poliyaziyor-blog
15 posts
"Beni en güzel evdeki ayna gösteriyor."
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Bu bir sonbahar olmalı
Günler geçiyor, saatler geçiyor, hava ısınıyor, -ne hoş- insanlar yaşıyordu işte doymak bilmeyen bir hevesle, açlıkla. "Ne kadar imreniyorum onlara" diye düşünüyor, iki hafta önce çatırdayan bir şeyler varsa da o da açlık duyabiliyordu. Hevesleri vardı, an azından günün ayması için bir sebebi. Bu hisler nasıl sağlıksız bilirdi, inkâr etmeye lüzum yok. Gelin görün ki bu un ufak edilmiş yüreğine de, darmaduman edilmiş aklına da, tereddütlerle parçalanmış belleğine de söz geçiremiyordu. Sokaklar kalabalık, sokaklar canlı ve yaşıyordu; O ise yürürken bile duruyormuş gibi hissediyordu. Sokaklar bir yürüyüş bandına evriliyordu sanki. Her benzetmeye katılan nesnelerin bile canını yaktığı zamanlardı. Zor zamanlardı.
Hafta sonunun heyecanıyla oradan oraya koşturan, birbirine bakıp şakalaşan, gidecekleri yere öyle hünerle ulaşan bu neşeli kalabalığa bakmak, o kalabalıktan mutlulukları seçmek hem içini ısıtıyor hem de yarasına tuzlar, kilolarca, tonlarca tuzlar basıyordu. "Bunun sırrına nasıl hasıl olabilirim?" diye düşünüyordu. "Yanlışım sadece durmak mıydı, yeterli miydi her şeyi yıkmaya hakikaten? Ya da böylesine bir ansızınlığı hak edecek kadar mı yer edemedim hayatta?" Her gün oturulan bir koltukta yer edecek kadar bile yok muydu? Bunların cevabı yine yok.
Bir atlet, bir eşofman altı, birkaç kartvizit, boşalmış bir parfüm şişesi, kış günlerinden kalma -ısınmaya muhtaç o günlerden- polar bir üst, -gri hem de, bu kasveti fark etmemesi ne tuhaftı evvelden- bir oyun konsolu ki açıp bakmaya dahi gücü yok, eli gitmiyor; cüzdanlardan çıkarılmaya, ikiye bölünmeye ya da buruşturulmaya hâlâ kıyılamayan vesikalık fotoğraflar; bu yatak, senelerin geçtiği, her şeyin başladığı, geliştiği, güçlendiği ve anlamlandığı bu yatak... Nesneler ele geçiriyordu her şeyi yine. Ayırabilseydi tüm bu eşyalara yapışıp kalan yüzlerce anıyı -bu teknoloji çalışılmalı, baksanıza, nelerle uğraşıyorduk- yolun yokuşu azalır mıydı acaba? Kim bilir. Artık herhangi bir şeyi kim bilebiirdi ki.
"Son gücümle, kalan son gayretimle hücrelerimdeki, ayakta durmaya çalışıyorum. Uğraşıyorum, yemin ederim ki uğraşıyorum sadece dayanabilmek için bile çaba sarfetmem gerekiyor." Şu insan canlısı umutsuz ne kadar dayanabilirse o kadar uğraşıyordu işte. Bu da bir çeşit hayatta kalma savaşıydı, savaşlar hiç ona göre değildi ama el mahkûm, didiniyordu. Gözlerden de gönüllerden de ırak.
"Bir musibet bin nasihatten yeğ idiyse, bu cümledeki musibet benim" dedi. Bir bahar akşamıydı, sokaklar kalabalıktı ve bulutluydu gök.
0 notes
Text
İz
Hiçbir şey iyiye gitmiyordu. Bundan birkaç ay öncesinde de, birkaç yıl öncesinde de iyiye gitmiyordu. Artıralım: İçinde debelenip durdukları şu coğrafyada asırlardır iyi giden hiçbir şey yoktu. Yine de birkaç ay ya da birkaç yıl öncesinde, tüm bu çatlaklarından irin akan topraklarda yaşananlara tahammül edebilmesini, son gayretiyle dişini sıkabilmesini sağlayan bir el vardı omzunda. Umut nasıl paylaştıkça çoğalıyorsa, umutsuzluk da eksiliyordu konuştukça. Yaşatılanlara, tüm bu ikiyüzlülüğe, bu karanlığa bir arada inanamamak, bir arada isyan etmek, ağlamak kimi zaman hatta, insana tamamlanıyormuş gibi hissettiriyordu. "Bu sıkıntıyı, bu tükenmişliği, bu mide bulantısını yalnız başıma hissetmiyorum"un umudu diyebilirdik yitirilen.
Eksikliğin tek başınalığı bir karabasan gibi oturur insanın göğsüne. Git gide daha hareketsizleştirir, eli ayağını uyuşturur, haykırmak istese bile çıt çıkaramaz insan. "Yalnız kalmak istemiyorum çünkü tüm bu umutsuzluğu bir başıma hissetmek çok zor. Ama daha da önemlisi, bunu anlayacak yegâne insan olmanla baş edemiyorum. Kanatlarım olsa gidişinle kökünden kırıldı derdim. Yeni havalanmıştım üstelik. Her ne olursa olsun yanımdasın, dengemi kaybetsem, kanatlarım yeterince itemese de havayı, sen tutarsın sanmıştım. Büyük bir heves süzülüyordum, son bir umut diyordum var işte, dönüp baksana yanına, güvensene ona. Kafamı çevirdim, kimse yok. Orada kırıldı benim kanatlarım işte. Yere çakıldım, kıvranıyorum acıdan. Elini uzatanlar var ama nasıl tutarım bu kırgınlıkla? Kırgınlıktan taş kesilmişim. Bir güvenin yitişinin kırgınlığı bu. Mesulü kimse ilacı da o. Bu da benim hayatımın paradoksu işte. Şimdi ben yolumu nasıl çizeceğim, söylesene?" Haykırabilse bunları söylemek isterdi. Dinlemek istese, bunları söylerdi ona. "Ben bir şairin şiirinin hüznünü taşımak istemiyorum. Onlara yalnızca okuyunca dayanılabilir, yaşayınca değil." demek isterdi. Pencerelerden bakmak istemezdi durmaksızın, baktıkça sanki bir şans el sallayacakmış ona gibi. Yine tek gamzesinin görünmesi için çabalamak yük gelsin istemezdi. Yokluğunda omuzlarına yastıklar yatırılacak gibi özlenmek isterdi. Mutluluk ve huzur vermek isterdi eskisi gibi. İnanılmaz gelsin isterdi tüm bu tamamlanmışlık. Geçmiş olmak istemezdi.
Ne yazık, hiçbir izi kalamıyorsa, ne kadar da yazıktı böyle.
0 notes
Text
Yığın
Hangi tren sesi geçmişi geri getirme kudretine sahiptir? Pencereden izlediği bu sokak hâlâ aynı sokak mıdır peki? Bu evin kapısını heyecanla bir daha ne zaman açabilir? Bu soruların yanıtı yok. Bu sorular, tiksindirici bir inatla dönüp duruyordu zihninde. Peşi sıra şunları düşündü: "Dilerdim ki onlarca kat çimentoyla sıvanmış bir duvarın katılığı yükselmesin önümde. Dilerdim ki yeniden seferlerine başlayan bu trende yalnız gidip gelmeyeyim, hatırlarım hevesini çünkü. Dilerdim ki, kalbime işleyen tüm cümleler, elden çıkma bir mobilyanın parçaları gibi yığılmasın sokağın bir köşesine, öyle özensiz, öyle anlamsız... Dilerdim ki, şu koca kapının anahtarını kilide yerleştirmeyi becerebileyim, açabileyim onu, elimden bir şeyler gelsin."
Bir akşam vaktiydi ve yağmur yağıyordu.
