Pierre Loti Tepesi diye yazılır aşıklar tepesi diye okunur.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo

Antik Dünyanın Altın Kenti: “Selçuk”
Antikçağın meşhur şehri Efes’i içinde barındıran Selçuk; küçük Asya eyaletinin görkemli başkenti, erken Hıristiyanlık döneminin en önemli dinsel merkezi, Meryem Ana’nın yaşamının son günlerini geçirdiği ve Aziz Pavlus’un defalarca ziyaret ettiği kutsal yer olarak her yıl yüz binlerce kişinin ziyaret ettiği bir ilçemiz. Antikçağın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı’na da ev sahipliği yapan Selçuk, tüm bu özellikleriyle “tipik bir Anadolu kasabası” tanımlamasından sıyrılıyor.
Kentler uzun yıllarda kurulur, bir anda yok olur” der Seneca. Kurulması uzun yıllar alan ama bir anda yok olan kentler gibi, üzerinde fazla söz söyleneme yen, kendi kendine dile gelebilen kentler de vardır. İçinde barındırdığı değerlere bakmasını bilenler, kentin anlattığından yola çıkarak, birçok bilgiye sahip olabilirler. İzmir’in Selçuk ilçesi de işte bu tür yerlerden biri. Selçuk’u bu kadar ünlü yapan nedir sorusuna verilecek tek cevap var: Tarihi güzellikleri. Dünyanın yedi harikasından birini, Artemis Tapınağını da içinde bulunduran Efes Antik Şehri, Yedi Uyuyanlar Mağarası, Meryem Ana Kilisesi ve içinde şarap yapılan tek Türk köyü olma unvanına sahip Şirince Köyü ile Selçuk, “tipik bir Anadolu kasabası” olmanın çok ama çok ötesine geçen, namı dünyaca meşhur bir yer.
Selçuk’u bu kadar meşhur kılan en önemli etken Efes Antik Şehrine ev sahipliği yapmasıdır. Antik dünyanın altın kentidir Efes. Modern dünyadan hiçbir iz taşımayan bu kentin her köşesi, olanca güzelliğiyle kendini ziyaretçilerine sergilese de “gizemli ve keşfe değer” duygusu yaratır. Peki nedir Efes’i bu kadar gizemli kılan? Cilalı taş devrine dek dayanan tarihçesi mi, yoksa hem putperestler hem de Hıristiyanlarca kutsal sayılması mı? Veya dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağının bu kentte yaratılması mı? Her bir soruya verilen “evet” cevabıdır belki de Efes Antik Şehrini bu derece önemli kılan ve ününü bu ülkenin sınırlan dışına taşıyarak on binlerce kişinin ziyaret etmesini sağlayan. Şimdi tek tek bu nedenlere bakalım ve anlatmaya öncelikle Efes’i Efes Antik Şehri yapan tarihçesiyle başlayalım.
Modern dünyanın antik kenti: Efes
Hayli geniş bir alana yayılmış olan Efes, içinde yüzlerce tarihi değeri barındırır. İşte Efes’e gidildiğinde mutlaka görülmesi gereken yerler ve onların kuruluş öyküleri.
Büyük Tiyatro: Antik Efes’in görkemli yapıları yıllara meydan okurcasına dimdik ayakta dururken, bunların en muhteşemi 25 bin kişilik tiyatrodur. Kuzeybatısında iki lonik sütunlu Helenistik çeşmenin bulunduğu tiyatronun, ilk kez yine Helenistik dönemde yapıldığı kabul edilse bile, günümüze kadar ayakta kalan yapının imparator Ctadius zamanında inşasına yeniden başlandığı, imparator Trinus (98117) döneminde tamamlandığı bilinmektedir. Tiyatronun ön kısmında oldukça sağlam ve iri taşlardan yapılmış soyunma yerleri belirgin şekilde görünmekte ve hâlâ kullanılmaktadır. ilk dönemde üç katlı olan tiyatro, her biri yirmi iki��er basamaklı üç bölümden oluşur. Sahne binası 18 metre yüksekliğindedir. Sahnenin arka duvarları son derece süslü ve nişleri içinde heykellerin bulunduğu bir görünüm taşımaktadır. Akustiği muhteşem olan tiyatronun tribünleri, sahnenin rahat görülebilmesi için çok dik inşa edilmiştir.
Ticaret Agorası: Tiyatronun karşısında yer alan ticaret agorası giriş kapıları ve alanı çevreleyen sütunları ile dikkat çeker. Esas yapı Helenistik olmakla birlikte, bugün kalıntıları görülen agora, imparator Augustus döneminde yenilenmiştir.
Mermer Cadde: Efes antik kentinin güneydoğusunda bulunan Magnesia kapısından Koresos kapısına kadar uzanan 400 metrelik mermer cadde, MS 5.
yüzyılda yeniden yapıldı. Caddenin altından geçen kanalizasyon sistemi denize kadar uzanır. Mermer cadde ile Celsus Kitaplığı arasındaki açık alanda Auditorium bulunduğu ve burada konuşmalar yapılıp şiirler okunarak söylevler verildiği bilinir.
Celsus Kitaplığı: Agora’nın güney tarafında bulunan Celsus Kitaplığı, M.S 135 yıllarında Asya Konsülü Julius Celsus Halemaeanus adına oğlu Julius Agiula tarafından Romalı mimar Vitruoya’ya yaptırılır. Dıştan iki katlı, içten 15 metre yüksekliğinde tek bir salondan oluşup salonu çevreleyen üç katlı galerilerde, duvara serpiştirilmiş pencerelerden ışık süzülür; arka duvardaki bir kapıdan ise Celsus’un mezarına geçilir. Kazılar sırasında Celsus’un burada bulunan heykeli halen İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir. Ön cephe kolonları arasında bulunan dört kadın heykeli “Akıl, Kader, İlim ve Erdem” öğelerini sembolize eder. Bu heykellerin orijinalleri ise bugün Viyana Müzesi’nde bulunur. Döneminde dünyanın sayılı bilim adamı ve düşünürünün yetişmesine aracı olan Celsus parşömen ruloların nemden etkilenmemesi için iki tarafı tuğladan örülmüş kapalı raflarda korundukları belirlenmiştir.
Aşk Evi: Mermer Cadde’nin Kuretler Caddesi ile kesiştiği noktada bulunur. Yol üzerinde kazılmış sol ayak ve bir kadın başı görülür. Bu iki görüntü dünyanın ilk reklam panosu olarak değerlendirilmekte ve az ileride kadın bulunabileceğini haber vermektedir.
Yamaç Evler; Celsus Kitaplığı’ndan Kuretler Caddesi’ne dönüşte sağ tarafta Bülbül Dağı’nın yamaçlarında kentli zenginlerin ikamet ettikleri evlerdir. Yakın zamanda restore edilerek orijinallerine daha yakın hale getirilmiştir. Evler geniş merdivenlerle caddeye dikey olarak açılmakta, duvarlarında fresk mozaiklerle süslü kaplamalar bulunmaktadır. Efes’te bunların dışında son derece büyük arkeolojik öneme sahip Skolastika Hamamı, Hadriyan Hamamı, Domitian Tapınağı, Tirainan Çeşmesi, Devlet Agorası, Belediye Sarayı, Odeon, Stadyum, Akropol, Bizans hamamları, Çifte Kiliseler, Liman hamamları, Arkadiana bulunmaktadır.
St. Jean Bazilikası: Bizans imparatoru Justinyen’in MS 6. yüzyılda Hz. İsa’nın havarilerinden St. Jean adına yaptırdığı Ayasuluk Tepesi’ndeki bazilikaya batıdan girilir ve planı bir haçı andırır. St. Jean’ın mezarı da burada bulunur.
Nasıl ki bir kitap, satır satır, sayfa sayfa belli bir dünyayı anlatıyorsa, bazı kentler de taşı toprağı, barındırdığı tarihi ve/veya doğal güzellikleriyle kendisine bakana cok şey ifade eder. Tarihçesi MÖ 6000’li yıllara, diğer bir ifadeyle cilalı taş devrine kadar dayanan Efes de bu yerleşim birimleri arasında bulunur ve antik dünyanın en önemli merkezlerinden biri olarak değerlendirilir.
#aşk evi#celsus tapınağı#izmir selçuk#jean bazilikası#selçuk antik kenti#selçuk antik şehri#selçuk meyrem ana#selçuk tarihi#yamaç evleri
2 notes
·
View notes
Photo

“Mardin” Kentler Anilariyla Yasar
Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi 1 Ekim’de ziyarete açıldı. Müzenin hazırlıklarını izleyip, kent müzesi kavramını Nazan Olçer’den dinledik. Asansörden yer döşemesine, merdivendeki
çiğdem tanesinden aynadaki su damlasına… Her şeyle tek tek ilgileniyor Nazan Ölçer. Eline kâğıt havluyu alıp aynanın üzerindeki su damlalarını silerken “Biraz titizimdir ben…” diyor. Sadece titiz mi? Disiplinli, otoriter, çalışkan ve mükemmeliyetçi. 2003’te Sakıp Sabancı Müzesi Müdürlüğü’nü üstlendiğinden bu yana yaptıkları, hepimizin malumu. 0 malum işler için önce çevre diyor Ölçer: “Picasso’nun torununun arkadaşı benim arkadaşım olmasaydı Picasso Sergisi mümkün olmazdı. İlişkiler çok önemli bu işte.” Bu da mesleğe yeni atılanlara bir tavsiye… Şimdi elini Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi’ne attı Ölçer. İlk kez 1969’da gittiği ve adeta vurulduğu Mardin’in müzesini, kızının çeyiz sandığını yerleştirir gibi hazırladı.
Oluyor mu, içinize siniyor mu?
Hiçbir zaman olmaz ki… Hep daha fazlasını arar benim gözlerim. Bir sürü eksik var ama açılışa kadar tamamlanacak. Zaten ekip çok iyi, başka bir ihtimal yok.
Sabancı Vakfı, Mardin Kent Müzesi’ni tamamlamaya karar verdiğinde, kendi kendinize sorduğunuz sorular nelerdi? Ve tabii onların cevapları…
İlk önce binanın bir müze olabilmesi için neler yapabileceğimizi araştırdık. Restorasyon, mimari kurgu, sergi kurgusu el ele gitmeliydi. Elde olan ve ele geçebilecekler üzerinden hareket ettik. Mardinlileri kendi müzelerine katkıda bulunmaya çağırdık.
Ortak Mardin kimliğini yakalamamız gerekiyordu. Mükemmel bir binamız vardı ama malzememiz azdı. Bazen elinizde depolardan taşan yüzlerce eser vardır, nereye nasıl yerleştireceğinizi şaşırırsınız. Burada tam tersi oldu. Yüzlerce metrekareyi nasıl dolduracağımız önemli bir soruydu.
Nasıl doldurdunuz?
Eskiye çok ulaşamadığımız için günümüzden yola çıktık. Şu anki kültür üzerinden eskiye doğru gittik. Taş ve bakır ustalarının balmumu canlandırmalarını yaptık. Müze teşhirinin bir sahneleme olduğundan hareketle sahne tasarımcısı Metin Denizle çalıştık. Çok da iyi yaptık. Eski dibekler, mutfak malzemeleri, altın ve gümüş yapım aletleri bulduk. Mardin’den pek çok kişinin eski Mardin geleneklerini anlattığı bir belgeselden faydalandık. Eksiklerimizi Mardin’de kapı kapı dolaşarak tamamlamaya çalıştık. Şu anda müzede 300’den fazla parça var ve sayı her geçen gün artıyor.
Bir kentin müzesi olması neden çok önemli?
İnsan anılarıyla yaşıyor. Kentler de. Kent biricik olmalı, diğerine benzememeli ve bu durum kentin dokusuna sinmeli. İşin çıkış noktası bu. İnsanlara yaşadıkları yerin biraz öncesini anlatmak çok önemli. Farkındalık ve aitlik hissi oluşturmak…
Kent Müzesi kavramı dünyada nasıl gelişti?
Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan; halk kültürlerine eğilmek, dil ve geleneklerin kökenine inmek gibi eğilimlerle başladı her şey. Avrupa’nın pek çok yerinde halk kültürü müzeleri peş peşe açıldı.
Mardin’e yolunuz düşerse şehrin dar sokaklarında dolaşıp konuşulan dillere kulak verin.
Peki Türkiye’de?
Bizde bu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında başladı. Karanlıkta ve el yordamıyla… ‘İşin özü Anadolu’dur’ deyip Anadolu’daki kültürlere yönelmek Cumhuriyet’in felsefesine de uygundu. Yalnız ne yazık ki başarıyla süren saha çalışmalarının devamı gelmedi. Toplanan malzeme korunamadı. Bu yüzden Türkiye’de kent müzesi araştırmaları biraz geç başladı. Her şey kaybolup gittikten sonra… Mardin şanslı. Bir kere MAREV (İstanbul’daki Mardinliler Vakfı) müthiş bir hemşerilik bilinciyle hareket ediyor.
Kent müzesinin olmazsa olmazları neler?
Kent müzeleri, halk kültürünü yansıtmak zorunda. Tarım, ev yaşamı, yemek kültürü, yerel mimari, mutfak kültürü… Gümüş, maden ve taş işçiliği… Eksik kalan, arkeoloji ile günümüz arasındaki zaman. Yani yakın tarih. Yüz seneden geriye giderseniz o bir biçimde sanat tarihinin alanına girer. Eksik halka, yakın tarih ve o da unutulmaya en müsait olanı. Kent müzesi mutlaka yakın tarih belleğini yakalamalı.
Bir müze nasıl kurulmaz?
Bu işin olmazsa olmazı koleksiyondur. Müze gereksinimini koleksiyon meydana getirir. Önce malzemeniz olacak, sonra ona uygun bir mekân arayışına gireceksiniz. Ama bizde tersinden işler süreç. Önce bina yapılır, sonra içi doldurulmaya çalışılır. Öyle şey olmaz. Kesinlikle olmaz.
Genelde eldeki binalar kullanılıyor…
O bile değil. Öyle şeyler yapılıyor ki… Ortada ne bir koleksiyon, ne de müze talebinde bulunan bir toplum var. Sadece müze sahibi olmanın getirdiği prestij söz konusu. O prestij düşünülerek, özellikle Yakın Doğu Ülkeleri’nde tanınmış mimarlara büyük paralarla binalar yaptırılıyor. Boş boş binalar. Ondan sonra da o binaları doldurmaya çalışıyorlar.
En tehlikeli tarafı ne?
İşin en tehlikeli tarafı, bunu bir ticari iş olarak görmek. Paranın olduğu ama müze talebinin olmadığı ve müze gerektirecek malzemenin bulunmadığı ülkeler için tehlikeli girişimler bunlar. Belki çok güzel yapılar çıkıyor ortaya ama içleri boş oluyor. Talep, merak ve malzeme yoksa muhteviyat eksik kalıyor. Talep eden bir cemaat olmalı. Yoksa kendi kendinize müze kurar, eserlere tek başınıza bakarsınız.
