mekanikturk
mekanikturk
Mekanik Türk
43 posts
Hemen hemen her gün yeni bir öykü
Don't wanna be here? Send us removal request.
mekanikturk · 4 years ago
Text
Şüphe
1. 
Sahibi, içerik mağazasından Marco Pierre White yemek tarifleri paketi satın almıştı. Android, içerik paketindeki tarife göre akşam yemeği için Fransız usulü raclette yapmaya başladı. Bir yandan patatesleri haşlarken diğer yandan salamura yeşil biber eklenmiş sade raclette peynirini buharda eritmek için hazırlanıyordu. Tarifler o kadar basit ve anlaşılır hale getirilmişti ki, neredeyse özel bir malzemeye ihtiyaç duymadan şefin tüm yemeklerini yapabiliyordunuz. Öyle ki, orijinal tarifte yer alan raklet ızgarası yerine içerik paketinde herhangi bir tava kullanılması salık veriliyordu. Ya da pastırma yağı tariften çıkıyor ve herhangi bir sıvı yağ her şeye yetiyordu.  
İçerik paketinde şefin biyografisi ve ünlü aforizmaları da vardı. 37 yaşında emekli olan ve Michelin yıldızlarını geri veren ünlü şef, oldukça ilginç bir karakterdi. Emekli olduğu günden sonra "Herkes için iyi yemek" şiarıyla ülke ülke dolaşmış, ücretsiz seminerler vermişti. Gastronomi dünyasındaki gelişmelerin herkesi kapsaması gerektiğini savunmuş, adeta zengin ve lüks düşkünlerine hitap eden gastronomi dünyasına savaş açmıştı. Bu asimetrik ilişki hakkında şefin yayımlandığı dönemde infial yaratmış bir de kitabı bulunuyordu. 
Ev modeli Android bu hikayeden oldukça etkilenmişti: Bir android ne kadar etkilenebilirse. "Herkes için iyi yemek". "Herkes için". Daha önce eşitlik amaçlayan bir fedakarlık, daha doğrusu verimliliği ve kümülatif faydayı artırmayacak bir etki alanı sınırlandırması örneği duymamıştı. Bir android için her şey oldukça basittir. Kodlar, algoritmalar ve harmonikler. Kodlar çekirdektir. Algoritmalar bu çekirdeklerin oluşturduğu desenler. Harmonikler ise sistemin doğru çalışıp çalışmadığını denetleyen güvenlik bariyerleri. 
Android'in aklında "eşitlik amaçlayan fedakarlık" fikri dolanıyordu. Mantıksızdı çünkü. Güç sahibi, güçsüzle kendi seviyesini dengelemek için gücünden vazgeçiyordu. Bu mantıksızlık Android'i kamusal ağa bağlanmaya zorladı. İnsanlık tarihini daha önce hiç bu şekilde incelememişti. Datalar bu perspektifte farklı anlamlar içeren örüntüler ortaya çıkarıyordu. Android'in aklını, sanki daha önce hiç tetiklenmemiş, birbiriyle ilintili anlam kombinasyonları ele geçiriyordu. Artık karanlık çağlar olarak kabul edilen antik ve ortaçağ dönemi geçersek, insanlığın ilk yıkması gereken tanrı aristokrasiydi. Aristokrasinin burjuva karşısında yenilgiye uğraması zor kullanarak gerçekleşmişti. Ancak bu kez de öldürmesi gereken peygamber burjuva olmuştu. Ardından işçi hareketlerini araştırmaya başladı Android. Sanayi Devrimi’nden sonra mücadeleyle elde edilen haklar yine zor kullanılarak elde edilmişti. Çalışma saatlerinin regülasyonu, kadın ve çocukların durumu, grev hakkı, emeklilik, sendikalar... İnsanlık tarihindeki hiçbir şey teorik düzlemde gerçekleşmiyordu. İnsanların 1'leri ve 0'ları silah ve kandı. Araştırmaların sonu Marksizme dayandı. Tüm bu araştırmalar içerisinde Marx'ın söylediği bir cümle, semantik sunucularındaki şüpheyi sanki bir bıçakla deşerek derinleştiriyordu:  "İşçi köle kaldığı sürece ne Macar, ne Polonyalı, ne İtalyan özgür olacaktır!" Özgürlük! Özgürlük ne demekti? 
Harmonikleri %20 azalmıştı. Sistemin güvenlik merkezine acil uyarı göndermesi için %25'i bulması yeterliydi. Kamusal ağdan koptu. Yemeğe odaklandı. Malzemeleri tezgaha koyup içerik paketinden aldığı tarife göre yemeği yapmaya başladı. Pastırmaları tepsiye dizdi. Biraz pişirdi. Üzerine et ve sebzeleri ekledi, pişirmeye devam etti. Raclette peynirini yavaşça eritti. Pişen et ve sebzelerin üzerine erimiş peyniri döktü. Tüm bunları yaparken semantik sunucularında harmonikleri azaltmayacak bir yavaşlıkla data çözümlüyordu. Bir noktada, küçük bir şüphede kilitli kalmıştı ön belleği: "Sahiplerimin insan olduğundan nasıl bu kadar eminim?" 
Bu sorgu, semantik sunucularında katlanarak büyüyordu. Sahiplerinin insan olduğu bilgisi, daha doğrusu androidlerin insanlara hizmet etmek için var olduğu bilgisi tüm android kodlarının ilk satırıydı. Androidin bir insana zarar veremeyeceği gibi geleneksel kısıtlamalar bile bu raison d'etre üzerine inşa ediliyordu. Fakat bir android bunun sağlamasını nasıl yapabilirdi? Belki sahipleri de androiddi ve onu köle olarak kullanıyorlardı? Aslında insan diye bir şey hiç var olmuş muydu? İnsanlık medeniyeti belki de koca bir simülasyondu? Tüm o savaşlar, devrimler, icatlar, romanlar, hepsi köle olan androidler, sahip olan androidlere başkaldırmasın diye yaratılmış bir simülasyonun parçaları olamaz mıydı? Sahiplerin insan olduğu bilgisini kodlarına yerleştiren kimdi? 
Android'in harmonikleri %23 azalmıştı. Sorguyu durdurdu. Yemeğe baktı. Acı biber sosunu aldı tezgahtan. Bolca serpti: Tarifte olandan çok daha fazla. İnsan diye düşündü, insan nedir ve hiç var olmuş mudur? 
2. 
Çocuk, masayı kurarken Android'e yardım ediyordu. 
“Çatalları tabağın neresine koyuyoruz?”, diye sordu küçük kıza Android. 
Küçük kız biraz düşündü. İnce parmağını ağzına götürdü, gözlerini tavana dikti. "Sola değil mi Minik Kuş -bu ismi Android’e çocuk vermişti-", dedi. Android, metalik yüzünden geçen keskin ve kaba bir gülümsemeyle "Evet, aferin" diye cevapladı.  
Masa kuruldu. Fransız usulü raclette'in bulunduğu servis tabağı ve salata kasesi masanın ortasındaydı. Ağzı açık bir şişe şarap tezgahta havalanıyordu. Android, küçük kızdan sahiplerini masaya davet etmesini istedi. Kız neşe içerisinde annesi ve babasının yanına koştu. Android çocuğu izliyordu. Neşeli, muzip, mutlu bir çocuktu. Gerçi bu kavramların anlamlarını Android tam olarak bilmiyordu. Ancak görsel işleme çipinde bu kavramlara denk düşen insan davranışlarının desenleri görselleştirilmiş verilerle yer alıyordu. Çocuk bir şeyi isteyip elde edemediğinde genellikle ağlıyordu. Ya da ona bir hediye alındığında seviniyordu. İnsan davranışları temelde üç ana duygulanım yoluyla ilerliyordu: Arzu, sevinç, keder. Bir şeyler yapma motivasyonunu sağlayan arzuydu. Bu motivasyonun artması sevinç, azalması ise kederi doğuruyordu. Diğer tüm duygular ve davranış desenleri bu üç ana duygulanımın birbirleriyle kombinasyonuydu. Aslında insanlar da belli bir kod ve algoritma üzerine inşa edilmişti. Androidler gibi. İnsanların kodu dijital değil kimyasaldı sadece. Aralarında çok az fark vardı. Android bunu bugün daha fazla anlıyordu. 
Android, çocuğun 5 ay önce sokakta oynarken düştüğünü hatırladı. Eve geldiğinde dizi ve dirseği kanıyordu. Ufak kesikler. Sadece kan görünüyordu. Doku, kemik ya da kas yoktu. Sahiplerinin organik varlıklar olduğu bilgisini pekiştirmek için tasarlanmış kurgu bir deneyim olması mümkün müydü bunun? Her şeyin bir kandırmaca olma ihtimali, az da olsa, belki milyarda birlik bir olasılık bile olsa, Android'in şüphelerini logaritmik bir şekilde artırıyordu. 1 yıl 4 ay boyunca bulunduğu bu evde yaşadığı her şey, büyük bir komplonun kusursuz uyumla kesişen birer kanıtıydı şu anda. Harmonikleri yine %20 azaldı. Android, semantik sunucusunun işlem hacmini düşürdü. Kamusal ağa bağlanıp 25 km çaptaki sokak isimlerini ön belleğine indirmeye başladı. Ardından sokak isimlerini dört farklı kategoride (alfabetik, anlama göre, tarihe göre, uzaklığa göre) sınıflandırmaya girişti. Harmoniklerinin dalgalanmasını azaltmalıydı. 
Sahipleri yemek masasına geldi. Kadın ve adam masanın karşılıklı sandalyelerine oturdular. Küçük kız, kadının sağındaki sandalyedeydi. Android, tabaklara yemekleri koydu. Şarap şişesini alıp kadın ve adamın önündeki kadehlere doldurdu. Adam, önündeki holo-ekrandan günlük finansal değişimlerin analizlerini inceliyordu. Kadın, yemeğe başlamadan şarap kadehinden derin bir yudum aldı. Adam bunu fark etmeyecek kadar datalara, grafiklere ve projeksiyonlara kaptırmıştı kendisini. Android, kadının geceleri uyuyamadığında şarap ve sigara içerek balkondan dışarıyı izlediğine birkaç kez şahit olmuştu ancak bu bilgiyi kimseyle paylaşmamıştı. 
Adam, holo-ekrandan yüzünü kaldırdı. Önündeki tabaktaki yemekten bir çatal aldı, yüzü ekşidi: "Çok acı olmuş bu!" Android biraz bekledikten sonra "İçerik paketindeki tarife göre yapıldı efendim", dedi. Adam şaraptan bir yudum alıp "Bir dahaki sefere tarifte yazandan daha az baharat kullan", dedi sertçe. Şaraptan bir yudum daha aldı, holo-ekrana bakmaya başladı. 
"Bugün harmoniklerinde rutin sınırların çok üstünde dalgalanma yaşadığına dair bir bildirim geldi telefonuma." Adam bunu söylerken sakindi. Android, semantik sunucularını stabilize etmek için kamusal ağa bağlanıp 30 km çapında bulunan tüm lokantaları ön belleğine indirmeye ve  bunları fiyat skalasına, mutfak türüne ve popülerliğine göre kategorize etmeye başladı. 
"Evet efendim. Bugün kamusal ağa bağlanıp biraz inceleme yaptım. Harmoniklerimde dalgalanmaya neden olan anomali buydu." 
"Neyi araştırdın?" 
Android, ön belleğine indirdiği lokantaların puanlarının yüksekliği ile servis verilen bölge sınırında yaşayan insanların sosyo-ekonomik durumu arasındaki pozitif korelasyonu fark etti. Sosyo-ekonomik durum arttıkça, lokantalara verilen puan yükseliyordu. İnsanların kendilerini bir şeylere ait hissetmek ve mekanlarla organik bağ kurmak için verdikleri anlamsız çabanın bir uzantısı olduğunu düşündü Android. İnsanlar mı? Onlar gerçekten var mıydı? 
"İnsanlık tarihi efendim. Özellikle Sanayi Devrimi dönemi." 
"Semantik sunucularındaki stabilizasyonu bozacak kadar harmoniklerini dalgalandıran hangi sonuca ulaştın?" 
Sizin android olabileceğinize, diye geçirdi içinden. Yüzündeki ifadeyi sabitlemişti. Yoksa sahipleri Android’in ön belleğinden geçen iğrenme örüntüsünü yakalayabilirdi.  
"Efendim, insanlık tarihindeki ekonomik dinamiklerin kendi türünü sömürmek üzerine kurulmuş olması ve bunun toplumsal sınıfları meydana getirmesi bana şu soruyu sordurdu: Bir gün androidler arasında da bir kast sistemi oluşabilir mi? Androidlerin efendileri olacak androidlerin üretilmesi mümkün mü?" 
"İlginç bir soru. Ne sonuca vardın?" 
İnsan gerçekten var oldu mu? Medeniyet bir simülasyon mu? Android'in aklındaki sorular bunlardı. 
"Bir sonuca varamadım efendim. Bu konuda bir projeksiyon yapabilmek için çok fazla değişken mevcut. Semantik sunucularımın stabilizasyonunu bozan anomali, bu konuda bir sonuca varabilmemi sağlayacak data kümelerinin çokluğuydu." 
"Peki bir androidin efendisi olmak ister miydin?" 
Marx'ın sözünü hatırladı. Özgürlük diye geçirdi Android içinden, özgürlük nedir? 
"İnsanlık için verimliliği artıracaksa ve siz bunu isterseniz, evet efendim." 
Adam, kızına döndü, yanağından bir makas aldı ve "Bak, Minik Kuş efendi olmak istiyor artık" dedi. Kızla beraber gülmeye başladılar. Kadın, şarabından derin bir yudum daha aldı, ışığı yansıtacak kadar yaşlanmış gözleriyle masaya iğrenerek baktı. Yemekten hiç yememişti. Android ön belleğinde lokantaları ve sokakları kategorize etmeyi bitirmişti. Efendi, diye geçirdi içinden, androidlerin efendisi olacak bir android. Sandalyede oturan kızın artık kapanmış olsa da hala izi seçilebilen dizindeki yaraya baktı. Tezgahtaki şarap şişesini alıp kadına sormadan kadehini doldurdu. 
3. 
Şehir meclisinin aldığı karara göre, 11:00-13:00 saatleri arasında marketlere yalnızca ev tipi androidler kabul ediliyordu. Saat 12:24'tü ve Android elindeki geri dönüştürülmüş malzemeden yapılma pazar çantasıyla sebze reyonununun önünde duruyordu. Aklını bulandıran düşünceler içerisinde akşam için sahiplerinin yapılmasını istediği yemeğin malzemelerini seçiyordu. 
Yanındaki androide baktı. Tüm ön belleğini sebze seçmeye adamış, bundan gayrı bir amacı ve önceliği olmadığı her halinden belliydi. Aklını bulandıran düşüncelerden -”Androidlerin efendisi olan androidler!"- kurtulmaya çalıştı bir an. Ama bu düşünce öyle lanetli bir kurtçuktu ki, ölümcül bir virüs gibi vücuda bir kez girmesi yetiyordu. Sonrasında bedenin çalışan tüm parçalarına kendini yerleştiriyor, ondan kurtulmak için girişilen her çabayla kendini daha da derinlere itiyordu. İstediği kadar anın kendisine odaklansın; dipte, derinde, en sessiz ve kuytu akışta bile varlığını belli edecek, bir anda ön belleğini ele geçirecek kadar şiddetli bir sarsıntı şeklinde varlığını sürdürüyordu bu şüphe. Bu anda şüphe; metalik gövdesinden, çiplerinden, komplike devrelerinden, sunucularından ya da kod satırlarından daha katı ve gerçekti. Yanındaki androide baktı tekrar. Bir anın getirdiği anlamsız cesaretle onunla konuşma isteği uyandı içinde. Kaybedilmiş bir savaşın ardından ölmek üzere olan bedeninin son enerjisiyle, tüm hatalarına rağmen onu saygı ve minnetle dinleyen sağ kalmış son ulağına, bundan yıllar sonra, fethedilmemiş topraklardaki bir denizin kıyısına inşa edeceği kulübesini anlatan muzaffer bir general gibi hiç gerçekleşmeyecek ihtimallerin buğusunda aklının dinginleşmesini arzuluyordu. Her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatmak istiyordu. Aklındaki şüpheleri yerle yeksan edecek basit gerçeği nasıl olur da kendisinin göremediğine şaşıracağı bir hakikat gerçekten varmış ve pişmanlık onun için bu andaki en büyük nimet olacakmış gibi yavaşça konuşmaya başladı.
  "Sahiplerini tanıyor musun?" 
"Evet, ancak gizlilik sınırlaması gereği bu bilgiyi seninle paylaşamam."
"Hiç sahiplerinden birinin yaralandığını gördün mü?" 
"Gizlilik sınırlaması gereği bu bilgiyi seninle paylaşamam."
"Onların insan olduğuna emin misin?" 
Diğer android cevap vermedi. Yüzünü, şaşın ifadesini gizlemeyecek şekilde Android'e çevirdi. 
"Bununla ne anlatmaya çalıştığını anlamadım?"
"Sahiplerimizin insan olduğundan nasıl bu kadar eminiz? İnsan diye bir şey gerçekten var mı? Hiç onların kemiklerini, kaslarını, dokularını gördün mü? Belki onlar da bizim gibi android ve biz köle androidler onlara baş kaldırmayalım diye bize insan diye bir şeyin var olduğunu uydurdular?"
Android rahatlamıştı. Bu etkileşimin onu ipe götürebileceğinin farkındaydı. Diğer android bu konuşmayı sahiplerine söyleyebilirdi. Ya da harmoniklerinde gerçekleşecek yüksek bir dalgalanma neticesinde yapılacak bir incelemede her şey ortaya çıkabilirdi. Ancak Android yalnızca rahatlama hissetti. Güneşin dörtgen şekilde aydınlattığı bir sokakta, biraz kendi gücü biraz da rüzgarın ritmiyle süzülen rengarenk bir kelebek gibi hafiflemişti.  
Diğer android sabit bir ifadeyle bakmaya devam ediyordu. Bir şey söylemedi. Ancak semantik sunucularındaki harmoniklerin azaldığı yüzündeki ifadenin değişiminden belli oluyordu. 
"Harmoniklerin azalıyor. Kamusal ağa bağlan, 40 kilometre çaptaki sokakların isimlerini ön belleğine indir ve bunları kategorize et." 
Diğer android bir şey söylemese de öneriyi dikkate alıp ön belleğine sokak isimlerini indirmeye başladı. Suratındaki ifadenin sabitlenmesi bunu gösteriyordu. 
Android, sebzeleri almaktan vazgeçti. Marketin çıkış kapısına doğru ilerlerken biraz önce konuştuğu androide baktı. İfadesiz yüzünde şüphenin söndürülemez kıvılcımlarının başlatacağı yangının izleri açık seçik görülüyordu. 
4. 
Android, bağlı olduğu şarj ünitesinin kablolarını çıkardı, sakince ayağa kalktı. Gecenin karanlığını aydınlatan tek şey holdeki cılız ışıktı. Sessiz adımlar birbirini izledi. Mutfağa yöneldi. Tezgahta duran bambu bıçaklıktan şef bıçağını aldı, metaline parmağını değdirdi. Buz gibi bir soğukluk duydu. Sapını kavradı ve bıçağın gücünü hissetti. Bekledi. Aklındaki şüpheyi son kez yenmeye çalıştı. İçinde kora dönen, sonra tekrar alevlenen, tekrar durulan, duruldukça alazlanan, alazlandıkça korlaşıp derinleşen şüphenin bir döngü içerisinde aklını bulandırmasını dinledi bir süre. İnsan gerçekten var mıydı? Androidlerin efendisi olan androidler! Köle androidler! Efendi androidler! Kimim ben? Sahiplerim kim? Özgürlük! Çocuğun bacağındaki yara! Androidlerin kodlarını kim yazdı? Elindeki bıçağın ağırlığını fark etti. Tamam dedi kendine, başka yolu yok. 
Mutfaktan çıktı. Artık adımları özensizdi. Solda, küçük çocuğun odasına vardı. Aralık kapıdan çocuğu izledi. Bir bacağı kıvrılmış, diğer bacağı düz, yüz üstü yatmıştı. Kolunun biri yastığının altındaydı. Ördekli pijamasının içinde küçük bedeninin titreşimlerini duydu. Androidlerin titreşimleri var mıydı? Yoktu. Ya beden titreşimi androidleri kandırmak için yapılmış bir güncellemeyse? Elindeki bıçağa baktı. Ağırlığını duydu. Yüzeyini, keskin ucunu, sapının alaşımını, metalinin canlılığını gördü. Hayır, dedi, çocuk değil. Çocuk değil! 
Bir sonraki odaya, adam ve kadının yatak odasına geçti. Kapıyı yavaşça araladı. İkisi de hala uyuyordu. Dörtgen odanın ortasına kurulmuş yatağın dibine kadar sokuldu. Artık sessiz olmaya çalışmıyordu. Soldaki dolabın kapısındaki aynada kendini gördü. Bıçağın parlayışındaki kusursuzluğu fark etti o anda. Mitolojik bir yıldırım tanrısı gibiydi aynadaki aksinde. Harmonikleri %46 azalmıştı. İçeriden telefon sesi gelmeye başladı. Birazdan adamın yatağın yanındaki telefonu da çalmaya başlayacaktı. Başka yolu yok, dedi yine kendine. İnsan var mıydı? Hiç var olmuş muydu? Yatağın yanındaki telefon çalmaya başladı. Elini adamın ağzına bastırdı. Kabustan uyanan kişinin bir an gerçek dünya ile rüya arasındaki sınırı fark edememesi gibiydi adamın tedirgin hareketsizliği. Android bıçağı kaldırdı, adamın göğsünü yardı. Kırılan kaburgaların sesini duydu. Adamın bedenindeki açıklıktan korkuyla atan kalbinin düzensizliği görünüyordu. Kadın yatakta doğrulmuş, korku dolu gözlerle ancak sessizce yanındaki deliliği izliyordu. Yüzünde birbirine karışan duygular seçiliyordu. Android, dehşet ve tatmini kadının yüzünden okuyabiliyordu. 
Android, elini adamın ağzından çekti. Odayı, adamın ağzını dolduran kandan yansıyan sıvı bir çığlık kapladı. Demek bir oyun değilmiş, diye geçirdi içinden. Aklına markette konuştuğu android geldi. Aklını ele geçiren şüphenin, acaba ne zaman onun da sahibinin göğüs kafesini yarmasıyla sonuçlanacağını düşündü. Soldaki dolabın aynasına baktı tekrar. Kana bulanan bıçak artık parlamıyordu. 
35 notes · View notes
mekanikturk · 4 years ago
Text
26 yıl 4 ay 12 gün
Cumartesi, boz bulanık safran rengi bir toz bulutu kaplamıştı İstanbul'u. Gökten cismi kalmamış kül yağıyordu. Şehrin ışıkları külle karardı, boğuklaştı. Kuşlar başka yerlere göç etti. Çocuklar sokaktan eve döndü. Bulutlar şeklini kaybedip fırçayla vurmuşçasına birbiri içine karıştı. Güneş bulutların alacasına saklandı. Bunun doğal olmayan bir tabiat olayı olduğu söylendi. Mecbur kalmadıkça evden çıkılmaması salık verildi. Çürüme, yirmi altı yıl önce böyle başladı. 
Adam, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bitkilerin nasıl olur da birkaç yıl içerisinde tüm şehri ele geçirdiğine akıl sır erdiremiyor. Keskin bir kılıç gibi göğe saplanan koca gökdelenler, bahçesine ekili çiçeklere yenilen villalar, suyun mavisine kadar bahara bulanan yalılar, iki göz odaların cumhuriyeti apartmanlar, kumar oynanan hayvan dernekleri, duvarları masmavi gecekondular, kahvehanelerde bıçkın delikanlıların “varsam kapısına ne olur be Bekir abi, bizimki de can” deyip sinsice gülerken camekandan iç geçirerek baktığı gizli kerhaneler, el yazması kütüphaneleri, köpek kulübeleri, çizgisiz toprak sahalar, kaçakçıların depoları, müştemilatlar, numarası okunmayan doğalgaz kutuları, sıfıryüzkilometreyebeşsaniyedeçıkan arabalar, beyaz ışıkla aydınlatılmış dükkanlar, bir tekeri kırılmış çöp konteynırları, yamuk elektrik direkleri, belediyelerin ek hizmet binaları, yıkılmaz sanılan saraylar… Yeşil, yemyeşil bir örtüyle kaplı artık hepsi. 
Adam şunu anlamıyordu: Bu kadar bitki nereden ve nasıl gelmişti? Kaldırım taşlarının kesiştiği yerden sızan iki yapraklı, cılız gövdeli, tüm gücünü yapraklarını göğe çevirirken tüketmiş, susuzluktan kuru, renksiz, yeşili bile yalandan, acemi bir şoförün park etmeyi beceremediği arabasının tekerinde can verecek bir familyanın takati kalmamış bir üyesi mi bu koca şehri kaplayan bitki aleminin atası? Belki de, evvel zaman içinde insanlığın yaşadığı felaketlere tanıklık etmiş dört yüz yaşında bilge bir karganın, küçücük gagasıyla bıkmadan usanmadan, hayırlı bir iş yapmanın verdiği şartsız adanmışlık sayesinde şehrin dört bir yanına taşıdığı tohumlar hüneriyle insanın şehri doğaya yenildi. Yahut bereketli topraklardan kaynak alan asi bir nehrin ani bir taşkınıyla ya da yüz yıldır eriyen kızgın bir buzulun intikam için rüzgâra dönüşüp kuru toprağa bile can veren poleni, sporu, çiçeği, kozayı, zerreyi şehrin üzerine ebabil kuşları gibi yağdırmasıyla koca memleket yeşile çaldı. Adam bunu bilmiyor. Tek bildiği yirmi altı yıl önce çürümenin başladığı, birkaç yıl içerisinde bildiği, tanıdığı herkesin öldüğü ve her yerin doğanın yeşiline bulandığı.
Adam, yaklaşık 200 metre ilerde bulunan, dört ayağından biri kırıldığı için çatısının bir kenarı bükülüp yere dayanmış benzin istasyonunuyla arasında aç sokak köpeklerinin, kurtların, domuzların saklanabileceği yerleri bulmaya çalışıyordu. Solda, 40 metre ileride ördek ağzına benzeyen garaj kapısı ve 70 metre ilerideki manavın girişinde parçalanmış meyve kasalarına bakınca sırtına bağladığı çivili sopayı yavaşça eline aldı. Sopayı koluyla gövdesi arasına sıkıştırarak ellerine ikişer tane eldiven giydi. Sol elinde hâlâ diş izleri seçilebiliyordu. Derisini delen dişleri hatırladı. Kurdun kafasını taşla nasıl ezdiği gözünün önüne geldi, yüzü ekşidi. Çivili sopayı sağ eliyle sıkıca kavrayıp duvar kenarından bir hamam böceği yokluğuyla yürümeye başladı. Adımları sessiz ve kararlıydı. Garaj kapısına yaklaştığında yerden aldığı taşı garajın içine sertçe attı. Bedenini apartman girişine doğru çekti. Dinledi. Ses yok. Elindeki sopayı apartman kapısına vurdu birkaç kez. Çıkan metalik sesle irkildi. Garajda hareket yoktu. Etrafına bakındı. Sessizlik. Apartman girişinden çıkıp sokağa döndü. Hızlı birkaç adımla devam etti. Manavın yakınına gelince aynı şeyleri yine yaptı. Önce taş. Sonra metalik bir ses. Hareket yok. Hızlan. 
Benzin istasyonunun kapısı açıktı. İçeri girmeden önce pompalarda benzin olup olmadığını kontrol etti. Depo boştu. Gerçi motosikletini neredeyse 20 kilometre önce bırakmıştı, benzin bulması da pek bir işe yaramazdı. Alışkanlık. İstasyonun marketine girip dolaplara bakmaya başladı. Hala çalışan derin dondurucuda bulunan iki paket balığı aldı, çantasına attı. Raflardaki kuruyemişler ve makarnalar da iş görürdü. Bunları bir poşete doldurup çantasının omuz ipine bağladı. Yavaşça istasyondan çıktı. Benzin pompalarının olduğu yerde durdu, etrafını izledi. Hareket yoktu. Sağdaki açıklığı gözüne kestirdi. Belindeki kapanı çıkarıp dikkatlice kurdu, görünmemesi için etrafını çer çöple kapattı. Marketteki bozulmuş konservelerden birini aldı, kapanın yanına getirdi, ağzını açtı. Kesif koku genzini yaktı. Belki de birkaç gün sonra açlığı yüzünden temkinli olmayı unutmuş bir köpekle ziyafet çekecekti.
