklar bile mazot kokmuyor artık.
6 notes · View notes
kisa-oykuler · 5 years
Text
Tekel 2000
Tumblr media
İzmir’de nefes aldırtmayan bir sıcak var, ocağın üstünde bir tencere, içinde biber ve kabak dolması. Bankonun üzerinde bir çakmak, boş bir Tekel 2000. Bir ses var, sanki zil çalıyor. Sandalyeden zor kalkıyorum; ananem kapıyı açmış.
- Aaa… Ali… Gel, içeri gel. - Girmiyim ben.
“Anane o kim?” diyorum; belli belirsiz bir gölge kapının önünde kaybolup gidiyor aniden. Ananem kapıyı örtüp içeri geliyor, yüzünde kırık bir gülümseme. Ağlıyor mu diye bakıyorum, ağlamıyor ama sanki gözleri fayansların arkasına bakıyor gibi. 
“O kimdi anane?” diyorum; gözlerini duvar kağıtlarına dikiyor. Elini çenesine dayamış, tırnakları dudaklarına değiyor bir eliyle saçını düzeltiyor diğer eliyle başını tutuyor, sanki başı yana devrilecekmiş gibi. Koşup balkona çıkıyorum, yokuşun sonunda dedemi görüyorum. Öğle güneşi saçına vurunca bembeyaz parlıyor, adım atışından tanıyorum. 
“Anane o kimdi?” diyorum; “Ali gelmiş, Ali” diyor. “Anane n’aptın?” diyorum. 
Hiçbir şey demiyor.
Ananeme sarılıyorum. “Girmedi ama neden girmedi, gel dedim gelmedi, girmedi, neden?” diye soruyor; kendi kendine konuşuyor sanki, kelimeleri seçmeye çalışıyorum. Anlamıyorum hiçbir şey söylediklerinden, mutfağa gidip bir bardak su getiriyorum. Eline alıyor bardağı ama içmiyor. Sol kaşını kaldırmış, duvarın kirişlerine bakıyor. “Anane üşümüşsün.” diyorum. Hırkasını veriyorum; o gün hiç konuşmuyor.
Akşama doğru koltuktan kalkıp mutfağa gidiyor, iki tane biber dolması koyuyor tabağa. Bir tane de eline alıp öylece ayakta yiyor. “Anane gel otur da ye.” diyorum. “Bitti bitti” diyor. “Çal azcık” diyor sonra eliyle kasetçaları göstererek. “Kimi istiyon, anane” diyorum, “Adnan mı Zeki mi?”; “Zeki aç.” diyor. Kaseti başa sarıyorum.
Şimdi uzaklardasın, gönül hicranla doldu… diyor Zeki Müren. Ananem azıcık koltuğa kıvrılıyor, bacaklarını içine çekiyor. “Anane iyi misin?” diyorum. “İyiyim ya, dolma şahane, sen de ye hadi azcık…” diyor. Gözlerini kapayınca sırtına hırkasını örtüyorum. Böğürerek ağlamak istiyorum. Yukarı çıkıyorum. 
Sandalyeme oturuyorum. Sarı kurşun kalemlerin arkasındaki pembe silgileri yoluyorum dişlerimle. Sonra hepsini kırıyorum, tak tak, kırdıkça yenisini alıyorum, çat diye kırıyorum, o kırılınca bir tane daha alıp kırıyorum, tam ortasından çıtır çıtır kırıyorum hepsini. 
Sonra yatağa uzanıyorum, yastığın serinliği yüzümü okşuyor; hava öyle sıcak ki İzmir üzerime yapışıyor yine, pijamalarla duşa giresim var ama yastığın serinliğine kapılıyorum.
Gözlerimi açtığımda akşam olmuş. Yüzüm yastığa yapışmış sanki, burnum kanamış. Yastık, çarşaf, bütün yatak kan içinde. Doğruluyorum, kollarımın kenarından kan damlıyor; yataktan kalkıyorum, yerler hep kayıyor ayaklarımın altında. Dizlerim titriyor ayakta durmaya çalışırken, kapının koluna tutunuyorum. Elim kayıyor, düşecek gibi oluyorum; her yerde ağır bir pas kokusu. Ayak bileklerime kadar ılık ılık kan dolmuş bütün oda. Kapıyı açıyorum, odanın içinden kan oluk gibi dışarı akıveriyor. Sonra bir sesle irkiliyorum aniden:
- Kalktın mı?
Annem banyoda, çamaşır makinesini dolduruyor. “Kalktım” diyorum, “ananem nerde?” Annem beyazları renklilerden ayırıyor. “Gitti ananen” diyor. 
- Gitti mi, nereye gitti? - Evine gitti işte. - Neden bıraktın, kalsaydı ya? “Duruyo mu ki sanki, durmadı gitti işte.” diyor annem. Ananemi aramak istiyorum; ama daha varmamıştır belki diye düşünüyorum. - Ne zaman gitti ki? - Oluyo bi saat. Sonra içim huzursuzlanıyor: “Anne var ya, bugün Ali dedem geldi.” diyorum. “Nereye?” diye gözlerini patlatıyor annem; “Buraya…” diyorum. - Ne zaman geldi? - Sen çarşıdayken. - E n’aptın? - Ben görmedim, ananem açtı kapıyı. - Ne?! - Yok ama girmedi içeri, ben görmedim zaten. Öyle kapı çaldıydı, ananem açmış kapıyı, gel gel içeri gel dedi; sonra dedem döndü gitti, ben girmiyim şimdi dedi, ben anlamadım ama ilk önce kim, anane kim o dedim, o arada dönmüş gitmiş dedem, ben sonra balkondan çıktım baktım, böyle arkadan gördüm, yeleği vardı üstünde, saçından tanıdım.
