matysh13-blog
matysh13-blog
Matysh
15 posts
uzak bir yer
Don't wanna be here? Send us removal request.
matysh13-blog · 8 years ago
Text
aforizma c1
Bilimde sıklıkla bir bilim adamı "Evet, bu gerçekten güzel bir argüman, ben hatalıyım" deyip sonra kendi fikrini değiştirir ve eski fikrini ondan bir daha asla duyamazsınız. Bilim adamları bunu gerçekten yapar. Olması gerektiği kadar sık olmaz, çünkü bilim adamları da insan ve değişim bazen acı çektiricidir. Ama her gün olur. Bunun gibi bir şeyin siyasette veya dinde en son ne zaman gerçekleştiğini hatırlamıyorum. - Carl Sagan Dünyadaki bütün dinler içinde, esrarengiz bir rastlantıyı görüyoruz: ezici bir çoğunluk sadece ailesinin ait olduğu dini seçiyor. En iyi delile, en iyi mucizelere, en iyi ahlaki yapıya, en iyi ibadethaneye, en iyi müziğe sahip olanı değil: İş tezgahdaki dinlerden bir tanesini seçmeye gelince, dinlerin potansiyel erdemleri, aile etkisinin yanında hiçbir şey ifade etmiyor. Bu açık bir gerçek ve kimse de inkar edemez. Ama bunun nedensiz doğasını çok iyi bilen biri, bir şekilde dinine sıkıca bağlanıyor, hem de öyle bir fanatiklikle ki, başka bir dine inananı öldürmeye hazır olarak. - Richard Dawkins Dinsizler, tarihin her çağında insan hakları için savaştı, ve her zaman özgürlüğün ve adaletin korkusuz avukatı oldular. - Robert Ingersoll Hatalı insanları yaratıp, sonra onları kendi hataları yüzünden suçlayan her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Tanrı hikayesinin mantığını sorgulamamız gerekir. - Gene Roddenberry Bir insanın ahlaki davranışları anlayışa, eğitime ve sosyal bağlara dayanmalıdır; hiçbir dini temel gerekmez. İnsan, eğer ölümden sonra ceza korkusuyla ve ödül umuduyla kontrol altına alınmak zorundaysa, şüphesiz kötü bir yoldadır. - Albert Einstein Din ve milliyetçilik, bunların yanında gelenekler ve ne kadar saçma olursa olsun herhangi bir inanç, sadece bireyi diğer insanlara bağlar ve bütün insanların en çok korktuğu şeyden kaçıştır: yalnızlıktan. - Erich Fromm Bilim adamlarının kesinliği yok ama delilleri var. Yaratılışçıların delilleri yok ama kesinliği var. - Ashley Montagu Din insanın ciddiyetine ve saygınlığına bir hakarettir. Onunla veya onsuz, iyi insanlar iyi işler, kötü insanlar kötü işler yapabilirler. Ama iyi insanlara kötü işler yaptırmak dinin işidir. - Steven Weinberg Ruhunda sukunete kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar inanmalı ve iman etmelidirler. Ama hakikatın peşindeki insanlar iç huzurundan feragat etmeli ve yaşamlarını bu sorgulamaya adamak; kendisi ve hayatla yüzyüze gelmekten korkmamak zorundadır. - Friedrich Nietzsche
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Büyük Öz Güven Kayıpları
Derler ki, insanlık tarihi boyunca insan üç büyük ve gurur kırıcı şok yaşadı. Kopernik devrimi ve ardından gelen gelişmeler sonunda insan, yaşadığı yerin evrenin merkezinde olmadığını hayal kırıklığı içinde öğrendi. Meğer hiç de önemli bir özelliği olmayan bir köşesinde yaşıyormuşuz uçsuz bucaksız evrenin. Darwin ise bize aslında hayvan kökenli olduğumuzu öğretti. Maymunlarla yakın akraba imişiz meğerse. Freud’a gelince, o da bu hayvanın “ruh hastası” olduğunu anlattı bize! [1] Aslında insan kendine atfettiği önemi küçültücü başka şoklar da yaşadı özellikle yakın tarih boyunca. Örneğin annelik, aşk, şiir, sanat, vatan sevgisi, ahlak, hatta dindarlık gibi yücelttiğimiz duygular, eserler ve ilişkiler meğer birtakım genler, hormonlar ve beyin kimyasallarından kaynaklanıyormuş. [2] Bunlar belki önceki üçünden biraz daha küçük çaplıydılar ve içerimleri henüz insanlık tarafından tam olarak sindirilmedi. Kapıda başka şoklar da olabilir. Belki Benjamin Libet’in deneyleri [3] türünden deneyler insanların o hep güvendiği, varsaydığı ve ceza, ödül, övme, yerme, hukuk gibi kurumlarını dayandırdığı “özgür irade” denen şeyin gerçekte var olmadığını, bir illüzyondan ibaret olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koyacak. Hele bu sonuncusu kafalarımıza iyice girdiğinde esaslı şok dalgaları yaratmaya aday. Bizi başka çok büyük şoklar da bekliyor olabilir. Benim aklıma olası adaylardan biri olarak insanın dünyayı ziyaret edecek dünya dışı çok ileri bir uygarlıkla karşılaşması geliyor. O kadar uzak bir yerden geldiklerine göre, düşünün bir kere ne müthiş bir zekâları, bilimsel ve teknolojik düzeyleri, dünyaya bakışları olmalı… Onlar karşısında bir yaprak bitinin bizim karşımızda hissettiklerini hissedebiliriz: alabildiğine basit, ilkel ve önemsiz. Bu karşılaşma sonunda “insanın yüceliği” sözlerine artık ne sanatta, ne felsefede, ne de başka bir yerde rastlar hale geliriz. Öz-güveninden eser kalmaz insanın. Ontolojilerinde, ahlak teorilerinde insanı veya insan toplumunu ve tarihini merkeze alan, örneğin “her şeyin ölçüsünün insan olduğunu” söyleyen Protagoras felsefesi gibi, pragmatizm gibi, Hegelcilik gibi antroposentrik felsefeler de gülünç duruma düşer. [4] Buna karşılık bunalımcı-egzistansiyalist felsefeler patlama yapabilir. Depresyon ilacı kullanımı da. İnsanların dinleri ve mezhepleri de büyük sarsıntı geçirir, eğer o ET’lerin bambaşka dinleri varsa veya hiçbir dinleri yoksa. Biz bir yaprak bitinin dinsel inançlarını ciddiye alır mıydık? Aslına bakarsanız, insanlarda bu tür şokları atlatma veya bilinç altına itme konusunda birtakım güçlü mekanizmalar olduğunu düşünmek çok makul. Hatta böyle mekanizmaların evrimin insana bir hediyesi olması da çok muhtemel —aksi halde insan bu tür şokların altında ezilir, bu da hayatta kalmasını zora sokardı. Birçoğumuz bize aşağılık duygusu ve hayal kırıklığı veren olayları zamanla atlatırız. Tabii atlatamayanlarımız da olur, kronik bunalımlara sürüklenirler. Böyle öz-güven sarsıcı durumlarda, insanlığın kişisel ve toplumsal düzeyde ne gibi psikolojik tepkiler ve korunma mekanizmaları oluşturacağını düşünmek gerekiyor. Aslında sözünü ettiğim (daha doğrusu Freud’un sözünü ettiği ve benim de bazı eklemeler yaptığım) şoklar soyut bir “insanın” ya da “insanlığın” yaşadığı şoklar. Falanca filanca bireysel insanlar ya da insan topluluklarından ziyade insan yaşamış ya da yaşayabilir o şokları. Peki nedir, kimdir bu soyut insan ya da insanlık? Realitede neye karşılık gelir? O soyut “insan” kavramının derin bir analizini yapmak amacında değilim şimdi, ama bu soyut insan tüm reel insanların istatistiksel bir ortalaması, yani “ortalama insan” olmasa gerek. Soyut “insan” en çok felsefecilerin, sanatçıların (özellikle şairlerin ve diğer edebiyatçıların) ve Freud gibi düşünürlerin bahsetmekten hoşlandıkları bir kavram. Peki o soyut insan böyle şoklar yaşadığında somut, yani tek tek reel insanlar ve insan toplumları ne yapıyor? Ve bu somut insanlar bu şokları nasıl savuşturuyor ya da savuşturabiliyor mu?
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Sansür
 Bu makalede sansürün bir toplumu nasıl etkilediği ve olmadığı -ya da devletin yetki alanı içinde olmadığı- düşünüldüğünde ne gibi sonuçlar doğuracağı sorgulanmıştır. Dünyadan sansür örnekleri verilmiş ve yönetimlerin sansürü bir araç olarak nasıl kullandıklarından kısaca bahsedilmiştir. Yönetimlerin kendilerine evrensel ya da toplumsal ahlak kurallarını belirleme görevi atfetmeleri sonucu yasaklanmış eserler veya kendi meşruiyetlerini sağlamak amacıyla şeffaflıklarını ortaya koyabilecek kapasitedeki eleştirileri nasıl bertaraf ettikleri, tarihsel ve güncel örnekler ışığında incelenmiştir. Sansür olmadığı takdirde toplumların nasıl şekilleneceği merak konusu olmuş ve araştırma sorusu haline getirilmiştir. Araştırma sorusu yeterince net ve daha önce işlenmiş -cevaplanmış- bir konu olmadığından literatür taramasında ‘sansür tarihi’ veya ‘basında sansür’ gibi başlıklar çerçevesinde kavramsallaştırılmaya gidilmiştir. Literatür taraması ve rasyonalite ışığında, araştırma sonucu, muhtemel hipotezler ortaya çıkmıştır. Ampirik bir inceleme mümkün olamayacağı için, akıl yürüterek ve tarihsel örnekleri inceleyerek rasyonel çıkarımlar yapılmaya çalışılmıştır. Araştırma süresince, sansürün önemi vurgulanmış ve yanlış ellere geçtiğinde nasıl bir silah haline gelebileceğinden bahsedilmiştir. Yine araştırma sorusu ışığında, sansür olmasaydı, yani toplumların üzerine doğrultulmuş bir silah olmasaydı, sanat eserleri, politik eleştiriler, mizah ve basın-yayın organlarının tutumu ne kadar değişikliğe uğrardı, ya da demokrasi kavramı toplumlarda daha mı farklı yeşerirdi, bunun gibi sorular irdelenmiştir. Sansür Uygulamasının Ortadan Kalkması ya da Devlet Tekelinden Çıkarılması, Bir Toplumu Sosyolojik Açıdan Nasıl Etkileyecektir? Geçtiğimiz günlerde, özel bir kanalda akşam haberlerini izlerken sansür uygulamasının kendi içinde ne kadar tutarsızlaşabileceğini gözler önüne seren bir örnekle karşılaştım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından görevlendirilen Eskişehir valisinin kullandığı ‘adi’ ve ‘şerefsiz’ kelimeleri, devletin denetim mekanizmalarından biri olan RTÜK tarafından ceza alınmaması için sansürlendi. Bu olayın ardından aklıma bir soru geldi, sansür diye bir şey olmasaydı ne olurdu? Veya bu sansür uygulaması, devletin tekelinde olmasaydı, farklılıklara daha güzel yanıt verebilir miydi? Kavramsal olarak baktığımızda, ‘sansür’ -en basit tanımıyla- toplumun algısının devlet tarafından kontrol edilmesidir. Hükümetler ve onların sansür anlayışları değişebilir ancak bütünsel olarak insanlar tarafından yaratılan devletin, insanları kontrol etme geleneği her seferinde farklı bir kostümle gelmiş ve bu gelenek özünde hiç değişmemiştir. Bir televizyon dizisi, sinema, yiyecek-içecek-giyim reklamı, etkinlik ya da kitap bağlamında konuya baktığımızda, yüzlerce sansür örneğiyle karşılaşabiliriz. Burada üzerinde durulması gereken düşünce, devletin tesiri altında sansürlenen şeylerin, gerçekten içinde yaşayan vatandaşlar için kötü olup olmadığı ve devletin her zaman mutlak doğruyu düşünen insanlar tarafından yönetilen bir oluşum olup olmadığıdır. Septiklerin gözünden bu uygulamaya bakmaya kalkarsak, insanların çeşitli görüntülerden, seslerden ve yazılardan mahrum bırakılması, devletin bir şeyler sakladığına ya da insanların bazı konularda bilgi edinmesinin engellenmesine işarettir. İnsanlar gerçekten de kendilerine neyin yanlış neyin doğru olduğunu söyleyecek mekanizmalara ihtiyaç duyarlar mı? Buradan da görüyoruz ki devletin yöneticileri, farklılıkları ve tercihleri dikkate almak yerine, evrensel veya bölgesel olduğunu öne sürdükleri bir ahlak kuramına göre hareket ederek, insanların algılarını kontrol altında tutmakta ve onların, istenilen özelliklerde bireyler olmasını arzu etmektedirler. Düşünelim ki, bir anda sansür kavramı ortadan kalksın ya da devlet tarafından kontrolü mümkün olmasın. İnsanların tek tip bireyler olmaya yönlendirilmesi veya distopya romanlarındaki gibi algılarının belli kişilerin istek ve çıkarlarına göre programlanması hiçbir şekilde mümkün olmasın. Gerçekten o zaman ‘kötü, ahlaksız, olumsuz’ gibi önleme sıfatları olur muydu? Bir toplumun gerçek yapısı, sansür gibi müdahaleler olmadan otonom şekilde ortaya konulduğunda, bahsedilen toplumun sosyolojik yapısı nasıl olurdu? ‘Propagandanın amacı, bir grup insana, bir başka grup insanın, insan olduğunu unutturmaktır.’ Aldous Huxley’in bu sözüne bakarak şunu düşünebiliriz: Sansür de bir çeşit propagandadır. İnsanlara neyin yanlış olduğunu söylemeyi kendine görev edinen kimseler, başkalarının doğrularını kendi yanlışlarından daha küçük gördükleri için, kendi doğrularını başkalarının da doğruları yapmak isterler. Mutlak bir doğrunun olmadığını da işin içine katarsak, yazının başına dönüp aynı argümana bakmak gerekiyor: Sansür diye bir şey olmasaydı ya da bu uygulama devletin kontrolünde olmasaydı, mevcut toplumun sosyolojik yapısı nasıl bir değişikliğe uğrardı? Bilgiye ulaşmak ya da doğru bilginin ne olduğuna karar vermek tamamen bireylerin elinde olur muydu? “Hokkamı dilenci çanağı, kalemimi dilenci değneği yapmayacağım. Aç kalsam dahi besleme ve ısmarlama gazeteciliği benimsemeyeceğim.” Osmanlı döneminde gazetecilere uygulanan en ilginç sansür uygulamalarından birisi, gazeteciyi susturmak için, onu önemli devlet memurluklarına getirmektir. Girişte gazetecilik ahlakıyla ilgili sözüne yer verdiğim Namık Kemal hükümeti eleştiren yazılar yazdığı için bu ‘ceza’ya maruz kalmıştır. Bunun üzerine Namık Kemal, zararlı görüldüğü için sürülen ve bu şekilde ceza alan gazeteciler için, devletin çıkarlarına aykırı yazılar yazıp zararlı görülen kişilerin nasıl olup da devlet memurluğuna atandığını sormuştur. Magosa’ya sürülürken de, bir kişinin fikirlerinin ancak yeni fikirlerle yer değiştirebileceğini, baskı ve şiddet uygulayarak fikirlerin yok olmayacağını yazmıştır. Fransa imparatoru I. Napolyon, basının dizginlerini elinden kaçırırsa, üç aydan fazla iktidarda kalamayacağını söylemiştir. Bu söylem sansürün neden önemli olduğunu ve neden uygulandığını bir yönetici açısından net bir biçimde anlatmaktadır. [1] Yunan Yarımadası’nda köleliğe karşı olan Akhilleos’un, Euripides’in, Aristophanes’in kitapları sakıncalı görülmüş ve meydanlarda yakılmıştı. Aynı dönemde Bergama ve İskenderiye Kütüphanelerinde bulunan kitaplar toplatılmış, meydanlarda yakılarak yok edilmiştir. M.Ö. 220’li yıllarda Çin kralı Şih-Huang, halkın bilinçlenmesini engellemek amacıyla bilginlere baskı uyguluyor ve kitaplarını yasaklıyordu; var olan kitapları toplatarak meydanlarda yaktırıyordu. Yaktırılan kitaplar arasında Filozof Konfiçyüs’un kitapları da bulunuyordu. Roma İmparatoru Augustus, İmparatorun ve Kilise’nin düşüncesine aykırı gelen kitapları (Kütüphane ve kişilerde bulunan) toplatarak meydanlarda yaktırdı. Piskopos Theophilius’un öncülüğünde (M.S.391) İskenderiye’deki “Aeropeum” kütüphanesinde bulunan (o dönem İskenderiye Kütüphanelerinden 900.000 kitap bulunmaktadır.) kitaplar içinde felsefe, fizik, matematik gibi bilimsel içerikli kitaplar yaktırıldı. [2] Dünyada sansürün uygulama alanları ya da uygulanış biçimi açısından birçok farklı nokta görebiliriz ancak uygulanış nedeni konusunda her zaman mutabık olacağımız bir nokta varsa, o da, güçlünün, gücünü denetim altına almasıdır. İşin politik yanından şimdilik sıyrılıp ahlaki boyutunu değerlendirdiğimizde, sansürün uygulanma alanı -nasıl ki ulusal çıkar kavramı, aslında hükümetin çıkarıysa- genellikle o anda gücü ve denetleme mekanizmasını elinde bulunduranların inisiyatifindedir. Örneğin şiddet içeren klip, film, dizi gibi yapımlara sansür uygulanmazken pornografik içeriklere sansür uygulanması. Bahsedilen örneği geçtiğimiz günlerde yaşanan bir gelişmeyle, Evan Rachel Wood’un son filmindeki erotik içeriklerin sansürlenmesi ancak şiddet sahnelerine dokunulmamasına karşı yaptığı ‘kadın cinselliğinden korkan bir toplumun semptomu’ değerlendirmesiyle temellendirebiliriz. [3] Yaşadığım ülke olan Türkiye’nin hükümeti de basın sansürü konusunda oldukça despot eğilimler göstermiştir. Kültür-sanat ve politik eleştiri bir yana, insanların bilgi edinme hakkını engelleyecek şekilde ‘tedbirler’ alınması Hatay��ın Reyhanlı ilçesinde 11/05/2013 tarihinde meydana gelen patlamanın ardından ayyuka çıkmıştır. Reyhanlı Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebinin kabulüyle, basına yayın yapma yasağı getirilmiştir. CMK 153. Madde ve diğer maddeler gereğince, yazılı ve görsel basında ya da internette bu olayla ilgili yayın yapmak yasaklanmıştır. [4] Reyhanlı olayı başlı başına Türkiye’de basın özgürlüğü ve bilgi edinme hakkını sorgulamaya yetecek bir olaydır. Olaydan sonra Redhack adlı internet korsanlarının Jandarma İstihbarat Daire Başkanlığı’na ait gizli raporları yayınlaması, saldırının önceden bilindiğinin ortaya çıkması ve 11 Mayıs günü ilçede bulunan 73 adet MOBESE kamerasının çalışmıyor olması insanlarda şüphe uyandırmıştır. Basın yasağı nedeniyle bu olayın gazete manşetlerine yansımaması ve dolayısıyla yeterince insana ulaşamaması, hükümetin, içinde bulunduğumuz çağın ve yönetim şeklinin aksine, hiç de şeffaf olmadığını ve kendine ‘sorgulanamazlık’ atfedebileceğini göstermiştir. Olayın insanî boyutuna da bakacak olursak, bu yasak yüzünden yakınlarının başına bir şey gelip gelmediğinden emin olamayan, haber alamayan insanlar da vardır. Gramsci’ye bu noktada değinmekte fayda var. ‘Zor Araçları’nı elinde tutan grubun, belli bir süre geçtikten sonra, hegemonya ile ‘Rıza Araçları’na da sahip olmaya başladığını ve kendine, insanların haber alma hakkını dahi kısıtlayabilecek kadar güç atfettiğini söyleyebiliriz. Marksist bir bakışla da konuyu desteklemek gerekirse, haber alma, şeffaflık, bilgi gibi kavramlar tamamen önemsizleşmeye başlar ve artık yalnızca yönetenlerin yönetilenleri kontrol altında tutma gayesi ve yönetilenlerin kendilerini sistemin bir parçası gibi hissetmesi için ‘servis edilmiş’ kavramlar haline gelir. Sansürün politik boyutunun hiyerarşik bir çizgiyle aşağı doğru indiğini söyleyebiliriz. Örneğin üniversitelerde bildiri dağıtmanın yasak olması yahut etkinlik afişi, duyuru, ilan yapıştırırken belirli bir otoriteden izin alınması ya da ilkokullarda, liselerde belirli konuların, davranışların tabu olarak görülmesi, insanların tek bir fikir etrafında kümelendirilmesi, devletin diğer fikirlere ve kendi kontrolünde olmayan ‘diğer her şeye’ karşı bir sansürüdür. New York merkezli Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ-Comittee to Protect Journalists)’nin raporuna göre, dünyada tutuklu gazetecilerin en fazla olduğu ülke 49 gazeteci
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
ateş ve insan
Fiziksel olarak bakıldığında insan, diğer canlılara göre oldukça zayıf, güçsüz, yeteneksiz ve aciz sayılır. Ne kemikleri kırıp ilikleri yiyebilecek çene yapılarımız, ne ölmüş hayvanların postlarını parçalayabilecek pençelerimiz, ne etleri bölebilecek dişlerimiz, ne de sert gagalarımız var. Özellikle diğer vahşi yırtıcılarla karşı karşıya kaldığımızda bedensel olarak onlara karşı koyabilecek hiçbir gücümüz yok. Fakat ateşin keşfi insanoğluna sınırsız bir güç tanıdı ve insanoğlu doğanın kendine bahşettiği bu armağanı, hiçbir zaman iyi yönde kullanmadı. Üç ila dört milyon yıl önce diyetlerine eti katan insansı türlerinden biri 2.5 milyon yıl önce alet yapma becerisi olan insana doğru evrildi. Bu tarihte insan, et ihtiyacını eskisi gibi leşlerden değil avlanarak karşılamaya başladı. Bu tarihlerde çakıl taşlarından ya da çakmak taşlarından keskin kenarlı aletler yapan insan, bu aletleri çeşitli işlerinde kullanmaya başladı. Kültür tarihimizi başlatan bu ilk aletler ile beraber, kasaplık işleri kolaylaşan insan, hala büyük otçul hayvanları avlayabilecek silahlara sahip değildi ve ateşi henüz kontrol altına almayı başaramadıkları için etleri çiğ olarak yiyordu. Avcı toplayıcı yaşam süren insanların, zaman zaman ateş kullanmaya başlaması yaklaşık 800.000 yıl önce oldu. 300.000 yıl önce ise Homo erectus, Homo neandertalensis ve Homo sapiens ateşi günlük hayatlarının bir parçası olarak kullanıyordu. Ateş kullanımı ile beraber avcı toplayıcıların hayatı ve insanoğlunun evrimi büyük oranda değişti. İnsana ısı ve ışık kaynağı olan ateş aynı zamanda yırtıcı hayvanlardan korunmak, sık bitki örtülerini çayıra çevirmek ve yiyecekleri pişirmek gibi birçok işe yarıyordu. Yemeklerin pişirilmesi ile birlikte, besinlerin kimyası ve biyolojisi değişti. Gıdalardaki parazit ve mikroplar yok oldu, meyve, kabuklu yemiş ve böcekler daha kolay sindirilebilir hale geldi. En önemlisi ise yemek pişirmek, insan vücudunda ciddi miktarda enerji harcayan uzun bağırsakları kısaltıp, bir diğer ciddi miktarda enerji harcayan beynin gelişmesine olanak sağladı. Besinleri çiğneme süresi azaldı. Yemek pişirmek daha çeşitli besinlerin yenebilmesini, yeme işleminin daha kısa sürede yapılabilmesini, daha kısa bağırsaklarla ve daha küçük dişlerle idare edebilmeyi sağladı. Ateşle beraber insanlar istedikleri zaman büyük bir ormanı küle çevirebilecek sınırsız bir güce kavuştular. Üstelik bunun için sadece bir insan bile yeterli idi. Dişlerin küçülmesine, çene kaslarının zayıflamasına dolayısı ile çenelerin küçülmesine yol açan ateş, insanlığa adeta çağ atlattı. Ateşin keşfinin sosyal olarak yarattığı etkileri kesin olarak bilemesek de, insanların sosyal yönünü de büyük ölçüde değiştirdiği düşünülür. Çünkü ateş, yarattığı güvenli ortam, ışık, sıcaklık gibi etkenlerle insanların biraraya toplanması için oldukça elverişli bir ortam sağlıyordu. Ateş yemek pişirmenin yanında insan hayatına birçok yenilik getirdi. Ateş sayesinde doğal ortamları kendilerine uyacak şekilde düzenlemeye başlayan insanlar, yabani gıdaların büyümesini sağlamak için toprağı temizleyip, hayvanların otlayıp üremesi için alanlar açmaya başladı. Böylece insanlar yabani gıdaları toplayabilir ve üreyen hayvanları ateş yardımıyla topluca uçurumdan aşağı sürebilecek hale geldi. Sonrasında ok ve yayın katıldığı bu avlanma tekniklerine yaklaşık 18.000 yıl önce kurdun av köpeğine dönüşmesi ile bir artık insanlar uzman avcı kategorisine yükseldi. İnsanlık tarihindeki en önemli kültürel buluşlardan biri olan ateşin keşfi, yaşam standartlarındaki birçok değişikliğin yanısıra, insanın evrimine doğrudan yön verdi. Yaşlıların daha iyi beslenmesi ile insan ömrü uzadı, ateşte pişirilen yiyeceğin daha hijyenik olması insan sağlığını olumlu etkiledi, hastalıklar ve ölümler azaldı, mide ve bağırsaklarda etkin olan bakterilerin yarattığı hastalıklar bitti. Zaman içinde pişmiş yiyeceklere uyum sağlayan bünyemiz de bu doğrultuda evrimleşti. Kaynak
1 note · View note
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Immanuel
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude![1] "Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!" sözü şimdi Aydınlanma'nın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes), [2] tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki, bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler (vasiler, ç.), insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa, onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü birkaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. Demek oluyor ki, her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını kullanma bakımından gerçekten de yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını kullanmayı denemeye hiçbir zaman bırakılmamıştır. Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle, kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayak bağı olurlar. Biri çıkıp yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile hemen öyle pek kolayca atlayamaz; çünkü o, henüz kendisine güven duyarak bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha alışamamıştır. İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen pek az kişi vardır. Oysa, buna karşılık, kitlenin kendi kendisini aydınlatması daha çok olanak taşır; hatta ona özgürlük, yani özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de... Çünkü yığının içinde, kamuda —vasiler arasında bile— bağımsız düşünebilen birkaç kişi her zaman bulunacaktır; bunlar, önce kendi boyunduruklarını atacaklar, sonra da insanın kendindekini akıllıca değerlendirmesi yanında bağımsız düşünmenin kişi için bir ödev olduğu anlayışını çevrelerine yayacaklardır. Ama eskiden kitleyi boyunduruk altına sokan ve kendileri de aydınlanmaya öyle pek layık olmayan ve hak kazanmayan gözeticilerden birkaçı şimdi çıkıp da kitleyi boyunduruktan kurtulmaları için kışkırtırlarsa, öteki gözeticiler bunları boyunduruk altında kalmaya zorlarlar; ön yargıları yerleştirmenin işte böyle zararları vardır, ve bu ön yargılar kendilerini yayanlardan sonunda öçlerini alırlar. Bundan dolayı kamu ancak yavaş yavaş aydınlanmaya varabilir. Gerçi devrimlerle bir baskı rejimi, kişisel bir despotizm, bir zorbalık yönetimi yıkılabilir; ancak yalnız bunlarla, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemez; tersine, bu kez yeni ön yargılar, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığma, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olurlar. Oysa Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü. Ne var ki, her yandan: «Düşünmeyin! Aklınızı kullanmayın!» diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, «Düşünme, eğitimini yap!», maliyeci: «Düşünme, vergini öde», din adamı: «Düşünme, inan!» diyorlar. (Şu dünyada yalnız bir kişi var ki o da, «İstediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat edin!» diyor). [3] Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var. Peki hangi türde bir sınırlama aydınlanmaya karşıdır, hangisi değildir, ve hangi biçimde bir sınırlama tersine özgürlüğe yararlıdır? Yanıt vereyim: Kendi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır; ve yalnızca bu tutum insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı (der Privatgebrauch), genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde sınırlandırabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz. Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmaktan (der öffentliche Gebraııch), bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini, yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum. Aklın özel olarak kullanılmasından da kişinin, kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde, kendisine emanet edilen topluma ilişkin bir hizmeti ya da belirli bir görevi yerine getirmesi diye anlıyorum. Şimdi kamunun çıkarlarını etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma gereğince ve hükümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve hiç değilse onu ortadan kaldırmayacak şekilde, kamunun bazı üyelerince kullanılabilecek bazı belirli işlemlere, belirli mekanizmalara gereksinme duyulur. Bu gibi durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz izin verilmez, itaat etme kesin emirdir. Fakat, kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir insan, yine kendisini bir topluluğun üyesi, hatta evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünme yetisine dayanarak yazılarıyla kamuya yönelir; her hal ve durumda aklını kullanır, ama zamanında edilgin olarak da olsa görev yaptığı durumları ve işleri de zarara uğratmadan yapar bunu. Üstlerinden aldığı bir emir üzerinde, onun yararlılığı ya da yararsızlığına ilişkin olarak akıl yürüten bir subayın tutumu tehlikeli ve zararlıdır, onun ödevi, yalnızca itaat etmektir. Fakat eğer bu konuda doğru olmak gerekiyorsa, bir bilgin olarak onun askerlik hizmetinin yanlışları üzerindeki eleştiri ve düşünceleri ve bunları kamu önüne yargılanması için götürmek istemesi yasaklanamaz. Yine bunun gibi yurttaş, kendisine düşen vergiyi ödememezlik edemez; hatta bu gibi vergilere ilişkin yapılan acımasız eleştiriler ve ödememeye yönelik davranışlar, bu uymamaların genelleşebileceği gerekçesiyle cezalandırılabilir. Bununla birlikte bir bilgin olarak aynı vatandaş, kamu önünde vergilerin uygunsuzluğu ve adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirttiği zaman asla yurttaşlık yükümlülüklerine, karşı gelmiş sayılmaz. Yine aynı şekilde bir papaz da hizmetinde bulunduğu kilisenin öğretileri ile uygunluk ve uyum içinde işi gereği kilisenin inançlarını cemaatine ve halkına öğretmekle yükümlüdür. Fakat bir din bilgini olarak o, bu inançları pekâlâ eleştirebilme özgürlüğüne ve daha fazlasına sahiptir: Büyük bir itina ve dikkatle ölçülüp biçilmiş ve tartılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir; bunlar, sözü geçen dinsel öğretilerin yanlış yönleri üzerinde olabileceği gibi, dinin ve kilise işlerinin düzeltilmesine ilişkin de olabilir; ve bunu yaparken de vicdanını rahatsız edecek hiçbir şey söz konusu olamaz.  Kilisenin sadık bir hizmetkârı olarak görev ve yükümlülüklerine uygun bir biçimde vaaz verirken o, kendi kişisel kanılarına göre bunu yapmak özgürlüğüne sahip değildir; ama, kendisinin yükümlü olduğu şekilde ve başka bir otorite adına dinsel telkinde bulunmak zorundadır. O, şöyle söyleyecektir: Kilisemiz bunları ya da şunları öğretir; işte kullandığı kanıtlar da bunlardır. Cemaati, yani dinsel topluluğu için kendisinin bile tam bir inançla bağlı olmadığı dinsel kuralların pratik yararlarını ve avantajlarını gösterirken o, bunlar içinde saklı bir hakikatin bulunmasının olanaksız olmadığını ve içsel dine karşı çıkan hiçbir şeyin bulunmadığını söylemek durumunda kalır. (Bu gibi dinsel öğretilerde, her durum ve olayda dinin özüne hiçbir şey karşı gelmemiştir, gelemez.) Papaz eğer, bunlardan hiçbirini öğretilerde bulamadığını düşünecek olursa, işte o zaman resmi görevlerini vicdanı rahat olarak yürütemeyecek ve görevinden ayrılması gerekecektir. Sonuç olarak din adamının, cemaatinin önünde bir eğitimciymiş gibi aklı kullanması yalnızca aklın özel kullanımı olmaktadır, çünkü burada cemaat ne kadar büyük ve kalabalık olursa, olsun, bir aile toplantısı söz konusudur Ve papaz olarak o kişi özgür değildir ve olmamalıdır; çünkü o, kendisine dışarıdan yüklenen bir görevle bağımlıdır. Buna karşın, alanının bir bilgini olarak din adamı yazılarıyla halka hitap ederken, dünyaya seslenirken, yani rahip olarak aklını kamu hizmetinde kullanırken, aklın herkes için kullanımının ve kendi adına konuşmanın sınırsız özgürlüğünden yararlanır. Zira, halkın ruhani, yani tinsel işleriyle ilgileneceklerin kendilerinin de ergin olmamaları gerektiğini sanmak yakışık almayan ve saçmalıkları sürekli kılan bir saçmalıktır. Fakat bir kilise meclisinde ya da Presbiteryen kiliselerindeki kutsal yönetim kurulunda —Hollandalıların böyle söylediği gibi— görüldüğü üzere, ruhbanlar sınıfı değişmez kesin bir dinsel öğretiler manzumesini, hem kendi üyelerinin her biri üzerinde, hem de onların aracılığıyla halk üzerinde, her zaman için değişmeyen bir koruyuculuğu güvenle sürdürmek amacıyla, bir yemine dayanarak ortaya koymak hakkını kendilerinde bulmamalı mıdırlar? Hemen yanıt vereyim, bu kesinlikle olanaksızdır. Şöyle ki, insan soyunun gelecekteki her yeni aydınlanmasına engel olacak böyle
4 notes · View notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
nihilizm
Rozanov’un nihilizm tanımı en iyisi: "Gösteri biter. Seyirciler gitmek için ayağa kalkarlar. Paltolarım alıp eve dönme zamanı. Geriye dönerler... Paltolar yok, ev de yok." Nihilizm mitin çöküşünden doğar. Mitik açıklamalarla -Cennet, Kurtuluş, Allah’ın İradesi- gündelik yaşam arasındaki çelişkinin herkes tarafından görülebilir olduğu dönemlerde, bütün değerler bir girdabın içine çekilir ve altüst olur. Bir kez mit İktidarın yollarını insanların gözünde haklı çıkaramadığında, toplumsal eylem ve deneyin gerçek imkanları ortaya çıkar. Mit toplumsal baskıyı hem mazur görür hem de destekler. Onun patlaması uzun zamandır otantik deneyim alanından dini aşkınlık ve soyutlama alanına püskürtülmüş bir enerji ve yaratıcılığı serbest bırakır. Klasik felsefenin sonu ile Kilise’nin yenilenmesi arasındaki fetret devrinde, toplumsal düzenin daha önceki her biçimi birdenbire sorgulanmaya başladı. Sayısız yaşam stili anında kurgulandı ve icra edildi, tarikatlarınkinden Caligula ya da Neron’un sapkınlıklarına kadar. Bir kez mitin birliğine meydan okunduğunda, toplumsal varoluşun bütün biçimleri parçalanır. Aynı şey feodal toplum ve Hıristiyan mitinin çözülüşüyle de gerçekleşti. Artık hiçbir şey kesin değildi ve her şey mümkündü. Her türlü deney ve araştırma. Gilles de Rais neredeyse bin çocuğa öldürene kadar işkence etti; 1525 yılının devrimci köylüleri Yeryüzündeki Cennet’i kurmaya kalkıştılar. 1789 aynı toptan yıkımı birdenbire getirdi, bu sefer önemli bir fark vardı: siyasi tepkilere rağmen, tutarlı bir mitin yeniden inşası bütünüyle olanaksız hale gelmişti. Hıristiyanlık kimi gnostik tarikatlerin patlayıcı nihilizmini tesirsiz hale getirdi ve geriye kalanlardan yeni bir düzen emprovize etti. Ama burjuva dünyasının düzeni nihilist enerjinin mit düzlemine yeniden kazandırılmasını olanaksız hale getirdi. Burjuva tasarımı aşkın "öteki dünya"nın yıkılışının ta kendisiydi, bu dünyanın ve onun pazar değerlerinin egemenliğiydi. Burjuvazi mit yerine ideoloji üretebilir ancak. Ve ideoloji özünde kısmi, teknik bir rasyonalite olduğundan, hiçbir zaman nihilistin topyekün yadsımasını kendi içinde eritemez. Nihilist yaşamakla ayakta kalmak arasındaki ayrımı ciddiye alan birisidir. Eğer yaşamak imkansızsa, niçin ayakta kalmalı? Bir kez bu boşluktaysanız artık, her şey kırılır. Dehşet. Geçmiş ve gelecek patlar; şimdiki zaman sıfır noktasıdır. Ve sıfır noktasından yalnızca iki çıkış vardır, iki tür nihilizm: aktif ve pasif. Pasif nihilist değerlerin yıkılışı konusunda ulaştığı berraklıkla uzlaşır. Son bir nihilist jest yapar: Davasına karar vermek için zar atar ve onun sadık kölesi olur. Sanat için ve biraz da ekmek için... Hiçbir şey doğru değildir ve böylece bir iki hareket moda olur. "Enteller", patafızikçiler, gizlifaşisller, nedensizlikler estetleri, yabancı ordudaki ücretli askerler, popsanatçılar, "psychedelic" emprazaryolar... Takım takım bandolar kendi "credo quia absürdüm est" versiyonunu çalarlar: İnanmıyorsunuz ama gene de yapıyorsunuz; alışırsınız hatta sonunda hoşlanabilirsiniz bile. Pasif nihilizm konformizme uvertürdür. Zaten en sonunda, nihilizm, bir geçiş, kayıp duran, kötü-tanımlanmış bir bölge, iki aşırı uç arasında bir tereddüt döneminden başka bir şey olamaz. İki kutup arasında intiharın ve yalnız katilin, Bettina’nın devletin suçu diye tanımladığı suçlunun çorak ülkesi, ıssız bir toprak uzanır. Karındeşen Jack özünde ulaşılmazdır. Hiyerarşik gücün mekanizmaları ona dokunamaz; devrimci irade de ona ulaşamaz. O sıfır-noktasına, ötesinde, yıkımın, gücün neden olduğu yıkımı destekleyeceğine, onu kendi oyununda yendiği yere çekilir ve öylesine büyük bir şiddete çeker ki onu Ceza Kolonisi mekanizması parçalara ayrışıp yok olur. Maldoror çağdaş sosyal organizasyonun çözülüşünü mantıki sonucuna ulaştırır: Onun kendi kendisinin yok ettiği yere. Bu noktada bireyin toplumu mutlak yadsıması toplumun bireyi mutlak yadsımasına tekabül eder. Bu yer dönmekte olan dünyanın hareketsiz noktası, bütün perspektiflerin birbirleriyle değiştirilebilir olduğu yer, hareketin, diyalektiğin ve zamanın artık var olmadığı yerin ta kendisi değil midir? Büyük reddedişin öğlesi ve sonsuzluğu. Ondan önce, yahudi kıyımları, ondan sonra, yeni masumiyet. Yahudilerin kanı ya da aynasızların. Aktif nihilist şeylerin çöküşünün seyriyle yetinmez. Süreci hızlandırma niyetindedir. Dünyaya egemen olmuş kaosa doğal bir cevap-sabotajdır. Aktif nihilizm ön-devrimciliktir; pasif nihilizm karşı-devrimciliktir. Ve çoğu insan bu ikisi arasında bocalar durur. Bir Sovyet yazarının -Victor Chlovsky belki- betimlediği "Yaşasın Çar" diye bağırmadan ateş etmeyen Kızıl Ordu askeri gibi. Ama olaylar önünde sonunda kaçınılmaz bir çizginin çekimiyle sonuçlanıyor ve insanlar birdenbire kendilerini barikatların şu ya da bu tarafında bulmak durumunda kalıyorlar. Tanrının belirgin yokluğunda mübadele gerçekliği gizlenemez, çünkü mitin mutlak yanılsaması artık yoktur. Son bir çabayla, İktidar, nihilizmin gösterisini yaratmıştır -şu prensibe uyarak: Biz tüm değerlerin alçaltılmasına seyirci kaldıkça, biraz gerçek yıkım yapabilme yetimiz azalır. Son bir buçuk yüzyıldır sanata ve yaşama en çarpıcı katkı iflas etmiş bir uygarlığın olanaklarıyla özgür deneylerin ürünü olmuştur. Sade’ın erotik aklı, Kierkegaard’ın istihzası, Nietzsche’nin kamçı gibi şaklayan ironisi, Ahab’ın Tanrı’ya küfrü, Mallerme'deki tamamen ifadesiz çehre, Carroll’un fantezisi, Dada’nın negativizmi- insanlarla yüz yüze gelmek için çürüyen değerlerin rutubet ve ekşiliğinin bir bölümüyle dışarı uzanan güçler bunlardır. Bununla birlikte gelen perspektifi tersine çevirme arzusu, yaşamın alternatif biçimlerini keşfetme ihtiyacı -Melville’in "tek tek dikkate değerliklerin tüm bütünsellikleri oluşturduğu o vahşi balina avı yaşamı" dediği alan. Ama bu dünyayı yaratabilmek için, nihilist eyleme geçmek zorundadır.