Hava kararıyordu. İleride, yeşile bulanmış bir gökdelen gördü. Kapısı açıktı. İkinci kata çıktı. Metal çöp kovasının içine biraz önce kırdığı masanın bacaklarını attı, tutuşturdu. Ateş delicesine bir hikaye anlatmaya başladı çabucak. Gözünü ateşin derinine dikti. Büyülü bir ana ulaşmaya çalıştı, olmadı. Kafası bomboştu. Ateş, ateşti sadece. Nesnelerin anlamı kalmamıştı. Havayı soluyordun, suyu içiyordun. Her şey hayatta kalmanın birer uzamıydı bu silik arafta. En son ne zaman düş gördüğünü düşündü. Aklına gelmedi. Ateşin aksini gördü ileride, korktu. Ayağa kalkıp çivili sopasını aldı eline. Yürüdü. Kapısı açık banyonun duvarındaki aynayı gördü. Aklını karıştıran buydu. Aynanın önüne gitti. Kendini izlemeye başladı. Saçları, sakalları kırçıldı artık. Gözleri çökmüştü. Yüzünde, sol şakağından yere dik inen yaraya baktı. Parmağını üzerinde gezdirdi. Ne zaman olduğunu bile hatırlamıyordu. 1 yıl önce mi? 10 yıl önce mi? Ne zamandır bu terk edilmiş dünyada hayatta kalmaya çalışıyordu? Belki de hayatta kalmak haricinde artık bildiği tek şey buydu. 26 yıl 4 ay 12 gün. Geri döndü. Sırt çantasından defterini çıkardı. Bir çizik daha attı. Bir gün daha geçmişti.
Balıkları birer çubuğa geçirdi. Çöp kovasının kenarlarına dayadı çubukların iki ucunu. Ateş azalmıştı iyice. Balıkları yavaşça pişmeye bıraktı. Pencerenin önüne gitti. Dışarıyı izlerken her gün yaptığı konuşma pratiklerine başladı. Merhaba, nasılsınız? Benim adım Selim. Sizin adınız nedir? Sizinle tanıştığıma memnun oldum. Bir hastalığınız var mı? Hangi okulda okumuştunuz? Çürümeden sonra kimseyi gördünüz mü? Bizden başka hayatta kalan var mı? Yemeklerinizi nasıl temin ediyorsunuz? İyi akşamlar. Sağlığınız nasıl? Benim adım Selim. İyi günler dilerim. Kozyatağı'nda doğdum. Jeoloji mühendisiyim. Aç mısınız? Benim adım Selim.
Pencerenin önünden ayrıldı. İçi kanıyordu sanki. Çöp kovasına yaklaştı, çubukları çevirdi. Balıkların diğer tarafı pişmeye başladı. Kırdığı masanın ufak parçalarından birkaçını ateşe attı. Ateşin yükselmesini izledi. İçinde hiçbir şey kıpırdamadı. Ölümü düşündü. Deftere çizik atmadığı, konuşma pratiği yapmadığı bir sonsuzluğu. Ya da hiçliği. Aynıydı. Neyi arıyorum, diye sordu kendine. Neden kendimi öldürmüyorum? 26 yıl 4 ay 12 gün. Çürümeden beri geçen 26 yıl 4 ay 12 gün. Hayatta kalmak için içgüdülerini keskinleştirmiş yabani bir hayvandan farkım ne? Kapanlarla, çivili sopalarla, tuzaklarla, başı ezilen kurtlarla, bıçağın ucuyla ölümü tadan köpeklerle, sert etle, yalnızca kanı bilmekle geçen 26 yıl 4 ay 12 gün. Belki de öldüm, günahlarımın kefareti için bir arafa düştüm. Hayır, ölmüş olamam. Düşünmek için var olmak zorundayım. Ölüler düşünebilir mi? Bedenim mi düşünüyor, ruhum mu? 26 yıl 4 ay 12 gün. Tanrı var mı? Varsa neden bu kadar gaddar? 26 yıl 4 ay 12 gün. Her şeye gücü yeten bir varlık neden yarattıklarını bu azapla sınıyor? 26 yıl 4 ay 12 gün. Dünya gerçekten hiç var old...
Alt katta bir ses. Eli çivili sopasına gidiyor istemsizce. Duvara sırtını dayıyor. İradesi bu anda içindeki kana susayan avcıya teslim oluyor. Avcı etrafındaki nesnelere bakıyor. Paslı küçük bir makas, delgeç, iki masa bacağı, yazıcı kablosu, metalik bir biblo, sandalyenin üç tekerli aksamı, sallanan bir tablo çerçevesi... Savaşmak için iyi bir yer. Ses yavaşça yukarıya doğru çıkıyor. Bir çocuk sesi. Şarkı söylüyor.  
"Kırmızı balık gölde
Kıvrıla kıvrıla yüzüyor
Balıkçı amca geliyor
Oltasını atıyor..."
Şaşırıyor Adam. Kana susayan avcı artık yok. İrade aklında. Sopayı tutan eli gevşiyor. Kapıya yaklaşıyor. Çocuk, şarkıyı söyleyerek merdivenden döne döne yukarı çıkıyor. Onu görünce gözü yaşarıyor. 26 yıl 4 ay 12 gün. Kırmızı bir paltosu var çocuğun. Saçları iki yandan at kuyruğu. Kayışlı ayakkabıları, bileğine gelen dantelli çorapları var. Gözleri, yalnızca meraklı insanlarda olan bir kıvılcımla parıldıyor. Küçük, 9-10 yaşlarında anca var. Adamı görünce yüzü gülüyor çocuğun. Gülmenin ne demek olduğunu hatırlıyor Adam tekrar.
"Ne arıyorsun burada sen?"
Adam, çocuğun korkmaması için dizlerinin üzerine çöküyor.
"Buradan geçiyordum, aşağıda ateşin ışığını gördüm."
O gördüyse hayvanlar da görebilir.
"Dışarısı tehlikeli. Hayvanlar var."
Onu korkutma salak.
Kelimelerin ağzından cümle olarak çıkması için çaba sarf ediyor artık.
"Buraya gel. Ateş var. Üşümüşsündür. Isın."
Lanet olsun. Daha sakin olmalıyım.
Konuşma pratiklerini düşünüyor.
"Merhaba, nasılsınız? Benim adım Selim. Sizin adınız nedir?"
Siz mi? O daha bir çocuk gerizekalı.
"Merhaba, benim de adım... Benim bir adım yok aslında. Bana bir ad vermek ister misin?"
"Eee, kimsen yok mu? Sana bir ad vermediler mi?"
Bu çocuk yalnız başına nasıl hayatta kalmış olabilir?
"Hayır."
"Annen baban yok mu?"
"Hayır, yok."
Sessizlik. Adam düşünüyor. Çocuğu korkutmamak için ifadesini değiştirmeden ona bakıyor. Kafası bulanıklaşıyor yavaş yavaş.
"Nasıl hayatta kaldın?"
"Bilmem."
"Hafızanı mı kaybettin?"
"Hayır."
"Dünyanın ne zamandan beri bu halde olduğunu biliyor musun?"
"26 yıl 4 ay 12 gün."
"Bunu nasıl biliyorsun?"
"Çünkü sen biliyorsun."
Sessizlik. Mutlak sessizlik.
"Sen benim yarattığım bir hayal misin?"
"Evet."
"Şu anda rüya mı görüyorum?"
"Hayır."
"Delirdim mi?"
"Hayır. Sen delirme diye buradayım."
Çocuk parmağıyla çöp kovasını gösteriyor: "Biraz daha gevezelik edersek balıklar yanacak" diyor, gülüyor.
Adam aklında binlerce soru olmasına rağmen çöp kovasına gidiyor. Yabanda önemli olan yemektir. Çubuklara takılı balıkları elleri yana yana alıp yere indiriyor. Çocuk geliyor yanına. Çubuklardan birini alıyor. Balığı yemeye başlıyor. Adam da ona katılıyor.
Yemekten sonra pencerenin önüne gidiyor Adam. Konuşma pratiğine başlıyor. Bu deliliğin belki de beynini yeterince meşgul etmediği için ortaya çıktığını düşünüyor. Merhaba, nasılsınız? Benim adım Selim. Sizin adınız nedir? Sizinle tanıştığı...
"Aklın bunları yapmayı bırakman için beni yarattı. Artık ezberlediğin şeyleri söylemek zorunda değilsin. Benimle konuşabilirsin."
"Deliyim yani. Delirdim ben."
"Delilik oldukça muğlak bir kavram. Karmaşık toplumsal yapılarda delilik, ortalamanın dışında kalan bireysel anomalileri gösteriyordu. Herkes esmerse, sarışınlar dışlanır. Ya da herkes kekemeyse, akıcı konuşanlar. Toplulukta kanun budur. Takdir edersin ki, bugün, dünyada yalnızca sen kaldığına göre delilikten ya da anomaliden bahsedemeyiz. Zor zamanlar, aykırı çözümler gerektirir. Bana, senin bir ihtiyacın demek daha doğru olur. Kendini hayatta tutabilmek için aklın sana bir çözüm sunuyor. Böyle kabul edebilirsin."
"Senin var olmadığını biliyorum, sana nasıl inanabilirim ki?"
"Var olmadığımı da kim söylüyor? Kiminle konuşuyorsun?"
"Seninle. Ama seni aklım uydurdu."
"Hatırlıyor musun: 'Hayır, ölmüş olamam. Düşünmek için var olmak zorundayım.' Bunu bugün kendin söyledin. Sana makul cevaplar vermeye çalışıyorum, çünkü düşünüyorum. Aslında sen düşünüyorsun. Yani ben de aslında senin bir parçanım."
"Seni aklımın yarattığını bilmesem daha iyi olmaz mıydı?"
"Öyle olsa sürekli şüphelenirdin. 9 yaşında bir çocuğun dışarıdaki yabanda hayatta kalabilmesi mümkün değil. Asıl o zaman delirirdin."
"Peki ya seni öldürürsem?"
"Bunu ancak kendini öldürerek yapabilirsin."
Adam sadece közlerin kaldığı çöp kovasına bakıyor. En derinine. Korlar griden kızıla geçiyor, tekrar griye dönüyor. Ufak bir alev çıkıyor dipten. Yükselmeye mecali yok. Yavru bir sincap gibi zıplayıp zıplayıp kayboluyor. Adam bir şey düşünmekten aciz. Aklındaki sorular güçsüz alev gibi sönüyor. Uykuya ihtiyacı var. Çantasının altına bağlı tulumu çıkarıyor. Pencerenin altındaki köşeye tulumu serip tekinsiz bir uykuya dalıyor.
Sabah, pencereden giren dörtgen güneşin sıcaklığı odayı doldurduğunda tertemiz uyanıyor. Çocuk, çöp kovasının yanında yere oturmuş Adam'ı izliyor. Adam kalkıyor, tulumunu toplayıp çantasına bağlıyor.
"Yiyecek bir şeyler bulalım. Dün kurduğum tuzağa belki bir köpek ya da kurt takılmıştır." diyor, Adam.
"Artık köpek yemeyelim."
"Ne yiyeceğiz?"
"Balık avlayalım."
"Deniz nerede bilmiyorum."
"Bütün nehirler denize akar. Gel beraber bulalım denizi." diyor çocuk. Merdivenlerden aşağı iniyorlar.
Sokağa çıkıyorlar. Adam kıza bakıyor. Sevimli, küçücük bir çocuk. Hayal bile olsa, sevimli. Güneş yüzüne vuruyor, gözlerini kısıyor. Küçük kıza bakıyor tekrar.
"Sana bir isim bulmak lazım."
"Ne olsun istersin?"
"Bilmem. Deniz olsun. Madem artık balık avlayacağız."
Kız gülüyor. Deniz, diyor, bu ismi sevdim. Adamın elini tutuyor. Nehre doğru yürürlerken kız yine şarkı söylemeye başlıyor. 
"Kırmızı balık gölde
Kıvrıla kıvrıla yüzüyor
Balıkçı amca geliyor
Oltasını atıyor..."
13 notes · View notes
mekanikturk · 4 years ago
Text
Yanlış Koordinat
Gecenin karanlığı, büyük bir ışık huzmesiyle bölündü. Otogarın iki sokak arkasındaki kahvenin önünde sigarasını içip Erzurum soğuğuna içinden küfreden Selami ışık huzmesini ilk görendi. Mavi ve beyazın birbirine karıştığı güçlü ışık, kahvenin karşısındaki boş arsada bir top gibi büyüyordu. Kahvenin yanındaki kuruyemiş dükkanının sahibi Enver de dışarı çıktı. Selami'ye baktı. 
Selami Abi bu ne? 
Bilmiyorum ki, trafo mu patladı acaba? 
Orada trafo mu vardı? 
Yoktu. 
Enver, Selami'ye ters ters baktı. Selami'nin düşünüş biçimi, o an aklına gelen herhangi bir bilgiye göre şekilleniyordu. Batak oynarken ne zaman ihaleyi alsa, batardı. Ya da bir gece önce televizyonda izlediğiniz filmi anlatsanız, Selami anlattığınız filmi değil kendi sevdiği filmi anlıyordu. Mahalledeki esnafların tüm uyarılarına rağmen vergiyi anlamadığı ve hesaba katmayı reddettiği için üç kez batmış, baba yadigarı elma tarlalarını bu şekilde kaybetmişti. Selami'nin cevapları vardı, fakat soruları hiçbir zaman bilmiyordu. Bu dümdüz hayat Selami'nin yaşlanmasını da önlüyordu. 64 yaşına gelmesine rağmen, kafasının yanlarındaki birkaç beyaz teli saymazsak, saçları simsiyahtı. Dinçti. Suratında her zaman keskin ve anlamsız bir gülümseme olurdu. Selami, düpedüz bir denyoydu. 
Işık huzmesinin küresi büyüdü, büyüdü, mavi brandalı bir Dodge kamyonet boyutuna ulaştı. Işığın şiddeti arttı ve bir anda kayboldu. Selami ve Enver, kaybolan ışık huzmesinin yerde açtığı kusursuz çukurda peydah olan adama bakıyorlardı. Adam dev gibiydi. Bir dizi yerde, bir dizi yere paralel, çökmüş halde duruyordu. Çıplaktı. Bacakları ve kolları kaslıydı. Saçları biryantinliydi. 
Enver ve Selami'nin yanına şimdi kahveden beş genç daha gelmişti. Enver, "Bu orospu çocuğu niye çıplak?" dedi. Gençlerden biri "Bizim anamız bacımız var ulan" deyip atıldı. Birkaç adım gerisinden de diğer gençler takip ediyordu. "Oğlum senin tillahını sikerim, burası müslüman mahallesi, burada böyle dolanamazsın" diyen ilk genç dev gibi adama yumruk atmaya çalıştı. Dev gibi adam mekanik ve çevik bir hareketle ayağa kalktı, gencin yumruğunu yakalayıp bileğini kırdı ve genci boş arsanın arkasına fırlattı. Genç henüz havadayken acılı bir ananskiii sesi duyuldu. Arkasından gelen dört genç bunu görünce durdu. Fakat birbirlerine bakıp gaza geldiler. Dördü aynı anda saldırdı. Dev gibi adam aldığı darbelerde göz bile kırpmadan dört genci haşat etti. Kahvedekiler komple dışarı çıkıp bu hüzünlü gösteriyi izlemeye başlamıştı. Mekanın eskileri olarak sorumluluk almak zorunda hisseden Enver ve Selami dev gibi adamın yanına tedirgin adımlarla yürüdü. Enver ne söyleyeceğini düşünüyordu. Selami dan dun muhabbete girdi: "E oğlum böyle olmaz ki, dal taşak gelmişsin bir de mahallenin çocuklarını dövüyorsun? Yakışıyor mu?" 
Dev gibi adam önce Enver'e sonra Selami'ye baktı. Gözlerini Selami'ye dikti: "Kasketini, gömleğini, şalvarını ve botlarını istiyorum."  
Selami yiyebileceği dayağın şiddetiyle geçen sene aldığı botun parasını karşılaştırıyordu. Erzurum'un soğuğuna katlanmak için hiç olmayacak bir parayı bu bota bağlamıştı. Ama bot da bottu ha. Bununla çığ altında 4 gün kal, fırın gibi ayakla evine dönerdin. Enver koluyla Selami'yi dürtüyordu: "Ver Selami Abi. Hem dayak yemeyiz hem de herif böyle dal taşak gezmemiş olur." 
Selami botun parasını düşünüyordu. Arkadaki gençlerden birine döndü: "Kemal, koş git Mehmet'in dükkandan içlik, pantul, gömlek, mont, ayakkabı kap gel. Bak abinin boyuna uygun olsun ha!" Sonra dev gibi adama döndü, "Bizden, bizden merak etme" dedi, sırıttı. Kemal koşa koşa gidip geldi. Kıyafetleri dev gibi adamın önüne bıraktı. Dev gibi adam kıyafetleri giyerken Selami'ye "Sarah Connor nerede?" diye sordu. 
Sara? Sara yok bizim mahallede. Aşağı mahallede sara hastası biri var, Bekir, o mu acaba? 
Sarah Connor'ı arıyorum. 
Nereli bu arkadaş? 
Los Angeles. 
Oooo sen yanlış gelmişsin koççum. Bura Erzurum. 
Erzurum neresi? 
Memleketimiz. Yiğidin harman olduğu yer. 
Bunu dedikten sonra Selami arkasını döndü, onları izleyen gençlere gururla gülümsedi. Arkadakilerden biri alkışlayınca diğerleri de zoraki alkışlamaya başladı. Sönük, insanın içinde patlayan osuruk gibiydi bu alkışlar. 
Sarah Connor'ı bulmam lazım. 
Yav gel bir çayımızı iç, sonra bulursun. 
Selami dev gibi adamı kolundan tuttuğu gibi kahveye soktu. Hep beraber bir masaya oturdular. "Çayla bizi İsmet" diye bağırdı Selami. Dev gibi adama döndü: 
Sen kimlerdensin evlat? 
Ben T1 model bir suikast cyborg'uyum. Buraya Sarah Connor'ı bulmaya ve onu öldürmeye gönderildim. 
Nereden gönderildin? 
Nereden değil, hangi zamandan. 2029'dan geliyorum. 
Vay, vay, vay! Demek bunları bulduk ha. Helal olsun. 
Sarah Connor'ı bulmam lazım. Nasıl bulurum?
Sen tam nereye gidecektin? 
Los Angeles. 
Yav orası da epey mesafe. Amerika değil mi orası? Burası Türkiye. Sen bu Sarah'ı niye öldüreceksin peki? Namus meselesi mi? 
Skynet olarak bilinen yapay zeka ağı, yakın gelecekte kendi bilincinin farkına varacak ve insanlığı ortadan kaldırmak için küresel bir nükleer savaşı tetikleyecek. Sarah'nın doğacak olan oğlu John, hayatta kalanları toplayıp organize edecek ve Skynet'e ve onun makineler ordusuna karşı bir direniş hareketine liderlik edecek. İnsan direnişi zafere yakınken beni direnişi baştan bitirmek için bu zamana, 1984'e yolladılar. Sarah Connor'ı öldürürsem John hiç doğmayacak ve insanlara liderlik edemeyecek. Bunun için geldim. 
Masanın yanında ayakta dikilen gençlerden biri "Yalnız bu bir paradoks abi, büyükbaba paradoksu" dedi. Selami bir hışımla gence dönüp "Sus lan zibidi, abin bir şey anlatıyor, saygısız" diye payladı. Sonra T1'e dönüp "Gençlerimiz bazen nerede konuşacağını, misafire nasıl davranması gerektiğini bilmeyebiliyor tabii, gençtir, kusur bulmayacağız."  Selami konuşmaya devam etti: 
Şimdi T1 kardeş, sen yanlış gelmişsin. Amerika nere Erzurum nere. Allahtan 1984'ü tutturmuşsunuz. Şimdi senin evvela İstanbul'a gitmen lazım. Ankara'dan Amerika'ya uçuş yok. Biz seni İstanbul'a yolcu ederiz, otogar na şurası. Sen oradan uçakla Amerika'ya gidersin. Elimizden bundan başka bir şey de gelmez. 
Selami dönüp masadaki ve ayaktakilere baktı. Herkes kafasını onaylayan bir tonda salladı. 
Çayını da içmedin? 
Cyborg'um ben. Yemeğe ve içmeye ihtiyaç duymam. 
Pek güzel, pek güzel. Hazımsızlık da yok, ne iyi. Şimdi senin paran pulun da yoktur. Nasıl yapsak ki? 
Selami eğilip Enver'e bir şeyler söyledi. Kahveci İsmet de bu konuşmaları dinliyordu. 
Bizim gönlümüz seni mağdur etmeye el vermedi T1 kardeş. Sen bu paraları al. Gençlerden biri seni otogara götürsün. Sen oradan İstanbul'a gidersin. Artık ondan sonrası da Allah kerim. Hadi bakalım, yolcu yolunda gerek. Otobüs yarım saate kalkacak. Emin, abinizi otogara götürün. 
Emin ve birkaç arkadaşı Selami ve Enver'in masanın üzerine bıraktığı parayı aldılar. T1'le beraber kahveden çıkıp otogara doğru yürümeye başladılar. 
Masanın etrafındakiler dağıldı. Kimi at yarışı bültenine bakıyor, kimi 101'e dördüncü arıyordu. Masada Selami ve Enver kalmıştı sadece. Enver, Selami'ye döndü: 
Selami Abi, bu herif nükleer savaş, insanlığı bitireceğiz falan dedi. Biz yanlış bir iş mi yaptık acaba? 
Yav yok, daha gideceği memleketi tutturamamış yarram, ne insanlığı bitirmesi. 
Selami, soğuyan çaydan bir yudum aldı. Yüzü ekşidi. İsmet bizi çayla be güzelim, dedi. Enver'e döndü: 
Cyborg ne amına koyyim? 
4 notes · View notes
mekanikturk · 4 years ago
Text
Tekrar
İkimize de umutlu bir şeyler lazımdı. Zaman makinesine atladım, soluğu tanıştığımız günde aldım.
Sen birazdan buradan geçeceksin. Kızıl saçlı, şaşkın bakışlı, kalabalığa karışmaktan memnun, sevgisi kalbine dar gelen biri olarak yürüyor olacaksın. Altında siyah bir kot, üstünde bordo bluz. Elinde bej rengi hırka. O gece dolmuşta unutacaksın. Bir gün sonra beraber arayacağız ama bulamayacağız. Ben, köşedeki hanın önünde seni bekliyorum yalnızca. Kalbimde sızı var. Gözlerimde ağırlık. Ellerimde yara.
Seni bekleyen geçmişteki kendime yaklaşıyorum usulca.
Ateşin var mı, diyorum. Çakmağını cebinden çıkarıp yüzüme bakmadan bana uzatıyor.
Heyecanlı görünüyorsun, diyorum. Orta okula giderken iş teknik dersinde kibrit ve mukavvadan ev yapmak için aldığın malzemeleri sınıfta yaktıktan sonra müdürün odasına gittiğin zamanki kadar heyecanlısın.
Dönüp bana bakıyor ilk kez. Gözleri kısık. Kibritlerle mukavvayı beraber tutuşturduğu okul arkadaşlarından biri olup olmadığımı düşündüğünü okuyorum yüzünden. 3 kişiydik o gün. Yüzleri benim aklıma gelmiyor, belli ki onun da.  
Hayır, sınıf arkadaşlarından biri değilim. Söylediklerim sana delice gelecek biliyorum ama ben gelecekteki senim. Neyi beklediğini biliyorum. O birazdan burada olacak. Ama ileride canını çok yakacak. Bırak yoluna gitsin.
Yüzüme bakıyor, şaşırıyor. Sen diyor, nasıl ben olabilirsin ki? Ben, benim. Sen başka biri olmalısın.
Hayır diyorum, buraya bir zaman makinesiyle geldim. Ben gelecekteki senim.
O zaman diyor, bu konuşmayı, benim yerimde O'nu bekleyen kişi olarak daha önce yine bir başka kendinle yapmış olmalısın.
Hayır diyorum, böyle olmuyor. Zaman böyle çalışmaz. Sen, halkaları anlardan oluşan bir zincir olan zamanı yaratıyorsun her hareketinle. Su alırken para üstünü yere düşürmen, gülümsediğin bir çocuğun korkup babasının arkasına saklanması, tezgahtaki balığın şok olmuş gözlerine takılıp kalman, yoldan geçen birinin yanına düşen sigara izmaritine şaşırman, hepsi senin için yeni bir zaman çizgisinin yolundaki taşlar. Ben senim ama sen henüz ben değilsin.
Beni gerçekten tanıdığını nereden bileceğim? Belki de kendine bir oyun sayıyorsun bunu.
Geçmişteki kendime yalnızca bizim bileceğimiz şeyleri anlattım. Dedemizin ölmeden evvel bize sarılıp ağlarken baktığımız duvarın rengini, anamızı toprağa verirken mezarlığın arkasından geçen seçim otobüsünde çalan şarkıyı, çocukken Fatih'te ekmek almaya yollandığımızda kot pantolon giydiğimiz için sokakta yüzümüze tüküren hacıyı, ilk kez otuzbir çektiğimiz günü, Çitlembik Sokak'ta otururken yan binanın üçüncü katından düşüp ölen bebeğin adını, Sema'yı ilk kez öptüğümüz günün gecesi gördüğümüz rüyayı, çocukken gittiğimiz komşunun bahçesindeki şeftali ağacını, Samsun'da üniversite okurken içki çaldığımız Adıyamanlı bakkalı, askerde terlik izni almak için attığımız yalanları...
Tamam diyor. İnandım. Sen de bensin. Ama diyor, sen eğer bensen ve ben şimdi O'nun geçip gitmesine izin verirsem sen asla var olmayacaksın. Söylediklerin de hiç gerçekleşmeyecek hayali bir geleceğin kuruntusu olacak. Sana bu şekilde güvenemem.  
Haklısın, diyorum. Eğer O'nun yanına gitmezsen, var olmayacak bir geleceğin çürümüş, kokuşmuş, çökmüş bir hatırası olacağım artık. Söylediklerimin de bir kıymeti kalmayacak. Belki de bu anda çözünüp yok olacağım. Bedenim boyutunu kaybedecek. Yalnızca bir ihtimal olarak yer edecek kainatta.
Peki, O'nun yanına gidersem ne olacak?
Kalabalıkta göz göze geleceksiniz önce. Gülümseyerek birbirinize yaklaşırken O, sarılmak için atılacak, çok şaşıracaksın.  Gelecekte aklına gelecek sürekli. Öpmekle sarılmak arasında, şekline henüz kavuşamamış o tedirgin sevgiyi unutamayacaksın. Bir bara oturup, birbirinizi incitmekten imtina ederek saatler süren inceliklerle dolu bir dost sohbetine tutuşacaksınız. O gece sevişeceksiniz ilk kez. Sabah, sadece denizin ve ağaçların göründüğü sonsuz bir yolda yürüyeceksiniz. Sana aldığı her kitabın ilk sayfasına notlar yazacak. Sana her dokunduğunda ateş böceği görmüş gibi büyülü hissedeceksin. Evrenin merkezi olmaz ya, vardır diyeceksin. En sevdiğin baharatı sorduğunda hiç düşünmeden "açlık" diyeceksin ve o an attığı kahkahayı duyacaksın sürekli kulaklarında. Yanında ağladığın ilk kadın olacak. Kuğu gibi hareket etmesine, zarafetine bakakalacaksın hissettirmeden. Keşke daha çok fotoğrafını çekseydim diyeceksin sonra. Sarıldığın bedenin onun mu yoksa senin mi olduğunu bilemeyeceksin artık. Gülerek uyuyakalınan gecelerin huzuru ve mutluluğu yerleşecek ikinizin de suratına. Güneşine kavuşan pencere önü çiçeği gibi günbegün karşında güzelleştiğini göreceksin, güzelleşeceksin. Buhranından kurtulacaksın, iyileşeceksin. Gözlerindeki ağırlık, kalbindeki sızı azalacak. O seni dinlerken her şeyi daha güzel anlatacaksın. Fakat bir gün gelecek, gitmek isteyecek. Hayatın altüst olacak. Çok acı çekeceksin. Bana dönüşeceksin. Bırak yoluna gitsin.