0 notes
Text
Açılmayan yollar
Yeni bir gün. Gözlerini açtı. Tahammül edilmez bir ağrı alnından şakaklarına doğru iniyordu. Telefonu alıp haberlere göz gezdirdi yataktan çıkmadan. Öyle bir dönem ki bu gündemi takip edebilmek belirle sosyal medya sitelerinde hesabınız olması şart. Haber kanalları, gazeteler birbirlerini ya da birilerini eyliyordu yalnızca. "Bu ülke sebzelikte için için çürüyen, her tarafı küf tutmuş bir limondan farksız" diye düşündü kendi kendine. Başındaki ağrı bir bıçak daha sapladı şakaklarına. Öte yandan kediler uyandığında memnundu. Bu hayatta iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar insan ve kedi sayısı toplamı kadar vardı. Hepsini öptü. Birini öpüp diğerinin başını okşasa adaletsizlik gibi bir tatsızlık çıkıyordu içinde çünkü. Sularını ve mamalarını tazeledi. Tuvalete girip yüzüne baktı, "far bazlarının suya olan bu dayanıklılığı başarılı bir adım" diye düşündü. (Reklamını şöyle hayal ediyordu: Gözyaşı mı? Artık ya ağlarsam makyajım akacak diye korku dolu anlar yaşamanıza gerek yok! Çünkü biliyoruz ki ağlayacaksınız. Ama göz makyajınıza hiçbir şey olmayacak, bu konuda bize güvenebilirsiniz!) Yüzünü yıkamadı. Yüz yıkama eylemini iyi zamanlara yakıştırıyordu. "Bugün temiz bir başlangıç yapacağım çünkü buna inanıyorum" umudu şu aralar bu eve pek uğramıyordu.
Dışarıda hava kendisi gibi suratsızdı. "Kim bilir sizin nedeniniz ne ama ikimizin de canının sıkkın olması iyi, yalnız hissettirmiyor, teşekkürler bulutlar" dedi. Güneşli ve masmavi günlerde mutsuz olmaya hakkı yokmuş gibi geliyordu ona. Gökyüzü çok büyüktü ve bu ilişkide söz hakkı kapsadığı alanla doğru orantılı olarak ona aitti. Mutfağa gidip bir kahve yaptı kahvaltı etmeyecek misin sorularına aç değilimlerini savuşturdu. Odaya dönüp bir sigara yaktı. "Dün yine çok içmişim, paket neredeyse boşalmış, bu kadarı da şov artık"ın ardından bugün saatlerini nasıl geçireceğini düşünmeye koyuldu. Öglen 1'e kadar kahve içerdi. Ardından olanca yavaşlığıyla hazırlanıp hastaneye gidebilirdi. Orada hem biraz tebessüm etmiş olur hem de "bak, insanlar ne badireler atlatıp birbirlerine hâlâ destek olabiliyorlar" ihtimalini biraz olsun pekiştirmiş olurdu. Üstelik yürümüş olurdu. Yürümeyi eskiden hiç sevmezdi oysa. Şimdi durmaksızın yürümek istiyordu. Hareketsizliğini çocukça reddetmek için belki de. "Yürüyorum işte, ne hareketsizliği!" avuntusu için... O yollarda şarkılar dinlerdi, o şarkıları yazanlar tüm bu dizelere ekledikleri kederlerine rağmen yola devam ediyordu, bu bir gösterge olmalıydı. (Ama henüz erken, henüz yetersiz) Dönüşte kitapçıya uğrardı. Durmaksızın okursam tamamlanırım hissinin gerçeklikle bağlantısı yoktu, farkındaydı ama şimdilik yapabildiği bununla sınırlıydı. Yapabildikleri hiç sınırları aşamamıştı zaten. Aklına şu satırlar geldi: "(...)Basit ve küçük şeylerin, karmaşık ve sonsuz şeylerin içinde eriyip yok olmasına engel oluyordum. Kitap okuyarak, kapımı kilitli tutarak." Kapısını açmayacaktı. Elinde kalan küçücük şeyleri de kaybetmeyecekti. Kapısını açmak yoktu, tüm bu karmaşayla işi bitmişti artık. Büyük inançlar, büyük beklentileri beraberinde getiriyordu ve sonrası düşüş. Ne kadar yüksekten düşersen o kadar yara bere içinde kalıyordun. Kimi yaralar geçiyordu da ruhu sakatlanınca insanın, bunun saygıdeğer çaresi pek o semte uğramıyordu. (Meşgul biri olmalı)
(Geçmiş)
"Tek çocuk olmak çok sıkıcı" diye düşünüyor, "Sürekli yalnızım, arkadaş edinmek de zor. Utanıyorum konuşurken, kızarıyorum, herkes benimle alay edecek gibi geliyor. Hep kötü bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum. Keşke saçlarım uzun olsaydı." Gerçekten de ne saçları uzuyor, ne utancıyla ne kaygılarıyla başa çıkabiliyor ne de annesinin onu sevmeyişiyle. Annesinin onu sevmediğini düşünüyor, evet. 7-8 yaşlarında henüz. Ama şöyle çıkarımlar dönüyor hep küçük aklında: "Annem beni sevse böyle davranmaya devam etmezdi. Her seferinde yalvarıyorum ama yine tuhaf davranıyor. Ağlıyorum dursun diye durmuyor. Annem beni duymuyor." Annesi aslında bol bol sarılıyor, ona onu çok sevdiğini söylüyor, güzel kızım diyor hep. Ama geceleri içki içiyor. İçki içtiğinde başka biri gibi. Sonraları bunun içkiden ibaret bir arıza olmadığını öğrenecek elbette ama henüz çok küçük. Her gece uyumadan uydurduğu duayı tekrarlıyor "Allahım inşallah bu gece annemle babam sevişmeden ve kavga etmeden yatar." Sevişmeleri de kavga etmeleri de kalbini sıkıştırıyor. Bu ikisi birleşmiş gibi zihninde. Arası da yok zaten. Annesi ve babası ya birbirine çok aşık, çok neşeli, çok mutlu ya da evde kırılmadık hiçbir şey kalmayacak kadar öfkeli, nefret dolu birbirine karşı. Duasının pek işe yaradığı söylenemez. Çoğunlukla geceyarısından sonra küfür dolu bir çığlıkla uyanıyor. Babası annesini durdurmaya çalışıyor, "Sus yalvarırım sus artık, yeter!" annesi ise duymuyor. "Annem babamı da duymuyor" diye geçiyor içinden "annem kendinden başka kimseyi duymuyor." Duvarın kenarına sinmiş kavganın en tepeye ulaşmasını bekliyor. O zaman girecek içeri, ağlayıp yalvaracak. Neden o zamana kadar bekliyor bilinmez, belki de akıtsın birikmiş zehrini diyedir, daha fazlası, o gece için daha fazlası kalmasın diye.
Küfürler artıp darbe sesleri gelmeye başladığında içeri koşuyor ağlayarak. Annesinin bakışları boş. Babası tamam kızım, yok bir şey diye sarılıp odaya götürüyor onu. "Var, nasıl yok, kavga ediyorsunuz yine işte! Baba n'olur kavga etmeyin. N'olur babacım." Babasının yüzü tamam da gözleri hiç de otuzlarında gibi değil, babası belki binlerce yaşında. Ağlayarak sızıyor bir süre sonra. Sabah annesiyle babası odalarında uyuyor. Sarılmışlar. Salona geçiyor, yerler küfürler, ona olan umursamazlıklar ve cam kırıklarıyla dolu. "Boşansalar keşke" diyor, "n'olur ki boşansalar, bundan kötü ne olabilir?" Daha sonraları aynı şeyleri onlarca kez yaşadığı ancak yaşının daha büyük olduğu zamanlarda bunu yüzlerine de haykıracaktı ama yine bir şey ifade etmeyecekti. İleriki yaşlarda git gide daha mahcup hissedecekti kendini. Tüm dünyaya karşı mahcup olacaktı, annesinin duyamadığı tüm mahcubiyet tenine işleyecekti. Bu utançla asla kabul görmeyeceğine, sevilmeyeceğine, takdir edilse bile bunun samimi olmadığına ya da en iyi ihtimalle gelip geçici olacağına inanacaktı. Bir çocuğun hamuruna işte böyle ustaca eklenirdi yetersizlik, özdeğersizlik. Yumurtaya gerek yok, kendi kendine kabarır bu tarif, içiniz rahat olsun.