Peki; kentin bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi varsa ama malzemesi eksikse;
Mardin’deki gibi…
Mardin’in bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi var; hatta fazlası var, eksiği yok. Onun için buradayız zaten.
2 notes
·
View notes
Photo

Tümülüs Nedir ?
Tümülüs (Türkçesi: Höyük veya Kurgan) Latince bir sözcük olup (çoğulu tümüli), bir mezar ya da mezarlık içeren, toprak yığılarak oluşturulmuş tepeciklere verilen addır. Höyük ve kurgan (Orta Asya’da) da denilen tümülüs yapma geleneğine sahip ulusların sayısı fazla değildir. Bunlara en çok Anadolu’da, Trakya’da, Orta Asya’da, Rusya’da ve Meksika’da rastlanır.
Traklar’ın mezarları bu şekildedir. Trakya’nın en görsel anıtları tümülüslerdir. Trakya’nın tek düze doğal yapısını süsleyen ve ona bir hareketlilik getiren tümülüslerin tam bir envanteri çıkartılmamıştır. Genel olarak mezarın üzerine yapılan her türlü yükselti tümülüs olarak adlandırılsa da, yapıldıkları döneme, tepenin ve mezar odasının biçimine, niteliğine, ölünün gömülüş şekline göre mezar tepelerinin değişen geniş bir çeşitlenmesi vardır.
Bir Tümülüs Odası
Mezarın yerini bir tepe ile belirleme geleneğinin bilinen ilk örnekleri Avrasya steplerinde, MÖ 4. binyılın başlarına aittir; kurgan olarak da adlandırılan bu mezar tepelerinin altında, ölü basit bir çukur ya da ahşap bir odaya yerleştirilmiştir. Bu geleneğin, steplerden gelen etki ile, Trakya’ya ilk olarak MÖ 3. binyıl içinde girdiği bilinmektedir. Trakya’nın Tunç çağ mezar tepeleri, daha sonraki dönemlerin tümülüslerine göre daha basık ve yayvan, çoğu kez de 2–3 m yüksekliğindeki tepeciklerdir; ancak
Bulgaristan’ da ender olarak yüksekliği 7 metreyi bulanlar da vardır. Tepelerin dolgularının toprak değil taş oluşturduğundan, bunlan “Taşlıtepe” olarak tanımlamaktayız. Bu tür mezar tepelerinde ölü, tepenin altındaki bir çukura, ve çoğu kez uzun olarak yatırılarak gömülmüştür. Tepenin değişik kesimlerinde münferit mezarlara da rastlanır. Taşlıtepeler tek olabilecekleri gibi, bazen tümülüs mezarlığı gibi, sayıları 30’u bulan topluluklar da oluşturabilir.
İlk Demir Çağ’dan itibaren mezar tepeleri daha sivri ve konik bir biçim almış, dolgularında taş ile birlikte killi toprak da kullanılmıştır. Demir Çağı’nın ilk kısmına tarihlenen mezar tepelerinde gene ayrı bir mezar odası yoktur; ölü toprağa açılmış ve ahşap ile kaplanmış bir odanın içine yatırılmıştır. Orta Demir Çağı’ndan itibaren mezar odası ya da taş lahidi olan gerçek tümülüsler görülmeye başlar. Bu tür tümülüsler için genellikle uzaktan görülebilen sırt ve yamaçlar tercih edilmiştir İkili ya da üçlü tümülüsler yaygın olmakla birlikte, tümülüs mezarlığı şeklinde sayıları dokuz ile otuzaltı arasında değişen gruplara da rastlanmaktadır. toplu tümülüs mezarlıklarının, daha eski bir kutsal alanın üzerinde yer aldığı görülmektedir.
Bintepe’deki Alyattes’in tümülüsü ile Nemrut Dağı’ndaki tümülüs Anadolu’nun bilinen en büyük tümülüsleri arasında yer alır. Frigyalılara ait tümülüsler de olmakla birlikte tümülüs yapımı daha çok Lidyalılar’da önem kazanmıştır. Aynı bölgede 100 Lidya tümülüsüne rastlanmıştır. Anadolu’nun en büyük tümülüsü olan Alyattes’inkinde 16 tonluk taş bloklar kullanılmıştır. Şamanist Türk ve Moğol boylarında ayrıca, Dünya Dağı’nı temsilen, “oba” adı verilen, taş yığınlarından kurgan (yapay tepe) oluşturma geleneği çok yaygındır.
2 notes
·
View notes
Photo

Turizmin Eşsiz ve Sakin Yöresi “Alaçatı”
Merhaba değerli blog takipçileri ve ziyaretçileri sizler için internetten araştırdığım ve de daha önce gezme fırsatı bulduğum tatil yöresiyle ilgili bir yazı hazırladım. Bu yazımın içeriğinde Alaçatı’nın Türkiye’nin turizm potansiyelini sağladığı dinamizmi görmemizde yardımcı olan geniş bilgilere sahip olacaksınız. Beğenmenizi ümit ederek iyi seyahatler diliyorum.
Alaçatı, İzmir’in belki de en gözde tatil beldesi olarak biliniyor. Her yıl yerli ve yabancı turistler tarafından yoğun bir şekilde ziyaret edilen tatil yöresi, bilmeyenler için ise tam bir labirent! Sizin de tatil planlarınız arasında Ege kıyıları varsa, Alaçatı tatili hakkında bilmeniz gereken birkaç şey var!
İzmir’e bağlı olan Alaçatı, merkeze yaklaşık olarak 1 saat uzaklıkta! Şehir dışından Alaçatı’ya ulaşmak istiyorsanız, araba tercihi yapabilirsiniz. Fakat yolun uzun olması, tatilden bir şey anlamamanıza neden olup sizi fazlasıyla yorabilir. Bu durumdan kaçınmak ve tatilin keyfini doyasıya çıkarabilmek için uçakla İzmir’e ulaşmanızı öneririz. Son zamanlar da uygun kampanyalarıyla göz dolduran Sunexpress, güzel bir alternatif olabilir.
İzmir’in Gözdesi Alaçatı
Uçaktan sonra da konforumdan vazgeçmem diyorsanız İzmir Adnan Menderes havaalanından kolayca araba kiralayabilir ve Alaçatı yoluna koyulabilirsiniz.
Araba tercihi yapmadıysanız üzülmeyin! İzmir’de her şey turistler için düşünülmüş. Yine havaalanından binebileceğiniz otobüslerle Çeşme’ye ulaşmanız gerekiyor. Alaçatı, havaalanı ve Çeşme arasında kalsa da maalesef otobüsler mola vermiyor. Bu durumda Çeşme’de inip tekrar minibüse binip Alaçatı’ya gitmeniz gerekiyor. Çeşme’den Alaçatı’ya giden birçok seçenek bulabilirsiniz.
Keyifli bir Ege turu sonrasında Alaçatı’ya ulaştıktan sonra kendinizi şirin kasabanın modern görüntüsüne kaptırabilirsiniz. Avrupayı andıran sokak yapısı ile herkesi büyüleyen Alaçatı’da kaybolmak size keyifli bile gelebilir.
Alaçatı Butik Otelleri Tek Kelimeyle Nefis!
Alaçatı’nın daha beldeye giden yolda başlayan ve sizi sarıveren farklı bir havası var. Alaçatı’nın begonvillerle kaplı mis kokulu sokaklarının oluşturduğu atmosfer ve huzur dolu ambiyans, İzmir Alaçatı’nın neden son yılların en gözde tatil beldelerinden biri olduğunu hissettiriyor. Türkiye’nin en iyi butik otellerinden bazılarına da ev sahipliği yapan Alaçatı, gerek sevgililer günü tatilinde gerekse yaz döneminde iyi bir tatil keyfi yapmak isteyenleri ağırlamayı bekliyor.
Alaçatı otelleri, beldenin hemen her yerinde dağılmış durumda. Birçoğu da kalabalığın taş evlerin sıralandığı sokakları doldurduğu merkeze yakın. Bu butik otellerin birçoğu oda kahvaltı şeklinde hizmet veriyor. Ticari bir işletme zihniyetinden uzak, evlerine gelen tatilcileri bir misafirmiş gibi ağırlayan Alaçatı butik otelleri, kahvaltısıyla, odalarının kendine münhasır tasarımıyla, tarihi dokusu ve bahçelerinin güzelliğiyle göz dolduruyor.
Sörfçülerin Toplanma Noktası
Alaçatı, konumu gereği oldukça rüzgarlı! Ve bu durum da ister istemez denizin dalgalı olmasını gerektiriyor. Rüzgar denize girmek isteyenler için olumsuz bir durum olsa da sörf tutkunları için biçilmiş kaftan. Alaçatı’da yazın sörf yarışmalarının düzenlenmesi de bölgeye ayrı bir turizm hareketi katmakta! Denize girenler için ise daha sakin sahiller de yok değil! Ayrıca gençlerin uğrak noktası haline gelen birçok beach club’lar sırayla açılıyor. Bu beach’lerde güneşin ve denizin tadını doyasıya yaşayabilirsiniz.
Alaçatı Kumrusu Başka Yerde Yenmez
Alaçatı’nın nesi meşhur derseniz, herkesten kumru cevabı alacaksınız. Kesinlikle diğer şehirlerde yediğiniz kumru diye adlandırılan benzer tatlardan daha lezzetli olduğunu ilk ısırıkta anlayabilirsiniz. Alaçatı tatili sırasında kumru yemeden dönmemeniz daha sonra pişman olmamanız için oldukça önemli! Çünkü kumru Alaçatı’da yenir! Özellikle gece kumru yemek için kendinizi sıra beklerken bulabilirsiniz.
Alaçatı Gece Hayatı Oldukça Hareketli
Alaçatı, eğlenmesini bilenler için oldukça hareketli! Akşamüstü saatlerinde dar sokaklarda sevdiklerinizle birlikte keyifli yürüyüşler yapabilirsiniz. Daha sonra meşhur rakı balık restoranlarında Ege mezeleriyle birlikte kolay kolay unutamayacağınız tatlar keşfedebilirsiniz. Özellikle sadece Alaçatı’ya ait mezeler, rakı masalarının olmazsa olmazı! Bir de arkadan keyifli bir müzik geliyorsa, değmeyin keyfinize! Karşınızda da sevdikleriniz varsa, Alaçatı tatili işte şimdi başlıyor demektir.
Alaçatı’da tabii ki diğer dünya mutfaklarına özgü restoranları da bulabilirsiniz. Seçim burada da size kalıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde meşhur Aya Yorgi Koyu‘na gidip, gece kulüplerinde eğlenebilirsiniz. Bu gece kulüplerinde giriş sıkıntısı olduğunu önceden belirtelim. Özellikle erkek erkeğe içeriye girmeniz bir hayli zor! Ayrıca giriş ücreti vermeniz gereken mekanlar da var.
İstanbul’da da oldukça meşhur bir bar olan Tektekçi, Alaçatı’nın en çok dikkat çeken mekanı! Geceleri özellikle gençlerle dolup taşan mekan, geç saatlere kadar açık! Alaçatı’daki tektekçinin ayrıca farklı bir özelliği var! Gece 1’den sonra dağıtılan kulaklıklarla eğlenceye devam ediliyor. Binaların iç içe olması, otel ve evlerin de barlara yakın olmasını gerektirdiğinden geç saatlerde yüksek ses yayını yasak! Ama Tektekçi, bunu oldukça akıllı bir şekilde kendi lehine çeviriyor.
Gecenin sonu tabii ki midye ve kumru! İzmir’in kumrusu gibi meşhur olan midyesi, tadını kesinlikle damağınızda bırakacak. Diğer şehirlerde gördüğünüz midyelerin aksine çok küçük olan İzmir midyesi, tadından ise ödün vermiyor. Bir yiyenin bir kez daha bırakamayacağı midyeden sayısız tane yiyebilirsiniz.
Alaçatı Taksi Ücretleri
Alaçatı’nın belki de tek derdi taksileri olarak biliniyor. Bu durumun nedeni de talebin arzdan oldukça fazla olması! Özellikle tatilcilerin yoğun ilgisiyle karşılaşan taksiler, maalesef tamamıyla onlara derman olamıyor. Bu durum da ister istemez taksi fiyatlarının oldukça yüksek rakamlara çıkmasına neden oluyor. İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerle arasında oldukça fiyat farkı bulunan taksiler ise durumdan memnun gözüküyor.
Çok mecbur kalmadıkça sık sık düzenlenen minibüs seferlerini kullanmanız, Alaçatı tatili sırasında ulaşıma fazla para harcamamanızı sağlayabilir. Seçim sizin!
Özellikle İstanbul ve çevresinde yaşayanların hemen hemen her yıl tercih ettiği Alaçatı, güzelliklerinden bir şey kaybetmiyor, aksine daha da üzerine katıyor. Siz de yurt dışına çıkmadan kendinizi yurt dışında hissetmek ve kaliteli bir tatil geçirmek istiyorsanız, Alaçatı tüm güzellikleriyle sizi ve sevdiklerinizi bekliyor.
#alaçatı#alaçatı gezisi#alaçatı otelleri#alaçatı taksicileri#atalaçatı turu#gezilecek yerler#İzmir alaçatı#izmir tatil turu#izmir turu#tatil yerleri#yaz tatili
0 notes
Photo

Ünlü Kâhin Nostradamus’un Hayatı ve Ekstralar
D’Artagnan
Charles de Batz veya de Montesqniou, kont d’Artugnun. Fransa kralının, maiyet atlıları subayıdır. 1611’de Audi (Fransa) yakınlarında doğdu, l(173’te Maastricht’te (Hollanda) öldü.
Dumas’nın yazdığı “Üç Silâhşörler” romanının kahramanı. Athos, Porthos, Aramls: Bu üç takma ad Fransa kralı XIII. Louls’nin birbirinden ay-nlmaz üç yiğit sIlAhşoruna aittir. Taşradan henüz gelmiş Gaskonya’lı genç ve yiğit bir soylu olan D’Artagnan’ın da bu üç ahbap çavuşların gürültücü ve sevimli grubuna katılmasıyla sayıları üçten dörde çıkan korkusuz şövalyeler bundan böyle maceradan maceraya atılacak, kardinal Richelleu’nün muhafızlarına karşı savaşacak, mutsuz ve tehdit altında yaşayan kraliçenin yardımına koşacaklardı… Fransız yazarı Alexandre Dumas’ın Üç Silâhşorlar adlı romanı pek tanınmış bir eserdir. Ne var kİ senyör D’Artagnan’ın gerçekten yaşadığını ve kralın maiyet atlılarına komutanlık ettiğini çok kimse bilmez. Yiğit ve dürüst bir asker olan D’Artagnan, Maastricht kuşatması sırasında yapılan bir çarpışmada kahramanca dövüşürken ölmüştür.
Savinien de Cyrano de Bergerac
Fransız yazarı Bergerac, 1619’da, Paris’te doğdu, 1655’te aynı yerde öldü. Fransız yazarı Edmond Rostand, kahramanı Cyrano olan Cyrano de Bergerac adlı bir piyes yazdı.