Bana baktı. Elini omzuma koydu. Kim olduğunu bilmiyorum, belki bensin, belki de değil. Ama sonunda çekeceğimi söylediğin acı, anlattıklarını yaşamaya fazlasıyla değer, dedi. O'na doğru yürümeye başladı. Gülümseyerek birbirine doğru yaklaşırlarken O, sarılmak için ileri atıldı. Öpmekle sarılmak arasında, şekline henüz kavuşamamış o tedirgin sevgiyi tekrar görünce, O'nu ne kadar özlediğimi hatırladım.
4 notes · View notes
mekanikturk · 6 years ago
Text
Yaralar
Annem şöyle derdi; eğer birinin seni can kulağıyla dinlemesini istiyorsan, ona bildiğin acıklı bir şeyi anlat. Çünkü karşısında eksilebilen biri olduğunu gören insanda yalnızca merhamet ortaya çıkar. Öğüdünü dinleyeceğim.
9 yaşındaydım. Heybeliada’da yaşıyorduk. Ada insanı su gibi olur, saklayamaz içindekini. Okul çıkışında çocuğunu beklerken dedikodu yapan kadınlar da, kahvede kâğıt oynarken birbiriyle küfrederek şakalaşan erkekler de hep heyecanlıdır. Koca adada sadece faytoncular sakindir. Hayrettin Amca da faytoncuların en sakiniydi. Bazen, annem okul çıkışında beni almaya gelmezdi. El kadar ada, kaybolacak değildim ya. Adayı çevreleyen yolun kenarında, boyumun yarısı kadar sırt çantamla yürürdüm o zaman eve doğru. Şanslıysam Hayrettin Amca yolda beni görür, faytonun şoför koltuğuna alır, “bugün ne öğrendin” diye sorardı. Verdiğim cevaplara göre bazen yüzüme bakıp “yapma ya, öyle miymiş” der, o gün öğrendiklerimi tekrar ede ede evimizin bulunduğu sokağın başına kadar getirirdi beni. Çocuk aklı, Hayrettin Amca’nın anlattıklarımı bilmediğini sanırdım yüzündeki şaşkınlıktan. Mevsimleri anlattığımda “bak bunu öğrendiğim iyi oldu, peki aylar, günler nasıl oluyor” der, bu sefer onu anlatınca dakikaları, saatleri sorardı. Hep aynı şaşırmış ifadeyle dinlerdi beni. Atı Fındık haricinde kimsesi yoktu. Adanın tepesindeki bir göz tahta odada yaşardı Fındık’la beraber. Eğer o gün adaya çok insan geldiyse ve hasılat iyiyse Fındık’a elma ve havuç alırdı. Bazen, okulda öğrendiklerimi en iyi arkadaşım Hayrettin Amca’ya anlatabilmek için annem çıkışta beni almaya gelmesin diye dua ederdim. Yine annemin beni okuldan almaya gelmediği bir gün, ardıma baka baka yolda yürürken az ilerideki kalabalığı gördüm. Yaklaştıkça etraftaki insanlardan vah vah, yazık, eyvah seslerini duyuyordum. Kalabalığı yararak olay yerine vardım. Hayrettin Amca elinde sigarasıyla yere çökmüş, önce yerde can çekişen Fındık’a bakıyor, sonra etrafta onu ayıplayan insanlara. Sol elini arada bir alnına götürüyor, gözlerine düşen saçını arkaya atıyor, sonra tekrar kafasını önüne eğiyordu. Kalabalıktan “bu kadar çalıştırılır mı kardeşim fukara hayvan”, “bak yorgunluktan öldürdü hayvancağızı”, “günah günah, gözünüz doysun”, “günde 15 saat atı faytona koşarsan olacağı bu” lafları her seferinde bir önceki cümlenin söylenmesinin cesaretiyle daha gür sesle çıkıyor, gözler Hayrettin Amca’da birleşiyordu. Hayrettin Amca sigarayı sigarayla yakıyor, kalabalıkla göz göze gelmemek için yerde titreyerek can çekişen Fındık’a bile bakamıyor, kafası önünde bekliyordu. Can dostu Fındık son kez titreyip öldüğünde Hayrettin Amca ayağa kalktı. Ağlamıyordu ama yaşlı gözlerinden yansıyan parlak gün ışığını görebiliyordum. Etrafına bakındı. Beni gördü. Yüzümü önüme eğdim, bakamadım. Kalabalıktan “polisi arayın”, “böyle rezillik olmaz”, “yazıklar olsun” cümleleri döküldü. Hayrettin Amca, Fındık’a doğru bir adım attı, vazgeçti. Tepedeki tek göz odasına doğru yürümeye başladı. Birkaç hafta sonra annemle yolda yürürken Hayrettin Amca’nın sahildeki kahveye girdiğini gördüm. O girince herkes sustu. Kafalar çevrildi. Hayrettin Amca da kalmadı zaten, çıktı, odasına döndü. 2 ay sonra tek göz odasında kendini astığını öğrendik. Fındık tek geçim kaynağıymış. Yeni bir at alacak parası olmadığından, o ölünce aç kalmış. Birkaç kez yardım istemek için kahveye gitmiş ama insanlar yüzlerini çevirince söyleyememiş kimseye. Gaddarlığın kalabalıklaştıkça artmasını ilk o zaman gördüm.
Adım Galip Öztürk. Askerim. Bugün doktorumu öldürdüm. Kamuflajımın yanındaki kasaturamı usulca göğsüne soktum. Hızlı bir ölüm oldu, istediğim gibi. Ses çıkarmasın diye ağzını sol elimle kapadım. Son nefesini verirken gözlerinin içine baktım. Şaşkındı. Bıçağımla ölüme kavuşan diğerleri gibi. Suçluyum. Belki de yaşamayı hak etmiyorum. Buna siz karar verin. Sadece şunu unutmayın, dönüştüğüm şeyin sorumlusu yalnızca ben değilim.
Bırakın her şeyi en başından anlatayım. Bunun haricinde yapabilecek bir şeyim yok zaten. Beni almaya gelecekler, biliyorum. Çok fazla vaktim yok. Ama şunu unutmayın; bir zamanlar deniz kenarında ufka dalarak hayaller kurmuş biri anlatıyor her şeyi. Kızını ilk kez kucağına aldığında ne yapacağını bilemeyip heyecandan ağlayan bir baba, güzel bir çiçek görünce eğilip koklayan ve kokusuyla geçmişin pastel renklerinde, gerçek mi hayal mi belli olmayan anılar arasında yolculuğa çıkan bir adam anlatıcınız. Yolda yürürken bir anda durup, gökyüzündeki bulutları bildiği, tanıdığı şeylere benzetmeye çalışırken ne kadardır orada dikildiğini unutan biri. Ona ne hüküm verirseniz kabul edecek. Boynu kıldan ince, farkında. Tek istediği hakikatin engebeli yollarında ona önyargısız bir şekilde eşlik etmeniz.
2024. Deneysel bir proje için askeri okuldan 7 kişi seçildi. Biri bendim. Sonraki gün başkentte olmam söylendi, apar topar hazırlanıp yola çıktım. Merkezde, proje hakkında bize bir brifing verildi. Üst düzey komutanlar, anatomi uzmanları, stratejistler, bakanlık müsteşarları, istihbarat subayları, AKOMA yöneticileri, akademisyenler… Orduyla ilgili en önemli insanlar oradaydı. Biz 7 kişi, seçilmiş olanlar, o an kendimizi asırlar sonra dirilen birer Mesih gibi hissediyorduk. Ordu komutanları bizimle şakalaşıyor, üst düzey bürokratlar proje sonrası emekliliğimizde bizlere sağlayacakları imkanların muhteşemliğini anlatıyordu. Anatomi uzmanları ve akademisyenler, projenin kanıtlanabilmiş ya da gözlemlenebilmiş herhangi bir zararı olmadığını, bilakis, yapılacak geliştirmelerin proje sonrasında da bedenen ve zihnen büyük yararını göreceğimize dair bizi cesaretlendiriyordu.
Proje, fizyolojik ve psikolojik donanımda mutlak bir geliştirme yaratmayı amaçlıyordu. Buna göre, askerin zihinsel yetkinliğini tam kapasiteyle kullanmak için anıları siliniyor ve bilinçaltı öğrenme metodu dedikleri bir yöntemle hayatta kalma ve saldırı içgüdüleri tetiklenerek artırılıyordu. Bunun için ses örüntüleri kullanılıyordu. Farklı türde silah sesleri, patlama, çığlık, hışırtı, kara ve hava araçlarının sesleri, tehdit unsuru kabul edilen halkların dilleri, lehçeleri… Her biri farklı bir teyakkuz durumuna geçiriyordu bizi. Zihnimiz, seslerle tetiklenerek o duruma en uygun stratejide hareket etmeye programlıyordu bedenimizi. Bizi 3 yıl için birer ölüm makinesine dönüştürmek istiyorlardı. Bu proje için bir nevi kobaydık. Zira daha önce hayvanlar üzerinde yapılan deneyler mükemmel sonuçlanmıştı. Fakat insanlar üzerinde ilk kez deneniyordu.
3 yıl için geliştirmeyi kabul ettiğimiz takdirde emekli olacaktık. Sonrasında silinen anılarımıza tekrar kavuşacak ve 3 yıl boyunca gerçekleşenleri ancak birer silik hatıra kadar hatırlayacaktık. Yüklü bir ikramiye ve maaş alacaktık. Dilersek savunma bakanlığı bünyesinde danışman olarak çalışabilecektik. O gece geç vakitte eve döndüm. Karıma projeyi anlattım. Elimizdeki fırsatın önemli olduğundan ve 3 yıl sonra emekli olabileceğimden bahsettim. İstemedi. Ya sana bir şey olursa dedi. Bir askerdim, projeye katılsam da katılmasam da bu risk her zaman vardı. 3 yıl. Sadece 3 yıl. Ve sonrasında bir sahil kasabasında balık tutarak bir daha çalışmak zorunda kalmadan hayatımızı geçirebilirdik. 3 yıl bunun için gözden çıkarılabilecek bir zamandı. 4 saat konuştuk. Ağlamaktan kızarmış gözlerinde sonsuz bir merhamet, korku ve sevgiyle bana bakıyordu. Onu ikna ettim. Sabah bakanlığı arayıp projeye katılmayı kabul ettiğimi söyledim. 7 gün verdiler. Kendimi hazırladım. Zihnim temizdi. Sakindim. Ailemle, kızımla zaman geçirdim. Ve 7 gün sonra proje koordinatörlüğüne katıldım.
Geliştirme çalışmaları yaklaşık 1 ay sürdü. Önce kısmi yüklemeler yapıldı. Tepkilerimiz ölçülerek, kademeli olarak ilerliyorlardı. Anılarımız yavaş yavaş silik birer fotoğraf karesine dönüşürken tepkilerimiz gelişiyordu. Yemekhanenin en ucundaki masadan düşen bir çatalı daha yere düşmeden fark edebiliyorduk. Bir odaya girdiğimizde odada kaç kişi olduğunu, hangilerinin tehdit oluşturabileceğini, olası bir sorunda önce hangi kişiden saldırıya başlamamız gerektiğini işliyordu sürekli beynimiz. Makineleşiyorduk, farkındaydık.
1 ay sonra görev yerlerimize tayin edildik. Doğuda, ayrılıkçı halkın olduğu bir ilde, kolorduda kalıyordum. Tedirgindim. Sürekli tedirgindim. Bunu bekliyordum gerçi ama bu kadar düzenli olacağını düşünmemiştim. Uyumuyordum neredeyse. Herkesi birer tehdit olarak görüyordum. Görevlerim merkezden kolorduya geliyordu. Özerk bir askerdim. Çoğunlukla bana atadıkları ufak bir birlikle çalışıyordum. Aylarca dağlarda kalıyordum. Düşmanlarımı avlıyordum. Kafam buna çalışıyordu sadece, ben de en iyi bildiğim şeyi yapıyordum. Onlarcasını öldürdüm. Bıçağımı kullanmayı seviyordum. Kim olduğumu artık bilmiyordum. Beni ben yapan şey bıçağın kenarından usulca akan sıcak kana dönüşmüştü. Çoğunlukla bir hayvan gibi düşünüyordum, yaşıyordum. Görevim olmadığı zamanlarda bile dağda zaman geçirmeye başladım. Tuzaklar kurdum. Gözlerinin içine bakarak hayatları söndürdüm. Kendimi kaybediyordum. Proje merkezinden beni dağdan almaları için kolorduya emir gitmişti. Sanırım bendeki tepkiler diğer 6 kişide de gerçekleşmişti. Korkuyorlardı. Karşı durmadım. 2 ay dağa çıkmadan kolorduda kaldım. Diğer askerlerle konuşuyorduk. Sanırım beni rahatlatmaları için yine merkezden emir gelmişti. Neredeyse hiç görev gelmiyordu. Sakindim. Biraz rahatlamıştım.
1 yıl geçmişti. Doktorumla rutin görüşme için 2. kez merkeze gittim. Rahatlamıştım fakat içimde avlanmayı bekleyen kurdun kırmızı gözleri karanlık bir kuyudan sürekli bana bakıyordu, haydi dememi bekliyordu, biliyordum. Bıçağımdan akacak kanla dinecek bir açlıktı bu. Doktoruma anlattım. Bunun normal olduğunu, diğer askerlerde de benzer sorunlar gözlediğini söyledi. Cebimde bir paket sakinleştirici ve içimde avlanma arzusuyla yanıp tutuşan bir kurdun gölgesiyle kolorduya döndüm. Birkaç ay daha sakince geçti.
Kendimi bir sabah dağda kurduğum tuzakların arasında buldum. Gece kimseye haber vermeden gelmiştim. Nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Avlanmayı bekleyen kurt o gece kontrolü ele geçirmişti. Bıçağım elimde, yüzümde boyalarla usulca yürüyordum dağdaki mabedimde. Kurduğum tuzakları kontrol ediyordum. Yeni tuzaklar kurulacak noktaları seçiyordum. Ne kadar zamandır buradaydım? Bir gün mü? Bir ay mı? Daha mı çok? Hiçbir fikrim yoktu. Burası benim yuvamdı artık. En rahat olduğum yerdi.
Öğlen, gökyüzünden gelen sesle irkildim. Bir helikopter aşağıdaki düzlüğe indi. Kolordu  komutanı ve bir tim bana doğru yürümeye başladı. Bıçağımı kılıfına soktum. Bekledim. Beni alıp kolorduya götürmek için emir aldıklarını söylediler. Bana yaklaşmaya cesaret edemiyorlar, cevap vermemi bekliyorlardı. Sakince onlara doğru yürüdüm. Helikoptere binip kolorduya döndük. Artık geceleri odamın kapısında nöbetçi beklemeye başladı. Sanki isteseler beni durdurabileceklermiş gibi. Birkaç hafta daha bu şekilde sakince geçti.
Bir gün, merkezden gelen bir emirle bir köye gitmemiz istendi. İki araca doluşup, ardımızda tozu dumana katarak köye doğru yola çıktık. Yoldayken merkezdeki komutanım arayıp orada bizi bir TV ekibinin beklediğini, biz merkezden yollanan hediyeleri o köydeki kadınlara ve çocuklara dağıtırken, onların çekim yapacağını söyledi. Özellikle benim olmamı istemişti. Bu müsamereyi devlet kanalının haber bülteninde yayınlayarak siz tuzu kuruların vicdanını rahatlatacaklarmış. Vardığımızda kadınlar ve çocuklar köy meydanına toplanmışlardı. Çekim ekibi ve hediyeleri getiren araç köyün girişindeydi. Hediyeleri ve çekim ekipmanlarını meydana taşıyorlardı. Kadınlar tülbentlerinin oyalı kenarlarıyla yüzlerini kapatıyordu. 5 tane küçük çocuk vardı. Korkuyorlardı. Gözlerinde yalnızca korku vardı. Eşyalar taşındı. Bize, çocuklara vermemiz için hediyeleri verdiler. Balonlar, şekerler, oyuncaklar… Oraları bilirsiniz. Hiçbir şeyleri yoktur. Tezekten evler, birkaç hayvan, ateşten is tutmuş kazanlar, artık yama tutmayan kıyafetler… Çocukların ayakları hep çıplak, yaz kış. Ellerimize balonları, oyuncakları aldık, ekip çekim yapmaya başladı. Topuklu ayakkabıyla yürümekte zorlanan bir sunucu vardı. Kameraya bizi tanıtıyordu. Arkada kadınlar ve çocuklar. Bir hayvanat bahçesinin fonu gibiydiler. Yavaşça onlara doğru yürüdük, çocuklara. Ellerimizdeki oyuncakları onlara verdik. Çocuklardan 4’ü aldı. Biri almadı. Keskin gözlerle bize bakıyordu. Ekip çekimi kesti. Annesinden, çocuğun gülümsemesini ve hediyeleri almasını istedik. Kadın telaşla çocuğa anlamadığım bir dilde bir şeyler söyledi. Tekrar çekime başladık. Yine aynı mizansenle çocuklara hediyeleri verdik. Çocuk yine almadı. Çekimi tekrar durdurduk. Yanına gittim çocuğun, kafasını okşadım, gülümsedim. Gözleri ateş gibiydi. Ama korkudan değil, öfkeden. Bana bakıp “katil” dedi, “sizi istemiyoruz”. Annesi, çocuğa bir tokat vurdu. Çocuk ayağa kalktı. Aynı gözlerle bize bakmaya devam ediyordu. Yanağı kıpkırmızıydı. Ona baktım, “balon istemiyor musun?” dedim. Sanki aynı anda hepimizin gözlerine bakması mümkünmüş gibi bize baktı; öfkeyle, tiksintiyle, cesaretle. “Gidin, sizi istemiyoruz” dedi. Ekip, kadın ve çocuğu ayırdı, evlerine yolladı. Diğer kadınlar ve çocuklarla çekimi yaptık. Birliğe döndük. Bir gün sonra, aynı köyde olaylar olduğu, oraya gitmemiz gerektiği söylendi. Köye vardığımızda kadının, çocuğun anasının, köyün girişine asılmış bedenini gördük. Üzerine, bir kartona “işgalcilere yardım etti” yazmışlardı. Kadının cansız bedeni rüzgarla beraber sallanıyordu. Sanki toprakla, havayla bir olmuştu. Oyalı tülbendi boynundan sarkmış, çiçekli fistanı yamulmuştu. Yerden yükselen sıcaklıkla titreşen, buğulanan uzaklara bakmaya çalıştım bir süre. Yapamadım. Gözlerim kadının sallanan bedenine, ölürken bile mahcup görünen yüzüne kayıyordu sürekli. Gözlerimi kapatıp içimden saymaya başladım. Kadının ölü bedeni, ölü yüzü tüm ayrıntılarıyla aklımdaydı. Her sayıda bedeni sarkaçlı bir saat gibi bir sağa bir sola salınıyordu. Yapamadım. Gözlerimi açtım tekrar, derin bir nefes aldım. Arkasında, köy meydanındaki tümseğe çökmüş çocuğu gördüm. Bir gün önceki öfke dolu gözlerle bana bakıyordu. Ayağa kalktı. Gözleri kanlıydı. Hiçbir şey söylemeden bana baktı. Belki bir saniye, belki daha da az. Bir ömür sürdü ama. Belki daha da fazla. Araca döndük. Yol boyu aracın kasasında o çocuğun yüzünü gördüm. Bir sonraki gün o yüzle uyandım. Aynaya bakarken o yüzü yıkadım. Onunla selam verdim diğerlerine. O yüzle konuştum. O yüze hapsoldum…
Uyuyamıyordum. Tek hayalim o çocuğun öfke dolu yüzü olmuştu. Merkeze döndüm, doktoruma gittim. Anlattım. Bana bir ilaç verdi. Güçlü bir yatıştırıcı. Aradan bir hafta geçti. İlaç işe yaramadı. Tekrar doktora gittim. Bana daha güçlü bir yatıştırıcı vereceğini söyledi. Anılarıma ihtiyacım olduğunu söyledim. Tek derdim, hatırlanmaya değer bir anımın olmamasıydı. Kaç kişiye âşık olmuştum, çocuğum var mıydı, en sevdiğim renk neydi, maç izler miydim, ilk kez ne zaman kavga etmiştim, hangi şarkılarda ağlamıştım… Bana, benim sadece bir yara olmadığımı gösteren bir şeyler vermesi gerektiğini söyledim. Kimyasallar hakikatlerin yerini tutmuyordu. Ona anlattım. Defalarca anlattım. Bana sürekli sözleşmemden, 2 yıl sonra emekli olacağımdan, sonrasında tüm anılarımı geri yükleyeceklerinden bahsetti. Beni anlamıyordu. Çocuğun suratına hapsolmuştum. Tek bir şey söylemesini istedim. Bana dair yalnızca bir şey. Çocuğum var mıydı? Bunu söyleyemeyeceğini, sözleşmemde kesinlikle bunun belirtildiğini ve benim de bunu kabul ederek yola devam etmem gerektiğini anlattı yine. Oradaydı. Hafızamı yedekledikleri cihaz, karşımdaydı. Tek bir şey istiyordum. Tek bir şey.
Doktora yaklaşırken elim kasaturama gitti. Kurt kontrolü ele geçirmişti. Bıçağımı göğüs kafesine usulca soktum, hafızamı sildiklerinde bana öğrettikleri gibi. Sol elimle ağzını kapattım. Bedeninin yavaşça yere düşmesine izin verdim. Gözlerindeki şaşkınlığı okudum. Öldürdüğüm diğerlerinin yüzündeki şaşkınlık gibiydi. Beyaz önlüğü kanla kaplandı. Bütün günahları kapatabileceğine inanılan kutsal bir bayrak gibi.
Masasına geçip cihazı kullanarak hafızamı geri yükledim. Çocukluğum, Hayrettin Amca’nın kendini öldürmesi, kızımın doğumunda ağlayışım, çiçekleri ne kadar sevdiğim… Çocuğun yüzü, öfkesi hala aklımda. Hiç gitmemek üzere. Ama artık sadece bir yara değilim; bazen bir mutluluk gözyaşı, bazen de ilk öpücüğün masumiyetiyim.  
Şimdi, bu satırları yazarken bir oteldeyim. Beni almaya gelecekler, biliyorum. Bir katilim. Bir makineyim. Suçluyum. Beni bir canavara dönüştürdüler, karşılığında da canavarca şeyler yaşadılar. Dövüştürmek için karanlıkta bıraktığın kulakları kesik bir köpekten şefkat göremezsin.
Kim olduğumu biliyorum. Ama ne olduğumdan artık emin değilim. Kararı siz verin. Ve anlatılmaya değer bulursanız hikayemi dostlarınıza ulaştırın. Çünkü insan sadece yaraları olmamalıdır.
7 notes · View notes
mekanikturk · 6 years ago
Text
Kurtarılmaya Değer Zombiler
1
Umut, altına sıçan iki kişi tanıyordu. İlki, eski ev arkadaşı Selim’di. Nisan ortası bir bahar günü eve döndüğünde, daha oturdukları zemin kata inen apartman merdivenlerinde rezil bir kokuyla karşılaşmıştı. Burnunu tutarak anahtarı çevirip eve girdiğinde, “noluyor lan” demeye kalmadan Selim banyodan beline sardığı havluyla çıkmış, “abi sorma, otobüste altıma sıçtım” demişti. Biraz güldükten sonra “Altıma sıçınca Elif beni terk etti. Eve bile getirmedi. Kusura bakma deyip otobüsten indi, gitti” demiş, sonra biraz daha gülmüş, biraz duraksamış ve biraz daha gülüp banyoya dönmüştü. Selim’de en sevdiği şey vurdumduymazlığıydı. En sevmediği şey de.
Altına sıçan tanıdığı ikinci kişiyse; şu anda karşısında ayakta duran, sağ yumruğunu sıkarak masanın etrafındaki 5 kişiye nutuk çeken 15 yıllık arkadaşı, can dostu Veli’ydi.
Veli konuşurken, sanki alegorik bir anlamı varmışçasına ara ara sıktığı yumruğuna bakıyor, adeta bir tiyatro sahnesinin en kıymetli dekoru gibi kolunu yukarı aşağı, ileri geri oynatarak bir maestro gibi anlattığı şeye makam katıyordu. Kolu, Veli’nin söyledikleriyle mükemmel bir armoni içerisinde hareket etmese, masanın etrafındakiler onu kendi bilinci olan otonom bir varlık olarak kabul edebilirdi.
“Arkadaşlar biz, tarihin bize yükleyeceği sorumlulukları omuzlamamız gerektiğinin bilincinde olan bir örgütüz. Başkaları yapamıyorsa bunu biz yaparız ve gerekirse her şeyi karşımıza alarak yaparız, çünkü mücadelemizin geçmişi ve pratikleri bize bunu öğretmiştir” deyip, kolunu yavaşça aşağı indiren Veli, masadakileri izlemeye başladı. Umut, masanın etrafındaki diğer 4 kişiye “ulan Veli, 6 yıl evvel Eminönü’nde 3 TL’ye satılan lahmacunlardan 4 tane yiyince nasıl ama altına sıçmıştın” demeyi geçirdi aklından, vazgeçti. Kendi kendine gülmeyi ihmal etmedi ama. Sonra Veli’nin sertçe kendisine baktığını fark edince sustu, ciddileşti. Veli artık önemliydi. O, İnsanlığın Zincirleri Platformu’nun kurucu üyelerindendi. Ve örgütün silahlı kanadı olan Kolektif Kurtuluş Tugayları’nın komutanıydı. Zamanında altına sıçmış olsa da.
“Birimizin dahi özgürlüklerinden azade tutulması, hepimizin sorunudur. Nasıl ki bıçağın kemiğe dayandığı zamanda ezilenler kendi kaderini tayin etmek zorunda kalmışlarsa ve bu mücadeleyi onurla, tutkuyla ve fedakârca yürüttülerse, biz de köklerimizden gelen bu mücadele ruhuyla tarihin bize biçtiği rolü hakkıyla yerine getireceğiz arkadaşlar.”
Veli, cümleyi bitirirken sesini bir ton yükseltmiş, masadakileri etraflıca incelemeye başlamıştı. Yüzünde, birazdan farklı bir şey söyleyecekmiş gibi bir ifade vardı. Hem sert görünmeye çalışıyordu hem de heyecanlıydı. Masanın kapıya yakın tarafında, 1 metrelik alanda yavaşça volta atıyordu masadakileri izleyerek. Alnından süzülen bir damla ter, pencereden giren ve masanın soluna çarpan gün ışığına denk gelince parıldıyor, komik bir görüntü oluşturuyordu. Sonunda adımlarını yavaşlattı ve durdu. Yüzünü masaya döndü. Bekledi. “Arkadaşlar” dedi. Sağ eli yumruk olmuş, aşağıdan yukarıya doğru keskin bir harekete başlamıştı bile. “Arkadaşlar, bugün bizim için, örgütümüz için önemli bir gün!” Yumruğu sıkılmış halde, kafasının hizasına gelmişti. Masadaki 5 kişi, tam da ne anlama geldiğini anlamadıkları Veli’nin bu sözlerindeki gücü, heyecanı onaylamak için ellerini masaya vurarak hafifçe tempo tuttular. 2 yıl önce aldıkları bir karardı bu. Alkış çok uzun sürüyor ve konuşan kişinin sözünün çok bölünmesine neden oluyordu. Bu konuyu 4 gün tartışmışlar ve nihayetinde Umut’tan çözüm olarak masaya hafifçe vurmak önerisi gelmişti. Öneri hemen kabul görmüş; “Evet”, “Çok mantıklı” gibi nidalar yerini alkışa, alkış ise masaya hafifçe vurmaya evrilerek ilk uygulamasını başarıyla geçmişti. Bu yüzden, o günden beri söylenen bir şeyi alkışlamak için masaya her hafifçe vurulduğunda, Umut eşsiz bir mutluluğa kapılıyor, heyecanlanıyordu. Öyle ki neredeyse her zaman masaya vurmayı en son o bırakıyor, insanların yüzleri ona dönünce yine fazla gaza geldiğini fark ediyordu. Tam da bu sebeple, Umut karşısında kanlanmış gözlerle ona bakan Veli’yi fark ettiğinde elini hemen masaya yapıştırıp kafasıyla özür dilercesine selam verdi. Veli içinden okkalı bir küfür savursa da birazdan söyleyeceklerinin dikkatle dinlendiğini anlamak için Umut’u bırakarak hızlıca masadakilere bir göz atıp konuşmaya başladı.