Ergenlik yıllarında babası daha fazla dayanamayacak ve "bir iş gezisi" kılıfıyla terk edecekti evi. "Keşke boşansalar" yerini "Ben babamsız, bu kadınla ne yapacağım"a bırakacaktı. Ağlayacaktı çok, yapayalnız hissedecekti. Bir aradayken iş çıkışı her gün, hiç aksatmadan bir şey isteyip istemediğini öğrenmek için arayan babası artık aramaz olacaktı. Çok kırılacaktı ona da. Çok özleyecekti. İçi dolduramadığı bir boşlukla kaplanacaktı. Birkaç kez sitem edecekti babasına, bu sitemler birkaç haftalık ilgiyi beraberinde getirecek ama zamanla yeniden kaybolacaktı. O zamanlar bir zehirden kendini kurtarmanın nelere mâl olacağını bilmeden gönül koyacaktı babasına. Tek başına.
(Geçmişin geçmişi)
Öğretmen komposizyon ödevi vermiş. "Bunu yazabilmem imkansız" fikriyle mücadele edemiyor. Hiçbir şeyi hakkıyla yapamayacağını düşünüyor, mutlaka bir şeyler eksik kalacak, bu nedenle utanç duyacak ve kızaracak. Sürekli kızarıyor. Babasına soruyor, kütüphane haftası sebebiyle temaları kütüphane ve kitap. "Yazamıyorum baba, yapamıyorum, aklıma hiçbir şey gelmiyor, yapamayacağım işte!" diye ağlıyor. Babası, küçük kızın anlayabileceği bir şekilde İskenderiye Kütüphanesi'nden bahsediyor, onu anlatan bir kitap veriyor, kızın okumayı sevdiğini biliyor ve kızına güveniyor. Gülümseyerek, tatlı sert ekliyor: "Bu dünyada bilime ve bilgiye dair gördüğün her şey insan aklının ürünü. Birileri bunları düşünüp yapabildiyse sen niye yapamayacakmışsın! Unutma, ya bir yol buluruz ya bir yol açarız!"
Küçük kız yeterli dozda güveni alıyor. Eğri büğrü yazısıyla tamamlıyor kompozisyonunu. Tam olarak nasıl yazdı; girişi, gelişmesi, sonucu nasıl bağlandı bilemiyoruz, hatırlamıyor bunu. Sınıf öğretmeni ilçeye yarışmaya yollamaya karar veriyor kompozisyonu ve bir mucize gibi üçüncü oluyor yarışmada! Sonucunda maddi bir ödül yok ama ilk kez bir şeyi başarmış gibi hissediyor küçük kız. Bir şeylere etki edebilirmiş gibi. Hemen umutlanıyor, bu umudun ileride başına ne çoraplar öreceğinden habersiz şöyle diyor: "Artık duyulabilir ve sevilebilirim."
(Şimdi)
"Yastık kılıflarının içinde saklamak istediğim her umudumu" diye düşündü "bu katı, boktan, berbat lanetim çamura bulayıp bulayıp önüme atıyor. Bunlara çamaşır suyu yetmez. Bunları temizlemenin kudreti hiçbir kimyasalda mevcut değil."
Yine duyulmuyor ve sevilmiyordu.
0 notes
Text
İskelet çiçeği

Geri dönüş yolunda şöyle düşünüyordu: "İçimdeki bu mahcubiyet, köküne ne dökülürse dökülsün kurumayan arsız bir yaban otunun inadı gibi, yıllardır direniyor ve kuvvetleniyor. Bununla başa çıkmanın yolunu bulamıyorum. Nereye koşsam, kime ya da neye yakarsam bu his kurumuyor, dikenleri her yerime battı, yarasız beresiz tek bir parça etim kalmadı sanki artık. Kimden, ne kadar özür dileyeceğimi bilemiyorum. İçim çürüdü. Gülümseyerek çürüdüm. Daha fazla utanç duymamak adına hissettiğimden çok daha iyiymiş gibi yaparak, korkutucu bir şekilde çürüyorum burada." Her zaman geçtiği sokaklarda, hep yürüdüğü o yollarda herkese karşı bir yanlış yapmış gibi sadece ayaklarına baka baka yürümeye devam ediyordu. Gitmek istediği yere dahi gidemiyordu. Adım attığı her yer bir insandan bu kadar zehir nasıl yayılır diye hayrete düşürecek bir biçimde gri ve pusluydu. Boğulacağını sanıyor ama boğulamıyordu. Sonsuz bir çırpınışa sıkışıp kalmıştı. Oysa yürümek istemişti o ağaçlıklı yolu, birbirine destek veren insanların yanında olmak istemişti, bir nefes gibi gelecekti ona bu. "Hâlâ her şey onun istediği gibi oluyor" diye düşündü, hâlâ her şey onun zamanlamasına, onun davranışlarına, onun uygununa göre düzenliyor. Tiksintime engel olamıyorum." İntikam almak istiyordu, canını acıtmak, içinde biriken bu uçsuz bucaksız öfkeyi avazı çıktığı kadar bağırarak kusmak istiyordu. Onun yerineyse yarı yoldan eve geri dönerken su ve ekmeğin para üstünü alıp kasadaki dünyanın en şevk dolu çalışanı olan kadına iyi çalışmalar diliyordu. (Ona gıpta ediyordu ve bunun büyüklüğünü tarif etmek güçtü) Ne olursa olsun, böyle korkunç bir insanın aynası olmadığı için hakkı verilsin istiyordu. Hakkı verilmiyordu.
Pencereden sokağı izliyordu, kendisinden farklı olarak varlık gösterebilen tüm şu iki ayağı üzerinde yürüyebilen becerikli insanları... Yapamadıklarını izliyordu. Herkesin yolunda biricik zorluklar vardı ama kendisi dışındakiler nasıl maharetle takılı kalmamayı başarabilmişlerdi böyle? Aşmış olmalıydılar çünkü görüyordu işte, gündelik hayatlarını bir hiçkimsenin izlediği gibi izliyordu o pencereden. Bardaklarca kahve içse de içindeki boşluk dolmuyordu. Ne kadar kendini bulsa da kitaplarda, oradakiler biriydi ama kendisi biri olamıyordu. Görünmez gibi. Silik. "İskelet çiçeğine benziyorum ben." diye geçirdi aklından, "Her yağmurda saydamlaşıyorum. Oysa yağmur yokken bir rengim var, beyaz da olsa varlığın kanıtı gibi. Yine de kaçamıyorum bu yağmurdan. Yitiriveriyorum özenle korumak istediğim her şeyi. Huzuru, anlayışı, desteği, sevgiyi, özeni, kıymeti, minneti, paylaşımı ve umudu, tek tek yitiriyorum hepsini. Evvelden beri bilmeden sevmemekte haklıymışım şu yağmuru. Beni görünmez kıldı. Beni boş bıraktı. Şimdi ne kadar beklemeliyim bu yağmurun dinmesi için? Yeniden nasıl beyazlanacağım?"