Küçük soylular sınıfından olan Cyrano de Bergerac önce orduya girmişti. Fakat aldığı ağır bir yara yüzünden askerlikten ayrılmak zorunda kaldı. Bundan sonra Cyrano de Bergerac, tiyatro eserleri, mektuplar ve romanlar yazmaya başladı. 1657’de kaleme aldığı Histoire Comique des Etats et Empires de la Lune (Ay’daki Devletlerin ve İmparatorlukların Gülünç Tarihi) ile 1662’de yazdığı Histoire Comique des Etats et Empires du Soleil (Güneş’teki Devletlerin ve İmparatorlukların Gülünç Tarihi) adlı iki romanı çok ilgi topladı. Cyrano, Edmond Rostand’ın 1897’de yazdığı beş perdelik piyesle ölümsüzleşmiştir. Rostand, eserinde gerçeklerden biraz uzaklaşarak onu koca burunlu gülünç bir kişi olarak tanımlamışsa da. Cyrano’nun kılıç kullanmadaki ustalığının yanı sıra, parlak ve ince zekâsını da kahramanına olduğu gibi mal etmiştir.
Michel de Nostre-Dame veya Nostradamus
Fransız müneccimi. 1503’te Saint-Rémy-de-Provence’da (Fransa) doğdu, 1556’da Saloa’da ölmüştür. Kehanetleri saf kimselerin daima ilgisini çekmiştir.
Doktor Nostradamus korkunç bir salgın sırasında vebalı insanları tedavi ederek bu-,yük bir cesaret örneği göstermiştir. Bununla beraber önünü bu fedakârlığına değil de dörtlükler hâlinde yazıp 1555’de Centuries Astrologiques (Müneccimlikle İlgili Yüzlükler) adı altında yayımladığı kehanetlerine borçludur. Boş inanları olan Fransa kraliçesi Catherine de Medicis, Nostradamus’u kendi müneccimi yapmıştı. Ünlü müneccim, daha XVI. Yüzyılda XX. Yüzyılı aşan kehanetlerde bulunmuştur. Çok kurnaz bir kimse olan Nostradamuş kehanetlerini, anlaşılması son derece güç bir falcı diliyle yazdığı için müneccimin dörtlüklerini çözmeye çalışanlar bunları kendilerine göre yorumlamışlardır. Bu yüzden bu konuyla ilgilenen kimseler, dörtlüklerin anlamı ve ifade etmek istediği şeyler üzerinde tam olarak görüş birliğine varamamışlardır
#D'Artagnan#Michel de Nostre-Dame veya Nostradamus#Nostradamus#Savinien de Cyrano de Bergerac#ünlü kahin Nostradamus
0 notes
Photo

İstanbul’un Eski Tarihinde Yer Alan Tokatlıyan Oteli ve Çevresinin Tarihi Turu
Tam karşımızdaki Tokatlıyan İş Hanı’nın yerinde bir zamanlar Beyoğlu’nun en gözde mekânlarından olan Tokatlıyan Oteli bulunuyordu. Ermeni mimar Hovsep Aznavuryan tarafından yapılan binanın sahibi bir başka Ermeni, Mıgirdiç Tokatlıyan’dı. Tokatlıyan, babası ve kardeşi Bedros’la beraber Sandal Bedesteni yakınlarında envai çeşit Ermenikari yemeklerin bulunduğu bir lokanta işleterek isim yaptıktan sonra 1897’de burada görkemli anlamına gelen Splendid Restoran’ı (Restaurant Splendide) açmıştı. Tokatlıyan, Pera Palas ve Park Otel ile birlikte İstanbul’un en lüks üç otelinden birisiydi.
Üstü yelpaze biçimli cam almlıklı kapısı ve geniş vitrinli pencereleri vardı. Pastanenin cam kenarındaki masalarda oturan müşterilerin tam görünmemeleri için vitrinler yanm boy, büzgülü tülle kaplıydı. Servis takımları ise gümüş ve markalıydı. Avrupa başkentlerinin lüks otel ve lokantalarıyla yarışacak kadar kaliteli hizmet veren Tokatlıyan’ın alt katı lokanta, pastane ve kafe, üst katlarıysa otel olarak işletiliyordu. Girişi mermer ve bronz heykellerle süslü olan lokantasında 1940’lı ve 50’li yıllarda zamanın ünlü müzisyenleri sahne alırdı.
Bunlardan birisi de ince bıyıklı, koca burunlu şovmen Kirkor Kirkoryan’dı (Gregor Gregorian). Gençliğinde İstanbul’dan Paris’e giden Kirkoryan, burada dönemin ünlü Fransız caz sanatçısı Ray Ventura’nm orkestrasında bir başka İstanbullu olan arkadaşı baterist Kirkor Aslan (Coco) ile birlikte bir süre çalışmıştı. Kirkor Aslan İstanbul’a dönmüş, Kirkor Kirkoryan ise müzikten sinemaya geçerek, kel kafası, patlak gözleri ve upuzun yüzü ile birçok filmde karakter oyuncusu olarak ün yapmıştı.
Kirkor Kirkoryan’ın Fransa’ya yerleşmesinden sonra Tokatlıyan’da gece on birden sabah beşe kadar çalmasıyla ün yapan piyanist Perez çıkmaya başladı. Piyanist Perez’in, takip eden yıllarda İlham Gencer’in yetişmesinde büyük emeği geçti. Müdavimleri arasında Ahmet Rasim, Yahya Kemal (Beyatiı), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Halit Fahri, Ercüment Ekrem (Talu), Abdül-hak Hamit (Tarhan), Fazıl Ahmet (Aykaç), Refik Halit (Karay), Aka Gündüz ve Sait Faik (Abasıyanık) gibi isimlerin yer aldığı Tokatlı-yan, 1950’lere kadar ününü ve süksesini yitirmedi. Gün geldi, Mıgir-diç Efendi’nin öz kızı, Yugoslav asıllı eşi Medoviç ile birlikte otelin yönetimini devraldı. Kız ve damat bir olup mu gönderdiler, yoksa kendi isteğiyle mi gitti bilinmez, Mıgirdiç Efendi ömrünün son yıllarında Nice’e yerleşti ve burada öldü. Tokatlıyan Oteli’nin kaderi de sahi-bininki gibi hüzünlü oldu. Önce, Karadenizli bir vatandaş oteli satın alarak Konak Oteli’ne çevirdi. Mahkemedir, tahliyedir derken otel boşaltıldı, her taraf sökülüp atıldı, tarih eşyalar da kaybolup gitti. O gün bugündür otel artık sevimsiz bir işhanı görünümünde.
#bugün günlerden İstanbul#İstanbul gezisi#İstanbul seyahati#İstanbul tarihi#İstanbul tarihi turu#İstanbul tarihiyle tur#İstanbul turu#tokatlıyan iş hanı#Tokatlıyan oteli
0 notes
Text
İstanbul Gümüşsuyu’nda Tarihi Yapı Analizleri
Gümüşsuyu’nda karşılıklı olarak iki koca bina duruyor. Birisi estetik, diğeri ise çirkinlik abidesi olarak yükselen bu iki binayı es geçmek olmaz. Bunlardan ilki Park Oteli ya da bugünkü haliyle Sürmeli Otoparkı. Tabii otoparkın tarihinden bahsedecek değiliz. Park Otoparkı’nın bulunduğu yerde Park Oteli vardı. Ondan da geriye gidersek, otel henüz yokken, yani 19. yüzyılın ikinci yansında bu bölgede İtalyan Elçisi Baron Alberto Blanc’nın konağı vardı. Söylenenlere göre iflasın eşiğine gelen Blanc bu% konağı 1897’de Berlin Sefiri Ahmed Tevfik Paşa’ya sattı.
Tevfik Paşa, İsviçreli eşiyle beraber bu eşsiz Boğaz manzaralı konakta on dört sene yaşadı. Konağın bir kısmının 1911’de yanmasının ardından, Pera Palas ve Tokatlıyan’ın eski günlerinde olmadığım düşünen Tevfik Paşa’nm oğlu Ali Nuri Okday, buraya bir otel yapmaya karar verdi. Otel 1930 yılında “en güzel deniz manzarası anlamında” anlamında Miramare adıyla açıldı.
Bir yıl sonra da Park Otel adını aldı ve kısa sürede özellikle barıyla dünyanın en iyi otellerinden birisi olarak ünlendi. Şüphesiz bu ününe kavuşmasında otelin efsane müdürü ufak tefek, gümüş saçlı, filozof bakışlı, setre pantolonlu Aram Efendi’nin (Aram Hıdıryan) rolü büyüktü. Yahya Kemal on altı yıl boyunca aralıksız otelin müdavimi oldu.
Adnan Menderes İstanbul’a geldiği zamanlarda daima burada kalırdı. Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Münir Nurettin Selçuk yine bu otelde kalan ünlü isimlerdi. Bir İtalyan ustanın elinden çıkma gül ağacı ve meşeden oyma ban da otelin kendisi kadar ünlüydü. Rakıcıların kekikli zeytin ve kırmızı biberli küp beyaz peynirinin burada ortaya çıktığı hâlâ söylenir. Fransız gümüşü kaplarda incecik pudra şekeriyle beraber servis edilen cinfizz’i ve kuru üzümlü martinisi de spesiyalleri arasındaydı.
Tango partileri, beş çayları ve özel gecelerle Park Otel kırk yıl boyunca sosyeteyi, edebiyatçıları, ressamları ve politikacıyı kendisine çekmişti. Fakat gün geldi, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sorunları otel de yaşadı. Tüm bunlara Hüton ve Divan gibi konforlu otellerin açılması eklenince, Park Otel 1979 yılında demir kapısını müşterilerine kapattı. Sürmeli Holding tarafından satın alman bina kentin en panoramik yerine yirmi altı katlı “modem” bir otel yapma düşüncesiyle yıkıldı. Yıllar süren hukuki mücadeleyi kazanan İstanbul oldu ve buraya yeni bir beton yığınının dikilmesine son anda engel olundu ama iş işten çoktan geçmiş, güzelim Park Otel yerle bir edilmişti. Neyse ki meşhur ban ve PO yazılı porselen takınılan yeni yapılması düşünülen otele konulması düşünüldüğünden korunabildi.
Alman elçilik olarak hizmet veren yapı 1923’ten sonra Alman Konsolosluğu adını aldı. Aslında Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki diplomatik üişkiler, Almanya’nın henüz Prusya Krallığı olduğu dönemde başlamıştı. 1865’te Prusya Elçisi olarak İstanbul’a gelen Kont St. Simon, Galata Kulesi yakınlarındaki Yazıcı Sokak’ta, bugün yerinde Doğan Apartmanı’nın yükseldiği eski bir Osmanlı konağı olan Mahmud Paşa Konağı’nda kalıyordu.
Eski konakta bitip tükenmek bilmeyen sorunlar elçiyi isyan noktasına getirmiş ve Berlin’e bir mektup yazmaya zorlamıştı. Tavandan şıpır şıpır damlayan sulardan bahsettiği mektubu, Alman devletini etkilemiş olmalı ki daha büyük ve modem bir elçilik binası yapılmasına karar verildi. 1870’lerin ortalarında Grand Rue de Pera üzerinde yeterince geniş arazi kalmamış olmasının yanı sıra Boğaziçi ve Marmara’ya hakim manzarası Almanları burada bir elçilik binası yapmaya teşvik etmişti.
Yapımına 1874’te başlanan ve 1877’de tamamlanan bina Almanya’nın 1871’de ulusal birliğini oluşturmasından sonra yabancı bir ülkede yaptırdığı İlk elçilik binası olma özelliğine sahip. Mimarı Hubert Göbbels, 1872’de İstanbul’a gelmişti. İstanbul’da projeyi hazırlamasi koşulların ve isteklerin sık sık değişmesi nedeniyle iki yıl surdu. Ama kendisi bu önemli yapısının bittiğini göremeden 1874’te genç yaşta öldü. Binanın inşaatı yardımcısı Albert Kortüm tarafından tamamlandı. Mimar Göbbels, bir diğer projesi olan Alman Hastanesi’nin de bittiğini göremedi. Hastane ölümünden sonraki üç yılda inşa edildi. Binanın dört köşesinde bir zamanlar kartal figürleri bulunuyordu. Bu özelliğinden dolayı binaya Kuş Sarayı (Pala-is d’Oiseau) adı verilmişti.
Dönemin Alman gazeteleri bu figürleri “Avrupa ve Asya’yı kucaklamak isteyen” kartallara benzeterek Alman İmparatorluğu imgesini vurgularlar. Ancak, Almanlar Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılınca, 1918’den sonra bu figürler kaldırıldı.
Alman Konsolosluğumun hemen karşı çaprazında Gümüşsüyü Askeri Hastanesi yer alıyor. Sultan Abdülmecid Gümüşsüyü Kışlası’ndaki topçu askerlerin tedavileri için bu hastaneyi yaptırmıştı. Hastaneyi İngiliz Konsolosluğu’nun miman W.J. Smith 1850’de tamamlamıştı. Hastanenin bir diğer özelliğiyse Osmanlı’da sıcak su ile ısıtılan ilk bina olması. Caddenin karşısındaki Japon Konsolosluğu binası ise OsmanlI Bankası’nın eski müdürlerinden Arnavut asıllı Rum olan Pan-galis Beyün evi olarak 1904’te inşa edildi. İnönü Caddesi üzerinde günümüzdeki tek ahşap bina olan üç katlı konak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japon Elçiliği olarak kiralandı, 1928’de de Japonya’nın malı oldu. 1937’de elçilik Ankara’ya taşınınca, önce Japon elçisinin yazlık konutu, sonra da Japonya’nın İstanbul Başkonsolosluğu oldu. Almanya ve Japonya’nın dünya siyasetine geç girmesi bir bakıma Pera’da da kendini hissettiriyor.
Gümüşsüyü ve Ayaspaşa günümüzde de İstanbul ve Beyoğlu’nun seçkin yerleşim bölgelerinden birisidir. Eskisi 19. yüzyıl başından kalan apartmanlarda, aralarında tanınmış isimlerin de bulunduğu sanatçı, edebiyatçı, doktor, mühendis gibi orta-üst ve üst sınıfa mensup kişiler oturmaktadır.
Park Oteli ve Alman Konsolosluğu’nun ortasındaki yokuştan inildiğinde, Selime Hatun Camii ve aşağısında sağda Süryani Katolik Patriklik Binası bulunuyor. Oradan sonra da Kabataş’ın inişli çıkışlı dar sokaklarına gidiliyor. Aralarında “Sormagir”, “Pürtelaş”, “Çifte Vav” gibi ilginç isimli olanları da var. Arazi oldukça dik olduğu için, İstanbul’un en bildik merdivenleri ve yokuşları da Ayaspaşa’nın alt taraflarında bulunuyor. Ancak, kitabı Beyoğlu ile sınırlı tuttuğumuz için oralara girmeyerek geziyi burada noktalıyoruz.