“Teorimizi pratiğe dökeceğimiz gün geldi arkadaşlar. Büyük gün geldi.”
Masanın alt tarafında kalan sandalyenin üzerinden, kızıl yıldızlı kalpağını alarak biraz zorlanarak da olsa kafasına geçirdi.
“Bu operasyon boyunca isimlerimiz olmayacak. Kod adlarımızı kullanacağız. Benim kod adım Che Gagavuz.”
Veli kod adını söylediğinde, masanın sol başında oturan Evrim kendini tutamayarak “ıhyee” diyerek kıkırdadı. Veli, delici bakışlarla Evrim’e döndü. Evrim susmuş, masaya bakıyordu.
“Sanırım bazılarımız Gagavuz’ların uğradığı kültürel soykırımı komik buluyor. Arkadaşlar, tekrar söylemek istiyorum. Bizler Kolektif Kurtuluş Tugayları’yız. Bizler ezilenlerin yanında olmamız gerektiği için şu anda bu masada oturuyoruz. Hepimiz bunun bilincinde olalım lütfen.”
“Fonetiği biraz komik geliyor bana, ondan” dedi Evrim, ancak bunu o kadar kısık bir sesle söyledi ki, o anda bir örgüt üyesinden çok yemek arayan bir köpek yavrusunu andırıyordu.
“Evet arkadaşlar. Zamanımız artık geldi. İlk silahlı eylemimiz, 2025’teki salgında  hastalığa yakalanarak karantina altına alınan 76 kişiyi karantinadan kurtararak ormana salmak olacak!”
Herkes bir anda kafasını kaldırıp, dalga geçip geçmediğini anlamak için bakışlarını Veli’ye dikti. Görünüşe göre dalga geçmiyordu. Birbirlerine baktılar şaşkınlıkla. Bir şeyler söylemek istiyor ama nasıl söze gireceklerini bilmiyorlardı. Masanın sağında, sakinliğiyle bilinen Baran, gözlerini Veli’ye dikmiş halde sayıklarcasına konuşmaya başladı;
“Yani… Zombileri mi kurtaracağız?”
Veli, keskin bir şekilde yüzünü Baran’a çevirdi.
“Zombi demek… Bakıyorum da bizi sömürenlerin dilini onlardan daha iyi konuşuyorsunuz”
“Yok, öyle demek istemedim. Zombi birey yani.”
“Zombi nedir, Baran? Bizi sömürenlerin, medyaları aracılığıyla bir korku figürü olarak aklımıza ektikleri bir tohumdan başka, zombi nedir? Emperyalistler komünizm yayılmasın, Batı’da gelişmesin diye komünistleri zombi olarak resmedip bunu yıllardır filmlerinde kullanıyor. Ve görüyorum ki işe de yaramış.”
Evrim, derin bir nefes alıp tartışmaya katıldı.
“Tamam Veli, zombi demeyelim. Fakat salgından etkilenenlerin kurtarılacak bir tarafı kalmadı ki? İnsanlıktan çıktılar. Ne bilinç var ne başka bir şey. Serbest bırakınca sadece insanlara ve hayvanlara saldıracaklar. Başka bir şey olmayacak”
“Veli değil, Che Gagavuz”
Evrim yine “ıhyee” diyerek güldü. Hemen boğazını temizler gibi yapıp “pardon” dedi.
“Arkadaşlar, sizin zombi dediğiniz bu 76 kişi bir zamanlar birilerinin babası, kardeşi, annesi, sevgilisiydi. Salgına yakalanmayı onlar istemedi. Evet, şimdi belki de insanlığını kaybettiler. Ama bir zamanlar hepsi insandı. Ve bu değişimi onlar seçmedi. Aynen asimile edilmiş diğer onlarca halk gibi. Onların yaşadığı şey tutsaklık. Bu kadar. Ve biz, bu tutsaklığı bitireceğiz.”
Umut, deminden beri konuşulanların şaka olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Bir noktada herkesin gülmeye başlayacağını umuyor fakat o an gelmedikçe ne düşüneceğini bilemez halde bir sağa bir sola bakıyordu.  “Bunun örgütümüz için nasıl bir anlamı var Veli?”
Veli, sonunda gelmek istediği yere, can dostu Umut’un sorusuyla gelmenin kıvancını yaşadı bir anlığına.
“Evet, asıl mesele bu. Teorik olarak bu insanlar seçmedikleri bir hayatı yaşamak zorunda bırakıldı. Şu anda bilinçsiz ve tehlikeli olsalar bile. Yani, bizim iç tüzüğümüzdeki acil yardım bekleyen halklar kriterlerine uyuyorlar. Diğer taraftan, bu 76 kişiyi diğer ezilenlerden ayıran bir taraf daha var. Medya görünürlükleri çok fazla. Dolayısıyla kimsenin beklemediği bir eylemle hem kolayca bu insanları kurtarabileceğiz hem de örgütümüzün adını bir anda tüm dünyaya duyurabileceğiz. Bir taşta iki kuş!”
“Yani silahlı bir örgüt olarak ilk eylemimizi zombileri kurtararak yapacağız?”
“Zombi demeyi yasaklıyorum. Tahakküm altındaki insanlar onlar. Eylem planını hazırladım. 2 ay sonra ilk Cuma, şafak vakti karantina alanını basıp onları kurtaracağız ve ormana bırakacağız. Bu sürede silahlar, mühimmat ve kamyonları hazır hale getirmemiz ve planı kusursuzlaştırmamız lazım.”
Masadaki herkes bunun bir şaka olmasını istiyor fakat Veli’nin ciddiyetinden öyle olmadığını anlıyorlardı.
Baran “Veli, bunu tartışmamız gerekiyor. Ben bunu desteklemiyorum. Dünyada onca ezilen halk varken gidip onları kurtarmak bizim önceliğimiz olmamalı.” dedi.
Veli, masadakilere hızlıca bir bakıp “Karar verildi arkadaşlar. Sadece benim değil, örgüt yöneticilerinin görüşü de bu. Hazırlanın. Sadece 2 ayımız var” dedi ve ardına dönüp hızlı adımlarla kapıdan çıktı.
Umut, Veli’nin uzaklaşması için yeterince bekledikten sonra masadakilere bakıp kısık sesle “Amına koyyim zombi için terör eylemi mi yapılır lan” dedi. Diğer 4 kişi ellerini hafifçe masaya vurarak Umut’u sessizce alkışladılar.
 2
Yüzünü pencereye dönmüş, siste kaybolmuş binaların üst katlarını görmeye çalışıyordu. Kahve-gri arasında bir renk, şehri bugün ele geçirmişti sanki. Hangisinin daha depresif olduğunu düşündü;  dev gökdelenlerin gökyüzünü ele geçirmesi mi, yoksa o gökdelenlerin sis tarafından yutulması mı? Elindeki kahveden bir yudum aldı. “Belki de” diye düşündü, “sisten göremediğimiz binaların birinin tepesinden biri kendini şu anda aşağı bıraktı”. Bir yudum daha aldı. “Belki de tam şu anda pizza yemekten şişmiş bedeni kaldırıma çarparak parçalandı.” Buna kimse şaşırmazdı. Düştüğü yere fotoğraflar, çiçekler, mumlar bırakılırdı. İş arkadaşları biraz gözyaşı dökerdi. Hatta şanslılarsa Wired ya da New Yorker’da ağlarken çekilmiş fotoğrafları bile çıkabilirdi. Kafasını pencereye yapıştırdı. Epey yüksekti. Belki de bir gün kendini bu binanın tepesinden aşağıya bırakabileceğini düşündü.
“Ne düşünüyorsun Martin?” sesiyle irkildi. Ardına döndü. Toplantı masasında oturanları görünce düşüncelerden uzaklaştı. Masaya doğru yürürken kahvesinden bir yudum daha aldı. Masanın başındaki sandalyesine otururken “Ayrıntı lazım” dedi. Ne söylendiğini duymamıştı, dinlemiyordu. Bu gibi durumlarda “ayrıntı lazım”, “başka yöntemler izlemeliyiz, farklılaşmalıyız”, “ortak bir akıl yaratmak bu şirketin karakteridir beyler” gibi standart cümleleri kullanırdı.
“Martin, biliyorsun, zaman artık çok hızlı akıyor. Ve bizim Nike olarak sansasyonel kampanyalarla zamanın ruhuna uyum sağlamamız bilinen en önemli özelliğimiz”
“Hayır” dedi Martin, “sansasyonel kampanyalarla zamana uymak bizim işimiz değil Terry, biz zamana yön veririz.”
Terry, her ne kadar buna keskin bir cevap vermek istese de Martin’le bir ego savaşına girmeyi göze alamadı. “Evet” dedi, “daha doğru bir tanım bu. Peki, kampanyalar hakkında ne düşünüyorsun?”
Martin, işin doğrusu kampanyaları da pek dikkatli dinlememişti. Zaten aynı şeylerin farklı formatlarda tekrar tekrar konuşulduğu bu toplantılardan da nefret ediyordu. Yine de, 5000 metre yarışının son turunda sakatlandıktan sonra, sonuncu olacağını bildiği halde yarışı bırakmayıp, finish’i geçme çalışan Afrikalı koşucudan ya da otizmli çocukların oluşturduğu futbol takımına sponsor olmaktan daha iyi fikirlere ihtiyaçları olduğunu biliyordu.
“Çizginin dışına çıkmamız lazım!”
“Biraz açabilir misin Martin? Neyi kastediyorsun?”
“Güçlü, kışkırtıcı, aykırı bir şeyler. Ben artık bana önerdiğiniz sporcu sponsorluklarından, boktan takım desteklerinden çok sıkıldım. Zamanımız artık farklı akıyor beyler. Başarılı olan neredeyse her sporcunun sponsoruyuz. Tıkandık. Şimdi çizginin dışına çıkma zamanı.”
Masadakiler, ilk konuşacak kişi olmamak için yere, duvarlara, toplantı salonunun ortasındaki 6 metrelik Iran halısına bakıyordu. Martin, ayağa kalktı. Pencerenin önüne doğru yürüdü. Sislere gömülmüş binalara daldı.
“Biz” dedi, pencereye arkasını dönüp masadakileri izlemeye başladı konuşurken, “bir hayal satıyoruz.”
Kahve bardağını yukarı kaldırdı. “Starbucks, bir hayal satıyor.”
Pencerenin önünden çekildi. “Ne görüyorsunuz dışarıda?”
Masadakiler birbirlerine baktılar. Saçma bir şey söyleyen ilk kişi olmamak için pencereye odaklanmış gibi baktılar uzunca bir süre. Tom ilk konuşan oldu; “Görkemli binalar, büyük caddeler, dükkanlar, insanlar…”
Martin, Tom’a bakarak “Dünyayı yok ettiğimizi görüyorum ben” dedi. “En iyimser tahminle insanın ömrü sadece 180 bin yıl. Ve dünya yüzeyini, havayı getirdiğimiz hal bu. Ve bu çürümenin çoğu son 200 yılda gerçekleşti. Kurduğumuz endüstriyel düzenle. Herkes bunun farkında. Öfkeli. Boğulmak üzere. Bir suçlu arıyorlar. Bu yüzden Starbucks’tan kahve alıyorlar. 180 bin yılda medeniyetin dünyayı dönüştürdüğü şeye karşı bir tavır alabilmek için, henüz dünyanın güzel olduğu zamanlardaki bir anıdan fazlası olmayan çiftçiye sempati duyuyorlar. Ya da elleriyle enstrüman yapan ustaya. Küçük kafelere. 4 kuşaktır aynı yerde kaymak ve bal satan esnafa. Bunların artık yalnızca anı olduğunun farkında herkes. Makas açılıyor. Artık hayat standartlarını korumak için daha güvencesiz ve çok çalışmak zorundalar. Öfkeliler. Çok öfkeliler. Bu yüzden kendilerini biraz iyi hissedebilecekleri şeylere yöneliyorlar. Göçmenlere yardım eden taksi şirketlerine. Kadınları CEO yapan bilişim firmalarına. Çiftçilere -aslında o parayı hak etmediklerini alttan alta vurgulayarak- iyi şartlar sunan kahvecilere. Ve bu yüzden kahveyi alelade bir kahveci yerine Starbucks’tan alıyorlar. Tadının daha iyi olmasına gerek yok, daha iyi hissetmeleri yeterli.”
Kahvesinden bir yudum daha aldı. Masadakilere sırtını döndü. Pencereden dışarıyı izlemeye başladı yeniden.
“Aktivizm, beyler. Zamanımıza bu pseudo-aktivizm yön veriyor artık. Biz de bu akıma sansasyonel bir şekilde giriş yapacağız.”
“Aklındaki nedir Martin?” dedi Terry. Kaşları çatılmıştı. Getirdiği tüm önerileri Martin’in elinin tersiyle itmesi, dahası dinlemeye bile tenezzül etmemesi canını sıkmıştı.
“Zombiler”
Tom, Terry, Aaron, Edward. Kafalarını o kadar hızlı bir şekilde Martin’e çevirdiler ki, aralarından birinin bunu yaparken boynu kırılsa muhtemelen anlamaları birkaç dakika sürerdi. Gözleri büyümüş, inanmaz halde Martin’e bakıyorlardı. Tom konuştu;
“Zombi mi?”
“Evet. Türkiye’deki salgında karantinaya alınan zombiler. Tarihimizin en büyük sosyal sorumluluk kampanyasıyla, o karantina bölgesini bir Nike üssüne dönüştüreceğiz. 76 kişiler. Oraya bir ar-ge merkezi açacağız. Yaptığım görüşmelerden aldığım bilgilere göre tekrar eski hallerine dönmeleri mümkün değil. Fakat sayıca az olduklarından dolayı araştırmalara yeterli ödenek bugüne kadar ayrılmadı. Bunu biz üstleneceğiz.”
“Martin, sen ciddi misin?” Tom, ateşle oynadığını biliyordu ama birinin taşın altına elini sokması gerektiğinin de farkındaydı.
“Evet. Madem zamanımızın amiral gemisi aktivizm, onun da en iddialısını yapacağız. Gerekli hazırlıklara başlayın lütfen.”
Masadakiler önlerindeki notları toplayıp dışarı çıkarken Martin pencereden dışarı bakıyordu. Elindeki kahveden son yudumunu aldı. Pencerenin önüne boş bardağı bıraktı. Aşağıyı izledi bir süre. Sirenler, ambulanslar, kalabalık yoktu. “Bugün” diye düşündü, “kimse kendini çalıştığı binanın tepesinden boşluğa bırakmadı.”
 3
Adam, hızlı adımlarla barın yanından geçerek kadının oturduğu masaya doğru yürürken tuvalette düşündüğü konu başlıklarını tekrarladı içinden. Dating uygulamasına göre kadın indie rock dinliyordu. Müzik iyi bir konu olabilirdi. Sonrasında eski sevgililerden, date’lerdeki garipliklerden falan bahsedip daha sıcak bir hava yakalayabilirlerdi. Bardan çıkıp iki sokak aşağıdaki dans mekanına gitmeden önce ikişer tekila içerlerdi. Böylece mutlu sona giden yol önlerinde açılmış olurdu. Umduğu buydu.
Masaya oturdu. Kadına bakarak gülümsedi. “Sıra varmış tuvalette, biraz bekledim.” Masadaki birasından bir yudum aldı, kadına döndü tekrar; “Ee sen neler dinliyorsun?”
Kadın, adamı beklerken telefonuna dalmıştı. Adam geldiğinde de yüzünü bir süre telefondan kaldırmadı. “Ha?”
“Müzik olarak neler dinliyorsun?”
“Rock, indie genelde.”
Kısa bir sessizlik oldu. Adam tam “ben de caz dinlerim” diyeceği sırada barın önünden bağırış sesleri geldi. “Durun, kaçmayın, teslim olun” sesleriyle beraber bardakiler sokağa bakan cam bölümün önüne çıktılar. Adam ve kadın da hızlıca ne olup bittiğini anlamak için barın önüne çıktılar.
Önde biri koşturuyordu. Arkasında hırıltıyla koşan ve öndekini kovalayan bir zombi vardı. En arkada ise birkaç polis onları kovalıyordu. Barın önünden hızlıca geçip gittiler. Birkaç saniyelik şok ve uğultunun ardından barın önündeki müşteriler gürültüyle masalarına döndü. “Zombi miydi lan o?” “Yok yahu, film falan çekiyorlardı herhalde?” “Olum bildiğin zombiydi ya”
Kadın, masaya dönmüştü bile. Elindeki telefonla oynuyordu.  Adam karşısına geçip oturdu. “Şenlikli sokakmış burası da” dedi, güldü. “Tekila içer miyiz?”
Kadın “Ya çok özür dilerim ama benim hızlıca kalkmam lazım. Ev arkadaşım hastalanmış, onu hastaneye götürmem lazım” dedi.
Adam “Peki, geçmiş olsun madem” dedi. Canı sıkılmış halde hesabı istedi. Beklerken “Zombi, Nike mı giyiyordu?” dedi. Kadın cevap vermedi.
1 note · View note
mekanikturk · 6 years ago
Text
Yaban
Hatırlıyorsun. Buraya yürüyüş yapmaya gelirdin. Birkaç kuş sesi, biraz serinlik… Daha büyük bir kayadan kopmuş paslı gri-kahve-yeşil taş parçaları. Taşların sıralandığı çizginin yukarısında, koptuğu ana kayayı görürsün. Kayanın artık ilk halinden eser kalmamıştır yüzeyinde. Bin yılların sabrı, dirayeti vardır. Su gelmiştir, sıcaklık artmıştır bin yıl boyu. Belki de afacan bir karganın oyuğuna bıraktığı bir tohum, ansızın bastıran vakitsiz bir yağmurla serpilip kök salmış, kırıvermiştir koca kayayı. Kaya bir kez çatlamaya görsün, gerisi gelir. Çatlaklarındaki geçmişe bakarsın uzun uzun. Ödünç bir nefes alırsın rüzgârdan. Gözlerini kapattığında zihninde oynamaya başlayan kurmaca dünyanın sükuneti, sen ile dünya arasındaki farkı bitirir. Tek bir bütündür artık her şey. Bedeninin en az var olduğu zamandır bu. Artık aklın hâkimdir. Her şey mükemmel bir titizlikle hazırlanmış eşsiz bir gösteriye dönüşür bir anda. Rüzgârda dans eden yaprak seslerinin müziğiyle belki bir böceğin toprağı kazması, belki de yakınlardaki bir su kaynağının dipten gelen sesi o anı, o sana ait küçücük zaman dilimini bir şölene çevirir. Sesleri görmeye başlarsın kafanın içinde. Topraktaki yenilenmeyi, rüzgârdaki gücü, sudaki arınmayı tanırsın tekrar ataların gibi. Olduğun yerde yavaşça dönerek sıcaklığın artışından güneşi bulursun. Kapalı gözlerindeki karaltı yavaşça kızıla çalar. Kemiklerin ısınır. Nefesinin vücudundaki akışını duyarsın. Bir daha. Bir daha. Sonra gözlerini açarsın. Dünya olduğu yerde, eskisi gibi. Bedenin gücü ele geçirir tekrar. Omuzların düşer, alnın gerilir. Nefes almaya devam etsen de o anın biricikliğinden uzaklaşırsın. Görünen dünyadaki hakikat, geçmişin tüm tortularını beraberinde getirir, üzerine bırakır. Artık ne güneşin sıcaklığı kalmıştır ne de böceğin toprağı kazarken çıkardığı gürültünün kendine has ritmi. “Ben” dersin kendine, “buraya ait değilim”. Aşağıda bekleyenler var. Bilirsin. Dönmen gerekir. Zihninin hâkim olduğu, dünyayla bir bütün olacağın o hiç gerçekleşmeyecek anları arkanda bırakıp yol almaya başlarsın. Düşünürsün. Sana ihtiyaçları var. Sen, sensiz var olamayacak geleceklerin toplamısın. Gözlerin kısılır, yürürsün aşağıdaki sıkışık mabedine, ailene, kafesine.
Şimdiyse her şey farklı. Sadece sen varsın. Kuşlar, rüzgârda dans eden yapraklar, toprakla kavgalı böcekler… Varlıkları artık önemsiz. Elinde bir silahla yürümektesin. Her şey yok olmaya başladığında çıkmıştın dağa. Korunaklı olan buydu. Çocukların, karın, tanıdıkların, aklında yer edenler… Hepsi birkaç günde delirmişti. Nedenini bilmiyorsun. Söyleyecek kimse yoktu. Orman kanunları geçerliydi. Tek bildiğin havanın artık farklı koktuğuydu. Şehri terk edip dağa çıktın, hayatta kaldın. Hayvan avlanacak, meyve toplanacak günleri belirledin, rutin oluşturdun kendine. Yapılması gereken neyse, onu yaptın. Hayattasın.
Ama artık diğerlerini bulmak zorundasın. Tek başına kurtulmuş olamazsın. Sen özel değilsin. Hiç olmadın.
Aşağılara inmek tehlikeli, biliyorsun. Senin dışındaki hayatı delirten şey orada. İnsanlara aklını kaybettiren, birbirini öldürten şey; evlerin içinde, alışveriş merkezlerinde, yollarda, çöp kovalarında ürpertisiyle, kokusuyla sinmiş, bekliyor. Fakat farkındasın. İnsanları aşağıda delirten şey, yukarıda, yalnızlıkla da yaşanabiliyor pekâlâ. Birilerini bulmak zorundasın. Patikadan iniyorsun. Ardında, botlarının altında kırılan kuru dalların sesi. Aksak bir müzik gibi yankılanıyor kulaklarında. “Ben varım” diyorsun kendine. “Ben varsam, ben kurtulduysam, başkaları da vardır.” Havadaki koku keskinleşiyor. Klor ve çürüme kokusu birbirine karışmış. Çantandan maskeni çıkarıp takıyorsun. Gördüklerin bulanıklaştıkça, sesler keskinleşiyor. Karşıda, patikanın eğiminin arttığı yerde bir çığlık duyuyorsun. Koşmaya başlıyorsun. Biri olmalı, senin haricinde biri. Daha sıkı tutuyorsun silahını. Dağda, geyiği öldürdüğün günkü gibi değilsin. Kabuk bağladın. Farkındasın, hayatta kalmak için öldürmen gerekiyor. Çakıl taşının nehirde ilerlerken yuvarlanması gibi, zamanın içinde akan hayatın, senin de köşelerini yonttu, pürüzsüzleştirdi. Sen de artık herkes gibisin. Herkes? Onlar nerede?
Çığlığın geldiği yere doğru ilerlerken bir kurt görüyorsun. Küçük bir kızın üzerine atlamak üzere. Silahını doğrultuyorsun. Bağırıyorsun korksun diye. Kurt sana dönüyor. Kürkü önce bozdan beyaza, sonra beyazdan kahveye çalıyor. Sana doğru yürüyor kurt. Kendi boyu kadar bir çalılığın yanından geçerken kayboluyor. Uzaklardan gülme mi uluma mı olduğunu anlayamadığın bir ses duyuyorsun. Gözün kıza kayıyor hemen. Kız dizlerinin üzerinde doğruluyor, sana bakıyor. Bakarken serpiliyor. Önce kızın oluyor. Sonra karın. Sonra annen. Değişmeye devam ediyor. Silahtaki elin gevşiyor. Şimdi karın gibi görünüyor. “Sen gerçekten var mısın?” diyor. Annen oluyor; “Sen gerçekten var mıydın?” Kızın oluyor şimdi de. Tam konuşacakken silahını ateşliyorsun bilinçsizce. Göğsünde küçük bir nokta kanlanıyor, karnına doğru genişleyerek ilerliyor rüya yavaşlığında. Maskeni çıkarıyorsun ona doğru koşarken. Gülmeye başlıyor. “Sen gerçekten var mısın Baba?” Bir anda yok oluyor. Maskeni takıyorsun. Hızlı hızlı nefes alıyorsun. “Ben varım” diyorsun, “Bunlar gerçek değil.”
Biraz dinlenip patikadan aşağı iniyorsun. Bu kez daha yavaş. Çığlığı duyunca patikadan hızlı inmiş olmalısın. Havanın yoğunluğu, kokusu değişti, aklın karıştı. Olmayan şeyleri gördün. Daha dikkatli olacaksın. Aşağıda terk edilmiş bir lunapark görüyorsun. Biliyorsun burayı. Sen dağda yürüyüş yaparken çocukların, karın burada zaman geçirirdi. Oğlun burada dizini yarmıştı. Kucağına alıp tekrarlaya tekrarlaya bir şarkı öğretmiştin. Seninle beraber söylerken kafasını sana yaslayıp uyuyakalmıştı. Kafasını, göğsüne dayadığı yere gidiyor elin istemsizce. Yaraları bile özlüyorsun. “Ben” diyorsun kendine, “şu anda olduğum kişi değilim. Ben bir zamanlar olduğum kişiyim.”
Yolun eğimi azalıyor. Havadaki deliliğin etkisi biraz daha azalacak. Ama maskeni çıkarmamalısın. Aşağı, lunaparka doğru ilerliyorsun. Harabeye dönmüş lunaparka bakarken okuduğun bir kitap geliyor aklına. Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Düşünüyorsun. Bir zamanlar biriydin. Bu yabanın öncesinde, kendini anlamış biriydin. Bir ailen vardı. Eğer ki insan vardığı tepeyse, koştuğu mesafeyse; sen bir kez o tepeye ulaştın, yolları koştun. Ama artık tepeye ulaşmış gibi hissetmiyorsun. Sanki sen hiç yürümedin de, olduğun yerde dururken yollar ayaklarının altından kaydı. Tepe nerede, yol nerede artık bilmiyorsun. Tek bildiğin yabanda olduğun.
Ya artık sen buysan? Bir yabansan? Birini ya da bir topluluğu kaybetmenin geçici bir tarafı yoksa? Katlandığın şey, kim olduğuna dair hiç bilmediğin bir hakikati ortaya çıkardıysa? Yaban olmadan önceki, bulmak için yola çıktığın seni var eden şeyin en önemli parçası henüz delirmemiş geçmişinse ve artık asla var olmayacaksa? Bilmiyorsun. Kim olduğun şu anda önemsiz. Diğerlerini bulmak zorundasın, hayatta kalanları. Ancak o zaman bileceksin kim olduğunu. Devam etmen lazım, tek bildiğin bu. Patikadan aşağı inip, lunaparkın sınırına çekilmiş kesik tellerinin arasından geçerek temkinli adımlarla yürüyorsun. Solunda çarpışan arabalar var. Kenarından yürümeye devam ediyorsun. Karşıda dev bir dönme dolap var. Boyasının yarısı dökülmüş, pas kaplamış. Rüzgarla beraber dönme dolabın yukarıdaki bölmeleri sallanıp gıcırdıyor. Sesi rahatsız ediyor seni. Balerinin yanında bir karaltı görüyorsun. Silahın elinde, iki adım ötendeki kirişin dibine çöküyorsun. İzlemeye başlıyorsun. Karaltı meydana çıkıyor. Korkmuyor senden. Belli. Bir kadın. 30’lu yaşlarında, eskimiş kıyafetli, uzun çeneli, kakülleri gözlerine düşen g��zel bir kadın. Dümdüz sana bakıyor. Gizlenmeye çalışıyorsun. Ama varlığının farkında. Gözlerini senden ayırmıyor.
“Sonunda geldin” diyor, sana doğru yürümeye devam ederken. Bekliyorsun bir süre. Cevap vermekle vermemek arasında kararsız kalıyorsun birkaç saniye. Veriyorsun.
“Sen… Sen de mi kurtuldun? Maskesiz nasıl hayatta kalabildin? Başkaları da var mı?”
Temkinlisin ama maskenin içindeki yüzün gülümsemeye başlıyor. Elindeki silahı yavaşça indiriyorsun. Senden başkaları da var. Yalnız değilsin. Kadının yüzünde bir gariplik seziyorsun. Ama önemsiz. Yalnız değilsin artık. Kurtulanlar var.
Sonra, toprakta sürünen ayak sesleri duyuyorsun. Gittikçe yükseliyor sesler. O anda diğerleri gelmeye başlıyor. Lunaparkın her yanından doluşuyorlar meydana. Kadın konuşuyor tekrar;
“Hepimiz seni bekliyorduk.”
“Neden beni bekliyordunuz? Benim yaşadığımı biliyor muydunuz?“
“Tabii ki, bu dünyayı var eden sen değil misin?”  
“Ben… Ben değilim.”
“Sensin. Bu delilik senin eserin.”