“İçeri mi çağırdı?” diyor annem; benim bile inanasım yok zaten. Başımı sallıyorum. “A aa… Nerden tanıdı ki acaba?” diyor annem. “Tanır tabi ya, nasıl unutsun?” diyorum. “Ama sonra bi garip oldu böyle, gözlerini dikti duvarlara baktı hep, hiç konuşmadı.”
- Hiç mi konuşmadı? - Yok, tek laf etmedi. Akşamüstü biraz kendine gelir gibi oldu, biraz yemek yedi sonra bi ağırlık çöktü öyle koltuğa kıvrıldı. - Şekeri çıkmıştır, ne yedi? - Dolma yedi. - Ona yağ iyi gelmiyo, pirinç var onun içinde ağır gelmiştir. Aldı mı ilacını? - Aldı galiba.
Annem derin bir nefes alıyor, ofluyor içi sıkılmış gibi. Dudağımın içini kemiriyorum. 
- Dayım ne dedi? - E dayın, Alzheimer diyor. 
Alzaymır falan anlamıyorum ben, anlamak da istemiyorum. Çok canım sıkılıyor. “O neymiş?” diyorum. “Demens gibi işte…” diyor annem. “Demens ne ki?” diyorum. “Ya unutkanlık işte, ama böyle iyice ilerlemişi, artık iyice ağırlaşmış, normal değil, e kalp şeker de var, yaşlandıkça şimdi tabi daha da ilerledi, bi de habire eskilere gidiyo, hep geçmişi hatırlıyo, öyle oluyomuş zaten, çocuk gibi oluyomuşsun, geçmişe dönüyomuşsun, böyle geçmişten hadiseleri çok daha net hatırlar dedi dayın, ama dedi, iki saat öncesini dedi, hatırlamaz dedi, öyle dedi habire aynı şeyleri dedi, sorar sorar durur dedi.” 
- E n’apcaz peki? - Yani ilacını alcak işte ama yapçak çok bişi yok. Öyle geçmiyo, ilerleyip duruyo. - Sana ondan mı anne dedi geçen gece?
“Çok içim acıdı.” diyor annem; gözleri doluyor. “Beni kendi annesi sandı, anne anne dedi ellerimi tuttu, anne benim dedim. Benim anne, kızınım ben dedim; öyle baktı baktı…”
- Keşke gitmeseydi o zaman, evde yalnız daha zor değil mi? - Dinliyo mu ki, dinlemiyo, yalvar yakar ettim dinlemedi, giydi çizmesini gitti. 
Annem yine derin bir nefes alıyor, ofluyor. Dudağımın içini kemiriyorum, demir kokuyor her yer. “Ben bi pirinç haşlıyım.” diyor annem aşağı iniyor. 
Odama dönüyorum. Başımı masaya dayıyorum. Masa lambasının yanında fosforlu bir çıkartma var. O çıkartmaya takılıyor gözüm. Lambayı söndürüyorum, odanın karanlığında loş yeşil bir ışık kalıyor gözümün içini dolduran. O yeşil ışığın içinde küçük bir balık görüyorum, o balığın ağzından ufak bir küre çıkıyor, o kürenin içinde bir kurbağa var, etrafında koşup duran iki çocuk görüyorum, sonra o çocuklardan birisi sarı bir akrebe dönüşüyor, akrebin yanında büyük mavi bir terlik, terlik havada dönüyor dönüyor sonra bir mimozaya çarpıp yere düşüyor, mimozanın dallarında uğurböcekleri, etrafta çakıl taşları, taşların arasından gelincikler fışkırıyor, gelinciklerin yaprakları ananemin eşarbına dönüşüyor sonra, ananem ellerini açıyor, ellerimi tutuyor, ellerinin damarlarını hissediyorum parmaklarımın ucunda. Ananem koltukta ben onun kucağında…
- Anane sen hep gelceksin dimi? - Gelcem tabi. - Anane bugün yarın mı? - Ananenin gülü… Bugün salı, yarın ola, hayrola. - Anane yarın olunca gelcek misin? - Ben bugün kalırım, gitmem gari, yarın da kalırım. - O zaman anane yarın kahvaltıda şokellalı ekmek yapar mısın? - Yaparım ya, şindi de yaparım, istiyon mu? - Evet, ama anane, sen de ye, sen hiç yemiyosun büyümüyceksin. - Hahhayt, gel gel yanıma… Büyürüm ben büyürüm ama evvel sen bi büyü bakalım. - Anane, beni fuara götürcen mi? - Götürcem, ne zaman istiyon, bugün gidelim mi? - Olur. Kestane şekeri de alcaz mı? - Alcaz. - Paraşütçülere de gitçez mi? - Gitçez tabi. - Tırtıla da bincez mi? - Bincez, bincez. Sen git ama bi ekmek al gel, ekmek yok.