#alman konsolosluğu#İstanbul alman konsolosluğu#Istanbul gezileri#İstanbul konsoloslukları#İstanbul tarihi#İstanbul tarihi yapıları#İstanbul turu#Pak oteli#pra müzesi
0 notes
Text
Bugün ki İstanbul Turunda Sürpriz Yer “Çiçek Pasajı”
Kiliseyi takip edersek son yılların gözde eğlence mekanı, meyhaneleri ve restoranlarıyla ün yapan Nevizade Sokak’a (eski adı Ermeni Kilise Sokak) ulaşabiliriz. Nevizade meyhaneleri arasında eski meyhane geleneğini sürdüren meyhanelerin en ünlüsü, iki Rum ortak tarafından 1941’de Krepen Pasajı’nda açılan ve pasajın yıkılmasının ardından buraya gelen İmroz. Nevizade tarafına gitmeden İstiklal Caddesi’ne doğru yönelelim ve yan kapısından Çiçek Pasajı’na girelim. Eski adı Çite de Pera olan Çiçek Pasajı geçtiğimiz yüzyılın zengin Rum bankerlerinden, az ileride göreceğimiz bir Rum lisesinin de finansörü olan Hristaki Zoğrafos tarafından mimar Cleanthe Zanno’ya yaptırıldı.
Pasajın bulunduğu yerde dönemin Suriye Valisi Maruni Michel Na-um Efendi’nin ünlü tiyatrosu bulunuyordu. Naum Efendi kurduğu tiyatroda ilk Türkçe operaları İstanbul halkına sunmuştur. Aslına bakılırsa, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Avrupa ülkelerine gönderilen elçilerin ülkemize döndüklerinde padişaha hazırlayıp sundukları raporlarda, opera kelimesinden bahsettikleri görülüyor. Uzun uzun, seyrettikleri operaları anlatan elçiler sarayda operalara ilginin uyanışına yolu açtılar. Osmanlı tarihinde, III. Murad döneminde (1574-1595) sarayda ilk müzikli oyun sergilenmişti. Kendisi de bir besteci olan padişah III. Selim döneminde (1761-1808), Topkapı sarayında 1797 yılında yabancı bir topluluğa opera temsili verdirildiği o dönemin saray katibinin tuttuğu notlardan anlaşılıyor. 18 ve 19. yüzyıllarda da Osmanlı elçilerinin sefaretnamelerinde opera ile ilgili bilgiler yer almayı sürdürdü.
Tanzimat’tan sonra İstanbul’da yapılan tiyatro binalarında İtalyan opera toplulukları tarafından Verdi operalarının temsilleri verildi. Türkiye’de daha çok 19. yüzyılın ortalarına doğru başlamış bulunan, müzikte yenileşme çabalarına, her şeyden önce İtalyan opera sanatı örnek olmuş ve bu sanatın beşiği olan İtalya’daki hocalardan yararlanılmıştır. Tanzimat’tan yedi yıl sonra, 1846 yılında büyük İtalyan bestecisi Verdi’nin Emani operası Beyoğlu’nda sahnelendi. Beyoğlu tiyatrolarında, İtalyan opera topluluklarının sergiledikleri operalar büyük bir izleyici grubuna hitap ediyordu.
1840’ta Bosco adlı bir İtalyan cambaz tarafından yapılan ilk tiyatro binasında, metinleri Türkçe ’ye çevrilerek oynanan operaların ilki Gaetano Donizetti’nin Belisario operasıydı. Gaetano, Asmalımescit’te evini gördüğümüz, Muzıkayı Humayun’un kurucusu Donizetti Paşa’nm kendisinden sekiz yaş küçük kardeşiydi. Ünü ağabeyininkini aşmıştır. 1844’te Bosco’nun tiyatrosu Naum Efendi’ye devredüdi. Naum Tiyatrosu’ndaki ilk opera yine Gaetano Donizetti’nin Lucrezia Borgia adlı yapıtı oldu. Naum Efendi’nin tiyatrosu yirmi altı yıl İstanbullulara hizmet verdi. 1846 yılında yanan bu tiyatronun yerine, Naum Efendi, bugünkü Tokatlıyan İşham’nm bulunduğu yerde yeni bir tiyatro kurdu ve tiyatronun ilk temsiline Sultan Abdülmecid de geldi. Resim, tiyatro, Batı müziği ve operaya düşkün genç sultan her türlü yeni ve ileri hareketi destekliyordu. Boğaziçi kıyılarındaki sarayında tiyatro oynatıp seyrediyordu. 1856’da İstiklal Caddesi, Dolmabahçe Sarayı’nın gazhanesi tarafından havagazıyla ışıklandırıldığında sanatsever sultanın bir jesti olarak Naum Tiyatrosu da bundan nasibini almıştı.
Naum Tiyatrosu’nun, Haziran 1870’deki Büyük Beyoğlu Yangını’nda ikinci defa yanması ve Osmanlı İmparatorluğumun siyasi bunalımlar içine girmesi, opera konusunun gereğince ele alınmasına imkan sağlayamadı. 19. yüzyılın sonlarından İmparatorluğun resmen tarihe karıştığı yıl olan 1923’e kadar geçen süre içinde de opera duraklama dönemine girdi; hak ettiği yere ancak Cumhuriyettin ilanı üe birlikte yeniden kavuştu. Naum Efendi’nin hatırasına verilen Tiyatro Sokağı adı bugünkü biçimiyle Sahne Sokağı olarak duruyor.
Opera üzerine bu notların ardından kaldığımız yere dönelim. 1870 yangınında ahşap tiyatrosu ikinci defa yanan Naum Efendi’nin gücü yeni bir tiyatro yapmaya yetmemiş olacak ki arsayı sarayın sütçü başılığından bankerliğe yükselen Hristaki Zoğrafos satın aldı. Zoğrafos buraya yeni bir pasaj yaptırdı. O tarihten itibaren de pasaj Hristaki Pasajı olarak anılmaya başlandı, ta ki Abdülhamid’in sadrazamlığını yapmış olan Said Paşa binayı 1908 yılında satın alıncaya kadar…
Pasajın Çiçek Pasajı olarak anılmasıysa 1920’li yıllara denk geliyor. 1920’li yılların başlarında, İstanbul’a gelen Beyaz Rusların, mütareke döneminde pasajın içinde birkaç çiçekçi dükkanı açmalarının ardından adı Çiçek Pasajı olarak kaldı. Çiçek Pasajı, zaman içinde İstanbul’un en iyi meyhanelerinin bulunduğu yer haline geldi. Bugünkü görünümünü almadan önce pasajda sadece erkeklerin girebildiği ve “baloz” adı verilen, gemicilerin müdavimi olduğu, kavgası gürültüsü eksik olmayan müzikli ve danslı meyhaneler vardı. Çiçekçi dükkanları arasındaki balozlarda büyük fıçılar üzerinde ayakta siyah bira, bira-votka, şarap veya rakı içilirdi. Entelektüel Cavit, Stop, Seviç, Palmiye, Nektar, Kime Ne, Karadağ, Aile, Pasaj, Tempo, Mahzen o dönemin en gözde mekanlarıydı. Bazıları halen yaşatılmaya çalışıyor. Son 20-30 yılda pasaj özelliğini kaybetmese de değişikliklere uğradı. Kimilerine göre İstanbul’un en iyi meyhaneleri hâlâ buradadır.
İstanbul ve meyhaneyi ayrı düşünmek olmaz. İstanbul’da meyhanelerin tarihi Bizans’a kadar dayanır. Osmanlı döneminde de meyhaneler sayılan artarak varlığını sürdürdü. Osmanlı padişahlarının çeşitli dönemlerde koydukları içki yasaklarına rağmen meyhanelerin sayısı bir türlü azalmadı. IV Murad, içki ve tütüne koyduğu yasaklarla ün yapmıştı. Ünlü İstanbul tarihçisi Reşad Ekrem Koçu, o dönemde geçtiği varsayılan bir hikayeyi şöyle anlatır:
“İçki yasağının en amansız devri, IV Murad zamanı olmuştu. Ne kadar garip bir tesadüftür ki ayyaşların piri Bekri Mustafa da o devirde yaşamıştır. Bekri Mustafa Üsküdar iskelesinde kayıkçılık yaparken, bir gün Sultan Murad ile sadrazamı Bayram Paşa tebdil-i kıyafet gelirler ve mahsus koca ayyaşın kayığına binerler, sahilden bir hayli açılınca, kayıkçı rakı testisini dikip birkaç yudum içer.
Sultan Murad:
‘Baba testiyi uzat, bir yudum su da ben içeyimV der.
Bekri Mustafa, güler:
lSen içemezsin oğul, içindeki su değil, rakıV der.
Sultan Murad:
lNiye içemeyeyim?’ deyince,
Mustafa,
‘Tahammül edemezsiniz, belli olur, hem kendinizi hem beni yakarsınız!1 der.
Sultan ısrar edince Mustafa testiyi uzatır… Yol aladursunlar, testi elden ele dolaşır… Bir ara Sultan Murad,
‘Baba, sen Padişah yasağından korkmaz mısın?1 diye sorar.
Bekri Mustafa,
‘Korkarım, amma Padişah beni burada nerden görecek?1 der. Padişah,
‘Ya ben haber verirsem? deyince
Mustafa,
‘Veremezsin, sen de içtin, kellelerimiz beraber düşer!1 cevabmı verir.
Bunun üzerine çakırkeyif olan hükümdar,
‘Ya ben Padişah, bu adam da Sadrazam Bayram Paşa ise?1 deyince,
Bekri Mustafa kürekleri bırakıp kahkahayı atar:
‘Seni köftehor… Ben demedim mi tahammül edemezsin diye! Şunun şurasında iki yudum rakı içtiniz, biriniz padişah, biriniz vezir olmağa kalktınız!
Eski dönemlerde meyhanelerde genellikle şarap içilirdi. Rakının yavaş yavaş şarabın yerini alması 1850’li yıllarda oldu. Meyhaneler şarap içilen yerler olmaktan çıkarak çoğunlukla rakı içilen yerlere dönüştü.
#Büyük Beyoğlu yangını#çiçek pasajı#Dolmabahçe sarayı#İstanbul çiçek pasajı#İstanbul gezisi#İstanbul seyahati#İstanbul turu
1 note
·
View note
Text
Şişhane Turu Ve Dahası
Altıncı Daire Binasının alt tarafında kalan bölge de “şeşhane”den bozularak Şişhane haline geldi. Şişhane’deki birçok bina istimlaklerle yıkılmış olsa da meydandaki Frej Apartmanı tüm heybetiyle duruyor. Binanın tarihi ve mimarı bilinmezlikler içindedir. Yapılış tarihi konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte 19. yüzyıl sonu ya da 20. yüzyıl başı olduğu sanılıyor. Mimarları iki Rum: Konstantinos Kyri-akidis ve Aleksander Neokosmos (Yenidünya). Kyriakidis, 1871’de İstanbul’da doğdu ve kırk dört yaşma kadar İstanbul’da yaşadıktan sonra Atina’ya göç etti, 1942’de de orada öldü. Ortağı Yenidünya ise bugünkü Goethe Enstitüsü binası (bir zamanlar Vemudakis Apartmanı) başta olmak üzere birçok apartman inşa etti.
Frej Apartmanı’nın sahibi Beyrutlu zengin Selim Hana Frej’di. Selim Bey’in Hıristiyan ya da Maruni olduğu söylenir. Babası Arap, annesi Amerikalı’ydı. Aile o kadar varlıkhydı ki Selim Frej, Hayfa, Lübnan ve Trablusgarp kıyılarının kabotaj hakkını Osmanlı İmparatorluğu’ndan 99 yıllığına isteyecek konumdaydı. Aile fertlerinden Musa Frej, İran Şahı’ndan “Arslan” ve “Güneş” nişanlan almıştı. Sınırsız servet, pırıltılı yaşamlar beraberinde bazen trajedileri de getiriyor…
Ticaretten bankerliğe kadar her işi yaparak sınırsız servet sahibi olan ailenin üç çocuğu vardı: Jean, Alfred ve Angel. Tek kız çocuğu olan Angel dönemin en yakışıklı gençlerinden Arnavut Dukakinzade Ailesi’nden Feridun Bey, yani Feridun Dirimtekin ile evlenir. Feridun Beyin unvanları saymakla bitmez. Kurtuluş Savaşı’nda Yunan General Trikopis’in kılıcını teslim alan kurmay, Harp Akademisinde hoca, Türkiye Tlıring ve Otomobil Kulübü yöneticisi, Ayasofya Müzesi Müdürü, yazar, aristokrat, entelektüel… Bu evliliğin ardından Angel Frej artık İstanbul sosyetesinde Madam Aysel Dirimtekin diye büinir. Rengarenk emprime giysileri ve yurtdışmdan getirttiği tüllü, tüylü, çiçekli ve kuşlu zarif şapkaları ile kokteyllerde Ye davetlerde boy gösterir, patlattığı şen kahkahalarıyla tüm dikkatleri üzerine çeker.
Gün gelir, Feridun Bey emekli olur. Heybetli Frej Apartmanı 1948 yılında 150 bin liraya satılır. Feridun-Aysel Dirimtekin çifti Nişantaşı’nda sade bir apartman dairesine taşınırlar. Feridun Beyin yolda yürürken belediyenin kazıp üzerini örtmediği bir çukura düşerek bacağını kırması, aynı zamanda aÜenin de düşüşünün başlangıcıdır. Kısa bir süre sonra Feridun Bey ölür, miras kavgaları başlar. Mirasçılar deli diye iftira ettikleri Aysel Hanım’ı akıl hastanesine yatırtırlar. Sonra da huzurevine… Frej’in tek kızı Angel artık yaşamın bambaşka bir yerindedir. Antikaları çalınır, mirasçılar evlerini paylaşır. Bir gün Aysel Hanım, eşi Feridun Bey gibi bir çukura düşer, bacağını kırar ve sonra yaşama veda eder. Aysel Hanım adeta tek bir yaşamda farklı yaşamları görmüştür. Önceleri zenginlik, ihtişam, mutluluk, sonralarıysa yoksulluk, hastalıklar, acılar ve ölüm…
Alexandre Vallauri
Merdivenlerden aşağıya doğru inerek Meşrutiyet Caddesi’ne çıkalım. Hemen köşede Galata Antique Hotel olarak kullanılan bina Ale-xandre Vallauri’nin eseri. Burada bir zamanlar tanınmış zücaciyeci Fransız Henri Hipolit Decugis oturuyordu. Ailesiyle birlikte yazlan Fenerbahçe’de çok büyük bir yalıda yaşayan Decugis, kışlık bir konağın inşası için Vallauri ile anlaştı. Ünlü zücaciyeci, yapımı kısa sürede tamamlanan üç katlı binaya 1881 yılında çocuklan ve kansmı da alarak taşındı. Decugis, uzun yıllar yaşadığı bu konakta güzel günler geçirdi ama hayatının son yıllan sıkıntılar ve acılarla geçti. Kan-sının 1940’ta ölümü üzerine iki yıl boyunca kapüannı kimseye açmadı. Fransa’dan özel olarak getirttiği kepenklerle tüm odalan karanlığa gömdü. Eşinin yasını bu şekilde tuttu. 1942’de yaşama gözlerini yumdu. Eşinin yanma, Feriköy Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Kışlık konak da oğluna kaldı. 6-7 Eylül olaylarından sonra Decugis’nin oğlu binayı satarak Fransa’ya göç etti.