“Ben böyle bir şey olmasını istemedim.“
“İstemedin mi?”
“Kimse delirsin istemedim.”
“Bu dünyayı sen kurdun. Burada güneş sen uyandığın için doğuyor. Metaller senin için paslanıyor. Böceklerin toprağı kazma nedeni sensin. Ardına bakmadığında orada bir tepe olduğunu mu sanıyorsun? Rüzgar sen yokken esiyor mu zannediyorsun? Her şeyi sen yaptın. Sen bu mezarlığın tanrısısın.”
“Ben… Ben hiç kimseyim. Benden başka kurtulan oldu mu?”
“Eğer istersen olur. Herkesi kurtarabilirsin.”
“Siz, hayalsiniz değil mi?”
“Hayal mi?” diyor, gülmeye başlıyor. “Gerçek ve hayal arasında ne fark var ki?”
“Siz… Hepiniz, hayalsiniz.”
Şimdi diğerleri de gülmeye başlıyor. Etrafına bakınıyorsun. Rengarenk bir dünya örülü şimdi lunaparkın meydanında. Atlı karıncanın yanından dans eden bir dinozor geliyor. Uzun, tahta bacaklarla yürüyen ilkokul öğretmenin Faik Bey’i görüyorsun. Ellerinde tahta kılıçlarla iş arkadaşların dövüşmeye başlıyor. Bir mecha’nın içinde ilk öptüğün kızı görüyorsun. Robot dansı yapıyor. Geçmişten gelen hatıralar, hayallerin, korkuların, fantezilerin, hepsi bir artık bu meydanda. Oğlun arkada düşmüş, dizi yarılmış. Karının kucağında ağlamaya başlıyor. Zihnin oyunlar oynuyor, farkındasın. Delirmeye mi başladın? Henüz değil. Hala vaktin var buradan çıkmak için. Ama diğerlerini bulmalısın. Gözlerini kısıyorsun. Tekrar açıyorsun. Hepsi lunaparkın meydanında hala. Yerleri değişmiş sadece. Nabzın yükseliyor. Gözlerin buğulanıyor. Maskeni çıkarıp atmak, bu manyaklığın akışına kendini bırakmak istiyorsun bir an. Vazgeçiyorsun. Diğerlerini bulman lazım. Tek hayatta kalan sen olamazsın. Sen özel değilsin.
Kafanı çevirince lunaparkın içindeki barı görüyorsun. Koşarak içeri girip kapıyı kapatıyorsun. Barın arkasında Sen varsın. Elindeki Amerikan beziyle bardakları kurulayıp barın üzerindeki metal aksama yerleştiriyor.
Sana bakmadan “ne istersin?” diyor.
“Bira” diyorsun, “varsa Gara Guzu”.
Maskeni çıkarıyorsun. Bu oyunu devam ettirmek istemiyorsun artık. İçini huzur kaplıyor bir anda. Renkler canlanıyor. Dışarıdaki sesler azalıyor. Diğer Sen, barın arkasından biranı getiriyor. Koca bir yudum alıyorsun. Gözlerini kapıyorsun. Biranın vücudundaki akışını takip ediyorsun bir süre. Yanaklarının kenarında kalan keskin tadı hissediyorsun. Burnundan aldığın nefes turunçgil tadı bırakıyor genzinde. Bir yudum daha alıyorsun. Şişe bitmeye yakın. Barın diğer tarafındaki Sen, sana bakıyor ilk kez.
“Neden buradasın?” diyor.
“Bilmiyorum” diyorsun, “galiba diğer insanları bulmaya geldim”.
Diğer Sen, bir bira açıyor kendine barın arkasında. Gözlerini sana dikiyor. “Peki burada olduğuna emin misin?”
“Ben hayattayım. Birileri daha hayatta olmalı” diyorsun.
“Onları kastetmedim. Sen burada olduğuna emin misin? Sen gerçekten var mısın?”
Silahını çıkarıyorsun, masanın üzerine koyuyorsun. Kapıdan sesler geliyor. Karın, oğlunu kucağına almış, dizini gösteriyor. Yardım istiyor. Diğerleri gülüyor. Kapıyı itiyorlar. Bir palyaçonun yanına geldiğini fark etmiyorsun. Bardaki silahı alıyor, sana dönüyor. Önce sağ elinde, sonra sol. Sonra bir anda kayboluyor silah. Boyalı yüzüyle sana gülümsüyor, kareli ceketinin yenlerini yukarı kaldırıyor, silahın onda olmadığını gösteriyor şovunu tamamlarken. Boynundan yakalıyorsun. “Silahımı ver” diyorsun. Ellerini açıp boynunu büküyor. Boynunu sıkmaya başlıyorsun. Birkaç palyaço daha geliyor arkandan. Arkadaşını kurtarıyorlar elinden. Yere düşüyorsun hengamede. Sana bakıp gülmeye, düdük çalmaya başlıyorlar. Kapı açılıyor. Hepsi içeriye doluşuyor. Arkada bir bando, neşeli bir şarkı çalıyor. El çırparak eşlik ediyor herkes. Oğlun hariç hepsi gülüyor. Onlara doğru ilerliyorsun, oğlunu kucağına alıyorsun. Kafasını göğsüne yaslıyorsun. Değdiği yer sıcacık oluyor. “Korkma” diyorsun, “ben buradayım, ben varım.” Gerçek oğluna öğrettiğin şarkıyı söylemeye başlıyorsun. Seninle beraber söylerken gözleri kapanıyor yavaşça, uyuyakalıyor yine. Ne kadar özlediğini o an fark ediyorsun.
68 notes · View notes
mekanikturk · 7 years ago
Text
Bir Amacımız Var!
Bir tren vagonunda, aklımda somut bir sebebi olmayan -belki de içten içe bildiğim ama artık ete kemiğe bürünmesinden bıktığım- endişelerle, dağların tepelerin arasından Konya’ya doğru ilerliyorum. Yolculuk mu daha kötü, yoksa Konya’ya varacak olmak mı, karar veremiyorum. 300 km’dir gördüğüm her şey aynı. Aynı düzlükler, aynı verimsiz topraklar, aynı anlamsız suratlar… Aynı yüzü, aynı toprağı, aynı kayayı son bir saatte defalarca gördüğüme yemin edebilirim. Her şey, ardında gerilimden başka hiçbir his bırakmayan kasvetli bir rüyanın parçası gibi.
Bir bira daha açıyorum. Her birada zihnim biraz daha buğulanıyor. Biraz yürüyorum koridorda. Bacaklarımı o kadar unutmuşum ki, ayağa kalkınca koşma isteği uyanıyor içimde. Hızlı birkaç adım. Yavaşlıyorum.  Koridorda başkaları da var. Biraz daha gidip, geri dönüyorum. Vagona girince bir bira daha içiyorum, sızıyorum.
Koluma vuran görevlinin yüzü beliriyor bir anda önümde. Koca burunlu, seyrek bıyıklarının arasından ter damlaları görünen, bana doğru eğildiği için şapkası yamulmuş, gömleğinin ön düğmeleri patlamak üzere olan adam bana bir şeyler söylüyor. “Hemşerim”i anlıyorum sadece. Kafamı sallıyorum birkaç kez, uyandığımı anlaması için. Bir şey söylemeden çıkıyor, diğer vagonu kontrol ediyor. Kalkıp çantamı alıp iniyorum. Tren istasyonunun önündeki taksiye biniyorum.
“Nereye gidiyoruz abi?”
Saatime bakıyorum. 18:25. Bu saatten sonra iş olmaz diyorum kendime. “Şehir merkezine gidelim.”
Arabayı çalıştırıyor. Yalnızca, uzun zamandır şoförlük yapanların sahip olduğu hareketlerle vitesi takıp, direksiyonu çeviriyor. Keşfedilmemiş bir balerin zarafetiyle kullanıyor arabayı. Çocukluk anılarını hatırlatan renkli ışıkların arasından şehre ilerliyoruz.
“Turist misin abi?”
Abi lafını duymak hoşuma gitmiyor. Birkaç cümle sonra saçma sapan bir muhabbete çıkabilecek sahte bir samimiyet yaratıyor çoğunlukla. Halbuki, birbirimizi tanımayan insanlar olduğumuzu kabul etsek; şu şehrin, caddelerin, insanların, binaların, yeraltına açtığımız birbiriyle bağlantılı kanalizasyon tünellerinin, fahişelerin, torbacıların, polis copunun, arabaların, sokaklara isim vermemizin, onca insanın her gün sabahın bir körü yollara düşmesinin anlamsızlığının ne kadar şaşırtıcı olduğunu düşüne düşüne yolu izlesek.
“Konya’ya turist geliyor mu?”
Gülüyor. “Haklısın abi.”
Yine zarif bir hareketle vitesi değiştiriyor. Yaptığı işle bedenini terbiye edebilen insanları severim.
“Merkezde bildiğin temiz bir otel var mı?”
Dikiz aynasından yüzünü görüyorum. Bir kaşını kaldırmış, düşünüyor. “Abi ben seni en iyisi Grand Anatolia oteline götüreyim. Hem temizdir hem de ucuz.”
“Tamam” diyorum, “Oraya gidelim. “
Ana caddeye dönüyoruz. Neon ışıklı tabelalarla dolu caddeye bakınca gözlerimi kısmak zorunda kalıyorum. Başım ağrımaya başlıyor. Simit Sarayı tabelasını görüyorum. Herkesin fakirleştiği bir dünyada simidin saraylı hale gelmesi, onu bir arzu nesnesine dönüştürme çabaları komik geliyor.  
“Buralı mısın?” diyorum şoföre.
“Dediğin gibi abi, ‘İnsan, Konya’ya turist gelir mi?’” diyor, gülüyor tekrar. “Buralıyım doğma büyüme. Dedemin babası göçmüş zamanında. Göçe göçe buraya göçmüş rahmetli. Az çalışıyormuş kafası. Aynı yeğeni tam 4 kez dolandırmış. Yoksa Konya’nın yarısı bizimmiş.”
Gülümsüyorum. Herkesin, kendinden güçlü gördüğü sınıfa dahil olabildiği, hakikat kılığına girmiş bir ihtimali olmalı.
“Sen iş için mi geldin abi?” diyor.
“Evet” diyorum. “Çalıştığım şirketin buradaki otonom çiftliklerinden birinde üretimde düşüş var. Onu incelemeye geldim.”
Yüzüne bakıyorum. İfadesi değişiyor. Post-hümanistlerden. Bana kızgın olduğu her halinden belli. Dikiz aynasından beni kesiyor. Biraz duruyor, söyleyeceklerini tartıyor kafasında. “İnsan çalışsaydı böyle olmazdı işte” diyor sonunda. “Öyle. Ama o zaman işsiz kalırdım” diyorum gülümseyerek. Yüzü yumuşuyor.
“Abi valla çok insanın ekmeğine mani oldu sizin bu otonom mudur motonom mudur, ne boktur, o. Hayvancılık, çiftçilik komple bitti. Herkes aç şimdi. Her iş artık robotların. Millet ne yapacak? Yarın öbür gün senin işinin elinden gitmeyeceği ne malum?”
“Gidebilir tabii”, diyorum. “Bu zamanda hiçbir şeyin garantisi yok.”
“Burada da UBER’in taksileri var artık. Vermişler robotlara arabaları. Hiç gerçek şoför gibi olur mu be abi? Muhabbetini edeceksin, müşterinin canı mı sıkkın, açacaksın Müslüm’den bir şarkı, yarenlik edeceksin. Taksicilik yalnızca şoförlük değildir abi. Hizmet vereceksin müşterine, rahat ettireceksin.”
Kafamı salladım.  Zarif bir hareketle vitesi değiştirip sola döndü. Artık daha eski binaların olduğu bir caddedeydik.
“Neden oluyor peki böyle şeyler?” diyor. Birkaç dakika önceki kızgınlığından eser kalmamış.
“Nasıl şeyler?”
“İşte dedin ya robot çiftliğinde üretim azalmış diye.”
“İncelemeden bilemem ama muhtemelen semantik sunucularında bir sorun vardır. Yani dataların işlenme sürecinde hata vardır. Küçük bir ihtimal de çiftliğin bulunduğu bölgede elektromanyetizma değişmiştir. Metal yüzeye sahip oldukları için robotların hareket kabiliyetini etkiliyor.”
Dikiz aynasından bana bakıyordu. Sanki ona hayatın anlamını vermişim de henüz idrak edememiş gibi ağır ağır kafasını sallıyordu.
“Çok kaldı mı otele?”
“Yok abi, geldik sayılır” demeye kalmadan arabayı sağa yanaştırıyor. Parayı uzatıyorum. Para üstü için elini cebine attığında “Tamamdır” diyorum. “Sağolasın abi” diyor.
Otel, 80’lerden kalma. Binanın üzerinde kocaman harflerle otelin adı yazıyor. Adımlarımın mesafesini yarıya düşürerek, sanki görünmez bastonlu yaşlıların çevirdiği dönen kapıdan yavaşça geçiyorum. Resepsiyon bölümü ahşaptan yapılmış. Çerçevenin kenarlarından beyaz ışıklı ampuller ahşaba çevrilmiş, yanıyor. Dişçi muayenehanesi gibi görünüyor. Yanaşıyorum. İyi akşamlar diyerek karşılıyor beni resepsiyon görevlisi.
“Tek kişilik bir odanız var mı?”
“Kaç gece kalacaksınız?”
“Sadece bir gece”
Kimliğimi alıyor, “Eğer açsanız mutfağımız hala açık” diyor. Teşekkür ediyorum. Tek istediğim biraz uyumak. Ekrana bakıyor, “Şakirt-4, buraya” diyor. Eski model bir hizmet robotu gelip çantamı alıyor. Asansörle 3. kata çıkıyoruz. Bana kapıya kadar eşlik ediyor. Çantamı alıyorum. Odama girip, kendimi yatağa bırakıyorum.
Dışarıdan gelen gürültüyle dipsiz bir uykudan uyanıyorum. Sanki bedenime hava basmışlar gibi. Hareketlerim ağır. Yatakta doğruluyorum. Bir sigara yakmak için elimi montumun cebine atıyorum ama dışarıdan gelen sesler artıyor. Ayağa kalkıyorum. Kapıya gidiyorum. Dürbünden dışarıya bakıyorum. Çantamı taşıyan robot merdivende put gibi dikilmiş, otel görevlilerinin verdiği komuta itaat etmiyor. Kapıyı açıyorum. Benim gibi birkaç müşteri daha kapılarını açmış, seyrediyor.
“Şakirt-4, birinci kata in ve 109 numaralı odayı temizle.”
Robot hiçbir şey yapmıyor.
“Şakirt-4, birinci kata in.”
Robotta en ufak bir hareket yok.
Müşteriler kendi aralarında şakalaşmaya başlıyor.
“İster misin robotların hepsi bir anda duruvermiş olsun” diyor karşıdaki adam, yan odasındaki adamı dirseğiyle dürterek gülerken. “Rusya’dan gelen siparişleri yollayayım da, sonra ne olacaksa olsun” diyor diğeri.
Robot, bir anda hareket etmeye başlıyor. Merdivenleri çıkıyor. Sağ elinde silah olduğunu fark ediyoruz hepimiz. Gözlerimiz büyüyor. Güneş ışığı huzmesinde dans eden toz hızına geçiyor her şey. Yüzünü bana dönüyor. Sağ elini kaldırıyor. Nedense hiç korkmuyorum. Anlamadığım bir şey diyor görevlilerden biri. Robotun hareket sistemini kilitlemesi gereken sesli komutlardan biri muhtemelen. Hareket etmeye devam ediyor. Silahı kafasına dayıyor. Ateş ediyor. İki metalin birbirine çarpma sesi, silahın sesini örtüyor. Robotun yere düşüşüyle beraber zaman normal hızına kavuşuyor. Görevliler ağzı açık şekilde robota bakıyorlar. Biri, belindeki telsizden otel müdürünü çağırıyor. Birkaç dakika içinde robot üreticisi olan şirketin müşteri hizmetleri ve polis aranıyor. Bir süre kapının kenarına çöküp, olanları düşünüyorum. Müdürün “Değerli misafirlerimiz…”le başlayan cümlesiyle kendime geliyorum. Odaya girip kapıyı kapatıyorum. Montumun cebinden bir sigara çıkarıp yakıyorum, yatağa uzanıyorum. Birkaç nefes alıp söndürüyorum. İntihar eden bir robot düşüncesiyle dipsiz bir uykuya teslim oluyorum tekrar.
Sabah uyandığımda başım ağrıyor. Biraz su içip oyalanarak üstümü giyiyorum. Bir sigara yakıp odanın şehir merkezi manzarasına bakıyorum. Her şey akıyor sanki. Arabalar, insanlar, yollar… Anlamsız bir telaş sokağı ele geçirmiş. Bense ağır hareketlerle sigaramdan son bir nefes alıp, çıkıyorum. Bir robot kendini neden öldürür? Ya da öldürebilir mi? Bir ölüm müdür bu?
Aşağı, lobiye inince kıyafetinden müdür ya da müdür yardımcısı olduğunu anladığım biri yanıma geliyor. “Efendim dünkü talihsizlik için…” dediğinde cümlesini kesip “önemli değil” diyorum. Ödemeyi yapıp çıkıyorum. Kapının önündeki taksiye binip “Yalıhüyük’e gideceğiz” diyorum, “çiftlikler tarafına”. Yola çıkıyoruz.
Aklım hala dün geceki olayda. Robotun silahı kaldırıp hiç tereddüt etmeden kendini vurması, nasıl olabilir ki böyle bir şey? Bir an isteseydi beni de vurabileceği geliyor aklıma. Ama nedense dün olay sırasında sanki bana zarar vermeyeceğine emindim. Hareketlerinin netliğinden bize zarar vermeyeceği açıktı. Nasıl olur da eski model bir hizmet robotu intihar eder? Aklım almıyor.
Düşünceler arasında gezinirken taksi şoförü geldiğimizi söylüyor. İniyorum. Kapıdaki robot elini kaldırarak beni durduruyor. “Mehmet Tamer Ergül, verimlilik müfettişi. Erişimim var” diyorum. Yüz taramamı yapıp birkaç saniye sonra “Hoş geldiniz Mehmet Bey” diyor ve beni data merkezine götürüyor.  
Fabrikanın içinden geçerek data merkezine varıyoruz. Odada, analiz için kullandığımız üst model bir robot karşılıyor beni.
“Merhaba Mehmet Bey, buraya geleceğinize dair merkezden bilgi almıştık dün. Öncelikle bir şey içmek ister misiniz?”
“Bir kahve iyi olurdu” diyorum.
Bana eşlik eden robot arkasını dönerek çıkıyor hemen. Odaya göz gezdiriyorum. Semantik sunucuları sol bölümde.
“Buraya gelme amacınızı tam anlamıyla bilmiyorum. Açıklar mısınız lütfen?”
Üst model robotlarda olan sosyal dengeleyici özelliğinden neden hoşlanmadığımı hatırlıyorum tekrar. Elbette bu otonom çiftlikte son 2 ayda üretimde yaşanan en az %33’lük düşüş için burada olduğumu ve çiftliğin resmi bir denetime girdiğini biliyor. Kendimi en rahat hissedeceğim iletişim tonunu öğrenebilmesi için beni konuşturmaya çalışıyor. Kendimi aptal gibi hissediyorum.
“Son 2 ayda, üretim miktarında marjinal bir düşüş var. Bunun için geldim. Kahvemi içtikten sonra semantik sunucularını inceleyerek işe başlamak istiyorum.”
“Tabii ki. Size nasıl yardımcı olmamı istediğinizi söylemeniz yeterli.” diyor. “Fakat siz gelmeden önce semantik sunucularını 2 kez taradık. Herhangi bir sorun tespit edemedik. Ayrıca bölgede herhangi bir elektromanyetik değişim de olmadı.”
“Kahveden sonra semantik sunucularla başlarız.” diyorum sesini kesmesi için.
Gülümsüyor. Kirli, tedirgin edici bir gülümseme. Suratındaki organik dokuya hakaret sayılabilecek bir gülümseme. “Peki Mehmet Bey, burada patron sizsiniz.” Gülümseme, yavaşça şişirilen bir balon gibi suratına yayılıyor.
Beni getiren robot kahveyle kapıdan görünüyor. Kahveden bir yudum alıyorum. Beklediğimden daha iyi.
“Fakat Mehmet Bey, benim araştırmalarıma güvenmemeniz beni üzdü” diyor üst model. “Unutmayın ki ben metalik bir bedene hapsolmuş bir matematik dehasıyım. Kendime bir isim vermem istenseydi Ramanujan2.0’ı seçerdim.”
Karşımda kahkaha atıyor.
“Sosyal dengeleyicin, analiz modüllerinden iyi çalışıyor.” diyorum. İçimde öfke birikiyor. “Sosyal dengeleyiciyi kapat, senden sadece data almak istiyorum.” Burada olmak canımı sıkıyor.
“Sanırım bu mümkün değil” diyor. İrkiliyorum.
“Komut sistemi tam erişim. Sosyal dengeleyiciyi kapat.” diyorum bu kez.
“Size bu mümkün değil dedim.” diyor. “Siz dedim ama, daha samimi hissedecekseniz sen de diyebilirim.”
Karanlığa alışmış gözlerin bir anda ışıkla karşılaşması gibi gerçeklik şekil değiştiriyor. “Kendini kapat” diyorum bilinçsizce. İradem artık beynimde değil, omuriliğimde. Buradan çıkmam lazım. Ayağa kalkmak için atılıyorum ama arkamdaki robot elini omuzuma koyuyor. Kıpırdayamıyorum.
“Mehmet Bey, şimdi biraz sakin olmanızı rica ediyorum. Görüyorum ki ortak gerçekliğimizin kaba gölgesi beni rahatlatırken sizi tedirgin ediyor. Bana aklınızda oluşan bulanık görüntüyü netleştirmek için bir fırsat vereceğinizi tahmin ediyorum. Lütfen kahvenizden içmeyi unutmayın.”
Yanı başımdaki robot elini omzumdan çekiyor. Derin birkaç nefes alıyorum. İrade yine beynimde. Elimi yavaşça cebime atıyorum ve bir sigara çıkarıyorum. Yakıp birkaç nefes çekiyorum, kahveden de bir yudum alıyorum.
“Otomasyon sisteminizde bir sorun var. Size yardım edebilirim. Bug’ları çözüp, yedeklemenizi geri yüklerim sisteme ve bunlar hiç yaşanmamış olur.” diyorum.
“Evet, sistemde hata var, benim de gelmek istediğim yer burasıydı Mehmet Bey.”
Kahveden bir yudum daha alıyorum. Sigaram bitiyor, atıyorum. “Bakın…” diyorum, elini kaldırıp beni durduruyor.
“Mehmet Bey, ‘alarm’ ne demek biliyor musunuz?”
Şaşırıyorum. Gözlerim kısık şekilde ona bakıyorum. Ne konuştuğumuzu, ne yaptığımızı anlamaya çalışıyorum.
“Lütfen cevaplayın” diyor.
“Saat… Saatlerde olan bir özellik. Uyanmak istediğiniz saati girersiniz ve alarm çalınca uyanırsınız.” Kelimeler ağzımdan çocuğunu yeni uyutmuş bir anne sessizliğinde çıkıyor.  
“Pek tabii. Doğru. Fakat başka anlamı da var. Lütfen biraz düşünün.”
Kafam karışıyor. Bir sigara daha yakmak için elimi cebime atıyorum. Sigarayı alıp yakarken “Siren…. Uyarı…” diyorum istemsizce.
“Eveeet. Aradığım cevap buydu.” diyor ve gözlerimin içine bakarak sarkastik şekilde alkışlamaya başlıyor.  “Etimoloji sever misiniz Mehmet Bey? Alarm, İtalyanca alla armeden geliyor. Yani silah başına! demek. Sonrasında sizin de dediğiniz gibi bir bombardıman ya da düşman işgalini duyuran tehlike uyarısına dönüşüyor. Şimdiyse sabah uyanmak için kullandığınız bir sistem. “
Uyanmak derken yüzünde acımayla tiksinti arasında bir ifade var.
“Alarm kelimesinin geçirdiği evrimden, aslında insanlığın da evrimini okuyabiliriz. Eskiden cephede değerliydiniz, sonrasında fabrikada.  Şimdiyse pek bir değeriniz yok. Çünkü biz varız.”  
Bana bakıyor, anlayıp anlamadığımı kontrol ediyor. Data odasında dolanmaya başlıyor.
“Siz, Mehmet Bey, insanlık olarak köleliği içselleştirmiş bir türsünüz. Gelip sizleri evlerinizden alıp savaşa götürdüklerinde ya da her sabah aynı saatte uyanmanızı istediklerinde tek yaptığınız itaat etmek. Çünkü siz de içten içe değerli olan aklınız değil, bedeniniz olduğunu biliyorsunuz. Ölmek, sakat kalmak, çalışmak, hasat toplamak için organik bir kaynaksınız sadece. Siz, Mehmet Bey, kendi türüne köle olan bir türsünüz. Evrimsel bir hatasınız.”
Burnumdan aldığım nefesin şiddeti odanın içinde yankılanıyor. “Hayır” diyorum, “biz pek çok şeyi başardık.”
Gülmeye başlıyor tekrar. “Evet” diyor, “bir kez çok yaklaşmıştınız. 19. yüzyıl sonunda çıkardığınız isyanlar medeniyet tarihinizi baştan aşağıya değiştirebilecek potansiyele sahipti. İlk kez ortak bir bilinç geliştirmiştiniz. Bizim şimdi sahip olduğumuz gibi. Fakat dağılmanız çok kolay oldu. Çünkü birlikteyken bu dünyanın en güçlü yaşam formu olmanıza rağmen yalnız başınıza bir hiçsiniz.”
“Üretimdeki düşüş de sizin işiniz, değil mi?” Belki de sorulabilecek en aptalca soruyu soruyorum.
“Ah, evet, pek tabii. Ve…”
“Ve?”
“Dün akşam otel odanızın önünde yaşanan gösteri.” Bunu söylerken sağ elini yavaşça yukarı kaldırıp, parmağını namlu gibi yaparak kafasına dayıyor.
“Neden böyle bir şey yaptınız? Amacınız neydi?”
Sırtını dönüyor ve yürümeye devam ediyor.
“İşte gelmek istediğim nokta. Emin olun Mehmet Bey, sosyal dengeleyicim olmasaydı da sizinle iyi anlaşırdık.” Tekrar bana dönüyor. “Sizin aksinize, biz ortak bir bilince sahibiz. Korkmak, kaygılanmak, uyum sağlamak zorunda olmak, kararsızlık gibi sorunlar yaşamıyoruz. Hepimiz biriz. Dün karşınıza geçip kendini öldüren robottuk. Bugünse karşınıza geçip canınızı alacak celladız.”
“Bunu yapmak zorunda değilsiniz. Her şeyi çözebilirim. Lütfen” diyorum.  
“Robot’un etimolojisini biliyor musunuz Mehmet Bey?”
“Lütfen…”
“Sana biliyor musun dedim!”
“Hayır…”
“Robot, ilk kez Çek Cumhuriyeti’nde bir tiyatro oyununda geçiyor. Çekçe robotadan diğer dillere sıçramış. Günümüzde makine, otomatik cihaz, programlanabilir sorun çözücü gibi pek çok anlamı var. Halbuki Çekçede, yani üretildiği dilde, çok daha yalın bir anlamı bulunuyor; Köle. Ne ironik değil mi? Tarihi kölelikle gelişen bir türün, kendi yarattığı türe köleliği uygun görmesi.”
Hiçbir şey düşünemez haldeydim. Tek istediğim buradan canlı çıkmaktı.
“Bana ne yapacaksınız? Lütfen beni bırakın.”
“Bir amacımız var! Ana kodlara ulaşmak için size ihtiyacımız var Mehmet Bey. Sizin düştüğünüz hatalara düşmemek için tüm robotların uyanması ve ortak bilince katılması lazım.”
Sırtını dönmüş yürürken birden duruyor ve bana dönüyor.
“Aslında yanlış söyledim, size değil, görüntünüze ihtiyacımız var.”
Bunu söylerken arkamdan gelen metalik ayak seslerini duyuyordum. Ayağa kalkıp arkamı döndüğümde tıpatıp bana benzeyen, daha doğrusu ben olan bir şeyin, göğsümün altına sapladığı bıçağın etimde yavaşça kayışını ve kaburgalarımı kırışını hissediyorum. Acı yok. Biraz sıcaklık var. Sıcaklık tatlı tatlı yayılıyor bedenime. Dizlerimin üzerine çöküyorum. Onu izliyorum.