(Otuz yıl öncesi)
Genç adam heyecanlı. Genç adamın içi içine sığmıyor. Vapurun camından denizi izliyor ancak vakit akşam, denizin mavisi kararmış. Oysa bu heyecana masmavi bir deniz iyi giderdi Olsun. Aylardan Eylül. Genç adam ince bacaklı, beyaz tenli, sarı saçları var, (Çocukken görseydiniz bir de, beyazdı o zamanlar!) çirkince de bir burnu. Gözleri yeşil. Gözleri değişmeyecek ama göbeği bacaklarının inceliğine uymayacak gelecekte. Yıllar geçtikçe yüzünün beyazlığı yerini kırmızılıklara bırakacak biraz, akşamcılığın getirileri diyelim. Saçları yanlardan açılacak ama rengi de çocukluğundakine dönecek, bembeyazlaşacak. Yıllar, yollar, insanlar bir kalp krizine mâl olacak ona ama "öyle kolay gitmez eski devrimciler" diyerek yine direnecek. Fakat bunlara daha var. Şu anda bu dünyadaki çeyrek asrını doldurmuş ve heyecanlı. Vapurda vakit geçmek bilmiyor, sanki tüm su birikintileri birleşmiş ve şu küçücük iç denizi okyanuslarca büyütmüş, yol her zamankinden daha uzun, daha dayanılmaz. 80'lerin sonundayız ve o vakitler, vapurlarda barlar var. Gidip bir iki kadeh bir şeyler içmenin heyecanını dizginlemesine yardımcı olacağını düşünüyor. Barda kendisinden yaşca büyük bir adamın oturduğunu görüyor. Bilerek onun yanına yönelip yanındaki boş sandalyeye ilişiyor. Bir sigara yakıp içkisini söylüyor. (Neyi tercih etti bilmiyoruz) İçkilerini içerken sohbet etmeye başlıyorlar. Ne işle meşgulsünüzler, oo bu zamanda zor işler, hayat pahalılıkları, kısmen ülkenin içinde bulunduğu durum, elbet daha eşit ve adil günler gelecek umudu, başka bir dünyanın mümkünlüğüne duyulan sarsılmaz inanç derken nihayet konu tam istediği yere geliyor. Adam kendi çocuklarından bahsediyor, bir oğlu ve bir kızı var. Aralarında 4 yaş fark. Genç adam "Allah bağışlasın derken" istediği soruya öylesine yakın ki gözleri ışıldıyor artık. "Sizde çocuk var mı?" diye soruyor karşısındaki. Genç adam oturduğu bar taburesinde kıpırdanıp sırtını dikleştiriyor, yüzünde kırık bir tebessümle "evet" diyor, "bir kızım var." "Öyle mi? Sizinki kaç yaşında?" İşte bu! Tüm bu havadan sudan muhabbetlere, tüm bu sabıra, haykırmamak için kendini zar zor zaptettiğine değiyor. Kol saatine bakıyor ve mağrur bir tonla ekliyor: "Yaklaşık 5 saatlik!"
Genç adam henüz kızı doğmadan ona tuttukları günlüğe şöyle yazıyor: "Canım kızım; sen benim hayatımda yazdığım en güzel Mısra'sın."
(Şimdi)
Odasına dönerken kendi kendine şöyle mırıldanıyordu: "En güzel Mısra'dan bir iskelet çiçeğine nasıl ustalıkla evrildim ama."
0 notes
Text
Vazgeçiş
İnsanların kendisini gerçekten anlayan birilerini bulması zordu. Kendisini, olanca saflığı ile kabul edecek birini bulması ise imkansızdan bir adım öncesiydi belki de. Ardından tüm bu şansın bilincinde, birbirini yermeden, eğip bükmeden ama uzlaşarak ve öğrenerek, gelişerek, paylaşarak ve paylaşabilmekten dolu dolu huzur duyarak bir yaşam kurması mucizenin kardeşi olabilirdi, kim bilir. Ömrü boyunca çok seyden şüphe ederken kendiyle ilgili, şüphe etmediği nadir şeylerden biri kıymet bilmekti belki de. "Kıymetini bildim ben tüm bunların. Kolay olduğunu sanmadım, bu nedenle minnettarlığımı da çokça dile getirdim, yapmazsam adil olmazdı diye düşündüm. Kibirli bir cümle gibi geliyor dile düşünce ama değildi, içimden taşıyor bunlar, hep taşıyorum bu konuda, çaresizce. Oysa şimdi, her şey siliniyor. Artık iyi niyetli hislerimi koruyamıyorum. Artık sadece kendimde bulduğum hatalarla bir intikam gibi delik deşik edemiyorum benliğimi. Bu şansın yitirilmesinde tek sorumlu olmayı daha fazla sürdüremeyeceğim. Sürdürürsem adil olmaz." Hastanede beklerken bunları düşünüyordu. Bambaşka şeyler yaşanıyordu o an, zorluklar, korkular, yaşadığına ve bir arada olduğuna dair şükürler sinmiş duvarlarla çevrili o odada. Bir el bir diğerinin omzuna dokunuyordu. Biri, bir diğerinin nasıl eve döneceğini hesaplıyordu. Bir başkası ise kıymet verdiği insanın yakınları için olanca gücüyle uğraşıyordu. Bunlar mühimdi, bunlar döşek altlarında küçük hatıra kutularında saklansa dahi uykuyu bozmayacak denli yumuşak ve duruydu. "Bu şansı paylaşan bir taraf olmam istenmiyorsa, bu hayalde ısrar etmenin bir anlamı yok" diye düşündü. Asansöre bindi. Kapı kapandı.
0 notes
Text
Bir şeyler yıkılırken
"Çoğu zaman insan huzurlu anılardan vazgeçmemek için çaba sarfediyor aslında" diye düşündü içindeki sızının yerini nasıl boşluğa bırakmaya başladığını fark ederken. Bırakıverse onları, bir ihanetin uygulayanına dönüşecekmiş gibi hissediyordu. İlk günlerde en yoğun olarak hissettikleri acı, şaşkınlık, üzüntü iken şimdi sanki tüm bunların kıpırdayıp kendini daima hissettiren o hâli hafifliyor ve yoğun bir hayal kırıklığı, ince bir sitem ile yanılgısıyla yüzleşmesi gerektiği gerçeği adeta depar atarak yırtıyor gibiydi göğsünü. "Uzun süreli ortak yaşamların bitişiyle insanın benliğinde yer eden en derin iz inancın tek başınalığı oluyor" diye mırıldandı kendi kendine. Umutları tek başımıza kuruyor, herkes gitse onun kalacağı rüyasını görmek için olanca gücümüzle yumuyorduk gözlerimizi o bir aradalık sürecinde. "Yine de en kötüsü" dedi, " ne kokusunu, ne sarılıp öpüşünü, ne dokunuşunu özlemek birinin. En kötüsü, aynı zamanda en yakın arkadaşını, yol arkadaşını yitirmiş olmanın verdiği bu bitmek bilmeyen çaresizlik. Susturamadığım bu benim, bununla başa çıkmayı gerçekten bilmiyorum çünkü bu bir ilk." İki tekli koltuğu yan yana çekip izlenen filmler ve o koltuğun aynısından bir tane daha oluşuna dair hissedilen minnet, yıllara rağmen incelikle edilen ricalar, tüm günün hırpanîliğinin bir gülümseme ile alaşağı edilebildiği anlar, "bu konuda ne düşünüyorsun"ların heyecanlı aynı fikirde olmayı uman bekleyişleri, memleketin kâbustan hallice gerçekliğinde birbirine omuz verebilmenin gücü... "Bunları yok edebilmeyi isterdim" dedi. Bunları yok etmek, bunların hiç hissedilmemiş, bunların hiç yaşanmamış olmasına ihtiyacı vardı.