Kaderine terk edilen bina, 2001 yılında restore edilerek otel haline getirildi. Bugün binanın altında ünlü mimarın adını taşıyan bir de kafe bulunuyor. Vallauri, tanınmış Levanten aüelerden birisinin çocuğu olarak 1850’de İstanbul’da dünyaya gelmişti. Babası Osmanlı sarayının başşekerlemecisi Eduard Vallauri idi. Dönemin Levanten aileleri, çocuklarını mimarlık eğitimi almaları için Avrupa’ya gönderiyordu. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat sonrası değişen yaşam tarzı içerisinde mimarlar iyi para kazanıyordu. Vallauri de eğitim görmesi için, Paris’e gönderildi. Burada dünyanın en iyi mimarlık okullarından Ecole des Beaux-Arts’da eğitim gördükten sonra 1878 yılında İstanbul’a döndü. Genellikle pahalı inşaatların mimarı olarak bilinen Vallauri, maliyeti çok yüksek nazır konaklan inşa etti, çok sayıda önemli resmî yapıya da imzasını attı.
İstanbul’a döndükten sonra şehirde geçirdiği otuz yü boyunca yaptığı yirmi beş önemli yapı arasından İstiklal Caddesi’ndeki Serkl Dor-yan (Cercle d’Orient) Binası, Pera Palas Oteli, Union Française binası, Haydarpaşa’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (bugünkü Marmara Üniversitesi), Çiftehavuzlar’daki Cemü Topuzlu Köşkü, Cağaloğlu’ndaki Düyun-u Umumiye binası (bugünkü İstanbul Erkek Lisesi) ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni sayabüiriz. Vallauri mimarlık eğitiminde de görev almıştı. İnşaatını bizzat gerçekleştirdiği binasmda 1883’te öğretime açüan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali’nin ilk mimarlık hocasıdır. Said Nahum Duhani, Vallauri’nin hayatta istediği hemen her şeye kavuştuğunu, yalnız çok istediği Fransız elçiliğinin resmî mimarı unvanını elde edemediğini belirtir.
Decugis’nin evini geçer geçmez, tek blok bir apartman görüyoruz. Bu bina, Tanzimat dönemi bankerlerinden Musevi Avram Kamondo’ya ait. Kamondolar İspanya-Portekiz kökenli bir aüeydi. Önce Venedik’e göç edip orada birkaç yüzyıl yaşamışlar, oradan da 18. yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelmişlerdi. Avram Kamondo ise bu aüenin bir mensubu olarak Ortaköy’de doğmuştu. Bankacılıktan edindiği servetini bankerliğe yatırdı. Osmanlı İmparatorluğunda gayrimenkul edinme izni alan ilk yabancı uyruklu kişi oldu. Avram Kamondo, Tanzimat Dönemi sadrazamı Mustafa Reşid Paşa’nm sıkı dostu ve finansörüydü. Biriken borçlarını ödeyemeyen Reşid Paşa, kalp krizi geçirip son nefesini verirken dahi başında Kamondo vardı.
Kamondoların şaşaalı yaşamı gittikleri Paris’te de bir süre devam etti. Orada, Paribas Bankası’m kurdular. Kendi müzelerinin dışında Louvre’a zengin bir koleksiyon bağışlamışlardır. Ailenin reisi Avram Kamondo 1872’de Paris’te öldü ve isteği üzerine naaşı İstanbul’a getirildi. Öldüğü gün, bankalar ve borsa tatil edilmiş, Haliç esnafı da kepenk kapatıp yas tutmuştu. Aüenin geri kalan üyeleriyse, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazüerin toplama kamplarında yok olup gitti. Geriye de sağda solda kendi isimlerini taşıyan bir takım evleri, konaklan, hanlan ve işyerleri kaldı.
Kamondoların evinin karşı köşesinde İtalyan zengin Foscolo’nun evi var. Foscolo’nun akşam içkisini içerken Haliç’te bir sandalı ateşe verip yanmasını seyretmek gibi zevkleri de vardı! Foscolo’nun evinin bulunduğu Yemenici Sokak’ta ise Hahambaşılık binası bulunuyor. Türkiye Hahambaşısı, Türkiye’de yaşayan tüm Musevilerin lideri olarak kabul ediliyor. Yüzyıllardır fiili olarak varolmalarına rağmen hahambaşı olarak kabul edilmeleri Tanzimat dönemine denk geliyor. Hahambaşılık binası Cibali, Ortaköy, Balat gibi semtlerde bulunduktan sonra 1909 yılında günümüzdeki yerine taşmdı. Bugünkü görünümüne ise 1993 yılındaki kapsandı restorasyonun ardından kavuştu.
General Yazgan Sokak’ın adı eskiden Sümbül Sokak’tı ve bu sokakta ünlü Alman lokantası Fischer bulunuyordu. 1941’de açılan lokanta 1953 yılında Galatasaray Lisesi’nin yan sokağına, oradan da 1967’de İngiliz Sarayı’nın yalanlarına taşınmıştı. Uzun yıllar Alman Fischer Ailesi’nin işlettiği bu lokanta, 1978’de bir daha açılmamak üzere kapandı.
#Alexandre Vallauri#avram komandon#avram komandon ailesi#fischer ailesi#general yazgan sokak#İstanbul#İstanbul rehberi#İstanbul şişhane#İstanbul tarihi turu#İstanbul turları#şişhane#şişhane tarihi
0 notes
Text
Asmalımescit
Markiz Pastanesini ve Aynalı Şark Pasajinı da gezdik. Böylece, Beyoğlu’nun, Tünel-Galatasaray arasındaki bölümü sona erdi. Şimdi Asmalımescit, oradan da İstiklal Caddesi’nin paraleli sayabüe-ceğimiz Meşrutiyet Caddesi ve Tepebaşı bölgesine doğru gidelim. Markiz’i geçtikten sonra sağdaki ilk sokaktan Asmalımescit’e girebiliriz. Fikret Adil, Asmalımescit 74 isimli kitabında 1930’lu yılların Asmalımescit’ini şöyle anlatır:
“Macera peşinde vatanını bırakan, hudut dışına atılan, yayan devri aleme çıkan ecnebiler ve barlarda çalışan bütün artistler Asmalımescitf te otururlar. Dünyanın her köşesinden gelmiş, ekserisinin milliyetleri ancak pasaportlarında -eğer varsa- yazılı bu insanların etrafında, gene ecnebi, fakat en aşağı yirmi yıldır Asmalımescit’e yerleşmiş bir grup daha vardır. Bunlar artist acenteliği, tefecilik, pansiyonculuk ve tellallıkla geçinirler, her lisanı konuşurlar, hiçbirisini okuyup yazamazlar, Türkçe imzalarını atmayı bilirler ve zabıtadan tanıdıkları çoktur.
Marsilyalı bir ‘souteneur’, Napolili bir “lazzarone’, Şikagolu bir ‘gangster’ kendini Asmalımescit’te yabancı saymaz. Buranın hususiyetini, güneş görmeyen, dolambaçlı, rutubetli, her köşebaşı amonyak kokusu neşreden sokaklara açılan demir kapılı, demir kepenk ve parmaklıklı pencereleriyle bu müteaffin havayı teneffüs etmeye hazırlanan karanlık evlerin sakinleri tamamlar.
Odalardaki çiçekler, saksıları içerisinden pencerelere doğru zayıf dallarını uzatmaya çalışırlar, yirmi beş mumluğu geçmeyen elektrik lambaları küvetlerdeki suların pisliklerini göstermezler ve insan eğer bu evlerden birisinde oturursa geceleri uyuyamaz, çünkü Asmalımescit’in nabızları gibi, mütemadi topuk sesleri, sofalarda, bitişik evlerde dolaşır, her an odanızın önünde birinin nefes aldığını zannedersiniz. Sabaha karşı da uyumak kabil değildin Bu saatlerde artistler işlerinden dönerler, ekserisi içmiş olduğu için yüksek sesle konuşurlar, beraberlerinde getirdikleri adamlarla Vaha içelim, yatmayalım’ diye münakaşa ederler, gramofon çalarlar. Bütün bunlara, sokaktan geçmeye başlayan simitçi, zerzevatçı, sütçü naraları, tramvay dan-danlan karışır. Âsmalımescit’te insan, ancak oraya yerleştikten bir hafta sonra ve sabah sekiz ile on altı arası uyuyabilir. ”
Bir zamanlar varlıklı Levanten ailelerin oturduğu sokağın eski görüntüsünden artık eser yok. Sokağın sonlarına doğru İstanbul’un eski lokantalarından Yakup 2 bulunuyor. Yakup’un yerinde Alman Kohut’un işlettiği Kohut Lokantası vardı. Lokantası iyi iş tutan Ko-hut, üeride göreceğimiz, yine kendi adını taşıyan otelini açtı. Hemen yanında ise Maltalı Lewis Mizzi’nin sahibi olduğu, bir dönemin yüksek tirajlı Levanten gazetelerinden The Levant Herald’m yayımlandığı yer bulunuyor. Köşede, önünde bir de türbe bulunan binanın eski sakini Donizetti Paşa’ydı. Donizetti Paşa’dan ve yaptıklarından kısaca bahsedelim.
Sultan II. Mahmud 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırarak yeni bir ordu kurduğunda orduda Avrupa devlederindeki örnekleri gibi bando olmasını da istemişti. Yapılan girişimler sonucunda, daha önce Napolyon’un ordusuyla birçok savaşa katılmış ve Avrupa’nın her yerine gitmiş olan bir bando şefi bulundu. Şef öyle bir şefti ki, Napolyon’u Elbe Adası’ndaki yüz günlük sürgününde ve Waterloo Savaşı’ndaki yenilgisinde bile yalnız bırakmamıştı. Donizetti Paşa ya da gerçek adıyla Giuseppe Donizetti, 1828’de II. Mahmud döneminde İstanbul’a gelerek sultanın huzuruna çıktı. Beş altı ay gibi kısa bir sürede saray bandosu Mızıkayı Hümayun’u kurdu. Sultan Mahmud’un oğlu Abdülmecid’in tahta çıktığı günlerde bestelediği Mecidiye Marşı yıllarca milli marş olarak kullanıldı. Bu marştan dolayı Sultan Abdülmecid, Donizetti’yi üzeri elmaslarla işli ve tuğralı bir tütün tabakasıyla ödüllendirdi. Daha sonra miralaylığa yükselen Donizetti’ye miralaylık nişanı ve işlemeli bir kılıçla birlikte paşa unvanı verildi. Aldığı ödüller arasında Sardunya Kralı’mn onur nişanı ve Fransız Hükümeti’nin ünlü “Legion d’Honneur” (lejyon donör) nişanı da vardı. Yaşlılığında bir süre de emprezaryoluk yapan Doni-zetti Paşa, Şubat 1856’da İstanbul’da öldüğünde kendisi için büyük bir tören düzenlenerek Harbiye’deki Saint-Esprit Katedrali’ne gömüldü. Mezarı halen (bugün Nötre Dame de Sion Lisesi’nin bahçesinde yer alan) katedralin bodrum katindadır. Ağabeyinden yirmi sekiz yıl boyunca ayrı kalan kardeşi büyük opera bestecisi Gaetano Donizetti, kendisinden “II Turco” diye söz ediyordu.
Donizetti’yi de andıktan sonra, Asmalımescit Sokak’tan geri dönelim ve Sofyalı Sokak’a saparak derleyelim. Sokaktaki meyhaneler arasında tarihe mal olmuş bir tanesi var: “Refik” Adını kurucusu Re- . fık Arslan’dan alan meyhane tam elli bir yıldır aynı yerde hizmet veriyor. Meyhanenin ilginç bir kuruluş öyküsü var. Rize’nin Hemşin ü-çesinde ustalık yapan Ali Aslan’ın Refik, Memiş, Niyazi ve Aslan isminde dört oğlu varmış. Bunlardan Memiş dışındaki üçü ekmek parası için 1938 yılında İstanbul’a gelmiş. Üç kardeşten Refik o dönemin ünlü Alman lokantası Fischer’de çalışmaya başlamış ve orada mezeciliği öğrenmiş. 1954 yılında açtığı lokantasma da kendi adını vermiş. Refik, özellikle Rum meyhanecilerin yanında çalıştığı için meyhane kültürünü kapmıştı. Balık yemekleri ve mezeleri her zaman bir numara olmuştur. Herkes kendi ekmeğini kendisi keser, ne yemek istiyorsa tezgahtan alır, çıkarken de hesaplayıp öder. Türkiye’nin son elli yılının sanat ve edebiyat dünyasına ışık tutan lokantanın masalarından Edip Cansever, Türgut Uyar, Aydın Boysan, Burhan Uyar, Selahattin Giz, Abidin Dino ve daha birçok tanınmış aydm geçti…
0 notes
Text
İstiklal Caddesi Üzerindeki Tarihi Yerlerin Keşfi
İstiklal Caddesi’nden yürümeye devam edelim. Rus Konsolosluğu’nun yanında geniş kapısı ve bu kapıdan aşağıya doğru inen merdivenleriyle Santa Maria Draperis Kilisesi’ne girebiliriz. Draperis bir Katolik Fransisken Kilisesi ve 1871’deki büyük yangından sonra inşa edilmiş. Draperis Kilisesi’nin tarihi aslında çok daha eski. İlk kilise 1584’te Tophane’de denize yakın bir bölgede yapılmıştı. Kilise zaman içinde Galata civarında çeşitli yerlere taşındı. Bugünkü yerine 1769’da gelen kilise, günümüzdekine binasına 1870 yangının ardından kavuştu. Girişte dönemin sultanı Abdülhamid’e ve şehremini (belediye başkanı) Rıdvan Paşa’ya yazılmış iki teşekkür plaketi dikkati çekiyor. Merdivenlerden inince kapının üzerinde kucağında çocuk İsa ile Meryem (Madonna) mozaiği parıldıyor. Yapının en değerli parçası olan mozaik kilisenin ilk günlerinden, yani 16. yüzyıldan kalma. Bir rivayete göre, yangında tüm küise yanmış ama mozaik yangını atlatmış. O yüzden de kilisenin en değerli parçası… Oldukça geniş bir iç mekana sahip olan kilisede bir dönemin ünlü Danimarka sefiri Beyoğlu doğumlu Baron Hübsch’ün de mezarı bulunuyor. Draperis Kilisesi’nin mimarı İtalyan Guglielmo Semprini. Semprini, 1870 yangınının ardından geldiği Beyoğlu’nda uzun ydlar kalmış ve Tepebaşı ile Tünel civarında çok sayıda bina yapmıştır. Bunların en bilinenleri Almanlar için yaptığı Alman Hastanesi ve Teutonia binalarıyla, Saint Georg Avusturya Lisesi, Santa Maria Draperis Kilisesi, Saint Antu-an Kilisesi, Tepebaşı’ndaki Londra Oteli’dir.