Ne?
- Ekmek yok diyorum, bi ekmek al gel. - Tamam.
Annem odanın kapısını kapatıyor, o gidince sandalyede doğruluyorum; sırtım nasıl acımış. Masa lambasını yakıyorum tekrar, içeride bir sivrisinek var, vızıldayıp duruyor. Tişörtümü değiştirip dışarı çıkıyorum. Hava çok sıcak, yokuş yukarı iyice ter basıyor. Nefes almak zor geliyor. Bakkala varıyorum, dondurma kasasının kapağı hafif aralık kalmış, kapatıyorum. Bakkalın kapısı sonuna kadar açık, içeride bir pervane dönüp duruyor; her yer sivrisinek. İki tane ekmek alıyorum, içeriden radyo sesi geliyor. 
Gitme, sana muhtacım… diyor Zeki Müren. “İki ekmek…” diyorum, “bi paket de uzun 2000”.
10 notes · View notes
kisa-oykuler · 5 years
Text
Tahliye Hortumu
Tumblr media
- Anne senin baban kim? diyorum anneme. 
Annem fişlerin arasından bana bakıyor, cüzdanının köşesinden kredi kartını görüyorum. 
- Şu viza kartımı versene, diyor annem babama. 
Bana versin istiyorum, üzerinde parlak bir etiket var, sarıdan yeşile, maviden kırmızıya renk değiştiriyor; aklım gidiyor her seferinde. Bana ver baba, diyorum; dur şimdi, diyor babam. Banyoya gidip taşa oturuyorum, çamaşır makinesini izliyorum. Döndükçe dönüyor, o döndükçe ben sayıyorum. Babamın gömleği annemin geceliğine dolanıyor, pijamam çoraplarımın üzerinde taklalar atıyor, ablamın şortu kardeşimin fanilasına yapışıyor sonra hepsi dünya durmuş gibi durup üst üste yığılıveriyor. Sanki hiç dönmemişler gibi öylece duruyor hepsi. Sonra dünya yeniden dönmeye başlıyor. Ananemin sabahlığı gelip gece gibi çöküyor hepsinin üstüne. Boynum kaşınıyor, sonra da gözüm sanki. Boynumu kaşıyorum, saçımın köşesi sanki tel tel olup havaya kalkıyor; saçımı düzeltiyorum, gözümü kaşıyorum, boynum pul pul olup omzuma dökülüyor gibi, başımı yana çeviriyorum, gözlerimi iri iri açarak. Banyonun yer taşlarını sayıyorum sonra duvardaki fayansları. İçeri geri gidiyorum, her yer fiş. Cemal dedemin siyah bir tarağı var, sıkıldıkça saçını tarıyor, o tarak benim olsun istiyorum, tarağın arka ucundan uzun ince bir demir çıkıyor, o demir de benim olsun istiyorum. Cemal dedem saçımı tarıyor sonra bir avuç kişniş veriyor üzeri beyaz-pembe şeker kaplı. Cemal dedemi çok seviyorum. 
Sonra birden teneffüs zili çalıyor, yine herkes dışarı çıkıyor, ben sıramda oturuyorum. Beslenme çantamın altı açılmış da her şey yere dökülmüş gibi, çok fena Pazartesi yine. Defterimin en son sayfasına Miki Maus çiziyorum. Kulaklarını boyuyorum, kurşun kalem gümüş gibi parlıyor sayfada, parladıkça daha çok boyuyorum, boyadıkça sayfa içine içine gömülüyor. Parmağımla dokunuyorum, parmağım hep kara kara, pantolonuma siliyorum, geçmiyor. Geçmeyince çok sinirleniyorum, sinirlenince burnum kanıyor yine. Cemalettin, diye bağırıyor birisi en arka sıradan, sonra gülüyorlar. Adımdan nefret ediyorum. Miki Maus’un kulaklarından kan getirene kadar bastırıyorum, cebimdeki kişniş şekeri eriyip önlüğe yapışmış, ellerim yapış yapış, saçım tel tel havaya kalkıyor sanki, başımı yana çeviriyorum, göz kapaklarımın altı kaşınıyor, kapıyorum açıyorum, göz kapaklarımın uçları kaşınıyor yine, kapıyorum açıyorum, çenemin altına kramp giriyor, çenem çok acıyor. Neden sonra her yer yasemin kokuyor bir anda.
- Gel, diyor ananem.
Ananemin salonunda 8 büyük saksı var. Bir saksıda yerlere dökülen dev yapraklı bir bitki var, ananem onu çok seviyor, ona hep Yavuz diyor. Yavuz’un doksan dokuz yaprağı var. Ananem süt ısıtmaya giriyor mutfağa, koşup duvardaki beyaz işlemeli turuncu düğmeye basıyorum, avizenin ışıkları yanıyor. Basıyorum, avize sönüyor, basıyorum, avize yanıyor. Asfalyaları attırırsın, diyor ananem; yatak odasına koşuyorum. Yatak odasında iri bir yatak, karşısında dev gömme bir dolap, dolabın içinde bir düğme kutusu. 
