Tumgik
kolej-postasi · 3 years
Text
TARTIŞMA
Tumblr media
Siyaset, çok fazlasıyla ön planda. Her şeyi kaplayan bir örtü gibi iniyor hayatın üstüne; ondan başka bir şeyi göremez oluyoruz.
Bunu aslında “laik-ulusalcı” kesim başlattı, 2002’de. 28 Şubat vatan vazifesini yerine getirmiş olmanın huzuru içinde otururken 2002’de AKP yıllardır görülmemiş yüzdelere ulaşarak iktidara gelince bu cephe de can havliyle harekete geçti, gerilime dayalı (çünkü hedefi darbeydi) bir siyaset yaptı. Gerilim dozu böyle yükselince, taraflar “siyasi muarız” olmaktan çıktı, “savaşan düşmanlar”a dönüştü. Bizde siyaseti savaşa dönüştürme geleneği vardır. “Osmanlı”dan beri demeyeceğim; Bizans’tan beri – “Maviler ile Yeşiller”den beri. Temelde otokratik olan toplumlarda siyaset böyle olur.
AKP önceki, Erbakanlı İslâmî partilere kıyasla çetin ceviz çıktı, direndi. Değişen dünya koşullarında “darbe stratejisi”nden başka “enstrüman”ı olmayan ulusalcı siyaset, amacına ulaşamadı ve söndü. Hükümet, “hükmetmeye” başladı. Kısa zamanda, AKP’nin başında bulunan zihniyetin de, kendini yıkmaya çalışan zihniyetten daha demokratik olmadığı anlaşıldı.
Daha önce çok yazdım, kısaca değinip geçeyim: Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, Jakobenizm’den beslenen bir “seçkin azınlık” sultasının hegemonyası altında yaşayan Türkiye, AKP ve Tayyip Erdoğan’la “sulta karakteri”ni değiştirmeye yöneldi. Araçları “popülizm” ve “demagoji” olan (tabii göreneksel olan kılıfı içinde), “plebisiter” dediğimiz türden, “çoğunlukçu” bir önder diktası. Şimdi, içinde bulunduğumuz evre bu. Yarım yamalak kurulmuş bir Kuvvetler Ayrılığı’nı kazımak ve bir tür “modern hilafet” rejimi yaratmak yönünde işleyen bir irade var.
Doğal olarak, siyasi gerilim dozu yüksek – belki 2002-2010 evresinde olduğundan daha yüksek. “Savaş” ve “düşman” algıları iyice perçinlendi.
Bu evrede her şey gelip bir “kişi iktidarı” olgusunda düğümleniyor. Anonim siyasi akımlardan, güçlerden, varlıklardan söz etmek güçleşti. Tayyip Erdoğan hem neden, hem sonuç, hem de oluş biçimi.
Ve Tayyip Erdoğan varolan gerilimi artırma temeline dayanan bir siyaset güdüyor. Bu da, o “düşman” ideolojisini güçlendiriyor. Üstünde durmak istediğim nokta bu.
Varolan kutuplaşma ortamında, kutupların uçlarını temsil edenlerden demokrasi bağlamında bir umudum yok. İki uçta da görünüşte inançları karşıt, ama siyasi üslûp olarak otoriter bir toplum mühendisliği anlayışında birleşen, dediği dedik kişiler ve zihniyetler yer alıyor. Bu uçlar arasında ise, gökkuşağı gibi, hangi noktada ötekine dönüştüğü çok belli olmayan, bildiğimiz renkler. Varolan siyasî ortam bu renkleri uçlarda toplanmaya çağırıyor. Eflatunu, turuncusu olmayan, siyah ve beyazdan oluşan bir dünya yaratmak peşinde.
Şimdiye kadar yeterince yapamadığımız bir şeyi hiç yapamaz hale geliyoruz. Bugün Tayyip Erdoğan’ın körüklediği ateş yeni yanmadı. En azından II. Mahmud’dan (isterseniz I. Kemal de diyebilirsiniz) beri orada. “Batılılaşma” fenomenini belirli koşullar altında yaşayan çok sayıda toplumda olduğu gibi bu durum, sınıf, etnisite v.b. koşullarla da eklemlenerek, “aynı ülke içinde yaşayan iki millet” yaratıyor. Ama biz bunu her zaman çok şiddetli yaşadık, çünkü her iki dinamik de güçlü kaynaklardan besleniyor.
Bunları öteden beri düşünürüm. Gezi’ye kadar AKP’nin politikalarını (ama öncelikle varlığını) desteklememin başlıca nedeni bu. Ancak, şu yakın zamanda birbirini izleyen maden kazaları bu eski sorunsala biraz değişik bir açıdan bakmama yol açtı.
Soma, Ermenek v.b… Bunlar oluyor, tabii medya da bunlara el atıyor: dört beş kişi oturmuş, olay tartışıyor. İkinci cümlede, bunun kabahatlisi hükümet mi, değil mi? Bağırtı, çağırtı, kimse kimseyi ikna edemiyor; sanırım kendilerini izleyenleri de ikna edemiyor, çünkü herkes tavrını da almış, gardını da almış, değiştirmeye niyeti yok.
Ama bu kazalar bir “vurdumduymazlık”, “adam sen de”cilik olduğu için oluyor. “Allah kerim” özensizliği, “mukadderat” bahaneciliği olduğu için oluyor. Bu gibi olgulara “Ben laik”im diyen nasıl bakıyor, “Ben İslâmcıyım” diyen nasıl bakıyor. “Hükümet kabahatli mi?” sorusuna değil de, “iş ahlâkı nasıl olmalı?” sorusuna cevap aramak değil mi doğrusu? Buradan yola çıkınca zaten “iş”le sınırlanıp duramazsınız. Sonu yok, konuların, alanların.
Ama bunu yapan da yok. Belki bir istisna Taraf’ın yazarlarından Mücahit Bilici. Mücahit Bilici’nin yazılarından inançlı bir Müslüman olduğunu, aynı zamanda demokrasiye değer verdiğini, bunları uzlaşmaz şeyler olarak görmediğini çıkarsıyorum.
Benim gibi düşünen biriyle Mücahit Bilici gibi düşünen biri bir tartışmaya girecekse, bundan nasıl bir sonuç bekliyorlardır? Örneğin ben Mücahit Bilici’yi ateist olmaya mı ikna edeceğim?
Bu, saçma bir beklenti. Ben nasıl bir sürü şey düşünüp ateist olmaya karar vermişsem ve bundan hoşnutsam, o da kendi hayatı ve değerleri çerçevesinde düşünüp inanmayı seçmiş. O da seçiminden hoşnut.
Ve biraz daha düşününce, pratik düzeyde, varolan şu ortamda, ateist olmaya ikna edilen bir Müslüman mı anlamlı, yoksa Müslüman ve demokratik değerlere bağlı, bunları bir arada yaşatmaya kararlı bir kişi mi?
Herkesin temel inancına bağlı kalacak olması bu değerleri tartışmamızı anlamsız ya da gereksiz hale getirir mi? Bence getirmez. Hattâ, tam tersine, bunu yapmaya başladığımız anda anlamlı bir şey yapmaya başlarız. Ve yaptıkça, “aynı ülkede yaşayan iki ayrı millet” olmaktan çıkarız.
KASIM 3, 2014 | BİRİKİM HAFTALIK*
MURAT BELGE | TARTIŞMA
Tumblr media
1 note · View note
kolej-postasi · 3 years
Text
ANARŞİZM VE GEYLER
Tumblr media
Doug Ireland
İlk modern eşcinsel özgürlükçüler birliği olarak bilinen Mattachine Society’nin kuruluş yılı olan 1950’den yaklaşık yarım yüzyıl önce Amerika’da aynı cinse yönelik aşkın taviz vermeksizin savunulduğunu okumak gey aktivistler için dahi şaşırtıcı gelebilir. Bu bilgi eşcinsel aydınlardan değil, Amerikan anarşistlerden geliyor. ‘Anarşizm ve Eşcinsellik’ adlı kitap, yüz yıl önce devlet karşıtlarının oynadığı rolü mercek altına alıyor.
San Francisco Gay, Lesbian, Bisexual, Transgender Historical Society eski yöneticisi Terence Kissack, kısa süre önce yayımlanan ‘Free Comrades: Anarchism and Homosexuality in the United States, 1895-1917’ adlı kitabında bize hakkında çok az şey bildiğimiz bu fenomene ilişkin kitap hacminde bir çalışma sunuyor. Bu çalışma, gey tarih yazımı için hayati önemde bir katkı anlamına gelmektedir.
Birleşik Devletler’ deki başka hiçbir politik hareketin ya da toplumda hatırı sayılır kimliğin aynı cinse yönelik erotizm ve aşk meselesi ile ilgilenmediği bir dönemde Amerikan anarşist yazarlar ve propagandacılar sayesinde eşcinselliğin savunusunun Atlantik’i aşıp Avrupa’da (Almanya’da Karl Ulrichs ve Magnus Hirschfeld, İngiltere’de Edward Carpenter ve John Addington Symonds gibiler tarafından) da gelişmesinin yolu açılmıştır.
‘Anarşist seks radikalleri’ diye yazıyor Kissack, ‘eşcinsellerin toplumdaki etik, sosyal ve kültürel yerleri ile yakından ilgilenmişlerdir; çünkü bu sorunsalın özü tam da bireyin özgürlüğü ile devletin gücü arasındaki bağlantı noktasında yatmaktadır.’
Son derece güçlü bir ajitatör olan ve Birleşik Devletler’in hemen her bölgesinde geniş kitlelere seslenip yılda ortalama 50.000 ile 75.000 arasında insana ulaşan Amerikan anarşizminin büyük figürü Emma Goldman sık sık eşcinsellik üzerine konuşmalar yapmış, hatta pek çok kez tüm söylevini bu meseleye ayırmıştır.
Goldman, eşcinsellik üzerine yaptığı konuşmalardan birinde şu cümlelere yer vermiştir: ‘Eşcinsellerden iğrenerek, nefret ederek -metinde aynen- ve bu cinsel ifade şekli karşısında otoritelerin takındığı tavrı destekleyerek konuşmamı dinlemeye gelen herkes yakalanmalı ve işkence görmelidir; meseleye daha geniş ve hoşgörülü bir açıdan bakarak, kişisel yaşama karşı sağlam ve samimi bir inanç duyarak def olup gitmeliler ve özgürlük hüküm sürmeli.’
Goldman ve diğer anarşist figürlerin 19. yüzyılın sonlarına doğru yaptıkları konuşmalara aynı cinse yönelik aşkın savunusunu da dâhil etmeye başlamalarının altında eşcinselliğin polis ve diğer güçler tarafından gözetleme ve nizamın odağı haline getirilmesi… sodomi suçundan doğan mahkûmiyetler ve tıp dergilerinin konuya ilişkin makaleler yayımlamaya başlamış olması… gibi nedenler yatmaktaydı.
Eşcinselliğin 1881’de Başkan James Garfield’a suikastta bulunan huysuz politik aday Charles Guiteau ile anılmaya başlanmasının ardından, ‘iki suçun birden işlenmesi anlamında, delilik ve eşcinsellik -özellikle de tıp alanında- aynı cinsten bireyler arasındaki cinsel çekiciliğin ahlaki ve toplumsal düzene yönelik bir tehdit olduğu konusunda ortak bir inanç oluşmasına yol açtı.’
‘Oscar Wilde’ın 1895’de Britanya’da yargılanıp suçlu bulunması,’ diye aktarıyor Kissack, ‘anarşistler için bir tür ayağa kalkın çağrısıydı ve onları aynı cinse yönelik arzunun sosyal, ahlaki ve yasal zemininin oluşturulması ile ilgilenmeye itmişti… Goldman ve diğer anarşistlerin Wilde’ın yanında yer almaları Birleşik Devletler’deki eşcinsellik politikalarının ilk açık ifadesi olmuştur.’
Wilde’ın yargılanmasının öncesinde de anarşizm ile bağı mevcuttu. (Sekiz saat işgünü hakkı için mücadele eden) sekiz anarşistin 1886’da Chicago, Haymarket’in bombalanmasından sorumlu tutularak, bu uydurma suçu işlemekten ölüm cezasına çarptırılmalarının ardından, Wilde, Illinois hükümetine bu anarşistlerin affı talebi içeren bir dilekçe (ki sonrasında bunlardan ikisinin cezasında indirime gidilmişti) göndermişti.
Wilde, 1893’de yazar ve sanatçılar arasında anket yapan Fransız L’Ermitage gazetesinin politik görüşüne ilişkin yönelttiği soruya ‘Ben bir sanatçı ve bir anarşistim’ yanıtını vermişti. Bir yıl sonra iddiasını yineleyecekti. ‘Şu günlerde hepimiz ama az ama çok sosyalistiz’ diyor ve ekliyordu, ‘Sanırım ben biraz daha fazlasıyım… Ben bir Anarşistim.’
İlk oyunu olan ‘Vera veya Nihilistler’de Wilde, aralarında eşcinsel bir ilişkinin olduğuna dair söylentilerin dolaştığı Mikhail Bakunin ve Sergei Nechaev tarafından kaleme alınan ‘Devrimcinin Anahtar Kitabı’ adlı broşürden alıntı yapmıştır.
Dahası, Wilde’ın Marx’a yönelik eleştirileri (ki Marx Bakunin’i Birinci Enternasyonal’den atarken eşcinselliği de kullanmıştır) Bakunin’inkilere oldukça yakındır. Üretime dayalı devlet diktatörlüğüne yönelik eleştirilerinde Wilde şunları yazmıştır: ‘Eğer ki Sosyalizm Otoriteryan ise; eğer ki onda da günümüzdeki politik güce sahip hükümetlere benzer ekonomik güçle donanmış hükümetler var ise; ve eğer ki kelimenin tam anlamıyla Endüstriyel Tiranlıklar ile karşı karşıya isek, o halde bu ikinci devlet düşkünü birincisinden de beter demektir’ –komünizmin çöküşünün ardından bu cümleler günümüzde daha da anlamlı gelmektedir.
Wilde’ın hüküm giymiş olmasını ‘büyük bir adaletsizlik’ olarak niteleyen Goldman, yazarın ‘Sosyalizm ve İnsan Ruhu’ adlı kitabını ‘saf Anarşi’ olarak okumuş, ‘Lady Windermere’in Yelpazesi’ adlı oyununun ise ‘modern dramadaki devrimci ruhu’ yansıttığını ifade etmiştir.
Kissack, yargılanmasının ardından Wilde’ın anarşistlerin gözünde nasıl da ‘totemik bir figüre’ dönüştüğünü ve yazarın oyunlarının Amerika’da basımının engellendiği, yasaklandığı, kitaplarının kütüphane raflarından indirildiği bir dönemde anarşist dergilerin inatla metinlerini ve şiirlerini bastığını detaylı bir biçimde anlatıyor.
Goldman, Wilde’ın ‘De Profundis’ adlı eserini ‘Mother Earth’ dergisinin ilk sayılarından birinde yeniden yayımlamış, dahası, bir mektubunda Alman eşcinsel hakları aktivisti arkadaşı Hirschfeld’e şunları yazmıştı: ‘Wilde’ın maruz kaldığı ceza ve kıyım beni toplumun onu öteleyen bölümünün acımasız bir adaletsizlik ve iğrenç bir ikiyüzlülük eylemi olarak son derece derinden etkiledi... bir anarşist olarak benim yerim daima ezilenlerin yanı olacaktır.’
Bu ifade, diyor Kissack, Amerikan anarşist düşüncenin eşcinselliğe bakış açılarından birini yansıtıyor. Liberty adlı Anarşist derginin editörü ve yayımcısı olan ünlü bireyci anarşist Benjamin R. Tucker, ‘eşcinselliğe ilişkin düşüncelerini eşcinsel bireylerin savunusu üzerinden değil, bireysel haklar çerçevesinde şekillendirmiştir. Birey ya da topluluk temelli bir kimliğe işaret etmemiştir.’ Öte yandan, pek çok eşcinselle birlikte vakit geçiren ve ‘diğerleri gibi onlardan da ezilen bir azınlık olarak söz eden Goldman daha yakın bir ilgiyi hak ediyor.’
Kissack, kitabının bir bölümünü Alexander Berkman’a ve 1912’de yayımlanan ‘Prison Memoirs of an Anarchist’ine ithaf eder. Berkman’ın kitabı, 21 yaşında Andrew Carnegie’nin çelik hanedanlığının müdürü, Henry Clay Frick’e karşı giriştiği başarısız suikast teşebbüsünün ardından konduğu cezaevindeki 14 yıllık dönemi içermektedir.
Kissack, ‘eşcinsel arzunun, üstelik bütün manifestolarında, en çok satan anarşist kitaplardan biri olan ve dahası yaygın basında da kendisine yer bulan bu kitabın kilit düşüncelerinden biri olduğunu’ belirtir. ‘Kitap yalnız cezaevlerindeki zorlayıcı cinsel kültürü –tecavüzü ve orospuluğu- değil, aynı zamanda parmaklıklar ardındaki doğal aşkları da belgeliyor.’
Kitap ‘aynı cinse yönelik arzunun ahlaki, etik ve toplumsal konumuna adanmış bütün bir bölümü içeriyor… Berkman mahkûmlar arasındaki aşkı cezaevinin ruhu boğan havasına karşı bir tür direniş olarak resmediyor… 1950ler öncesi dönemde bir Amerikalı tarafından yazılan bu kitap, eşcinsellikle ilgili en önemli politik metinlerden biridir.’
Berkman’ın kitabını okumuş biri olarak, kitaba ilişkin tüm kalbimle onaylayabileceğim değerlendirmelerden biri tam da budur.
Girişine Wilde’ın ‘Reading Zindanı Baladı’ndan bir alıntı koyan Berkman, kitabında cezaevine girdiğinde eşcinselliğe karşı duyduğu tiksintiyi ve kendilerinin ‘oğlanı’ olmasını isteyen mahkûmları reddedişini anlatır. Ne ki Berkman’ın bu tavrı zamanla genç erkeklere karşı duyduğu romantik ilgi sayesinde dönüşüme uğramış ve nihayetinde Berkman eşcinsel bir etiğe sarılmıştır.
Cezaevinden çıktıktan sonra, Berkman bir konferansa katılır ve Kissack’ın ‘erotik arzunun çeşitli ifadelerinin daha iyi anlaşılmasına ve bunlara daha hoşgörülü yaklaşılmasına çağrı…’ olarak sözünü ettiği ‘Cezaevinde Eşcinsellik ve Cinsel Yaşam’ başlıklı bir konuşma yapar. Berkman’ın eşcinsel politikası onun cinsel arzu etiğine yönelik pragmatik bakış açısını yansıtmaktadır. Konuşmasında, ‘Bastırılamaz olanı bastıramazsınız!’ der; –kendi cezaevi yaşantısından edindiği bilgilerden de yola çıkarak- şunların ayrımındadır: ‘erotik arzuya karşı böylesi bir suç işlemek acımasızlıktır, dahası başarısızlığa mahkûmdur. Temel insani duygusal ve fiziksel eğilimleri belli bir düzene sokamazsınız. Bu yönelim, temel anarşist öğretinin yanı sıra, Berkman’ın parmaklıklar ardındaki deneyimlerinin de bir yansımasıdır.’
Emma Goldman bugün hâlâ feminist hareketin sembol karakterlerinden biridir, Berkman’ın adı başarısız suikast teşebbüsünden ötürü Amerikan tarihindeki yerini almıştır. Öte yandan, ‘Free Comrades’da Kissack, unutulmaya yüz tutmuş Tucker, John William Lloyd, Leonard Abbott ve pek çok diğer Amerikan Anarşist seks radikallerini terk edildikleri karanlıktan çıkarmakla kalmayıp, bunların aynı cinsten olanlar arasındaki ilişkilere ilişkin düşüncelerini de özenli ve sağduyulu bir biçimde irdeliyor.
Amerikan anarşist hareketi, I. Dünya Savaşı süresince ve sonrasında uğradığı kıyımlar ve 1919–1921 yılları arasında federal hükümet tarafından gerçekleştirilen ev ve işyeri baskınları sonucunda aralarında anarşizmin kilit isimleri Emma Goldman ve Alexander Berkman’ın da yer aldığı binlerce şüpheli radikal solcunun tutuklanması ya da sürgün edilmesi neticesinde aldığı yaraları hiçbir zaman saramamıştır. Kissack, kitabın son bölümünde bu büyük yenilginin ardından anarşist hareketten artakalanların ve bu hareketin sahip olduğu radikal seks politikasının sonraki yıllara ve hatta günümüze bıraktığı etkinin izlerini sürmektedir.
Dönemin anarşist literatüründe ve politik çerçevesinde cereyan eden olaylara ilişkin etkili bir anlatıma sahip olan ‘Free Comrades’ büyük bir titizlikle araştırılmış belgelere dayanmaktadır ve tüm bu belgeler dipnotlar yoluyla belirtilmiştir; dahası, kitap, eşcinsellik tarihinin bu unutulmuş dilimine ilişkin daha kapsamlı bir araştırma yürütmek isteyenler için oldukça değerli bir kaynakçaya sahiptir.
Kissack’ın bu kitabı, yılda ortalama 20 kitap yayımlayan AK Press adlı San Francisco’daki küçük bir anarşist girişim tarafından yayımlanmıştır ve ne yazık ki kitabevlerinde bulunamamaktadır. Ciddi bir gey ya da sol tarih bilimcinin kitaplığında mutlaka bulunması gereken ‘Free Comrades’ 17.95 $ + kargo ücreti karşılığında doğrudan Ak Press, 674-A 23rd Street, Oakland, California 94612 posta adresinden ya da yayınevinin internet adresi, http://www.akpress.org/ ’dan temin edilebilir.
Doug Ireland’a http://direland.typepad.com/ adresinde yer alan DIRELAND adlı blogdan ulaşabilirsiniz.
KAYNAKLAR
San Francisco Gey, Lezbiyen, Biseksüel, Transgender Tarihi Topluluğu
Özgür Yoldaşlar: Birleşik Devletler’de Anarşizm ve Eşcinsellik
Vera veya Nihilistler, Oscar Wilde, Çev. Sevil Cerit, Bordo-Siyah Klasik Yayınlar, Nisan 2003
Devrimcinin Anahtar Kitabı (1869), Sergey Neçayev, Çev. Süreyyya Evren, KARAŞIN, fotokopi-betik 1, İstanbul, Nisan, 1997
Sosyalizm ve İnsan Ruhu, Oscar Wilde, Çev: Fatih Özgüven, Nefes Yayıncılık, Mayıs 2000
Lady Windermere'in Yelpazesi, Oscar Wilde, çev. Murat Erşen, İmge Kitabevi Yayıncılık / Edebiyat Dizisi
De Profundis, Oscar Wilde, Çev. Roza Hakmen, Can Yayınları / Dünya Klasikleri Dizisi, 1997 (Toprak Ana)
Prison Memoirs of an Anarchist (Bir Anarşistin Cezaevi Anıları), Alexander Berkman, Mother Earth press, 1912.
Reading Zindanı Baladı, Oscar Wilde, Çev: Özdemir Asaf, Broy Yayınları, İstanbul, 1998
AĞUSTOS 28, 2008 | GAY CITY NEWS*
DOUG IRELAND | ANARCHISM AND GAYS
KASIM 17, 2008 | KAOS GL*
ÇEVİRİ: ALİ TOPRAK | ANARŞİZM VE GEYLER
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
HERKESİN EVİM DEDİĞİ BİR YER VARDIR
Tumblr media
“Hapishane, fabrika, hastane ve okul dışında, Michel Foucault’nun disiplin ve gözetleme aracılığıyla iktidarın içselleştirilmesine dair verdiği örneklere; yeni tip ‘ev’i de ekleyebiliriz gönül rahatlığıyla: Kapalı girişleri, yüksek duvarları, çitleri, güvenlik kameraları, giriş kartları, özel güvenlik personelleri, parmak izi okuyan asansörleri ve öteki “seçkin olmayanlara” kapalı alanlarıyla…”
“Herkesin evim dediği bir yer vardır”: Yazının başlığı Roger Waters, Radio Kaos’taki “Home” şarkısından bir dize. Evet, doğru ama herkesin bir evi yok: Başlamadan önce şunu belirtmem gerek, barınma şartlarının çok ağır olduğu veya zorlukla başını bir yerlere sokabilmiş olanları, bugünlerde işten çıkartılıp kirasını ödeyemeyen ve bu yüzden de evini terk etmek zorunda olan veya olacak olanları bu yazıda bahsettiklerimden ayrı tutuyorum. Zorlu bir yaşamın, zorluğa itilmiş olmanın hakikati bu yazıyı aşan bir durumdur.
***
Ev, herkesin sahibi olmak istediği bir mekân... Sınıf farklılığına göre sunulan birçok seçenek var: Bize “ayrıcalıklı bir yaşam alanı sunan” surlarla çevrili villa kasabalardan, “kaçırılmayacak bir yatırım fırsatı” olarak önümüze konan ve şehrin sınırlarına dikilen sitelere, orta sınıf için orta halli apartmanlardan, yoksullar için düz giden TOKİ’lere veya kenar mahallelerde müteahhit çizimi, dış cephe boyası yapılmamış binalara kadar. Bu seçeneği kullanamayan veya kullanmak istemeyenler de yine içinde bulundu��u ya da bulunmak istediği üst sınıfın davranış temayülüne göre ya metrekaresi bilmem kaç liraya kiralanan arzu nesnesi semtlerdeki evleri tercih etti ya da ekonomik zorunluluk gereği şehrin çeperinde sıvası dökülen bir apartman dairesine gitmek zorunda kaldı...
Nerede olursa olsun, ev, başını sokacağın, sığınacağın, yuvalanacağın, içindekini dışarıdaki etkilerden koruyan, özel yaşamını inşa edebileceği, güven duyacağı ve bunun uzantısı olarak geleceğe dair hayal kurabileceği bir yerdir. Peki öyle mi aslında, yoksa başka bir şeyi mi temsil ediyor ev denilen mekân?
Evde huzuru ve mutluluğu bulmak için birçok çözüm öneriliyor bizlere: Yapı marketler her daim evinizin daha güzel olabileceğini söyler, mobilya mağazaları da evinizin havasını değiştirmeyi vaat eder... Bir çamaşır makinesi çamaşır yıkamanın yanı sıra bize mutluluk vaat ediyor. Ankastre set aldığımız zaman aile birliğimiz kutsanıyor. Bilmem kaç ekran televizyon kulağımıza hep birlikte hoşça zaman geçirebileceğimizi fısıldarken, bir koltuk takımı kendisinin üstüne oturunca hayatta aradığımız huzuru bulacağımızı edalı bir sesle söylüyor. Bütün bunlar yeterli gelmiyorsa –hiç yorulmadan– yaşam mimarlarının bizim için tasarladığı hazır konseptlerden de faydalanabiliriz. Dekorasyon dergileri her zaman yardımımıza koşar. Ünlülerin evleri her daim bize güzel poz verir. O da olmazsa yardımımıza “Feng Shui” yetişebilir:
“Evinizin girişi geniş ve aydınlık olmalı. Eve girerken kasvetli bir ortamla karşılaşırsanız içinizdeki pozitif enerji kaybolur, bu nedenle kapı girişleri aydınlık ve ferah olmalıdır. Evin girişinin tam karşısında tuvalet kapısı bulunmamalıdır, şans evinize giriş kapınızdan girer ve eğer tam karşısında tuvalet bulunursa oradan çıkıp gidebilir.” (Feng Shui’ye göre evinizin girişi nasıl olmalı)
Evet, yeni ev düzenine göre şansı eve kıstırmak, üzerine kapıyı kilitlemek önemli, yoksa hemen kaçıp gider ve biz de evimizde ne yapacağımızı bilmez bir halde kalakalırız. Ne korkunç bir son.
Bu klasik reklamcılık diliyle bezenmiş –mutluluk ve huzuru, satın alabileceğimiz hepsi birbirinden akıllı ve düşünceli eşyalarda bulabileceğimiz– sunumlar karşısında, bize arz edilenin cazibesine kapılıp unuttuğumuz bir şey var, evimiz eşyalarla zenginleşirken düşüncelerimizin fakirleşmeye doğru evrildiği..
Gözlemlerimi hatalı bulabilirsiniz ama bu tespitler yıllara dayalı; çoğunluğu şimdi bir ev sahibi olmuş olan öğrencilerle yaptığım çalışmalardan biliyorum. Bazı derslerin girizgâhında şöyle bir çalışma yaptırırım: “Okul size 13x9 metre ölçülerinde yani 117 metrekarelik bir arsa veriyor ve buraya sizin istediğiniz biçimde tek katlı bir ev yapacak. Sizden de evi arzunuza göre yapmak için, iç planını ölçekli kâğıt üzerinde çizmeniz isteniyor. Yani, eve giriş nereden olacak, salon, mutfak, banyo, odalar nerede konumlanacak, büyüklüğü nasıl olacak vb... Çizdiğiniz bölümlere de orasının metrekaresini belirterek evin neresi olduğunu yazmanız gerekiyor, salon mu, yatak odası mı, mutfak mı... Şimdi hayalinizdeki evi düşünün ve planını çizin.”
Bir iki istisna dışında çalışmanın bu birinci aşamasında ortaya çıkan şey şu oluyor; herkes bildiği ve içinde yaşamaktan memnun olmadığı evi, yine kendisinin yaşaması için örnek alıyor ve aynı evi yaratıyor.