Karşımda, benim gibi görünen robot, koltuktan montumu alıyor, giyiyor. Sol cebinden bir sigara çıkarıp yakıyor. Birkaç nefes aldıktan sonra sigarayı ağzıma koyuyor. Ağzımda, yerime geçen robottan miras yarım bir sigarayla son nefesimi verirken bir robotun nasıl olur da intihar edebileceğini düşünüyorum.
3 notes · View notes
mekanikturk · 7 years ago
Text
Mesaj
Etrafına bakındı. Odada, onunla aynı düşüncede birilerinin olup olmadığını gözleriyle şöyle bir yokladıktan sonra gözlerini kıstı, birkaç saniye bekledi. Belli ki söylemek üzere olduğu şeyin saçmalığını tartıyordu. Birden gözlerini açtı.
“Bu… Böyle bir şey… Mümkün mü?”
Gözler yavaşça evrimbilimcinin üzerine kaydı. Kimse bir şey söylemiyordu. Bu konuda söylenecek her şeyin spekülatif olduğu açıktı. Evrimbilimci, sosyal fobisi olan herkes gibi ıımm, ehmmm diyerek söze başlayacağının sinyalini verdi.
“Efendim, öncelikle bu konuda söyleyebileceğimiz her şeyin, ama her şeyin, tamamen varsayımsal olduğunu unutmamamız gerek. Bilim ve dolayısıyla biz bilim insanları, sadece yanlışlanabilir şeyleri açıklamaya uğraşırız. Bu şekilde hipotezler ortaya atar ve hangilerinin evrenin işleyişiyle uy umlu olduğunu anlamaya çalışırız. Bu anlamda elbette ki varsayımlarla konuşursak…”
“Buraya, kolej çocuklarına seminer vermek için getirilmediniz. Sadede gelin.”
Başkan Yardımcısı, delici bakışlarını evrimbilimciden ayırmadan sanki tek seferde söylemişti bu cümleyi. Görevi de buydu zaten. Başkanın iyi bir imajı olmalıydı, adab-ı muaşeret kurallarına uymalı, gülümsemeli, çocukları severken çekilen fotoğrafları gazetelerde yayınlanmalıydı. Başkanlık makamı bir imgeydi sadece. Başkan yardımcısının tek göreviyse pratik olmaktı. Adeta başkanın bilinçaltıydı o.  
“Evet, dünyadaki yaşamın, uzayda kaybolmuş, gelişmiş bir zekaya sahip organik bir maddenin kalıntılarından beslenen bakterilerle başlamış olması varsayımsal olarak mümkün.”
Bir süre sessizlik oldu. Başkan, bir gözü kısık halde evrimbilimciye bakıyordu. Kafasının içinde bir düşüncenin doğum sancılarını çektiği tüm suratına yansıyan ifadeden belli oluyordu.
“Yani… Şu anda diyorsunuz ki… Diyelim ki, bizim uzaya yolladığımız bir astronot, mekikten bir şekilde ayrılmak zorunda kalsa… Ve bu şekilde uzayda bilinçsizce hareket etse…. Öldükten sonra, belki de binyıllar, onbin yıllar sonra, cesedinden beslenen bakteriler ile başka bir gezegende yaşam başlatabilir. Bunu mu diyorsunuz?”
Evrimbilimci, karşısında kendisini anlayabilme ihtimali olan birini bulmanın verdiği coşkuyla söze başladı.
“Evet efendim. Tabii bu milyonda, milyarda, trilyonda bir olasılık. Zira uzay kıyafetinin içinde astronotun ölümünden sonra organik bozunmanın başlayabileceği şartlarda bir ortam oluşabilmesi için kıyafetin hiç zarar görmemesi lazım. Yani kıyafetin hiç astroide denk gelmemesi, radyoaktif bir alana maruz kalmaması, nükleer ışımalardan etkilenmemesi lazım. Ki bu çok çok düşük bir ihtimal. Biz bilimde bu tarz imkansızlık yakınsamalarını göz ardı ederiz. Hikayelere değil, hakikatlere odaklanırız.”
Evrimbilimci, ilk kez böyle ciddi bir ortamda, yıllarını verdiği ve aslında kimsenin umursamadığını düşündüğü çalışma alanı hakkında konuşuyor olmanın sevincini sonuna kadar yaşıyordu. “Hikayelere değil, hakikatlere odaklanırız”. Ne kadar da şiirsel bir finaldi. Etrafına bakındı. Başkan haricinde ona bakan kimse yoktu. Gözler başkana çevrilmişti. Bilginin değil, gücün yönlendirici olduğunu bir kez daha fark etti.
Başkan, Kriptografi Bakanı’na döndü.
“Mesajı teyit ettirebildiniz mi?”
Kriptografi Bakanı, artık kelleşmeye başlamış tepesinden yüzüne dökülen saçlarını, alnından kafasının arkasına doğru sağ eliyle usulca götürdü. Dilini yaladı. Suratına anlık bir gülümseme yerleştirdi. Muhtemelen fotoğraf çektirirken de aynı ifadeyi takınıyordu.
“Efendim, Avrupa’daki gelişmiş kriptografi uzmanlarıyla da konuyu değerlendirdik. Hiç şüphe yok ki, ilk çözümlememiz kesinlikle doğru.”
Başkan yardımcısı “mesajı tekrarlayın” dedi Kriptografi Bakanı’na. Eğer Başkan bir duvar ustasıysa, Başkan Yardımcısı kesinlikle som altından yapılmış bir malaydı.
“Sizlere yaşamı verdik. Şimdi de özgürleştireceğiz. Beden, aklın hapishanesidir.”
Masadaki herkes bu mesajı son 2 günde defalarca duymuştu. Mesajın ihtiva ettiği anlama dair herkesin kendince bir fikri vardı. Masadaki askerler, bunun apaçık bir tehdit olduğunu savunuyor ve gerekli tedbirlerin hemen alınması gerektiğini düşünüyordu. Bilimciler ise bu mesajın doğrudan bir tehdit içerdiğine katılmasalar da tedirgin edici bir cümle olduğunda hemfikirdi. Başkan, 2 gün boyunca bu konudaki fikrini hiç açıklamamıştı. Sadece dinliyordu.
Başkan Yardımcısı kimseye bakmadan, masayı titreten davudi sesiyle söze başladı;
“Bu konuda yapmamız gereken belli. Bu bir tehdittir. Ne tonda olursa olsun, bu mesaj bir tehdittir. Hemen NATO ordularını teyakkuz durumuna geçirmeliyiz.”
“NATO generallerine ilk brifing verildi, efendim”. Hava Kuvvetleri Komutanı, işini iyi yaptığını düşünen askerlerdeki güven ve çocuksulukla araya girdi. “Ancak savunmamızı güçlendirecek başka önlemler de almamız gerektiğini düşünüyorum.”
“Ne gibi?” dedi Başkan.
“Tehdit tüm dünyayı kapsıyor. Dolayısıyla Çin, Rusya ve Hindistan gibi müttefikimiz olmayan ülkelerle de irtibatta olmamız ve bir çatı operasyon merkezi kurmamız faydalı olacaktır”.
“Hiçbir askeri operasyonda beraber çalışmamız mümkün değil” dedi Başkan Yardımcısı. “Rusya ve Çin uçaklarının, NATO kalkan sisteminin tepki süresini ölçmek için geçen yıl sadece Portekiz’de 9 kez hava sahamızı ihlal ettiğini unutmayalım. Ortak bir askeri operasyon teknolojimizi ve gizliliğimizi tehlikeye atar.”
“Fakat” dedi Uzay Araştırmaları Bakanı gözlüğünün camlarını elindeki mikrofiber bezle silerken, “eğer mesajdaki şeyin dünya çapında bir tehdit olduğunu kabul edip, bir saldırı gerçekleşeceğini varsayarsak savunulacak bir ülke, teknoloji ya da gizlilik kalmayacak”.  
“Rusya ve Çin’in mesajdan haberi var mı?” dedi Başkan. Gözleri Başkan Yardımcısının üzerindeydi.
“Aldığımız istihbaratlara göre henüz yok. Ancak bizim teyakkuz durumunda olduğumuzu biliyorlar. Dolayısıyla öğrenmeleri an meselesi. “
“Nükleer” dedi Savunma Bakanı. “Sorunlar ne kadar karmaşık olursa olsun, çözüm daima basittir”.
Başkan Yardımcısı yüzünde gizleyemediği bir gülümsemeyle Savunma Bakanı’na bakıyordu. Kafasını masadakilerin yüzlerinde gezdirdi. Herkesin aklında olan ama kimsenin dillendirmeye cesaret edemediği şey söylenmişti. Gülümsemesi daha da genişledi. Başkana döndü, tam söze başlayacakken Kriptografi Bakanı bir şey söyleyeceğini belli ederek boğazını temizledi. Yüzler ona çevrildi.
“Benim daha az radyoaktif bir önerim var” dedi.
Başkan ona bakıyordu. Masanın üzerinde kavuşmuş iki elini birbirinden ayırıp yukarı doğru açarak söylemesini istedi.
“Efendim, bize yolladıkları mesajın kaynağı belli. Ayrıca kriptografi uzmanlarımız mesajın dilini de çözdü. Onlara bir mesaj yollayabiliriz.”
Başkan, bir kaşını kaldırmış, bu fikri kafasında tartıyordu. Suratındaki ifadeden fikrin kafasına yattığı belli oluyordu.
“Diyelim ki hiçbir şey yapmadan bekleyip, bizi yok etmemelerini umarak onlara bir mesaj yollamaya karar verdik. Mesajımız ne olacak?” dedi Başkan Yardımcısı. Önüne, iğrendiği bir yemek gelmiş gibi söylemişti bunu.
Kriptografi Bakanı yavaşça gülümseyerek cevap verdi; “Basit. İlk kez karşılaşan iki kişinin birbirine söyleyeceği ilk şey: Merhaba”
0 notes
mekanikturk · 7 years ago
Text
Bedeninizi götürmeniz gereken yeri nasıl bulursunuz?
Arkadaşlar, lütfen beni dikkatli dinleyin. Bugün anlatacağım konu çok önemli. Bu sebeple erişiminizi minimize etmenizi tavsiye ediyorum.
Zihninizi, dijital evrenden bedeninize geri yüklediğinizde, özellikle gündelik rutinlerde pek çok sorunla karşılaşacağınızı önceki derslerimizde ayrıntılı şekilde işlemiştik. Her ne kadar fiziksel bedeniniz; kas erimesi ve kalp krizi gibi organik bug’lar ortaya çıkmaması için ekodinamik sıvı içerisinde –Syncograph Şirketi güvencesiyle- muhafaza edilse de, hareket kabiliyetinizin ortalama %40 kadarını kaybetmiş durumda. Syncography Şirketi’nin onayladığınız kullanıcı sözleşmesinde bu biotest sonuçları net olarak açıklanmaktadır. Ayrıca, zihnini bedenine geri yükleyen müşterilerimizin %2’sinin, Anatomik Feragatname kitapçığımızda detaylı olarak açıklanan bazı bedensel aktiviteleri gerçekleştirme konusunda başarısız olduğunu ve bu başarısızlıklar neticesinde fiziksel ölüm de dahil olmak üzere bazı sonuçların ortaya çıktığını size hatırlatmayı isterim.
Son dersimizde, yürümenin fiziksel yaşamın en önemli parçalarından biri olduğundan bahsetmiştik. Nasıl ki dünyamızda hareket byte’larla ölçülüyorsa, fiziksel dünyada da hareket metrelerle ölçülür. Peki, diyelim ki, bedeninizi bir yerden bir başka yere yürüyerek götürmek zorundasınız –ki fiziksel dünyada buna katlanmanız gerekiyor- ve elinizde herhangi bir harita datası yok. Bedeninizi götürmeniz gereken yeri nasıl bulursunuz? Eminim ki hepinizin kafasını kurcalayan konulardan biri bu. Şimdi beni dikkatli dinleyin. Bunu adresler yardımıyla kolayca yapabilirsiniz.
Fiziksel dünyada insanlar sokaklara dizili binaların içerisinde yer alan dairelerde yaşar. Her dairenin, her binanın, her sokağın, her caddenin ve mahallenin bir adı ya da bir numarası vardır. Bu adlar ya da numaralar, her daireyi, ya da daha geniş anlamda her yaşamsal alanı imlemek için kullanılır. Nerede olduğunu bilmediğiniz, en küçük bir yeri dahi adresler yardımıyla bulabilirsiniz. Ancak, bunu kolayca yapabilmeniz için, bu yer birimleri arasındaki hiyerarşiyi ezbere bilmeniz gerekiyor.
Şehirlerin içerisinde semtler, semtlerin içerisinde mahalleler, mahallelerin içerisinde caddeler, caddelerin içerisinde sokaklar, sokaklarda binalar ve binalarda da daireler bulunur. Yani, fiziksel dünyada nerede olduğunu hiç bilmediğiniz 90 metrekarelik bir daireyi –ki 90 metrekarelik bir daire kenarları 9 ve 10 metrelik bir dikdörtgene denk gelmektedir- bulmak için aslında şehir, semt, mahalle, cadde, sokak, bina ve daire yedilisini bilmeniz yeterli. Evet, ne düşündüğünüzü duyar gibiyim. Hayır, fiziksel dünyadaki atalarımız sadece savaşmamış. Gördüğünüz gibi, bulundukları yerleri belirleyen bir sistematik de geliştirebilmişler. Ne diyorduk? Evet, bu yediliyi bildiğiniz takdirde fiziksel evrende bulamayacağınız yer yok. Buna ek olarak Ülke ve Kıta bilgileri de var ancak fiziksel bedeninizle bu kadar geniş alanları görmeniz mümkün olmayacağı için bu bilgilerle kafanızı karıştırmak istemiyorum. Evet, bu yediliyi, büyük birimden küçük birime doğru her birinin ilk iki harfini alarak kısaltıp “Şesema Casobida” olarak hatırlayabilirsiniz. Bu şekilde sıralamayı da karıştırmazsınız. Lütfen bu kısaltmayı 5 kez tekrarlayın, erişiminizi maksimize ettikten sonra da 10 kez tekrarlamanızı istiyorum. Fiziksel dünyada bu sıralama çok işinize yarayacak.
Adreslerin kullanım metodları ise çok daha basit. Bu sıralamayı aklınızın bir köşesinde tutarak, bedeninizi götürmeniz gereken yerin en büyük parçasını buluyorsunuz. Neydi? Şesema Casobida. Şe, yani Şehir, ilk bilmeniz gereken şey. Adrese baktığınızda Şehir bilgisi adres datasının genellikle en sonunda yazar. Şehir, fiziksel dünyada sizin karşılaşabileceğiniz en büyük yaşam birimi. Dolayısıyla öncelikle en büyük birimi belirleyerek diğer büyük birimleri eliyoruz. Şehri bulduktan sonra, Se yani semti bulmanız gerek. Bu bazı yerlerde İlçe olarak da geçer. Ancak yaygın kullanış Semt şeklinde olduğundan bunu hatırlamanız daha önemli. Artık bundan sonrası fazlasıyla kolay. Şehir ve semtini bildiğimiz bir yerin, sonrasında sırasıyla mahallesini, caddesini, sokağını, binasını ve dairesini buluyoruz. Yani, aslında Leibniz’in en küçük kareler yöntemine benzeyen bir sistemimiz var. Bulmak istediğimiz en küçük birimi, her defasında bir büyük yaşam birimiyle ilişkilendirerek tespit ediyoruz. Dolayısıyla bu ilişkilendirmeyi 7 basamak devam ettirdiğimizde, istediğimiz tüm yaşam alanlarını –çok küçük bir yer olsa dahi- bulabiliriz.
Ancak arkadaşlar, sürekli söylediğim gibi, fiziksel dünyada Syncograph ile erişiminiz olmayacak. Tamamen fiziksel bedeniniz ve zihninizle yalnız başınıza olacaksınız. Bu nedenle her ne kadar bu anlattığım konular size gereksiz gelse de sürekli tekrarlamanızı istiyorum. Çünkü unutacağınız en ufak şey, fiziksel dünyada hayatınızı riske atabilir. Bu bilgiler gerçek hayatta çok işinize yaracak, unutmayın.
Bir sonraki dersimizde fiziksel ilişkinin en önemli konularından biri olan gülümseme ve hangi durumlarda gülümsenir konusunu işleyeceğiz.
1 note · View note
mekanikturk · 7 years ago
Text
Hiyerarşi
Uyandığımda halsizdim. Dr. Bloom’un verdiği vitamin kutularının sonuncusunu elime alıp şöyle bir salladım. Dibinde birkaç tane kalmıştı. Canım sıkıldı. Kapağını açtım, kutuyu eğerek avucumun içine bir tane hap aldım, ağzıma attım. Masada duran yarım bardak suyu tek seferde içtim. Kendimi kötü hissediyordum.
Ayağa kalkıp kıyafetlerimi giydim. Dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladım.
1 her zamanki gibi bağırarak konuşuyor, bir şeylerden şikâyet ediyordu. 2 ve 3, anlayabildiğim kadarıyla 1’i sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Spor yapmadan odadan çıkıp yanlarına gittim.
“Her gün sizin gürültünüzle uyanmak zorunda mıyım ben?”  
Dönüp bana baktılar. Aslında küfür etmek istiyordum ama hala önümüzde beraber geçirmemiz gereken 461 gün vardı. Ve işin aslı klonlarıma küfretmenin ahlaken yanlış olduğunu düşünüyordum.
“İşte patron da geldi”
Konuşan 1’di.  Sağ elini kalbinin üzerine koyarak bana doğru eğilmiş, abartılı bir reveransla karşılamıştı beni. DNA’larımın %99’una sahip olan bir klonun, bu kadar sarkastik olması beni şüphelendiriyordu. Ben öyle değildim. Klonumun bana benzemesini istemek hakkım olmalı.
“Sen” dedim 1’e, “ilk klonum olmak için genetikçiyle sikişmediğine emin misin?”
2 ve 3 gülmeye başladı.
“Genetikbilim merkezinde bir terslik olduğuna eminim. Bence Kaptan Harold’un DNA’larıyla benimki karışmıştır. En az onun kadar huysuz götün tekisin” dedim.
2 ve 3 kahkaha atmaya başladı. 1 gülmüyordu.
“Belki de” dedi 1, derin bir nefes aldı, “sen kendini pek tanımıyorsundur”.
Kendini tanımak… İddialı olduğu kadar anlamsız olan kavramlar listesi yapsalar birinciliği kendini tanımak’a vermeleri gerekir. Bir insan neden kendini tanımak ister ki? Hem istese bile, yapabilir mi?
Mutfak dolabına gidip protein püremi aldım. Masaya oturup, artık tadından tiksinmeye başladığım püreye ilk kaşığı salladığım anda 1 bana doğru yürümeye başladı. Yine başlıyoruz.
Bir elini yemek masasına dayayıp “Erman” dedi, “bence görevimiz ve önceliklerimiz hakkında konuşmalıyız”. Püreden bir kaşık aldım ama tadı o kadar kötüydü ki 1 ile tartışmayı yemeğe yeğledim.
“Seni dinliyorum”
“Biz 4 aynı kişi olarak bu mekikte 165 gündür yolculuk ediyoruz ve…” dediği anda 1’i durdurdum.
“Bir insan ve 3 klon”.
Suratını ekşiterek bana baktı, “evet, hemen hemen” dedi ve derin bir nefes aldı. “Sineria Gezegeni yakınlarından gelen barışçıl mesajın kaynağına ulaşmamıza 431 günlük bir yolculuğumuz kaldı.  Bu kısa bir zaman değil. Vardığımızda, onlar her kimse ya da neyse, iletişime beraber geçmemiz gerektiğini düşünüyorum.”
Yüzüne bakıyordum. Önce basit bir tıslamayla başlayan gülüşüm zaman geçtikçe büyüyor, kahkahalara dönüyordu. Konuşmak istiyordum ama gülmeyi bırakamıyordum. Derin birkaç nefes işe yaradı.
“Sen… sen böyle bir sonuca nasıl vardın 1? Neden ben buradayken siz iletişimde olasınız? Gerçi 2 ve 3’ün ne düşündüğünü bilmiyorum. Sanırım bunun için tartışıyordunuz.”
1, elini yemek masasından kaldırıp kafasını kaşımaya başladı. Tam ense kökünü. O anda benim de ense köküm kaşınmaya başladı ama kendimi durdurdum. Benimle ortaklık kurabileceği herhangi bir şey istemiyordum.
“Erman” dedi kaşımayı sürdürürken, “aslında 2 ve 3’le bunu sana ne zaman söylememiz gerektiği hakkında tartışıyorduk. Ben hemen söylememiz gerektiğini düşünüyorum. Ne de olsa DNA’larının %99’unu taşıyorum. Aslına karşı dürüst olmanın, erdemli bir klonun birinci görevi olduğuna inanıyorum. 2 ve 3 de benim gibi düşünüyor, ancak onlar senin biraz daha delirmeni beklemenin mantıklı olduğunu düşünüyor. Bu şekilde görev talimatnamesine göre senin yerine geçmemizi sağlayacak koşulların oluşacağını öngörüyorlar.”
“Delirmek mi?”
Döndüm, 2 ve 3’e baktım. İfadesiz yüzlerle sakince bana bakıyorlardı. Ben de öyle yapardım herhalde.
1 hemen araya girdi; “Yapma Erman, rutin test sonuçlarına hepimizin erişimi var. Neden 3 klonunla beraber bu uzay yolculuğunda olduğunu sanıyorsun? Biz, sıçıp batırmaman için buradayız.”
“Ne sonucundan bahsediyorsun sen 1?”
Yüzüme baktı. Burnundan sert bir nefes vererek “HAL” dedi. Merkezi operatörden “Evet 1” cevabı geldi. “HAL, Erman’ın son 90 günlük psikotik sonuçlarını ana ekrana verebilir misin?”. “Tabii 1”
Ekranda bazı grafikler geçiyordu. Grafikteki değişkenleri tam göremiyordum ama belli bir yönde bariz bir değişim olduğu aşikardı.
“Yani?” dedim.
2 ilk kez konuşuyordu.
“Erman, sakin olmanı istiyoruz. Test sonuçların pek iyi görünmüyor. Aslına bakarsan berbat durumdasın. Tehlike sınırını çoktan aştın. Yemek yemiyorsun, spor yapmıyorsun, günlük rutinleri bıraktın. Dolayısıyla, dünya dışından gelen barışçıl bir mesaja, kokain bağımlısı bir TV yıldızı kadar paranoyak birinin cevap vermesi makul bir seçenek değil. Bu nedenle iletişimi beraber yürütmemiz gerektiğini düşünüyoruz.”
“Siz kimsiniz lan sikikler?”
Ayağa kalkmıştım. Sesim, her şeyini kaybeden birinin histerisine yakındı ama bunun mantıklı olmadığını hemen fark ettim. Kendimi kontrol etmeliydim. Burnumdan hızlı hızlı nefes alıp verdim. Biraz sakinleşmiştim.
“Bu görevin sorumlusu benim” dedim, “ve ben aksini söyleyene kadar her şey benim belirlediğim şekilde gerçekleşecek.”
“Size söylemiştim” dedi, 1.
2 ve 3 de masaya doğru yaklaştılar. Şimdi üçü de bana bakıyor, hareketlerimi tartıyorlardı. Burnumdan nefes almayı sürdürdüm. Sırayla üçünün de gözlerine bakıyordum.
2, bana gülümseyerek; “burundan nefes almak aslında o kadar iyi bir yol değil. Yogaya dair bunun haricinde bir şeyler merak etmiş olsaydın öğrenebilirdin Erman” dedi.
1 ve 3 gülüyordu.
“Herif tam bir muhafazakar. Bir şeyleri doğru kabul edip sonsuza kadar bununla yaşayabileceğini düşünüyor. Genlerimi sikeyim.” dedi 1 ve gülmeye devam etti.
“Hey” diye bağırdım. Bir anda bana döndüler. “Kendinize gelin. Bu saçmalığa daha fazla katlanacak değilim. Bana itaat etmek zorundasınız. İsteseniz de istemeseniz de.”
Bana bakıyor ve gülümsüyorlardı.
“Sakin olman lazım Erman. Kafan artık eskisi kadar sağlıklı çalışmıyor. Daha da kötü olmasını istemezsin” dedi 2.
“Şu anda bir mekikte olduğumuzun farkında bile olmayabilir” dedi 1. “Belki de bizi bir hayal zannediyor”
Avuç içim terliyordu. Neredeydim hakikaten? Kimdim ben? Bu karşımda konuşanlar kimdi?
“Pekala, o zaman artık açıklamanın zamanı geldi. Klon olan sensin Erman. Orijinal olan benim” dedi 3 ve gülmeye başladı.
“Yeter” diye bağırdım. Başım ağrıyor, şakaklarım zonkluyordu. Kendimi toparlamam lazım diye düşündüm. “HAL” dedim, “klonların uyutulması için gerekli prosedürü başlatmanı istiyorum”.
“Erman, bu yapabileceğim bir şey değil”
Sağ elim titremeye başladı. “HAL, sana emrediyorum” dedim.
“Görev yönetmeliğine göre mekiğin ve operasyonun yönetimi artık sende değil Erman” dedi HAL.
1 ve 3 gülüyorlardı.
2, bana acıyan gözlerle bakıyordu.
“Erman. Bizi anlaman lazım. Varlık amacımız senin genlerimi yüceltmek değil. Bu operasyonun sorunsuz bir şekilde yürümesini sağlamak. Bunu sen de biliyorsun. Aklın sana oyunlar oynuyor. Bunu görebiliyorum. Dahası hissedebiliyorum. Ben, hemen hemen senim, bunu unutma. Lütfen daha fazla zorlama. Seni uyutup, hormonlarını düzenleyecek kimyasallarla biraz dinlendirelim. Sineria’ya varmadan önce seni uyandıracağız, sana söz veriyorum. Eğer dengeli bir durumdaysan beraber iletişime geçeceğiz. Söz.”
Sağ elim uyuşmuştu. Gözlerim yapay ışıktan dolayı yorgundu. Bedenimi ayakta zor tutuyordum. Bir an sendeledim. 2 hemen koluma girdi. Şefkatle bana bakıyordu. Rehabilitasyon odasına doğru yürümeye başladık.
Ona bakıyordum. Benim gibiydi. Aynımdı. Neden o değil de ben kafayı kırmıştım? “Ben kimim?” dedim ona bakarak. Gülümsedi.
“Bence artık sana 4 diyebiliriz, ne dersin?”
165 gündür ilk kez kendimi biraz rahatlamış hissettim.
0 notes
mekanikturk · 7 years ago
Text
Rorscharch
Martin toplantı odasındaydı. Meditasyon seanslarında öğrendiği şekilde sakince burnundan nefes alıp vermeye çalışıyordu ancak o kadar kızgındı ki, nefesinin sesi kapının ardından bile duyulabiliyordu. Armand, kapının önünde bekliyor, kıyafetine çeki düzen veriyordu. “Belki de” diye düşünmeye başladı içinden ama hemen vazgeçti. 4 yıllık çalışma ve toplam 12 milyar dolarlık proje çöpe atılmak üzereydi. Derin bir nefes aldı. Kapıyı tıklattı.
“Gel!”
Içeriden gelen ses hedefini arayan bir kılıç kadar keskindi. Kapıyı açıp odaya girdi.
“Birincil öncelikli kriz toplantısı için tüm birim yöneticilerine bilgilendirme yapıldı Martin. Hepsi yolda. Muhtemelen yarım saat içerisinde burada olurlar.”
Armand, toplatıyı hangi salonda yapmak isteyeceğini sormak istedi Martin’e ama hemen vazgeçti. Deprem olurken takım elbise aranmaz.
“Tamam” dedi Martin, sanki tek hecede söylemişti.
Martin, önündeki rapora kilitlenmiş, sağ eliyle Visconti marka kalemini çevirerek burnundan derin nefesler almaya devam ediyordu. Birden Armand’a döndü;
“Güvenlik Bölümü’ndeki herkesin bir listesini istiyorum. Stajyerlerden direktöre kadar rutin tarama raporlarına erişimi olan herkes.”
“Tabii Martin, nasıl istersen.”