- Anane düğmelere bakalım mı, diyorum. Hayhay, diyor. 
Ananem gelene kadar antrede koşuyorum, önce ileri sonra geri, önce hızlı sonra yavaş. Sarı telefon rehberini alıyorum, ananem sütümü getiriyor. Ananem gömme dolaptan düğme kutusunu çıkarmaya gidiyor, ben rehberi okuyorum. Rehberin ilk iki sayfasını ezbere biliyorum. Teneke düğme kutusunun içinde beş yüz kırk sekiz düğme var, en güzelleri cam gibi olanları, onları gözüne tutunca her şey birden bir sürü oluyor, bir sürü ananem oluyor, bir sürü süt, bir sürü rehber, bir sürü yaprak her yer. Kutunun içinde tükenmez bir kalem var, üzerinde bir kadın, kadının üzerine siyah bir elbise. Kalemi çevirince kadının üzerindeki elbise yok oluyor, çıplak kadın kalemini nerden buldun diye soruyorum ananeme, Almanya’dan geldi diyor.
- Almanya nere anane, diyorum. Bak bu Yozefa, diyor ananem.
Yozefa’nın kahkülleri var, saçları çok güzel ama ne renk bilemiyorum, kimsenin öyle saçları yok. Yozefa nerde diye soruyorum ananeme, gelince görürsün diyor. Sarı rehberde adını arıyorum, ama kimsenin adı Yozefa değil, rehberde kendi telefon numaramızı arıyorum, sonra ananemin telefon numarasını, sonra Ömer amcanın telefon numarasını, sonra Cemal amcanın telefon numarasını, sonra Sema teyzenin numarasını, sonra Emine teyzeye bakıyorum ama onların numarası Suat amcanın yanında yazıyor. Herkesin telefon numarasını ezbere biliyorum. Yozefa Zekiye’nin kızı mı, diyorum ananeme. Ha-hayt, diye gülüyor. Olur mu ya hiç, diyor. Zekiye’nin saçları da çok güzeldi, diyorum. Azıcık eyç-bi-bi aç diyor ananem, açıyorum, aslanlar var yine, hayvanlar alemini izlerken uyuya kalıyorum.
Ablam kusarken uyanıyorum sonra, arabadayız. O kusunca ben de kusacak gibi oluyorum, ama ben nedense kusamıyorum, kardeşim kusuyor. Onlar kustukça ben kusamıyorum sanki, vosvos’un benzin kokusu denizin yumurta kokusuna karışıyor, sahil trafiği yine kapalı. 
- Poşeti düz tut kızım, diyor annem. Gökyüzü kurşun gibi karanlık.
Yağmur yağarken camları açamıyoruz. Camın üzeri damlalarla kaplı, soldan sağa, yukarıdan aşağı. Ben saydıkça damlalar birbirine karışıyor, büyük damlalar yorulmuş gibi aşağı süzülüyor. Cama başımı dayıyorum, burnumun önünde buhar yapıyor cam, buharın arkasından dalgaları izliyorum. Siyah beyaz taşlarla kaplı kordon, annemle babam maaş bordrosundan söz ediyor. Bor-dro, diyorum içimden, sonra Bord-ro, sonra Bo-rdro- sonra Bor-ı-dı-ro, sonra Bor-dro, sonra Bord-ro, Bo-rdro, Bor-ı-dı-ro. Trafik ilerler gibi oluyor, sonra duruyor, sonra sanki hareket ediyoruz, yeniden durana kadar. Öndeki arabaların plakalarını ezbere biliyorum.
Eve varınca ellerimi yıkıyorum. Sonra sofraya oturuyoruz, beyaz tabakların üzerinde yeşil işlemeler var, işlemelerin içinde yapraklar, yapraklardan birisi sinirli bir balık gibi bir dalı ısırmış. Ne zaman tabağa baksam o balık bana bakıyor, sanki boynumu dişlermiş gibi o dalı ısırıyor, ona baktıkça göz kapaklarımın altı kaşınıyor. Gözlerimi kırpıyorum ama geçmiyor, bir daha kırpıyorum, geçmeyince bir daha. Kırpma şu gözlerini habire, diyor annem. Tik yaptı iyice, diyor babam. Tik ne, diyorum. Ver tabağını makarna koyayım, diyor annem. Makarnayı çok seviyorum. Yemekten sonra annem fişleri getiriyor, masanın üzerine yayılıyor hepsi, fişlerin üzerinde sayılar. Fişleri ama hiç sevmiyorum. 
Banyoya gidiyorum, taşın üzerine bağdaş kuruyorum. Babamın gömleği ananemin sabahlığına dolanıyor, kardeşimin atkısı ablamın mus çorabına. Miki Maus tişörtüm makinenin köşesine sıkışmış, babamın gömleği dönüyor, annemin eteği dönüyor, ablamın çorapları taklalar atıyor ama benim tişörtüm takılıp kalıyor sanki. Sonra hepsi teneffüs zili çalmış gibi dönmeyi bırakıp üst üste yığılıveriyor yine. Bekliyorum. Biraz daha bekliyorum; ama kazan dönmüyor nedense, cama vuruyorum, dönmüyor, makineyi itiyorum, gene de dönmüyor. Sonra bir tık sesi geliyor cama taş atmışlar gibi; kilit atıyor.