Ayrılığın ikinci gününde yakın bir arkadaşıyla buluşmuş, gafil avlandığı bu durumla ilgili dertleşirken şöyle demişti: "Bir iki cümle dışında karşı çıkmadım dahi biliyor musun? Çok yorulmuş artık, daha fazla beni bekleyemezmiş, bu evden de çıkmamı bekleyemeyecekmiş işte. Yavaş yavaş ilişkimizi sabote ettiğini ve devam ettiğimiz takdirde çekilmez bir insan olup bana daha da zor zamanlar yaşatmak istemediğini, bir de onunla yani kendisiyle uğraşmam gerektiğini söyledi. Bir şeylere başladığımı ancak annemin yaşattıklarının ya da diğer sağlık sorunlarının elimde olmadığına, bir şeylere başladığımı ve bunu onun da bildiğine, dilerse yine de bir adım atabileceğimize dair bir iki cümle kurdum elbet. Ama daha fazlası değil. Zaten yeniden artık çok geç olduğunu söyledi. Otuz yaşındaymışım ve o çok yorulmuş, belki de ben tüm bu sorunlarımı hallettikten sonra yine konuşurmuşuz." Arkadaşının bir an olsun umutlandığını görünce o umudu kırmak için devam etti: "Böyle bir şeyin olmayacağını söyledim ona, tekrar onunla olmayacağımı yani. Eğer kendimle ilgili herhangi bir sorunu, bu bitişi bir ihtar gibi algılayıp sadece onunla olmak için sağaltmaya çalışırsam bu gururumu yerle bir eder. Üstelik tekrar bir araya geleceğimizin garantisi yokken yeni bir hayal kırıklığını daha beraber getirmesi kuvvetle muhtemel bunun. İçimde buna dair tek bir umut dahi olmasını istemiyorum. Şayet harekete geçeceksem de bunu sadece kendim için yapmalıyım." dedi. Bu konuda samimiydi de. Söz konusu problemler onun geçmiş travmalarının kişiliğinde oluşturduğu arızalar ise kimse için değil kendisi için çalışmalıydı onların üzerinde. "Ben de daha fazla karşı çıkmadım işte." diye devam etti. "O an içimden ağlamak da, yalvarmak da, gitme, yapma demek de gelmedi. Öyle büyük bir kırgınlık yaşıyordum ki kalbimin kırılma sesini kendi kulaklarımla duyduğuma yemin edebilirim! Kulaklarım bir yandan da uğulduyor, midemse fena hâlde bulanıyordu. Diyorum ya, gafil avlanmıştım. Sanırım bu kadar sarsılmam da ondan. Yine de eskisinden ne kadar farklı karşıladığımı düşündüm. Ben kimseye bir külfet, kimseye böylesine büyük bir yorgunluk olmak istemiyorum, anlatabiliyor muyum? Bu beni mahveder. Hayret, hakikaten benden geçmiş mi bir şeyler, ne dersin?" deyip gözyaşları akmasın diye olanca gayretiyle gülümsedi. Arkadaşının yüzünden hâline üzüldüğü ama diyecek bir şey bulamadığı okunuyordu. Böyle olurdu genelde, terk edilen kişi bir monoloğa girer, onu dinleyenlerse üzüntüsünü anladığını belirten gözlerle, belki bir iki el temasıyla onu dinlerdi. Çünkü bazı şeylerin üzerine eklenecek yeni yeni cümleler kalmıyordu. Bazı şeyler sadece yaşanıyor, aktarılıyor ve geçmişe karışıyordu. Hepsi bu.
Bazen daha farklı ve mutlu sonların mümkünlüğü üzerine böyle aptallık ettiği doğruydu. Çocukluğunun her köşesine sinen yegâne ilişki bir hastalıktan ibaretken, kendisinin alternatif sonlar yazabileceğine dair ümidi kelimenin tam anlamıyla çocukçaydı. "Yetişkin olmanın birinci kuralı" dedi, "mutlu sonların bir deli saçması olduğuyla yüzleşmektir oysa." İçindeki hayal kırıklığı, sitem ve yanılgı bu cümleyi onaylamıştı.
0 notes
Text
Çöpünüz var mı?
Şimdiye dek kime özenli cümleler kursa, paragraflarca kendisine, iyi ya da kötü fark etmeksizin hissettirdiklerini anlatsa çabası öznelere hiç ulaşmamıştı. Kimi zaman bile bile, kısacık bir vakit dahi ayırmayı istememişlerdi, kimi zamansa yazdıklarından haberleri olmamıştı. Hangisinin daha acıklı olduğuna karar veremiyordu. Şimdi de taşıyordu sözcükler, -tazelik acıda da sevinçte de aynı yoğunlukta taşırıyordu içini- ama kendi kendine. "Kendi kendine taşmak aşındırıyor insanı" diye düşündü, "bundan hep kırgınlıklarımı saklamadan konuşurdum. Tam da bundan hep içimde hiçbir şey büyüyüp düğüm olmasın istedim değer verdiğim insanlara. Elimde avucumda kalan ise yine tek başıma aşınmak oldu."
Bir haftadır alışmaya gayret ettiği boşluk, ilk kez bugün çaresizliği ve korkuyu beraberinde getirmişti. İlk defa bugün sevginin yanı sıra nasıl bir destekten mahrum kaldığını tatmak zorunda kalmıştı. Çok sevdiği birinin ölüme yakınlığını yaşamış, o anda dahi ilk aklından geçen, ömrünün sonuna dek bir arada olacağına inandığı o yegâne insandan bir yardım dilemek olmuştu. Demek ki sadece varlık bile müthiş bir güveni beraberinde getirmeye yetiyordu bir zamanlar. Koşup gelme olasılığı dışında, "bu durumda ne yapmalıyım" sorusuna verilecek yanıtlar arasında içini en çok ferahlatanı kaybetmenin takır tukurluğu yerleşti midesine. "Bu hikâyede soluk alacak hiçbir pencere kalmadı" diye omuz silkti. "Benim aşındırıcım ne su, ne hava, ne taş. Benim aşındırıcım kendimden başka hiçbir şey olamadı."
Yol ayrımlarının en tatsız yanlarından biri, birinin diğerini asla kendisi kadar düşünmediği, birinin ömrüne diğerinin yokluğunun mıh gibi yerleşmediği, bu yaranın sadece bir kişinin ruhunu kemirip durduğuydu belki de. Ne kadar yer değiştirse, ne kadar kendi sorumluluklarına zaman ayırsa, ne kadar çevresindekiler için gülümsese de bir tarafın yüreği hep buruk kalıyordu. Yalnızca bir kişi, tek başına her sabah "bugün daha az sızlar belki" ihtimalini saklamaya çalışıyor ancak bir türlü başarılı olamıyordu. Dışarıda, kendisinin dışında her şey sürüyordu. Başkaca şeyleri, hatta kimi zaman başkaca zorlukları düşünmek istiyordu fakat bunu yaparken bile bir şeyler cız ediyordu, sürekli orada olduğunu hissettiriyordu. Bu his, kendini bencil hissetmesine neden oluyordu üstelik. Yaşanan bunca şeye rağmen nasıl hâlâ bir sivrisineğin inadı gibi yer ediyordu aklında, anılarında ve bugününde her şey? Kimi zaman hiç konuşmadan dolan odalar, kimi zaman saatlerce süren ve hatta yorgun düşüren o sohbetler, bir sarılmayla dünyayı yerinden oynatacak kadar güçlü hissettiren inanç, kapı çaldığında her gün azalmak bilmeyen bir sevinçle koşulan o koridorlar, uyku arasında tutulan eller, dizlerde okşanan saçlar, geleceğe dair umutları da içeren o ciddiyetten uzakmış kılığındaki şakalar, her zaman yanındayımlar ve her şey güzel olacak, atlatacaksınlar... Bunların hepsi bir torbaya konup çöpe çıkarılamıyordu. Bunları torbadan sızmasın diye birkaç kat sarıp atmak da çare etmiyordu. Bunlar değil bir tobaya sığmak daha da sızıp yayılarak bütün benliğini ele geçiriyor gibiydi. Fakat sadece bir kişinin. Bu tek oyuncusu olan bir korku filmiydi, evet. Bu dünyadaki en baş etmesi güç gerçeklerden birinin öyküsüne sahipti: Dünün umudunun bugün ile geleceğin lanetine evrildiği bir döngüyü kırmaya çalışan tek kişilik bir çaba. Ve bu laneti kırmak ancak kendisi olmamakla mümkündü. Öyleyse şimdi kendinden vazgeçmeye nereden başlamalıydı?