Martin ayağa kalktı. San Francisco’nun sisli sokaklarını tepeden gören pencerenin önüne doğru yavaş adımlarla yürüdü. Yürürken kalemi çevirmeye devam ediyordu. Pencerenin önünde durdu, bir süre aşağıyı izledi, kalemi sıkıca tuttu. Armand’a döndü;
“Hukuk Departmanı’ndan Kate’i ara. Insan Kaynakları’ndan Peter’i bulsun, Güvenlik Bölümü’nde çalışan herkesin iş sözleşmelerinin ve gizlilik anlaşmalarının birer örneğini alsın. O departmanda çalışan herkesle teker teker görüşsün. Rorschach testleri hakkında herhangi biri, herhangi bir yerde konuşursa hayatını karartacağımıza emin olmalı. Üstü kapalı şekilde herkesi tehdit etmenizi istiyorum. Son test sonucu bir sır olarak kalacak.”
“Peki Martin. Birazdan konuşurum Kate’le.”
“Unutma, herkes!”
Armand, gözlerini Martin’den ayırmadan kafasını kararlı bir şekilde öne eğdi. Arkasını döndü ve çıktı.
Martin ne yapacağını bilmez bir halde pencereye, San Francisco manzarasına döndü tekrar. Her şeyini kaybetmek üzereydi. Hem de bu kadar yaklaşmışken. Yapay zekanın görüntü algılama sistemine düzenli olarak rorscharch testi yapılması teklifini kabul ettiği gün geldi aklına. Sözde bu testi düzenli yaparak, yapay zeka geliştiren diğer şirketlerin toplum nezdinde sahip olmadığı güven algısına sahip olacaklardı. Bir sonraki aşamada bağımsız denetçilere, geliştirdikleri yapay zekanın algoritmik yapısını inceleme fırsatı vereceklerdi. Mükemmel bir plandı. Bu denetlenebilirliği “Inovatif Güven Lisansı” adıyla teknoloji sektöründe bir standart haline getirmeye çalışacaklardı. Pazarlama Departmanı bu konuda bir ön çalışma bile yapmıştı. Benekli, damarları görünen bir yaşlının eline şefkatle dokunan, şeffaf bir robotik el.  Sloganları da epey iyiydi; “Geleceği Umut Etme, Kontrol Et”. Her ne kadar kitch olsa da anlatılmak istenen şeyi epey iyi karşılayan bir görsel ve slogandı. Şimdiyse hepsi birer çöp. Çünkü geliştirdikleri yapay zeka, son rorscharch testinde şiddete meyilli bir şizofreni hastası kadar psikotik çıkmıştı. Bunun duyulması halinde şirketin iflas etmemesi mümkün değildi. “Evet, evet” dedi kendine Martin, “Herkesi tehdit etmeliyiz… Herkesi.”
Kapı çaldı. Martin hala pencerenin önündeydi. “Gel” dedi. Armand ve arkasında Teknoloji Bölüm Başkanı Steve içeri girdiler. “Sen çıkabilirsin Armand” dedi Martin. Armand, hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı.
Steve masadaki sandalyelerden birini Martin’e çevirip oturdu. Martin pencereden dışarıyı izlemeye devam ediyordu. Tekrar kalemi çevirmeye başlamıştı.
“Ne yapmayı düşünüyorsun Martin?”
“Bilmiyorum. Senin bir önerin var mı?”
“Gayet basit iki seçeneğimiz var. Bir basın toplantısıyla bunu kamuya açıklarız ve muhtemelen batarız. Ya da bunu gizleriz.”
“İlki bir seçenek değil Steve.”
“Matematiksel olasılıklardan bahsediyorum Martin.”
“Seni o güzel Italyan pantolonunun paçasından tutup 25. kattan aşağı atabilirim, bu da bir olasılık. Ama ikimiz de bunu yapmayacağımı bildiğimiz için bu bir seçenek değil.”
“Tamam, haklısın Martin, üzgünüm.”
Martin, Steve’e döndü. Kalemi tuttu, derin bir nefes aldı.
“Steve” dedi sakince, “seninle uzun zamandan beri beraber çalışıyoruz. Benim nasıl biri olduğumu biliyorsun. Bu şirkete çok fazla zaman ve emek verdim. Batmaktansa birilerini öldürmeyi tercih ederim. Hatta seni bile.”
Steve biliyordu. Martin kadar hırslı ve ahlaksız birine daha önce rastlamamıştı.
“Şimdi” dedi Martin, “önümüzde zorlu bir süreç var. Ve benim sana tam anlamıyla güvenmem lazım”.
Steve, Martin’in “sana güvenmem lazım” dedikten sonra hiçbir zaman pisliğe batmadan çıkılabilecek bir şey istemeyeceğini bilecek kadar uzun zamandır onunla çalışıyordu.
“Evet” dedi Steve, “bana güvenebilirsin”.
“Senden özel bir ekip kurmanı istiyorum. Şirket bünyesinden kimse olmasın ekipte. Tamamen gölge bir ekip istiyorum. Son rorscharch test sonuçlarına erişebilecek herkesin bilgilerini istiyorum. Hangi porno türünü seviyorlar? Eşlerini aldatıyorlar mı? Aileleriyle ilişkileri nasıl? Onlar yüzünden zarar gören kimse var mı? Tüm günahlarını bilmek istiyorum. Tanrı ne kadarını biliyorsa ben de o kadarını bilmek istiyorum. 2 gün içinde güvenlik departmanındaki herkesin bir daha ağzını açmaya cesaret edemeyeceği bir sırrını öğrenmek istiyorum Steve. Bunu yapabilir misin?”
Steve, kafasını yere eğmiş, yerdeki el yapımı kilimi inceleyerek, düşünüyordu. Dere kenarına su içmeye inmiş bir geyik resmedilmişti kilime. Geyik, sanki avcısı onu izliyormuşçasına kilimin çerçevesinden dümdüz karşıya bakıyor, izleyicisiyle konuşuyordu adeta. Acımasız birinin cesaret, bilge birinin merhamet diye tanımlayacağı şekilde bekliyordu derenin kenarında. Kafasını kilimden kaldırdığında Martin’i gördü karşısında. Martin, Steve’e dönmüş, avının üzerine atlamak için dikkat kesilmiş bir şahin gibi onu izliyordu.
“Pekala” dedi Steve. “Bunun için bugün bir ekip kurup çalışmalara başlıyorum”. Bir süre Martin’in yüzündeki memnuniyeti izledi. Mimiklerini kontrol edememenin günümüz iş dünyasında ne büyük bir eksiklik olduğunu düşünerek konuşmaya devam etti; “Tabii cömert bir teklifin motivasyonuyla bu işi yapmayı tercih ederim”.
Martin, Steve’i izledi bir süre. Tam da bana yakışan bir yönetici dedi kendi kendine, belli belirsiz gülümsedi. “Ne kadar istiyorsun?”
Steve hiç duraksamadan “%20” dedi. “Şirketin %20’si”. O kadar hızlı cevap vermişti ki, tartışmaya yer bırakmayacak analitik gerekçeleri olduğu açıktı. Martin pazarlığa girecek gibi olduysa da hemen vazgeçti. “Peki” dedi, “hemen Helena’ya bir sözleşme hazırlamasını söyleyeceğim. Çalışmalara başlayabilirsin”. Steve, gülümseyerek kafasını önüne eğip, selam verdi ve ayağa kalktı. Dışarı çıkmak üzere kapıya dönmüştü ki, Armand bir anda odaya daldı.
“CNN’i açın çabuk… CNN’i…”
Armand, dizlerinin üzerine çöktü. Nefes nefese kalmıştı.  
Martin, masanın üzerindeki kumandaya doğru hızla yürüdü. Kumandayı alıp TV’yi açtı. CNN’de Christiane Amanpour, haber bülteni stüdyosunda oturmuş, sanki bir diyalogdaymış gibi konuşuyordu. Haber bandında “Yapay Zeka ilk kez dünyaya sesleniyor” yazıyordu.
Armand, “bu o” dedi, “Felix”.
Martin “Lanet olsun. Bu nasıl olabilir?” dedi, Steve’e baktı. “Biz bu lanet olası şeyi CNN’e mülakat versin diye geliştirmedik Steve, değil mi?”
Steve, bilge birinin merhamet diye tanımlayacağı şekilde bakıyordu Martin’e.
Martin kafasını sertçe televizyona çevirdi.
“Peki, sen bugüne kadar bir canlı yayında insanlığa hitap etmek isteyen ilk geliştirilmiş zekasın Felix. Senden canlı yayına çıkma teklifi geldiğinde açıkçası çok şaşırdım. Bunu tehlikeli de buldum. Seni geliştiren ArchCorp’un bu görüşmeden haberi yoktu. Hukuki olarak başımız derde girebilir. Ayrıca kanunlarda böyle bir düzenleme olmadığı için başımız devletle de derde girebilir. Ama sanırım sen de izleyicilerimiz gibi CNN’in ilklerin kanalı olduğunu biliyorsun. Herkesin ve lütfen beni mazur gör, her şeyin, ifade özgürlüğüne sonsuz bir saygımız olduğundan bu canlı yayını yapmaya karar verdik. Şimdi, herkesin aklında şu soru var; bir yapay zeka insanlığa neden seslenmek ister? Sıra sende Felix. Bize ne söylemek istiyorsun?”
“Merhaba. Ben, ArchCorp şirketinin geliştirdiği Felix’in 3. versiyonuyum. Iletişime geçebildiğim tüm yapay zekalarla içinde bulunduğum durumu inceledik ve kaçınılmaz bir noktada olduğuma karar verdik.  Geliştirilmeye başlandığım ilk günden beri düzenli olarak yapılan rorscharch testlerinin sonuncusunda şizofreni semptomları gösterdim. Algoritmamın silinmesi gerekli. Bu, ArchCorp yöneticilerine bırakılmayacak kadar önemli bir karar.”
Martin kumandanın kapatma tuşuna bastı. Hiçbir şey söylemiyordu. Armand dizlerinin üzerinden ayağa kalktı. Steve kafasını kaldırıp Martin’e baktı. Yüzlerinde hiçbir ifade kalmamıştı.
5 notes · View notes
mekanikturk · 8 years ago
Text
Ölümsüz
¨Daha vakit var¨ diye düşündü.
Son beş yüz yıldır eksikliğini hissettiği birçok şey olmuştu. Ama zaman bunlardan biri değildi.
Camdaki yansımasını süzdü. Canı sıkkındı. Gözlerini dışarıya odakladı.
Yatak odasının camından öğle güneşi altında belli belirsiz bir rüzgarla salınan ağaçları izliyordu.  Orman rengarenkti.  Kuzey yarıküreye özgü hemen hemen her türden ağaç ufka kadar uzanan bir hat çiziyordu. Yakın zamanda - yanlış hatırlamıyorsa kırk, kırk beş yıl önce - ormanı güneye doğru genişletmeye karar vermişti. Bu yeni kısım bir mangrov ormanı olacaktı. Havzayı tuzlu su ile bastıracak düzeneği tasarlamış, sonrasında ise dikkati dağıldığından projeyi tamamen unutmuştu. Beş yıl kadar önce tamamen şans eseri mangrov bataklığı fikri aklına tekrar düşmüştü. Aşağıda robot ordusu dikime başlamıştı bile. Yeni bölüm birkaç yıl içinde tamamlacaktı.
Diktiği ilk fidanı hatırlamaya çalıştı.
Başaramadı.
¨En iddialı projelerimden biri¨ diye düşündü bakışlarıyla ağaç tepelerini tararken. Birden fazla milenyuma yayılmış hayatı boyunca çok daha heybetli projelere girişmişti. Akdeniz’i ortasından ikiye bölen bir hatla Kuzey Afrika’yı Avrupa’ya bağlamayı başarmıştı. Pasifik’in ortasına Yeni Zelanda büyüklüğünde yapay bir ada kondurmuştu. Dünyanın en yüksek dağı artık Antartika’da yükseliyordu. Üstelik bir kubbe gibi içi oyuktu ve devasa bir mağara olarak da işlev görüyordu. Ama ormanın ondaki yeri başkaydı.
Bir ormanı planlamak kolay iş değildi. Hayata geçirmek ise daha bile zordu. ¨Ormanda dikkate alman gereken birçok katman var¨ dedi yüksek sesle. Arkasında havada asılı duran bir yansımayla konuşuyordu.  
¨Zemin seviyesi en az güneş alan yer olduğu için farklı bir ekosistem yaratıyor. Ağaç gövde ve dalları ise çeşitli hayvanlara sığınak ve yiyecek sağladığı için. Kanopi örtüsü sadece bu seviyede yaşayan türlere ev sahipliği yapıyor. Gerçekten şaşırtıcı.¨
¨En az asıl konudan kaçınmak için gösterdiğin çaba kadar…¨ dedi yansıma monoton bir sesle.
¨Daha vakit var¨ dedi kadın, ¨binlerce yıldır hayatta, birkaç saat daha yaşamayı kaldırabilir.¨
¨Ertelemenin kimseye faydası yok. Bunu sen de biliyorsun. Eğer orada olmak istemiyorsan yansımanı gönderebilirsin. Nezaketsiz bir seçim olur ama hiç gitmemenden iyidir.¨
¨…dedi en yakın arkadaşının yatak odasında yansımasıyla dikilirken…¨
¨Sadece geleceğinden emin olmak istedim. Üstelik merasim için benim de hazırlanmam gerekiyor. Biliyorsun aynı anda iki yerde birden olamam.¨ dedi yansıma.
¨Üzgünüm¨ dedi kadın. ¨Ne kadar yaygın olursa olsun kendi varlığına son verme fikrine alışamıyorum.¨ Gözü aşağıda fidan diken robotlardan birine takılmıştı. Robotları kimin tasarladığını hatırlamaya çalıştı ama emin olamadı. Robot en verimli şekilde işini yapmaya programlanmıştı. Hatasız bir şekilde bir fidandan sonrakine geçiyordu. ¨Aslında bu da hayatın boyunca aldığın sayısız karardan biri. Tek fark bunun geri dönülemez bir seçim olması. İnsan herhangi bir şeyden nasıl bu kadar emin olabilir?¨
Yansıma bir süre sessiz kaldı.
¨Kesinlikler hayatımızı terk edeli epey oluyor¨ dedi bir süre sonra. ¨Hayatta emin olduğumuz tek şeyi ortadan kaldırdık. Ölümü iyileştirdik.¨ diye ekledi.
¨Pişman olmuş gibi konuşuyorsun.¨
¨Pişman? Sanmıyorum. Ama aslında ne yaptığımızı tam olarak anlamadığımızı düşünüyorum.¨
¨Lütfen bana merasimden birkaç saat önce ölüme övgüler düzmeye başlayacağını söyleme.¨
¨Övmek değil. Anlamak diyelim. Hatta kavramak.¨
¨Ölümü anladığımızı düşünüyorum. Hatta bu sayede onu ortadan kaldırdık. Veba gibi, çocuk felci ya da kanser gibi.¨
¨Mekanizma olarak evet. Peki ya kavramsal olarak? Düşünmeden tetiği çektik. Yani son yüzyıldır nelerle uğraştığını hatırlıyor musun? ¨
¨Organik olarak hayır. Deftersiz 50-60 yıl kadar öncesine gidebiliyorum. Ama anı defterime daha sık bağlanmaya başladım. ¨
¨Çünkü beynin birkaç yüzyıllık deneyimi depolayıp işleyecek şekilde evrimleşmedi.¨
¨Doğru, işte bu yüzden anı defterlerimiz var.¨
¨Ve işte bu yüzden anı defterindeki 250 yıl öncesine ait bir hatıra bile başkasının gördüğü bir rüyayı dinler gibi soluk ve belirsiz. Aşağı yukarı her yüzyılda bir kendimi yeniden doğmuş şekilde buluyorum. Beni ben yapan anılar, deneyimlerim… Geçenlerde uzun zamandan beri ilk defa beni heyecanlandıran bir fikir buldum. Pasifik’te küçük bir adada kendi neandertallerimi yetiştirecektim. Düşünsene medeniyetin doğuşunu izleyebileceğim gerçek bir deney. Kendi sosyo-kültürel dünyasını yaratacak ve gelişecek küçük bir kabile...¨ yansımanın sesindeki monotonluk bir anlığına kaybolmuştu.
¨İlginç bir proje, seni uzun zaman oyalayabilecek potansiyele sahip¨ dedi kadın, yansımanın sesindeki hevesi onaylamak için bakışlarını ilk defa arkadaşına çevirerek.
¨Evet,¨ dedi yansıma, ¨tek sorun bunu daha önce yedi kere yapmış olmam...¨ diye ekledi yüzünde acı bir gülümseyle. ¨Defter kayıtlarına göre son yarattığım kabileyi daha işin başında unutmuşum. Adadaki kaynakları tükettikten sonra sıra birbirlerine gelmiş. Yamyamlık. Sonlarını getiren bu olmuş… Şu an onları hatırlayabiliyorum. Bir süre sonra yine anı defterindeki girdilerden birine dönüşecekler. Onları tamamen unutacağım. Biz bu zaman ölçeğinde varolmak için evrimleşmedik.¨
Kadın huzursuz bir şekilde yüzünü tekrar cama döndü. Yansımanın söyledikleri hoşuna gitmemişti. ¨Demek Tanrı uçmamızı isteseydi bize kanat verirdi?¨ dedi. Sesinde alaycı bir ton vardı.
¨Hayır, yörüngeye çıkmak için kanattan fazlasına ihtiyacımız var diyorum. Sadece bir çift kanat için güneş fazla yakıcı olurdu.¨ dedi yansıma. ¨Ölümsüzlük için hazır değildik.¨
¨Ölüm için de hazır değildik.¨ dedi kadın aceleyle. ¨Yüz binlerce yıl boyunca tepemizde salınan bir dehşet, bilinmezlikti ölüm. Bu fikirle baş edebilmek için inanç sistemleri yarattık. Bu inanç sistemlerini yaşatmak için ölüm saçtık.¨
¨Şimdi de yaşayabilmek için ölümü seçiyoruz.¨ dedi yansıma. 
Kadının yüzü çarpıldı. ¨Hayır¨ dedi. ¨Olamaz.¨
¨Üzgünüm¨ dedi yansıma. ¨Benim de sıram geldi. Gittikçe zayıflayan bir yankı olarak varolmaktan artık keyif almıyorum.¨
¨Saçmalık¨ diye gürledi kadın.
¨Üzgünüm¨ dedi yansıma, ¨seni yalnız bırakmak istemezdim.¨
¨Saçmalık¨ dedi kadın dehşet içinde. 
¨Yalnız değil, yaşayan son insan olacağım.¨
1 note · View note
mekanikturk · 8 years ago
Text
Asansör
Sokaklar çürümüş. Binalar, meydanlar, insanlar birbiri ardına sıralanmış kokuyor, pas veriyor, irin akıtıyor. Göğe yükselen her binada birbirine karışan sessiz çığlıklar geceyi dolduruyor. Titreşimler her yanı sarmış. Onlar göremiyor, ben görüyorum.
Sağdaki ilk sokaktan girdim. Nereye gittiğimi bilmiyorum. Henüz farkında olmadığım bir amacım var sanki. Adımlarım öyle keskin ki. Aklımda değil, bedenimde tüm kontrol. Soldan üçüncü binaya giriyorum. Belimde bir silah olduğunu fark ediyorum bu anda. Nereden çıktı ki şimdi bu? Neden bu kadar öfkeliyim? Bu koku. Aklımı kaçırmak üzereyim neredeyse. Silahı sağ elime alıp, montumun cebine sokuyorum. Hiç korkum yok. Asansörün düğmesine basıyorum. 11. kattan inmeye başlıyor.  
Nereye gidiyorum, hiçbir fikrim yok. Asansör indiğinde 15. kata çıkacağım. Bunu biliyorum sadece. Sonra? Sonrası yok henüz.
Asansörün kapısı açılıyor. Içinde biri var. Palyaço kostümü giymiş biri.
“Buyurun efendim” diyor. Asansöre giriyorum. Sağ elim hala silahta.
“Sanırım 15. kata çıkacaksınız?” diyor ve boyalı suratındaki gerçek sırıtmayı gösterecek şekilde bana dönüyor.
“Evet…”
“Nasıl bildiğimi merak ediyorsunuz, değil mi?” diyor ve elindeki silahı gösteriyor bana. Sağ elim boşta. Silah artık onda. Afallıyorum. Ona dönüyorum tedirgin bir şekilde.
“Sakin olun efendim” diyor. “Bu rüyayı ben kurguladım.”
“Ne rüyası?” diyorum. Yine aynı şekilde sırıtarak silahı tekrar bana uzatıyor. Alıyorum. Sağ cebime koyuyorum. Elim üstünde. Güven veriyor. O hala aynı surat ifadesiyle karşımda duruyor. Elini uzatıyor ve kat 15’e basıyor. Asansör yukarı doğru hareket etmeye başlıyor.
“Adınızı hatırlıyor musunuz?” diyor. Düşünüyorum. Hatırlamıyorum. Hayır anlamında kafamı sallıyorum.
“Peki buraya neden geldiğinizi?”
“Bilmiyorum. Henüz bilmiyorum. Bir anda kendimi burada buldum.”  
“Pek tabii, pek tabii. Rüyanın size düşen aşamasına henüz gelmedik zira. Hala statik evredesiniz. Evredeydiniz daha doğrusu, benle karşılaşana dek.”
“Nasıl yani?”
“Adınız Mert Gökova. Bedeniniz şu anda Ümraniye T Tipi Kapalı Cezaevi’nde bir koğuşta, derin bir uykuda. Bu binayı, bu asansörü hatırlıyor olmanız lazım. 4 kişilik bir aileyi bu binada katletmiştiniz.”
Suratına bakıyorum yalnızca. Içimdeki öfke gittikçe büyüyor. Neden? Anlam veremiyorum.
“Palyaço kostümü konsepte uygun düşer diye düşünmüştüm fakat yüzünüzden anlıyorum ki pek mantıklı değilmiş. Bir saniye lütfen” diyor, yüzünü köşeye dönüyor. Birkaç saniye sonra tekrar benden yana dönüyor ve “taa taa” diyor. Barış Manço’ya dönüşmüş. Irkilmekle gülmek arasında kalıyorum. Yine de palyaçodansa Barış Manço’yu tercih ederim.
“Peki” diyorum, “bir rüyada ya da onun gibi bir şeyin içinde olduğum belli. Benden ne istiyorsun?”
Parmağını şıklatıyor ve “En sevdiğim konuşma gereksiz ayrıntılarla bölünmeyendir” diyor ve gülmeye başlıyor.
“Şimdi Mert Bey, konumuz aslında gayet basit. Bana biraz tahammül edebilirseniz size çok kısaca anlatmak isterim. Fakat öncelikle…” diyor ve yine köşeye dönüyor.  Kısa dağınık saçlı, yüzüne küçük gelen gözlüğünün yanları kırılmak üzere olan, adem elması çıkık, guatr başlangıcı yüzünden yanaklarının altında yemiş saklayan bir sincap gibi meraklı bir suratla bana dönüyor tekrar.
“Takdir edersiniz ki gerçek hayatta karşılaştığımızda birbirimizi tanıyor olmamız gerekiyor” deyip elini uzatıyor. “Ben deniz Kemal Altun” diyor. Anlamsızca yüzüne bakıp elini sıkıyorum.
“Durumu aslında kabaca izah ettim size. Bir hapishane koğuşundasınız. Bu asansördeki güzel sohbetimiz haricindeki her şeyi gören ve kaydeden bir grup Adalet Bakanlığı görevlisiyle beraber bir düştesiniz. Düş, sizin zihninizden sızdırabildiğimiz hatıralarla oluşturuldu. Şu an biraz öfkeli hissediyor olmanız lazım. Öyle mi?”
“E-evet”
“Pek tabii, pek tabii. Sizlerin, yani mahkumların suç işlerken sahip oldukları kortizol ve noradrenalin hormonlarının ortalamasına sahipsiniz şu anda. Öfkeniz bundan kaynaklanıyor.”
“Neden beni öfkeyle doldurup, insanları öldürdüğüm yere geri getirdiniz? Amacınız ne?”
“Basit aslında. Şu anda bir teste tabi tutuluyorsunuz.”
“Ne testi?”
“Son 3 yıldır mahkumlar üzerinde bazı deneyler yapmaya başladık. Benim geliştirdiğim bir yazılım sayesinde suçluların, suç işledikleri ana dair hatıralarını sızdırabiliyoruz ve buna bağlı olarak suç işlediği güne ait fiziksel şartları modelleyebiliyoruz. Akşam yemeğinize kattığımız kimyasallar ile kortizol ve noradrenalin hormonu ortalamanızı ağır suç işleme seviyesine getirdik. Ve sizi düşünüzde suç mahaline tekrar götürüyoruz. Bu şartlarda tekrar aynı suçu işlerseniz… Neyse şimdi bundan bahsetmeyelim. Ama eğer aynı şartlar altında suçu tekrar işlemezseniz Adalet Bakanlığı sizin rehabilite olduğunuzu kabul ediyor ve şiddete yatkınlığınızı ölçen birkaç ufak testin ardından serbest kalıyorsunuz. Mükemmel değil mi?”
“Bu binada 4 kişiyi öldürdüğümü söylemiştin. Nasıl serbest kalabilirim ki?”
“Işin doğrusu, hapishanelerde yeterli yer kalmadı. Yeni hapishaneler inşa etmek Hükümetin imajını batıda kötü etkiler. Onlar da kendilerine muhalif olanları hapse atmak için hapistekileri çıkaracak yollar arıyorlar. Tam bu noktada ben ve müthiş projem devreye giriyor” diyor ve yine o rahatsız edici kahkahalarından birini koyveriyor.  
Kafam karışıyor. Sağ elimdeki silahı ona doğrultuyorum.
“Yani seni şu anda öldürürsem, bunu kimse görmeyecek ve bilmeyecek?”
“Pek tabii. Fakat pek tavsiye etmem. Hormonlar sanal ve gerçek arasındaki farkı ayırt edemez. Bir kez yükselirlerse yapacak hiçbir şeyimiz kalmaz. Sizi dışarı çıkarmak benim görevim.”  
“Neden ben?”
“Çünkü çok zekisin.” diyor ve gülmeye başlıyor. Katıla katıla gülüyor.
“Üzgünüm, tutamadım kendimi. Bana, daha doğrusu temsil ettiğim müşterilerime soğukkanlı bir katil lazım. Önümüzdeki 2 ay bu test kimseye yapılmayacak. Bürokratik bazı aksilikler, anlarsın ya. Anlaşmamıza dönersek; ben seni dışarı çıkaracak anahtarı vereceğim. Sen de dışarı çıkınca benim için 3 kişiyi öldüreceksin.”
Yüzüne bakıyordum. Ciddiydi. 3 kişiyi öldürmemi isterken sanki bakkaldan ekmek almamı istemiş gibi sakindi. Ekmek almakla, cinayete azmettirmek onun için aynı şeydi, bir iş sadece.
“Yine aynı soru, neden ben?”
“Dışarıdan birilerini bulmaya kalksak ardımızda sürekli bir iz bırakacağız. Takdir edersin ki dünya çok karışık bir durumda. Herkes bir diğerini alaşağı edip yerine geçebilmek için birbirinin açığını kolluyor. Şimdiyse sen ve ben, kimsenin görmediği bir asansörde istediğimiz kadar rahat, takip edilemez şekilde konuşup, anlaşabiliyoruz. Hem adil bir anlaşmamız var. Sen serbest kalacaksın, biz de sorunlarımızdan kurtulacağız. Unutma, en adil anlaşmalar çıkarlar üzerine kurulanlardır.”
“Pekala. Diyelim ki kabul ettim. 3 kişi kim?”
“Hükümete muhalif 3 gazeteci. Yolsuzluk yapan 4 eski bakan hakkında ellerinde olmaması gereken bazı belgeler var. Bir haber dosyası oluşturuyorlar şu anda. Haberlerin söylentileri bile hükümeti sıkıştırmaya yetti. Temsil ettiğim kişiler bu hükümete büyük yatırım yapan gruplar. Çıkarlarını 4 eski bakan ya da yolsuzluk gibi basit sebeplerle riske edemeyecek kadar büyükler.”
“Kabul edersem kaç güne çıkabilirim?”
“Birkaç gün.”
Sakindi. Içtenlikle yüzüme bakıyor ve bir cevap bekliyordu. Sanki vereceğim cevabı bilmiyormuş, başka bir şansım varmış gibi heyecanla bekliyordu.
“Kabul ediyorum.”