Plan çizildikten sonra içine eşyaları yerleştirilmesi çalışmanın ikinci aşamasını oluşturuyor: “Salonda, mutfakta ve diğer odalarda ne tür eşyalar tercih edersiniz? Onları da plan içinde konumlandırın çünkü ev istediğiniz düzende eşyalarla size teslim edilecek.”
Şaşırtmayan bir sonuç ortaya çıkıyor yine, neredeyse bütün eşyalar ve bölümler içindeki yerleşimleri aynı...
Ayrıca çoğunluk söylemese bile birkaç kişi ile yine her defasında yaşadığım bir diyalog vardır:
“E ama bu küçük bir alan, ben sığmam ki buraya!” “Kaç kişi yaşamayı planlıyorsun evde?” “Tek!” “İç duvarları kaldırmayı düşündün mü, o zaman kocaman bir alana sahip olursun.” “Nasıl yani?”
Eve bakış açısının değişmediği bir durumda, pahalı bir semtte 2 milyon dolara satılan bir daireyle, TOKİ’de 170 bin liraya satılan bir dairenin sunduğu yaşam vaadinin aynı düzleme indiğini görebiliriz. Evi metalaştırıp ekonomik değer düzeyinde onu kıymetlendirmek, ev üzerine düşünmeden değerini kapitalizmle anlamlandırmak manasına gelir: Daha lüks bir daireye geçersek tabii ki konforumuz artar, zengin olduğumuzun bir göstergesidir de aynı zamanda bu. Ama o evde yaşamımız artar mı?
Daire denilen departmanlara bölünmüş ve ismine apartman denilen beton kütlelerde oturan herkes kendine ait olan yerin özel alan olduğunu düşünür. Bu herkesin yanılmaktan memnuniyet duyduğu bir haldir. Zira herkes farklı bir hayat kurduğunu düşünürken diğeriyle aynı şeyi yapmaktadır aslında.
O binada herkes aynı hayatı yaşar. Çünkü herkesin evi aynı düzende yerleşmiştir. Bir apartmanda fiyatı, donanımı, manzarası ne olursa olsun, bütün dairelerin salon ve yatak odası aynı yerdedir. Yatak odalarının hep aynı yerde olduğu bir apartmanda özel hayat yoktur. Düşüncelere özel duygusu yanlış olarak nakşedilmiştir ve “özel” hayatı cinsel yaşam tanımıyla sınırlamıştır. Çünkü kimse tanımlanmış olan konumlandırmanın dışına çıkmayı düşünmez ve doğal olarak yeni bir hayat kurmak için girilen evde hiç birşey değişmez. Tek tipleşmenin –değişme arzusuyla– yeniden onaylanması dışında.
Buna evde geçirilen zamanın nasıl olduğunu da ekleyebilirsiniz, evin kullanılan metrekaresini de... En yoğun kullanılan alanlar, yatak, banyo ve televizyonun karşısındaki koltuktan ibarettir. Bunları toplarsanız en fazla 15 metrekare çıkar karşınıza. İşte ev, bilmemkaç+1 olsa bile oradaki yaşamda kullanılan alan bu kadardır.
Evin içi, içinde yaşayanın biçimlendirdiği bir işlevselliğe sahip olamaz bir türlü. Evdeki boş alanların ve boş duvarların neden tahammül edilemez ve hemen doldurulması gereken bir yer olduğunun sorgulanmadan kabul edilmesi gibi...
Çok kısa bir hikâye ve ev ile hapishane
"Açılınca on iki kişilik olan yemek masası. (Sandalyelerin hepsi salona sığmadığı için üç tanesi koridora, bir tanesi yatak odasına, iki tanesi de arka taraftaki kapalı balkona konmuştu.) Büfe, sehpalar, bir üçlü, bir ikili, iki de tekli koltuk takımı… Duvarda, halı ve koltukların rengine uyumlu tuval üstüne dijital baskı tablolar… Sevinçle yeni salonlarına baktılar. Geçen zaman içinde sadece televizyonun karşısındaki üçlü koltuk eskidi.”[1]
Bertrand Russel, “Mimarlık ve toplumsal sorunlar” isimli makalesine şöyle başlar:
“Mimarlığın en eski çağlardan beri iki amacı vardır: Birincisi tamamıyla yarar güden amaç, yani insanlara sıcaklık ve barınak sağlama amacı; öteki de siyasal amaç, yani bir fikri insanların kafasına, o fikrin taştan ifadesinin gözkamaştırıcılığı yoluyla yerleştirme amacıdır. Yoksulların konutları bakımından birinci amaç yeterliydi; ne var ki tanrıların tapınakları, kralların sarayları, semavi kuvvetlerle bu kuvvetlerin yeryüzündeki sevgili kullarına karşı insanlarda huşu yaratmak amacıyla dikiliyordu.”[2]
Şimdi de bizler, çok katlı plazalara, yüksek duvarlarla yaşam alanı(!) belirlenmiş sitelere bakıp, orada bir eve sahip olma düşüncesine kapılıp daha konforlu bir hayat için hayal kuruyoruz.
“Hapishanelerin, fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?”
Michel Foucault’nun, disiplin ve gözetleme aracılığıyla iktidarın içselleştirilmesine dair söylediği bu cümlesine; kapalı girişler, yüksek duvarlar, çitler, güvenlik kameraları, giriş kartları, özel güvenlik personelleri, parmak izi okuyan asansörler ve öteki “seçkin olmayanlara” kapalı alanlarıyla üretilmiş yeni tip “ev”i de ekleyebiliriz gönül rahatlığıyla.
Ev metalaştırıldı ve metalaştıkça içinde bulunanı kendine yabancılaştırdı. Yabancılaşma da bir süre sonra tekinsiz bir hayatı bize huzur vaat eden koltuğun diğer ucuna getirip koydu.
İşte bu; ister deniz, ister orman, isterse 3 metre ötesinde sıvası olmayan duvar manzaralı; içinde minyatür kale maç yapabilecek büyüklükte ya da daracık olan, metalaştırılmış evlere sığındık. Bugünlerde her gün işe gitmek zorunda bırakılanlar dışında, evde durarak tehlikenin bize dokunmadan geçmesini bekliyoruz.
Evin farkına vardık. Duvarların ne kadar ince olduğu duyduk, ne kadar hızlı tozlandığını izledik, tavandaki nemin giderek büyüdüğüne şahit olduk. Apartman boşluğundan gelen tuhaf kokuyu ilk defa alırken, eşyaların fazla mı yoksa az mı olduğuna karar veremedik. Birlikte yaşadığımız kişiyle, kişilerle ve kendimizle çözüm bulamadan yüzleştik. Bize mutluluk versin diye aldığımız eşyalar da yardımımıza gelmedi ne yazık ki...
Ve çoğunluğumuz yuva olarak sığındığımız mekânın bir kapana dönüşmesine şaşkınlıkla ve ürpertiyle baktık. Tekinsizlikle karşılaştık – K24'te geçenlerde buna dair detaylı bir yazı yayınlanmıştı. Bize güven vermesi gereken bir yer olmasında anlaştığımız “ev” bu sözünü tutmadı. İlişkinin ortasında, birden kişiliğinin farklı yönünü ortaya çıkaran bir sevgiliye döndü, bizi ne kadar çok sevdiğini söylemek yerine bize ve yaşamımıza ayna tutarak.
Edebiyata, özellikle de öykülerde ana karakteri ev olan hikâyelere bakacak olursak büyük bir çoğunluğunun aynı temayı ele aldığını görürüz. Bir yuvanın tekinsiz bir mekân haline gelmesi...
Perili veya lanetli ev kapsamında olan gotik unsurlarla donanmış korku hikâyelerini bir kenara bırakarak ev üzerinden varoluşu anlatan öyküleri tekrar hatırlayalım…
Etkileyiciliğiyle süzgecime takılan öykülere kısaca göz atmak gerekirse [3] ev, zihne ve duygulara yuvalanmış dertlerin, acıların, arzuların, anıların, farkına varmaların bir mekânı haline geliyor: Kiminde eksik veya sıkıcı gördükleri yaşamlarının ters bir yansımasını komşularının evinde biçimlendirip onların hayatını taklit etme hali alırken, diğerinde kasvetli bir ruh halinin yuvalandığı ve arsız bir bitki gibi yanındakinin yaşamını soldurarak hayat bulduğu bir alan oluyor. Bir tarafta yaklaşan korkuyu sokağa çıkmadan bekleyen biri evle hemhal olurken, diğer yanda evde birlikte yaşanan kişinin eksikliğiyle evin varlığı yeniden tanımlanıyor. Evin mimarisini ve düzenini zihninin kıvrımlarına benzer bir şekle sokmak isteyen birinin arzusuna karşılık, bina yapılırken harcın içine tedirgin edici bir şeyin karışmasıyla oradaki yaşamın ürpertici bir şekle dönüşmesi yer alıyor öteki tarafta. Aşama aşama –bilinen ama– bilinmeyen bir varlığın işgaline karşı geriye çekilip sonunda evi terk eden kişilerin soğukkanlı çaresizliğine karşın sessiz bir evi bütün ıstırabıyla dolduran adımların yakıcı çaresizliği hissediliyor. Kasvetli bir mezar gibi geçmişin gömülü olduğu evden, hiç gidilmeyen ama zihinde huzur dolu hayal edilebilecek, sevilebilecek bir yere kadar çok farklı tasvirler bulunuyor…
Ele geçirilen ev / Julio Cortazar
“İrene yatak odasında örgü örüyordu, akşamın sekiziydi. Birden aklıma esti, Mate yapmak için su kaynatmaya karar verdim. Koridordan geçip açık duran meşe kapıya doğru yürüdüm; sonra mutfağa sapmıştım ki kitaplık mı, yemek odası mı, oralardan bir yerden bir şey duydum. Ses alçak, belirsizdi: Halıya devrilen bir sandalye ya da bir konuşmanın boğuk mırıltısı. Aynı zamanda, belki de bir saniye sonra bu sesi söz konusu odalardan kapıya çıkan koridorun ucunda duydum. İş işten geçmeden atılıp abanarak kapıyı kapadım; olanca ağırlığımla yaslandım. Hele şükür anahtar bizim yandaydı; büyük sürgüyü de, ne olur ne olmaz diye sürdüm.”[4]
Korkuyu Beklerken / Oğuz Atay
Yaşadığımız günlere 45 yıl öncesinden gönderilen bir mektup gibidir. Okunması, okumuş olanlar için yeniden bakılması hararetle tavsiye edilir.
“Anahtarı deliğin kenarına çarpmadan ve bir kerede soktum; iki kere çevirdim. Hem de doğru çevirdim, ters tarafa çevirmedim. Kapı açıldı; tokmağını çevirmeden açıldı. Her zaman böyle olur. Kilidi iki kere çevirince kendiliğinden açılır. Kapının kilidi bozuktur, ucu tam yerine oturmaz. Demek ki eşya henüz özelliklerini koruyor. Ya zarf? Eski eşya demek istedim. Aman Allahım! Ya eşya bir gün delirirse? Her şeye rağmen salonun kapısına henüz güveniyorum.”[5]
“İki gündür bahçeye bile çıkmıyorum. Sadece, iki saatte bir, perdenin aralığından bahçeyi seyretmeye izin veriyorum kendime. Bana çıkma dediler; fakat öl demediler. Merak ediyorum: Hiç çıkmadan nasıl yaşar bir insan evde?”[6]
“Başlayıp da yarım bıraktığım bir sürü teşebbüs, evin her tarafına dağılmıştı. (Sanki kafam da onlarla birlikte çekmecelere, dolaplara, sandık odasının eşyaları arasına dağılmıştı. Kafamı toplayamıyordum bu yüzden.) Her şeyi düzene koymaya, hayır daha önce ayıklamaya, hayır en önce nerede ne varsa bulup çıkarmaya, hayır hayır hepsinden önce evi dolaşıp, hafızamı yoklayıp nerede ne olduğunun tam listesini çıkarmaya karar verdim.”[7]
“Bütün evi düşündüm: Her tarafını gözden geçirmeliydim. Bir köşeden başlayarak yavaş yavaş... Bir planını çizmeliydim evin. Çevreme baktım. (Gözü kapalı çizebilirdim planı. Her tarafı o kadar iyi biliyordum ki. Yumruklarımı sıktım.) Oturup çizerken, gene de bir iki çıkıntıda, bazı köşelerin yerinde yanılmalar oldu (küçük yanılmalar).”[8]
“Evi yakmaya karar vermiştim. (Kendimi yakma konusunda henüz bir kararım yoktu.) Sallanıyordum, sakalım uzamıştı, münasebetsiz bir kılığım vardı. Evi yakmaya ne zaman karar verdim? Kafam bulanık, bilmiyorum. Sonu ne olabilir? Evet, yanmış bir evde oturmama izin vermezler.”[9]
Usher Malikanesinin Çöküşü / Edgar Allan Poe
“Kendimi içinde bulduğum oda yüksek tavanlı ve çok genişti. Uzun, dar ve tepeleri sivri pencereleri kara meşeyle kaplanmış zeminden ulaşılamayacak kadar yüksekti. Kafesli pencerelerden içeri düşen zayıf kızıl ışınlar ancak odadaki belli başlı eşyaların seçilmesine yetecek kadar aydınlık sağlıyor, odanın uzak köşelerini veya tonuzlu ve kabartmalı çatının girintilerini seçmeye boş yere uğraşan göz bunda başarılı olamıyordu. Duvarda koyu renkli halılar asılıydı. Oda antika, rahatsız ve kırık dökük eşyalarla tıkış tıkış doluydu. Etrafta saçılmış çok sayıda kitap ve müzik aleti odaya bir canlılık kazandırmaktan uzaktı. Bir hüzün havası solumakta olduğumu hissediyordum. Koyu bir kasvet her tarafı kaplamıştı.”[10]
“Aile mirası malikanenin biçim ve yapısındaki bir şeyler yıllar yılı alttan alta işleyerek ruhunu ele geçirmişti; kurşuni duvarlar ve burçlardan, bütün binayı yansıta karanlık dağ gölünden gelen güç sonunda varoluşuna damgasını basmıştı.”[11]
Komşular / Raymond Carver
“Yeniden yatak odasına gelince, bir sandalyeye oturdu, bacak bacak üstüne attı ve kendini aynada inceleyerek gülümsedi. Telefon iki kez çalıp sustu. Bill içkisini bitirip takım elbiseyi çıkardı. Üst çekmeceleri karıştırıp bir kilotla sutyen buldu. Külotu üstüne geçirip sutyeni taktı, sonra gömme dolapta kılık kıyafet aradı. Siyah-beyaz ekose bir etek giyip fermuarını çekmeye çalıştı. Önden düğmeli, şarap kırmızısı bir bluz giydi. Kadının ayakkabılarını gözden geçirdi, ama ayağına uymayacağını anladı. Uzun süre oturma odasının penceresinden, perdenin arkasından dışarı baktı. Sonra yatak odasına döndü ve her şeyi kaldırdı.”[12]
Evde yokum / Pınar Öğünç
“Fark ettim ki uzun zaman olmuş kapıyı anahtarla açmayalı. Hep kapı açılan olmuşum bir süredir. Üç kere kilitleyen ben miyim? Biz hep üç kez mi kilitliyoruz. Kapıyı aralamamla ev bütün gün kapalı camlar ardında biriktirdiği nefesini üfledi yüzüme. Çürük bir dişi varmış gibi değil de, güzel bir akşamdan kalmış gibi.”[13]
“Koltuğun bir köşesindeki gazete ve dergi yığınının aslında birlikte yaşanmayacak irilikte olduğunu fark ediyorum. Yığının arasından o tek derginin hangi vesileyle aradan öyle sarktığını hatırlıyorum. O dergiyi aldığım günün bir sahnesi canlanıyor su içerken yarı kapalı gözlerimde. O bitik pil nasıl sehpadan düştü ve orada kaldı. O pil nasıl bitti. O tel toka nasıl pervazın köşesine sıkıştı. O sehpa neden arada nefessiz kalmış gibi görünüyor. İkili koltuk her zaman durduğu sağ açıdan kaymış, görüyorum, çünkü kucağımda toplanmış çamaşırlarla geçerken sağ dizimi çarpışım aklıma geliyor. Koltuğun tam o açıda durması şart olduğundan değil, hiç değil.”[14]
Çimento / Pınar Öğünç
“’Merhaba,
Ben altı numaradaki yeni kiracı Esra Tanol. Buradaki ilk yazışmamızın bu olmasını istemezdim. Ama çoğunuzun büyük bir ihtimalle muhitte eskiden tanıdığı tesisatçı Abdullah Usta, tıkanan lavabo için eve geldiğinde bu apartmanla ilgili daha inşaat sırasında yaşanan bir sorundan söz etti. Yeni taşındığımız için biraz endişelendik. Kimse daha en baştan sürekli tamirat işleriyle ilgilenmek istemez takdir edersiniz ki. Kendi ev sahibimiz olan müteahhite sormadan önce daha güvenilir bulduğum sizlere danışmak istedim. Sonuçta burası sizin aile apartmanınız.
Şimdiden teşekkürler.
İyi günler.
Esta Tanol’”[15]
Kınalıada’da Bir Ev / Sait Faik Abasıyanık
“Küçük kaplamaları simsiyaha kesilmiş bir ahşap evde otururduğunu sanıyorum. Evden deniz görünmüyor olmalı. Yahut belki de bir iki penceresinden, çakaleriği dalları arasından. Küçük bahçede acıbadem, ayva, nar, hünnap ağaçlarını görürüm. Bahçede bir de çıkrıklı kuyu olacak. Kırkını aşmış, şişmanca, yeşil gözlü anasını kırmızı elma yüzüyle, küf yeşili gözleriyle görür, ben de severim. Böyle bahçeyi, evini, anasını tarif ederken gördüm sanmayın. Ben görmeden severim bahçeleri, insanları, evleri.” [16]
Acıbadem'deki Köşk / Ahmet Hamdi Tanpınar
“Annemin dayısı hırsız korkusundan her katın merdivenini evin ayrı bir cihetine yaptırmıştı. Böylece evin sokak kapısının yanından en üst kata, sağ taraftan ikinci kata çıkılır, sol taraftan zemin kata inilirdi. İkinci kattan üçüncü kata çıkmayı aklına getiren talihsiz, evvela alt kata inecek, oradan üst kata çıkacaktı. Daha gücü, bu merdivenleri daima sıkı sıkıya kapalı kapılarının yanı başında kendilerine benzeyen ve o kadar süslü, yaldız zırhlı, tahtası fevkalade cilalı iki üç dolap kapısının bulunmasıydı. Böylece ev halkı bile bilhassa o elektriksiz zamanlarda akşam saatlerinde merdiven kapılarını şaşırabilirlerdi.”[17]
Evin Sahibi / Ahmet Hamdi Tanpınar
"Çünkü bu ayak seslerini, her zerresi ayrı ayrı uyuyan bir büyük konakta tek başına dinlemek ve onlar sustuğu zaman samianın ötesindeki bir hisle evin içinde onlarla beraber yürümek, onların uzak ve yakın akisleriyle etrafta bulunan her şeyin perde perde canlandığını, birbirine bin türlü alaka ile birleştiğini duymak hakikaten korkunç hakikaten vehimli bir şeydi.
Bu ihtiyar adam hiçbir şey söylemeden, dudaklarından tek bir şikayet çıkarmadan, sadece bu bitmez tükenmez gezintisiyle, damlalı ayaklarını sürüye sürüye, bütün evi, bütün geceyi ıstırabıyla dolduruyordu.”[18]
“Kehkeşan cüsseli, siyah derili, yıldız pullu yılan, annemin boğazına sarılıp öldüren yılan, evimizin sahibi, düşüncemizin efendisi, bütün bir ev halkına her türlü gündelik hareketlerden, her geceki rüyalarına varıncaya kadar hepsini tayin ve kabul ettiren korkun eser, harikulade mevcut...”[19]
Yaz yağmuru / Ahmet Hamdi Tanpınar
“Bizim ev de eskiden böyle idi. Biz de takvim dışı yaşardık. Her şey bizim için müsavi idi. Fakat başka türlü. Daha doğrusu şikayetimiz yoktu. Sadece hatırlardık. Büyükannem, dedem, babam, kalfalar hepsi hatırlardı.”[20]
“- Bizim evde her şey eskiydi. Möbleler, perdeler, kafesler, hepsinin ayrı hikayesi, korkunç veya gülünç tarihi vardı. Bir sandık açıldı mı bir yığın isim, rütbe ve vaka sıralanırdı. Bilmem hangi padişahın kuşçu başısı, ondan evvel gelenin peşkir ağası, bilmem hangi paşanın karısı hıtırlanırdı. Odaların kapıları da böyleydi. Onun için birdenbire yarı İstanbul hemen hemen bütün Boğaz oturduğumuz yerde toplanıverirdi. Sonra bir şey olur, söz değişir, bir tek başımıza kalırdık.”[21]
“Siz korkuyu sevmez misiniz? Ne kadar herşeyi değiştirir, zenginleştirir. Ama şimdiki korkuları söylemiyorum. Eski korkulardan bahsediyorum. İhtiyarların bize yavaş yavaş, geceden geceye, dünyamız güzelleşsin, rüyalarımız şekil alsın diye aşıladıkları korkuları söylüyorum.”[22]
Birbirinden ayrı coğrafyalarda, ayrı zaman dilimlerinde yaşamış olan ve yaşayan bu şahane edebiyatçıların evi irkiltici bir idrak (Kınalıada’da Bir Ev dışında) nesnesi olarak görmesi boşuna mı, yoksa ev üzerine uydurulmuş bir fantazma mı?
Galiba insanın evle kurduğu uzun ilişkinin kısa bir özeti...
KAYNAKÇA
[1] Turgut Yüksel, "Art Deco", Bir dakika sonra bitmiş olacak, Kara Karga Yayınları, 2018, s. 33
[2] Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, çev. Mete Ergin, Altın Kitaplar Yayınevi, 1969, s. 50
[3] Okumak isteyenlerin heveslerini kaçırmamak için hikâyeleri kısaca anlatmak ya da özetlemek yerine onlardan alıntılar yapmayı tercih ettim.
[4] Julio Cortazar, Büyüdükçe, çev. Nihal Yeğinobalı, Alan Yayıncılık, 1985, s. 20
[5] Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 2001, s. 38
[6] Oğuz Atay,  s. 54
[7] Oğuz Atay, s. 57
[8] Oğuz Atay, s. 58
[9] Oğuz Atay,  s. 90
[10] Edgar Allan Poe, Bütün Öyküleri /Cilt 1, çev. Hasan Fehmi Nemli, İletişim Yayınları, 2015, s. 141
[11] Edgar Allan Poe, s. 143
[12] Raymond Carver, Lütfen sessiz olur musun, lütfen?, çev. Ayça Sabuncuoğlu, Can Yayınları, 2012, s. 23
[13] Pınar Öğünç, Aksi Gibi, İletişim Yayınları, 2015, s. 87
[14] Pınar Öğünç, Aksi Gibi, İletişim Yayınları, 2015, s. 89
[15] Pınar Öğünç, Beter Otu, İletişim Yayınları, 2019, s. 53
[16] Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kahvesi, Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 52
[17] Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler, Dergâh Yayınları, 1991, s. 97
[18] Ahmet Hamdi Tanpınar, s. 263
[19] Ahmet Hamdi Tanpınar, s. 274
[20] Ahmet Hamdi Tanpınar,  s. 16
[21] Ahmet Hamdi Tanpınar, s. 60-61
[22] Ahmet Hamdi Tanpınar, s. 62-63
NİSAN 30, 2020 | K24*
TURGUT YÜKSEL |  HERKESİN EVİM DEDİĞİ BİR YER VARDIR
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
BİR AYRILIK
Tumblr media
Ne zaman yanından ayrılsam, bir daha seni göremeyecekmişim gibi geliyor.” Onu son gördüğümde söylediğim şeydi bu. Son buluşmalarımızda içime mi doğmuştu ne? Belki de her defasında ilk kezmiş gibi göz göze gelmemizdendi bu. Bilemiyorum. Onu 1987 yazında yağmurun ve karın birbirini sendelettiği bir rüzgarın altında görmüştüm. Belki de bana yağmur ve kar kadar gerçek görünmüştü o gün. Sürekli bana doğru yürüyen bir gölge, sürekli gözlerine baktığım bir yangın yeri gibiydi. Sonra kaybettim onu. Sokaklarda aramaya koyuldum ve onu o sokaklarda son arayışım olmayacaktı ve ben bunu onu kaybetmeden anlamıştım. Dörder beşer katlı birbirine bitişik yıkık dökük binaların ayaklarının altında saatlerce onu arayışım hala beni heyecanlandırıyor. Kalbimin güm güm atışı, ellerim ve ayaklarımın buz kesişi, karnımda günlerce aç kalmışımcasına varlığını hissettiren boşluk ve günlerdir uykusuz olmama rağmen gelen bu dinçlik. Bilemedim hangi mevsimdeydik, hangi aydaydık, bilemedim gündüz müydü gece miydi onu gördüğümde, bilemedim yaşıyor muyum yoksa yavaş yavaş can vermeye mi başladım?
1987 yazında, bir akşam karanlığında, saatlerce aradım onu, bulamadım. O günden sonra her gün o saatte o caddede bedenim ve ben onu belki bir daha görürüm, bir daha görürüm, bir daha ve bir daha diye dolandık durduk. Bazen en umutsuz anlarımda karanlıkta bir duvar dibinde oturdum, bedenim buz tuttu, ben ağladım. Günler haftaları, haftalar, ayları kovaladı durdu. Ben umudumu kesmesem de o caddeye gitmeyi kestim ama heyecanım bittiğinden değil, gücüm kalmadığından. Çok zaman geçti aradan 1988 oldu sene ve onu bir kere bile olsun rüyalarımda görmedim. Yalnız bir insan, yalnız bir hayat böyle umutlarla yitip gider. Bunu bile bile yaşadım uzun bir süre ve bir gün karlı bir gece ırmak kenarında yürürken onu tekrar gördüm. Bir an duraksadım, kalbim küt küt atmaya başladı, nefesim daraldı, yalnız ellerim ayaklarım değil tüm vücudum buz tutmuştu bu defa, bayılacak gibi oldum, sendeledim. Üzerine kar birikmiş tahtadan ırmak korkuluğuna kolumu koyunca hissettim sıcağı, ne zamandır sokaktayım ben? Neden bu kadar üşüdüm? Neler oluyor bana? Ne yapıyorum burada? Boynumu eğip bunları sorduğum anda bir sese kaldırdım kafamı. Ama bir an eğilmiş boynumun üzerinde kapkara gökyüzünün ağırlığınca kar birikmiş gibiydi, kaldıramadım. “İyi misiniz?”. Soluklanıyordum ve o “Durumunuz kötüyse ilerideki sağlık ocağına kadar size refakat edebilirim.” dedi. Hiçbir şey söylemedim, yürümeye başladık. Bana bir şeyler sordu, anlayamadım. Dirseğimden bir eliyle tutmuştu, az çok hissediyordum onu ama üzerimiz çok mu kalındı ne! Muayeneye aldılar beni, bir şeyim yoktu tabi. Eve gidip biraz ısınmam gerektiğini söylemişlerdi. Benim zaten içim… Kendimi toparladım, beraber çıktık sağlık ocağından. Beni evime kadar bırakabileceğini söyledi, kabul etmedim, edemedim. Ne tarafa gittiğimi sordu, iki cadde yukarı. Yanımda geldi o da, bir yukarıda da o oturuyormuş. Ne yani, ben onu hep yanlış caddede bekledim öyle mi? 
Adı Anna’ymış. Öğretmenmiş ama öğretmenlik değil, Sol gazetelerin birinde yazı işlerindeymiş, bazen de kendisi bir şeyler karalıyormuş. Ah Anna hergün evime gelen gazetede senin de yazıların oluyormuş öyle mi? Haftada bir görüşüyorduk Anna’yla, ne zaman görsem onu son görüşüm gibiydi. Simsiyah saçları, bembeyaz yüzü, ince ipince kaşları. Yüzünde ilahi bir dokunuş var gibiydi. Dudaklarıysa her öpüşte bir hakikati açığa çıkaracak gibi davetkâr. Bir gün Anna’ya sokaklar hakkında ne düşündüğünü sordum? Bu caddelerin, sokakların, evlerin neden böyle olduğunu? Devlet dedi, nüfus dedi, politika, sınıf, azgelişmişlik ve bir sürü şey dedi Anna. Bilmiyorum haklı mıydı? Ben gözlerine bakıyordum sürekli içimden kalkıp öpmek geliyordu onu, tutuyordum kendimi. Her göz göze gelişimizde “seni seviyorum Anna” diyecek gibi olup son anda durduruyordum kendimi. Sözünü bitirmişti, ne sorduğumu da unutmuştum iyi mi? Soruyu tekrar edip bana sordu, bense tutamayıp kendimi “Ben bu sokaklarda seni çok bekledim Anna. Saatlerce seni aradım her gün. İnsanlar benden korkmaya başladı, defalarca dövdüler beni bu caddelerde. Çok ağladım Anna, hem de çok. O gün seni tekrar gördüğümde o hale düştüm ben. Ömrüm boyunca seni arayacak gibiydim o ana kadar. Ama şimdi birbirimizi tanıyoruz, ben seni seviyorum Anna. Senin beni sevmemen de önemli değil eğer öyleyse. Ben sadece seni görerek yaşamaya devam edebilirim ama bir türlü o bir yılı atlatamadım. Ne zaman yanından ayrılsam, bir daha seni göremeyecekmişim gibi geliyor.” 22.01.2020 / Rüya Fragment-1
Y.’nin bende bir eşyası mı kalmış yoksa bir ihtiyacı mı olmuştu hatırlamıyorum, ama gelip benimle konuşmuştu aramız da düzelmişti. Kampüsten aşağı doğru yürümeye başladım. H*****ir öğrenci kartını almayı unutmuşum dedim kapıdan çıktıktan sonra. Ama karşıma o çıktı. Adını hatırlamıyorum, gerçek hayatta gördüm mü, ya da kim onu da hatırlamıyorum. Tek hatırladığım siyah saçlı, siyah elbiseli, tatlı bir kızdı tam da benim yaşlarımda. Onu gördüm karşıdan gelirken. Meğerse tanışıyormuşuz hatta birbirimizi de seviyormuşuz. Orada öptüm onu, sarıldım kimseye sarılmadığım kadar.