1 note · View note
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Mizah ve din
Agnostik, Tanrı'nın varlığının eldeki bilgiler temelinde kanıtlanamayacağını düşünür ama aynı zamanda Tanrı'nın var olma olasılığını da reddetmez. Agnostikler, Tanrı'nın varlığı davasını kapanmış kabul eden ateistlerden bir adım geridedir. Bir agnostik ile bir ateist, "Ben, benim," diyen yanan bir çalıyla karşılaşırlarsa, agnostik gizli kayıt cihazına uzanacak, ateistse omuz silkip şekerlemelerini atıştıracaktır. İki İrlandalı barda içerken birden masalardan birinde kafa çeken kel ve şişman bir adam dikkatlerini çeker. Pat: "Şşş... Winston Churchill değil mi lan bu?" Sean: "Yok yahu. Mümkün değil.Winston böyle bir yere gelip kafa çekmez." Pat: "Oğlum, ciddiyim ben. Bak, dikkatli bak... Vallaha Churchill bu! Var mısın bahse? Sean: "Tamam be! Nesine?" Pat: "On papel." Sean: "Varım." Bunun üzerine Pat kalkmış, kel adamın yanına gitmiş: "Sen Churchill'sin, değil mi?" Adam terslenmiş: "Git başımdan kardeşim!" Pat arkadaşının yanına dönmüş, "Maalesef," demiş, "asla bilemeyeceğiz." İşte buna agnostik düşünmek denir. Ateistler ise başka meseledir. Filozoflar inançlılarla ateistlerin tartışmasının hiçbir yere varmayacağında çok önceleri fikir birliğine varmışlardır. Çünkü her iki taraf da her şeyi farklı yorumlamaktadır. Bir tartışmada, taraflardan birinin, "Aha! Eğer X doğrudur diyorsan Y'nin de doğruluğunu kabul etmelisin," diyebilmesi için ortak zemin gereklidir. Ancak ateistlerle inananlar üzerinde anlaşabilecekleri bir X'i asla bulamazlar. Tartışma asla başlayamaz çünkü her iki taraf da her şeyi kendi bakış açısından görür. Böyle anlatınca biraz soyut kaçabiliyor ama şu fıkra meselenin ayaklarını yere bastırıyor, hatta yanı başınıza getiriyor: Ufak tefek, yaşlı bir Hıristiyan kadın, her sabah sundurmasına çıkar, "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırırmış. Ve yine her sabah komşusu derhal pencereye çıkar ve "Tanrı yoktur!" diye haykırırmış. Her gün aynı şey tekrarlanıyormuş.Yaşlı kadın, "Şükürler olsun!" diye bağırdıkça komşusu çıkıyor, "Tanrı diye bir şey yok!" diye yanıtlıyormuş. Gel zaman, git zaman, yaşlı kadın dara düşmüş.Yiyecek bile alamaz hale gelmiş. Bu sefer sundurmaya çıkıp Tanrı'dan yiyecek yardımı dilemeye başlamış. Gene her duasının ardından, "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırmayı ihmal etmiyormuş. Derken bir sabah sundurmaya çıktığında bir de ne görsün? Merdivenlerde torbalar dolusu yiyecek! Hemen göğe bakmış ve "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırmış. Aynı anda komşusu bahçenin duvarından kafasını uzatıvermiş: "Aha!" demiş, "yiyecekleri sana ben aldım.Tanrı yok işte!" Yaşlı kadın komşusuna bakmış ve gülümsemiş. Ardından gene göğe seslenmiş: "Sana şükürler olsun ya Rabbi! Sırf dualarımı kabul edip yiyecek göndermekle kalmadın, bir de parasını şeytana ödettin!" Sam Harris, 2005 tarihli çoksatar kitabı İmanın Sonu'nda dinsel imana ilişkin gözlemlerini bir stand-up gösterisinde kullanılabilecek biçimde sunmuştu: "İnançlı bir Hıristiyan'a karısının onu aldattığını, ya da yoğurt yerse görünmez olacağını söyleseniz o da herkes gibi bunların doğru olup olmadığını anlamak için deliller arayacak ve bunlara herkes ne kadar inanırsa o ölçüde inanacaktır. Ama aynı adama başucunda tuttuğu kitabın, içinde yazan her türlü inanılmaz iddiayı kayıtsız şartsız kabul etmediği takdirde onu cehennem ateşinde yakacak görünmez bir tanrısal varlık tarafından yazıldığı söylenmiştir ve bu kişi göründüğü kadarıyla bunu doğrulayacak hiçbir kanıt aramamaktadır." Ama Harris, ateistliğin kötü yanını yazmayı atlamıştı: Ateistlerin orgazma ulaşırken adını haykıracak kimseleri yoktur. On yedinci yüzyıl Fransız matematikçi ve filozofu Blaise Pascal Tanrı'ya inanmaya veya inanmamaya karar vermenin, temelde bahse tutuşmak olduğunu öne sürmüştü. Tanrı'nın varlığına inanmayı seçmemiz ve her şey bittiğinde Tanrı'nın olmadığının ortaya çıkması büyük bir sorun değildir. Eh, tabii Yedi Ölümcül Günah'ı şöyle doyasıya yaşayamadan gitmiş oluruz ama bu, diğer seçenekle karşılaştırıldığında önemsizdir. Öte yandan Tanrı yoktur der ve sonunda kendisiyle karşılaşırsak hapı yuttuk, yani ebedi saadeti kaçırdık demektir. Bu nedenle, der Pascal, Tanrı varmış gibi yaşamak stratejilerin en iyisidir. Bu tavır, akademik çevrelerde "Pascal'ın Bahsi" adıyla bilinir. Biz sıradan insanlarsa buna kısaca "neme lazım" deriz. Pascal'dan ilham alan yaşlıca bir kadın, içinde 100.000 dolar bulunan bir çantayla bankaya girer ve bir hesap açtırmak istediğini söyler. Temkinli banka müdürü kadına parayı nereden bulduğunu sorar. "Bahisten," der kadın, "bahiste çok iyiyimdir." Şaşıran müdür, "Ne tür bahisler?" diye sorar. "Her tür," der kadın. "Mesela hemen burada, yarın öğlen on ikide sağ kalçanızın alt tarafında bir kelebek dövmesi bulunacağına 25.000 dolarına bahse girebilirim." "Girerdim bu bahse," der müdür. "Ama bu kadar saçma bir bahisle paranızı almak istemem." "Eh," der kadın, "bahse girmezseniz ben de gider paramı başka bankaya yatırırım." "Yok, yok, acele etmeyin, canım," der müdür. "Tamam, bahse varım." Kadın ertesi gün öğlen vaktinde, yanında tanıklık için avukatıyla gelir. Banka müdürü arkasını döner, pantolonunu indirir ve bakmalarını söyler. "Tamam," der kadın, "yalnız kesin görebilmemiz için biraz daha öne eğilir misiniz, lütfen?" Müdür iyice eğilir, kadın onaylar ve çantasını açıp 25.000 doları saymaya koyulur. Bu arada avukat müdürün masasının karşısındaki koltuğa çökmüş, başı ellerinin arasında kara kara düşünmeye dalmıştır. "Bunun nesi var?" diye sorar müdür. "Kaybettiği için üzgün," der yaşlı kadın. "Buraya gelirken sizin bize saat on ikide kıçınızı açıp göstereceğinize dair 100.000 dolarına iddiaya girmiştik." Bahiste riski düşürmekle dalavere çevirmek arasında çok ince bir çizgi vardır. Aşağıdaki yeni Paskalcı stratejiye bir göz atalım: Adamın birisi, omzunda papağanıyla Pazar ayinine katılmış. Cemaatten birçok kişiyle papağanının ayini vaizden daha iyi sunacağına bahse girmiş. Ayin başladığında papağanın gıkı çıkmamış. Ayinden sonra eve dönerlerken adam kaybettiği paralar yüzünden başlamış papağana verip veriştirmeye. Papağan beklemiş ve adam sustuğunda, "Akılsız," demiş, "kafanı kullansana! Noel ayininde paranın hasını götürebileceğiz şimdi!" Papağan belki de önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Belki Pascal'ın kumarında, kutsal günlerde golf oynayacak şekilde biraz dalavere çevirip Tanrı'yı memnun edebiliriz! Varsa yani... Hiç değilse çabaladığımızı bilecektir. Deizm ve Tarihsel Din On sekizinci yüzyıl filozofları, eğer kuşkucu değilseler genellikle Deistti; yani uzak ve gayrı şahsi olan "filozofların Tanrısı"na, kişiden çok bir güce benzeyen, sırların itiraf edildiği bir sırdaştan çok bir saat ustası gibi olan bir Yaradan'a inanırlardı. Ortodoks Yahudiler ve Hıristiyanlar buna karşıydı. Bizim Tanrı'mız, diyorlardı, sadece bir saat ustasından ibaret değildir. O, tarihin efendisidir; Mısır'dan Çıkış'ta (Exodus), çölde yürüyüşte ve Vaat Edilmiş Topraklar'a yerleşildiğinde yanımızdaydı. Bir başka deyişle, "dertte ve tasada hep yanımızdaydı." Yahudi bir kadın, kumsalda oynayan torununu izlerken dev bir dalga gelir ve çocuğu kaptığı gibi götürür. Kadıncağız, "Lütfen Tanrı'm," der, "tek torunum o benim. Kurtar onu, yalvarırım." Derken kocaman bir dalga daha gelir ve çocuğu sağ salim kıyıya bırakır. Kadın torununa bakar ve göğe seslenir: "Şapkası da vardı ama!" Saatçiye söyleyin bakalım bunu! Teolojik Ayrımlar Din filozofları Büyük Sorularla uğraşırken (Mesela, "Tanrı var mı?") teologlar daha ufak meselelerle meşguldür.
