Don't wanna be here? Send us removal request.
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 16. Bölüm - Blood Must Have Blood II
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 1.4k
Herkes o odaya geri dönmüştü. Emerson beni oraya kadar sürükledi. Tekmelemek ve çığlık atmak odadaki insanlarıma yardım etmek için başka yerlerde daha iyi harcanabilecek enerjimi boşa harcıyordu. Ama şimdi daha da yaklaştıkça korkum yavaş yavaş beni ele geçirmeye başladı. Emerson'a karşı mücadele ettim ama işe yaramıyordu.
Yerde kafasına çuval geçirilmiş birkaç kişi vardı. Daha çok insanımı tanıdım. Dağın dışından yakaladıkları insanlar. Ve odanın ortasındaki masanın üstünde arkadaşlarımdan birinin vücudu vardı, gözleri korkuyla açılmıştı. Ölü. Ölmüştü. Hepimiz yakında ölecektik. Odadaki herkesin yüzlerini tarayarak bilekleriyle duvarlara zincirlenmiş insanlara baktım. Raven ve Wick buradaydılar. Miller. Harper. Bütün arkadaşlarım.
Emerson "Onlardan birini daha buldum." dedi ve beni ileri itti. Diğerlerinin yanında dizlerimin üzerine düştüm. Cage Wallace bana korkunç, açgözlü, midemi büken bir coşkuyla baktı. Buradaki tüm insanlar arasında ona en çok meydan okuyan bendim. Bahse girerim öldüğümü görmek için sabırsızlanıyordu. Ona yaşadığım dehşetten tatmin olmasına izin vermeyecektim.
Cage Emerson'a "Herhangi bir kayıp var mı?" diye sordu.
"Onların öldürdükleri kadar değil, efendim. Ama korkarım iyileşenlerden bir tek ben kaldım. Bazı çocuklar hala kayıp. Eğer isterseniz bir takım alabilirim, diğer katları da ararız."
"Hayır." diye cevapladı Cage. "Artık boşa harcanacak zaman yok. Kırk sekiz saat içinde hepimiz yer yüzünde olacağız. Kafalarındakileri çıkar."
Diğer gardiyanlardan biri çuvalları tek tek çıkardı. Monroe. Miller'ın babası. Abby. Ve sonra..."Baba!"
Babam bana döndü, gözleri dehşetle genişledi. Ayağa fırladım, ona ulaşmaya çalıştım ama gardiyanlardan biri silahlarının arkasını omzuma indirdi. Nefes nefese yere düştüm.
"Hayır!" Babam bağırdı, ayağa kalktı. "Bırak onu!"
Silahla babamın sırtına vurdular. Bana tekrar vuracaklarını bilmeme rağmen onun yanına koşmaya çalıştım. "Çek ellerini üstünden!" Yine silahın arkasıyla vurdular. Bu sefer ağzımda kan tadı aldım.
Babam "Sizin sorununuz ne?" dedi.
Abby "Kızım nerede?" diye sordu sinirle.
Emerson "Clarke'tan bahsediyor." dedi.
"Böyle olmak zorunda olduğu için üzgünüm." dedi Cage, onu yumruklamak istememi sağlayacak şekilde bana baktı. Gardiyanlar beni ayağa kaldırdı ve bir çift kelepçe getirdiler. Elimden geldiğince direndim ama sonunda bıraktım. Soğuk metal bileklerimi sardı. Babam yanımdaydı. Ona sarılmak, ağlamak, her şeyin güzel olacağını söylemesini istedim. Ama olmayacağını biliyordum. İkimiz de ölecektik, biri diğerini izlemek zorundaydı. Annemi çoktan kaybetmiştik. Birbirimizi de kaybetmek istemiyorduk.
Bir gardiyan, bir sonraki çocuk da masada öldüğünde "Başka birine ihtiyacımız var." dedi. Gardiyanlar odayı incelerken, başka bir kurban ararken panikledim. Ve Raven'ı seçtiklerinde karşı çıkmaya çalıştım.