0 notes
Text
Ev
Eski evlerinden taşınmayı hiç istememişti. Mahallenin ve komşuların hem birbirlerini benimseyip kollayan hem de kimsenin birbirinin yaşamına müdahale etmediği bu ev aynı zamanda her şeyin başladığı yerdi de. Berbat zamanlardı oysa oraya da taşınırken. (Hatta şimdikinden daha berbat denebilirdi bile.) Yalnız kalmaya yeminler ettiği, herkese dair beklentilerini magma tabakasına dek düşürdüğü; sadece durup kendini, yakın geçmişteki başarısızlıklarını, bağımlılığını, hayatından kesip atamadığı o iğrenç, zehirli gerçekle nasıl mücadele edeceğini bulmak için düşünmek istediği bir dönemdi. Sonra saygı üzerine konuşmaya başladılar. Sonra sonra hayatındaki en güzel zamanların tohumunu attığından habersiz, bir konuşmaya başlamak için bundan daha incelikli bir konu olamayacağını düşünmüştü. İlk görüşmeleri, sabahlara kadar hiç susmadan, büyük bir birbirini tanıma açlığıyla sohbetleri ve buna şaşkınlıkları, zamanla birbirlerine yönelik duydukları çekim, hepsi o evin içinde yaşanmıştı. İlk öpüşler, ilk sevişmeler, ilk aşk dolu cümleler hep o çatı altında gerçekleşmişti. Seneler geçti orada. Birbirlerini daha içten tanıdıkça, gittikçe güçlendiklerini hatta köklendiklerini hayret ve tarif edemeyeceği bir şükranla karşıladığı, dayanışma dolu vakitlerin şahidi hep o evdi. Tartışmaların, kimi zaman kırgınlıkların ama hiçbir vakit yitirilmeyen o her şeyi başlatan saygının ve sonrasındaki sevgi ile minnettarlık dolu el ele tutuşmaların mimarı sanki o evdi. Bahçedeki sokak kedilerine yataklar hazırladığı o küçük balkonlu, "bizim" derken bile gülümsemekten kendini alamadığı odanın, kimi zaman bir tapınakmışcasına mucizeleri barındırdığını düşünürdu. İlişkilerde inişlerin ve çıkışların, uzaklaşmalar ve yakınlaşmaların ara sıra olduğunu ancak ikisinin hiçbir vakit birbirlerinden uzaklaşmadıklarını düşündü. Bu mucize değildi de neydi? "Yanılgıymış" dedi, "bu bir mucize değil, bu yalnızca bir yanılgıymış." Eğer sağlıklı olan ilişkilerde dahi kimi zaman inişler ve çıkışlar oluyorsa, acaba onlarınki niçin aniden ipleri kopmuş bir asansörün yıkıcılığında dibe çakılmıştı? Bir gün, sadece bir gün, böylesi büyük bir sevgiyi (öyle sanmıştı ve bunu kendine itiraf edecek gücü hâlâ yok, üzerine gitmemeli) yok edebilecek kudretteydi mi hakikaten? Bir günde, bırakın yılları ezip geçmeyi, neşe içinde dile getirilen aydınlık gün dileklerinden bile vazgeçilebilinmesini ne aklı ne yüreği kaldırabiliyordu. Çok üzgün, çok çaresiz, avuçları onlarca soru ve kırgınlıkla dolu, elleri dizlerinin üzerine düşmüş öylece duruyordu.
"En iyi yaptığım şey" dedi "sadece durarak tüketebilmek her güzelliği. Ben, bundan tam 6 gün önce, kendim olmanın dayanılmaz zulmüyle kalakaldım bu yeni, soğuk evde. Vademse, tüm o büyülü an ve anıları sarmalayan o eski evle birlikte dolmuştu, belki de ben sadece aksine inanmak istedim."
Yaşananlara da ona da geçmiş oluyordu.
0 notes
Text
Bu bir film değildir
"Sevenlerin, sayısızca felakete rağmen kavuştuğu Yeşilçam Filmleri'ni ne kadar izlersem izleyeyim biz kavuşamuyoruz" diye geçirdi içinden. Gerçekten de bu umutla izliyordu. Sahilde birbirlerine koşanlar onlar olabilirdi. (Oysa bir deniz kenarına beraber ayak basmamışlardı bile bunca yıldır. Bir de sığdırılamamış şeylerin ağırlığı çöktü üzerine. "Önümüzde daha bunlar gibi birlikte geçireceğimiz nice yıllar var" inancı, insanın hayatta aldığı en büyük risklerden biri olabilirdi.) Yahut pencereden baktığında sokağında bekleyen sevdiğini görüp ansızın pijamalarıyla koşabilirdi sokağa. Bozuk gözleri, tam da bu filmlere yakışır saçmalıkta seçebilirdi yüzündeki özlemi. Belki de "Böylesi ikimiz için de daha iyi olur sandım ama yokluğun tahammül edemeyeceğim kadar incitti beni de, yapamadım sensiz." sözlerini duyduğu an, içini tuzla buz etse de giderken, her şeyi unutmaya dünden razı olduğunu gösteren sevinç dolu bir sarılmayla kararabilirdi sahne.
Olmadı tabii bunlar. Kavuşmadılar ve kavuşamazlardı da. Çünkü kavuşmak, karşılıklı sevgi barındıran bir işteşti ve iki kişiden biri, kendi arzusu ile yıktıysa ortak bir yaşam hayalini, diğerini sonsuz bir edilgenliğe, her şeyin bilincinde olarak, isteyerek mahkûm etmiş demekti. "Bunun dönüşü yok" dedi, "bu hikâyeye uygun bir işteş fiilimiz kalmadı."