- Anne bitti, diye bağırıyorum. Geliyorum, diyor annem.
Cemal dedem şu ajansı aç, diyor. Babam ajansı açıyor. Annem çamaşır sepetini dolduruyor. Ben fişlerden bir tanesini alıyorum gizlice, sonra avcumda top yapıp yutuyorum.
1 note · View note
kisa-oykuler · 5 years
Text
Yeşil Perdeler
Tumblr media
Bizim yazlıkta herkesin "başkan" dediği iri kıyım bir adam vardı. Başkan ne derse sitede o olurdu. Sınıflarımız başkan yönetimindeydi ilkokulda. 'Kültür Edebiyat' kolunu bile başkansız var ettiremedik. Öylesi basireti bağlanmış başkansız toprakların, başkansız sınıfların, başkansız yazlıkçı sitelerinin. Nedense konuşurken gırtlak cırlatan, şakakları 'emboss' damar yapan bıyıklı erkeklere özel bir gönül kayması hep vardı Türkiye'de. 24 saat öğrenci kiracılarını gözetleyen Hacı Bey ile şort giydiği için oğlanları, lolipop yediği için ise kızları hiç ses etmeden azarlayan ahlak bekçisi kırtasiyeci amca arasında başkanlık genetiği noktasında hiçbir fark yoktu. Anneler çocuklarını kırtasiyeci amcaya, dedeler torunlarını Hacı Bey'e emanet etti sabah kahvaltılarından sonra. İşte sonra... 
Sonra başka bir dünyaydı baş başa kaldığımız çocuk aklımızla. Uyandığımız öğle uykuları çapaklandı hayal kırıklıklarımızda. Ama Ali Şen hep başkandı ajans sonrasında. Sanki bizi daha dün kırpmışlar gibi her şey. Çayır sessiz, çoban şakşakta, şahane bir gün batımı. Kafamıza kafamıza düşüyor pirinç paketleri - kurtlu, kırık, tonlarca. 
Hayır, nehir falan satmışız, düşün. Öylesi bir zenginiz yine. Okul gezisine gönderilmeyen kızların deyyus abileri başkanlık sırasında. Bugün en uzağa işeyen, yarın en çok bağıranlar seçilecek. Haftaya satırlı gruplarda süper lig başlıyor. Sanki bizi daha dün doğramamışlar gibi. 
Şahane bir alacakaranlık dökülüyor şehirlerin üstüne. Umut dolu, sevgiden örülmüş, anne kokulu bir battaniye gibi kapatıyor üzerimizi. Sanki annen kapatıp hemen açacakmış gibi, "CE - EE" yapacakmış gibi biraz sonra. Ama işte sonra...  
Sonra açılmıyor o battaniye. Ter basıyor çırpındıkça. Öğle uykusuna yatırılıyor gibi bir coğrafyanın tüm çocukları, hiç uyandırılmamacasına. Bir kağıt alıp eline ikiye katlıyor ananem. Sonra bir daha ve bir daha. Kırtasiyeci amcadan aldığım makasla kırptıkça kırpıyor, incecik bir dantel gibi açılıyor kağıt masanın ortasına.  
"Anane", diyorum, "ellerin neden böyle damarlı?" 
"Senin de olacak", diyor, "büyüyünce". 
"Ben bugün öğle ukusuna yatmasam" diyorum, 
"Olmaz" diyor "büyüyemezsin sonra". 
Önce Marshall yardımıyla sofrayı topluyoruz sonra doğru yatağa. Şahane bir öğle güneşi içeri sızıyor yeşil kadife perdelerin arasından, ananem üzerimi örtüp perdeyi çekiyor yavaşça.
3 notes · View notes
kisa-oykuler · 5 years
Text
Kurşun Buharı
Tumblr media
Bu sabah kalktım. Anneler günü gibi bir sabah, güneşli. Etrafı falan da yatmadan toparlamışım. Sakince uyanıp huzurla koltuğa geçebildiğin, robdöşambr bir Pazar. Hava ne soğuk ne sıcak, annem gibi ben de Mayıs’ta soğuğa Ağustos’ta fazla sıcağa gelemiyorum. Yüzüme bakıyorum, kilo vermişim gibi. Nedense kilo vermenin özgüven pompalayan bir yanı var.
Salona dönüyorum, iç gıcıklayan şeyler var yine de. „Gene ortalık çok dağıldı“ gibi değil de „onu aldığın yere neden koymuyosun“ gibi detaylar. Terlikleri balkona yakın kapı önüne koyuyorum. Bankonun üzerini topluyorum, o anahtarın bankoda işi ne? Sandalyeleri masanın içindeki görünmez yuvalarına doğru iyice iktiriyorum. Ayaklarıma bakıyorum, etrafa bakıyorum, diken miken yok. Halı neden sürekli sola kayıyor, anlamıyorum. Duvara değen kenarlarını hırtlatarak çekiyorum halıyı olması gerektiği yere. Her şeyin bir yeri var ve her şey şimdi yerli yerinde.