Postacılar Sokağı
Draperis Kilisesi’nden yürüyüşe devam edince Postacılar Sokağı’nı ve sokağın hemen ilerisinde Hollanda Elçiliği olarak inşa edilen, elçiliklerin Ankara’ya taşınmaya başlandığı 1920’li yıllardan itibarense Hollanda Konsolosluğu olarak kullanılan binayı görüyoruz. 17. yüzyıldan itibaren Doğu ticaretine açılan Hollandalılar İstanbul’da ilk diplomatik temsilciliklerini uzun yıllar önce açmışlardı. Büyük Beyoğlu yangınıyla ahşap binaları yanıp yok olan Hollandalılar, yeni bir bina için mimar arayışına girdiler.
O dönemlerde, az önce bahsettiğimiz Rus Elçilik binasının gösterişi göz kamaştırıcıydı. Hollandalılar kendi elçiliklerinin inşası için Fossattilere teklif götürdü. Teklifi kabul eden Fossattiler, 1855 yılında Hollanda Elçiliği için bir proje çizip Hollanda hükümetine sundular. Binayı yapmak ise İtalyan mimar Giovanni Battista Barborini’ye nasip oldu. Barborini’nin binayı yaparken Fossattilerin çiziminden yararlanıp yararlanmadığını tam olarak bilmiyoruz. Ancak, Hollandalıların elçilik binasının az gerideki Rus Elçiliği ile benzerlik göstermesi böyle bir olasılığı mümkün kılıyor. Beyoğlu’nun değişim sürecinde önemli bir isim olan Barborirri’den ilerleyen sayfalarda tekrar bahsedeceğiz. Geçtiğimiz yıllarda ciddi bir restorasyon geçiren elçilik binasının koridorlarım 19. yüzyıldan kalma tablolar süslüyor. Giriş kapısındaki Orange Ailesi’nin armasını koruyan iki aslan ve Fransızca “Je Maintiendrai” (Var Olacağım) mesajı dikkat çekici. Hollanda Elçiliği ile ilgili bu bilgilerden sonra şimdi, Bir kaç adım verive dönerek Postacılar Sokağı’na sapalım.
Dar ve dik yokuştan aşağıya doğru inerken sol tarafta Dutch Cha-pel bulunuyor. Günümüzdeki yenilenmiş görüntüsüne aldanmamak lazım, çünkü Dutch Chapel, İstanbul’daki en eski Protestan kilisesi. 1711’de inşa edilen kilise 1857’den bu yana Union Church tarafından kullanılıyor. Dutch Chapel’in hemen aşağısında dar bir koridorun sonunda İstanbul’un en eski Katolik kiliselerinden olan 1581 tarihli Saint Louis Şapeli var.
Greminy Şövalyeleri Galata’yı terk edip, o zamanlar bağ bahçe olan bu bölgeye geldiklerinde bir de kilise yapmışlardı. Bugünkü bina 1831 yangınından sonra yapıldı. Diğer girişi Fransız Sarayı’nın olduğu tarafta olmakla beraber şapel günümüzde ibadete açık değil. St. Louis’nin hemen bitişiğinde bir dönemin ünlü Levanten ailesi Glavaniler’in apartmanım görüyoruz. Postacılar Sokağının bitip dar bir yokuşla Tomtom Kaptan Sokağı’na girilen yerde tabelası halen duran, ancak artık kullanılmayan İspanyol Elçilik binasını görüyoruz. Binanın içinde Sancta Terra (Kutsal Topraklar) Şapeli bulunuyor. Şapelin tarihi oldukça eski. 1670’te yapılmış, ancak 1871’deki yangında yanınca yerine bugünkü bina yapılmış. Günümüzde sadece özel günlerde İspanyol Fransiskenlerin ibadetine açılıyor.
#Fransiskenler#Greminy Şövalyeleri#istiklal caddesi gezisi#istiklal tarihi#istitklal caddesi tarihi#kutsal topraklar#postacılar sokağı#Sancta Terra#Taksim turu
0 notes
Photo

Yaşanılası Yerler Florya ve Yeşilköy Gezisi
Atatürk Havaalanı’nın biraz ötesindeki Florya, İstanbul’un en sakin semtlerindendir. Çok sayıda müstakil ahşap evin olduğu Yeşilköy de Florya gibi huzuru tercih edenlerin mekânı. Eski ismi Ayastefanos olan semt, o dönem burada yaşayan ve yeşiline hayran kalan Halid Ziya Uşaklıgil’in önerisiyle bugünkü adına kavuşmuş.
Florya
Bazılarına göre Florya adını, burada bir av köşkü yaptıran Kanuni Sultan Süleyman’ın Başdefterdarı İskender Çelebi’nin doğduğu yer olan Arnavutluktaki Florina’dan almış. Bazı kaynaklar ise Yunanca “Florion”dan geldiğini söylüyor. Florya Marmara Denizi kıyısında uzanan güzel bir kumsala sahip. Deniz kıyısında uzanan güzel bir kumsala sahip, deniz kıyısında birinci sınıf bir kahvaltı ya da güzel bir akşam yemeği yemek isteyenlerin popüler mekânı.
Yemyeşil doğası ve pastel rengi ahşap evleri ile Yeşilköy ise lüks kavramının gösterişten uzak ve zarif olabileceğinin de kanıtı. Gürültülü havaalanına yakınlığına rağmen İstanbul’da yaşanacak en güzel yerlerden biri olarak kabul ediliyor.
Deniz Köşkü
Florya, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Atatürk’ün ilgisini çekmiş. Belediye, Atatürk’e armağan edilmek üzere bir köşk yaptırmaya, bunun için de bir proje yarışması açmaya karar vermiş. Yarışmayı kazanan mimar Seyfi Arkan’ın Avrupa Bauhaus etkisiyle yaptığı ve 1935 senesinde açılan köşkte, farklı zamanlarda toplam 42 gün kalmış Atatürk. Aralarında İngiltere Kralı VIII. Edward ve eşi Mrs. Simpson’ın da olduğu bazı üst düzey konukları burada ağırlayan Atatürk’ün ölümünden sonra cumhurbaşkanları İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürkve Kenan Evren tarafından kullanılmış köşk. Atatürk’ün kaldığı zamanki eşyaları ile bir Atatürk Müzesi’ne (Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri açık) dönüştürülen köşkte daimi bir “Atatürk İstanbul’da” sergisi yer alıyor.
Florya Sosyal Tesisleri
Bu sıradan isme bakıp aldanmayın, gerisinde kafieler, restoranlar, çocuk oyun alanları ve çiçek bahçelerinin yer aldığı harika bir park var. Daha da ötesi, burası misafirlerin ayakkabılarını çıkartarak dolaştığı yarı değerli taşlarla döşenmiş Türkiye’nin ilk Refleksoloji Parkı. Sizi taşıyan ayaklarınıza dinlenme ve masaj şansı verin, taşların üzerinde yürüyün.
Ayastefanos’tan Yeşilköy’e…
Bugünkü Yeşilköy, Bizans döneminde Aya Stefanos olarak adlandırılmış. İlk Hıristiyan şehidi Aziz Stefan’ın kemiklerini taşıyan gemi Roma’ya giderken fırtına nedeniyle burada durmak zorunda kalmış ve küçük balıkçı köyünün adının da belirlenmesine neden olmuş. Haçlıların Latin Ordusu İstanbul’a saldırıyı başlatmak için 1203 senesinde burada karaya çıkmış. Şehrin işgali de bir sene sonra 1204’te gerçekleşmiş.
XIX. yüzyılda tüm köy padişahın hediyesi olarak bir Ermeni aileye, Dadyanlara verilmiş. Kırım Savaşı sırasında burada kalan Fransız askerleri, şehirdeki üç deniz fenerinden birini buraya inşa etmişler. Birçok önemli, tarihi olaya tanıklık etmiş Yeşilköy. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bağımsızlığını ilan eden Bulgarlara yardım için 1876 senesinde Rus ordusu ilçeye girmiş. Sultan II. Abdülhamid barış istemek zorunda kalmış.
Simonoğlu ailesine ait muhteşem bir ahşap konakta imzalanan ve Osmanlı için çok ağır koşullar içeren 1878 Ayastefanos Antlaşması ile yeni Bulgaristan’ın sınırları Tuna Nehri’nden Ege Denizi’ne kadar çizilmiş. Sultan II. Abdülhamid’in Selanik’e sürgüne gönderilme kararı İttihat ve Terakki Cemiyeti Gön Türkler) tarafından 1909 senesinde yine burada alınmış.
93 Harbi (Rumi Takvim’e göre 1293 yılında yapıldığından) olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında batıda Yeşilköy’e kadar ilerleyen Rus ordusu, ölen askerlerinin anısına 1895 senesinde Rus mimarisinin tüm özelliklerini yansıtan, Rus kilisesine ait motiflerle süslü bir anıt yaptırmış.
Yapılma aşamasında Rus ve Osmanlılar arasında büyük çekişmelere neden olan anıt, OsmanlIlar tarafından bir yenilgi simgesi olarak görüldüğü için 14 Kasım 1914’te törenle yıkılmış. Fuat Uzkınay bunu filme çekmiş ve “Ayastefanos‘taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” Türk Sineması’nın ilk filmi olarak tarihteki yerini almış.
Şimdiki Yeşilköy
XIX. yüzyıla ait bir çok güzel, ahşap ev tamir edilip boyanmış, günümüzde çok sayıda dükkana ve akşamları hoşça vakit geçirmenizi sağlayacak bar ite restorana ev sahipliği yapıyor. Cümbüş Sokağı’ndaki St Stephen Katolik Kilisesi’ne uğradığınızda altarının üstünde yer alan Aziz Stefan’ın 34 veya 35 yılında taşlanarak öldürülmesini anlatan tabloyu görmeden ayrılmayın. Köşeyi döndüğünüzde karşınıza çıkacak küçük liman, harika bir Prens Adaları manzarası armağan ediyor misafirlerine. İnci Çiçeği Sokağı’nda Surp istepanos Ermeni Kilisesi, Mirasyedi Sokak’ta da Ayios Stefanos Rum Ortodoks Kilisesi var. Dolayısıyla tüm kiliseler farktı mezheplere alt olmalarına rağmen Aziz Stefan’a ithaf edilmiş.
Yeşilköy Tren İstasyonu ve Semprini Evleri
1871 tarihli istasyonun ziyaretçilerinden biri de 1909 Hareket Ordusu’yla semte gelen Atatürk’tü… İstasyonun en eski yapısı ise dışardan kolayca seçilen su deposu.
İtalyan asıllı Levanten mimar Semprini’nin yaptığı yan yana duran üçevi9oo’lü yılların başında inşa edilmiş. İstanbul’da birçok esere imza atmış olan Semprini’en önemli eserlerinden biri Taksim Tepebaşı’nda bulunan Büyük Londra Oteli’dir.
#Atatürk istanbulda#ayastefenos Yeşilköy#deniz köşkü#florya sosyal#florya sosyal tesisleri#İstanbul florya#İstanbul yeilköy#Semprini Evleri#Yeşilköy#Yeşilköy tren istasyonu
0 notes
Photo

Jüstinyen’in Eserlerinden Biri “Küçük Ayasofya”
Sultanahmet Camii’ne kısa bir yürüme mesafesinde bir VI. Yüzyıl eseri, buna rağmen az bilinen bir yer. Sevimli avlusu sıradışı bir mekana geldiğinizin habercisi gibi. Ayasofya’nın küçük kardeşinin önünde göreceğiniz harabelerin Bizans deniz surlarının uzantısı olduğunu hatırlatıp gezimize başlayalım.
yüzyılın başlarında, Bizans İmparatorluğu’nun en büyük isimlerinden biri olan Jüstinyen, amcası imparator Anastasios’a karşı isyanla suçlanır ve idamına karar verilir. İmparatorun rüyasına giren azizler Sergius ve Bakhüs yeğeninin hayatım bağışlamasını isterler. Jüstinyen tahta geçtiğinde ilk yaptırdığı kiliseyi, aynı zamanda askerlerin de koruyucusu Olduğuna inanılan bu azizlere adar.
Küçük Ayasofya
Sergius Bakhüs Kilisesi, Arasta Çarşısı’nın arkasından Marmara Denizi’ne uzanan Küçük Ayasofya Caddesi’nin sonunda yer alıyor. Etrafı boş bir arazinin ortasındaki binanın sık görülmeyen yuvarlağımsı şekli dikkatinizi çekecek. Jüstinyen’in Ayasofya’dan beş yıl önce, 527′ de yaptırdığı Küçük Ayasofya, İtalya’nın Ravenna şehrinde inşa ettirdiği San Vitale Kilisesi’ne de benziyor. XVI. Yüzyılda kilisenin bir minare ve avlunun etrafında yer alan odaların ev sahipliği yaptığı medresenin de eklenmesiyle camiye dönüştürülmüş. Bu çalışmayı yaptıran II. Bayezid devrinin Kapı Ağası Hüseyin Ağa bu caminin bitişiğindeki türbeye gömülmüş adı da medresede yaşar olmuş.
2006 yılında baştan aşağı restore edilen Küçük Ayasofya sonuçta eski çağlardan kalan paslarından kurtuldu ancak birçok restorasyonun ortak kaderini paylaştı; çeşitli çevrelerin eleştirilerine hedef olurken bazılarının da övgülerini de topladı.
Küçük Ayasofya’nın İç Görünümü
Kelimelerin kifayetsiz kaldığını ve yüreğinizden sessiz bir alkış koptuğunu hissedeceksiniz. Hüseyin Ağa’nın eklemelerinin bir parçası olan son cemaat yerinden dikdörtgen şeklindeki bir nartekse geçeceksiniz. Burası, İstanbul’da bir örneği daha bulunmayan ve belki de yapının en çarpıcı parçalarından biri olan iki katlı yüksek sıra sütunlar ile çevrelenmiş bir narteks.
Siyah, yeşil ve kırmızı mermerden yapılmış olan sütunların üstünde Bizanslıların adeta sepet gibi ördükleri sütun başlıkları kullanılmış. Nartekste ayrıca Jüstinyen ve karısı Theodora’nın kiliseyi Aziz Bakhüs’e değil Aziz Sergius’a adadığına dair ilginç bir yazıtı orta bölümü çevrelerken göreceksiniz.
Üst kattaki kolonları incelemek isterseniz girişin yanındaki merdivenlerden yukarı çıkın. Bu sayede kilisenin ihtişamlı görünümünü kuş bakışı seyredebilirsiniz. XVI. yüzyılda kilisenin camiye çevrilmesi sırasında binaya mihrap ve mimber eklenmiş. Nefin arkasına doğru, geçmişte vaftiz, Osmanlı döneminde de abdest almak için kullanılmış olan bir su tulumbası bulunuyor.