Fragment-2
Şehir ikiye bölünmüş ve iki grup arasında savaş var. Birer ikişer katlı şehrin dibinde deniz var, denizden saldıranlar oluyor. Ben onu arıyorum, en sonunda bulup denize 4 ev sırası uzak bir eve yerleştiriyorum, beni burada bekle diyorum. Ayrılırken korkuyorum döndüğümde orada olmazsa diye. Bir şekilde dönüyorum, dudaklarından öpüyorum, sarılıyorum. Bir iki defa daha böyle oluyor ve ben son sürat koşuyorum onu görmeye. Ayrılırken “Ne zaman yanından ayrılsam, bir daha seni göremeyecekmişim gibi geliyor.” diyorum ve gidiyorum. Bir an uyanıyorum.
Fragment-3
Soğuk ve karanlık bir şehrin caddelerinde duvarlarda enine yürüyerek onu arıyorum. İşte arayışımın öyküsü yukarıdadır. Ama ben Anna’yı hiç bulamadım.
NİSAN 1, 2020 | BLOGGER*
OĞUZHAN DURU | BİR AYRILIK
Tumblr media
1 note · View note
kolej-postasi · 3 years
Text
BİR VEDA YAZISI
Tumblr media
Dayanamayıp, yenik düştüğüm için değil tam tersine hakikati daha özgürce savunabilmek için bilime daha yakın olabilmek için üniversiteden ayrılıyorum.
Değerli Ankara Üniversiteliler,
1991 yılında çocukluktan yeni çıkarken girdiğim Cebeci Kampüsü’nden, 27 yıl sonra ayrılmak üzere geçtiğimiz hafta istifa dilekçemi sundum.
İşin doğrusu, önce onlarca dostumun, meslektaşımın hala hangi gerekçeyle atıldıklarını bilmedikleri üniversiteden kendi kararımla ayrılıyorken konuyu kişileştirmeden yeni hayatıma başlamanın en doğru yol olduğunu düşünmüştüm.
Ama istifanın anlamı üzerine aldığım bazı eleştiriler bu fikrimi değiştirdi. Dahası atıldıkları gün hesapları da kapatıldığı için susturulan meslektaşlarım adına da bir iki söz söylemeden ayrılmanın doğru olmayacağı sonucuna ulaştım. Nihayet sanırım öğrencilerime de böyle bir açıklama borçluyum.
Üniversitede ayrılmak isteyen muhalif insanlara genelde şöyle bir eleştiri yöneltiliyor: “Direnmek gerekmez mi?” ya da “Kaleyi korumak, sahip çıkmak gerekmez mi?”, “Siz gittiğinizde yerinizi başkaları doldurmayacak mı?”
Öncelikle şunu ifade edeyim, bu mesleğe başladığım zaman aynı kapıdan emekli olarak çıkmayı hayal ediyordum, tıpkı geçen iki senede haksız bir şekilde ihraç edilen onlarca arkadaşım gibi. Bu açıdan bakılınca, ayrılmamın “daha güzel bir iş buldum, o yüzden gidiyorum” olmadığı ya da başka bir deyişle gönüllü bir gidiş olmadığı açık. Bununla birlikte, durumu baskılara dayanamadım da o yüzden gidiyorum şeklinde tarif etmek de haksızlık olur. Çeşitli idari baskılara maruz kalmış olsam da, çok daha ağır baskılar altında olan insanları düşününce bunu çok abartacak değilim, yani kalmak isteseydim kalabilirdim.
Bu nedenle, durumu şöyle tarif etmek daha doğru olacak sanırım: Ben “daha iyi bir iş bulduğum” için değil, üniversite emekli olmayı hayal ettiğim yerin çok gerisine düştüğü ve hatta artık üniversite sayılamayacağı için ayrılıyorum. Bu durumda direnmek, dayanmak denilen şey de anlamını yitiriyor. Üniversite ve akademi için direnmek ve dayanmak çok anlamlı olabilirdi ama geriye kalan şey öyle bir şey değil. Bu nedenle tam da akademi adına direnebilmek için üniversite dışına çıkmak gerektiğini düşündüğüm için ayrılıyorum.
Üniversitede kalan ve farklı düşünen meslektaşlarımıza haksızlık etmek istemem. Kimi mecbur olduğu için kimi gerçekten umut olduğunu düşündüğü için görevlerine devam edecek. Muhtemelen de ellerinden gelenin en iyisini yapacaklar. Ama yaşadığımız bu büyük çöküşü tarif etmenin de zorunlu olduğunu düşünüyorum. İzninizle kısaca içinde olduğumuz kurumlara artık neden üniversite denemeyeceğini tarif etmeye çalışacağım.
Çalışma alanım itibariyle akademik özgürlükle ilgili de yazdım, düşündüm. Aklımda olan ve sıklıkla sorduğum soru hep şu oldu “ifade özgürlüğünden ayrı bir akademik özgürlük kavramına neden ihtiyacımız var?” Eğer ifade özgürlüğü araştırmamız, öğrenmemiz ve yazmamızı güvenceye alıyorsa bir de akademik özgürlük gibi bir kavrama neden ihtiyacımız var? Bunun için akademik özgürlüğün bireysel özgürlük dışındaki boyutlarına da bakmak gerekiyor. Kısaca akademik özgürlüğün şu üç boyuttan oluştuğu söylenebilir:
Akademisyenlerin araştırma, öğrenme ve öğretme, araştırma sonuçlarını yayımlama ve tartışma hakları. Bu yayınlama faaliyetleri şüphesiz yanılma hakkını da içermektedir.
Kurumsal ve kolektif özgürlükler. Anayasa’da üniversitelerin özerkliğin düzenleyen 130. maddeden de anlaşılabileceği üzere, üniversiteler bilimsel hakikate ulaşmak için devlet veya üniversite dışı başka aktörlerden bağımsız hareket edebilmelidir. Bunun için de kararlarını, dışarıdan müdahale olmaksızın sadece akademik kurallara göre ve akademik özgürlükleri ihlal etmeyecek şekilde yetkili akademik kurullar aracılığıyla almalıdırlar. Bu nedenle akademik özgürlük sadece bireysel değil ve fakat aynı zamanda kolektif bir özgürlüktür.
Bu özgürlüğün bir sonucu olarak kamusal yetki kullanan makamların, bu hakkın etkin kullanımın sağlamak ve desteklemek için gerekli önlemleri alma yükümlülüğü vardır. Devlet hem akademisyenlerin araştırma, öğretme ve yayma özgürlüğüne hem de akademik kurulların karar alma süreçlerine saygı duymak durumundadır.
Bir başka deyişle, akademi özgürlüğü herkesin ifade özgürlüğünden ayıran asıl ikinci ve üçüncü özellikler; yani kurumsal ve kolektif bir özgürlük olması ve bu niteliğine kamusal yetki kullanan diğer kişilerin saygı göstermesi gerekmesi.
İşte bu yönüyle üniversite bilimin kalesi oluyor. Sadece bilimsel yöntem ve kararların çalıştığı, dışarıdan gelecek saldırılara karşı da kolektif bir savunmanın yükseldiği bir kale. Bu kaleyi savunmak, bu kaleye yapılacak her saldırıya karşı “direnmek” ve “dayanmak” o kolektif yapının her bir üyesinin ahlaki bir ödevi. Ben ve bir çok meslektaşım elimizden geldiği ölçüde bu anlamda “direndik” ve “dayandık”.
Ne var ki son bir kaç yılda geldiğimiz nokta bu kalenin hem içeriden, hem dışarıdan yıkıldığı önü alınamaz bir süreç haline dönüştü. Üniversitenin içinde bilimsel gerekçelerle alınması gereken kararlar, üniversite dışında ve tamamen bilim dışı gerekçelerle alınıyor. Üniversitede kimin çalışacağı, kimin hangi konuyu araştıracağı, hangi konularda toplantı/seminer vs. yapılacağı, kimin burs ve kadro alacağı tamamıyla bilimsel yöntemlerin dışında, konunun dışındaki kişiler tarafından karara bağlanıyor. İnsanlar sorgusuz sualsiz işlerinden oluyor, ülkenin en önemli sorunları hiç yokmuş gibi gözardı ediliyor. Üniversite dışarıdan gelen bu saldırıya kayıtsız kaldığı gibi içeride de özgür ve eşit bir ilişki ağı kurmak yerine, her şeyin tepeden karara bağlandığı hiyerarşik yapılarla işliyor. Ülkedeki durumdan farksız bir şekilde meslektaşların uzmanlıklarına göre karar aldıkları bilimsel kararların yerine tepedeki kişinin kararları tüm kararların yerini alıyor. Dahası o tepedeki kişi de artık meslektaşlarının seçtiği değil, siyasi bir kişinin atadığı bir amir.
Bu koşullarda bilimi savunacak bir kale olarak üniversiteden bahsetmek artık mümkün değil. Bununla birlikte, üniversiteye olduğundan daha fazla anlam yüklemek “direnmeyi” özünden, anlamından ayırmak anlamına gelebilir. Nihayetinde üniversite bir amaç değil araç. Bilimin, akademik özgürlüğün hayata geçirilmesinin en iyi aracı, sadece o kadar. Oysa akademik özgürlüğün amacı üniversite inşa etmek değil hakikate ulaşmanın yöntemlerini kullanılabilir kılmak. İçeriden ve dışarıdan zapturapt altına alınmış üniversite bunu gerçekleştirmek bir yana, imkansız kılıyor. Bu kıyım sürecinde baktığımda şunu çok net görebiliyorum; binbir zorluğa ve engele rağmen, üniversitenin dışına itilmiş meslektaşlarım hakikat arayışına, bizim gibi içeride kalanlardan daha yakınlar. İçeride kalanlar, isteyerek veya istemeyerek “aman ha başımıza bir şey gelmesin” diye görmüyor, duymuyor ve ne yazık ki susuyor.
İşte ben dayanamayıp, yenik düştüğüm için değil tam tersine hakikati daha özgürce savunabilmek için bilime daha yakın olabilmek için üniversiteden ayrılıyorum. Üniversite dışında yazmaya, çizmeye, imkan olduğunca da öğretmeye devam edeceğim. Ben bunu güçlü bir direnme olarak görüyorum, bir terk ediş değil.
Üniversiteye gelince; umarım bir gün üniversite tekrar o hakikatin kalesi olur ve ben ve haksız yere dışarıda olan meslektaşlarım 1991'deki heyecanımızla akademiye geri döneriz.
O güzel zamanlara kadar hoşça kalın! (KA/HK)
Kerem Altıparmak Kimdir?
Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezi Başkanı, İHD Genel Başkan Yardımcısı. Ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlanmış insan hakları ve insancıl hukuka ilişkin çok sayıda makalesi bulunuyor. İfade özgürlüğü ve insan hakları kurumsallaşması konusunda çalışıyor. Bianet yazarlarından.
EYLÜL 24, 2018 | BİANET*
KEREM ALTIPARMAK | BİR VEDA YAZISI
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
VİRÜSTEN HOLOKOST’A NOTLAR
Tumblr media
Ölümün toplumsal hayatta oturtulduğu ‘normal’ pozisyondaki, ritüellerdeki kaymalar insanlar arasındaki ilişkide de çarpılmalara yol açıyor. . O yol ve yöntemler ortadan kalktıkça insan ve kitle davranışları da savrulmaya, ölümle başka tür bir ilişkilenme biçimi ortaya çıkmaya başlıyor.
Tecritin süresi uzadıkça psikolojik yükü de ağırlaşıyor. Arada tabii ki çok önemli farklar olmakla birlikte sanki gitgide bir nevi toplama kampı psikolojisine giriyormuşuz gibime geliyor. Kapatılma ve kısıtlılık hali, ölümün sıklaşması, etrafınızda dönüp durmasının önce tedirginlik, bir müddet sonra kanıksama yaratması… Uzatıp moralinizi bozmayayım. (Gerçi bu yazı ister istemez biraz kasvetli olacak sanırım.) Bu anda iyi bir fikir gibi görünmeyebilir ama içinden geçtiğimiz süreçte ölümle değişen kolektif ilişki biçimi beni tam da bugünlerde soykırımlar, pogromlar, özellikle de Holokost (Yahudi Soykırımı) sekansları üzerine daha fazla düşündürüyor. Ölümün toplumsal hayatta oturtulduğu ‘normal’ pozisyondaki, ritüellerdeki kaymalar insanlar arasındaki ilişkide de çarpılmalara yol açıyor; çünkü bunlar onunla baş edebilmenin, kabullenebilmenin ve rutin toplumsal hayata devam edebilmenin de bir yolu. O yol ve yöntemler ortadan kalktıkça insan ve kitle davranışları da savrulmaya, ölümle başka tür bir ilişkilenme biçimi ortaya çıkmaya başlıyor.
Nazi Almanyası bu açıdan da son derece ibretlik, bunun için de iyi bilinmesi gereken bir dönem. Adolf Eichmann’dan ‘bile daha sıradan’ insanların nasıl olup da bir histerinin, bir toplu vahşet ayininin aktif veya pasif parçaları haline gelebileceğini gözler önüne seriyor. Holokost bunun en vahim, en trajik halkası şüphesiz, ama bu histeri onunla da sınırlı değil. Nazi Almanyası’nın, Lebensraum (yaşam alanı) şiarıyla doğuya doğru yayılması, Doğu Avrupa’yı ve Rusya’yı işgali de bu histerinin bir parçası. Sıradan Almanlar, hatta işgal edilen ülkelerdeki Yahudi olmayan halkların, hepsi değil ama azımsanmayacak bir kesimi bu histerinin gönüllü katılımcısı oldular.
Biz bugün yaşayanlar olarak bu halleri kendimizden ebediyen uzak göremeyiz, görmemeliyiz. Kendimizi hiçbir zaman böyle bir histerinin, zincirlerinden boşanmış vahşetin parçası olmayacak gibi görmemeli; “Onlar insanlar kötüydü, biz iyiyiz” diye düşünmemeliyiz. ‘Normal zamanlarda’ o insanların bizden daha kötü olduğuna inanmamız için bir neden yok. Soykırımlar, pogromlar, işgaller –ve evet, virüs salgınları– sırasında yaşananların bireysel iyilik ve kötülüğün çok ötesinde durumlar olduğunu idrak etmek çok önemli. Asıl mevzu, böyle siyasi dalgalara, kolektif bilinç kaybına dirençli toplumlar ve siyasi sistemler yaratabilmektir. Kanımca, bunun önemli gereklerinden biri de ister kendi toplumumuzda, ister başka toplumlarda yaşanmış olsun, kimi günler, kimi yıllar sürmüş bu vahşet epizotlarını bilmek, unutmamak ve üzerine düşünmek, “Ben olsam ne yapardım?” sorusunu sormaktır.
Bu ‘histeri’ dediğime, zihnin tahayyül etmekte zorlandığı, tahayyül ederken insanın gözlerinin karardığı ama ayniyle vaki bir örnek vereyim. Nazilerin Litvanya’ya girmesinden hemen sonr,a 27 Haziran 1941’de Kaunas’ta yaşanan, kayıtlara Lietūkis Garajı Katliamı olarak geçen bir olay bu. Şehrin Yahudilerinden elli-altmış kişiyi adı geçen garajın avlusunda topluyorlar ve sopa ve küreklerle vura vura katlediyorlar. Olayın kendisi yeterince korkunç değilmiş gibi, tanık ifadelerine göre yüzlerce kişinin de, kimi gülerek, eğlenerek bu katliamı seyrettiğini öğrenmek, insanı daha da ürpertiyor. Bu sahneyi ‘kaçırmamaları’ için çocuklarını omuzlarına alan babalar oluyor. Üstelik bunu yapanlar hepimizin kolayca ‘hasta’, ‘sapık ruhlu’ olarak niteleyeceği Naziler değil; belki de o güne kadar katlettikleri Yahudilerin komşusu, müşterisi, hastası, öğretmeni, öğrencisi olmuş Litvanyalılar. “Bir toplum nasıl bu noktaya gelir?” ve kendine kondurmazlık etmeden, “Ben o seyircilerden hatta katillerden biri olabilir miydim?” diye, herkes düşünmeli. “Neden olmazdım?” sorusuna, herkesten önce kendini ikna eden ama “Çünkü ben iyi bir insanım”ın ötesinde bir cevap verebilmeli. 
Litvanya size çok uzak geliyorsa 6-7 Eylül fotoğraflarına bakın. Büyük bir iştah ve zevkle dükkânları, evleri yağmalayanlardan biri siz olabilir miydiniz? Ya da belki, babanız, dedeniz… Belki o fotoğraflardaki iyi giyimli kadınlardan biri anneniz, teyzenizdir. Dedeniz sizden daha kötü bir insan mıydı? Ya da yollara sürülen Ermenilerin komşularını düşünün. Çoluk çocuk, yaşlı, hasta, koyun sürüsü gibi yollara sürülürken arkalarından nasıl baktılar, bakmakla yetindiler mi, geride kalan mallarını, hatta çocuklarını nasıl paylaştılar? Bu da çok uzak geliyorsa, daha kırk sene evvel olan Maraş Katliamı’nın fotoğraflarına bakın. Örnek o kadar çok ki.
Hiçbir kötülüğün geçmişte kaldığından emin olamayız, her zaman tekrarlanabilir. Bunlardan kaçınmanın yolu, ister dinî, ister etnik, ister ırki, ister siyasi, ister göçmen olsun, herhangi bir grubu toptan, kategorik olarak kötüleyen, hedef alan, şeytanlaştıran siyasi söylem ve eğilimlere karşı cephe almaktır. Bunu da birey olarak değil, bir araya gelerek, dayanışarak yapmak sonuç verir. Bir gün kendinizi bir katliamın seyircisi ya da daha kötüsü faili olarak görmek istemiyorsanız, yaşadığınız toplumda ırkçı, ayrımcı grupların ve siyasetin yükselmesine bugünden karşı çıkmalısınız. Yarın çok geç olabilir.
NİSAN 17, 2020 | AGOS*
OHANNES KILIÇDAĞI |  VİRÜSTEN HOLOKOST’A NOTLAR
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
BİR PANDEMİ ÖYKÜSÜ: YARASA ÇORBASI KISIK ATEŞTE
Tumblr media
İyi güzel diyorsun da bu hikâyenin hikâyesi ne? Sonu meçhul ama başı ne? Kapanmak zor, kapana kapanmak daha zor. Bu zamana kadar ne sakladın ki kendine zaten. Evham… Evham, endişe, kaygı iyi değil karantinada. Dinlersen kendini baş edemeyeceğin sesler duyarsın duvarlardan. Hıyarcıklı vebadan tehlikelisi kendini dinlemek. Karantina. Şimdiden çürüttü sol yanımı. Ne kelimeymiş. Düşündüm de hiç cümlede kullanmamışım. Kendinden bile kaçacak yer bırakmıyor insana.
“Hiç böylesini görmemişiz faslı baharın”
Kısa zaman önce liseden arkadaşlarla bir sosyal medya mecrasında toplaştık. Sonbaharda ilkbaharı yâd etmenin sevincini yaşadık. Tazelenen küçük hatıralarla herkes birbirine güzel sıcak şeyler söyledi. Küçük duygusallıkları, belli imgeleri yeğnimizde saklamışız ama hayat bazılarımızı çimen gibi ezmiş. Kırk yıl sonra sınıfça kırkımızın bir araya gelmesi müthiş bir ruhsal tecrübe oldu. Yerinde kalanların duyguları, hatıraları teru tazeydi. Zaman onları aşındırmamış, olmadık detayları hatırlıyorlar ve konuşmaya, buluşmaya şiddetle arzu duyuyorlardı. Benim gibi uzakta karmaşık bir hayat sürenlerse mesafeli ve yorgun. En heyecanlımız Sacit, sanal mecrayı sınıf gibi görüyor, herkesi kaynaştırmak istiyor, önden giden kırk yılın açığını kapamaya çalışıyor.
Derken tazelenecek hatıra kalmadı ve allı güllü cuma mesajları ile dua zincirlerine kaldık. Bir akşam bir iki arkadaş mevzu açıp muhabbeti koyultmaya çalışırken Sacit’ten tuhaf bir cümle düştü: “Arkadaşlar dün evim yandı.” Yekten böyle deyince Sacit, kanım dondu. Herkes resmi geçit gibi sırayla “Geçmiş olsun” dedi, o da “Sağolun arkadaşlar” diye yazdı. Başkanımızı aradım sordum. “Bilemedim, sufi meşreptir Sacit, acaba bir metafor mu diye düşündüm” dedi. Sacit’i aradım ulaşılamıyor. Her hatıraya iç geçiren arkadaşlar tekrar can ciğer olmaya çalışırken bu haberi her hafta birimizin evi yanıyormuş gibi karşılamışlardı. Kimse vay kardeşim adresini ver demedi. Neyse Harun gitti de öğrendik ki, otuz beş yıllık ev iğneden ipliğe kül olmuş. Üç kızı ile karısı perişanmış, neyse ki can kaybı yokmuş. Ev başıma dar geldi ve sınıftan çıktım. Derken Çin’den Pandemi geldi. O gün bugündür kendi kendime konuşuyorum ama kelimelerim yetmiyor.
Kapanmak zor, kapana kapanmak daha zor. Bu zamana kadar ne sakladın ki kendine zaten. Evham. Evham, endişe, kaygı iyi değil karantinada. Dinlersen kendini baş edemeyeceğin sesler duyarsın duvarlardan. Hıyarcıklı vebadan tehlikelisi kendini dinlemek. Evde kal, zaten kalmak istiyorum ama önce ekmeğin aşın, unun bulgurun var mı diye sorman gerek. Evet, evde kal ama bir şeyler yap, yaz, oku. Veba romanı hariç. Karanlık kitaplar okuma. Varoluşçuluğun lüzumu yok. Kaldıysa dostlarını ara. Kusur arama. Eski yeni deme. Kendinden çık. Dizinde top sektir, ters takla at, yirmi üç nisan sevincini tazele, balkona çık, kendini alkışla. Egzersizlerle kültürfizik yap.
Karantina. Şimdiden çürüttü sol yanımı. Ne kelimeymiş. Düşündüm de hiç cümlede kullanmamışım. Kendinden bile kaçacak yer bırakmıyor insana. Bilirsen seni salıvereceğiz deseler, zinhar bilemezdim. Bitecek mi, inşallah ama ne zaman bitecek? Kapandık, kısıldık kaldık. Bütün sesleri, insanlı insansız motorları, savaş uçaklarını nasıl da susturdu. Kozmetik sektörü bile çöktü. Kim evinde güzelleşmek ister? Kim kime? Covid 19 Parisli bir parfüm değil. Neyse, zor günler. Kendinle çatışma, çapın hududun belli, ülke sınırı değil ki tel örgü öresin boylu boyunca. Yahut duvar. İçine dön, ama düşme. Hayattan alacaklarını tam tahsil edecekken yakalanman üzücü tabii. Kıskıvrak. İyiler önden gitmişken kime tutunacaksın? Dünya dedikleri gölgeliğe nasıl?
Ellerimi yüzümü, kollarımı ayaklarımı yıkıyor, dönüp tekrar yıkıyorum. Gözümün önünde minnacık bir leke beliriyor, gözlerini gözlerime dikmiş, büyüyor. Korona sen misin? Ses vermiyor. Kimselere göstermeden eldiven giyiyor, toz beziyle onu alıyorum. Önce toz bezini sonra ellerimi yıkıyorum. Sonra bir daha yıkıyorum. Fena bir karıncalanma var, boğazım yanıyor mu ne? Aynada yüzüme bakıyorum, bir fark göremiyorum. İnşallah yakalanmamışımdır. Biri mi öksürdü? Aaa o ben miydim, hiç anlamadım?
Kapıdan ayrı, eşiğinden ayrı korkuyorum. Bina akıllı ama virüs değil. Ekmek poşetine eldivenle uzanıyor, bir metre uzağımda tutup balkona bırakıyor, dönüp ellerimi Siirt’in Bıttım sabunuyla yıkıyor el havlusuyla kuruluyorum. Afyon’dan almıştık bu havluları bir seyahatte. Çok alalım demiştim de karım yok demişti. Almak ne güzeldi, gitmek ne güzel. Şehir yaşamıyor. Dünyanın hiçbir şehri yaşamıyor. Kafka’nın şehri bile şen şakrak. Bu labirentten çıkılmaz galiba. Toplu yaşanan yerler tehlikeli. Sosyal medya gruplarından çıkıyorum ama çıkılmıyor. Af mesajları beyhude. Suç ve cezalar orantısız. Cezaevleri boşalsa mahkûmlar geri döner. Otobüs dolmuş çalışmıyor. İn, cin evde. Peki ya asiyab-ı devlet. Dönüyor. Ya çarkıfelek? O da dönüyor. O hâlde sorun ne? Bilemiyorum. Eve ekmek götürecek emekçiler zorda ama memur değil. Küçük esnaf çok zorda. Sen ne hâldesin? Böyle işte. Kabristana bile gidemiyorum.
İnsanlık ellerini yıkar diyorsun ama yıkamaz. Kulları sahi bir ar damarım vardı dese devletler müsaade buyurmaz. Bu bir döngü, kısır ama döngü işte. Su ve değirmen ve taş değişmez. Sana verseler sen de değiştirmez, haz alırsın. Tütün gibi, keyif veren bir şey. Böyle gelmiş böyle gider. Devletler bin pişmanlık duysa kulları müsaade etmez. “Haşa” derler. Biz emir kuluyuz, malum, bize acz sana güç kudret yaraşır derler. Öyledir, haşa derler. Roma’dan Kartaca’ya, Bizans’tan Sasani’ye bilirim. Ve bunu diyecek ve bunu böyle diyecek ne çok ama ne çok beslemesi, halayığı, horantası, leşkeri, yanaşması vardır. Öyle yani.
Koronanın, Pandeminin, karantinanın kırkı çıktı mı? Çıktı ama elimiz, evimiz şehrimiz daha yıkanmadı yunmadı. Yunmaz. Ölümlerin seyri de yükseliş eğrisini düşürmedi henüz. Kaç oldu ölüm diye istatistik soruyor, aldığımız cevaba hmmm diyoruz. “Hmmm”. Elimiz yüreğimizde, yüreğimiz boş. Eskisinden de mi boş? Korkarım diyor ya ecnebiler, korkarım öyle. Bizim sınıf acaba ne konuşuyor? Sacit’in evi ne oldu? Üniversite çağındaki kızları eve, giysilerine değil de oyuncaklarının kül oluşuna yanmış. Ya hayat böyle derdik. Onu bile diyemez olduk.
Eee. E işte. Hayat sedyede. Ölüm, yoğun bakımdan çıkarak doğru kabristana gidiyor. Şu aralıktan, bak gidiyor. Ambulans sessiz, sirensiz. Morg iptal. Musalla taşı bile yok. Düşünsene. Ecel şerbetinin nasıl içileceğinin bilgisi yok. Sahi ilk kim ‘Ecel’ ile ‘Şerbeti’ bütünledi? Kim bilir? Ne terkip ama? ‘Ölüm’ ile ‘Döşeği’ kim birleştirdiyse o olmalı. Mümkün. Gezegene hükmedemediğine hayıflanan bir dangalak “Hayat inisiyatifimizin dışına çıktı” dedi radyoda. Duydum. “Nasıl bir edep yoksunusun” demeye davrandım ama bağlamadı dijital kadın. Zaman durdu. Sahi durmayı hiç düşünmemişim. Ne hâlin varsa gör diye elini çeker mi ki insandan Allahımız? Çekmez, hayır.
Hayrolsun. Pandemiden iyileşerek çıkar insan, modalar fikirler değişir deniyor. Kötülükler azalır diyen de var, ırkçılık mesela biter diyen de. Şahsen, hiç sanmam. Benim bildiğim insan bir yol bulur kötülüğe, bulur cenabetliğe. İlla bulur. ‘Adalet’ ve ‘Anlam’ açığı kapanmaz insanın. Bunca güç aşısı yapılan varlık azmanlığından geri adım mı atar, saldırganlaşır mı? Şu Covid 19’a da bir aşı yakıştırsın, gör bak tababet tanrısını. Yunan’ın tıp tanrısı başka Mısır’ınki başka. Akupunktur, Çin işkencesi, istemez. Kalsın.