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Photo
Tumblr media
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Körler
Tarihin çok daha derinlerde yatan ve çok daha özgün nitelikteki itici gücünden, başka deyişle insanların daha yüksek bir hayvan türü olan kitle ile birleşmek ve bu kitle içerisinde kendilerini, sanki tek bir insan bile hiç yaşamamışçasına yitirmek içgüdülerinden haberleri yoktu. Çünkü okumuş kişilerdi; okumuşluk ise, bireyin kendi içindeki kitleye karşı kullandığı bir güvenlik kuşağıydı. Adına yaşama kavgası denen kavgayı, karnımızı doyurmak ve sevebilmek uğruna olduğu kadar, içimizdeki kitleyi öldürmek uğruna da veririz. Kimi koşullar altında bu kitle, bireyi bencillikten tümüyle uzak, dahası kendi yararlarına aykırı davranışlara dek götürebilir. “İnsanlık”, bir kavram olarak bulunmazdan ve sulandırılmazdan çok önce, kitle olarak vardı. Bu kitle vahşi, coşkun, kocaman ve sımsıcak bir hayvan gibi hepimizin içinde, anasal etkilerin uzanabildiğinden çok, çok daha derinlerde bir anafor gibi kaynar. Kitle, yaşına karşın, dünyanın en genç hayvanı, en öz yaratığı, ereği ve geleceğidir. Onun üzerine hiçbir bilgimiz yok; hâlâ birer birey olduğumuz varsayımıyla yaşamaklayız. Kimi zaman kitle, gök gürültülerinden örülü bir fırtına, içinde her damlanın yaşadığı ve aynı şeyi istediği coşkun bir okyanus gibi saldırır üzerimize. Bu saldırının hemen ardından parçalanıp gitme alışkanlığını henüz koruduğu için, fırtına geçince yine biz olarak, zavallı ve bırakılmış şeytancıklar olarak kalırız. Bir zamanlar bu denli çok, bu denli büyük ve bu denli bütün olduğumuzu anılanınıza sığdıramayız bir türlü. İş bu noktaya vardığında, aklın boyunduruğunda yaşayanlar, sorunu “hastalık” sözcüğüyle açıklarlar; alçakgönüllülüğün bayraktarlığını yapmak isteyen ise, yanılgısının gerçeğe ne denli yaklaştığının bilincine varmaksızın, havayı “insanın içindeki hayvan” diyerek yumuşatır. Kitle ise bu arada yeni bir saldırı için hazırlanır. Bir gün gelecek, kitle artık parçalanmaz olacak; belki önce bir ülkede başlayacak bu gelişme, sonra orayı çıkış noktası yapıp çevresinde ne varsa yutarak ilerleyecek; ta ki artık Ben, Sen, O kavramları değil, ama yalnızca kitle var olacağından, kitlenin varlığına ilişkin tüm kuşkular ortadan kalkana dek.
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Mizah nı?
 Agnostik, Tanrı'nın varlığının eldeki bilgiler temelinde kanıtlanamayacağını düşünür ama aynı zamanda Tanrı'nın var olma olasılığını da reddetmez. Agnostikler, Tanrı'nın varlığı davasını kapanmış kabul eden ateistlerden bir adım geridedir. Bir agnostik ile bir ateist, "Ben, benim," diyen yanan bir çalıyla karşılaşırlarsa, agnostik gizli kayıt cihazına uzanacak, ateistse omuz silkip şekerlemelerini atıştıracaktır. İki İrlandalı barda içerken birden masalardan birinde kafa çeken kel ve şişman bir adam dikkatlerini çeker. Pat: "Şşş... Winston Churchill değil mi lan bu?" Sean: "Yok yahu. Mümkün değil.Winston böyle bir yere gelip kafa çekmez." Pat: "Oğlum, ciddiyim ben. Bak, dikkatli bak... Vallaha Churchill bu! Var mısın bahse? Sean: "Tamam be! Nesine?" Pat: "On papel." Sean: "Varım." Bunun üzerine Pat kalkmış, kel adamın yanına gitmiş: "Sen Churchill'sin, değil mi?" Adam terslenmiş: "Git başımdan kardeşim!" Pat arkadaşının yanına dönmüş, "Maalesef," demiş, "asla bilemeyeceğiz." İşte buna agnostik düşünmek denir. Ateistler ise başka meseledir. Filozoflar inançlılarla ateistlerin tartışmasının hiçbir yere varmayacağında çok önceleri fikir birliğine varmışlardır. Çünkü her iki taraf da her şeyi farklı yorumlamaktadır. Bir tartışmada, taraflardan birinin, "Aha! Eğer X doğrudur diyorsan Y'nin de doğruluğunu kabul etmelisin," diyebilmesi için ortak zemin gereklidir. Ancak ateistlerle inananlar üzerinde anlaşabilecekleri bir X'i asla bulamazlar. Tartışma asla başlayamaz çünkü her iki taraf da her şeyi kendi bakış açısından görür. Böyle anlatınca biraz soyut kaçabiliyor ama şu fıkra meselenin ayaklarını yere bastırıyor, hatta yanı başınıza getiriyor: Ufak tefek, yaşlı bir Hıristiyan kadın, her sabah sundurmasına çıkar, "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırırmış. Ve yine her sabah komşusu derhal pencereye çıkar ve "Tanrı yoktur!" diye haykırırmış. Her gün aynı şey tekrarlanıyormuş.Yaşlı kadın, "Şükürler olsun!" diye bağırdıkça komşusu çıkıyor, "Tanrı diye bir şey yok!" diye yanıtlıyormuş. Gel zaman, git zaman, yaşlı kadın dara düşmüş.Yiyecek bile alamaz hale gelmiş. Bu sefer sundurmaya çıkıp Tanrı'dan yiyecek yardımı dilemeye başlamış. Gene her duasının ardından, "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırmayı ihmal etmiyormuş. Derken bir sabah sundurmaya çıktığında bir de ne görsün? Merdivenlerde torbalar dolusu yiyecek! Hemen göğe bakmış ve "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırmış. Aynı anda komşusu bahçenin duvarından kafasını uzatıvermiş: "Aha!" demiş, "yiyecekleri sana ben aldım.Tanrı yok işte!" Yaşlı kadın komşusuna bakmış ve gülümsemiş. Ardından gene göğe seslenmiş: "Sana şükürler olsun ya Rabbi! Sırf dualarımı kabul edip yiyecek göndermekle kalmadın, bir de parasını şeytana ödettin!" Sam Harris, 2005 tarihli çoksatar kitabı İmanın Sonu'nda dinsel imana ilişkin gözlemlerini bir stand-up gösterisinde kullanılabilecek biçimde sunmuştu: "İnançlı bir Hıristiyan'a karısının onu aldattığını, ya da yoğurt yerse görünmez olacağını söyleseniz o da herkes gibi bunların doğru olup olmadığını anlamak için deliller arayacak ve bunlara herkes ne kadar inanırsa o ölçüde inanacaktır. Ama aynı adama başucunda tuttuğu kitabın, içinde yazan her türlü inanılmaz iddiayı kayıtsız şartsız kabul etmediği takdirde onu cehennem ateşinde yakacak görünmez bir tanrısal varlık tarafından yazıldığı söylenmiştir ve bu kişi göründüğü kadarıyla bunu doğrulayacak hiçbir kanıt aramamaktadır." Ama Harris, ateistliğin kötü yanını yazmayı atlamıştı: Ateistlerin orgazma ulaşırken adını haykıracak kimseleri yoktur. On yedinci yüzyıl Fransız matematikçi ve filozofu Blaise Pascal Tanrı'ya inanmaya veya inanmamaya karar vermenin, temelde bahse tutuşmak olduğunu öne sürmüştü. Tanrı'nın varlığına inanmayı seçmemiz ve her şey bittiğinde Tanrı'nın olmadığının ortaya çıkması büyük bir sorun değildir. Eh, tabii Yedi Ölümcül Günah'ı şöyle doyasıya yaşayamadan gitmiş oluruz ama bu, diğer seçenekle karşılaştırıldığında önemsizdir. Öte yandan Tanrı yoktur der ve sonunda kendisiyle karşılaşırsak hapı yuttuk, yani ebedi saadeti kaçırdık demektir. Bu nedenle, der Pascal, Tanrı varmış gibi yaşamak stratejilerin en iyisidir. Bu tavır, akademik çevrelerde "Pascal'ın Bahsi" adıyla bilinir. Biz sıradan insanlarsa buna kısaca "neme lazım" deriz. Pascal'dan ilham alan yaşlıca bir kadın, içinde 100.000 dolar bulunan bir çantayla bankaya girer ve bir hesap açtırmak istediğini söyler. Temkinli banka müdürü kadına parayı nereden bulduğunu sorar. "Bahisten," der kadın, "bahiste çok iyiyimdir." Şaşıran müdür, "Ne tür bahisler?" diye sorar. "Her tür," der kadın. "Mesela hemen burada, yarın öğlen on ikide sağ kalçanızın alt tarafında bir kelebek dövmesi bulunacağına 25.000 dolarına bahse girebilirim." "Girerdim bu bahse," der müdür. "Ama bu kadar saçma bir bahisle paranızı almak istemem." "Eh," der kadın, "bahse girmezseniz ben de gider paramı başka bankaya yatırırım." "Yok, yok, acele etmeyin, canım," der müdür. "Tamam, bahse varım." Kadın ertesi gün öğlen vaktinde, yanında tanıklık için avukatıyla gelir. Banka müdürü arkasını döner, pantolonunu indirir ve bakmalarını söyler. "Tamam," der kadın, "yalnız kesin görebilmemiz için biraz daha öne eğilir misiniz, lütfen?" Müdür iyice eğilir, kadın onaylar ve çantasını açıp 25.000 doları saymaya koyulur. Bu arada avukat müdürün masasının karşısındaki koltuğa çökmüş, başı ellerinin arasında kara kara düşünmeye dalmıştır. "Bunun nesi var?" diye sorar müdür. "Kaybettiği için üzgün," der yaşlı kadın. "Buraya gelirken sizin bize saat on ikide kıçınızı açıp göstereceğinize dair 100.000 dolarına iddiaya girmiştik." Bahiste riski düşürmekle dalavere çevirmek arasında çok ince bir çizgi vardır. Aşağıdaki yeni Paskalcı stratejiye bir göz atalım: Adamın birisi, omzunda papağanıyla Pazar ayinine katılmış. Cemaatten birçok kişiyle papağanının ayini vaizden daha iyi sunacağına bahse girmiş. Ayin başladığında papağanın gıkı çıkmamış. Ayinden sonra eve dönerlerken adam kaybettiği paralar yüzünden başlamış papağana verip veriştirmeye. Papağan beklemiş ve adam sustuğunda, "Akılsız," demiş, "kafanı kullansana! Noel ayininde paranın hasını götürebileceğiz şimdi!" Papağan belki de önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Belki Pascal'ın kumarında, kutsal günlerde golf oynayacak şekilde biraz dalavere çevirip Tanrı'yı memnun edebiliriz! Varsa yani... Hiç değilse çabaladığımızı bilecektir. Deizm ve Tarihsel Din On sekizinci yüzyıl filozofları, eğer kuşkucu değilseler genellikle Deistti; yani uzak ve gayrı şahsi olan "filozofların Tanrısı"na, kişiden çok bir güce benzeyen, sırların itiraf edildiği bir sırdaştan çok bir saat ustası gibi olan bir Yaradan'a inanırlardı. Ortodoks Yahudiler ve Hıristiyanlar buna karşıydı. Bizim Tanrı'mız, diyorlardı, sadece bir saat ustasından ibaret değildir. O, tarihin efendisidir; Mısır'dan Çıkış'ta (Exodus), çölde yürüyüşte ve Vaat Edilmiş Topraklar'a yerleşildiğinde yanımızdaydı. Bir başka deyişle, "dertte ve tasada hep yanımızdaydı." Yahudi bir kadın, kumsalda oynayan torununu izlerken dev bir dalga gelir ve çocuğu kaptığı gibi götürür. Kadıncağız, "Lütfen Tanrı'm," der, "tek torunum o benim. Kurtar onu, yalvarırım." Derken kocaman bir dalga daha gelir ve çocuğu sağ salim kıyıya bırakır. Kadın torununa bakar ve göğe seslenir: "Şapkası da vardı ama!" Saatçiye söyleyin bakalım bunu! Teolojik Ayrımlar Din filozofları Büyük Sorularla uğraşırken (Mesela, "Tanrı var mı?") teologlar daha ufak meselelerle meşguldür. Yirminci yüzyıl filozofu ve teologu Paul Tillich din felsefesiyle teoloji arasında varsayılandan daha fazla fark olduğunu düşünüyordu. Ona göre filozof, Tanrı ve Tanrı'yla ilgili şeyler hakkındaki gerçeği mümkün mertebe nesnel açıdan ararken, teolog zaten "inancın elindedir" ve kendisini bu inanca adamıştır. Başka bir deyişle din filozofu, Tanrı ve dine dışarıdan, teologsa içeriden