Hüseyin Ağa Medresesi
Kilise-camiyi gezmeyi bitirdikten sonra, medreseyi oluşturan odacıkları turlamakta fayda var; burada ebru çalışmaları, çiniler, kakma işli kutular ve Osmanlı tarzı minyatürler yapan sanatçıları görebilirsiniz. I Ofislerden biri günümüz Kazakistan’ında doğmuş ve Yeseviye Tarikatını kurmuş olan şair ve sufi Ahmet Yesevi’nin (1093-1166) öğretilerini! İçeren dergi ve kitapları da satıyor. Tam ortadaki küçük kafe ise hem soluklanmanız hem de güzellikleri beyninize nakşetmeniz için size zaman sağlama görevini üstlenmiş.
Jüstinyen Gerçekten de Büyük Mü?
İmparator Jüstinyen’den (483-565) genelde “Büyük” sıfatıyla bahsedilir ve Doğu Kilisesi’nde bir aziz olarak görülür. Dönemin tarihçisi Procopius ise “Gizli Tarih” isimli eserinde “insan formundaki şeytan” tanımlamasıyla çok farklı bir kişilik çiziyor Jüstinyen için… Onu kararsız, kötü, açgözlü ve karısının kölesi bir karakter olarak tanımlıyor. Eşi Theodora’ya layık gördüğü ise “aşağılık fahişe” tanımlaması. Jüstinyen’in Türkiye’de hiç mozaiği yok. Olanlar ikonoklast dönemde yok edilmiş.
Bukoleon Sarayı ve Çatladıkapı
Bizans imparatorluk saraylarından günümüze ulaşabilmiş nadir kalıntılardan biri de Ahırkapı sahilinde yer alan Bukoleon Sarayı Çatladıkapı’ya doğru yöneldiğinizde sarayın duvarlarını ve mermer pencere çerçevelerini göreceksiniz. V. yüzyıla dayanan tarihiyle saray, Büyük Saray’ın bir parçasıymış. İsminin sarayı süsleyen boğa (buko) ve arslan (leon) heykellerinden aldığı sanılıyor. İmparator Jüstinyen döneminde restore edilen saray, İmparator Theophilos’un IX. yüzyıldaki hükümdarlığı zamanında denize bakan balkonu eklenerek genişletilmiş.
Saray, 1204’teki IV. Haçlı Seferi sırasında Montferratlı Boniface tarafından ele geçirilmiş. Bizans monarşisi tarafından 1261 yılında restore edilen saray, zaman içinde gözden düşerken Ayvansaray’daki Blachemae Sarayı asillerin gözdesi haline gelmeye başlamış. Osmanlıların 1453’te İstanbul’u fethettiği dönemde tamamen bir harabeye dönmüş olan saray, 1873’te tren yolunun geçmesi üzerine kısmi olarak yıkılmış. Bukoleon Sarayı ile Küçük Ayasofya arasındaki Çatladıkapı’nın 1532’deki deprem sırasında hasar gördüğü için böyle adlandırıldığı söyleniyor. Bazı kaynaklar ise Fatih döneminde lakabı “Çatladı” olan birinden geldiğini belirtiyor.
#Blachemae Sarayı#Bukoleon sarayı#çatladıkapı#hüseyin ağa medresesi#İstanbul bukoleon sarayı#İstanbul çatladıkapı#İstanbul küçük Ayasofya#jüstinyen hakkında#küçük Ayasofya#küçük Ayasofya camii#küçük Ayasofya kilisesi
1 note
·
View note
Text
Beyazıt Çevresindeki Tarihi Yerler
Şehri Resimlemek
Kaliforniyalı sanatçı Trici Venola İstanbul’a 2004’te gelmiş. O günden beri şehirdeki tarihi eserlerin, siyah-beyaz resimlerini çiziyor. Sergiler açıyor, eserleri kitapları süslüyor. Biz onunla karşılaştığımızda Büyük Valide Han’ı resimliyordu.
Beyazıt Meydanı ve Çevresi
Bizans döneminde kentin en büyük meydanı, Osmanlı döneminde ise bir saray meydanı olan bugünkü Beyazıt Meydanı İstanbul’un kent imgesini oluşturan temel öğelerden biridir. Çevresinde Bayezid Camii gibi önemli eserler var. Tarihi Yarımada’nın merkezinde bulunan bölge aynı zamanda şehrin ana ulaşım akslarının odağında yer alıyor.
Beyazıt Camii, Kapalıçarşı’ya gidenlerin önünden aceleyle l geçerken pek dikkat etmediği şehirdeki en güzel klasik camilerden biri. XVI. yüzyılın başında yapılan eser, zarif avlusuyla bu kalabalık meydanda bir vaha gibi çıkıyor karşınıza. Hemen yakınındaki İstanbul Üniversitesi’nin etkileyici kapısı ve Serasker Kulesi buradaki tarihi yapılardan sadece birkaçıdır.
Burası IV. yüzyılda Kontantinopolis’teki en geniş meydâ adını burada bulunan boğa heykelinden alan Forum Tauri imiş. Bugünkü Beyazıt Meydanı ile hemen hemen aynı alanı kaplayan meydan, 393 senesinde, İmparator Theodosios tarafından yeniden yapılandırılmış ve onun onuruna Forum Theodosios adı verilmiş. Büyük kemerli binaların çevrelediği meydanda göze çarpan yapıtların başında Roma’daki Trajan Sütunu’na benzer bir sütun, Theodosios ve oğulları Honorios ile Arcadios’un heykellerinin süslediği zafer takı gelirmiş. Bu anıtlardan geriye kalanlar bugün anayolun üstünde duruyor.
Beyazıt Devlet Kütüphanesi
Caminin hemen karşısında, 18 32 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından kütüphaneye dönüştürülünceye kadar imaret olarak kullanılan binayı göreceksiniz. 2009 yılında tamamiyle restore edilen bina, 1884 yılından beri Beyazıt Devlet Kütüphanesi olarak hizmet veriyor.
İstanbul Üniversitesi
Şehirdeki en büyük üniversite olan İstanbul Üniversitesi aynı zamanda en eski olanı. İlk önce Fatih Suttan Mehmed döneminde Fatih Camiindeki sekiz medresede kurulmuş. Beyazıt, Selimiye ve Süleyman iye camilerine bitişik olan medreseler ayrıca üniversitenin farklı fakültelerinin de öncülleri olmuş. İstanbul Darülfünun adıyla kurulan ilk “üniversite”, 1923’te Cumhuriyet ilan edilince Beyazıt Meydanı’nın arkasındaki Seraskerat (Savaş Bakanlığı) binasına taşınmış. 1933 yılında İstanbul Üniversitesi adını almış. Üniversitenin bugün kullandığı binalar 1866 yılında Fransız mimar Auguste Bourgeois (1821-1884) tarafından tasarlanmış. Muhteşem bir kapının altından geçilerek kampüse giriliyor. Ünlü öğrencileri | ‘arasında yazar Ahmet Hamdi Tanpınarve Orhan Pamuk, şair Orhan Veli, müzisyen Mercan Dede, politikacı Yıldırım Akbulut ve David Ben Gurion var.
Kapıdan geçip içeri girin. Beyazıt Kulesi’ni ve Süleymaniye Camii’nin harika manzarasını görmek için arkaya doğru yürüyün. Burada ayrıca | 1960 darbesine neden olan olaylarda 20 yaşında ölen öğrenci Turan Emeksiz’in bir büstüyle karşılaşacaksınız. Üniversitenin önündeki meydan şimdi daha tanıdık geldiyse hatırlamanıza yardımcı olalım, Cuma Namazı sonrası sık sık gösterilere sahne olan yer burası.
İstanbul’da Taşınan Saraylar
Bizans İmparatorlukları saraylarını bugünkü Sultanahmet Meydanı’na yapmışlar. 1204’teki IV. Haçlı Seferi’nin şehir üzerindeki tahribatından sonra ise kara surlarının sonunda, Edirnekapı’daki Blachernae Sarayı’na taşınmayı tercih etmişler.
1453’tekî çarpışmalar sırasında Blachernae Sarayı da hasar görmüş ve Fatih Sultan Mehmedjeski Theodosios Forumu arkasında İstanbul’daki ilk evini, Eski Saray’ı (Saray-ı Atik) yaptırmış. Sultan buradaki ve Edirne’deki diğer Eski Saray arasında gidip gelirken Topkapı Sarayı’nın (Saray-ı Cedid) inşaatı da başlamış.
Topkapı Sarayı’na taşınan Fatih, burayı ölen sultanların eşleri ve cariyeleri için ikinci saray olarak bırakmış. Eski Saray şu anda İstanbul Üniversitesi bahçesinde ve Süleymaniye Camii’nin olduğu yerde bulunuyormuş. Geniş bir alanı kaplayan Saray’ın bir kısmı 1866 yılında Seraskerlik Dairesi (bugün üniversitenin merkez binası olarak kullanılıyor) yapılırken bir kısmı da Süleymaniye Camii’nin inşası sırasında yıkılmış.
#beyazıt devlet kütüphanesi#beyazıt kütüphanesi#beyazıt meydanıi beyazıt çevresi#beyazıt tarihi#beyazıt tarihi yerleri#İstanbul sarayları#İstanbul üniversitesi#İstanbul üniversitesi beyazıt#İstanbulda taşınan saraylar
1 note
·
View note
Photo

Tahtakale ve Rüstem Paşa Camii Turu
Tahtakale; Bizans’tan Osmanlı’ya, hatta oradan günümüze kadar hep ticareti, iş hayatını ve parayı çağrıştırılmış. Mal canın yongası elbette ama bir de insanın şehrin sesini duyması, anlattıklarını dinlemesi var ki işte o “hayali cihan değer”… Bu düşüncelerle yola çıktım; bir Sinan şaheserini ve ona eşlik eden tarihi yapıları görmeye, hikâyelerini dinlemeye, Tahtakale’ye geldik.
Tahtakale
Tahtakale‘nin labirent benzeri sokaklarını keşfetmek size İstanbul’un eski günlerini hatırlatacak. İnsanların alışveriş sırasında pazarlık ettikleri, pazarlık ederken de ahbaplıklar kurdukları günleri… Bu sokaklarda aradığınız hemen hemen her şeyi bulabilirsiniz; paketleme malzemeleri, çocuk oyuncakları, incik-boncuk, bıçak, baskül, yorgan ve hatta yeni yıl süsleri.
Eski İstanbul’un tarihi merkezlerinden birinde gezerken göreceğiniz kafe ve restoran levhalarının sizi sıradan mekânlara götüreceğini sanmayın. Soluklanmak için oturduğunuz kafelerden birinin bir XV. yüzyıl hamamı olduğunu görüp şaşırabilirsiniz. Tahtakale Hamamı çevre esnafının kullanması için yaptırılmış. İstanbul’un en eski ve en geniş hamamlarından biri olarak kabul edilen bu görkemli yapı 5000 metrekareden büyük bir alana sahip. Zor günler geçirmiş bu tarihi hamam; I. Dünya Savaşı’ndan sonra satılmış, 1980’li yıllarda soğuk hava deposu olarak kullanılmış.
1988’de başlayan ve yaklaşık beş yıl süren restorasyon sırasında yedi yüz kamyon moloz çıkartılmış içinden. Rüstem Paşa Camii’nin yakınında yer alan hamamda kadın ve erkek bölümleri ayrı yapılmış. Bugün bir kafeye ve sıradan dükkânlara ev sahipliği yapıyor. Restorasyonu özensiz olunca ortaya vasat bir yapı çıkmış, geçmişin görkemli izleri silinmiş.
Rüstem Paşa Camii
Rüstem Paşa Camii’ni denizden baktığınızda algılamak yakına geldiğinizde ayırt etmekten çok daha kolay, çünkü Tahtakale’yi çevrele] yen kaosun arasında gömülü kalmış. 1561 yılında Kanuni Sultan 1 Süleyman’ın damadı ve veziri Rüstem Paşa için Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş. Daha önceleri caminin yerinde bulunan Halil Efendi Mescidi çukurda kaldığı için Sinan caminin altına yaptığı dükkânları platform olarak kullanmış ve böylece cami yüksek bir zeminin üstüne oturur hale gelmiş. Aşağıdan merdivenle çıkılarak girilen cami, baştan aşağı İznik çinileriyle kaplı, özellikle lale motifi olanlar Osmanlı çinicilik sanatının en nadide örneklerinden.
Cami büyük ihtimalle yeni kaybettiği kocasının anısına Mihrimah Sultan tarafından yaptırmış. Genellikle camilerin en az iki minareli yapıldığı şehirde tek minareli bu bina oldukça mütevazı bir görüntü veriyor. Dış görünüş yanıltmasın sizi, yapı duvarlarından mihrab ve mimberine kadar her şeyin çinilerle kaplı olduğu muhteşem bir eser. İznik çinilerinin taklit edilemeyen ünlü mercan kırmızısıyla yapılmış lale ve karanfil desenleri olağanüstü. Newsweek dergisi camiyi dünyanın 50 mücevheri üstesine almıştı. 1666 ve 1776 yıllarında çıkan yangınlardan etkilenen ve restorasyonlar geçiren caminin orijinal çinilerinden bazıları ne yazık ki çalınmış.
Damat Rüstem Paşa
Kanuni Sultan Süleyman’a iki farklı dönemde sadrazamlık yapan Rüstem Paşa (1500-1561), Mihrimah Sultan’ia da evlenerek padişahın damadı olmuş. “Damat” lakabını bu yüzden almış. Kayınvalidesi Hurrem Sultan (Rokselana) ve eşiyle birlikte Şehzade Mustafa’nın öldürülmesine sebep olduğu düşünülüyor.
Karşıtlarının kendisini gözden düşürmek için çıkardığı “cüzzamlıdır” dedikodusu yayıldığı sırada üzerinde bit çıktığı için yazılan “Olursa bir kişinin bahtı kavi talihi yar! Kehlesi dahi mahallinde onun işine yarar” (Ballı kişinin üstünde bit çıksa işe yarar) beyi-tinden sonra bir lakabı da “Kehle-i İkbal” olarak kalmış, çünkü o zamanlar cüzzamlı insanlarda bit olmayacağı düşünülürmüş. Yaşadığı dönemde padişahtan sonra en zengin insan olduğuna inanılan Rüstem Paşa, bu muhteşem servetinin bir kısmını Cağaloğiu’ndaki Rüstem Paşa Medresesi ve Karaköy’deki Rüstem Paşa Hanı’nın yapımına harcamış. Şehzade Mehmed için yapılan camide Şehzade Mehmed’in yanına gömülmüş.