Bu illüzyon ne kadar sürer? Nasıl bileyim. Bu perde kapanır yeni bir perde mi aralanır? İnsan esaslı bir sorgulamadan geçerek vahdet yönünde dirilir mi? Zor. Bir metafizik dalga mı gelir çıkışta, yoksa alır başını gider mi nihilist yahut batıni yorumlar? Yine herkesin hakikati kendine kabilesine mi olur? Bilemem. “Yetti artık” diye insandan arınmaya mı gidiyor dünya? Bunu da bilemem. Sanal dünyamızın yakıtı tükenir, oyun oynaş tedavülden kalkarsa esas o zaman kime çalınır çanlar? Ya şu davetsiz ezanlarımıza ne demeli. İnsan hangi ufka, hangi ufuk noktasına baksın? Beni en ziyade müezzinler üzüyor. Ya seni? Gün gelecek, “ışık gölgeye, dişi erkeğe, iyi fenaya, dünya insana ihtiyaç duymayacak” diye senaryolar okuduyduk da absürt dediydik. Absürd. İnsan ölümü bile ortadan kaldırmak istiyor absürd ama istiyor.
Ölüm bir rakamla bir sayıyla öldürülmek isteniyor. Cesetler ceset torbaları sayıyoruz eldivenli ellerimizle, maskelerimizle. Biz alışkınız da ceset saymaya, torbaya, maskeye, eldivenli batılılar unutmuştu. Onların da ışıkları sönen şehirleri insanın içini ayrı yakıyor. Ya biz? İlk taşı biz mi atıyoruz yoksa? İnsanlık ölürken bile ayrımcılıktan vazgeçmiyor muyuz; haklı olmanın konforundan hissemize pay mı çıkarıyoruz? Başkasının felaketi bize haz mı veriyor? Biz vaftizle arındık siz hak ettiniz mi diyoruz Veba’daki Oran Şehri’nin papazı gibi? Hak ettiniz diyordu doktora papaz. Milano, Venedik, Floransa dahil Doğu ve Batı solunum cihazına bağlı.. Yurtsuzlar şimdilik nasyonalistlerden daha mutlu ama yarın onlara da meçhul Uzun namlular, keskin nişancılar sosyal mesafeye tabi. Kimseye saklanacak yer yok. Acz hepimize.
Ev, evet ev… Ev iyi de çitilenmeden oturulmuyor evde. Kolonya kokusu da sıktı artık. Şu gördüğün koltuktayım ya kırk gün kırk gecedir. Aynanın karşısında gizliden iki kültürfizik hareketi yapayım dedim utandım. Kapıya gelen komşumun hem kapımı çalması, hem böyle bir zamanda ekmek istemesi şu kuş kursağıma küçük bir umut ile az sevinç doldurdu ama verdiği habere de içim yandı. Komşu komşu. Hu huuu. “Yaşın yetmiş işin bitmiş, otur oturduğun yerde” diye taşlıyorlarmış akranlarımızı.. Ben çok üzüldüm. Üzerine gazap yağar da bu büyüklükte bir musibetten daha büyük bir musibet ancak böyle devşirilir. Taş mı yağacak üstümüze, taş devrine mi döneceğiz? Daha toprağa, betona, yutonga doymamışken.
Süper yapay zekâcılar medeniyet biterse kimlerin ayakta kalacağını hesap ediyor? Nükleer savaş, iklim krizi an meselesiymiş. Her an gezegenin işi bitebilirmiş. Daha ben komşuya gidemeden, ekmek borcunu ödeyemeden, Sacit’in Bursa Çekirgedeki yeni evine varamadan. Karantina ağırlaştı, yaprak kımıldamıyor. Ne hazin. Onca sokak, yol, kapı kapalı. Bir eczaneler açık. Rüyalarımda bazı mekânlar ve başlarken bitmesinden korktuğum sohbetimiz devam ediyor ama şehir kapalı. Hamuşan diyeceğim de şu ucubeye hamuşan dersem de o canım kelimenin gönlü incinir. Bu insansız heyulalar arasında bir sana yetiyordu sesim, şimdi sana da yetmiyor. Sen de zaten ısrarla evde kal diyorsun.
Şu ev bahsi de ayrıca can sıkıcı. Sanırsın herkes ehli beyt. Yirmi üç nisan ağzıyla neşe dolu sınıfımız. On bir ayın sultanı da geldi. Sefalar, şifalar getirmiştir inşallah. Hazır giyim, ahiret azığı, oh ne ala. Kendinle baş başa ol, içine dön, dünyayı evine al, daha neler. Şu bol baharatlı, tuzu kuru mistisizm de ayrı bir lezzet. İçine dönüyor, oradan cevher çıkarıyormuşsun. Cevher projesi yani… Bir cevher bir proje, bir proje bir cevher… Eve dön, tamam da evin, gönlün yerinde mi? Sonra bizi niye hep kendi odunumuzla dövüyorlar? Niye ama?
Plan projelerinizi kapalı devre ortaklarınızla yapsanız da bize de ekmek arası bir şeyler kalsa. Ramazan pidesinin kokusu mesela. O koku bana bize annedir. Sancak’ta aldım en son. Din, medeniyet, kültür, tasavvuf, tıp, tabiat, ruh. Karalahana, Çubuk turşusu, Etli ekmek, Çi börek değil ki hepsini yiyesin. Yemesene. Sonra fosilin ne ki cevherin ne olsun. Bir bak haline. İşini yap git. Şeyhi Ekber’den iki pasajla, Mevlana’dan iki mottoyla başımıza Buda kesilme. Eğ başını git. İçimizi kemiren, ruhumuzu boşaltan şu daraldığımız günlerde bari yaşam koçluğu etmesin bari? Call Center mi, maneviyat rehberi misin, nesin? Herkesin elinde avucundakini kapmak zorunda mısın? Yapma etme.
Yoğun bakım üniteleri yetersizmiş de sokaklarında insanların öldüğü Avrupa’yı en ziyade bu vurmuş. Uğruna denizlerde boğulan, sınırlarda vurulan yurtsuzların can attığı ama varamadığı güzelim sokaklarında. Hayat fışkıran Birinci Viyana’da, Champs Elyses’de bile öksürükle hapşırıkla yayılıyormuş. Hapşuuu. Elhamdulillah. Çok yaşa demeye varmadan dökülüyormuş insan. Boğazda bir yanmayla başlıyor, ateş, nefes darlığı, kuru öksürükle devam ediyormuş. Çare maske, çare sosyal mesafe, çare evden çıkmamak. Naçara ne çare? Dışarı çıkma diyorlar bana. Çıkmıyorum. İmmun sistemin zayıf, diyabetin, tansiyonun, kalbin, zatürren var sakın diyorlar. İçimde deli sorular dönüp durduğu halde pencere aralığından bile bakmıyorum. Söz hekimlerin, korkuyorum onlardan, istemeseler de dua ediyorum kendilerine. Benim duamdan ne olursa.
İyi güzel diyorsun da bu hikâyenin hikâyesi ne? Sonu meçhul ama başı ne? Anlatayım. Çin’in Vuhan’ında bir kadın bir yarasa çorbası içmiş ve dişlerinin arasında virüs infilak etmiş. Saraybosna’da köprünün üzerinde Veliahd Franz Ferdinand’ın Sırp kökenli bir çakal tarafından öldürülmesinin Cihan harbine giden yolu döşemesi gibi. Ya da “Yetti artık” diye sebze sattığı ruhsatsız işporta tezgâhını devirerek kendini ateşe veren Tunus’lu Muhammed Buazizi gibi. Hangi laboratuvarda üretildiği meçhul bu biyolojik silahla her milletten her ülkeden binler on binler ölüyor. Gerçeği yalnız gerçeği kimse söylemeyecek. Ne Şi Jipling ne Tramp. Irak kavruldu, Saddam öldürüldü de nükleer silahlarının yerini hiç bilemedik..
Eski dünya akıldaneleri hiçten başka ne dedi? Başımızı eğelim, bize acz iyi demedi, demezler. Dünyanın kudretli kudretsiz tüm otoriteleri yek ağız virüse savaş ilan etti ya ben esas bundan korkuyorum. Savaşkan bir dil ile düşmanı virüs olan bir topyekun savaş nasıl kazanılsın? Daha dünya kısık ateşte, pişiyor. Manhattan’dan Roma’ya uygarlık kavruluyorken. Herkes biçare..Azmanlaşan Çin deyince artık akla Çin işi, Çin İşkencesi, Ucuz İşgücü, Konfüçyüs, Tao, Mao gelmeyecek. Çin gayrı yarasa çorbası, Amerika nasıl o çirkin şebekse. Öyle işte.
Ya biz? Allah’ın izniyle yine yol açılır bize. Rah vardır sevdiğim dilden dile. Yine tavafımıza döner, yine saflarımızı sıklaştırır, sosyal mesafelerin tamamını aşar, birbirimize kavuşur, sarıp sarmalar, beraber yürürüz yağan yağmurda, cem eder, cumamızı eda ederiz. Yine söyleriz ilahilerimizi: “Kâbe’nin yolları bölüktür. Benim yüreciğim delik deliktir. Dünya dedikleri bir gölgeliktir.” Öyledir. Bakmayın, gölgeliğe gökdelen diktik ama o başka. Nasip kısmet olursa evden çıkar, yine çalarız sazımı söyleriz umut türkümüzü. şiirimizi: “Taş bağırda sular dizde gideriz/ Bir gün akşam olur biz de gideriz/ Kalır dudaklarda şarkımız bizim.”
“Hiç böylesini görmemişiz faslı baharın” diyen Taşlıcalı Yahya’ya hürmetler bu kıvamını bulmamış öyküden. Evi yanan Sacit’e de yeni dijital dünyamızdan sevgiler. Evinde, oturma odasında oturan insanlığa da şifalar. Kısık ateşte, yarasa çorbası, yani yalan dünya. Kapitalizm krizde, petol savaşları dinlenmede, silahlanma biyolojiye kaydı. Corona sen misin? Seni alacak toz bezimiz yok. Ah bir toz bezimiz olaydı. Bir de aşımız. Sacit’e koşsaydık. Tabiat dersinde çocukları dövmeseydi öğretmen. Keşke. Yollar tutuk, mabetler insansız. Cami, mescit, iftar, sahur mahzun. Hüzün dere tepe, dağ taş. Maske zorunlu, sokak yasak, hayat karantinada. Şaftı kayan dünyayı endişe rehin aldı. Boşa kostaklanan haydutlar başlarını uzatamıyor. Acz göründü herkese, hepimize. “Solgun halk çocuklarına” devletler belki yanlış sorular sormaz bir daha. İnsan dizini kırdı ama kimsenin minderi altında değil. Şimdilik şeşi beş görüyor insan. Şarkı sustu, susacak. Sala okunuyor. Acz yalnız bilime yakıştırılamıyor. Tababet ateşlendiriyor. Virüs üreten bilim çırpınıyor. Adamları çırpınıyor. Dünya soğuyor, İnsanlar ölüyor. Devletler ve uygarlık öksürüyor kuru kuru.
NİSAN 26, 2020 | PERSPEKTİF ONLİNE*
MUSTAFA ŞAHİN |  BİR PANDEMİ ÖYKÜSÜ: YARASA ÇORBASI KISIK ATEŞTE
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
OKURYAZARLIĞIN SOSYOLOJİSİ
Tumblr media
Bu ülkenin temel sorunun sayısal değil, sözel olduğunu yıllardır söylüyorum, yazıyorum. Kamusal bir okuryazarlık yaygınlaşmadan demokrasi de, cumhuriyet de, yurttaşlık da, birey de, toplum da birer hayaldir. Seksen milyonluk ülkede kütüphanesi olan bir eve doğmuş insan sayısı yüzde kaçtır? Bence Türkiye’de rakı masasında veya İngilizce tabelalı kafe muhabbetinde cevabı aranması gereken en temel soru budur.
Son günlerde bazı okuryazarların fonda kütüphaneleriyle görsel sosyal medyada arzı endam etmeleri ciddi tepkilere neden olmuş gözüküyor. Basit bir akıl yürütmeyle kütüphanelerin genellikle çalışma odasında olabileceği, çalışma masasının da aynı mekânda bulunacağı, bilgisayarın da o masanın üstünde olma ihtimali üzerinden aslında oldukça sıradan bir denk gelme olarak kolaylıkla değerlendirilebilecek bir durum kimileri için çok dikkat çekici olabiliyor. Bence fondaki kütüphanenin bu kadar dikkat çekmesi aslında Türkiye’de çok yaygın olmamasıyla da ilgili. Üniversite öğrenciliği dönemimden “kıtlık değeri” diye bir kavram hatırlıyorum.
Yıllar önce evime davet ettiğim Galatasaray Lisesi mezunu ve hepsi ülkenin en iyi üniversitelerinde okumuş arkadaşlarımın bazılarının kütüphanemi görünce “bunların hepsini okudun mu?” diye sorduklarını çok iyi hatırlıyorum. Hatta içlerinde bir tanesi daha da ileri giderek “Bu kadar çok kitaba sahip olarak neyi kanıtlamaya çalışıyorsun” diye çıkışmayı da ihmal etmemişti. Elbette ben medeni bir insan olduğum için “sen bu soruyla hangi eksiklik duygunu ikame ediyorsun” diye karşılık vermemiştim. Çok şükür bu tip eski arkadaşlarla artık pek görüşmüyorum ve böylesi sorulara muhatap olmaktan kurtuldum.
“Bunların hepsini okudun mu?” sorusu taşınırken kütüphanemdeki kitapları kolileyen emekçilerin de çok sık sordukları bir soruydu. Bir eğitimli ile eğitimsizin kitabı görünce neredeyse aynı tepkiyi vermesi, söz konusu tepkinin aynı temellere dayandığını göstermez. Bence emekçinin tepkisi çok daha doğal, sahici, kendiliğinden bir antropolojik kültürel tepkidir. Kendi hayatında fazla yeri olmayan bir nesnenin başkasının hayatında bu kadar önemli bir yer kaplayabileceğini ilk gördüğünde aklına gelebilecek ilk soru budur: “Abi, bunların hepsini okudun mu?” Bu tepkide anlamaya çalışan bir ton da vardır. Oysa okumuşun tepkisi yargılayıcıdır, hatta itham edicidir. Ve “biz seninle aynı okullarda okuduk. Sen niye böyle bizden farklı oldun?” sorusunu da içerir.
Ülkenin en iyi mekteplerinde okumuş birinin çok kitabı olan birine bu kadar tepki biriktirmesi ilginçtir. Dikkat ederseniz bir süredir “okumak” fiilini “eğitim görmek” anlamında da kullanıyorum. Türkçede böyle bir kullanım vardır. Ancak sanırım bu kullanım okumanın sadece okula giderken yapılan bir şey olduğu fikrini de barındırıyor. Yani diploma için yapılan bir şeydir okumak. Diploma elde edilince de bırakılır dolayısıyla.
Diplomadan sonra okumak, orta yaşlı birinin hâlâ okumaya devam etmesi yadırganan bir şeydir bizim memlekette. Tıpkı geniş bir kütüphanesi olmanın, görüntülü internet iletişiminde fonda kütüphane olmasının yadırgatıcı olması gibi. Çünkü kitap doğal değildir, olağanüstüdür hâlâ toplumsal zihniyette.
Bununla ilgili yaşadığım bir olayı paylaşmak isterim sizlerle. Yıllar önce düzenli müşterisi olduğum bir pastane/fırın vardı. Kasada hep aynı orta yaşlı kişi otururdu. Ödeme yaparken hep okumaya ara verdiğini görürdüm çünkü kasada otururken, müşteri olmadığı zaman düzenli olarak okuyan biriydi. Kasanın yanında hep bir kitabı olurdu yani. Bir gün kendisine bunu fark etiğimi belli ettim. Bana şöyle dedi: “Üniversitede felsefe okudum. Eğitimime uygun bir iş bulamayınca baba yadigârı bu dükkânı işletiyorum artık. Ama üniversitede edindiğim düzenli okuma alışkanlığını bırakmadım. Amatör olarak okumaya devam ediyorum.”
Bu “amatör okur” nitelemesi benim zihnimde yıllarca takılı kaldı. Dönüp dönüp hep düşündüm ne anlama geldiğini. Sonunda şöyle bir sonuca vardım. Bizim okuryazarlığımız fazla profesyonel. Okulda diploma için, okuldan sonra iş icabı okuyoruz. Hatta eğitimden sonra bir kesim de yazmak için okuyor. Yazmayı beceremeyince onlar da bırakıyor okumayı. Bence müthiş bir niteleme olan amatör okur ise yeterince yaygın değil. Yani okumak için okuyan, okumayı sevdiği için okuyan.
Eğitimli olanın, ülkenin en iyi mekteplerinden diploması olanın da bir emekçiyle kitaba karşı aynı tepkiyi veriyor olması ülkemizin en önemli sorunlarından biridir dersem bana kızmayın ve abarttığımı lütfen düşünmeyin. Evet ben böyle düşünüyorum. Ve bu sorun çözülmeden de bu ülkede asgari bir demokrasinin, ortalama bir medeniyetin mevcut olamayacağını da iddia ediyorum.
Bence kitapla, kütüphaneyle sahici ilişkisi olan birinin, bir amatör okurun bu yazının da yazılmasına neden olan tepkileri vermesi zordur. Kitaba gerçekten değer veren, düzenli kitap okuyan biri kütüphanesinin önünde video çeken birini ayıplamaz ya da birinin evinde kütüphane görünce “bunların hepsini okudunuz mu?” diye sormaz.
Bu ülkenin temel sorunun sayısal değil, sözel olduğunu yıllardır söylüyorum, yazıyorum. Kamusal bir okuryazarlık yaygınlaşmadan demokrasi de, cumhuriyet de, yurttaşlık da, birey de, toplum da birer hayaldir. Seksen milyonluk ülkede kütüphanesi olan bir eve doğmuş insan sayısı yüzde kaçtır? Bence Türkiye’de rakı masasında veya İngilizce tabelalı kafe muhabbetinde cevabı aranması gereken en temel soru budur. Ülkenin derin sosyolojik gerçekliğini çözümlemeye girişmeden bu tür tuhaf soruları soranları yargılamak beyhudedir.
Benim doğduğum evde çok geniş olmasa da bir kütüphane vardı. İlk okuduğum kitaplar belki de annemin Muazzez Tahsin Berkand, Kerime Nadir romanları ve babamın polisiye serileriydi. Evimizde Yakup Kadri’nin, Şevket Süreyya’nın, Doğan Avcıoğlu’nun, Jack London’ın, Panait Istrati’nin kitapları vardı. Ardından Kemalettin Tuğcu, Muzaffer İzgü, Aziz Nesin gibi yazarların kitapları benim okumam için alındı. Evet şunu demeye çalışıyorum: Okumayazma kültürü bile sosyolojik temelleri olabilecek bir şeydir. Gramsci’nin, Bourdieu’nün farklı kavramlarla da olsa dediği gibi kültürel gelişimin sosyolojik temelleri vardır. Gerçek bir cumhuriyetin bu sorunu birkaç nesil içinde çözmesi gerekirdi. Ancak maalesef bu mesele çözülemedi. Belki bu nedenle bugünün Türkiye’sinde yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız ülke gerçekten bir cumhuriyet olsaydı, kuruluşundan bir asır sonra Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu bir “yurttaş” arkadaşına bu tuhaf soruyu sormazdı.
Farkındaysanız yazı boyunca bu ölümcül soruya cevap vermedim. Soruyu sürekli tekrarladım ama galiba sorunun cevabını sona sakladım. Cevabım hayır. Yani kütüphanemdeki bütün kitapları okumadım. Hâlâ bunu başaramadım! Kitapları edinme hızım okuma hızımdan her zaman önde oldu. Bu nedenle bu dünyadan çekip gittiğimde kütüphanemde hâlâ okumamış olduğum kitaplar mevcut olabilecek. Bu bana hiç dert olmuyor ve olmayacak. Ama dileyenlere dert olabilir!
Üstatlarımdan Walter Benjamin’in “Kütüphanemi Yerleştirirken” başlıklı çok müthiş bir yazısı vardır. Bu yazıda Benjamin, Anatole France’tan bir yaşanmışlık aktarır. Günün birinde France’a o müthiş soru sorulmuştur: “Bu kitapların hepsini okudunuz mu, Bay France?” France’ın yanıtı şöyle olmuştur: “Onda birini bile okumadım. Siz her gün en değerli yemek takımlarınızla mı yemek yersiniz?”
Besim F. Dellaloğlu Kimdir?
1965’de İstanbul’da doğdu. 1984’de Galatasaray Lisesi’ni, 1990’da Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisans ve Doktorasını Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında hocası felsefeci Ömer Naci Soykan danışmanlığında yaptı. Lisans ve lisansüstü eğitimi esnasında uzun süre Fransızca turist rehberliği yaptı. Memleketin büyük bir bölümünü gezdi. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde (1998), Paris VIII Üniversitesi’nde (2002), Lizbon Üniversitesi’nde (2014), Strasbourg Üniversitesi’nde (2017-2018), Mainz Gutenberg Üniversitesi’nde (2018-2019) doktora sonrası araştırmalarda bulundu ve dersler verdi. Bu vesileler sayesinde dönem dönem Frankfurt, Paris, Lizbon, Strasbourg ve Mainz’da yaşadı. Türkiye’de Mimar Sinan, Marmara, İstanbul Bilgi, Yıldız Teknik, Galatasaray, Kırklareli, İstanbul ve Sakarya Üniversitelerinde dersler verdi. 2019’da üniversiteden emekli oldu. Okuryazarlığa devam ediyor. Mevcudu bulunan kitapları şöyledir: Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum (Say), Romantik Muamma (Ayrıntı), Benjamin (Derleme-Say), Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya (Ayrıntı), Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi (Kadim), Zamanın İçinden Zamanın Dışından (Heretik), Poetik ve Politik-Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi (Timaş).
NİSAN 30, 2020 | GAZETE DUVAR*
BESİM F. DELLALOĞLU |  OKURYAZARLIĞIN SOSYOLOJİSİ
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
DÜŞÜNMEK, HER ŞEYİN BAŞLANGICI
Tumblr media
Normalde böyle bir yazı yazacak olsam kendi kendime “Ben kimim de insanlara ne yapacaklarını öneriyorum?” derdim. Açıkçası kendimi daha yukarıda görmüyorum. Ama geçen gün bir bankanın yemek tarifi paylaştığını gördüm ve bu durumdan daha da saçma bir şey söyleyemeyeceğimi düşündüm. Yazmasam olmaz! Evet, yüzlerce yazıdan ve öneriden sıkılmadıysanız, karantinada ne yapılabileceğiyle ilgili bir yazı daha. Kendime orijinallik konusunda güveniyorum.
Bir sürü kaynak bu çılgın zamanlarda boş zamanlarımız olduğunu ve bu boş zamanların kendimizi geliştirmemiz için bir fırsat olduğunu söylüyor. Harika ya! Bizim evde de garaj var (o da yok aslında) bu yeni bir Amazon kurmak için bir fırsat. Bu iki önerinin benzerliğini vereceğim ilk karşılıkların yakınlığından anladım. Soracağım soru çok basit: nasıl? Bu soruyu sorarken cevabını kendim bulmam gerektiğini bilerek sorarım çünkü bu öneriyi veren kişi nasıl yapacağını bilseydi, yapmış olurdu. Amazon kurmak için olmasa da kısa hayatımda ne kadar kayda değer olduğunu bilmediğim tecrübelerimle kendimi nasıl geliştiririm sorusuna bir cevap buldum.
Düşünerek. Muhtemelen bunu ben söylemeden tahmin edebilirdiniz. Merak etmeyin daha ileriye götüreceğim. Çok düşündüm, ancak hiçbir zaman salt bir şekilde “kendimi nasıl geliştiririm?” diye düşünmedim. Bence farkım burda başlıyor. Sadece kendimi daha iyi tanımaya çalıştım. Yeni biriyle tanışırken sorduğum soruları kendime sordum. Sonra sorular gittikçe derinleşti ve hayatımda cevaplarını en çok düşündüğüm sorular haline geldiler. Bunlara verdiğim cevaplar kendimi nasıl geliştirebileceğimi gösterdi.
Hayattaki amacım ne? Hayatıma geri dönüp baktığımda ne demek isterdim? Bunlar korkunç sorular, ayrıca çok zor cevapları var. Ama kendime sorduğumda cevapları merak ettiğimi farkettim. Şu anda dışarıdan tamamen bağımsızken, bu soruları düşünmek için güzel bir zaman. Hayatıma geri dönüp baktığımda, “ulan mutluydum” demek isterdim. Evet, bunun bana yeteceğini farkettim. Bunu farkettikten sonra nasıl mutlu olurum diye düşündüm. Cevap basitti: beni mutlu eden şeyi yaparak. Beni ne mutlu ediyor?
Bu zor bir soru. Basket oynarken mutlu oluyorum, arkadaşlarımla mutluyum, playstation oynarken mutluyum, problem çözerken mutluyum. Peki neden bunlar mutlu ediyor? Bu soruya kolay cevaplar vermeme izin vermedim. İyi olduğum için mi? Hayır, başka iyi olduğum şeyler var ve mutlu etmiyor, ayrıca kötü olduğum şeyler de mutlu ediyor. Teker teker mantık sorularıyla cevaplarımı eledim. Sonunda, belli kuralları olan bir ortamda uzak bir hedef için çalışmaktan zevk aldığımı anladım. Problem çözmek böyle bir şeydi. Belli kurallar var ve sonuca doğru gidiyorum. Hayattaki işi problem çözmek ve yeni bir şeyler öğrenmek olan insanlar var. Harika. Ben bunlardan olayım. Ben o insanlardan olabilmek için yani mutlu olabileceğim hayat için çalışacağım. Bu çok büyük bir hedef. Korkutucu. Bana sorsanız 10 yıl sonra ne yapacağımı asla bilemem ama bir hedef için önümüzdeki gün ne yapmam gerektiğini bilebilirim.
Hayatı bölerek yaşadım. Bir büyük hedefe, minik minik parçalara bölerek, sonucundan stres olmadan ulaştım. Büyük hedefi bölmek tam olarak nedir? Mesela biri bana saha etrafında 100 tur koşabilir misin diye sorsa muhtemelen hayır derim, ama bir tur koştuktan sonra bir tur daha koşmamı söylese aslında bir tur daha koşacak enerjimin olduğunu anlarım. Bunu her tur sonunda tekrar ettiğimde 100 tur koşmuş olurum.
Neyse konuyu kişisel bilgilerimle dağıtmadan daha formalize hale getirdiğim sistemi paylaşayayım. Soru sorma mantığını anlatabildiğim kadar anlatabildiğimi düşünüyorum. Şimdi bir rehber sunuyorum. Kolaydan zora doğru gideceğim. Benim durumum en zor örnekti.
İlk sorulacak soru, “ben ne olmak istiyorum?” Bu soruya iyice kafa yormak lazım çünkü cevabını bulabilmek hayatı kolaylaştırıyor. Bu illa bir meslek olmak zorunda değil. Ben çok para kazanmak istiyorum, ben üst seviye bir yönetici olmak istiyorum, ben NBA’de basketbol oynamak istiyorum, gitarda şu şarkının solosunu çalabilmek, veya izafiyet teorisini bu hocadan öğrenmek istiyorum. Bunu bir kere kararlaştırdıktan sonra o hedefin gerektirdiklerini düşünmek gerekli. Bunu yine düşünerek, veya o işin uzmanlarına sorarak yapılabilir. Burada da çok açık bir şekilde söyleyeyim, herkesin hedefe giden yolu aynı olmayacak. 220 boyunda bir adamın NBA’e gitme şansı 175’lik birinden çok daha fazla. Ama bunu bahane ederek bir isteğe atılmamak başarısızlığın garantisi. Tabi ki başka bir şeye yönelinebilir ama her şeyde çok çok çok daha iyiler olacak.
Gelmek istenilen yeri anlaşıldıktan sonra “bu yerin gerektirdikleri neler var?” sorusunu cevaplamak lazım. Ben şu an bu konuda burdayım, şuraya gitmem lazım. Bunu bulunca en azından kendimizi neye göre geliştireceğimizi bilebilmiş oluyoruz. Olduğumuz yerden istediğimiz yere gelmek büyük bir uçurum. Onun nasıl yapılacağını herkes kendi bulmalı. Buna bir iş olarak yardımcı olan kişiler var. Parasıyla öneri veriyorlar. Benim verebileceğim tek öneri hedefin vereceği zevki unutmadan ama hedefin büyüklüğünü unutarak çalışmak. Bir yıl içinde ne yapacağını düşünmek yerine bir sonraki gün ne yapman gerektiğini düşünmek. Önceden bütün düşünce işini halletmek. Yarın şu soruyu çözeceğim, yarın şu kadar şınav çekeceğim, ya da yarın şu kitabın 100 sayfasını okuyacağım. Bunları yaparken büyük hedefi hatırlamak ama bu küçücük teker teker günlük şeylerin hedefe nasıl katkı sağlayacağını düşünmemek lazım. Kendimize güvenmek çok önemli. İşe yarayacak. Kendimizi en iyi biz tanıyoruz ve yaptığımız küçük şeyin istediğimize ulaştıracağını daha önceden düşündük. Daha fazla yorulmaya gerek yok.
Bu sorular değişebilir, “ne olmak istiyorum” bir soru, “nasıl anılmak istiyorum” da bir soru. Mesela ben bu adamın “satamayacağı mal yok”, “tavlayamacağı kız yok”, ya da “herkesi mutlu eden biri” diye anılmak istiyorum. Süreç yine aynı. Ben nerdeyim, onun için nereye gelmem lazım? Oraya gelmek için yarın ne yapmalıyım? Hedef koymak zor. Farklı soruların sorulabileceğini söylemem farklı tip hedefleri açıklamak istemem. Herkesin farklı bir hedefi olabileceği açık. Herkes doktor ya da mühendis olacak diye bir şey yok. Artık bu bilinen bir şey. Ancak, herkesin aynı şekilde hedef koymasına da gerek yok.