Herkesin bir düzen anlayışı var. Düzene varıldığında bir tatmin duyuyor insan. Düzen hissiyatı huzurla doğrudan ilişkili. Hayatın düzene kavuştuğu, daha doğrusu, hayatı düzenli bir çerçeveden gördüğümüz noktalar bir tamlık hissi yaratıyor içimizde. Anne – Baba – Çocuk üçgeninde tüm içaçılar 60 derece yapıyor yani o an.
O anahtar da yerini bulunca işte içimde çiçekler açıyor. Gelincikler, tarla tarla... Tane tane, onar onar, yüzlerce binlerce… Anneme götürdüğümüz gelincikler yağıyor pencerelerden içeri, oluk oluk, tavana varıncaya dek. Annemin ellerini görüyorum. Anneannemi görüyorum.
Anneanne?
Sonra sanki dalga çeviriyor da bir girdap oluyor, anneannemin annemi annesi sandığı geceler dolduruyor dört bir yanı. Dev bir okyanus gibi karanlık, çalkantılı, suyun içi çok soğuk, dipte yosunlar, ayağına değdikçe sinirden ağlatan yosunlar var hep dipte yosunlar var en dipte hep yosunlar karanlık yerlerde hep yosun var gitme diyor annem derine gitmiyorum gitmiyorum çok yosunlar var çok yosun var diyorum sonra bir dalga geliyor, iniyor, dalga geliyor, iniyor annemi görüyorum ve yanında başka bir kadın, annem beni tutup atıyor ileri dalganın üzerinde bir yunus gibi düşüyorum sanki suyun içine ama düşmek gibi değil sanki su benim üzerime düşer gibi düşüyorum içine doğru başka birisinin kollarına vuruyor omuzlarım ayaklarım ayaklarım ayaklarım dönüyor başımın önünde arkasında burnum burnum burnum tuz doluyor genzimden ciğerlerime kadar yakıyor yakıyor yakıyor alev gibi yanıyorum yanıyorum sualtında sualtında sualtında grejuva…
A, Adana, Grejuva.
Zil çalıyor, herkes dışarıya koşuyor. “Ben çıkmıycam”. Çıkmak istemiyorum. Hiç çıkmak istemiyorum. Yerimde oturmak istiyorum. Yerimden hiç kıpırdamadan öyle oturmak istiyorum. Mickey’nin kulaklarını boyamak istiyorum. Mickey’nin kocaman kulakları var, kenarlarını düzeltmek istiyorum, kurşun kalemle beş bin kere üstünden geçmek istiyorum, sayfa gümüş gibi parlayana kadar kalemi kağıda sürtmek istiyorum. Kağıt dalgalanmaya başlıyor. Dalga yaptıkça ben daha sıkı bastırıyorum, kurşun kalem gümüş gibi parlıyor. Kağıdın üzerinde bir yansıma görüyorum. Arkamı dönüyorum, anneannem, rafların arasında. Hangisini istiyorsun diyor. Bilmem diyorum. Fark etmez. Bak bu fındıklı bu da fıstıklı. Olur diyorum. E hepsinden alalım diyor. Olur diyorum. Jelibon da alalım mı diyorum. Alalım diyor. Kinder yumurta da alıyorum. Sakız da alalım o zaman.
Bir kahve yapmam lazım diyorum kendime. Çay yapmaya karar veriyorum sonra. Kahve hiç iyi değil mideye. Dışarıda mükemmel bir hava, anneler günü gibi, güneşli. Etraf falan da düzgün. “Evet, dışarı çıkıcam”. Yerimde oturasım yok hiç, çıkmam lazım.
Ablam, Annem ve Anneannem'e,
Anneler, dilerim hepiniz çok mutlu olun. Biliyorsunuz; hepimiz, annelerimizin mutsuzluklarını da taşıyoruz bir yanımızda.
4 notes · View notes
kisa-oykuler · 5 years
Text
Gel Ali, Gel
Tumblr media
Bugün ablamla konuştum. Ablamla konuşmak mektup kağıtları ve kurutulmuş çiçekler biraz, bir fasulye tanesi, gri büyük dolaplar, renkli çıkartmalar, üç yüz gün süren yaz güneşi. N'olur sormasınlar bana, n'olur söyletmesinler derdimi. Saklarım ben onu kendime, yerim kendi kendimi. Tüm dolapların gizli odalara açıldığı bir tüneldeyiz sanki bu şarkı 90'lık kasetlerde dönerken. Bahçeler uğur böceği, bahçeler hep çekirge. Bir serçe parmak gibi incecik ilerliyor ipek böcekleri dut yapraklarında, salıncaklarda takla atan bir gençlik. Biz pek uyumadık o öğle uykularında, belki de ondan pek büyümedik pike savaşlarıyla. Her minder bir kale, her takla bir şölen. Bende en çok kişniş şekeri kalmış, tam genzimde, burnum kanarken sabaha doğru. En çok ananemin saçları dolanmış başıma, parmaklarımdaki tüm damarlara ananemin elleri değmiş, ha bu ya da feste sebaha, dasdisdos. Anne ben senin gibi korkuyorum, oğlun, yalnızken hiç, sevince çok. Baba ben senin gibi kök salmak istiyorum toprağa, hep kalmacasına, hiç gitmemecesine. Bir fasulye dikmişiz nemli toprağa, mercimekler filiz vermiş, abla, ben senin gibi susuyorum en çok içime doğru, susuz kalırcasına. Bir karınca, bir tavşan, kedi yavruları, bir kaplumbağa. Sarı kanarya su içmeye çıkmış, kırlangıçlar yuvada. Sallıyorum, sallıyorum ellerimi, kızılderililer basarken şehirleri. Dobermanlar düşüyor peşimize hep ananemin bizi bırakıp gittiği korkularda. Gitme diyorum anane, gitme, n'olur gitme. Her yer kaktüs, her yer menekşe.