bakar. Teolojide, "Ruh, Baba'dan mı yoksa Baba ve Oğul'dan mı çıkar?" türü feci ağır meseleler üzerine hizipler açılmıştır. Ruhban sınıfı dışındaki kişilerin teolojik farklılıkları anlamak için ayrıntılı bir kılavuza ihtiyaç duyduğu açıktır. Tanrı'ya şükür, komedyenler her daim yardıma hazırdır. Anlaşıldığına göre, bir kişinin dini inancını belirlemede anahtar kimi tanıyıp tanımadığıdır: Yahudiler, İsa'yı tanımaz. Protestanlar, Papa'yı tanımaz. Baptistler içki dükkânında birbirlerini tanımaz. Son satır gayet faydalı bir öğüt içerir: balık tutmaya gidecekseniz bir Baptisti davet etmeyin çünkü biranızın tümünü içecektir. Ama iki Baptist davet ederseniz, biranız size kalır. Mezhepler arasındaki ayrımı kavramanın bir diğer yoluysa kimin hangi tavrı ilahi gazap nedeni olarak gördüğüdür: Katolikler için bu, Pazar ayinini kaçırmaktır. Baptistler için dans etmek, Episkopaller içinse salatayı tatlı çatalıyla yemektir... Ama işin ciddi tarafını atlamayalım. Mezhepler arasında çok önemli öğreti farkları vardır. Örneğin "Lekesiz Gebelik" yani Hz. Meryem'in, Tanrı'nın oğlunu doğurabilmek için ilk günahtan ari doğduğu doktrinine sadece Katolikler inanır. İsa sokakta yürürken kalabalık bir grubun bir fahişeyi taşladığını görür. Hemen araya girer ve "Aranızda günahsız kim varsa ilk taşı o atsın!" der. Aynı anda bir taş vızıldayarak yanından geçer. Hz. İsa kalabalığa döner: "Anne?" Mezheplerle ilgili herkesin gözdesi olan şakalarsa elbette Katoliklerin karşı reform esprileridir. Mesela şu fıkra, neredeyse herkes tarafından bilinir: Maddi sıkıntıda iyice dibe vuran adam Tanrı'ya piyangoda kazanmak için her gün dua etmektedir. Aradan günler, haftalar, aylar geçer fakat hiçbir şey kazanamaz. En sonunda tepesi atar, "Bize 'kapıyı çalın, açılacaktır'; 'Arayınız, bulacaksınız,' diyen sen değil misin? Dua üstüne dua ediyorum şurada ama hâlâ kazanamadım piyangoyu!" diye haykırır. Aynı anda gökten gür bir ses duyulur: "İşin hepsini bana bırakma evlâdım. Bilet al!" Bu adam mutlaka, tıpkı sadece Tanrı'nın lütfüyle kurtulabileceğimizi, kurtuluşa erişmek için kendi başımıza hiçbir şey yapamayacağımızı düşünen Martin Luther gibi bir Protestan'dır. Yukarıdaki fıkrada Tanrı, Protestan reformuna karşı Katolik reformu gündeme taşımaktadır. Esasen bu fıkranın kökeninin 1545'te toplanan Trent Konseyi'ne dayanması çok mümkündür. Söz konusu konseyde kurtuluşun lütuf ve hayırlı işlerin, başka bir deyişle dua etmek ile bilet almanın birleşiminden geldiği kabul edilmiştir. Mezheplerin ortak noktası, her birinin kendi teolojisinin Cennet'e giden en kestirme yol olduğuna inanmasıdır Adam Cennet'in kapısı
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Franz bey diyceksiniz
Biz beş arkadaşız; bir gün bir evden dışarıya art arda çıktık. Önce birimiz çıktı, gidip kapının yanında dikildi; sonra ikincimiz çıktı, aslında cıva kabarcığı misali kaygan bir çeviklikle gelerek birincinin az ötesinde durdu; sonra üçüncümüz, sonra dördüncümüz, en sonda da beşincimiz çıktı. Bir sıra oluşturarak dikilmeye durduk. Herkes bizi fark etti ve bizi göstererek şöyle dediler: "Şu gördüğünüz beş kişi, şimdi evden çıktılar!” İşte o günden beridir bir arada duruyoruz, bir altıncı aramıza girmek istemese keyfimiz yerinde bile denebilir; aslında bize bir zararı yok altıncının ama sevmiyoruz işte onu, bu da yeterlidir herhalde; istenmediği bir yere girmek için bu çaba neden, anlamış değilim. Onu tanıdığımız yok, aramıza da istemiyoruz. Beşimiz birbirimizi eskiden beri tanır değiliz ve şimdi de tanıdığımız iddia edilemez; fakat beşimiz için mümkün olan ve hoş görülen şey altıncı tarafından mümkün değil ve hoş görülemez. Hem, beş kişiyiz ve altı olmak istemiyoruz işte. Üstüne üstlük, bu hep bir arada olmanın anlamı nedir? Biz beşimiz için bile bir anlamı yok, bir kez bir araya gelmişiz ve öylece bir aradayız ama geçmişte yaşadıklarımıza bakarak yeni bir aradalıklara karnımız tok. İyi de, bütün bunları altıncıya anlatabilmek mümkün değil; uzun uzun anlatmak onu aramıza kabul etmek anlamına gelir, bu yüzden hiç açıklama yapmıyor, aramıza almıyoruz onu. Dudaklarına üzgün biçimler versin istediği kadar, dirseği vurduğumuz gibi yanımızdan atıyoruz onu ama ne denli uzağa yollarsak yollayalım yine dönüp yanımıza geliyor.
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Gerçek bu değil ?
Uzun yıllardan beridir, hatta son birkaç yıldır özellikle daha da şiddetlenerek İslam'ın ne olduğu, bir müslümanın neler yapabileceği tartışılmaktadır. Mesela kendini İslam'ın gerçek temsilcileri sanan IŞİD mi var olan dini doğru algılamakta, yoksa Bahriye Üçok veya Yaşar Nuri Öztürk gibi İslam'ın oldukça ılımlı temsilcileri mi gerçekleri görmektedir? En basit anlatımıyla, İslam adlı dini disiplinin içeriği ve sınırları nasıl belirlenebilir? Hiç kuşkusuz İslam'ın ne olduğunun tartışılması çok daha uzun ve aslına bakılırsa nihai bir sonuca varmaktan biraz da uzak bir yapı içermektedir. Nitekim, İslam'a sadece Kur'an'ı mı kaynak alınması gerektiği yoksa hadis ve hatta rivayetlerin de İslam mefhumunun olmazsa olmazı olup olmadığı birçok alim ve hatta alim olmayanlarca sürekli tartışma konusu olmuştur. Ancak bu yazının konusu bu belirsizliği ortadan kaldırmak değil, bu belirsizliğe dayanarak sıkça yapılan bir "mantık hatası"nı ya da diğer bir deyişle "safsata"yı ortaya koymaktır. Bizim ülkemizde daha çok "Yanılmışım Tanrı Varmış" adlı kitabıyla bilinen İngiliz filozof Antony Flew, aslında 1971'deki "An Introduction to Western Philosophy" (Batı Felsefesine Bir Giriş) ve 1975'deki "Thinking About Thinking"(Düşünmek Hakkında Düşünmek) adlı kitaplarında bahsettiği ve daha sonra literatüre "No True Scotsman" (Gerçek İskoçyalı Değil) şeklinde giren "mantık hatası" ile tanınmaktadır. Bu mantık hatasının temelinde, ileri sürülen iddiayı doğru veya yanlış olarak değerlendirmeden, onu gerçekleştiren kişiyi sürekli değişen tanımlara göre tanımlamak yatmaktadır. Diğer bir deyişle, sınırları belirsiz bir X grubu vardır ortada ve X grubuna tâbî olan biri, o an için uygun bulunmayan bir davranış sergilediğinde o kişinin aslında X grubuna tâbî olmadığı, onun "gerçek bir X grubu üyesi olmadığı" söylenerek aslında X grubuna ve üyelerine yönelik eleştiri veya iddiadan kaçınılır ve tartışma özünde sağlıksız olmayı sürdürür. Bunu daha iyi anlamak için Antony Flew'nun "Thinking About Thinking" (Düşünmek Hakkında Düşünmek) adlı kitabında verdiği örneğe bakalım: İskoçyalı Hamish McDonald adlı birinin elinde Glasgow gazetesiyle oturduğunu ve "İngiliz Tecavüzcü Tekrar Saldırdı" adlı bir haber okuduğunu düşünün. Hamish dehşete düşer ve "Hiçbir İskoçyalı böyle bir şey yapmaz." der. Ertesi sabah tekrar oturur ve Glasgow gazetesini okumaya koyulur. Bu sefer gazetede İskoçyalı birinin İngiliz tecavüzcüden kat kat daha kötü şeyler yapmış olduğuyla ilgili bir yazı okur. Bu gerçek, Hamish'in dünkü görüşünün yanlış olduğunu ortaya koyar, ama Hamish bunu kabul eder mi? Hiç de bile. Bu sefer o şöyle der: "Gerçek bir İskoçyalı olsa böyle şeyler yapmazdı." Görüldüğü üzere, sınırları belirsiz bir X vardır ortada. Bu X, genellikle bir milliyet veya din olma eğilimindedir. Nitekim hem kalabalık bir üyeye sahiptir din ve milliyetler hem de tanımlarının neye tekabül ettiği asla tam olarak bilinmez. İnsanların sık sık başvurduğu "gerçek X değil" safsatası, aslında hiçbir tartışmaya girmeden ve X'in değerlerini ortaya koymaksızın sürekli X'i aklama çabasının bir ürünüdür. Bu şekilde X'i savunan kimse görüşlerinde yanılmadığı gibi, aynı zamanda X'in doğru/gerçek/iyilik/güzellik gibi olumlu özelliklerini de savunmuş olur. Bu mantık hatasını daha adım adım inceleyen Bradley Dowden'in örneğine bakacak olursak: A Kişisi: "Gerçek İskoçyalı yulaf ezmesine şeker katmaz." B Kişisi: "Ama amcam Angus yulaf ezmesini şekerli seviyor." A Kişisi: "Olabilir, 'gerçek İskoçyalı' yulaf ezmesine şeker katmaz." Bu mantık hatasında kişinin yanılma payı neredeyse yoktur, çünkü kişi ileri sürdüğü iddiayla çelişen her veriyi "gerçek X olsa böyle olmaz" diyerek saf dışı bırakmaktadır. Diğer bir deyişle, Karl Popper'ın "yanlışlanamazlık tezi" ile benzer bir süreç işlemektedir. Durumu daha da somutlaştırırsak, "kafa kesmek" veya cihad adı altında "intihar saldırıları" yapmasıyla bilinen ve aslında kendilerini "gerçek müslüman" olarak gören IŞİD üyelerinin İslam adına yaptığı tüm bu eylemleri "Gerçek İslam bu değil." diyerek reddetmek, aslında İslam'ın böyle şeylere yol açma nedenlerini de tartışmaya kapatmak anlamına gelir. Bir diğer deyişle, hoşumuza gitmeyen veya günümüz koşullarında X ile artık uyumluluğu kalmadığı için çağ dışı görünen her eylem için "gerçek X değil" demek, sürekli sorunun kaynağını görmezden gelmek demektir. Örneğin, hırsızlık yapan bir adamı yakalayan mülkiyet sahibi, o hırsızın elini kesse ve "Müslüman olduğum için böyle yapılmasını doğru buldum." dese ve kanıt olarak da Maide suresinin 38. ayetini ("Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiniz.") gösterse, ne yapılması gerekir? Hiç kuşkusuz, artık bu cezanın çağ dışı olduğu bilinmekte ve genellikle kabul görmektedir. Bu sebeple, hırsızın elini kesenin "gerçek müslüman olmadığı" çünkü "müslüman olanın çağa ayak uydurması gerektiği" söylenecektir. Oysa Kur'an'da açıkça ifade edilen bir duruma rağmen artık günümüz koşullarına uymadığı için İslam'a göre yanlış olmayan bir eylemi "uygunsuz" saymaya başlarız. Elbette bu, sadece İslam için geçerli bir mantık hatası değildir. "Gerçek Türk vatanını terk etmez.", "Gerçek erkek kadına el kaldırmaz.", "Gerçek komunist kiliseye gitmez.", "Gerçek ateist UFO'lara inanmaz.", "Gerçek Beşiktaşlı holiganlık yapmaz." gibi günlük hayatta ve Dünya'nın hemen her yerinde çeşitli şekillerde bu mantık hatası ile karşılaşırız. Peki bundan kurtulmanın, bu safsata ile baş etmenin bir yolu var mıdır? İşin özü, yoktur. Sadece sağlıklı bir tartışma yürütülebilen kişilerle adım adım X grubunun temel prensipleri/kuralları ve X grubuna tâbî olduğu söylenen kişinin eylemlerinin bu prensip/kurallar ile ne denli bağdaştığı üzerine bir konuşma yapılabilir. Ancak yine de, X grubunun genellikle "en iyi" olduğu ön kabulüyle hareket edildiği için herhangi birinin X grubunun imajını zedeleyecek davranışının X grubuna mâl edilmesinin oldukça zor olduğunu tahmin etmek de güç değildir.