Etrafta gördüğüm kişisel gelişim kitapları ya da hayat koçları herkese farklı sonuçlar için aynı hedefleri koyduruyor. Tabi ki bu çalışan bir yöntem ve buna saygım sonsuz. Buna eklemek istediğim şey farklı tip hedeflerin aynı sonuçlara varabilmesi. Yukarıda belirttiğim gibi bir hedef her şey olabilir. Hayatta şu pozisyona gelmek istiyorum, bunu yapacak kadar para kazanmak istiyorum, şu şekilde anılmak istiyorum, bu tip problemler çözmek istiyorum, ya da şu çok spesifik şeyi yapabilmek istiyorum. Bunların hepsi aynı derecede güçlü hedefler. Çok basit bir örnek:
“Ben kod yazabilmek istiyorum abi. Bilgisayarda siyah ekrana bir şey yazdığımda bir şey olsun. Bu nasıl olur? Neler lazım? Bilgisayarım var, internete erişimim var, matematik biliyorum. Başka neler lazım, google a sorayım. Hmm google’da programlama dili diye bir şey çıktı. Algoritmik düşünme gibi bir yetenek gerekli. Geliştirilebilir. Önce programlama dilinin ne olduğunu öğreneyim. Yine google. Tamam onu anladım. Önerilerde python denen bir dille başlamak iyi olur diyor. Tamam python öğrenceğim. Bunu en iyi nasıl öğrenebilirim? Başka şeyler öğrenmek için hangi kaynaklara başvurmuştum? Google her zaman bir seçenek. Öğretmenime sordum. Dersimiz Dünya diye bir site vardı o yardımcı oluyordu. Bir onları deneyim. Oha 100 saatlik bir ders. 100 saat çok ya. Sakin ol! Yarın şu egzersizi yapacağım. Tüm dersi bilmiyorum ama yarın o egzersizi yapabilirim.”
Çok bir şey söylemediğimin farkındayım. Nerde olduğunu fark et ve nereye gitmek istediğini bul demek gerçekten işin kendisine göre çok daha kolay. Ama bir yerden başlamak gerekli. Düşünmek olabilecek en iyi başlangıç. Hedefi kendimiz koyduğumuzda hiçbir dış motivasyona ihtiyaç duymadan çalışabiliyoruz. Uzun bir süre düşünüp kendimize sorduğumuz zor soruların cevabını bulduğumuzda, en azından önümüzde gideceğimiz yol beliriyor. Bu yol istediğimiz yol ve bize bunu kimse vermedi. Bu yolu gitmek için hiç kimsenin onayına ihtiyacımız yok.
Bu yola adım atmamız ne sistemin ne de başkalarının suçu. Bu yolu oluşturulduktan sonra gidip gitmemek kendi isteğimize bağlı. Başarısızlığın günün sonunda kendi suçum olacağını farketmek beni iten güç oldu. Eğer kontrolümün dışında bir şey yüzünden başaramadıysam elimden gelenin en iyisini yaptım diyebildim. Daha çok uğraşsam yapabilirdim dediğim hiçbir şey olmadı. Bunu demek çok kolay. Ancak bir kere bunu yapabilmek için şu kadar daha çalışmam lazım dedikten sonra, o şeyi yeterince istiyorsam çalışmak çok kolay oluyor. Düşündük ve istediğimize karar verdik. Onun için çalışmak için artık bir iç motivasyonumuz var. Motivasyonumuz hala mı yok? Belki de o kadar istemiyoruz? O zaman tekrar düşünelim. İstediğimiz ne?
NİSAN 17, 2020 | DERSİMİZ DÜNYA*
ALİ KURMUŞ |  DÜŞÜNMEK, HER ŞEYİN BAŞLANGICI
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
AHLAK BOZULMADAN HUKUK BOZULMAZ
Tumblr media
Medeni olmak, parayla, pulla, postla, güçle, ihtişam ve görkemle ölçülen bir şey değil; yetki, makam, araba ve saray, adamı medeni yapmaz. Medeniliğin zulümle zorbalıkla akrabalığı yoktur. Medenilik nedeni ne olursa olsun, başkasına nurlu gözlerle bakmak kriteridir. Ötekini anlamak, ötekini kendinden saymak ve ötekinin haklarını sahiplenmekle ilgilidir. Aç arzularımızın bize hizmet ettiği hiçbir hadisede medenilik yok. Misal, güç kullanmaya hevesli olmak insanı medeni yapmaz, tersine adalet dağıtmak bize medeni bir kimlik kazandırır.
Medeniliğin en önemli hususiyeti, kurallara, mutabakatlara, yasalara ve akitlere uymaktır. Daha çok medenilik ise, bütün bunları sahiplenip, herkes için daha iyi yaşanır içeriklere kavuşması için çaba içinde olmaktır. Bu uğurda zaman, mesai ve emek sarf etmektir. Pantolonumuzun rengi bizi medeni yapmadığı gibi, iyi yemekleri sevmek de bizi medeni yapmaz. İyi müzikler dinleyip iyi yaşamak, medeni olma dairesinde olmak demek değildir.
Medenilik, adalet dağıtma formu olan hukuk kurallarına bağlılıktır. Hukukun içinde olmaktır ve hukukun üstünlüğünü içtenlikle tanımaktır. Hukuk ortaklaşa yaptığımız bir akittir. Herkes içindir ve herkesi kollar. Ayrım ve ayrıcalık tanımaz. Posta, güce ve ihtişama göre konuşmaz. Evvelemirde hukuk böyle bir karaktere sahip olduğu için herkese, her yerde lazım olur.
Eğer ihtilaflarımızı gayri ahlaki biçimde çözme niyetinde değilsek, yüzümüzün dönük olacağı kutup yıldızı mutlaka hukuk olacaktır. Bu bakımdan ahlak hukukun öncelidir. Öncesidir. Eğer bu doğruysa ahlak ile hukuk arasında çok ciddi ve güçlü bağlar vardır. Hukuku paçavraya dönüştürmeden önce ahlak paçavra olur. Hukuksuzluğun olduğu yerde bilin ki, büyük orandan ahlaki bir sefillik boy göstermiştir.
Ahlaki kapasitemiz erozyona uğramadan hukuk sisteminde eyyam olmaz. Etik değerler kıymetten düşmeden hukuksuzluk boy göstermez. Ahlaki ve etik değerleri aşınmış bir toplum, hukuksuzluğa mahkumdur. Hukuksuzluk, öyle aniden bir gecede ansızın gelmez. İnsanların cüzdanları vicdanına dönüşünce bu geliş çok kolay hale gelir. Cüzdan ile vicdan arasında sıkışmak işte budur. Cüzdanın vicdandan daha büyük itibar gördüğü her toplum, kurum, iktidar ya da birey mutlaka hukuksuzluğun ortağı ve aktörü olur.
Hukuk tanımamak, değer tanımamaktır. Hukuksuzluk, insanlığa karşı suç işlemektir. Çünkü hukuk herkesin ortak malıdır. Herkese ait olan bir şeyi kendine mal etmek, deyim uygunsa gaspçılık ve açık hırsızlıktır. Toplumdan çalmaktır.
Tarihsel pratik göstermiştir ki, hukuksuzluk ebedi olamamıştır. Hukuksuzluk, sonsuzluk getirmez. Her hukuksuzluğun hesabı bizatihi hukuk tarafından sorulmuştur. Tarih sayfaları bu örneklerin ibret vesikaları olarak orta yerdedir.
Hukuka kim bağlı kalmalıdır? Elbette herkes; ama her şeyden önce iktidarlar. Güç ve yetki kullanana mercilerin birinci sorumluluğu hukuka harfiyen uymaktır. Çünkü onlar hem hukukun koruyucusu ve hem uygulayıcısın pozisyonundadırlar. Bu sorumluluk, her şeyden önce hukuka sıkı sıkıya bağlılığı gerektirir. Hukuku uygulamakla görevlendirilmiş yetkili mercilerin hukuk dışına çıkması, sistemin kontrolden çıkmış olduğunu gösterir. Oysa hukuk her şeyden önce toplumsal hayatı kontrol altında tutan bir kurum ve kurallar dizisidir. Toplum hukuka uygunluk ölçüsünde normalleşir, barış içinde yaşar.
Barışçı olmamın birinci şartı hukuka uymaktır. Hayatın olağan akışını hukuk kurallarına riayet etmeden, selamet içinde sağlamak mümkün değildir. Orman kanunları hukuksuzluktur ve her şeyden önce hayatın olağan akışını zedeler, zehirler.
Hak arayışının kurumsallaşmış hali olan hukuk sistemi, adil olabildiği kadar ahlakın, etiğin ve vicdanın koruyucusu olur.
MAYIS 2, 2020 | ANKARA EKSPRESİ*
İLHAMİ IŞIK |  AHLAK BOZULMADAN HUKUK BOZULMAZ
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
EV: TEKİNSİZ YENİ DÜNYA
Tumblr media
"Tüm dünya, aynı eve tıkıldık şimdi. Bu evde anlatılan masallar artık Daron Mouradian’ın Doğu’nun ve Batı’nın, dinlerin ve mitolojinin tüm kahramanlarını buluşturduğu, arşı alemde anlatılan tüm masalları birleştirdiği tabloları gibi olmalı. Tüm tarih, kültür birleşti, sınırlar, her zamankinden muğlak şimdi."
“Sağlık hakkında kitaplar okur, hangi etleri yiyip ne içeceğimize kafa yorar, hava almaya çıkar ve egzersiz yapar, her taşı parlatıp cilalar ve binamızın duvarlarını sağlam öreriz, yani, sağlığımız, uzun ve düzenli bir çalışmanın ürünüdür; ancak an gelir, bir dakika içinde bir top güllesi duvarımızı yıkar, her tarafı harabeye çevirir, her şeyi yerle bir eder; bütün gayretkeşliğimize rağmen önlenemeyen, bütün kuruntularımıza rağmen hiç şüphelenmediğimiz bir hastalık çıkagelir...” [1] John Donne, Devotions Upon Emergent Occasions (1627)
John Donne, ölüm döşeğinde iken yazmış bu satırları. “Ölüm döşeği”nin, ölümü bekleyecek bir vaktin bile insanlara sunulmuş bir nimet olduğunu görüyoruz bugünlerde. Hepimiz, tüm dünya, yekvücut, tüm kavramlarımızı altüst eden, bir gülleyle muhatabız şimdi. Biz hepimiz, o tek.
John Donne “bir istilacı” olarak hastalığı tanımlarken, Freud 16 yıl içinde 33 kez ameliyat olmasına sebep olacak ağzındaki büyük tümörü, 47 yıl yaşadığı Viyana’daki odasında, el aynasından izlemişti. O aynaya baktığım gün, bir noktada “Freud’la göz göze gelebilirim” korkusuyla “unheimlisch” bir hisle masasına bıraktığımı hatırlıyorum. Freud’un bizlere armağan ettiği terimlerden biri “unheimlisch / tekinsiz / uncanny”. Heimlisch, “güvenilir”i ifade ederken, unheimlisch (uncanny, tekinsiz), tam olarak korkulacak olanla ilgili. Korku ve dehşet uyandıran şeylerin kendisindense, genel olarak korkuyu tahrik eden ne varsa, onunla denk düşen şey unheimlisch.[2] Dolayısıyla, “tekinsiz”in tamamen tanımlanabilir bir karşılığı yoktur.
Freud, uysal, insana yarenlik edebilecek hayvanın ve vahşinin karşıtını “heimlisch” olarak tanımlar.[3] Olympia bebeği, cansız bir oyuncağı elimizde tuttuğumuzda ellerimizin arasındaki o “canlı mı, cansız mı?” hissini tekinsizlik olarak açıklar Freud.
Freud heimlisch kelimesine örnek olarak verdiği cümlelerde geçen “Kendimi burada olduğumdan daha heimlisch hiç bir yerde hissetmiyorum” [4] hissi, daha çok ev halinin tanımı olarak yorumlanmıştır. Bir ön kabulle, hep içinde olduğumuz ve her köşesini bildiğimiz evde, huzurlu ve rahatız, diyebiliriz. Freud'un “The Uncanny” makalesinde anlatmak istediği başka bir durum da, uzun zamandan beri bilinen bir şeyin tekinsiz hale gelebilmesidir. [5] Tanıdık olanın, tanınamaz hale gelebileceğini söyler Freud ve esas tekinsiz olanın “evdeki” olduğunu söyler, çok huzurlu olduğun evine, evdekine güvenmeyi reddeder.
Freud makalesinde böyle bir tanıma yer vermemiştir ama bir adım daha ileri giderek ayağımızın altında zeminin sallanması hissini de tekinsiz bir his olarak yorumlayabiliriz – tam olarak yaşadığımız hali. Evimiz saydığımız, her köşesine yerleştiğimiz dünyanın altındaki halı birden çekildi; şu ismi çok da lazım olmayan virüs yüzünden. Acil ihtiyaçlar için dışarı çıkıp geldiğimizde kendi avuçlarımıza, bedenimize duyduğumuz tiksinti, o his, budur işte. Kendinden iğrenme, ayağının altına serdiğin halının kayması, karşındakine duyduğun güvensizlik...
“Bir nesnenin canlı ya da cansız olup olmadığına dair belirsizlik, bu belirsizliğin bebek Olympia’ya uygulanıp uygulanmadığının belirsizliği, diğer çarpıcı ve tatsızlık durumlarıyla bağlantılı olarak oldukça ilgisizdir. Yazarın başlangıçta bizi gerçek dünyaya mı, yoksa kendi yaratımı olan tamamen fantastik bir dünyaya mı götürdüğünü bilmemize kasten izin vermeyerek bir tür belirsizlik yarattığı doğrudur.” [6]
Şimdi, tek tek evimizdeyiz ama esas evimiz olan dünyaya her zamankinden daha büyük bir tekinsizlik hissiyle yaklaşıyoruz. Elimizle dokunduğumuz kapı kolu, çocuğumuzun eli, hepsi tekinsiz.
Oysa biz gece gündüz, senelerce çalışarak evlerimizi almış, hafta sonlarımızı, yaz tatilimizi planlamış, bir ev bellediğimiz dünyaya iyice yerleşmiştik, kilerlerine, en ücra çekmecelerine kadar. Biz ona yerleşmiştik, o kalbimize, aklımıza, en ücra hücrelerimize kadar yerleşmişti.
“Gün gelecek, insanlar 100 yıl yaşayacak” dediğinde, 900 küsur yıl yaşayan Nuh Peygamber’e “Ev de yapacaklar mı 100 yıl için?” diye sorulmuştu halbuki. Şimdi Nuh Tufanını bekler gibi bekliyoruz evlerimizde. Hem kutsal kitaplarda anlatılan her hikâyeyi yaşıyoruz hem de hiç birine benzetemiyoruz bu yenileri. Yeryüzündeki ilk insan kadar yalnız, Yunus peygamber gibi balığın karnında karanlıktayız. Eyüp peygamber gibi hastalıkla sınanıyor sabrımız.
Şimdi dünyayı başka kavramlarla anlamlandırma vakti. Dünyaya şehir kadar diyorduk, biraz daha küçüldü, bir köy kadar oldu sonra. Aynı gök kubbenin altında derken, aynı evin çatısı altında olduğumuzu gördük. Ve şimdi, hepimiz aynı evin içinde “sosyal-izolasyon”dayız.
Sosyal medyada paylaştığımız resme dünyanın öbür ucundaki arkadaşımızdan yorum yazıldığına şaşırmaz olmuştuk epeydir. Bir koltuktaki hapşırınca dünyanın öbür ucundan “Bless You!”nun yankısı gelirdi. Bugün anladık ki bu koltuktan birisi hapşırdığında, dünyanın öbür ucundakine –yani karşı koltuktakine– virüsü bulaştırabiliyor.
Dünyanın farklı köşelerinde olan arkadaşlarımıza, akrabalarımıza “gurbetteler” diye üzülüyorduk. Ama çok da uzak değilmişiz, bir virüs bulaşacak kadar yakınmışız meğerse. Mekânın izafi olduğunu, zamanın izafi olduğu zamanlarda idrak ettik.
Virüs gibi kötülüğü yaydık tüm dünyaya. Ama virüsten ölen bizler değildik öncesinde. Yaydık, ama ölmedik. “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı” felsefesine binaen, kötülük Habil ve Kabil’deydi, elden ele, dilden dile çoğaldı. Ve sinema, televizyon, sonra internet, sosyal medya derken, kötülük anbean yayıldı. Kötülüğü her gün gördük, ama “dur” demedik, diyemedik. Kulağımız ölenleri duyarken yemeğimizi yemeye devam ettik. Avucumuzdan takip ettik kapılardan kovulanları, kıyıya vuranları. Şahit olduk, nefesini duyduk, ama el uzatamadık. Kötülük ifşa edildikçe meşrulaştı, meşrulaştıkça çok daha fazla kişi kötülüğün faili olmaya başladı, kötüleştik. Oysa tasavvuf düsturu, kötülüğü anlatmamaktı. Hepimiz nasıl adam öldürüleceğini, nasıl tecavüz edileceğini, ev soyulacağını, iftira atılacağını öğrenmiştik artık. Ve önemsemediğimiz evimize döndürdü bizi bu illet.
Hepimiz aynı evdeyiz şimdi. Hepimiz aynı odadayız. Başlangıç noktamıza döndük. Aynı korkudayız, virüse karşı, aynı saftayız. Biz korkuyla evimizdeyiz – virüs, korkusuzca dışarıda.
Tüm dünya, aynı eve tıkıldık şimdi. Bu evde anlatılan masallar artık Daron Mouradian’ın Doğu’nun ve Batı’nın, dinlerin ve mitolojinin tüm kahramanlarını buluşturduğu, arşı alemde anlatılan tüm masalları birleştirdiği tabloları gibi olmalı. Tüm tarih, kültür birleşti, sınırlar, her zamankinden muğlak şimdi. Elimizde distopya romanlarının külliyatı var belki, Zamyatin, Wells, Orwell, Huxley, Atwood ve niceleri.. Ve okuduğumuz tüm distopya romanlarını, kıyamet senaryolarını yaşıyor gibiyiz, binlerce insan ölürken tüm dünyanın bir Hollywood stüdyosuna döndüğünü inkâr edemeyiz ama, artık sonu iyilikle biten ortak masalları duymaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Artık tüketerek maddi şeyleri üretmeye değil, umudu çoğaltarak maneviyatı üretmeye ihtiyacımız var. Her şey var artık, ev, araba, otel, yat, kat... Eksilen ne peki? Hayat...Umut, yaşam sevinci, sağlık, iyilik, üstten bakmayan hoşgörü... İyiye ve güzele dair şeylerin kıtlığına düştüğümüz şu günlerde, en çok umuda inanmaya ihtiyacımız var.
Dünümüz, yaşattığımız geçmiş çok, bagajlarımız doldu taştı. O bagajlarca taşımaktan korkmadığımız tüm tanımlarımız eskidi, tarihi doldu. Çünkü onlar, bize önyargı, düşmanlık getirdi. Artık bu noktada hatırlamaya değil, unutmaya ihtiyacımız var. Aynı çatının altında karantinadayız çünkü. Artık uslu çocuk olup, vaktinde yatmaktan, doğa yat dediğinde, güneş kalk dediğinde kalkmaktan, doğada yetişeni mevsiminde yemekten, onu gereksiz tüketmemekten başka çaremiz yok.
Bu hastalık, bir vahiy kadar ağır artık üzerimizde. İyiliğe ve umuda  inanmazsak rüya gibi olan hayatın ta kendisine dönemeyeceğiz bir daha.
‘Halk milliyetçi tercihler yapıyor’ dedik; virüs sınır tanımıyor, milliyet tanımıyor. Kadın erkek eşitliği mi, üstünlüğü mü, yoksa daha fazlası mı, bir türlü bilemedi; virüs cinsiyet tanımıyor. Şimdi, tüm iyi masallara inanmamız lazım. Maskeleri, reçeteleri paylaştığımız gibi, en güzel masalları bir reçete gibi paylaşmamız lazım.
"Sonsuzluk çocukları korkutur ve çocukların iyi uyuması şarttır."  (Zamyatin, Biz)
Artık aynı yastığa baş koyuyoruz, aynı dünya mekânında aynı döşekte uykuya dalıyoruz. Sonsuz uykumuza dalmamak için, bir yastıkta kocamak için, masallarla uyumamız lazım. Hümanist bir söylemdir, realist midir bilmiyorum ama, hakikatin iyilikte gizli olduğuna inanmamız lazım. İyiliği ‘Pollyannacılık oynamak’ diye tanımladığımız günden beri kaybolan iyilik inancını tazelememiz lazım. İyiliğe inanmanın sonu iyilikle biten masallara kanma zamanı. Hayatı sadece rüyamızda görmemek için, bir kez daha iyi insan olmalı. "Hayal gücü adı verilen hastalıktan mustarip olma’’nın tam zamanı...
DEĞİNİLEN KİTAPLAR
Atwood, Margaret, Damızlık Kızın Öyküsü, çev. Özcan Kabakçıoğlu, Doğan Kitap, 2017.
Donne, John, Devotions Upon Emergent Occasions (1627)
Freud, Sigmund, Standard Edition of the Psychological Works of Sigmund Freud, haz. James Strachey. (London: Vintage Classics, 2001).
Huxley, Aldous, Cesur Yeni Dünya, çev. Ümit Tosun, İthaki Yayınları, 2019.
Orwell, George, 1984, çev. Celâl Üster, Can Yayınları, 2019.
Sontag, Susan, Metafor Olarak Hastalık, çev. Osman Akınhay, Can Yayınları, 2015.
Wells, H.G., Zaman Makinesi, çev. Volkan Gürses, İthaki Yayınları, 2020.
Zamyatin, Yevgeniy,  Biz, çev. Fatma Arıkan, İthaki Yayınları, 2018.
KAYNAKÇA
[1] Susan Sontag, Metafor Olarak Hastalık, Can Yayınları, 2015.
[2] “It is undoubtely related to what is frightening- to what arouses dread and horror; equally certainly too, the word is not used in a clearly definable sense, so that it tends to coincide with what excites fear in general.” Bkz. Sigmund Freud, Standard Edition ofthe Psychological Works of Sigmund Freud, haz. James Strachey. (London: Vintage Classics, 2001), 219.
[3] “Of animals: tame, companionable to man. As opposed to wild.” Bkz. Freud, a.g.e, 222.
[4] “I shall be nowhere more heimelich than I am here.” Bkz. a.g.e., 223.
[5] “I will say at once that both courses lead to the same result : the uncanny is that class of frightening which leads back to what is known of old and long familiar.” Bkz. a.g.e., 220.
[6] “Uncertainty whether an object is living or inanimate, which admittedly applied to the doll Olympia, is quite irrelevant in connection with this other, more striking instance of uncanniness. It is true that the writer creates a kind of uncertainty in us in the beginning by not letting us know, no doubt purposely, whether he is taking us into the real world or into a purely fantastic one of his own creation.” Bkz. Freud, a.g.e, 230.
NİSAN 3, 2020 | K24*
F. BETÜL ŞAHİN |  EV: TEKİNSİZ YENİ DÜNYA
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
MOŞE ANLATIYOR
Tumblr media
Moşe Anlatıyor: “Senin kendini nasıl gördüğün önemli değil, toplumun seni nasıl gördüğü çok önemli.”
“Liseyi bitirdiğim 2003 senesinde patlamalar oldu. Ondan sonra ‘İsrail’in veya Amerika’nın politikalarını beğenmeyen insanlar gelip burada seni öldürebiliyor’ kavramına bir anda aşina oluyorsun. Tabii ki illa duyuyorsun sağdan soldan, 1986’da da 1992’de de böyle saldırılar oldu diye. Ama 2003’te bunu bizzat yaşayınca diyorsun ki, ‘Demek ki senin kendini nasıl gördüğün önemli değil, toplumun seni nasıl gördüğü çok önemli.’”
Geçen yıl tanıştığım Moşe ile ilk olarak arkadaş ortamında bir araya gelmiştik. Bu yıl çeşitli etkinliklerde buluştuğumuz Moşe ile bu sefer Genç Yahudiler Anlatıyor köşesi için buluştuk. Taksim’de bir kafede gerçekleşecek görüşmemize başlamadan önce, sevdiği isimlerden “Moşe” ismini kullanmaya karar verdik.
33 yaşında bir Sefarad Yahudi’si olan Moşe, emekli bir baba ile ev kadını bir annenin tek oğlu. Eğitim hayatına Musevi okulunda başlamış ancak ortaokula geldiğinde ekonomik sebeplerden ötürü devlet okuluna geçiş yapmış. Ortaokulu ve liseyi karışık bir devlet okulunda okuyan Moşe, liseyi bitirince Açık Öğretim Fakültesini iş hayatıyla eş zamanlı bir şekilde sürdürmüş. 4 yılın ardından özel bir üniversitede siyasal bilimler dalında yüksek lisansına başlayarak iş hayatına yurt dışı menşeli bir şirkette devam etmiş. Şirketin 2012’de değişen kanun sebebiyle Türkiye pazarından çekilme kararıyla birlikte, yüksek lisansını bitirmiş ve sonra askerliğini yapmış. Moşe şu anda Şişli’de yaşıyor, özel bir üniversitede doktorasını yapıyor ve iş hayatına serbest meslekle devam ediyor.
Musevi okulunun ardından geçiş yaptığı devlet okulu, Moşe için çoğunluk toplumuyla ilk karşılaştığı ve kendi ifadesiyle “kültür farkını çok net bir şekilde gördüğü” bir deneyim olmuş. Kendini bildi bileli tarihe ve kültüre özel bir merakının olduğunu söyleyen Moşe, çoğunluk toplumunun her zaman farkında olduğunu ancak ilk olarak ortaokul zamanlarında araştırma yapıp bilmediği detaylar öğrendiğini benimle paylaştı. Kendisine kimliğiyle ilgili soruların ilk defa yöneltilmeye başlamasıyla kendisine ve kimliğine dair erken yaşta bilinçlendiğini ve bunun yüksek lisansını ve askerliğini yaparken ona birtakım faydalar sağladığını anlattı. İnsanın kendisini nasıl gördüğünün değil çoğunluk toplumunun onu nasıl gördüğünün önemli olduğunu vurgulayan Moşe İstanbul’dan gitmek zorunda kalacağı günlerin gelmesini istemediğini söyledi. Şimdi sözü ona bırakıyorum…
Kendinden bahseder misin biraz Moşe?
1985 doğumluyum. İlkokula Musevi okulunda başladım, daha sonra karışık bir devlet okulunda okudum ortaokulu ve liseyi. Ardından Açık Öğretim Fakültesi bitirdim. Üzerine yüksek lisans olarak özel bir üniversitede siyaset bilimi okudum. Arada askere gittim. Askerden dönüşte de aynı üniversitenin doktora bölümüne kaydoldum. Ailem bildim bileli hep İstanbullu. Sefarad kökenliyiz. Tarihi kurcalamayı çok seven bir insanım, doğal olarak ailemi kurcaladım. Mesela babaannemin dış görünüşü Sefarad dediğimiz İspanyol kökenli insanların karakteristik özelliklerinden farklıdır. Bu bağlamda acaba Aşkenaz kökenimiz var mı diye çok zorlamama rağmen çok bir şey yakalayamadım. Bunun dışında ailemin İstanbul’a ne zaman geldiğiyle ilgili de çok bir veri yok, bildik bileli Hasköy ve çevresinde yaşadığımız söyleniyor. Bu bağlamda acaba Romaniotlarla bir bağlantımız var mı diye burayı da zorladım ama buradan da bir şey çıkartamadım. Elimden geldiği kadar geriye gitmeye çalışsam da tarihin el verdiği kadar bildiğim kadarıyla Sefarad olarak niteliyorum kendimi.
Ailenin tarihçesini nasıl araştırdın? Nerelere başvurdun?
Şöyle, ailenin yaşlı bireylerini sözlü olarak sürekli sıkıştırırım. “Annen neredeymiş?”, “baban nereden gelmiş?”, “senin dedenin ismi neymiş veya nerede gömülmüş” gibi sorduğum sorular ailenin bildiği bir şeydir ve çoğu zaman aile içinde kavga çıkartan sorulardır bunlar. Çünkü ailenin iki yaşlı bireyi konu hakkında farklı hikayeler hatırlıyordur “yok yok öyle değildi, biz aslında şöyleydik” gibilerinden kendi aralarında tartışırlar. Bu çok bilgi katıyor insana çünkü aslında yanlış şeyler hatırlamıyorlar farklı dönemleri hatırlıyorlar; biri 10 yıl önceyi biri 10 yıl sonrayı hatırlıyor. Dolayısıyla o süreçten ailen hakkında daha fazla bilgi ediniyorsun. Bu aldığım bilgiler ışığında da elimden geldiği kadar kendi cemaatimde girebildiğim arşivlerde bunun kurcalamalarını yaptım.
Evde Ladino konuşulur muydu?
Sadece benim anlamamı istemedikleri şeylerde konuşurlardı. Babaannemin Ladino dil haznesi Türkçesine göre çok daha iyiydi tabii ki. Doğal olarak konuşması sırasında ağırlıklı olarak Ladino konuşurdu. Ben de bir babaannenin torununa Ladino olarak dediği her kelimeyi biliyorum. Mesela şeker, yemek, su, gelmek, gitmek, oynamak… Veya yemek isimleri. Ama kendimi ifade etme yöntemleri veya sohbet açma noktasında tabii ki Ladino kullanabileceğim bir dil değil.