- O gitti, diyor, gitti 
- Ali gitti.
- Gelir mi diyorum, gelir mi hiç ya diyor. Giden gelir mi hiç?
- Gelir ha, diyorum.
Ananem hep un oluyor avucumda, ekmek kokuyor, nane kokuyor, nar gibi dökülüyor parmaklarımın arasından tahta boşa, tane tane. Güzelyalı'ya kar yağıyor, Ananem oğlunu özlüyor karnına bastırdıkça. Gelir ya diyorum anane, gelir dayım, annem de gelir, ablam da gelir, herkes gelir. Ananem bana para veriyor, git diyor bakkala al bir şeyler, artık n'olursa. Frigo alayım mı diyorum, al diyor. Sakız da alırım diyorum, bigbabollardan diyor. Tipitip alıyorum üç tane, tombi, bir probis, bir de yoldan papatya. Anane diyorum al bu senin olsun. Yüzümü okşuyor, canısı diyor, canımı okşuyor elleri. Bende en çok o can var hala, böbreklerimden çıkıp ciğerlerime dolan. Ablama soruyorum, ne zaman diyorum, o da olacak diyor, her şeyin bir vakti var. Bir bayram gelecek ki en sevdiklerin sıra sıra, bir kanepeden bacakları sarkacak yeğeninin. O da olacak diyor, sen yeter ki dikkat et kendine. Benim bütün derdim özlem, abla diyorum, minik bir serçe konuyor parmağıma. Bir kanadı al, bir kanadı mavi, Güzelyalı'ya kar yağıyor.
2 notes · View notes
kisa-oykuler · 5 years
Text
Diş Perisi
Tumblr media
Kordon'dan geçiyoruz, bir arabaya tıkılmış içimin dört parçası, içerisi yarı duman altı, sıkış tepiş bir trafik var, Kordon daha yenilenmemiş. Dalgalar yola sıçrıyor, oradan arabanın camına. Hem tuz hem yumurta kokuyor deniz. Mavi bir vosvos'tayız, deniz sanki benzin kokuyor.
Güzelyalı taksi durağından sağa sapıyoruz, tüm sokaklar dar, dantel gibi birbirine kollanmış, birbirine açılıyor. Dostlar apartmanının önünde bir sandalye. O sandalyeye kimse oturmuyor. Merdivenleri çıkıyorum. Üç, dört, beşer beşer atlıyorum. Kapı açılıyor.
Bir evdeyiz hep birlikte, koşuyorum. Merdivenlerden iniyorum. Üç, dört, beşer beşer düşüyorum yüz üstü, yuvarlanarak, yere kapaklanır gibi. Kırlangıç oluyorum uçuyorum biraz, sonra yine düşüyorum yüzü koyun basamaklara. Bir evdeyiz, hep birlikte, elimde bir kavanoz içi tuzlu bir su, çalkala çalkala diyorlar, ağzım tuzlu su, ağzım hep kan olmuş, tükürüyorum kavanoza. Kavanozun içi hem tuz hem yumurta kokuyor. Tükür tükür diyorlar, çalkalıyorum suyu ağzımda dalga yapar gibi. Kavanozun içine düşüyor dişlerim tane tane. Hepsi mi diyorlar, hepsi sanki ama süt dişi yine çıkar diyorlar, çalkala güzelce diyorlar, dişlerim ipinden kopmuş inciler gibi, tane tane devriliyor kavanozun dibine.
Camdan dışarı bakıyorum, yağmur yağıyor. Annemi görüyorum, babamı görüyorum, onlar beni görmüyor, yağmur yağıyor. Annem içeri giriyor sonra, babam geliyor yanıma. Düştü düştü diyorlar, yüz üstü kapaklandı, süt dişi ama çıkar yine.
Ananem yüzümü okşuyor. Ananem gülüyor, ananem çok mutlu. Ananem dolma yapmış, pilav yapmış, soba yanıyor. Evin ortasında bir ateş var. Oturup ateşi izliyorum, sobanın yanında ses çıkarmadan. Her yerde yapma çiçekler, beyaz bir masa, kimseyi göstermeyen eski bir ayna. Aynanın önünde bir telefon, sarı bir telefon rehberi. Telefon rehberini ezberliyorum, ateşin önünde hiç ses çıkarmadan.