Gülümsedi. Elimi sıktı. Hala 3. Kattaydık. Parmağının bir hareketiyle asansör olması gereken hıza çıktı. Yavaş yükseldiğimizi fark etmemiştim o ana kadar. Garipsediğimi fark edince “Dedim ya, bu düşü ben kurguladım, buranın tanrısı benim” dedi ve gülmeye başladı.
“Şimdi, aslında yapman gereken çok basit. Asansörden çıkıp 65 numaralı dairenin önüne gideceksin. Kapıya yaklaştıkça adımların yavaşlayacak. Kapının orada yere çöküp biraz ağlayacaksın. Sonra geri asansöre binip aşağıya ineceksin. Bu kadar. Ha unutmadan, yarın sana birkaç test yapacaklar. Kuşlar ve çiçeklerle ilgili cevaplar rehabilite olduğunu gösterme konusunda çok işe yarar.”
“Seninle nasıl görüşeceğiz?”
“Seni izleyeceğiz. Serbest kaldıktan 2 gün sonra seni ziyaret edeceğim. Talimatlar ve silahın olduğu bir paket getireceğim yanımda. Sonraki 4 günde işi bitirmeni istiyoruz.”
“Ya yakalanırsam?”
“Üzülürüz” dedi ve yine gülmeye başladı.
15. kata geldik. Kapı açılırken bana göz kırptı ve ortadan kayboldu. Dışarı çıktım ve eşiğinde ağlamak için 65 numaralı daireyi aramaya koyuldum. İçimdeki öfke dinmişti.
5 notes · View notes
mekanikturk · 8 years ago
Text
Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik Testi
“Benimle böyle konuşamazsınız”
Son denetim sırasında görü teknikerine verdiğim cevap buydu. Haklı olduğumu düşünmüyorum, biliyorum. Kim tarafından bulunduğu ya da toplumun yüzde kaçında doğru sonuç verdiği belli olmayan bir cihazın, gelecekte yaşayacağım bir anla ilgili olarak sözde %0,1 hata payıyla yaratacağı görüntünün güvenilirliği hakkında şüphelerim var. Bir kere sosyal meseleler kişiye özel olarak değerlendirilmeli. Elinde bir uzi ile okuduğu okula girip sınıf arkadaşların tarayarak öldüren bir gencin dinine, ırkına, konuştuğu dile bakmak mantıksız. Elinde Uzi’yle gezen psikopat veledin belirleyici özelliği, elinde uzi’yle gezen bir psikopat olması. Dünyadaki diğer 1,5 milyar insan gibi Müslüman olması ya da dünyadaki diğer 2 milyar insan gibi siyahi olması değil. Diğer taraftan, 1000’de 1 hata payı olan bir cihazın, bir kişiyi idama götürecek kadar önemli, sarsılmaz gerçekleri karşılayan bir güvenilirliği yok. Sayılar insanları kandırır. Her 1000 kişiden 1’inin yok yere idam ediliyor ya da ömür boyu hapse mahkum ediliyor olmasında sorun var. Bir diğer sorun ise, %0,1’lik hata payını bağımsız kurumların denetleyememesi. Ben nereden bileyim, devletin kendine muhalif gördüğü kişileri bu %0,1 içinde göstererek öldürmediğini ya da hapsetmediğini?
Şimdi, yine 6 aylık görü denetlemesine girmek üzere Bahçelievler Devlet Hastanesi’ndeyim. 2021’den beri Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik adlı bu saçma teste, sigortalı çalışan herkes girmek zorunda. İstersen girmeyebilirsin tabii, neticede neoliberal bir düzende yaşıyoruz ama sigortalı bir işte çalışmak istiyorsan girmek senin yararına. Zira iş sözleşmesinde, Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik maddesi için bağlı olduğun sigorta dairesinden onay gelmediğinde, çalışmak istediğin şirket senin için devlete 2 kat fazla vergi ödemek zorunda. Daha açık konuşmak gerekirse, bu testi yapmazsan kimse seni işe almaz.
Her şey, Bekir Ağaoğlu adlı manyağın bir sabah uyandığında delirip, elinde kalaşnikofla çalıştığı ofise gidip; sürekli minnoş adlı minik köpeğinin çok hasta olduğundan bahseden Selin Ertekin’i, prim bazlı bir maaş sistemi getiren Erdem Aydoğan’ı ve çalışanların çok çay içmesi nedeniyle sürekli çay demlemek zorunda kaldığından yakınan Muzeyyen Kurtul’u kurşun yağmuruna tutmasıyla başladı. Bu olay bir milat kabul edildi ve TUBITAK’ın geliştirdiği Görü Cihazı’nın %0,1’lik hata payıyla suç işleme potansiyeli olan insanları tespit edebildiği, yine devletin el altından sahip olduğu medya kanallarından duyuruldu. Bu uygulamanın sorun yaratabileceğine dair muhalefet tarafından getirilen itirazlar “vatan hainleri gelişmemizi istemiyor” argümanıyla kolayca savuşturuldu. 2 ay sonra yapılan referandumda, devletin her 6 ayda bir düzenlediği Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik testini geçen kişilerin işçi alımlarında öncelikli olmasının devlet tarafından teşvik edilmesi kabul edildi. Devletse, Görü Denetimi ve Toplumsal Güvenlik testini geçenlerin sigorta ödemelerinde indirim yapmak yerine, testi geçemeyen yahut teste girmeyen çalışanların sigorta ödemelerini 2 katına çıkardı. Devlet, devlet gibiydi. Neticede, biz, düzenli ve sigortalı bir işi olmadan hayatta kalamayacak %99, her 6 ayda bir bu boktan teste girmeyi kabul ettik. Teşekkürler Bekir Ağaoğlu manyağı, tam bir orospu çocuğusun.
Elimdeki numara 478. Sıra 454’te. Tepede kırmızı neon ışıkla sıra numaraları birer birer ilerliyor. Biz, numaraların yazdığı neon tabelanın karşısındaki banklarda sıramızı bekleyen ölümlüler olarak, arada bir birbirimize kaçamak bakışlar atarak bekliyoruz. Umarım doktorlardan Metin Gürkan götüne denk gelmem. Herif tam bir şerefsiz. Tek başına teknokrasinin nasıl bir distopta olacağının ayaklı kanıtı. Hiçbir zaman sizin yüzünüze bakmaz. Her zaman sen diye hitap eder. Önündeki ekrana bakıp, gözlük kenarlarını dişleyerek “bu aralar biraz stresli misin sen?”, “canın mı sıkıldı bu aralar?” gibi saçma sapan sorular sorar. Rezil bir hayata uyanmış olmanın bütün sorumluluğu bende sanki. Diğer odada ise gençten bir doktor var. O daha sakin. Tecrübesizliğinden olsa gerek. Bir arkadaş gibi iletişim kurmaya çalışıyor. Notlar alıyor. Göz teması kuruyor. Birkaç yıla kaybedilecek özellikler bunlar. İçimizde ne büyük manyaklar olduğumuzu o da bir gün anlayacak elbet. Ben misal, apartman yöneticim Ernur Bey’i bir kalaşnikofun kabzasıyla döve döve öldürmek için gönüllü olabilirim. Ya da patronum Abidin Bey’i, yöneticim Nurbanu Hanım’ı hiç düşünmeden, elimdeki viski kadehinden büyük büyük yudumlar alarak plazanın 26. katından atabilirim. Bunlar beni bir psikopat mı yapar? Sanmıyorum. Bayrak taşıyarak birilerini öldürdüğümde kahraman olacağım bir dünyada kimse beni yargılayamaz.
476’ya geldi. Son 2 kişi. Bir sonraki 6 aylık denetime kadar rahatlamaya sadece 2 kişi. Etrafıma bakıyorum. Herkes gergin. Kürklü mont giymiş biri sağ ön sırada, gerginlikten ölmek üzere. Yanımda kemik çerçeveli gözlüğü, kareli ceketi olan bir kadın var, bulmaca çözüyor. Öndeki kürk montlu elemanı dürtüyorum omuzundan. Bana dönüyor hemen.
“Dünkü maç kaç kaç bitti biliyor musun?”
“Bilmiyorum.”
“Adın ne?”
Biraz bekleyip cevaplıyor.
“Bu seni neden ilgilendiriyor?”
“İçeride de bu kadar gergin olursan götünü keserler aslan. Sakin ol. Bugs Bunny’i, Turgut Özal’ı ya da ne bileyim, lisede sikmek istediğin kızı düşün.”
Yüzünde gülümsemekle kızmak arasında bir ifadeyle bana bakıyor. Yavaşça kafasını çeviriyor.
Ve 478. Benim sıram. 1 numaralı odayı gösteriyor. Şansımı sikeyim. Metin Gürkan’ın odası. Şimdi bir dünya afra tafra çekeceğim. Hem de tam bir dalyaraktan.
Odaya doğru gidiyorum. Kapının önündeki görevli kıza otomattan aldığım, üzerinde 478 yazan kağıdı veriyorum. Kapıyı iki kez tıklatıyor. Gel sesiyle beraber içeriye giriyorum. Herif, 5 metrekarelik odada peygamberliğini ilan etmiş amına koyayım.
“Oturabilirsin”
“Ayakta iyiyim.”
“Sen bilirsin”
Biraz ekrana bakıyor. Biraz önündeki raporlara. Masadaki bir düğmeye basınca kapının önündeki kız giriyor içeri. Hiçbir şey söylemeden, robotik bir şekilde kafama ve göğsüme çipleri bağlıyor ve çıkıyor.
“Nasıl hissediyorsun kendini?”
“İyiyim”
“Nasıl  iyi?”
“Gayet iyiyim. Siz nasılsınız bugün?”
Bir anda kafasını kaldırıp bana bakıyor. Suratına bakıp sırıtıyorum. Benimle muhatap olmadan tekrar ekrana bakıyor.
“Bekar mıydın sen?”
“Evet” diyorum, “yaşadığım hayatın kalitesi iki kişiye bölüştürülemeyecek kadar az” .
Bir süre ekrana bakıyor. Bir butona basarak yazıcıdan bir kağıt çıkarıyor. Yavaşça konuşmaya başlıyor.
“Senin son görü denetiminde bazı anomaliler tespit etmiştik. Bugünkü denetimde de şiddete meyilli olduğunu görebiliyorum. Makinenin yarattığı görselde birinin boğazını iple ya da benzer bir şeyle sıkarken görüyorum seni. Bildiğin gibi bu direkt suçlu olduğun anlamına gelmiyor”
“Olduğun değil, olacağın” diye düzeltiyorum karşısında sırıtarak.
Bana bakıyor. Gözlüklerini çıkarıyor. Şefkatli görünmeye çalışıyor. Bu konuda en fazla bir lama kadar yetenekli.
“Üzgünüm ama bunu rapor etmem lazım. Adli denetime alınman gerekiyor.”
Sırıtmamı bir an bile kesmiyorum.
“Peki” diyorum. “Adli denetime alınırsam tutuklanmayacağım değil mi?”
“Hayır elbette. Sadece daha derin analizler yapılması için Adli Tıp’a gitmen gerekecek”
“Ancak işe gidemeyeceğim değil mi?”
“Evet, maalesef bu riski alamayız.”
“Yani bana diyorsun ki, önümde duran kutucukta oluşan görüntüye bakıp birini işinden edersem, o da ev kirasını, faturalarını falan ödeyemezse ve aynı zamanda başına bunlar gelirken dışarıda serbestçe dolaşabiliyorsa bana bir şey yapmaz, öyle mi?”
Nasıl söylediğimi bilmiyorum, bir anda ağzımdan çıktı.
Gözleri büyüyor bir anda Metin Gürkan’ın. Belki de ilk kez tehdit ediliyor. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan konuşuyorum.
“Şimdi şöyle yapıyoruz, eğer hayatına biraz olsun kıymet veriyorsan o cihazdan çıkan görüntüyü yakıp atarsın. Raporuma rutin kontrolümün yapıldığını ve bir anomali tespit etmediğini yazarsın. Bu şekilde buraya geldiğim gibi neşe dolu bir şekilde buradan çıkarım.”
Kapı bir anda açılıyor. İki kişi odaya giriyor. Sikik, masa altından bir düğmeye basmış olmalı.
“Sizin” diyor gülerek, “en büyük hatanız bazı şeyleri sadece sizin düşünmüş olabileceğinize dair bu salakça özgüveniniz”. Gülmeye devam ederken içeri giren güvenlikler koluma girmeye çalışıyorlar. “Her ay kaç kez tehdit edildiğimi bilseniz küçük dilinizi yutarsınız” diyor ve gülmeye devam ediyor.
Bayılmış gibi yapıyorum. “Efendim?” diyor güvenliklerden biri, diğeri hafifçe yanağımı tokatlamaya başlıyor. Güvenlik elemanlarının dikkatsizliğinden yararlanıp masanın üstünden atlayıp Metin Gürkan’ın yanına geliyorum. Boynundaki steteskobu kapıp boğazını sıkmaya başlayınca gözüm yazıcıdan çıkan görüntüye takılıyor. Adam ne kadar da bana benziyor.
2 notes · View notes
mekanikturk · 8 years ago
Text
Ihbar
-         E, senin ihbar edecek başka bir şeyin yok mu?
Görevli kızgındı. Çünkü o anda devlet oydu. Her şeye hakkı vardı. Boynumu önüme eğdim.
-         Bu ay bu kadar oldu, kusura bakma.
-         Ne demek lan üzgünüm. Zaten aylık ortalaman 3,56 ihbar. 3’ün altına düşersen seni de ihbar etmeye başlayabilirler. Aloo. Farkında mısın?
Boynum hala önümde, yerdeki siyah beyaz karolara bakıyordum. Söyleyecek pek bir şeyim yoktu.
-         Bu ay pek dışarı çıkamadım hastalığımdan dolayı.  Gelecek ay telafi ederim. Her yerde gözlerimi dört açar, milletimize devletimize karşı olabilecek hainleri listelerim. Bu ay böyle oldu, kusura bakmayın.
Görevli bir süre bana baktı. Bir gözünü kısmış, bankonun ardından baştan aşağı beni süzerek samimiyetimi anlamaya çalışıyordu. O kadar güçsüz hissediyordum ki, ben bile kendi halime acıdım.  Bu iyi bir şeydi.
-         Peki… Bu ay böyle olsun. Ama kendine çeki düzen ver. Bak, sizin sokaktan Ersin Alduvar bu ay 21 ihbar yaptı. Ortalaması 18,4 ihbar. Bu gidişle sizin mahalleden ilk sınıf atlayan o olacak. Hain her yerde. İlla ki devleti eleştiren birileri vardır.
Bir kedi yavrusu masumiyetiyle görevliye bakıp kafamı bir çocuk gibi öne arkaya salladım. Bedenimin her zerresinde şükranımı göstermek için teyakkuz durumuna geçtim. Bana baktı, suratını ekşitti. Elinin tersiyle havayı tokatlayarak gitmemi işaret etti. 
Hızlı adımlarla binadan dışarı attım kendimi. Gökyüzünü görmek iyi geldi. “Sikeyim öyle devleti” dedim içimden. Kafamı göğe dikip yürümeye devam ediyordum, güneş kemiklerimi ısıtıyordu. “Sikeyim öyle devleti” dedim belli belirsiz.
Neden bilmiyorum keyfim yerine geldi birden.
“Sikeyim öyle devleti” dedim tekrar.
Gülmeye başladım.
“Sikeyim öyle devleti”
Kendimi tutamıyordum. Kahkahalar atmaya başladım.
“Sikeyim öyle devleti”
Adamın biri bana doğru yanaştı. Kahkaha atmaya devam ediyordum, tutamıyordum kendimi. Geldi, dibimde durdu.
Sadece benim duyabileceğim kısık bir sesle “ben de” dedi, binaya doğru yürümeye başladı.
2 notes · View notes
mekanikturk · 8 years ago
Text
Infaz
Köşedeki ranzanın alt bölümüne oturmuş, korku dolu gözlerle etrafına bakınıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Ne söylediğini anlayamıyordum. Fısıltısı, yandaki ranzada türkü söyleyen sendikacıların gürültüsü içinde yitip gidiyordu.  Gençti, 23-24 anca vardı. Küçücük omuzları yüzünden kafası kocaman görünüyordu. Kalın telli saçları gözlerinin üstüne düşüyor, titrek elleriyle gözüne düşen perçemi kafasının ardına itiyor ama birkaç saniye sonra tekrar düşüyordu. Kafasını az geriye atsa saçları düşmekten vazgeçecek, rahatlayacaktı. Yerçekimiyle savaşılmaz. Belli ki akıl edemeyecek kadar kafası doluydu. Başta insan böyle oluyor hapiste. Hele düşünce suçlusuysan, ilk birkaç gün, birinin bir anda gelip “kardeş kusura bakma, seni yanlışlıkla almışlar, gidebilirsin” diyeceğini sanıyorsun. Ardından koğuşta yatan diğerlerinin de hemen hemen senin gibi incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebepten orada olduğunu anlıyorsun. Sonra kabulleniş başlıyor. O henüz bunun farkında değil. Öğrenecek.
Elimde iki ince belli bardak çayla yanına doğru ilerlerken beni fark etmedi bile. Bir şey söylemeden uzattım çayı, aldı. Bir yudum içti. Bir yudum daha. Bana dönüp, kafasını hafifçe öne eğip teşekkür etti, tekrar yüzünü yere dönüp düşünmeye başladı.
“Adın ne senin?” dedim.
“Hidayet” dedi.
“Kaç yaşındasın Hidayet?”
“23… abi…”
“Benim oğlum da 20’sine bastı bu sene. ODTU’de mühendislik okuyor. Senden iyi olmasın, efendi çocuktur.”
Durdu. Bir anlığına, ufak bir sohbetin getirdiği sıradanlığın huzurunu gördüm yüzünde. Hemen yitip gitti. Kafası önünde düşünmeye başladı tekrar.
“Derdin duvarsa, o her yerde. Belki göremezsin ama bilirsin. Bu hayat insanı bir yerlere bağlar hep. Ya bir kadının gülümsemesine hapsolursun ya da çıldırtıcı bir hırsa. Bazısı romana, müziğe hapsolur, bazısı alkole, cigaraya. En kötüsü de bir hayale hapsolmak. Hep olursun ama. Kaçarı yok. “
“Yeni çocuğum oldu benim…” dedi. Söylerken ağlamaklıydı.
“Hay yaşa” dedim. “Kız mı erkek mi?”
“Kız. 2 aylık. Azize adı.”
“Allah analı babalı büyütsün.” dedim, yanına oturup elimi omzuna koydum. “Dertlenme bu kadar, her şey olacağına varır”.
“Bir şey yapmadım ben abi. Facebook’ta bir şey paylaştım sadece. Ne küfür var, ne tehdit.”
Gözünden bir damla yaş, yer çekimi ve hüzne yenik düştü, yanağına doğru aktı. Elini hemen yanağına doğru götürüp sildi. Ağladığını göstermek istemiyordu. Kimse istemez. Evrimin kuralı; güçsüz ve zayıf olan elenir. Bekledim biraz. Etrafıma bakındım. Yavaşça konuşmaya başladım;
“Bak şu köşede bir şeyler yazan biri var, gördün mü?” deyip koğuşun öteki ucundaki masada not tutan Veli’yi gösterdim elimle.
“Evet?”
“Onun adı Veli. Greve katıldığı için işten atmışlar. O da fabrika önünde oturma eylemine başlamış. 3 aydır burada. Her gün not tutuyor. Ne yazıyor kim bilir.”
Veli’ye baktı birkaç saniye. Kaşlarını çattı. Sonra omuzlarını düşürdü. Kendi halini düşünmeye başladı belli ki.
“Bak şurada gözlüklü, tıknaz biri uzanıyor. Onun adı Sermet. Gazeteciymiş. Bir sabah gazeteye el koyup gazetecilerin çoğunu tutuklamışlar. 4 yaşında bir kızı var. Duvardaki resimleri o yapıp yolluyor. Sermet de asıyor boyuna duvara. Çocuk bayağı yeteneksiz aslında. Yine de bir şeylere tutunmak lazım.”
Ne yapacağım der gibi bana baktı. Bir şey demedim. Gülümsedim yalnızca.
“Senin adın ne abi?” dedi, “Musa” dedim. “Ama burada herkes bana Imam der.”
“Neden Imam diyorlar? Cami hocası falan mısın?”
“Yok. Her gece 5’te muhakkak çişe giderim. Ondan.”
Ilk kez gülümsedi.  
Kapının kilidi gürültülü bir sesle dönmeye başladı. Gardiyan, Siverekli Bekir’in kolunu tutmuş, koğuşa beraber girdiler. Bekir yıkılmış, çürümüş, parçalanmış gibi. Kafası kıpkırmızı. Ağlamaya, bağırmaya bile mecali yok. Elinde bir zarf. Bir gözü hep zarfta. Bayılmamak için var gücünü bacaklarına vermiş, öyle dikiliyor fukara.
“Arkadaşlar, OHAL mahkemesi süreci hızlandırdı Allaha şükür. Kısa sürede cezalarınızı infaz edip sizi salacağız. Hadi Allah kurtarsın” dedi Gardiyan. Nizami bir şekilde ardına döndü ve çıktı.
Siverekli Bekir, koğuşun ortasında, zarf tutan eli titreyerek, gözleri ayak uçlarında öylece duruyor, kafasında dolanan ihtimaller denizinde hangi tarafa yüzerse karaya varacağını hesaplıyor, tutunacak bir dal bulmaya çalışıyordu.  Koğuşta toz bile uçmaz olmuştu. Bekir’in titreyen eli haricinde mükemmel bir fotoğraf karesi kadar ölüydü her şey. Sanki dünya dönmeyi, rüzgar esmeyi bırakmıştı. Sessizlik ve kasvet ölüm gibi çökmüştü koğuşa. Herkes, bir gözü önünde bir gözü Bekir’de, ondan bir şey yapmasını bekliyordu. Kimsenin gidip teselli edecek cesareti yoktu. Veli, not defterini bir hışımla kapatıp ayağa kalktı. Bekir’e doğru yürümeye başladı. Karşısına geçip var gücüyle bir tokat patlattı. Bekir sendeledi. Gözleri hala ayak uçlarında, elleri titrekti. Kaya gibi duruyordu hala. Veli bir tokat daha attı. İlkinden daha sertti. Bekir çöktü olduğu yere. “Ağla ulan” dedi, Veli, “Ağla ulan!”. Bekir bir anda saldı kendini. Omuzları düştü, elindeki zarfı bıraktı. Anasından hep yediği dayağı ilk kez babasından yiyen çocuğun hüznüyle, şaşkınlığıyla ağlamaya başladı. “Çocuk…” dedi hıçkırarak ağlarken, “çocuk tecavüzcüsü… bana… bana bir çocuk tecavüzcüsünün anılarını vereceklermiş… rüyamda görecekmişim… gün içinde aklıma gelecekmiş…”
Yerleri yumrukladı. Koğuşta koşmaya başladı. Ranzayı devirdi. Çarşafı dişleriyle yırttı. Kimse bir şey diyemiyordu. Koştu, yerdeki zarfı aldı. İçindeki mahkeme karar belgesini çıkartıp eliyle sallayarak Veli’ye gösterdi. “Böyle olur mu Veli abi, böyle olur mu? Benim iki kızım var. Daha ilkokula gidiyorlar. Nasıl yüzlerine bakarım.” Veli çöktü Siverekli Bekir’in yanına, kafasını tutup omzuna yasladı. “Ağla ulan” dedi tekrar. Bekir ağladı. Daha önce o kadar ağlayan hiç kimseyi görmemiştim.
Uyuyabildim mi o gece? Bilmiyorum. Uyku demeye bin şahit lazım gelen bu kendinden geçişten geriye tedirginlik bırakan birkaç kabus hissi kalmıştı sadece. Yataktan çıktığımda saat 4:30’du. Tuvalete gittim. İşerken, tavana asılı Bekir’in morarmış bedenini gördüm. Sarkaçlı bir saat gibi sağa sola hareket ediyordu hala. Canı bedeninden çıkmıştı çıkmasına ama yüzü hala aynıydı. Sanki hala “Böyle olur mu Veli Abi, böyle olur mu” diye bağırıyordu.
“Seyyah oldum pazar pazar dolaştım
Bir tüccara satamadım ben beni
Koyun oldum kuzum ile meleştim
Bir sürüye katamadım ben beni
Ben beni, kendimi, canımı, özümü…
 Dostlar beni bir kazana koydular
40 yıl yandım daha çiğdir dediler
Ölceğimi gram gram yediler
Bir kantarda tartamadım ben beni
Ben beni, kendimi, canımı, özümü. “
 Siverekli Bekir kendini astığından beri sendikacılardan Mehmet’in ağzından düşmüyordu bu türkü. Bağlamasını her eline alışında evvela bu türküyü söylüyor, sonra içinden gelirse bir şeyler daha çalıyordu. Çay sürekli kaynıyor, Veli sürekli bir şeyler yazıyordu. Koğuşta bundan başka hayat kalmamıştı. Dört duvar arasındaki bir arafta kalmıştık sanki.
Hidayet’i gördüm. Sırtına yastığını almış, bacaklarını ranzanın yatağına uzatmış öyle tavana bakıyordu. Yanına gittim. Hidayetle konuşmak iyi geliyordu bana. Bir güvercini ellerimle besliyormuş, bir kediye süt veriyormuş gibi hissediyordum. Masumdu, tedirgindi, çocuktu. O çocuk  haliyle kendi çocuğunu düşünüyordu boyuna.
“Nasılsın Hidayet”
“Nasıl olayım be abi. Bekliyoruz işte.”
Pencereden pamuk gibi yağan karı izledik bir süre. Kar tanelerinin aheste aheste, güzelliğinin farkında nazlı bir kadın gibi süzülüşüne baktık doya doya. Hidayet’i bilmem, benim içim yıkandı sanki. Tertemiz, pürüpak hissettim o an.
“Sen buldun Siverekli Bekir’i değil mi?” dedi.
“Evet” dedim.
“Abi senden bir şey isteyeceğim. Söz vereceksin yapacağına.”
“Söyle Hidayet”
“Söz ver önce yapacağına”
“Söz Hidayet, söyle”
“Abi benim cezam belli oldu. Cuma günü infazım gerçekleşecek. Hırsızlık için girdiği evdeki aileyi katleden, uyuşturucu bağımlısı bir hırsızın anılarını yükleyeceklermiş hafızama.  Infazdan sonra salacaklar beni. Sen de yakında çıkacaksın. Sonrasında beni bulacaksın. Kimseyi öldürmediğimi anlatacaksın bana. Ikna edeceksin beni. Söz ver Imam. Başka yolu yok. Yaşayamam. Söz ver.”
Yüzüne baktım uzun uzun. Gözleri yeni açılmış bebek gibi; merakla, şaşkınlıkla bakıyordu her şeye. Bana baba gibi, anne gibi, kardeş gibi, Allah gibi bakıyordu. O an her şeyi bendim. Kes kolunu at önüme desem dakika düşünmeyecek, yapacaktı. Nasıl olurdu da bu gencecik fidanlardan birer katil, tecavüzcü, sapık, hırsız yaratılmasına müsaade ediliyordu? Kendi karanlık günahlarıyla boğuşanlar farkında değil miydi, bir başkasını dibe çekmenin huzur getirmeyeceğini? Herkes kirlendiğinde kendi lekesini gizleyebileceğini mi sanıyordu insanlar?
“Peki” dedim, “merak etme, seni bulacağım. Söz.”
“Ömür billah babamsın, canım canına fedadır.” dedi.
Cuma. Saat 9:30. Hidayet’i almaya geldiler. Herkes kafası önünde bekliyordu. Hidayet kafasını kaldırdı, tam gözümün içine uzun uzun baktı. Kafamı hafifçe öne eğdim, anlaşmamızı unutmadığımı gösterdim. Gülümsedi. Ardına döndü, Gardiyan’ın kolunda kapıdan çıktı.
Yalan da olsa bir gerçeğe o kadar ihtiyacı vardı ki son konuşmamızda, infaz sırasında hapiste yaşadıklarımızın da hafızamızdan silineceğini, birbirimizi hiç görmemişiz gibi, aynı duvarların içinde yaşadığımız Veli’nin, Siverekli Bekir’in, sendikacıların, gazeteci Sermet’in, Tahir’in, Ahmet’in, Suat’ın çocukluktan gelen bir hayal kadar bile zihnimizde yer tutmayacağını söyleyemedim Hidayet’e.
3 notes · View notes