Kaybolmakta olan bir dil oluşu hakkında ne hissediyorsun?
Çok içimi acıtıyor diyemem açıkçası. Vay arkadaş dilimizi kaybediyoruz benliğimiz yok oluyor şeklinde düşünmüyorum. Olsaydı güzel olurdu, değerli bir bilgi ve kültürel bir zenginlik neticede. Ama diğer yandan hayatın gerçekleri de var. Onu şöyle değerlendiriyorum, zaten İspanya için bile eski bir dilden bahsediyoruz. İspanya’da İspanyol dili ve edebiyatı okuyan öğrencilerin dilin tarihçesini ve gelişimini öğrenmek için Türkiye’ye gelip burada Ladino konuşan Yahudilerle sohbet ettiğini biliyorum. Çünkü bizim buraya geldiğimiz dönem İspanya’da Cervantes’in İspanyolca konuştuğu dönem, doğal olarak bugünün Türkiye’sine geldiği zaman adam zaman makinesine binip İspanya’nın eski İspanyolcasını öğrenmiş oluyor teknik olarak. Bu çok etkileyici bir şey ve değerli bir hazine. Bir de şu var, bu toplumun bir parçası olma noktasında bu toplumun hakim dilini de akıcı bir şekilde konuşabilmek, kendini bu dilde ifade edebiliyor olmak bence yanlış bir kavram değil. Bulunduğun ülkenin kelimelerini düzgün konuşabiliyor ve o dilde romanlar yazabiliyor olmak değerli geliyor. Evet, 1930’larda “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları yüzünden baskı altına girmiş insanlar var, ki ailemin içinde de olduğunu tahmin ediyorum, ama diğer yandan şu beni daha çok rahatsız ediyor, eski Türk filmlerinde Yahudi, Rum, Ermeni karakterleri canlandırırken şivelerinin ya da aksanlarının bozuk şekilde nitelendirilmesi beni çok rahatsız ediyor. Benim çevremde ya da ailemde kimsenin şivesi bozuk değil.
Aile büyüklerinde şive kayması oluyor mu?
Güzel soru, babaannemin mesela Türkçe konuştuğunu çok hatırlamıyorum. Evet, konuşmaya çalışsaydı bozuk konuşurdu büyük ihtimalle ama çok konuşmazdı. Ağırlıklı olarak Ladino konuşurdu. Bak mesela babamlar halamlar anneleriyle Ladino konuşup bizle Türkçe konuşmalarına rağmen onlarda bir şive kayması yok.
İsmine gelelim. İsmin nasıl konmuş?
Geleneğe uyularak. Dedemin isminin kısaltılmışı.
Ailen Şabat’a bakar mı?
Şimdi, Şabat’a bakmak çok derin bir kavram. Kuralları olan ve aslında Yahudi dinî öğretisinin en zor emri diyebileceğim kavram. Doğal olarak Türk Yahudi toplumu içerisinde ortalama bir aile olarak değerlendirirsem kendi ailemi, bakılmazdı. Zaten kimin baktığını da şu ana kadar hiç bilemedim. Ancak çok dindar ailelerin baktığını duydum, benim çevremde neredeyse hiç yok ama. Şabat’ın bir farklılığı vardı benim için; hayatım boyunca hiçbir zaman Cuma akşamları saat akşam 10’dan 10 buçuktan evvel evden çıkamadım. Mutlaka akşam saat 7’de evde olunur, Şabat masası kurulur, ailecek hep beraber yemek yenir sohbet edilir ve geçe kadar oturulurdu. Ancak ondan sonra çıkılacaksa çıkılırdı. Babaanneye gidilir bizde, halada devam eder bu. Şimdi benden şey bekleniyor, “artık sen de evlen de biz de sana gelelim”. (gülüşmeler)
Bayramlar nasıl geçer peki?
Bizim aile dindar olmasa da çok gelenekçi bir aile. Mesela çevremdeki çoğu arkadaşımın pek bilmediği Tu-Bişvat diye bir bayramımız vardır. Bahar bayramı diye adlandırabileceğimiz bu bayram ağaçların çiçek açmasını anlatır, belki biraz Nevruzla benzeştirebileceğimiz bir bayram. O bayramda her zaman masada kuruyemişler olur. Veya Şavuot bayramında, evdekilere sorsan belki bayramın hikayesini bilmezler ama mutlaka beyaz renkli masa örtüsü, süsler ve beyaz renkli tatlılar masada olur. Hikayeyi bilmese bile geleneği biliyor. Pesah, Purim gibi büyük diyebileceğim bayramların doğal olarak daha fazla hikayesi, uygulanması gereken kuralları biliniyor. Mesela Kaşerut, Yahudi dini için çok önemli ve büyük bir yer tutan yeme kuralları, bizim evde asla uygulanmaz. Ama Pesah’da sekiz gün boyunca ev Kaşerut kurallarına uygun bir şekilde yer.
Peki, Şabatlarda aile büyükleri Kaşeruta bakıyor mu?
Sanırım onlar bakıyor. Kaşerut çok geniş bir kurallar dizisi. Eve tabii ki kaşer et giriyor ama mesela masada etli yemek var biz yoğurt çıkarmayalım demiyorlar. Böyle biraz daha hafif, üstten üstten bakılıyor.
Kipur tutar mısınız?
Evet, herkes tutar. Kipur’la ilgili şöyle ilginç bir şey var, insanların oruç tutmama ihtimali olduğunu belki 20 yaşında falan öğrendim. “Nasıl? Kipur’da oruç tutmuyor musun?” tepkilerini veriyordum, benim bildiğim en alakasız insan bile senede nasıl olsa bir gün diye oruç tutardı.
Ada hayatın var mıydı peki?
Ada hayatım vardı ama yazlığımız yoktu. Ben 5-6 yaşından beri adada bir Yahudi yaz kampına gidiyordum ve bu yaz kampı güzeldi benim için. Çok fazla arkadaş edinebiliyorsun, küçük yaştan çevren oluşuyor ve adada olmanın avantajıyla denize girebiliyorsun havuza girebiliyorsun. Sosyalleşebileceğim ve yazın İstanbul’da boş boş oturacağıma eğlenceli, güzel vakit geçirebileceğim bir yerdi benim için. 5 yaşından 14 yaşına kadar oraya her yaz çocuk olarak gittim. 14’ten sonra da abi olarak, çocuklara bakıcı olarak katıldım oraya. Yaklaşık bir beş sene falan sürdü bu. Çocukken farklı çocuklarla beraber zaman geçirmek çok eğlenceliydi, büyükken de şey gibi hissediyordum, “bu benim yapmam gereken bir iş, benim yaşım geldi artık ben de bunu yapmalıyım”. Vicdanî bir sorumluluktu belki de… Doğal olarak her yazım adada geçti ama hiç yazlığımız olmadı. Bu beraberinde iki şeyi getiriyor; ada kültürünü biliyorsun, çevresini biliyorsun bu hoş bir şey, ama diğer yandan Yahudi toplumu içerisinde çok avantajlı bir durum değil. Özellikle adada yazlığın yoksa ve böyle bir kampa katılıyorsan demek ki sosyo-ekonomik düzeyin çok da iyi değil ve bu da görece dışlanmana sebep olabilecek bir konu. Ben de insanlara şeyi anlatmaya çalışıyordum, “Tamam ben oraya gidiyorum da sen ne yapıyorsun? Sen yazın Çeşme’ye Bodrum’a gidiyorsun ailenle 1-2 hafta, e sonra? 3 aylık tatilde evde oturuyorsun sonra. Onun yerine burada hem sosyalleşebileceğin, kendini eğitebileceğin, ödevlerini yapabileceğin bir yer var. Buna niye aşağılayarak bakıyorsun?”. Bu her yerde oluyordur elbette ama biz nüfus olarak daha küçük olduğumuz için dedikodu daha hızlı geliyor bize. Geniş toplumda da illa oluyordur, Türkiye’de yazlığa gidenlerle gidemeyenler, yazlığı Çeşme’de olanlarla Avrupa’da olanlar arasında seviyeye dair bakış farklılıkları oluyordur. Ama sen yazlığı Avrupa’da olanın bakışını bilemezsin çünkü senle asla aynı ortama gelip sohbet etmez. Bizde bu çok net olabilecek bir şey; herkes birbirini tanıyor.
Eğitim hayatına neden bir Yahudi okulunda başlayıp sonra bir devlet okulunda devam ettin?
İlköğrenimime neden bir Yahudi okulunda başladığıma dair bir fikrim yok açıkçası. Ama ortaokulda niye devlet okulunda olduğumu biliyorum çünkü Yahudi okulu ekonomik olarak çok pahalıydı, bizim de ücreti ödeyecek gücümüz yoktu. Devlet okuluna girdiğim zaman da evime yakın olana girmek durumundaydım. Ortaokulu orada okumamın ardından Nişantaşı’nda bir devlet okulunda devam ettim liseye. İyi bir okuldu ama içine girince o kadar da parlak olmadığını görüyorsun. İşin aslı şu, günün sonunda Şişli’deki devlet okulunda Şişli’deki, Nişantaşı’ndakinde ise Nişantaşı’ndaki kapıcı çocuklarıyla okuyorsun. Çünkü o mahallenin zenginleri zaten çocuklarını oraya göndermez. Nişantaşı’nda okudum diyorsun ama Nişantaşı tebaasıyla okumuyorsun aslında, Nişantaşı’nın esnaf çocuklarıyla okuyorsun.
Yahudi okulundan sonra karışık bir devlet okulunda okumak nasıl bir deneyimdi hatırlıyor musun?
Hatırlıyorum, çocuksun hatırlamayabilirsin diye düşünme, çok akılda kalıcı şeyler yaşıyorsun. Mesela ortaokula ilk başladığım zaman Yahudi okulundan sonra inanılmaz bir kültür farkı gözüne çarpıyor. Hayatımda ilk defa öğretmenimden dayak yedim, tokat attı, elime cetvelle vurdu. Ağlayarak sınıftan dışarı çıktım, dışarıda müdür yardımcısı gördü beni ve sordu ne olduğunu. “Hoca herkese vuruyordu, bana da vurdu ve ben de ağladım” dedim, “Niye vuruyordu?” diye sordu “Ödevimizi düzgün yapmadık” dedim. “Vay siz ödevinizi niye düzgün yapmadınız!” diye bir de o vurdu. Ben hayatım boyunca ailemden herhangi bir dayak görmemişken ya da Yahudi okulunda bunu hiç yaşamamışken bir anda o ortama girince doğal olarak ağladım. Sonra o sınıfa geri döndüğündeyse daha komik başka bir tepkiyle karşılaşıyorsun; sınıftaki diğer erkek çocukları ilkokuldan beri dayak yiyerek büyüdüğü için “Sen erkek mi değilsin de çıktın sınıftan” tepkisini görüyorsun. “Ay kız gibi her şeye ağlıyor…” Dolayısıyla inanılmaz bir sosyal baskı içerisindesin. Bunun bir diğer örneği de Bar-Mitzva dönemimdi. Ortaokul zamanıma denk gelmişti Bar-Mitzva’m dolayısıyla okuldan çıkışta derse gitmem gerekiyordu. Çantamda İbranice kitaplarla gidiyordum okula ve bir şekilde bu kitaplar gözüktüğünde “Bu ne?”, “Niye?” gibi sorularla karşılaşıyordum ve Yahudilik anlatmaya çalışıyordum. Şişli görece daha kozmopolit bir yerleşim birimi, dolayısıyla orada yaşayan insanların az çok bir Yahudi veya Hristiyan tanıdığı var. Onun için çok ağır antisemitizmle karşılaştığımı söyleyemem ama sürekli bir kendini izah etme durumuyla karşı karşıyaydım. Her şeyi tek tek anlatmak zorunda kalıyorsun; çevrendekiler zaten seni anlamıyor ama kendini acayip bilinçlendiriyorsun bu konuda. Birine bir şey anlatmak istiyorsan bunu biliyor olman lazım çünkü. Ortaokulda işte bunu çok yaşadım. Bir de şey çok oluyordu, din öğretmeni anlatıyor birini Müslüman yapınca cennete gidiyorsun diye. Sonrasında tabii “Haydi kelime-i şehadet getir” laflarıyla geçti bütün ortaokul hayatım.
İlk o zaman mı çoğunluk toplumuyla karşılaştın?
Evet, hayatımda ilk kez Müslüman birileriyle tanıştım o dönemde diyebilirim. Biliyorsun zaten aslında, her zaman komşun, arkadaşın, veya bir yerde gördüğün insanlar. Ama “Nasıl yani, siz Hz. Muhammed’e inanmıyor musunuz?” sorusuyla karşılaşınca düşünüyorsun, “He demek ki sen Hz. Muhammed’e inanıyorsun”, peki “Hz. Muhammed ile Musa arasındaki fark ne?”. Ondan sonra eve gidip baktıktan sonra diyorsun ki, “He demek ki arada 1000 yıl 1500 yıl var ve başka bir insan var; ve bu insana inanan insanlar var…” ve doğal olarak başka hikayeler öğrenmeye başlıyorsun. Her zaman Müslüman olarak biliyorsun evet, ama ayrıntılı öğrenmeye sonra başlıyorsun.
Kimliğimle alakalı sorular Bar-Mitzva döneminde başladı dedin. Peki öncesinde ismin dikkat çekiyor muydu?
Tabi tabi. Aynı döneme denk geliyor ismimle İbranice kitaplarını görmeleri. Ortaokulda Moşe olmak avantajlı olabiliyordu, çünkü daha karizmatik bir isim. Hani Mahmut değil de Moşe. Ama lisede o kadar avantajlı değildi ismim. Çünkü lisede politize olmuş, bazı konularda daha fazla bilgi sahibi olmuş insanlar Moşe’yi avantajdan dezavantaja çok kolay çevirebiliyorlar. Lisede ülkücü olmak güç gösterisidir. Arkanda abilerin vardır ve seni korurlar kollarlar. Bununla ilgili de çok hikayeler var başımdan geçen çünkü çok fazla farklı dönemlerin içinde bulundum lisedeyken. İsrail’in Gazze savaşı, İntifada süreci falan derken o sırada ben okuldaydım. Bir şekilde konu “Zaten bu Yahudiler…” şeklinde sana bağlanıyor ve sen de anlatmaya çalışıyorsun “Hayır bu Yahudiler değil, orada bir devlet var, bu devletin politikaları var, bunun dışişleri var… Ben nasıl hiç yaşamadığım bilmediğim bir ülkeyle bir tutulabilirim?” gibilerinden dil döküyordum. O noktada da bireysel olarak alaka kurmaya başlıyorsun İsrail’le; o güne kadar kendimi sadece Yahudilikle alakalı bir birey olarak görürken o günden sonra toplum “Hayır senin onunla alakan var” dediği için acaba ben İsrail’le bağlantılı mıyım diye sorgulamaya başlıyorsun ve ister istemez bir bağlantı da kuruyorsun. Liseyi bitirdiğim 2003 senesinde patlamalar oldu. Ondan sonra “İsrail’in veya Amerika’nın politikalarını beğenmeyen insanlar gelip burada seni öldürebiliyor” kavramına bir anda daha aşina oluyorsun. Tabii ki illa duyuyorsun sağdan soldan, 1986’da da 1992’de de böyle saldırılar oldu diye. Ama 2003’te bunu bizzat yaşayınca diyorsun ki “Demek ki senin kendini nasıl gördüğün önemli değil, toplumun seni nasıl gördüğü çok önemli”.
“1986 olsun 1992 olsun, sağdan soldan duyuyorsun bu saldırıları” dedin. Nereden duyuyordun? Ev içerisinde konuşuluyor muydu mesela bunlar?
Ev içinde konu açılırsa konuşulur, konu açılmazsa konuşulmaz bunlar. Konu nasıl açılır? Konuyu ben açarım genelde. Evde herkes o konuları bilir, bilmiyorum diyen biriyle karşılaştığımı hiç hatırlamıyorum ama asla konuyu açtıklarına da denk gelmedim. Ancak benim bir şekilde konuyu açmam gerekir. Bunun dışında sosyal ortamlardan duymuş olabilirim bu saldırıları. İlk nerede ya da ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum doğrusu. Bir yerde okumuş da olabilirim ya da arkadaşlarımdan duymuş olabilirim. Belli bir zamandan sonra, özellikle 15-16 yaşlarında falan, hafta sonu beraber dolaştığın arkadaş grubundan çok farklı konularda çok farklı şeyler öğrenebiliyorsun. Ergen genç sohbeti içerisinde daha önce bilmediğin şeyler duyabiliyorsun, kafanda soru işareti kalan şeyleri de evde “Ya böyle bir şey varmış, bu ne demek?” diye soruyorsun. Mesela ilk İspanyolca küfürleri arkadaşlarımdan öğrendim doğal olarak eve gidip sorunca bu ne demek diye “A-aa ne kadar ayıp! Sen bunu nereden öğrendin?” şeklinde tepkiler almıştım.
Bu arkadaşlar peki ilkokuldan mıydı yoksa başka cemaat ortamlarından mıydı?
İlkokuldan beri tanıdığım arkadaşlarım da var, ailemin arkadaş gruplarının çocukları var, farklı cemaat ortamlarından tanıştığım insanlar var. Ama ağırlıklı olan kuzenim diye hitap ettiğim aile yakınlarım.
Cemaat faaliyetlerine katılımın nasıldı?
Çok küçük yaşımdan beri içindeyim aslında. 10-11 yaşından itibaren elimden geldiğince cemaatin düzenlediği faaliyetlere katıldım, belli bir yaşa geldikten sonra da sadece katılım değil sorumluluk da almaya başladım. Bu faaliyetlerde yapılacak bir şey oldu mu örneğin, elimi taşın altına koymayı seven bir insanım. Hala da elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyorum.
Arkadaş ortamlarından bahsedelim o zaman biraz. Üniversiteye kadar kimler oluşturuyordu arkadaş grubunu?
Farklı gruplar oluşturuyordu. Ortaokula kadar Yahudilerdi. Ortaokulda, yeni bir okula yazıldığın zaman doğal olarak arkadaş edinme ihtiyacındasın. Hele bir de bahsettiğim dayak olayı ve “Kız gibi çocuk” laflarından sonra daha fazla ihtiyacın oluyor arkadaşa. Birileriyle beraber dolaşmalısın, tek başına dolaşırsan hedef olabilirsin. Çok emin değilim şimdi söyleyeceklerimden, %100 eminim diyemem yani. Bir tanesi şu; bazı insanlar benimle arkadaş olmak istemediler, bazı insanlar da Yahudi olduğumu öğrendikten sonra arkadaş olmak istemediler. Mesela bir örnek vereyim, Osmanlı tarihiyle ilgili bir dönem ödevi almıştım ve o dönem haliyle Google olmadığı için kitap nereden bulabilirim diye düşünüyordum. Bir arkadaşım “Bizim evde ansiklopediler var gel bize” dedi. Gittim, evde anneannesi vardı, başı kapalı dindar biriydi. Oturdum, evdeki İslami ansiklopedi dizisi içerisinde Osmanlı tarihi anlatılan kitaplardan çalışmaya başladım. Kadın gayet iyi bir şekilde geldi ve “Evladım adın ne senin?” diye sordu. Söyledim, “Ne?” diye anlayamadı. Bir daha söylediğimde “He peki” dedi ve o çocuk bir daha benimle hiç konuşmadı. Bilmiyorum tabi, belki ailesiyle bu konu hakkında hiç diyaloğa girmemiştir belki tamamen tesadüftür. Çocuk bir daha benimle konuşmak istemedi, bunu biliyorum sadece. O dönem kimler benimle arkadaş oldu? En yakın arkadaşlarımdan birisi Alevi, biri bir asker çocuğu, bir tanesi laik bakış açısı olan bir çocuk ve bir tane de Hristiyan bir çocuktu. Biz böyle bir gruptuk. O zamanlar fark etmiyorsun tabi ama büyüyüp geriye dönüp baktığın zaman “Beyaz Türklerle dolaşıyormuşum aslında o dönemde” diyorum; okumuş laik bakış açısına sahip çocuklar, bir asker çocuğu, bir Alevi… Standart Sünni Müslüman’la çok arkadaş olamamışım. Liseye geldiğimdeyse durum daha feciydi; hiç yakın arkadaşım yoktu. Şanslıydım ki kuzenimle aynı okuldaydım. Dışladılar beni evet ama belki ben de onları dışlamıştım. Tek başıma kalmak istemezdim kesinlikle, zor bir durumdu ama çok cahilsiniz dediğimi de hatırlıyorum. Sadece tarihe meraklı değil, genel kültüre de meraklıydım, güncel politikaya da… Biri sana çıkıp ülkü ocakları, MHP deyince “Bak aslında şöyle bir şey de var” diyorsun cevap olarak. Che’nin Motosiklet Güncesini yeni okuduğum dönemler, adamlar dinlemiyor bile. Sonra sen de çok cahilsin diyorsun tabii. Sen mi beni dışlıyorsun ben mi seni çok emin değilim.
Üniversiteye gelelim. Açık Öğretim Fakültesi bitirdiğini söyledin. Neden Anadolu’da bir üniversite tercih etmedin?
Ben 2003’te liseden mezun olduğum zaman İstanbul’da çok az özel üniversite vardı ve bunlar inanılmaz pahalıydı. Ailemin de bunu karşılayabilecek gücü yoktu. Diğer yandan Anadolu’da bir üniversiteye evet gidebilirdim ama Türkiye’de Anadolu’da okuyan bir genç Yahudi hiç yok. Bunun hem güvenlik algısı sebebi var hem toplumsal sebebi var hem hayatını idame ettirebilmekle alakalı sebepleri var… Ama yok neticede orada okuyan bir Yahudi. Dolayısıyla Açık Öğretime karar verdim ve 4 yılda bitirdim. Bu değerli bir şey bence, zor dersleri biri sana anlatmadan verip zamanında bitirmen ama günümüz bakışıyla Açık Öğretim bitirmek aşağılanan bir şey ne yazık ki. Biraz da bunun yüküyle özel bir okula yüksek lisansa başvurdum. Özel bir okulda okumanın avantajını çok gördüm çünkü görece parasını vererek gelen adam belli konularda daha iyi yerlerde oluyor. Dolayısıyla alakasız iyi yerlerde tanıdığım insanlar var şu an mesela. Siyasal okumanın şu getirisi var, görüşlerini çok açık bir şekilde dile getirebiliyorsun ve her konuda herkesle tartışabiliyorsun. Bu, sınıfta görece dışlanmanı hızlandırabiliyor ama bunu dışlanma olarak değerlendirmemek lazım. Herkes kendi görüşüne yakın olan adamlarla takılmak istiyor zaten. Ama Yahudi olmanın orada ekstra bir zorluğu şu olabiliyor; bu diyeceklerim benim şahsi görüşüm tabii, 1930’ların Türkiye’sini tartışıyorsan anti-CHP, 1950’lerde anti-Demokrat Parti, güncel konuşuyorsan anti-AKP konuşmak durumundasın. Doğal olarak her noktada birilerine hep “anti” kaldığın için tek kalıyorsun. Ama bunu anlayabilecek insanlarla dolaşıyorsun tabii neticede.
Yüksek lisansını yaparken antisemit söylemlere ve hareketlere maruz kalıyor muydun peki siyaset konuşurken?
Bol miktarda şununla karşılaştım, İsrail politikaları eleştirilirken “Siz zaten böyle yapıyorsunuz” şeklinde yorumlar geliyordu. “Siz falan yok, ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım” dediğinde de “Tamam öylesin ama…”. Kesinlikle anlamak istemiyorlar ve inatla seni o politikanın bir parçası olarak görüyor. Ama ben bunları lisede aştığım için yeterli cevabı verebildiğime her zaman inanmışımdır. Ben yüksek lisanstayken Mavi Marmara olayı oldu. Ne olduğun çok belliyken hoca çıkıp şey diyor “Moşe, bir de sen anlat Mavi Marmara’yı haydi”. Niye ben? Tamam anlatırım ama niye ben? Sonunda sesler yükselse de çıkıp anlattım hatta sunum bile yaptım neticede ama “Niye ben?”
Anlıyorum… Çalışma hayatına ne zaman atıldın peki?
Lise bittikten sonra 18’imde çalışmaya başladım. Bugüne kadar hala çalışmaya devam ediyorum, sürekli ve düzenli bir iş hayatım oldu yani. Eminönü’ydü ilk işe başladığım yer. Eminönü Türkiye’deki çeşitli dinî duyguları ağırlıklı olan grupların yoğun yaşadığı bir bölge diyebilirim. Travmatik olarak şeyi çok net hatırlıyorum, Beyazıt Cami’nde Cuma namazı çıkışında toplanan ve İsrail bayrağı yakan grupların dükkanımızın önünden geçtiğini. İnsan ister istemez korkuyor, manyağın bir tanesi burası Yahudi dükkanı diye taş atsa o yığından kurtulamazsın. Öyle bir kalabalık. Hiç elinde İsrail bayrağı taşıyan o kadar fazla sayıda Müslüman görmemiştim mesela. Yakmak için taşıyorlar o ayrı tabii. Orada çalışırken çok farklı insanlarla tanışıp sohbet etme imkanım oldu. Bizim dükkanla iş yapan insanlar aşağı yukarı daha modern yapıda olan insanlardı, çok hacı hoca tayfası yoktu. Ben bu işe tanıdık vasıtasıyla girdim bu arada. Çalışırken okuyordum aynı zamanda. Yüksek lisans yaparken tam zamanlı çalışamıyordum o yüzden kendime başka bir iş bulmak istedim. O çalıştığım yerle iş yapan başka bir yerle tanıştım yüksek lisans yaptığım dönemde. Patronum çok anlayışlı ve düşünceli bir insandı, o ayarladı. Maslak’taydı şirket. Yurtdışı tabanlı bir şirketti ve iyi bir pozisyondu. 2012’de değişen yasa tasarısı yüzünden Türkiye pazarından çekilme kararı aldı. Dolayısıyla 2012 itibariyle ben işsiz kaldım. Ondan sonra şahsi bir girişim işine giriştim ve hala da o işi yapıyorum “freelance” olarak. Bu işin güzelliği ayın 4-5 günü çalışıp geri kalan günlerde dinlenmemdi. Ancak orada da bir baskı söz konusuydu; yaşlar 25’li yaşlar olunca ve bir kızla tanıştığında ilk sohbette konu “Ne iş yapıyorsun?”a geliyor. Doğal olarak orada ayın 26 günü yatan ve freelance iş yapan biri çekici gelmiyor. Zamanla bu işin getirisi çok parlak olmamaya başladı ve askere gitmeme çok az süre kaldığı için iş arayışına giriştim, bulamadım. Askere gittim. Geldiğimde de aynı üniversitede doktoraya başladım.
Askerliği nerede yaptın? Nasıl bir deneyimdi?
İki farklı yerde yaptım. İlki kısa dönemdi, aslında güzel geçti. Genel olarak çok kötü deneyimlemedim askerliği ama çok gereksiz olduğunu düşünüyorum. “Adam” etme merkezi askerlik. Birileri oraya gidiyor ve adam oluyor, gitmeden adam değilsin. “Ben zaten adamım” dediğin zaman olmuyor ve onu anlatamıyorsun insanlara. Diyorlar ki her insana bir şey katar, zengine fakiri anlamayı sağlar fakire düzgün davranmayı katar falan filan… Tamam olabilir, belki gerçekten bazılarına bir şeyler katıyordur ama ben kalem alacak parası olmayan insan da gördüm, Yahudi çevresinde Avrupa’da yazlığı olan insan da gördüm. Şimdi bana ne katacak burası? Ben zaten ailemin dediklerini yapan, kötü alışkanlığı olmayan bir insanım neyimle adam olmalıyım? Hiç anlayamadığım ve fuzuli gördüğüm bir yer askeriye. Mecburdum, gittim. O sistemin düzgün işlemediğini de gördüm mesela çok donanımlı Türkiye’de uzun yol kaptanı bir çocuk vardı, onu topçu olarak göndermişlerdi. Denizci olarak değil… “Çok büyük bir akıl var arkasında” efsaneleri yalan… İkincisinde usta birliğindeydim, yaz ayıydı rahattı. Bu deneyim hem iyi hem kötüydü. Başlangıcı kötüydü, tek kısa dönem ve sabıkası olmayan kişi bendim. Sonrasında bölük komutanı görece iyi bir şey yaptı; “Ne kadar az muhatap olursan o kadar az sorun yaşarsın” diye kimsenin uğramadığı bir odanın görevlisi olarak atadı beni. Nispeten rahattım.
Askerdeyken ismin dikkat çeker miydi?