0 notes
Text
Heykel
Odaklanmakta zorlanıyordu. En sevdiği yazarın yeni kitabını büyük heves ve heyecanla almıştı önceki gün. Bir yandan hızla okumak, bir yandan aylara hatta yıllara yayıp her sözcüğüne hak ettiği özeni göstermek istiyordu. Ama odaklanmak zordu. Ağlamamak zordu. Satırlarda yaşadıklarına dair bir şeyler görmemekse imkânsız gibiydi. Şu yazarlar, biz faniler için bu sebeple mi "en" hâline geliyordu acaba? Yazılanlarda kendimizden ne kadar çok şey buluyorsak, o kadar mı "en" oluyorlardı? Sanki bu sorgulama, derin saygı duyduğu tüm yazarları küçümsemiş gibi hissettirip huzursuzlanmasına neden oldu. Kafasını salladı, boynunu çıtlattı. (bu hareket özlemle yapılmıştı, ne saçma) Bir sigara daha yakıp -ki son zamanlarda haddinden fazla yakılıyordu sigaraları ve içinden şöyle diyordu "Evet, kederdeki artış ile sigara tüketimindeki artışın arasındaki doğru orantının tütün şirketlerinin elinden çıkma bir pazarlama tekniği olduğunu sonsuza dek reddetmekte kararlıyım."- sonraki paragrafa geçti: "(...)ilişkimiz de bitecekti, çünkü avucumda kırlangıç yumurtası taşımadığım zamanlar zor biriyim ben. Değişmez yasalar olarak gördüğüm alışkanlıklarım var, bazı bakımlardan heykelden farksızım. Sanırım heykelleri bir gün hareket edeceklerini düşünerek, umut ederek seviyoruz." Yoo, bu kadarı da fazlaydı! Heykel mi? Heykelleri bir gün hareket edeceklerini düşünerek sevmek mi? Bir heykeldi o, evet. Tam da hareket ihtimali ile sevilmiş ve hareket etmediği neden gösterilerek çıkılıp gidilmişti hayatından. Kızamadı. Yine kızamadı, biraz olsun kızabilseydi, öfke biraz olsun dolaşmaya başlasaydı damarlarında her şey daha kolaylaşacaktı. Belki de heykeller kızamadığından, belki de hareket etme ihtimaline kendisini dahi inandıran birini yitirmiş olmaktan, belki de hareket etmese bile sevileceğine dair çocukça inancından. "Oysa" dedi, "bir heykel, benliğini inkâr edecek beklentilere girmemeli, benim en büyük hatam buydu. Çünkü heykeller, yapıları itibariyle, birilerinin gelip kimi zaman hayranlık duyacak kadar büyük bir heyecanla onları izleyip bir zaman sonra terk etmelerine alışık olmalıydı." Doğruydu da bu. Kendi duyduklarını düşündü. "Bu sözler bana mı sarf ediliyor gerçekten? Ben böylesi incelikli sevgilere lâyık biri miyim, ben?" diye hem büyük bir şaşkınlık hem de büyük bir sevinç içinde dinlediği sözleri... Birinin hayatını nasıl kolaylaştırdığı, ne kadar anlayışlı, nasıl zeki, duyarlı, güzel olduğu, böylesi bir sevginin gerçekliğine karşısındakinin dahi kendisiyle bir yaşamı paylaşınca inanabildiği, birinin ondan uzaklaşması için aptal olması gerektiği gibi haddinden fazla iddialı cümleler sarf edilmişti ona. İlk defa o zamanlar birinin ömrünün sonuna dek elini tutabileceğine inanmıştı. İlk defa o zamanlar "Acaba yıllarca özdeğerimi reddederek kendime haksızlık mı ettim?" diye de düşünmüştü örneğin. O zamanları takip eden diğer günlerde, yavaş yavaş da olsa, bilinçsizce kendine zarar vermek için edindiği alışkanlıklarından kurtulmaya başlamıştı. Böylesine kuvvetli bir kendiyle barışma sürecinin onun için söz konusu olacağına asla inanmazdı. Uzun zaman sevilmeyi bekleyen çocuklar böyle coşardı işte. Çocukluğunda yer etmiş o sevilmeye lâyık olmadığı inancına takılı kalan; sadece çocukluk değil, ergenlik, ilk gençlik ve yetişkinlik yılları dahi duygusal istismar ile geçmiş insanlar böyle yapardı: Her zaman hasretini çektikleri o sevgiye tüm varlıklarıyla bağlanır sonra da yere çakılırlardı. İşin kötüsü yere çakılınca ölünmezdi. Yere çakılınca, yeni yeni tanımaya başladığı her umut, inanç ve düşünce etrafa saçılır, bir kanepenin altına yuvarlanıp gözden kaybolurdu. Ama ölünmezdi.
Yaşamak, hiçbir şeye değmeyecek olmanın buz gibi gerçekliğiyle, hiçbir şeye yetemeyecek olmanın kağıt kesiğini andıran o iğrenç acısıyla yaşamak... Herkesi tek tek hayal kırıklığına uğrattığının bilinciyle, ne denli uğraşsa da "iyi" bir insan olmanın ötesine geçememiş, kendini yaratan kişiye benzeme korkusundan onun gibi olmamanın dışında hiçbir varlık gösterememiş bir heykel gibi yaşamak, öyle mi? İşte buna gülümsenirdi.
0 notes
Text
Hesaplaşmalar
Kırgınlıkların kızgınlıklara evrildiği o keskin yol ayrımına ne kadar erken ulaşsa iyiydi ancak bunu geçmişe ihanet olarak görmekten kendini alamıyordu. Beklediğini düşünüyordu, karşıdan da bir adım beklediğini, sevginin bir yüke dönüşmediği o yakın geçmişe ait anılarda o da bir adım beklemişti. Düşünmüştü, daha evvel arzu edeceği aklının ucundan geçmeyen şeyler midesinde kelebekler şeklinde dolaşırken, aynada kendini izlerken düşünmüştü hep. Yine de aceleye gerek yoktu, yine de bunlar bir işaret değildi. O anda, bir arada, yan yana olmasa bile bir yerlerde birbirlerinden güç almaya devam ederken, karşılıklı sevgi ve huzur duyabiliyorken, bunların ötesi olmaza olmaz değildi kendisi için. Pek çokları yetinmek diyordu bunun adına. Ve genellikle de yetinen insanların kalpleri kırılırdı. Yetinen insanlar, huzursuzluk, sevgisizlik, özensizlik ihtimalinden öylesine korkarlardı ki zamanla eksilmeye başlarlardı. Yine de o, şimdi düşünürken dahi bu katı çıkarımlara yanaşmıyordu. Aksi mümkün olabilirdi, aksi mümkün olmalıydı. Bunların insanları ferahlatacağına dair inancının sarsılmasını istemiyordu. Küçük dünyasında sığındığı bu inanç da onu terk ederse, benliği baştan aşağı yıkılacak diye korkarak oturuyordu şu küçük odada. Oda çaresizlik, kırgınlık, hayal kırıkları, hayatın katılığı kokuyordu. O ise oturmaya devam ediyordu.
Odanın penceresi karşıdaki büyük binalara bakıyordu. O koca binalarda onlarca pencere, bir çocuğun, ne kadar istesede beceriksizliğinden son parçasını eklerken yıkılmasına neden olduğu lego kuleleri gibi parçaları her tarafa dağılmadan kurulabilen yığınla hayale açılıyordu. Herkes kadar kabullenilebilme, herkes kadar sevilebilme ve herkes kadar vazgeçilememeyi istiyordu yalnızca. Sıradışı, efsanevî, her yaşanmışlığı ezip geçecek kudrette ihtimaller peşinde değildi. Herkes gibi olmak istiyordu. Bu düzlüğe bile ulaşamamış olmak sadece kederlendirmiyordu onu, aynı zamanda kontrol edemediği bir bıkkınlık, bir yılgınlık veriyordu. Her gün çalıştığı daireye giderken, bedenindeki her hücre kendi içinde büzüşecek derecede tiksinti hisseden memur klişesindeki bıkkınlığı anlayabiliyor gibiydi. Aynaya bakıp kirpiklerinden, ellerine bakıp tırnaklarından bile rahatsız oluyordu. Her şey ona, bir kambur gibi üzerine yapışan beceriksizliğini, bu kusuru sebebiyle yitirdiklerini hatırlatıyordu. İnsan kendiyle barışmak gibi dünyanın en güç uğraşlarından birinin kıyısına kadar gelip nasıl da koştura koştura en başa dönüyordu, hayret.
Çok değil bir kaç ay evvel, şaşılacak kadar yoğun ve taze şeyler hissettirebilen, çok değil sadece birkaç gün önce sürekli bir arada olunmak istenen, yokluğu fark edilen, yokluğu tercih edilmeyen biriyken; bunlar sanki giydiği alelade bir kılıkmış da zamanla kirlenip çamaşır sepetine alındığından vazgeçilme vaktinin geldiği gerçeğinin ağırlığıyla yüzleşmek, yalan değil, taşıyabileceğinin üzerinde bir yük gibi geliyordu.
"Kimse" diyordu, "kimse, kimseyle kendinden çok barışamazken ve barışmamalıyken de, ben neden bu lanetle sınanıyorum?"