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Son soru
Son soru ilk kez 21 Mayıs 2061'de insanlık ışığa henüz yeni adım attığında soruldu. Sorulma nedeni beş dolarlık bir bahisti. Şöyle oldu: Alexander Adell ve Bertram Lupov, Multivac'ın iki sadık teknisyeniydi. Dev bilgisayarın soğuk, tıkırdayan, ışıkları yanıp sönen yüzünün arkasında ne olduğunu bir insan ne kadar bilebilirse, onlar da o kadarını biliyorlardı. Hiç olmazsa artık tek bir insanın bütününü asla bilemediği devrelerin ve aktarıcıların genel planı hakkında birazcık bilgileri vardı. Multivac gereken ayarlama ve düzeltmeleri kendi kendine yapıyordu. Böyle de olması gerekiyordu çünkü insan eli ile bu işlemlerin yeterince süratle ve doğrulukla yapılması mümkün değildi. Bu yüzden Adell ve Lupov bu dev üzerinde ancak yüzeysel ve çok kısıtlı çalışmalar yapabiliyorlardı. Verileri ona yüklüyorlar, sorularda gereken değişiklikleri yapıyor ve çıkan yanıtları tercüme ediyorlardı. Onlar ve onlar gibi olanlar Multivac'ın zaferinden pay çıkarma hakkına kesinlikle sahiptiler. Onlarca yıldır Multivac insanın Ay'a, Mars'a ve Venüs'e gitmesini sağlayan gemileri dizayn etmişti. Bunların ötesine gitmeye yeryüzünün fakir düşmüş kaynakları elvermiyordu. Uzun yolculuklar için çok fazla enerji gerekiyordu. İnsan yeryüzündeki kömür ve uranyumu gittikçe artan bir ustalıkla kullanmıştı ama artık her şey tükenmek üzereydi. Fakat Multivac yavaş yavaş daha derin ve daha kapsamlı sorunları çözümleyebilecek kadar bilgilendi ve 14 Mayıs 2061'de o ana kadar teori olan gerçek oldu. Güneşin enerjisi depolandı, dönüştürüldü ve tüm gezegende doğrudan kullanılmaya başlandı. Bütün dünya bitmek üzere olan kömürü yakan, uranyum fizyonunu gerçekleştiren düğmeleri kapatıp Ay ile dünyaya eşit uzaklıkta yeryüzünün çevresinde dönen bir mil çapında küçük bir istasyona bağlandı. Artık tüm yeryüzü güneş enerjisinin görünmez ışınları ile çalışıyordu. Bu müthiş zaferin kutlamaları yedi gündür sürüyordu ve henüz sona erecek gibi de görünmüyordu. Adell ve Lupov en sonunda kalabalıktan kaçıp onları kimsenin aramayı akıl edemeyeceği bir yere saklanmışlardı. Bu yer Multivac'ın muazzam bedeninin bir kısmının görüldüğü yeraltı bölmelerdi. Bir tatili kesinlikle hak eden Multivac da başında kimse olmadan tembel tıkırtılarla verileri düzene sokuyordu. Teknisyenler bu duruma saygı duydular ve onu rahatsız etmeyi -. başlangıçta- akıllarına getirmediler. Yanlarında bir şişe getirmişlerdi ve bütün istedikleri içkinin eşliğinde birlikte rahatlamaktı. "Düşünecek olursan, ne kadar şaşırtıcı bir şey" dedi Adell. Geniş yüzünde yorgunluk çizgileri vardı. Cam bir kamışla yavaş yavaş içkisini karıştırarak bardağın içindeki buz parçalarının hareketini seyrediyordu. "Sonsuza kadar kullanabileceğimiz bedava enerjiye sahibiz. Örneğin onu yer küreyi eritip kocaman bir katışık demir damlasına dönüştürmekte kullansak, harcanan kısmı devede kulak bile olmaz. Artık sonsuza kadar ihtiyacımız olan enerjiden çok daha fazlasına sahibiz." Lupov başını yana eğdi. Birisi ile zıtlaşmak istediğinde böyle yapardı. Şimdi de zıtlaşmak istiyordu, kısmen de içki şişesini, buzları ve bardakları o taşımak zorunda kaldığı için. . "Sonsuza kadar değil" dedi. "Haydi canım, hemen hemen sonsuza kadar. Güneş bitinceye kadar, Bert." "Bu sonsuza kadar demek değil." "Pekala öyleyse. Milyarlarca yıl. Yirmi milyar belki. Tatmin oldun mu?" Lupov parmaklarını seyrekleşmiş olan saçlarının arasından geçirdi ve içkisinden küçük bir yudum aldı. "Yirmi milyar yıla sonsuzluk denmez." "Sonuçta insanlar yaşadıkça onlara yetecek değil mi?" "Uranyum ve kömür de yeterdi." "Tamam ama her bir uzay gemisini Solar İstasyona bağlayabiliriz ve gemiler yakıt kaygısı olmadan Pluto'ya milyon kez gidip gelebilirler örneğin. Ne Uranyum ne de başka bir kaynakla bunu yapamazsın. Bana inanmıyorsan, Multivac'a sor." "Sormama gerek yok, biliyorum." "O zaman Multivac'ın bizim için yaptıklarını küçümse-meyi bırak" dedi Adell. Öfkelenmişti. "Müthiş bir iş başardı." "Başarmadı diyen yok ki. Ben yalnızca güneş sonsuza kadar yetmez diyorum. Bütün söylediğim bu. Yirmi milyon yıl güvendeyiz, tamam, peki sonra?" Lupov hafifçe titreyen parmağını ona doğru salladı. "Sakın başka bir güneşe geçeriz deme." Bir süre sessizlik oldu. Adell aralıklarla içkisini yudumladı ve Lupov'un gözleri kapandı. Gevşediler. Sonra Lupov aniden gözlerini açtı. "Bizim güneşimiz bittiğinde bir başka güneşe geçeceğimizi düşünüyorsun değil mi?" "Hiçbir şey düşünmüyorum." "Düşünüyorsun. Sende mantık zafiyeti var. Senin sorunun bu. Aniden sağanağa yakalanan ve ormana koşup bir ağacın altına sığınan bir adam gibisin. Islanmaktan korkmazsın çünkü o ağaç olmazsa daha sık yapraklı başka bir ağacın altına sığınabileceğini düşünürsün." "Anladım" dedi Adell, "Bağırma. Güneşin sonu geldiğinde öteki yıldızların da sonu gelmiş olacak." ‘Tabii gelmiş olacak’ diye mırıldandı Lupov. "Hepsi orijinal kozmik patlama ile oluştu -o her neyse ve bütün yıldızların zamanı bittiğinde onunki de bitecek. Bazıları diğerlerinden daha çabuk tükenir. En büyükleri yüz milyon yıl bile yaşamaz. Güneş yirmi milyar yaşayacak, cüceler belki yüz milyar, en fazla. Ama bir trilyon yıl sonra her şey karanlık olacak. Entropi mutlaka maksimuma ulaşır, o kadar." "Entropinin ne olduğunu biliyorum" dedi Adell gururunun incindiğini belli ederek. "Bok biliyorsun." "En azından senin kadar biliyorum." "Öyleyse her şeyin bir gün tükenmek zorunda olduğunu, biliyorsun." "Aman tamam, tamam. Bitmez diyen oldu mu?" "Sen dedin. 'Sonsuza kadar ihtiyacımız olan tüm enerjiye sahibiz' dedin. 'Sonsuza kadar' dedin." Zıtlaşma sırası Adell'e gelmişti. "Belki bir gün yeni bir yol buluruz" dedi. "Asla." "Neden olmasın? Bir gün." "Asla." "Multivac'a sor." "Multivac'a sen sor. Haydi bakalım. Beş dolara bahse giriyorum, olmaz." Adell bunu deneyecek kadar sarhoş, soruyu gerekli sembollerle soracak ve işlemleri yapacak kadar ayıktı. Soru yaklaşık olarak şöyleydi: İnsanlık bir gün güneş yaşlanıp öldüğünde net enerji kaybı olmaksızın onu yeniden genç haline döndürebilecek mi? Ya da daha basitleştirip şöyle diyebiliriz: Evrendeki net entropi miktarı çok büyük ölçüde nasıl azaltılabilir? Işıkların yanıp sönmesi yavaşladı, uzaktan gelen bağlantı devrelerinin tıkırtıları durdu. Multivac öldü. Sonra, ödü kopmuş teknisyenlerin artık nefeslerini daha fazla tutamayacakları anda birden canlandı, yazıcısı çalışmaya başladı. Çıkan kağıtta şu kelimeler yazılıydı: ANLAMLI BİR YANIT İÇİN YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL. Sabah olduğunda akşamdan kalma iki arkadaşın kafaları ağrıdan çatlıyordu. Bir gece önceki olayı tümüyle unuttular. *** Jerrodd, Jerrodine ve Jerrodette I ve II vizi-ekrandaki yıldızların görüntüsüne bakıyordu. Gemi zamanın olmadığı dış-uzaydan geçişini tamamladı. Yıldız yağmurunun tam ortasında aniden bir parlak mermer disk belirdi. Jerrodd kendinden emin, "Bu X-23" dedi. Heyecandan sımsıkı arkasında birleştirdiği küçük ellerinin eklemleri bembeyaz olmuştu. Küçük Jerodettelerin (ikisi de kız) dış-uzay geçidinden ilk geçişleriydi. Bir anlık içerde — dışarıda olma duygusu onları etkilemişti. Kıkırdayarak annelerine koştular. "X-23'e geldik! X-23'e geldik! X-" "Susun çocuklar" dedi Jerrodine sertçe. "Emin misin Jerrodd?" Jerrodd "Emin olmayacak ne var?" diye sordu tavanın biraz aşağısındaki şekilsiz metal çıkıntısına bakarak. Çıkıntı oda boyunca uzanıyor, her iki duvarın içinde kayboluyordu. Uzunluğu geminin uzunluğu kadardı. Jerrodd'un bu kalın metal kablo hakkında bütün bildiği isminin Microvac olduğu ve bir soru sorulduğunda yanıt verdiğiydi. Canınız soru sormak istemediği zamanlarda da yaptığı görevler vardı; Gemiyi önceden belirlenen yere ulaştırmak, çeşitli galaktik enerji istasyonlarından beslenmek, dış-uzay sıçramaları için gerekli hesapları yapmak gibi. Jerodd ve ailesine gemideki rahat dairelerinde beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyordu. Bir zamanlar birisi Jerodd'a 'Microvac'ın sonundaki 'ac'ın İngilizcede 'analog computer' anlamına geldiğini söylemişti ama bunu bile pek aklında tutamıyordu. Jeroddine'nin vizi-ekrana bakan gözleri yaşlıydı. "Elimde değil. Dünyadan ayrılmak bana zor geliyor." "Neden zor olsun canım?" dedi Jerodd. "Orada hiçbir şeyimiz yoktu. X-23'te her şeyimiz olacak. Yalnız olmayacaksın. Öncü göçmen olmayacaksın. Gezegende şimdiden bir milyonun üzerinde insan bulunuyor. Düşünsene, torunlarımızın torunlarının zamanında X-23 o kadar kalabalık olacak ki, yeni dünyalar arayacaklar." Bir süre düşüncelere daldı sonra, "İyi ki bilgisayarlar uzayda yolculuk yapmayı mümkün kıldılar. İnsan ırkı o kadar hızlı çoğalıyor ki." Jeroddine çok mutsuz, "Biliyorum, biliyorum" dedi. Jeroddette atıldı, "Bizim Microvac'ımız dünyanın en iyi Microvac'ı." Jerrodd onun saçlarını okşayarak, "Ben de öyle düşünüyorum" dedi. İnsanın kendi Microvac'ı olması çok hoş bir şeydi. Jerrodd daha erken doğmamış olduğu için memnundu. Babasının gençliğindeki bilgisayarlar inanılmaz büyüklükteydiler. Her gezegende yalnız bir tane bulunurdu. Gezegen AC'si denirdi onlara. Teknolojinin gelişmesi sayesinde transistörlerin yerini moleküler vanalar almıştı. Böylece artık en büyük AC bile bir uzay gemisinin yarısı kadardı. Kendi özel Microvac'ının güneşi ilk zapt eden o eski ve ilkel multivac'a kıyasla ne kadar gelişmiş olduğunu düşündü ve keyiflendi. Jerrodd'un bilgisayarı dış-uzay sorununu ilk çözen ve böylece yıldızlara yolculuğu mümkün kılan Dünya'nın Gezegen AC'sinden bile çok üstündü. Kendi düşüncelerine dalan Jerroddine içini çekti, "Ne kadar çok yıldız, ne kadar çok gezegen var. Bana kalırsa aileler bizim şimdi yaptığımız gibi yeni yeni gezegenlere gitmeyi sürdürecek, sonsuza kadar." "Sonsuza kadar değil" dedi Jerrodd gülümseyerek. "Bir gün bu duracak ama daha milyarlarca yıl sürer. Yıldızların bile sonu gelir biliyorsun. Entropi durmadan artar." Jerroddette II incecik sesiyle, "Entropi nedir baba?" diye sordu. "Entropi, tatlım, evrenin ne miktarda bittiğini anlatan bir sözcüktür. Her şey biter, senin küçük yürüyen-konuşan robotun gibi." "Peki, sen evrene yeni bir güç ünitesi takamaz mısın, robotuma yaptığın gibi?" "Yıldızların kendileri güç üniteleridir canım. Onlar bir kere bitti mi, yenisi yoktur." Jerrodett I avaz avaz ağlamaya başladı. "Buna izin verme baba. Yıldızların bitmesine izin verme!" Jerroddine kızmıştı, "Beğendin mi yaptığını?" diye fısıldadı. Jerrodd da fısıltıyla, "Korkacağını nereden bilebilirdim?" dedi. Jerrodette I, "Microvac'a sor" dedi. "Yıldızları yeniden nasıl çalıştıracağını ona sor."