Çekerdi tabii. Ben geç bir yaşta askere gittim. Gitmeden aldığım bir tavsiye üzerine yüzük götürdüm yanımda. Askerde nişanlı ya da evli olanlara biraz daha saygı gösteriyorlar çünkü. Diğerleri hep 20’lerinde ve gençse, sen de onlardan 10 yaş büyüksen ve evliysen sana abi gibi bakıyorlar. İlk dönemlerde bu beni biraz korudu. Ama mesela normal şartlarda kısa dönem olduğum için çok hızlı bir şekilde çavuş olmam gerekirdi, benim çavuşluğum gelmedi. Askerliği bitirene kadar neredeyse çavuş olamadım. Bu da düzenli olarak nöbet tutmama, ağırlıklı olarak gece nöbetleri tutmama sebebiyet veriyordu. Bu tamamen yazıcının inisiyatifinde olan bir şey bu arada ve bunu keyfine göre yazıyor. Seninle onun arasındaki ilişkiyle alakalı biraz. Benim pek umurumda değildi bu durum, idare ediyordum bir şekilde. Bir gün hazırolda dururken bir şey geldi başıma; tam arkamdaki adamdan “Bu Yahudilerin hepsi böyle zaten” gibi bir itham duydum. Ben de sonrasında “Senin benimle bir sorunun mu var? Ben sana kötü bir şey mi yaptım? Niye benim hakkımda böyle diyorsun?” diye sorduğumda “Yok abi ben sana demedim” demeye başladı. Hiçbir şeyin farkında değildi o yüzden çok da önemsemedim açıkçası. Bu biraz şans meselesi. Askerliği benden daha iyi geçen arkadaşım da vardı daha kötü geçen de.
Askerlik dedik, peki oy kullanıyor musun?
Evet, hep kullandım. Bence en önemli vatandaşlık görevlerinden biri. Bir şeylerin değişeceğine dair umudum olmasa dahi aksatmadan kullanıyorum. Oy kullanmayanların olduğunu, aynı Kipur örneğindeki gibi çok geç bir yaşta fark ettim. Benim için oy kullanmamak diye bir şey söz konusu değil çünkü.
Gezi Direnişine katıldın mı?
Evet, oradaydım. Hem de ilk günlerden oradaydım. Bir grup toplanmıştı ağaçlar kesilmesin diye çadır kurmuşlardı. Ertesi sabah da zabıta bu insanların çadırlarını basmıştı. Zabıtanın baskınından sonraki öğleden sonra oradaydım. İkinci gün diyebiliriz yani. Ve aşağı yukarı son güne kadar da oradaydım.
Oraya gitmende seni tetikleyen neydi?
İnsanlara yapılan haksızlık aslında tetikledi. Parkta eylem yapıyorlar çok masumane bir sebeple, ağaçlar kesilmesin diye ve çadırları basılıyor… İlk o tetikledi. Oraya gittikten sonra ortam çok hoşuma gitti. Gerçekten belli bir entelektüel seviye vardı, insanlar çok düzgündü. Evet bira içilmiyor muydu içiliyordu, ama akşamleyin biri megafonu eline alıp “Arkadaşlar geçen sabaha karşı zabıta çadırlarımızı bastı, bu sabaha karşı da gelebilir lütfen çok içmeyin de engel olalım” gibilerinden “Sabah erken kalkacağız” anonsunun yapılması, bu birlik beraberlik ve bilinç çok hoşuma gitmişti. Çok hoş ve doğru geliyor bu bana; isteyen içer istemeyen içmez ama sabah da zabıta için erken kalkacağız. Daha sonra akabinde parkın içinde beraberliği temsilen Ermeni, Rum, Müslüman, Kürt, Laz, Alevi hep beraber buradayız dendi, orada ilk seferde Yahudi yoktu mesela. Güzeldi beraberlik mesajı, unutmuşlar insanlık hali ama biz de buradayız demiştim mesela kendi kendime. Devam eden süreçte anti-kapitalist Müslüman bireyler, LGBTİ bireyler gibi birçok farklı bireyle birlikte ve muhaliflerin bir araya gelebildiği ortak bir platformun içinde olmak da hoşuma gitti. Bizim çadır kurduğumuz yerin hemen karşısında İTÜ öğrencilerinin “Orantısız Zeka Kulübü” vardı mesela. Bu gibi ince mizah anlayışlarını da bulabildiğim bir yerdi Gezi. Ve ben kendimi güzel hissediyordum. Mutluydum. Herkesle birlikte ve beraberdik. Siyasal okuyunca bir şeylerin değişmeyeceğine inanıyorsun ya, orada sanki değişecek gibiydi. Diğer yandan da çok emindim bir şey olmayacağına.
“Bir şey değişmeyecek” düşüncesinin siyasal okumanın bir getirisi olduğundan bahsettin. Bu düşünce Gezi’de etkilendi mi? Herhangi bir değişim oldu mu?
Olmadı. Belki kafalarda bir değişim olmuştur olduysa ama ondan da çok emin değilim. Bugün Gezi benzeri bir olay ortaya çıkar mı? Çıkmaz bence. Neden çıkmayacağına inanıyorum? Mesela bir örnek, İran’da 2009’da yeşil devrim hikayesiyle ayaklanan halk birkaç gün önce yeniden ayaklandı ve 3-4 gün sürmedi. Çünkü hikaye şu, 2009’da İran Devleti de konudan çok haberdar değildi ve işler bir anda büyüdü, nasıl durduracaklarını da bilmiyorlardı. Ama bugün nasıl durduracaklarını biliyorlar. Aynı şeyin Türkiye’de de olabileceğine inanıyorum; Gezi gibi “anti-government” bir hareket yeniden ortaya çıkarsa devlet buna karşı nasıl davranacağını artık biliyor. Hamleyi daha önce görebiliyor. Bir de Gezi’de Haziran hareketi gibi bir şey ortaya çıktı belki ama iyi bir lider yoktu. Bir lider çıksaydı da bütün gruplar o lideri benimsemeyecekti… Doğal olarak benim umudum yok bu konuda.
Gezi’de olduğun süre içinde Yahudi kimliğinle güvende hissettin mi kendini?
Şimdi aslında Yahudi olduğumu ifade etmedim, ifade edebilecek bir ortam hiç olmadı. Oraya Moşe olduğumu bilen kendi arkadaşlarımla gittim. Çevredekilerle ettiğim sohbetler sırasında adımı söylediğimi hatırlamıyorum. Söyleseydim bir şey olmazdı kesinlikle başlarda. Gezi’nin son zamanlarına doğru çok karmaşaya dönüştü işler o yüzden bir şey diyemeyeceğim. Mesela aklıma bir şey geldi, ben askerde kısa dönemimi yaparken 200 kişilik yatakhanelerde yatıyorduk ve muhabbet oluyordu. Ben Gezi’ye katıldığımı ve hareketi çok değerli bulduğumu söylediğim anda çevremdekilerin %90’ını kaybetmiştim. Hepsi “Nasıl yahu onlar bölücü onlar terörist” demeye başladı ki bu insanlar üniversite mezunuydu. Benim olduğum ortamda konu politikaya dönüyor bir şekilde. Tarih, politika benim özel ilgi alanlarım. Ben taksiye bindiğimde de politika konuşuyorum. Mesela antisemitizm üzerine enteresan bir hikaye; taksiciyle politika konuşuyoruz “O yanlış… Bu böyle olmaz… Bunlar eksik…” şeklinde. Adam katılıyor veya katılmıyor ama konuştuktan sonra “Kardeş iyi sohbetti” deyip ismini soruyor. Moşe deyince “He ondan sen böyle düşünüyorsun” diyor. Yahudi olduğunda sadece böyle düşünülüyor sanki…
Takside ismini söylediğini söyledin. Kamusal alanda ismini gizleme alışkanlığın var mı?
Genelde yok. Bu topraklarda benim de yaşadığımı bilsinler istiyorum. Bu benim için çok değerli geliyor. Ama çok uç durumlar oluşabiliyor, o zamanlar evet saklıyorum ismimi. Mesela sağda solda açılan Filistin’e destek sergileri oluyor ve ben de gidiyorum. Broşürlerini alıyorum, sergileri geziyorum ve bazen de varsa eğer bilgi hatalarını düzeltiyorum. Küratörleri buluyorum soruyorum resim kime ait, bilgi kime ait diye ve onlarla konuşuyorum. Genellikle tarih bilgisi hataları oluyor. Bu durumlarda sorduklarında kim olduğumu, ilk aşamada ismimi söylemeyebiliyorum. Tartıştığım insanın kim olduğu çok önemli burada. Hoş sohbet ve saygılı olanlara söylüyorum ismimi çoğunlukla ve sorun da yaşamadım. Anlayabiliyorum bütün yaşadıklarımdan sonra kime ismimi söyleyip kime söylemeyeceğimi. Bunun dışında mesela yeni nesil kameralı taksilerde politika konuşuyorsam ismimi söylemeyi tercih etmiyorum.
Peki, konuyu politikadan Yahudiliğe getirelim. Yahudilik sana ne ifade ediyor? Hayatında nasıl bir yeri var?
Hayatımda çok önemli ve temel bir yeri var. Kendimi tanımlarken “Yahudi’yim” demek önemli. Bir de tabi Yahudilik nedir? Birçok Yahudi’ye göre belki ben Yahudi bile değilim. Çünkü Şabat’a bakmıyorum, Kaşeruta bakmıyorum, dinî yükümlülüklerimin hiçbirini yerine getirmiyorum belki de… Ama bana göre Yahudilik dinî bir bakış değil daha çok tarihsel, geleneksel ve aktarımsal bir şey. Kültürel bir bakış ve bir yaşam tarzı. 3500 yıldır dedelerimiz bir şekilde bu aktarımı birbirlerine sağlamışlar ve ben de bu halkanın son parçasıyım. Ben de bir sonraki nesle gelenek, görenek ve bilgi dağarcığını aktarabiliyorsam bunu sürdürebiliyorum demektir ve bunu da aktarmak istiyorum.
Hazır konu geleneklerin aktarımına geldi, ileride bir gün çocuğun olduğu zaman ev içerisinde dini yaşatır mısın?
Bunu arzuluyorum, evet. Türkiye’de karma evlilik oranı çok yüksek bu noktada farklı kültürden biriyle evlenirsem bile aktarmayı arzu ediyorum. Beni anlayabilecek biriyle evlenmeyi hedefliyorum karma evlilik yapacaksam. Burada hikaye şu, ben evet evlenebilirim çünkü realist bakıyorum. Evlenen her insana da suçlu gözüyle bakmıyorum, herkesin kendi yaşam düşünceleri var. Ama ben bu evliliği yaparsam kendi kültürümü aktarırım kesinlikle. Bazı insanlarla karşılaşıyorum kültürünü aktarmayı tercih etmeyen. Bence insan kültürünü çocuğuna aktarmak zorunda çünkü günün sonunda senin kendini nasıl tanımladığın önemli değil, toplum sana zaten bir kılıf biçiyor ve sen toplumun sana o kılıfı biçeceğini biliyorsan o halde buna uygun bir şekilde o çocuğu donat ki yarın öbür gün kimlik karmaşası içinde kalmasın. Bunu yaşayan çok arkadaşım var benim bu arada. Benim yaşımda, annesi babası karma evlilik yapmış ve çocuk kendini Yahudi olarak tanımlayamıyor. Ama Müslüman olarak da tanımlayamıyor. Acayip bir durum bu arada kalma durumu. Mesela isim konusunda konuşacak olursam, eğer karma evlilik yaparsam karşımdaki insanın isteği de çok önemli. Ama eğer iş tamamen benim kontrolümde kalacaksa tercihim Yahudi soylu bir isim olmasıdır. Kültür aktarılmak zorunda, başkaları seni zorlayacağına sen bu bilincin farkında ol.
Yahudilik ile bağını konuştuk. Peki, Türkiye’yle nasıl bir bağın var?
İstanbul’u bütün coğrafyanın dışında tutmak gerekir diye düşünüyorum benim gözümde. Dünyanın en önemli üç şehrinden biri benim için. Bunlar Roma, Kudüs ve İstanbul. 2000 yıldır çeşitli kökleri olan şehirler. Kudüs’te gezerken Roma İmparatorluğu’ndan kalan çarşı alanları ya da sütunlar gördüğüm zaman, İstanbul’da Ayasofya’yı gördüğümde veya Roma’da Kolezyum’u gördüğümde inanılmaz bir etki bırakıyor bu şehirler bende. Bugün İstanbul’daki en eski yapılardan biri olan Ayasofya, yapılırken bile aslında tarihi eser çünkü oraya getirilen dikili taşlar Mısır’dan getirilmiş 1000 yıllık taş. Dolayısıyla İstanbul tarihi benim için çok değerli ve her şeyi çok muhteşem gözüküyor gözüme. Bunun dışında Türkiye coğrafyası noktasında pek bir bağlılık hissetmiyorum. Ama mesela Atatürk benim için çok değerli bir lider. Atatürk’ün birçok tanımlamasına katılırım, mesela “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan her insan Türktür” bağlamında kendimi Türk olarak adlandırmaktan gocunmam. Bunun dışında ailemin köklerinin tamamının İstanbul kökenli olması ekstra bir bağlantı veriyor tabii. 500 yıl önce buraya gelen İspanyol kökenli Yahudilerin yaptığı sinagoga girdiğin zaman bir anda kendini 500 yıl öncesi insanlarının bakış açısından bakarken buluyorsun. Yakın zamanda açılmış modern bir sinagoga gidip baktığın zaman aslında çok bir fark yok ama küçük detaylar çok büyük farklar doğuruyor. Mesela Balat’taki sinagogun dua okuma kürsüsü gemi şeklindedir. Niye gemi şeklinde? Bir bakış açısı diyor ki İspanya’dan buraya gemiyle gelmişler ve onu anlatmak istemişler. O benim için hoş ve ilginç bir bakış açısı, bir farklılık. Doğal olarak bu topraklar bana değerli geliyor. Ancak bu git gide azalıyor tabii ki. Çünkü Türkiye’deki Yahudi popülasyonu git gide düşüyor, antisemitizm artıyor, çevredeki yapılanma değişiyor ve 1950’lerden sonra gelen yoğun göçle İstanbul’un vizyonu da değişiyor. Doğal olarak bugün İstanbul’da İstanbulluyum diyen adamı bulmak zaten imkansıza yakın, bulduğun zaman da konuştuğunda söylediği standart şey “Hey gidi bizim zamanımızda bu böyleydi, artık öyle değil” oluyor. Artık sinagogdan çıktığın zaman evine başında kipanla gitmen risk oluşturuyor. O sinagoglar 500 yıl önce oraya yapıldığında oralar zaten Yahudi semti olduğu için oradan oraya giderken bir sorun yaşamıyorken bugün Hasköy’de kafanda kipayla gezemezsin. İstanbul’u çok seviyorum, sevdiğim çok yanı var ama “Artık demir alma günü gelmişse bu limandan” çok da takılmamak lazım.
Geldi mi peki?
Geldi geldi. Kuzenim hayatını başka bir ülkede sürdürmek durumunda şu anda ve onunla ne zaman buluşsak deniz kenarında rakı içmeye gidiyoruz. İstanbul’u özlüyor ve eskisi gibi görmek istiyor. Rakı ona Türkiye’yi anımsatıyor. Eminim ki ben de günün birinde gidersem buradan, hayatımın sonuna kadar İstanbul’u hatırlayacağım ve İstanbul’u özleyeceğim diye düşünüyorum. Sadece İstanbul’u değil Türk kavramlarını da özleyeceğim. Atıyorum kuru fasulye-pilav yemeyi de İbrahim Tatlıses duymayı da birine nazar boncuğu hediye etmeyi de… Bu arada yurt dışında hiç yaşamadım. Giden arkadaşlarımı görüyorum neler yaşadıklarını biliyorum. Onların İstanbul’a ilişkin bilgi dağarcıklarını, sevdalarını ve hasretlerini bildiğim gibi kendiminkileri de biliyorum ve kıyasladığım zaman diyorum ki evet gerçekten özleyeceğim galiba. Gitmeyi hep düşünüyorum ama çok zor bir şey bu. Belki bugün değil de çocuğum olduğu zaman, üniversiteye başka bir ülkeye giderse onun peşinden ben de giderim diye düşünüyorum.
Yeri gelmişken sorayım, İspanyol veya Portekiz vatandaşlığına başvurdun mu?
Tabii, Portekiz’e başvurdum. O pasaportun çok değerli olduğunu düşünüyorum. İki temel sebebi var başvurmamın, biri vize sıkıntısı çekmemek bir diğeriyse güvence. Çünkü başka bir ülkenin vatandaşıysan başına kolay kolay bir şey gelmiyor.
İsrail’in varlığı ne hissettiriyor sana?
Güven. Orası inanılmaz bir güven veriyor ve çok değerli bir kavram benim için. İsrail’e aslında bir ülke oluşundan ziyade tarih olarak bakıyorum ben. Yahudilerin anavatanı olan topraklara geri dönmüş olmaları ve orada bir devlet kurmaları tarihsel olarak zaten görece bir mucize. 2000 yıl boyunca hiç konuşulmamış bir dilin tekrar hayata dönmesi, İbranice anlamında acayip bir mucize. Birbiriyle çok alakası olmayan Almanya’nın kuzeyinden gelen adamla Etiyopya’nın güneyinden gelen adamın eşit hak ve hürriyetlere sahip olarak yaşayabiliyor olması ayrı bir şey. Her ne kadar Türkiye’deki basında insan hakları ihlali gibi kavramlarla gündeme gelse de aslında oraya bir kere gidip gören insan, İsrail’deki Yüksek Mahkeme’de Müslüman Arap birinin bulunduğunu ya da orduda iyi yerlerde Arap insanların bulunduğunu görünce diyor ki ne kadar farklı bir ülke. Çünkü düşünüyorum bu ülkede çöpçü olan bir Yahudi ya da Hristiyan bile yok. Bana çöpçülüğü layık görmeyen devlete karşın bir buçuk milyon Arap Filistinli Müslüman vatandaşı olan İsrail’de istediğin her şeyi olabiliyorsun. Aynı şekilde Hristiyanlar, Dürzîler, Bedevîler, Ahmedîler, Çerkezler gibi birbirinden çok farklı insandan her birine kendi özgürlüklerini veriyor. Türk basınında İsrail çoğu zaman din devleti olarak değerlendirilirken İsrail aslında seküler bir devlet.
Gittin mi İsrail’e peki?
Gittim. 2003’te sinagog saldırılarında kuzenim yaralandı. Sonrasında İsrail’e gitti, şimdiki eşiyle tanıştı ve evlendi. Şimdi orada yaşıyor ben de onu ziyarete gidiyorum sık sık. Çok farklı yerlerini gezdim. Standart bir turist gibi değil de bir araştırmacı gibi gezdim. Mesela gidiyorum kontrol noktalarına hem geçen insanlarla konuşuyorum hem askerlerle. Türkiye’de nasıl yansıtıldığını bildiğim için hiç öyle değilmiş diyorsun. Aşağı yukarı 3.000.000 kişi var Batı Şeria bölgesinden İsrail’e girip, gün içinde çalışıp akşamları geri dönen. Mesela düşün Türkiye’de yaşıyorsun Yunanistan’a günlük çalışmak için gidip geldiğini düşün. Nasıl bir trafik olurdu hayal edebiliyor musun? Yüksek Mahkeme’nin bununla ilgili kararı var İsrail’de, bir kişi en fazla 12 dakika bekletilebilir ve sen 15 dakika bekletirsen bir kişiyi bu bir hak ihlali. Hakikaten de ben kimseyi beklettiklerini görmedim. Bunun gibi örnekler gördüm oradayken. Hiç anlatıldığı gösterildiği gibi değil. Ben yaşayacak olsam orada yaşamak isterim. Dünyanın başka bir yerinde yaşayacaksam, ilk tercihim İsrail olurdu. Ama Türkiye’den gitmeyi de çok istemem. İstanbul dışında başka bir yerde yaşamam gerekmesin istiyorum. Neticede bugün burada ne özgürüz ne güvendeyiz. Çoğu zaman kimliğini ifade ederken çeşitli korkular içerisinde ifade edebiliyor bazen de tamamen gizleyebiliyorsun. Kimliğini asla rahatça yaşayamıyorsun. Kimliğini yaşamanın temel kavramlarından biri dinî görevlerini yerine getirmekse eğer bunu da yapamıyorsun; bir sinagoga girerken dört tane demir kapıdan güvenlik kameralarıyla geçiyor veya güvenlik görevlilerine bu sinagoga girebilecek doğru insan olduğunu ifade etmek durumunda kalıyorsun. Bunun gibi onlarca şey var. Cemaat binaları, okullar sürekli korunmak durumunda. Korkutucu bu. Bu boyutta bir riskin içinde yaşama düşüncesi de korkutucu. Bundan 5-6 sene önce Hürriyet gazetesinin yaptığı bir anket vardı, “Türk toplumunun %78’i Yahudi bir komşu istemiyor”. Düşün, sadece komşu yani. Ben yan dairemde oturanların ismini bilmiyorum, benim için ne dine inandığı umurumda bile değil. Ama onlar senin Yahudi olduğunu öğrenince seni istemiyorlar ve %78 hiç az bir oran değil. Bir kısmı da hayatında Yahudi görmemiş zaten, buna rağmen istemiyorlar. Düşün artık nasıl kulaktan dolma yanlış bilgilere sahipler…
Çok geçmiş olsun kuzenine, sana, ailene… Son olarak şunu sorayım, İstanbul’daki cemaat hayatı içerisinde kendini nasıl hissediyorsun?
Teşekkürler. Cemaat hayatı hakkında şöyle bir benzetme yapabilirim; küçük bir mahallede yaşıyormuşsun gibi hissediyorsun sürekli. Damdaki Kemancı’yı izledin mi bilmiyorum aynı o; küçük bir köyde yaşıyorlardır, köyde herkes birbirini tanır ve bilir. Dünyanın en kalabalık şehirlerinden olan İstanbul’da kendimi o filmdeki küçük köyde gibi hissediyorum. Zengini, fakiri, yakışıklısı, güzel kızı bellidir ve bunların sayıları, evleri bellidir, arada bir dedikodu olduğunda çok alakasız insanların kulağına gider… Çok kötü değil bu arada. Komiktir. Alışkın olduğum için de acayip rahatsız oluyorum diyemeyeceğim. Bunun içinde büyüdüğüm için çok da anormal gelmiyor artık.
OCAK 15, 2018 | AVLAREMOZ*
TOMRİS DERYA KERESTECİ | MOŞE ANLATIYOR
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
BATI VE BİZ: NİYE ONLAR KAZANDI?
Tumblr media
Avrupa ile olan rekabetimizi ‘onlar’ kazandı. Çünkü belirsizliğe, bilmeme haline ve değişime razı oldular. Biz hala razı değiliz… O nedenle de zihniyetimiz değişmediği sürece Batı’nın kültürel ve bilimsel hegemonyası altında kalmaya mahkumuz.
Türk kimliğinin asli kurucu unsurlarından biri genelde Batı, özelde Avrupa karşısında yenik düşmüş olmaktır. Hele 15 ve 16. yüzyılda ‘dünyanın en büyük’ imparatorluğunu tesis ettikten, tüm çevre coğrafyalarda alabildiğine genişledikten sonra sanki bir anda ‘duraklama’ ve ‘gerilemeye’ geçilmiş olması birçoğumuza inanılır gibi gözükmüyor…
Görünürde birtakım sebepler mevcut. Batı’nın Amerikaların zenginliğini Avrupa’ya taşıması, teknolojide gelişme kaydetmesi, derken başka ülkeler üzerinde askeri ve ticari güç kullanarak emperyalist emellerini gerçekleştirmesi gibi… Ne var ki bunlar cevap değil, çünkü söz konusu farklılaşmanın öncelikle niçin ‘oluştuğunu’ söylemiyor.
Bu sekansta kritik aşama teknolojik sıçrama. Ardında bilimsel sıçrama var ve bu işin salt paraya bağlı olmadığını biliyoruz. İspanya Avrupa’nın Orta ve Kuzeyine kıyasla çok daha önce bu paraya sahip olmuştu ama kiliselerini altınla kaplama dışında fazla bir maharet gösteremedi. Demek ki mesele eldeki imkanlar değil, o imkanların nasıl anlamlandırıldığı ve dolayısıyla nasıl işlev kazandığı. Diğer deyişle mesele zihinde, zihniyette bitiyor…
Yüzyıllar içinde Avrupa’da bilim ve teknolojinin daha üstün bir faza geçmesini sağlayan bir ortam oluştu. Bireysel ve kurumsal yaratıcılığı teşvik eden bir ortam… Merakın sıradan insanların gündelik hayatına girdiği, merak sonucu ortaya çıkan buluşların toplumsal değer kazandığı bir ortam… Söz konusu toplumsal değerin getirisinden az çok tüm toplumun yararlandığı, bu değerin nasıl kullanılacağı konusunda da az çok toplumun farklı kesimlerinin etkili olabildiği bir ortam…
Dolayısıyla soru bu türden bir ortamın nasıl olup da oluştuğu ve tabii bizde niçin oluşmadığıdır. Avrupa 11. Yüzyıldan itibaren relativist zihniyetin toplumsal işlev kazandığı bir sürece girdi. Bu dinamiğin merkezinde şehirler, tüccarlar ve devletten nispeten özgürleşmiş vatandaşlar vardı. Relativist zihniyet insana yabancı ve yeni değildi… Ama kurumsal yapılarda ve kamusal alanda ilk kez belirleyici bir nitelik kazandı.
Bu yeni zihniyetin alan genişletme sürecinde ataerkil zihniyet geriledi ve nihayette relativizm ile otoriterliğin birleşiminden beslenen yeni bir (Foucault’nun tabiriyle) ‘epistem’, yani modernlik ortaya çıktı.
Bu anlatımdan hâlâ tam tatmin olmayabilir ve işin başındaki küçük değişimlerin niçin var olan zihniyet yapısı içinde çözümlenmeyip yeni bir zihniyeti beslediğini sorabiliriz. Cevap ‘adaptasyon’ kelimesinde aranmalı. Her toplum çevresine en kolay yoldan ve çoğu zaman en iyi bildiği yoldan adapte olmaya çalışır. Bu adaptasyon bilinçli ve iradi değildir… Kendiliğinden yapılmış seçimler ve tercihler sonucu ortaya çıkar. Ve hemen her zaman her toplum çevredeki değişime önce eski zihniyeti içinden cevaplar arar. Ancak bu zihniyet sorun çözemediği ve hattâ sorun yaratmaya başladığında, yeni zihniyetin kapısı aralanır.  
Öte yandan zihniyet değişimi hemen her zaman çok uzun bir zaman aralığında nihai haline gelir ve belirsiz bir süre için kalıcı olur. Çevre koşullarında radikal değişimler (örneğin Halil Berktay’ın günümüzle ilgili vurguladığı üzere büyük demografik hareketler) yeni adaptasyon biçimlerini teşvik eder.
Tartıştığımız meseleye dönersek, Batı’da bunlar yaşanırken Osmanlı Avrupa’da yeşermekte olan yeni zihniyetin sebep olduğu kültürel değişimi doğal olarak fark etmişti. Ama bundan hiç hoşlanmadığı gibi, söz konusu yeni zihniyeti zararlı da buldu. Çünkü geçerli olan ataerkil algıya göre devlet ve toplumun niteliği, devletin toplumla ilişkisi, bunlardan hareketle kişi ve kurumların özgürlük alanı, adalet ve mülkiyet gibi konularda ‘en doğrusunun’ zaten belli olduğu ve bu doğrunun değişmezliği fikri egemendi.  
Osmanlı’nın temel gayesi söz konusu ‘en doğrudan’ sapmamaya çalışmak, eğer sapılmışsa yeniden ‘en doğruya’ dönmekti. Bu anlayış değişimi bizatihi sakıncalı hale getirdiği ölçüde, yaratıcılığı da anlamsız kılıyordu. Bilim ve teknoloji fetihlere, yani ek gelir sağlamaya hizmet ettiği ölçüde yararlıydı ve bu nedenle de askeri alan önemsendi. 18. yüzyıl sonrasında sanayileşmenin de kıymeti anlaşılır gibi oldu, ancak hem sistemin bütünü ayak bağı oluşturdu, hem de işin o noktasında Batı epeyce üstün bir seviyeye erişmiş, niteliksel olarak arayı açmıştı.
Relativist zihniyetin öne çıkması Batı’nın değişen koşullara daha kolay adapte olmasının ötesinde, doğrudan koşulları değiştirmesine de imkan verdi. Bilimsel ve teknolojik sıçramaya eşlik eden yeni bir toplumsal kültür her alanda değişimi normalleştirdi. Avrupa gerçekliğin bilinemez olduğunu zihin dünyasında sindirdi ve bunu eğitimin temeli haline getirdi.
Osmanlı daha işin başında bu mücadeleyi kaybetmişti… En parlak zamanında bile Avrupa’nın kültürel egemenliği altındaydı ama bunu fazla hissetmiyordu. Avrupalılar Osmanlı dünyasına egzotik geziler düzenliyor, ama Osmanlı bürokratları her Avrupa’ya gidişlerinde ‘öğreniyorlardı’…
Sonuç olarak bugün Batı’nın kültürel egemenliği altında olmamız son derece doğal. Osmanlı’nın ortaya çıkmasından önce başlayan ve halen adapte olmakta zorlandığımız, adapte olursak kimliğimizi kaybederiz korkusu yaşadığımız bir süreçten söz ediyoruz.  
Bu süreçte Avrupa ile olan farklılığımız, eksikliğimiz haline geldi… Çünkü relativist zihniyetin değişim üretme ve değişime adapte olma yeteneği ataerkil zihniyete göre çok daha fazla. Batı’nın kültürel egemenliği bizleri kendimizi Batı gözüyle görmek zorunda bıraktı. Standartları Batı koydu, biz erişmeye çalıştık ve hâlâ da çalışıyor ama beceremiyoruz… Çünkü hâlâ ataerkil zihniyetin içindeyiz. Kendisini ‘modern’ sananlarımız bile relativizmin ima ettiği zihne sahip değiller. Otoriterliğe yaslanarak ataerkilliğe karşı çıkmayı ‘gelişmişlik’ ya da ‘ilericilik’ sanıyorlar.  