Wick "Hayır!" diye bağırdı. "Hayır, beni al. Sakın ona dokunma. Dokunma ona!"
Raven onlara karşı savaştı ama onu bir şok cihazıyla etkisiz hale getirdiler. Onu masaya bağladılar ve ne kadar karşı çıkmaya çalışsa da boşunaydı. İlik çıkarma işlemine başladıklarında arkamı döndüm. Çığlıkları benim için çok fazlaydı ve babama yaklaştım.
Sakince "Şşş" dedi, bu durumu göz önüne alarak elinden geldiğince rahatlatmaya çalışıyordu. "Her şey yoluna girecek."
Başımı salladım, gözyaşlarım akmaya başladı. "Hayır, girmeyecek baba. Hepimiz öleceğiz."
Gözlerinde acı bir üzüntüyle bana baktı. İkimiz de bunun doğru olduğunu biliyorduk. "Sadece bana bak kızım, tamam mı? Seni seviyorum."
"Ben de seni seviyorum." diye fısıldadım.
Raven'ın çığlıkları bir süre sonra azaldı. Bu rahatlatıcı değildi. Yakında ölecekti ve ben de en yakın arkadaşlarımdan birini kaybedecektim. Ama sonra kapı açıldı ve Cage odaya girdi. Yüzünde öfkeli ve üzüntülü bir hal vardı. Bir ebeveyni kaybetmenin üzüntüsü.
"Onu masadan kaldır." diye homurdandı, Raven'a işaret etti. Ve sonra bana döndü. "Ve onu koy."
"Hayır." diye yalvardım. Ölmeye hazır değildim. Raven'ı bitirmeden beni neden seçtiğinden emin değildim ama Clarke ile bir ilgisi olduğunu düşündüm. Beni masaya yatıracak, delecek, canımı yakacak ve sırayla Cage'e en çok meydan okuyan tüm insanlara zarar verecekti. Ben. Bellamy. Clarke.
"Hayır, lütfen." diye yalvardı babam, beni korumak için elinden geleni yaptı. "Hey! Bunu yapmak zorunda değilsiniz! Başka bir yolu olmalı!"
Cage "Başka yol yok." diye soğukça cevap verdi.
İki gardiyan bileklerimin etrafındaki kelepçeleri çıkardı ve beni masaya sürükledi. Mücadele ettim, birinden kurtuldum ama bu yeterli değildi. "Bırak beni!" diye çığlık attım.
Babam "Hiç kimse kemik iliği için ölmek zorunda değil!" diye bağırdı. "Bağışlayabiliriz!"
Gardiyanlar beni masaya yatırdı ve çaresizce kaçmaya çalıştım. Ama beni bağladıklarında yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Yine de içimde kalan her şeyle savaştım, onları engellemek için elimden geleni yaptım. Onlara cehennemi yaşatmadan ölmeyecektim. Boynumu kilitlemek için kemeri bağladıklarında, gözlerimde gözyaşları vardı.
Babam "Hey, bağışlayabiliriz!" diye bağırdı ve sesindeki çaresizlik kalbimi paramparça etti. Beni böyle ölürken görmeyi hak etmiyordu.
"Bu asla olmayacak." dedi Cage. Babamla göz göze gelmek için kafamı çevirdim. Ama rahatlatıcı değildi. Matkap beklediğimden önce geldi. Metalin ucu derime girdiğinde zaman bir anlığına durdu. Soluk soluğa kaldım. Sonra zaman yeniden başladı ve beni aşan acı vücudumu doldurdu. Sesim kısılana kadar çığlık attım. Keskin, sıcak ağrı vücudumu yukarı ve aşağı vurdu, kalçamı sardı. Gözyaşları yüzümden masaya akıyordu. Bu acı o kadar yabancı, o kadar acı vericiydi ki Tondc köylüleri tarafından kesilmeyi tercih ederdim.