Muhteşem Sanatın Dökümü İznik Çinileri
Türkiye’de çinicilik tarihi çok eski ve M.Ö. 7000 yılına kadar uzanıyor. Ancak en değerli olanları XVI. yüzyıldan sonra yapılanlar. 1514 yılında Tebriz’in alınmasıyla birlikte Acem çini ustaları İznik’e taşınmışlar ve çini sanatının gelişmesine katkı sağlamışlar. İznik, lale ve karanfillerde kullanılan ender ve değerli mercan kırmızısının ilk üretildiği yer. XVII. yüzyıldan sonra meşale Kütahya’ya devredilmiş.
Civardaki Hanlar
Rüstem Paşa Külliyesi’nde iki han var: Büyük Çukur Han ve Küçük Çukur Han. Her ikisi ne baharat deposu olarak kullanılıyor. Rüstem Paşa Camii’nin yakınında iki han daha var. Yuvarlak kemerleri V. yüzyıldan kalma gibi duran Balkapanı Han muhtemelen İstanbul’daki hanların en eskisi. Yakınlarındaki Hur-malı Han göreceli olarak daha yeni ve Bizans döneminden kalma tuğla tonozlara sahip.
Zindan Han
Eminönü’nde, Haliç teknelerinin yanaştığı yerin yakınında, sahilde bulunan Zindan Han, XIX. yüzyılda batı mimari tarzında inşa edilen en büyük üçüncü han. Bina restore edildi ve günümüzde Haliç manzaralı Storks Restaurant’a ev sahipliği yapıyor.
Hanın hemen yanındaki dikdörtgen planlı Cafer Baba Kulesi, Haliç’teki surlardan günümüze bozulmadan ulaşabilen tek Bizans kulesidir. İçinde IX. yüzyılda Abbasilerin yöneticisi Harun El-Reşid’in elçisi olarak İstanbul’ gelmiş ve kuleye hapsedilmiş olan Cafer Baha’nın türbesi var. Binanın bodrumumdaki türbesi XVII. yüzyıl gezgini Evliya Çelebi’nin de belirttiği gibi, özellikle eski mahkûmlar tarafından ziyaret edilen kutsal bir yer haline gelmiş. Yanında yatan Ali Baba, Cafer Baha’nın İslâmî seçen gardiyanıymış.
Hemen yandaki küçük Ahi Çelebi Camii, 1523 yılında Mekke’den yaşadığı yere dönerken buradan geçen bir hekim için inşa edilmiş. Evliya Çelebi, seyahatlerine bu camide uyuyakalıp rüyasında Hz. Muhammed’den “şefahat”yerine yanlışlıkla “seyahat” istemesiyle başlamış. Cami,i98o’li yıllardaki Haliç çevre düzenleme çalışmalarından 1539 ve 1653 yıllarında çıkan yangınların ve 1894 depreminin verdiği ağır hasarlara eş bir zarar görmüş. Neyse ki 2009’da bütünüyle restorasyondan geçti.
#büyük çukur han#damat Rüstem paşa#İstanbul tahtakale#İstanbul zindan han#iznik çinileri#küçük çukur han#Rüstem paşa#Rüstem paşa camii#Rüstem paşa hanları#Tahtakale#Zindan han
1 note
·
View note
Photo

İstanbul’un Altıncı Tepesi; Edirnekapı ve Karagümrük
Ünlü Kariye Müzesi’ni gezme telaşı ile ziyaretçilerin gözden kaçırdığı Edirnekapı bir dönem Eyüp Camii’nde kılıç kuşanan Osmanlı padişahlarının şehre girmek için kullandığı kapıymış. Eski başkent Edirne’den gelenler de bu kapıdan geçip girerlermiş İstanbul’a. Bu suriçi semti barındırdığı tarihi eserlerle gezmeyi hak ediyor. Karagümrük ise ilginç eserleri saklıyor bağrında.
Bizans dönemindeki adı “Harisius” olan Edirnekapı o dönemde de merasim kapısı solarak kullanılır, imparatorlar sefere çıkarken veya seferden dönerken bu kapıdan geçerlermiş. Fetih sırasındaki çarpışmalarda ilk gedik bu kapıda açılmış ve Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a bu kapıdan geçerek germiş. Hemen yakınındaki semt, Karagümrük ise adını Fatih’in gümrük vergilerini toplama yetkisini bağışladığı imparatorluğun ünlü kabadayısı Kara Davud’tan almış. Karagümrük, Cerrahpaşa gibi İstanbul’un ilk Türk semtlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Mihrimah Sultan Camii
Altıncı tepenin üstünde ve Edirnekapı’nın içinde yer alan Mihrimah Camii bir Mimar Sinan şaheseri. Koca Sinan’ın 1562 ve 1565 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman’ın en sevdiği kızı Mihrimah Sultan için yaptığı cami tek minareli. Külliyesinde medrese, mektep, türbe ve hamam olan cami olağanüstü pandantiflere sahiptir. 1766 ve 1894 depremlerinde büyük hasarlar gören bina, 2009 yılında baştan aşağı restorasyondan geçti. Çifte hamamı hala ziyarete açıktır.
Sinan’ın eserlerinde, devletin hiyerarşik düzenini dikkate alan ve eserlerin görünümünde bunu yansıtan bir mimari üslup var. Bu tarz uzun yıllar klasik OsmanlI mimarisinde kabul görmüş. Bu nedenle biçim olarak Süleymaniye ve Selimiye külliyelerini andırmasına rağmen mimarbaşı Mihrimah Sultan Camii’ni yaparken buranın bir padişaha değil, padişah ailesinden birine ait olduğunu taşlarla anlatma becerisini göstermiş.
Eğer biri size hangi Mihrimah Sultan Camii’ni gezdiğinizi sorarsa şaşırmayın. Sinan Mihrimah Sultan’ın isteği üzerine iki cami yapmış. Biri Üsküdar sahilinde, diğeri Edirnekapı’da. Sultan cami külliyelerinin yapılacağı yerin seçimini mimarbaşına bırakmış. Mimar Sinan camileri yapmak için karşılıklı öyle iki nokta seçmiş ki ilkbahar aylarında güneş (Mihr) Edirnekapı’daki caminin üstünden batarken ay (Mah) Üsküdar’daki caminin iki minaresi arasından doğuyor. Bu bir rastlantı mı yoksa usta mimar, Mihrimah Sultan’ın ay ve güneş anlamına gelen adına gönderme yapmak için hesaplayarak mı yapmış camileri, yorum sizin…
Yedi Tepe
Roma gibi Konstantinopolis de çoğu meydan olarak yedi tepe üzerine inşa edildi. Şehrin 1453’teki fethinden sonra sınırları hemen hemen aynı kaldı, fakat tepelerin altısına görkemli imparatorluk binaları dikildi. Bugün birinci tepede Topkapı Sarayı, İkincide Nuruosmaniye Camii, üçüncüde İstanbul Üniversitesi ile Süleymaniye Camii, dördüncüde Fatih Camii, beşincide Yavuz Selim Camii, altıncıda Mihrimah Sultan Camii var. Sadece yedinci tepe olan Cerrahpaşa’da bilindik bir eser yok ama gizli kalmış hazineler mevcut.
#edirne kapı#Edirnekapı#İstanbul altıncı tepe#İstanbul Edirnekapı#İstanbul yedi tepe#Mihrimah Sultan Camii#Yeditepe#Yeditepe İstanbul
0 notes
Photo

İstanbul’un Tarihini Sembolize Eden Fatih’e Küçük Bir Gezi
Millet Kütüphanesi
Camiden Fevzi Paşa Caddesi’nin diğer tarafına geçince ulaşacağınız Millet Kütüphanesi, Diyarbakır doğumlu bir gezgin ve kitapsever olan Ali Emiri Efendi (1857-1924) tarafından kurulmuş. Tarihi 1700’lere dayanan eski Feyzullah Efendi Medresesi’nin ev sahipliği yaptığı kütüphane, 2008’de tamamen restorasyondan geçti. Çeşmeler ve palmiyelerle süslü zarif avlusu medreseye çıkan merdivenlere bakıyor. Medresedeki iki kubbeli dershaneler ciddi bir koleksiyonu barındırıyor.
Yaklaşık 7.000 el yazması ve 20.000 kitaplık bir koleksiyonun içinde, değerli hatlar, fermanlar ve beratların yanı sıra, ilk basımlar ya da nadir rastlanan Arapça kitaplar da bulunuyor. Buradaki en önemli parçalardan biri ise XI. yüzyılda elyazması olarak Bağdat’ta hazırlanan ilk Türkçe sözlük olan Divan-ı LögatPtTürk. Kaşgarlı Mahmud’un eseri sadece sözlük değil, Türk tarihine de ışık tutan bir eser ve dünyada tek nüsha halinde. Giriş ücretsiz ama girerken çantanızı bırakmanız gerekiyor.
Türbeler
Birçok ünlü, tarihi şahsiyetin gömülü olduğu, Fatih Camii’nin türbelerinde göreceğiniz Osmanlı mezartaşı koleksiyonu Eyüp’tekiler kadar ihtişamlı. Bu tarihi kişiler arasında, 1877’de Rusların beş aylık Bulgaristan/ Plevne kuşatmasından sağ çıkmış, her iki tarafın da kahraman gözüyle baktığı, büyük Osmanlı komutanı Gazi Osman Paşa da (1832-1900) var. İstanbul’da ölen Paşa’nın türbesi, günümüzde Sirkeci’deki Legacy Ottoman Hotel’e ev sahipliği yapan muhteşem binanın da mimarı olan Kemaleddin Bey tarafından inşa edilmiş. Burada tarihçi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa (1865-1935) gazeteci ve yazar Ahmed Mithad Efendi (1844-1912) de yatmakta.
Mimar Atik Sinan ise Edirnekapı’daki Kumrulu Mescid’de gömülü. Buradaki kitabede, camiyi tamamladıktan bir yıl sonra idam edildiği yazılı. Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi anılarında, cami bittiğinde Ayasofya ile kıyaslandığını ve onun kadar yüksek olmadığı görüldüğünde Mimar Atik Sinan’ın ellerinin kesildiğini yazmış. Ne kadar inanılır bilinmez ama bir rivayete göre: Atik Sinan bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed’i kadıya şikâyet etmiş, kadı tarafları dinledikten sonra padişahın haksız olduğuna hükmedip mimara yüklüce bir para cezası ödenmesine karar vermiş. Rivayet, Fatih’in bu cezaya itirazsız uyduğunu söylüyor. Türbeler özellikle güllerin açtığı dönemde çok güzel oluyor.
Amcazade Hüseyin Paşa Camii
Fevzi Paşa Caddesi’nden Karagümrük’e doğru ilerlerseniz Eski Saraçhane Sokağı sapağına varmadan Dül-gerzade Camii’ni göreceksiniz. Burada ayrıca bakımsız ama çok güzel bir cami var; Amcazade Hüseyin Paşa Camii, medresesi, mescidi, kütüphanesi, çeşmesi ve sebiliyle hala bir külliye görünümünde. II. Mustafa’nın 1697’den 1702’ye kadar sadrazamlığını yapan, şehrin en zengin ve en seçkin ailelerinden olan Köprülülerden Hüseyin Paşa için yapılmış. Boğaz’daki en eski yalı da. Paşa’nın adını taşıyor. Hesapta bina Türk Yapı Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. Müzeyi açık bulursanız bana da haber verin.
Fatih Heykeli’nin tam karşısında ana cadde üzerinde küçük bir park var; arkasında da Ayios Polyeuktos Kilisesinin kalıntıları yer alıyor. Son Batı Roma İmparatoru Anikius Olybrius’un kızı (430-472) Anikla Juliana için inşa edilmiş. Parkta dağınık halde duran eski sütunlar ve parçalan muhtemelen bu kiliseye aitmiş.
Parkın tam karşısında Bozdoğan Su Kemeri’nin önünde, I. Ulusal Mimari akımının son zamanlarda restore edilmiş iki çarpıcı örneği var; eski Fatih Belediyesi ve İtfaiye binası. Her ikisinin de tarihi 1914’e uzanıyor ve Kositantinos Kyriakides tarafından inşa edilmişler. Ayrıca İtfaiye j bünyesindeki Kont Szechenyfil İtfaiye Müzesi’ni de ziyaret edebilirsiniz. Önlerinde de 1916’da Vedat Tek tarafından yapıları Tayyare Şehitleri Anıtı’nı görebilirsiniz.
Kont Szechenyi İtfaiye Müzesi
Cumartesi ve pazar günleri dışında 08.30-16.30 saatleri arasında ziyarete açık. Kont Odön Szechenyi, 1871 yılındaki büyük İstanbul yangınında itfaiye teşkilatını yapılandırması için Sultan Abdülaziz tarafından Macaristan’dan getirtilen bir soylu. İtfaiye teşkilatını yapılandırdıktan sonra “paşa” unvanıyla taltif edilmiş. Kont Szechenyi Müzesinde yaklaşık 200 yıl öncesine kadar İstanbul’da kullanılan yangın söndürme aletleri ve tulumbalar ile tulumbacı ve itfaiyeci kıyafetleri sergileniyor.
Hırka-i Şerif Camii
Bu zarif cami o dönemin Batı tarzını yansıtır şekilde inşa edilmiş. 1851’de Sultan Abdülmecid tarafından Yemen’de yaşayan sofu bir dindar olan Veysel Karani’nin elindeki Hz. Muhammed’in hırkası için yaptırılmış.
1611’de Sultan I. Ahmed küçük bir odada muhafaza edilen hırkayı İstanbul’a getirmiş. Bugün, diğer kutsal emanetler caminin karşısındaki küçük binada sergileniyor. Hırka, ise caminin içindeki bir bölümde muhafaza ediliyor ve her Ramazan ayının ilk Cuma gününden son gününe kadar ziyarete açılıyor. Karani soyundan gelen biri ilk Cuma kapıyı ziyaretçilere açıyor. Bu hırkayı Topkapı Sarayı’nda Kutsal Hazineler Dairesi’nde sergilenen Hırka-i Saadet ile karıştırmayın.
Eğer camiye Fevzi Paşa Caddesi’nden gelirseniz Mesih Mehmed (Ali) Paşa Camii’nin güzel avlusundan geçersiniz. Bu cami 1585-1586 yıllarında muhtemelen Mimar Sinan tarafından yapılmış. Türbenin banisi 90 yaşında III. Murad’ın sadrazamı olan Mesih Mehmed (Ali) Paşa. Abdest alınacak şadırvanın olmasını beklediğiniz yerde Paşa’nın türbesi var, çeşmeler avluyu çevreleyen revakların iç kısmında bulunuyor. Dikdörtgen yapıda olan caminin özellikle mihrap ve mimberindeki sanatçılığa dikkat edin.
#amcazade hüseyin paşa camii#fatih İstanbul#Hırka-i saadet#hırka-i şerif#İstanbul fatih#kont szechenyi#kont szechenyi itfaiye müzesi#mesih mehmed paşa cami#millet kütüphanesi#tarihi yarımada#tarihi yarımada semti#Tayyare Şehitleri Anıtı#türbeler#Veysel karani
1 note
·
View note