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
Şiilik ve üzerine
İslam, açık bir biçimde savaş dinine özgü bütün özellikleri sergilemektedir; ama yine de bir kolu, başka hiçbir yerde bulunamayacak ölçüde kesif ve aşırı bir ağıt dinidir; bu kol, Şii inancıdır. Şiilik İran ve Yemen'in resmi dinidir; Hindistan ve Irak'ta da oldukça yaygındır. Şiiler, "imam" adını verdikleri ruhani ve dünyevi bir lidere iman ederler. İmam'ın konumu Papa'nınkinden daha önemlidir. İmam kutsal ışığın taşıyıcısıdır ve yanılmazdır. Yalnızca İmam'a bağlanan inananlar kurtulacaktır. "Her kim ki kendi zamanının gerçek İmam'ını tanımadan ölürse, kâfir olarak ölür." İmam, doğrudan peygamber soyundan gelir. Muhammed'in damadı, başka bir deyişle kızı Fatma'nın kocası olan Ali'nin ilk imam olduğu kabul edilir. Peygamber, diğer inananlardan sakladığı özel bilgileri Ali'ye emanet eder, Ali de bunları ailesine aktarır. Peygamber bariz bir biçimde Ali'yi gerek öğretisinin hocası, gerekse yönetici olarak kendi halefi tayin etmiştir. Peygamber'in buyruğuyla o seçilmiş insan olmuştur; yalnızca onun "müminlerin yöneticisi" unvanını taşımaya hakkı vardır. Ali'nin oğulları Hasan ve HÜseyin, Peygamber'in torunları olarak, görevi Ali'den devralmışlardır; Hasan ikinci, Hüseyin de üçüncü İmam'dır. Müminler üzerinde egemenlik iddiasında bulunan başka herkes gaspçı sayılır. İslam'ın, Muhammed'in ölümünden sonraki siyasi tarihi Ali ve oğulları etrafında bir efsanenin oluşumunu beslemiştir. Ali hemen halife seçilmedi. Muhammed'in ölümünü takip eden yirmi beş yıl boyunca, "sahabeden" üç kişi peş peşe bu en yüksek mevkiyi ellerinde tuttu. Ali ancak üçüncünün ölümünden sonra iktidara geldi; kendi yönetim dönemi de çok kısa sürdü. Bir cuma namazı sırasında, Irak'taki küfe camiinde, fanatik bir düşman tarafından zehirli bir hançerle öldürüldü. En büyük oğlu Hasan, haklarını milyonlarca dirhem karşılığında satıp Medine'ye çekildi; birkaç yıl sonra sefahat hayatının etkileri yüzünden öldü. Hasan'ın küçük kardeşi Hüseyin'in çektikleri, Şii inancının özünü oluşturur. Hüseyin, Hasan'ın tam zıddıdır; içine kapanık ve ciddi biri olarak Medine'de sessizce yaşar. Kardeşinin ölümüyle Şiilerin başına geçmesine karşın, uzun süre bütün siyasi faaliyetlerden uzak durur. Ancak halife Şam'da ölüp de oğlu, yönetimi almak isteyince, Hüseyin ona biat etmeyi reddeder. Çalkantılı Kûfe şehrinin sakinleri ona yazıp Hüseyin'in gelmesini isterler. Hüseyin'in halife olmasını isterler; Kûfe'ye gelirse, herkesin onun sancağı altında toplanacağını söylerler. Hüseyin ailesi, eşleri, çocukları ve az sayıdaki bağlılarıyla, çöl boyunca sürecek uzun yolculuğuna çıkar. Şehrin civarına varana kadar, şehrin sakinleri onun davasından çoktan dönmüşlerdi. Şehrin valisi Hüseyin'e karşı güçlü bir süvari birliği yollayıp teslim olmasını ister. Hüseyin bunu reddedince, su yollarını keserler. Hüseyin ile etrafındaki az sayıda insan kuşatılır ve miladi 680 yılında, muharrem ayının onuncu gününde, Kerbela düzlüklerinde, kendilerini cesurca savunmalarına rağmen öldürülürler. Kendisinin ve kardeşinin ailesinden pek çok kişi de dahil olmak üzere, Hüseyin'le birlikte seksen yedi adamı ölür. Cesedinde otuz üç mızrak darbesi ve otuz dört kılıç yarası sayılır. Düşman birliğinin komutanı Hüseyin'in cesedinin atların ayakları altında çiğnenmesini emreder. Peygamberin torununun başı kesilip Şam'daki halife'ye gönderilir. Halife sopasıyla bu başın ağzına vurur; ama orada hazır bulunan yaşlı bir "sahabe" karşı çıkarak, "sopanı çek" der; "çünkü ben peygamberin ağzını bu ağzı öperken gördüm." "Peygamber ailesinin çektiği azap" Şii kendini helak etme edebiyatının gerçek temasıdır. "Gerçek Şiiler, vücutlarının yoksulluk içinde zayıflamış, dudaklarının susuzluktan çatlamış ve gözlerinin sürekli ağlamaktan şişmiş olmasından tanınıyor olsa gerek. Gerçek bir Şii, haklarını savunduğu ve uğruna azap çektiği aile kadar zulme uğramış ve perişandır. Kısa sürede, çile ve zulmün peygamber ailesinin çağrısı olduğu fikri egemen olur." Bu ailenin tarihi Kerbela'daki yas gününden itibaren, sürekli acı ve azapla doludur. Bu aile hakkında nazım ve nesir biçiminde yazılmış öyküler zengin bir şehadet edebiyatı şeklinde elden ele dolaşmıştır. Bu öyküler Şiilerin, 10. günü aşure günü olan, Kerbela trajedisinin yıl dönümünü andıkları muharrem ayının ilk on gününde yaptıkları toplantıların konusudur: "Anımsanacak günlerimiz ağıt toplantılarımızda." Şii şehzade, Peygamber ailesinin çektiği birçok azabı anımsattığı şiirini bu sözlerle bitirir. Ali ailesinin talihsizliği, çektiği azaplar ve şehadeti için ağlama, ağıt yakma ve yas tutma gerçek inananın temel ilgi alanıdır. Arapçada "Şii gözyaşından daha dokunaklı" şeklinde bir deyiş vardır; bu inanca bağlı olan modern Hintlilere göre: "Hüseyin için ağlamak yaşamımızın ve ruhumuzun ödülüdür; aksi takdirde cümle mahlukatın en nankörü oluruz. Cennette bile Hüseyin'in yasını tutacağız. Hüseyin için duyulan keder İslam'ın bir göstergesidir. Bir Şii için, ağlamamak imkânsızdır. Şiinin başı canlı bir mezardır, başı kesilen şehidin başının gerçek mezarı." Elias Canetti Kaynak
0 notes
matysh13-blog · 8 years ago
Text
NEDİR ?
Kendimizi bildiğimizden beri görmezden geldiğimiz bir olgu, eşcinsellik. Daha 42 yıl önce Amerikan Psikiyatri Birliği, 24 yıl önce de Avrupalılar’ın “hastalık” kategorisinden çıkardığı eşcinsellik hakkında bildiğimizi sandığımız fakat bilmediklerinizin olduğunu tahmin ediyoruz.  Eşcinsellik Nedir?  Genel olarak eşcinsellik, kendi cins veya cinsiyetindeki insanlara, duygusal ya da cinsel çekim çekim hissetmek olarak tanımlanabilir. Çoğunlukla ergenlik yıllarında farkına varılan ve kendini eşcinsel olarak tanımlayan insanlarda bilimsel olarak ruhsal bozukluk olarak tanımlanacak bir belirtiye rastlanmamıştır.   Eşcinsellik kavramı 1869 yılında Macar yazar, Karl Maria Kertbeny, tarafından Almanca olarak üretilmiştir. Daha sonra 1892 yılında Charles Gilbert Chaddock sayesinde kendine İngilizcede yer bulmuştur. Bundan 8 yıl sonra ise heteroseksüellik terimi ortaya çıkmıştır. 1950’lere kadar birçok insanın “eşcinsellik” kelimesini duymadığı yapılan araştırmalarla belirlenmiştir. 1976 yılına gelindiğinde “eşcinsellik” Oxford İngilizce Sözlük’e girmeyi başarmıştır.  İnsanların bu tip bir cinsel yönelim geliştirmelerinin sebepleri konusunda bilimsel bir kanıt yoktur. Cinsel tercih ile ilgili bu oluşumun sebebinin, genetik faktörler, erken rahim ortamı ya da ikisinin birlikteliği ile ilgili olduğu görüşü daha yoğundur. Günümüzde kendi cinsine ilgi duyan, yani eşcinsellerin sayısı ile ilgili kesin bir sayıya ulaşmak, toplumsal baskı, homofobi gibi nedenlerden dolayı mümkün değildir. Eşcinsel davranışlar birçok hayvan türünde de görülmektedir.  Tarihte Eşcinsellik Eşcinsellik ile ilgili ilk yazılı kaynaklara İ.Ö. 2000-3000 arasında, Eski Mısır, Sümer ve Hitit uygarlıklarında rastlıyoruz. Hatta 1400’lerden kalma bir Hitit yasa derlemesinde erkekler arasında evliliğe izin veren bir madde belirlenmiştir. Eşcinselliğin daha rahat yaşandığı kültürlerden biri Eski Yunan toplumudur. Kadın ve erkek eşcinselliği, sanatın heykel, şiir gibi alanlarının yanı sıra felsefe alanında da gözlemlenmektedir. Antik Yunan’da kendi cinsine duyulan arzu düşüncesi “paiderastia” kelimesi ile tanımlanır. Oğlan veya erkek çocuk anlamına gelen “pais” ve sevmek anlamına gelen “eran”ın birleşmesinden meydana gelen “paiderastia”  yaşlı olan erkek ile daha genç olan erkek arasındaki ilişki olarak tanımlanabilir. Çin’de ise, bütün eski tarihi boyunca, özellikle Han hanedanı döneminde (İ.Ö. 206-İ.S. 220) eşcinsellik çok yaygındı. Feodal Japonya’da askeri çevrelerde eşcinsellik tipik bir olguydu.  Eşcinsellik kendine tarihte İ.Ö. 4. ve 5. yüzyıllarda olduğu kadar yer bulamamıştır. Batı uygarlığının eşcinselliğin reddinin ve tabu olarak görülmesinin sebebi ise önce museviliğin, daha sonra hristiyanlığın eşcinselliğe karşı duruşları olmuştur. Eşcinsellikle İlgili Önyargılar Bilgi sahibi olmadan ve kulaktan kulağa dolaşan önyargılar, eşcinsellerin ne olursa olsun beğendiği insana ulaşmaya çalıştığı, erkek eşcinsellerin sadece pasif olduğu ve kadınsı tavırlar gösterdiği, yine erkek eşcinsellerde anal sex zorunluluğu olduğu ve eşcinsellerin evlendiği zaman heteroseksüel yaşamına geri döndüğüdür. Bilgi sahibi olmadığımız her konu gibi eşcinselliği de korkulan, önyargı ve kulaktan dolma bilgilerle zararlı olarak gören toplumu bilinçlendirmek önemli olmasından çok zaruridir.  
0 notes