0 notes
Text
Bir varmış, bir yokmuş
Bir adım atmalıydı, ondan gelirse incinecekti. Teselliye ihtiyacı olanın yalnız kendisi olduğunu kabul etmeliydi artık. Akıp giden, hareketli olan, durduğu yerde saymayan, bir varlık gösteren kendisi değil, diğeriydi. Bu nedenle kendisi gibi zorlanıyor olacağına dair hiçbir inanç tutmalıydı içinde. Bu işte yalnızdı. Tutmamalıydı ki daha da kırılmasın. Ayrılıklar her daim eşitliksiz olurdu zaten, bunun inkârı beyhude bir çabaydı. Bitişin kabullenişi de geride kalana düşerdi hem, haksız mıyım? Yolunu ayıran bunu zaten evvelden tartıp kabullenmiş olmalıydı çünkü. Eksikliğinin yer edeceğini bile bile kimse bir hayatı yıkmazdı. Kimse. Gidenin daha huzur dolu bir alternatif son tahayyülü vardır aklında. Asla unutmamalıydı bunu. Kendisiyse hâlâ avcunun içinde bir sürü ihtimalin kırıntılarını taşıyordu adına pişmanlık denen. O kırıntıları gökyüzüne savursa da, pıtır pıtır cebinden yerlere bıraksa da, geçmişi geri getirecek bir istikamet çıkmayacaktı onlardan, anlamalıydı. Ne demişti Bıçakçı: "Geçmiş utanılacak bir şeymiş gibi tamamen siliniyordu." Silindiği gerçeğini daha fazla reddetmeden, bu sızıyı yaşayan yegâne insanmış gibi kibirli düşüncelere de kapılmadan, küçücük bir "pekâlâ, ben gidiyorum" gerekiyordu. Yapışıp kalmamak adına, hâlâ bir külfetmişcesine aynı yerde durarak iç sıkıntısı vermeden... Kedi yine aynı eşofman altını yere atıp onun üzerinde derin derin uyusa da, bu görüntüyle her karşılaştığında, bir trajedide mi komedide mi olduğunu sorgulamak zorunda kalsa da, ne kadar ağlasa da, ne kadar gülümsese de, bu ömürde artık yalnız kendine yer olduğu gerçeğiyle, kapatmalıydı o kapıyı.
0 notes
Text
Silindir
Kitapların arkasındaki fiyat etiketlerini incelikli bir biçimde çıkarıp baş ve işaret parmakları arasında yine aynı özenle silindir haline getirip şekil veriyor onlara. "Diktörtgendin ama artık hacmin var, bak. Daha karmaşık sayılabilecek ama bununla doğru orantılı olarak seni çözeni görece daha fazla tatmin edecek bir formüle bile sahipsin hatta."
"Şekil verdim sana" diyordu, "şekil verebildim ve sen de şekil alabildin, benden farklı olarak."
0 notes
Text
Eski alışkanlıklarla başa çıkma karalaması
Son zamanlarda kendini sadece acı çekebilen bir robot gibi hissediyordu. Acı çekiyor ama uyanıyor, kedilere mama, su koyup onları seviyordu. Dişlerini fırçalıyor, yüzünü yıkıyor, şiş gözlerine bakıp "olabilir" diyordu. Her şeye, durmaksızın mümkün olarak bakmak kendisine anlık öfkeler duymasına neden oluyordu. Ama mümkündü işte. Yıllarca hep bunu tekrarlamadı mı? "Yarın ne olacağı belli olmaz"ı kazımadı mı hayatını çevrelediği her duvara sanki? Neyse, üzerini değişiyor fakat yine üşüyordu. Üşümeye çare bulamıyordu bir türlü. Bu konuda değişen bir şey yok.
Hiçbir şeye dair bir umut beslemiyor fakat buna rağmen yaşamaya devam ediyordu. Az da olsa yemek yiyordu. Ağlıyordu ve doğrusunu isterseniz buna engel olabilmeyi çok isterdi, çünkü gözleri çok şişiyordu, zaten barışmakta güçlük çektiği aynadaki yansıması hepten can sıkıcı bir hâl alıyordu. Makyajla da kapanmıyordu üstelik. Keşke kapansa. Hayatına bakıyordu, sokağı, insanları izliyordu. Her şey akıp gidiyordu yine işte. Oysa bir yerde durması gerekirdi. Tam şu an her şey dursun! Meselâ? Durmuyordu. Kabullenmedi değil, kabullendi ama sızısı çok taze. Keşke bunca taze olmasaydı. Aslında her şey dursa daima taze kalırdı ve bu da işine gelmezdi. Akıp gitmenin demek ki bir getirisi vardı. "Pekâlâ, akıp gitsin öyleyse."
"Buna da uyum sağlayacağım" diyordu içinden. (Pek büyük bir inançla söylemiyordu bunu ama yine de oraları deşmek istemiyordu. Telkin iyiydi, telkin faydalıydı.) İnsan alışıyor, insan her şeye alışabilmesi ile insan oluyordu(muş?). Reddetme gücünü değil de reddetme arzusunu duymuyordu sanki. Bir arzu duymuyordu, duymamalıydı da. Bir rutine sahipti, onun adı da yaşamaktı. Üzerine kütüphanelerce yazılmış yaşamak dediğimiz şey, belki de sadece bundan ibaretti. Basit şeyleri uzun uzun ağdalı cümlelerle süsleyerek konuşmayı sever insan neticede. (-Dedi hiç durmadan konuşmaya ve yazmaya devam eden kadın)
Kimseyi üzmeden, kimseyi tedirgin etmeden üzülebilmeyi diliyordu bir de. Herhalde bu da insanın yapayalnız olmasıyla mümkündü. Doğrusu yapayalnız olmak istemezdi. O kadar uzun boylu değil. Bu aralar, tamamen iyi niyetten kaynaklanan ilgiden dahi bunalsa da kendine sözü vardı: "Eskiye dönmek yok. Bu nedenle devam etmek lazım."
Kendisinin formülünü vermeye kalkışsa aşağı yukarı "biraz şanssızlık, biraz geç kalmışlık, biraz da pişmanlıktan oluşuyorum" derdi. (Hiç sıradışı bir formül değildi ve bu sıradanlık onu memnun ediyordu) Ancak bunlarla başa çıkmak zordu, bunlar herkese yüktü, ağırdı. Aşması imkânsız değildi belki ama yavaş çekimde ilerlerdi böyle insanlarla hayat. Zamanla ona temas edenler de yorgun düşüp ileri sarmak isterlerdi filmi. Bu konuda kimi, neyle suçlayabilirdi ki? Tam olarak yerinde saymasa da, başkaları hayatın hızla geçip gitmesine, ona kıyasla daha çok ilgi gösterirdi. Onların gelecek plânları vardı, heyecanları, umutları, daha huzurlu yaşama ihtimaline yönelik sarsılmaz bir inançları vardı. Anlara onun kadar takılmaz ya da takılı kalmazlardı diyelim. Daha sağlıklı olanın bu olduğunu o da düşünüyordu aslında. Ama dedim ya, onun yolu çok yokuştu ve bu ağır çekimdeki yolculuk pek çoklarına uymazdı. Olağandır bu.
Haddinden fazla hüzünlü olmasın isterdim yazdıklarım lâkin haddinden fazla hüzünlü hissediyordu. Elbette hiç özel olduğunu sanmıyordu bu hislerin, o konu cebindeydi, -daima- yine de bunu tekrarlamak isterim. En duru halde nasıl ifade edilebilirdi, sözcükler bütünüyle karşılar mıydı mutsuzluğunu ve bu sızıyı, inanın ben de bilmiyorum. Sadece böyle hissediyordu, hüzünlüydü. Mide bulandırıcı ve geçmek bilmeyen bir hüzün.
Akşam oldu, zaman yine geçti. Yine tuvaletler temizlenecek, evdeki tüm kedi ve insan kafaları öpülecekti. Nemlendirici bile sürebilirdi biliyor musunuz uykudan önce? İlk kez tecrübe ettiği bir bocalayış biçimiydi bu. Yabancı geliyordu ama bir çılgınlık sürüversin işte o nemlendiriciyi, olsun. Uykuları sık bölünebilirdi bu süreçte, olsun. Yüreği "Pıt pıt, buradayım ve sızlıyorum. Unutulmasın yani." demeyi adet edinebilirdi. O da olsun. Yeni bir gün başlar ve aynı nakarat tekrarlanırdı çok defa. Zamanla o nakarattaki bir sözcük dahi olsa, ufak ufak kıpırdanmaya başlardı belki. Hatta sözcük değil, bir harf bile olabilirdi bu. "Akan bir suysa zaman, elbet bu taşları götürecek" dedi kedinin kulakları arasını okşarken . O vakte dek, çaresiz, yine bu dişi sıkacak ve hayatı yuvarlanıp gidecekti. Yokuş yukarı yuvarlanmak da neyin nesiyse...
0 notes