Geç oluyor, kalkıyoruz. Anne gitmeyelim n'olur, diyorum, yine geliriz, diyor annem. Ananem yüzümü okşuyor. Arabaya gidiyoruz, Ananem balkona çıkmış. Sokağın sonuna kadar Ananeme el sallıyoruz, camlar hep tuz tutmuş sanki, Ananem el sallıyor. Sokağın sonuna kadar bir cam, hep tuz, Ananemin elleri, sokağın sonuna kadar Ananem tuz tuz parlıyor sanki.
Arabada uyuyorum, tuz kokuyor yine, benzin kokuyor, püfür püfür Tekel 2000. Yollar birbirine dolanıyor yine, uzuyor, inceliyor, daralıyor, büyüyor, bitmiyor sanki. Yollar yükseliyor, yollar yine alçalıyor sonra, ışık ışık, dönemeçli, uzun yüksek apartmanların kıyısına varıncaya kadar, uyuyorum.
İzmir geceleri çok sivrisinek yapıyor, sıcak terletiyor, uyutmuyor. Ananem cam kenarında dışarıyı izliyor. Anane, diyorum, neye bakıyon? Gel gel, diyor, gel bak ne var. Ananemin yanına gidiyorum, pencerede sineklik, dışarısı karanlık, içeriye tuz doluyor hep meltem estikçe. Karşıki apartmanın birinci katında ışık yanıyor, içeride bir sofra, koltukta insanlar. 
Apartmanın köşesinde bir gölge var, camdan içeriyi izliyor.
Anane, diyorum, o adam kim?
Hırsız o hırsız, diyor Ananem.
Ne bakıyo ya içeri, diyorum, bakıyo ne çalsam diye, diyor Ananem.
İçimi ter basıyor, boğazım düğüm düğüm, burnum kanıyor. Adamın başı bir yukarı bir aşağı, elleri kolları sanki yılan gibi.
Napçaz Anane, diyorum, napçaz bakçaz işte, diyor Ananem.
Çingene mi o, diyorum, çingenedir, diyor Ananem.
O çocukları çalmaya mı gelmiş, diyorum, ses etme, diyor Ananem. Hiç ses etmiyorum. Sonra adam gölgesini de alıp yürüyor, bahçeyi geçiyor gölgesi, gölgesi uzuyor, gölgesi saat gibi dönüyor, gölgesi kısalıyor, bizim apartmanın önüne doğru gölgesi kayboluyor, adam karanlıkta yok oluyor sanki.
"Evvel zaman içinde yaşarmış bir dunganga" diyor Ananem. 
Anane söyleme söyleme, diyorum.
"Alırmış çocukları, atarmış torbasına..."
Anane söyleme n'olur, diyorum.
"Yaparmış bir dunganga, Dunganga Dunganga... Dunganga Dunganga... "
Eh ben uyumam bu gece, diyor Ananem. Ben de uyumam, diyorum. 
Perdeyi çekiyor Ananem, pul pul tuz dökülüyor hep yere duvarlardan. İçimde parkeler gıcırdıyor, koltuklar çekiliyor, sandalyeler üst üste diziliyor sanki. Ananem uyumuyor yine, ben uyuyorum.
Sabah oluyor, Ananem kahvaltı hazırlamış. Ben bugün giderim, diyor Ananem. Anane n'olur gitme, diyorum. Gidem de gene gelirim, diyor Ananem. İçimdeki tüm halıları topluyor birisi, bardakları gazetelere sarıyor, duvar kağıtlarını aşağı çekiyor, kitap kitap raflarımı boşaltıyor.
Ortaköy Tarkmanças okulunun köşesinde bir büyük çöplük. Torba torba diziyoruz eşyalarımı, üst üste, alt alta, çöpün kenarına, çöpün yanı başına, çöpün etrafına yığıyoruz tüm yayıntılarımı. Rafları boşaltıyoruz, dolapları boşaltıyoruz, 
Masaların üzerini torbalara döküyoruz, bir düzine gömlek valize, sabahlıyoruz bir valiz bir de biz bir de tartı. Valizi kucaklıyorum ben, valiz bana sarılıyor. Tartıya çıkıyorum, yirmi kilo edinceye kadar kalem kalem, kağıt kağıt. Ayırıp poşetleyip çöpün kenarına taşıyoruz taşıyamadıklarımı.
Ya Onur n'olur gitme, diyorsun, gidem de gene gelirim, diyorum.
Martılar var hep gökyüzünde, sabah masmavi doğuyor Taşbasamak sokağa, sahile iniyoruz. Sahil boş, iki köpek var, bir bank, günde iki kez vapur yanaşan bir iskele. Hep tuz kokuyor etraf, içimde bir ip, ipe dizilmiş dişlerim, Beşiktaş'a motorlar yanaşıyor, Barbaros'a dolmuşlar kalkıyor, Ananem öldü, diyor Ablam. 
Kaşarlı köfte istiyoruz, köfteyi beklerken ağlıyorum. Camdan dışarı bakıyorum. Annemi görüyorum, babamı görüyorum. Dereboyunu su basıyor, sahile sis çöküyor, her yer sivrisinek. Mazot basıyorlar arabalarla, arabanın peşinde çocuklar, duman duman koşuyorlar, püfür püfür bir Tekel 2000 kafası. 
3 notes · View notes