Yaşadığımız bu eziklik bizi tepki vermeye sevk ediyor ama cevapları ataerkilliğin içinde arıyoruz. Bir yanda ‘yerlilik ve millilik’, ‘yeniden şahlanma’ gibi hazin arayışlar, diğer yanda tarihi yüceltme uğruna sığlaştıran ve çarpıtan TV dizileri, ‘kendi değerlerimize’ sarılmaya çalışan pespaye kültürel ‘açılımlar’…
Avrupa ile olan rekabetimizi ‘onlar’ kazandı. Çünkü belirsizliğe, bilmeme haline ve değişime razı oldular. Biz hâlâ razı değiliz… O nedenle de zihniyetimiz değişmediği sürece Batı’nın kültürel ve bilimsel hegemonyası altında kalmaya mahkumuz. 
ARALIK 1, 2020 | SERBESİYET*
ETYEN MAHÇUPYAN |  BATI VE BİZ: NİYE ONLAR KAZANDI?
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
AZINLIKLAR NE ZAMAN KONUŞUR?
Tumblr media
Kitabı elimden bırakamadım. 350 küsur sayfayı bir günde bitirdim. Su gibi aktı sayfalar. Beni böylesine saran başka kitaplar da olmuştur ama onlar bana yeni şeyler öğreten, düşündüren kitaplardı. Oysa bu, çok iyi bildiğim şeylerden söz ediyordu. Peki, beni saran ve sarsan neydi? Sözünü ettiğim kitap Rıfat Bali’nin yayına hazırladığı, Gayrimüslim Mehmetçikler başlıklı hatıralar-tanıklıklar (Libra, Ekim 2011). Kitabın başında, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde azınlıkların askerlik maceraları yer alıyor. Devletin ve ‘ileri gelenlerimiz’in bu ‘olay’a –yani sıradan vatandaş sayılabilecek kimselerin ‘azınlık’ sayıldığında başına gelenlere– nasıl baktığını ilk bölümlerde öğreniyoruz.
Bana asıl çarpıcı gelen, azınlık askerlerinin anılarını içeren son bölümler oldu. Komik ve çoğu trajik olaylardı bunlar. Ayrımcılık üstüne bir doktora tezi bu kadar öğretici ve etkili olamazdı. Seksenden çok tanıklık, bize önyargıların, ırkçılığın, haksızlığın, ikiyüzlülüğün, milliyetçiliğin nasıl farklı biçimlerde uygulanabileceğini göstermekte. Devlete endeksli kişilerin nasıl düşündüğünü, neler yapmaya muktedir olduğunu da okuyoruz. Askerlik öykülerini okuduğumuz insanların birçoğunu yakından tanıyoruz: Patrik Bartholomeos’tan şarkıcı Fedon Kalyoncu’ya, Hrant Dink’ten Etyen Mahçupyan’a, iş adamı İshak Alaton’dan fotografçı Alberto Modiano’ya, onlarca yabancılaştırılmış sıradan ‘vatandaş’.
Kitabı bitirip kendimi yoklayınca, asıl etkileyici olanın anlatılanların kendileri değil, birilerinin bu öyküleri anlatmış olmaları olduğunu hissettim. Yani pek konuşmayanlar konuşmuştu. Azınlıklar konuşmayan, yazmayan, sessiz kalan, düşük bir profil sergileyen topluluklardır. Ezik, çekingen, kuşkuludurlar. İstisnalar azdır. Arada konuşanlar çıktığında, azınlık sayılmalarını tartışmalı kılan bazı özellikler taşıdıklarını görürsünüz. Bir kısmı ‘vatan’ı terk etmiş, başka bir ülkeye göç etmiştir; artık daha güvenli bir ortamda yazmakta ve konuşmaktadır. Aklımda, Atina’da veya Amerika’da yaşayan İstanbul Rumları veya Türkiye’de yaşayan Batı Trakyalı Müslümanlar var. ‘Diaspora’ diyelim bu tür azınlıklara. Sessizliklerinin faiziyle iadesini gözetircesine haykırırlar sık sık. Bazen de ülke içinde olan birileri seslerini yükseltir ama olayı yakından izlerseniz, bu insanların azınlık olarak değil, bir ‘anavatan’ın memuru gibi çalıştığını görürsünüz. Güvende hissederler kendilerini, çünkü sonunda emekliliği sınır ötesinde bir devlet sağlayacaktır. Bunlara da ‘sözde azınlık’ diyelim. Onlar başka bir çoğunluğun sözcüleridir. Ancak kendilerini bir tür çoğunluk hissedince konuşurlar. Sesi çıkan gerçek azınlık üyeleri, topluma entegre olabilmiş olanlardır ve onların sayısı çok azdır.
Gerçek anlamda azınlıkların meydana getirdiği edebiyat metinlerini, araştırmalarını, sanat yapıtlarını, değerli ‘obje’ler olarak görür ve ararım. Bu kitap, bu açıdan çok özel. Çünkü onlarca kimse, kendi özel komik/trajik askerlik anılarını anlatırken, sonunda ortaya ne çıkacağını bilmeden konuşmuş ve ortaya, azınlık-çoğunluk, azınlık-devlet ilişkileri konusunda bir başyapıt çıkmış. Bu öyküler, söz konusu ilişkilerin nasıl bir çeşitlilik sergileyebileceğini göstermeleri açısından da şaşırtıcı. Sanki aynı olan iki durum yok, herkesin farklı deneyimleri olmuş. Bu kitabın sergiledikleri yeniden ele alınarak ilginç ve yararlı çalışmalar yapılabilir.
Kitaptan benim çıkardıklarım, şunlar: (1) Azınlık üyeleri askerlik anılarını yazmak istememişlerdir. Eğer Rıfat Bali onlardan özel olarak istemeseydi, bu zengin tanıklıklar hiçbir zaman yazıya dökülmeyecek ve bilinemeyecekti. (2) Azınlığın çoğunlukla ilişkisinde, birbirinden çok farklı, en azından iki düzey söz konusu: Bir yanda yasalar, resmi veya gayri resmi devlet ve yönetim kararları ve uygulamalar, öte yanda insan ilişkileri. (3) Azınlıkların dertleri (ayrımcılık, ırkçı dışlamalar vb) hem devletten hem de çoğunluk üyelerinden kaynaklanabilir. (4) Azınlıktan yana kararlar ve uygulamaların da –yani umut verici işaretlerin de– iki kaynağı olabilir: Bazen devlet azınlıktan yana davranır, bazen toplum içindeki bazı çoğunluk üyeleri.
Söz konusu kitabın belki en yapıcı ve önemli katkısı, bu son tespitle ilgili. Gayrimüslim Mehmetçikler bazen bir subayın, bazen çoğunluktan birilerinin sevgisi, saygısı ve anlayışı ile nefes alabilmiş. Bunu onlarca hikâyeyi okurken görebiliyoruz. Ne devleti temsil eden kimseler, ne de sıradan vatandaşlar (ve tabii, ne de azınlık üyeleri) birbirinin aynıdır. Kitaptaki metinleri dikkatle okuyanlar (ve ille yalnız görmek istediklerini görüp, görüşlerine uymayanı görmezlikten gelerek inançlarını tazelemeye koyulmayanlar), toplumun ve insanların ‘iyi’/‘kötü’ kalıplarına sıkıştırılamayacağını göreceklerdir. Genel eğilimlerden söz edilebilir kuşkusuz, ama bu, farklılığı ve istisnaları görmezlik gelmeden yapılmalıdır.
Azınlıklarla ilgili bu tür çalışmalar, genellemeler ve kalıpyargılar (stereotip) oluşturmaya yatkındır. ‘Biz-onlar’ anlayışı önyargıları yeniden üretir. Bu çalışma, bir bütün olarak, bunun önüne geçiyor. Toplumun genel eğilimlerine işaret ederken, geleceğe dönük potansiyelini de gösteriyor. Sanırım azınlık üyeleri bu kitapta öykülerini bulup travma ve nostaljilerini tazeleyecekler, çoğunluk üyeleri de pek bilmedikleri ve kimilerinin hâlâ bilmek istemediği bir toplumsal gerçekliği öğreneceklerdir. ‘Gayrimüslim Mehmetçikler’ başlığının çelişkisi, çarpık ulus-devletin çelişkilerine paraleldir. Konunun gündeme gelmesi ise, tünelin sonunda bir ışığın görünmesinin işaretidir. Bu ışık herhalde gelen bir lokomotifin ışığı değildir.
OCAK 27, 2012 | AGOS*
HERKÜL MİLLAS | AZINLIKLAR NE ZAMAN KONUŞUR?
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
İLK DEFA ÜMİTLİYİM, BU KRİZ İŞE YARADI
Tumblr media
Bu koalisyondan borsadaki Arjantin sarsıntısına rağmen, ekonomik programın başarısına yönelik, ilk defa olumlu sinyaller alıyoruz. Son kriz, uzun vadede işe yaradı. Bundan sonra yol kazalarına uğrama olasılığının azaldığı ve hükümetin krizi ciddiye aldığı izlenimi yaygınlaştı.
Bugün daha ümitli kalktım.
Borsa’daki Arjantin’dan kaynaklanan düşüşe rağmen, geleceğe daha bir güvenle bakabiliyorum.
Hükümetin ekonomik program uygulaması sırasında IMF ile yaşadığı artçı depremler, hepimize önemli dersler verdi.
Kısa bir süre öncesine kadar, toplumun büyük bölümü gibi, son derece kızgındım.
İflas etmiş olan bir ekonomi üzerinden politika yapılması ve insanlarımızın daha da fakirleşmesi pahasına parti hesaplarına girilmesi, hepimizi çılgına çevirmişti. Ne zaman, “bu defa oldu, işler rayına girer” desek, arkasından yeni bir kriz ile karşılaştık.
Sonuncu direniş, kızgınlığımızı en üst düzeye çıkarttı. Ankara ile IMF, tam anlamıyla çarpışma noktasına geldiler.
Ancak bu defa çok farklı bir durumla karşılaştık.
Washington (IMF aracılığı ile Bush yönetimi) son derece kararlı ve sert olarak, bu şekilde top oynamayacağını bildirdi. Eskisi gibi anlayışlı, esnek davranmadı. “Bu anlaşmaya ya kelimesi kelimesine uyulur, yoksa biz çekiliyoruz” dedi. Kredi dilimini de askıya aldı. Ne kadar kararlı ve ciddi olacağını gösterdi.
İşin şakaya gelir tarafı yoktu.
Ankara ya efelik taslamayı sürdürecek ve IMF anlaşması bitecek veya oyunun kurallarını kabul edecekti.
MHP, dünya felsefesine ne kadar ters, parti çıkarları açısından ne kadar zararlı olsa dahi, direnmemeyi tercih etti.
Ankara, hiç beklenmedik bir hızda ve netlikte, IMF’nin isteklerini aynen kabul etti.
Bu tutum son derece önemliydi.
Gözlemciler açısından bakıldığında, piyasalara şu mesajlar verilmiş oldu:
1. Hükümet krizin ciddiyetini ve derinliğini anlamış ve IMF anlaşmasına verdiği önemi göstermiştir.
2. Hükümet, IMF ile itişmek yerine koşulları kabul etmek ve kurallara uymayı kararlaştırmıştır.
Bu mesajlar son derece kritikti.
Bunca kavgadan sonra, ilk defa Ankara’dan, bu programın yürüyebileceği ümidi veren bir tutum değişikliği idi.
İç ve dış piyasalar ve kamuoyunda, hem program hem de koalisyonun sonuna gelindiği düşünülürken, rüzgar dönüverdi.
Umutlar yine yeşerdi.
İşte bu açıdan bakıldığı zaman, artçı depremler ve özellikle de son kriz, boşa gitmemiş oldu. Aksine, karşılıklı olarak oyunun koşulları öğrenildi. IMF, Türkiye’nin duyarlılıklarını gördü. Türkiye’de IMF’nin yeni sınırlarını tanıdı. Nereye kadar gidebileceğini anladı. Daha sağlıklı bir ilişkinin kurulma imkanı doğdu.
İŞİN GÜÇ DÖNEMİ ARTIK AŞILDI...
Dünya Bankası temsilcisi Chipper’in, CNN TÜRK’teki MANŞET programında söylediklerini çok ilginçti.
Chipper, Türkiye’nin alması gereken ve gerçekten reform niteliğindeki kararların çok büyük bir bölümünün tamamlandığını, geriye İhale yasası, Enerji ve Tarım reformunun kaldığını söyledi ve bunca güç yolu geçtikten sonra, bu noktada bırakmanın yazık olacağına işaret etti.
Gerçekten de doğru.
Bu noktaya geldikten sonra yol kazasına uğramak hem koalisyon ortakları, hem de ülke açısından çok yazık olurdu.
Büyük bir badireyi atlatmış gibiyiz.
Tabii burası Türkiye, yine de hiçbir şey belli olmaz. Yarın yine birinin kafasına eser ve beklenmedik bir krizle karşı karşıya kalabiliriz.
Yine de her geçen gün, dünyada tek başımıza yaşamadığımızı öğreniyoruz.
Bakın, Arjantin’in iç borunu ödeyemeyecek kuşkusu borsaları dibe vurdu.
Nedeni basit.
Yabancı borsacılar, Arjantin’deki durumdan korkup, risklerini azaltmak yoluna gittiler ve borsalardan çekildiler.
Küreselleşmenin, yabancı yatırımcıları daha da ürkekleştirdiğini de somut biçimde gördük.
Her gün yeni bir şey öğreniyoruz.
Bari öğrendiklerimizi unutmayalım da, bunca deney bir işe yarasın...
TEMMUZ 13, 2001 | HÜRRİYET*
MEHMET ALİ BİRAND |  İLK DEFA ÜMİTLİYİM, BU KRİZ İŞE YARADI
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİ SUÇ KONUSU YAPMAK
Tumblr media
Bilindiği üzere Anayasa, toplumsal sözleşme senedi olarak, yasama, yürütme ve yargı organlarının yetki ve görevlerini, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini, devlet yetkililerinin yetki ve sorumluluklarını düzenler.
Tüm kamu kurum ve kuruluşları meşruiyetini anayasadan alır. Seçimler buna göre yapılır, hükümetler ve kurumlar bu temel çerçeveye göre kurulur ve işlem yapar.
Kanunlar anayasaya aykırı olamaz.
Seçimleri kazanan ve iktidar olanlar ancak anayasanın çizdiği sınırlar çerçevesinde bu iktidar yetkisini kullanırlar. Bu yetkilerini aşmaları halinde karşılaşacakları müeyyide Anayasa md.68 de ve TCK da düzenlenmiştir.
Anayasanın bu önemi nedeniyle her ilde ANAYASAL DÜZENE KARŞI SUÇLAR la ilgilenen savcılar bulunur. Bunların görevi anayasal düzeni korumaktır.
Darbe suçunun ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasını gerektirmesinin nedeni, anayasal düzene karşı işlenmiş bir suç olmasıdır. İktidarın, anayasanın öngördüğü  yollar dışında ele geçirilmek istenmesine    toplumsal sözleşmeye aykırı davranılmasına TEŞEBBÜSE karşı bir yaptırımdır.
Ne yazık ki, buna gönül rahatlığı ile evet demek mümkün değil.
Zira, bugün Anayasada ve imza attığımız evrensel hukuk sözleşmelerinde ( BM E.İ.H.B , A.İ.H.S) temel insan hakkı sayılan birçok hakkın kullanımı, suç, hem de suçların en büyüğü, “Silahlı terör suçu” olarak tanımlanmaktadır.
Örneğin;
AY md. 24 te din ve vicdan hürriyeti, 25-26 da düşünce ve kanaat hürriyeti, düşünceyi yayma hakkı ifade edilmiş, savaş,sıkıyönetim, OHAL döneminde bile kimsenin düşünce ve kanaatlerinden dolayı suçlanamayacağı, kınanamayacağı belirtildiği halde( AY md.15-2) bugün bir barış bildirisine imza atmak,muhalif bir gazetede yazmak, dini bir sohbet yapmak,katılmak, kurban bağışlamak TCK md.314 kapsamında işlem görmektedir.
Suç ve cezalarda kastın esas olduğu ( TCK md.21 ) ve suçu hükmen sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu ilan edilemeyeceği AY md.38-4( AİHS md 6.2) emri iken, zekat, sadaka ya da iyilik niyetiyle yapılan bağış ve tasarruflar terör suçu olarak işlem görmektedir. Hem de bizzat Bakanlar Kurulu Kararıyla “Kamuya yararlı dernek” ilan edilen bir derneğe yapılan 5 TL lık bağışlar, “meslekten ihraç edilmeye ve hakkında kamu davası açılmasına neden olacak kadar hukuktan uzaklaşılmıştır.[1]
Anayasa md.51 de “Sendika kurma ve üye olma hürriyeti” düzenlendiği ve, TCK md.118 de de sendikal hakların kullanılmasını engellemeye hapis cezası öngörüldüğü halde, İktidarın sevmediği veya hedefe koyduğu bir sendikaya, bir derneğe üye olmak KHK ile meslekten çıkarılma ve hakkında silahlı terör örgütü üyeliğinden dava açmak için yeterli bir neden olarak görülmektedir. Kaldı ki valiliklerin izni olmadan hiçbir sendikanın kurulması mümkün olmayıp, suç konusu edilen sendikaların tümünü valilikler ilgili iş kollarına duyurmuş ve üye olanın aidatını devlet bizzat ödeyerek teşvik etmiştir.( EK-1)
Aynı şekilde “Sözleşme ve Çalışma hürriyeti” Anayasa md. 48 de düzenlenmiş ve bu hakları ihlal etmek  suç olarak tanımlanmasına rağmen ( TCK md.117 ), devletin bizzat açılışını yaptığı vergi aldığı bir bankaya para yatırmak ya da bu bankanın batmasını istememek silahlı terör örgütü sayılacak kadar garip binlerce vaka yaşanmaktadır.
Tüm dünyada mülkiyet hakkı ve alın teri, yaşam hakkından sonra en çok önemsenen değer verilen bir hak iken ( AY md.25, AİHS Ek protokol 1, Hz. Muhammed S.A.V in Veda Hutbesi ) 100 binden fazla insan, tek satır savunma alınmadan, yıllarca emek verdikleri, alınteri döktükleri mesleklerinden atılmışlardır. En ufak bir disiplin cezasında bile savunma hakkının mutlaka alınacağı AY md.129-2 emri olduğu halde, “SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜ İLE İRTİBAT” gibi çok ağır bir suçlamada tek satır savunma alma yoluna gidilmemiştir.
Anayasa md.38 -10 da “Genel müsadere” cezası yasaklanmış iken  binlerce iş adamı ve şirketin tüm malvarlığına, mahkeme kararı olmaksızın ve suçtan elde edildiği yönünde kesin bir karar olmaksızın el konuldu.
Şimdi tüm bunlar işlenirken akıllara ister istemez şu soru gelmektedir.
Devletin temeli ve tüm organların meşruiyet kaynağı, sınır ve çerçevesini çizen anayasa yürürlükte mi?
Yürürlükte ise, anayasa 13 -22 ve devamında sayılan temel hak ve hürriyetler bu derece alenen çiğnenirken, her ildeki cumhuriyet başsavcıları, anayasal düzenden sorumlu savcılar, adaleti tesis etmek için altına kırmızı mercedes ve binlerce personel tahsis edilen adalet Bakanı, müsteşar ve bürokratları ne yapmaktadır?
Merak ediyorum.!
Tüm bu ihlallerden kendilerini sorumlu görmüyorlar mı? Yoksa  Yürütme organına karşı işlenen suçlar dışındakilerin can ve mal güvenliği kendileri için bir değer ifade etmiyor mu?
Yürütme organına karşı işlenen hain bir girişimi, en ince ayrıntısına kadar soruşturan, darbe ile ilgisiz 500.000 insanı gözaltına aldırıp yargılayan,“ tatbikat var” denilerek kandırılan, ateşe atılan askeri okul öğrencilerine, bir haftalık erlere varıncaya kadar en şedit şekilde cezalandıran yargı teşkilatı, milletin kendisine karşı işlenen, temel hak ve hürriyetlerini terör suçu saymak suretiyle anayasal
[1] -Kimse Yok mu Derneği, 19 Ocak 2006 tarih ve 2006-9982 nolu Bakanlar Kurulu kararı ile “Kamu Yararına Çalışan Dernek” statüsü kazandı.
Bakanlar Kurulu’nun 6 Şubat 2007 tarihli ve 2007-11683 sayılı kararı ile “İzinsiz Yardım Toplama” yetkisi aldı.
10 Ağustos 2008 tarihinde “TBMM Üstün Hizmet Ödülü”ne layık görüldü
kendisine karşı işlenen, temel hak ve hürriyetlerini terör suçu saymak suretiyle anayasal düzenin ihlal edilmesi suçlarına neden sessiz kalmaktadır.?
İktidar organları aleyhine en basit bir tweet’e bile müfettiş görevlendiren, soruşturan Hakimler Savcılar Kurulu, en temel anayasal hakların göz göre göre ihlalini ve anayasal suçlar bürosu savcılarının tüm bunlara karşı duyarsızlığını, hatta bir kısmının bizzat bu ihlallerin faili oldukları şikayetlerini görmüyor mu ?
Yazımı, sözlerin en güzeli olan Kur’ an- ı Kerim’ in adalete vurgu yapan bir ayeti ile noktalıyorum.
“Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” ( Maide-8)
MART 11, 2019 | MERİDYEN*
KEMAL KARANFİL |  TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİ SUÇ KONUSU YAPMAK
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
ZİMAN, RÛMETÊN MİROVATİYÊ NE
Tumblr media
Ziman, nişana heyînê ye.
Zimanê civake kê xwe buna wê ye . civaka zimanê wê ne bê kesitîya wê nine. Heyina wê dûmahîya civakên  di ye, Siya kesên di ye.
Bi vê nêrinê hemu ziman rumetên mirovatiyê ne. Tacên serê mirovan ê. Şunde mayina zimaneki, şunde mayina mirovatiyê ye.
Ku ziman bi rengek i xweşik, bi dengek i zelal  u şêrîn ne we pêk anin, Ra yên mirovati yê kûr cîh na girin. Mirovatî nikare li kevneşopên xwe yên taybet xwedi derkeve. Di dirokê de hemû civakan serpihatiyên xwe, sitran, xewn û  ceribandinên xwe, bi zimanê xwe yê dewlemend  parastine,û gihandine neviyên xwe.
Ji ber ku nivîs demeke dereng belav bû ye , di ser�� de hemû wêje, bi devkî pêk hatine. heta demên nêzik ji ev rewş bi vi awayi berdewam bu ye.
Mîna  hemû gelan, Kurdan ji demeke dirêj wêje ya xwe, bi devkî pêk ani ye. Wêje ya wan, ya devkî gelek qaim bû ye û pêş keti ye.  Mirov dikare bê je ketiya nava vêjeyên sereke yên devkî.
Lê belê piştî nivisandin u xwendin pêş ket, wêje ya Kurdan  li hember wêjeyên di şun de ma.ji ber ku , li hemû herêmên dinya yê pirbûn û belav bûna dibistana, Wêjeya nivisandi pêşdebir. Lê mixabin, Li hemu parçên Kurdistan’ê dibistan, ne bi zimanê Kurdi û pişti demeke dirêj  hatine vekirin. Ya xirabtir, li gellek herêma Kurdi hate qedexekirin. Balkêşe ku; nemaze li der û dora dibistana axaftina Kurdi mina gunehek mezin hate dîtin.
Zarokên Kurdan beri ku fêri xwendin û nivisandinê bibin, mecbûr man e ku fêri zimanê serdesta bibin. Bi vê re ji, roj bi roj, gav bi gav ji çanda xwe, çirok û helbestên xwe, ji sitran û  serpihatiyên bav û kalên xwe dûr ketin e. Ji  ra yên ku  ji hezar salan ve stûr bû ne û gihane ber kemalê, qut bû ne. Mina  çiqil ê di nava avê de geh bi vir ve çû ne , geh bi alî yê dî ve.
Demeke dirêj, keseki derfet ne dit ku bi Kurdî bixwine, an ji binivise. Çiqas ku hinek xebatên kesane çê bûbin ji, veşartî ma ne û piraniya gel, nekari ye ji va xebata istifade bike.
Pêş de çûna teknoloji yê û zêde bûna navgînên ragihandinê, serdestî li serdesta kiri ye,derfetên xebata nivis û xwendina Kurdî zê de kiri ye.Li hemû parçên ku Kurd lê dijîn, pirtukên Kurdî tên nivisandin, Rewşenbirên xwedî berpirsyarî, ramanê xwe bi Kurdî tîn ên ser ziman.
Lê bi rasti, ev xebat hêji negihane sinorekî ku mirov bikare bêje valahîya holê  tijî di kê.
Nemaze li bakur, xwendin û nivîsandina Kurdî, gelekî şund e ma ye. Di nav bawermendên Kurd de ev rewş  hê xirabtire. Ne xwendin û nivisandin tenê, bi pirani axaftina Kurdi ji bi şunde avêtine.Heger mirov hinek xebatên piçuk cuda bikê, tê dîtin ku di nav bawermendên Kurd’de nivis û xwendina Kurdî gelekî kêm ma ye.
Bi rastî dûr ketina vê civakê ya ji nivîs u xwendina zimanê xwe,  tişteki gelek balkeş û ecêbe. Weke ku tê zanîn jî,  bingeha nivisa Kurdî, xwendin û şirove kirina Kurdî di medreseyên İslami yên Kurdistanê’de hatîye danin. Xebatên wêjeya Kurdî, di serî de ji medresan despêkirine. Heta ku medrese hatine qedexekirin ji, ev rewş berdewam bû ye.
Lê mixabin ku mirov li vê  rojê dinêre, tê ditên ku  dengekî  bi Kurdî, dengekî ku hêza xwe ji dewlemendî ya gotin û ramanên  zanyarên Kurd standî, di nav Kurdan de xwe nîşan  na dê. piranîya  bawermendên Kurd, ji nêrin, gotin, xebat û têkoşînên misilmanên Kurd, yê di dirokê de hatine û çûne, dûrin. Haya wa ji çanda  Kurdi, ya bi rengê İslamî pêk hati, nîne.
Ev kes bi gotin û biwêjên Tirk’î berê xwe didin Kurdan. Bi nêrinên ku  bi haveynê çanda Tirki meyine, di meyzênin pirsgirêkên gelê xwe. Ji ber ku, bive neve ji piçûktayiya xwe û pê ve li  van tişta fêr dibin. Di fêrgehên “İslamî” de ji, va gotina  di bihîzin,
Hate dîtin ku, Xebatê bi vi rengî, nêrinê bi vî awayi ne çareserî kî tine ji boyî Kurdan, ne ji têkoşîneka ku hêza xwe ji nêrinên İslamî standî ye , pêk tine.
Dive bê zanîn , xebatên ku Kurdan, ziman û çanda wan, êş û pirsgirêkên wan nedin berçavan, di nava Kurdan de pêş ve naçin.
Kesên bivên di nava gelê Kurd’de  xwe bidin pejirandin, dive  ramanên xwe, nêrinên xwe, çand û hunerên xwe, bi Kurdî binên ziman. Divê bidin nişan ku heyîna Kurdî, dewlemendîya çanda Kurdî, ji boyî wan ji giring e.
Ji ber vê yekî divê di serî de xwendin û nivîsa Kurdî li nav van kesan  belav bibe. Giringe   bi taybet, bavermendên kurd, , vî karî pêk binên. Çiqas bizor be jî, divê  xwe bidin ber vî barî. Jiber ku , pêşeroja  gelê Kurd, pêşeroja xebata İslamî ya di nava Kurdan de, bi vê yekê ve girêdayi ye.
Kurd, îro agahdarê mafê xwene. Kesek nikare êdi wa bi gotinan  mijûl bi kê.
Dive bê zanin ku  Kurd, têr bune ji  biratiyeka liser ziman qedexekirinê, li ser asimilasyonê, liser, koçberkirinê ava dibe.
Îro Kurd dizanên ku zimanê wan, çanda wan, serpêhatiyên bav û kalên wan newin parastin, bi dilek paqij newin pejirandin, biratî nayê tê wateyî.
Ev gel, westayê êş û tevkujiyên sedsalaye. Ev psikolojî heye ku xeletiya bi wa bide kirin. Pêwiste  bi fêhm kirinê, arikariya wan bê kirin, de ji xeletiyan dûr bikevin, di xeletiyan de winda nebin.
Kesên xwedî raman, xwedî gotin, xwedî hêz û zanîn ku li vê mijarê xwedî dernekevin, di demek kurt de wê pirsgirêk geleki mezin bibe. Ji ber ku kesên bi xewnê Kurdan bileyizên, hêvi û bêriyên Kurdan ji boyî armancên xwe bişixulînên, gelekin.
Ku rastiya mijarê ji aliyê bawermenda ve newê pejirandin, sibê wê mafê keseki nebe ku  li ser mijarê şiroveki bi ke. Mafê kesekî dê ne be ku çêtirdîtinên Kurdan rexne bike. Ji boyî pêşanîya, wan gunehkar bike.
MART 13, 2007 | HAKSÖZ*
BENGİN BOTİ | ZİMAN, RÛMETÊN MİROVATİYÊ NE
Tumblr media
5 notes · View notes