Sonsuza dek sürecek gibi görünüyordu, sanki sonsuz bir işkence döngüsünde sıkışıp kalmışım gibiydi. Bellamy'nin yüzü aklıma geldi. Onu görmek rahatça diğer dünyaya gitmek için ihtiyacım olan tek şeydi. Yine de acılarımdan daha dikkat dağıtıcı değildi. Ama artık çığlık atamıyordum. Sadece bitmesini diliyordum.
Bir alarm sesi her yeri sardı. Zar zor fark edebilmiştim. Panik odaya yayıldı. Ama benim halkımın paniği değildi. Dağ adamlarınınkiydi. Yorgunluğuma, ıstırabıma rağmen gülümsedim. Clarke ve Bellamy bir şeyler yapmıştı. Hepimizi kurtarmak için bir şeyler yapmışlardı. Etrafımdaki gardiyanlar yere düşmeye başladılar. Radyasyon.
"Y/N." Bir ses kulağıma fısıldadı. Kim olduğundan emin değildim. Şu anda hiçbir şeyden emin değildim. "Hey, benimle kal. Lütfen!"
Belli belirsiz bileklerimin ve boynumun etrafındaki kelepçelerin gevşediğini hissettim. Ama hareket edemedim. Hiçbir şeye cevap veremedim. Hiçbir şey yapamadım. Birisi beni kaldırdı. Acıyla inledim, yapabileceğim tek şey buydu. Aynı kişi alnıma bir öpücük bastırdı ve sonra bayıldım.
.𖥔 ݁ .
Baygın halde ne kadar zaman geçtiğinden emin değildim. Ama güneş parlıyordu, kanlı yüzümde sıcak ve nazikti. Kollarımı zar zor hareket ettirebiliyordum. Donuk ağrı bacaklarımda zonkluyordu, vücudumun her parçası ağrıyordu. Gökyüzü. Güneş. Dışarıdaydım. Rahatlamak için ağlayacak enerjim olsaydı yapardım. Bunun yerine küçük bir gülümsemeye izin verdim.
"Hey, prenses." Bellamy mırıldandı.
Yavaşça ona baktım. Demek beni taşıyan oydu. "Hey" Kollarımı boynuna sardım. Önümde babam ve Abby el ele yürüyorlardı. Gülümseyerek başımı Bellamy'nin omzuna yasladım.
Bellamy "Beni bir an çok korkuttun." dedi. "Seni kaybettiğimi sandım."
"Bunu o kalın kafana sok, Blake. Beni asla kaybetmeyeceksin." diye fısıldadım, gözlerimi açık tutmaya çalışıyordum. Hiç bu kadar tükenmiş hissetmemiştim. Bir hafta boyunca uyumak istiyordum.
Kıkırdadı ve alnımı öptü. "Olsun. Seni o masada görmek, yaşadığım en kötü şeydi."
"Ama beni kurtardın. Sensiz şuan hayatta olamazdım."
"Sen de öyle. Birkaç kez kıçımı kurtardın."
Usulca güldüm. "Doğru. Ben olmasam felaket halde olurdun."
"Tamam, tamam." dedi Bellamy, gülümsedi. "Sanırım birbirimize ihtiyacımız var."
"Kesinlikle." diye cevap verdim ama söyleyebileceğim tek şey buydu. Bellamy beni Jaha Kampı'na kadar sessizlik içinde taşıdı. Ona yakın olmak her zamanki gibi hoştu. Ve kokusu tanıdık geliyordu. Ev gibi.
Kampın kapısında durduk. Herkes kampa girmişti ama Clarke kapıya döndü. Bellamy'ye baktım ve başını salladı. Onunla konuşmak istiyordum. Halkımızı kurtarmak için yaptığı her şey için ona teşekkür etmek istiyordum.
"Sanırım bir içkiyi hak ediyoruz." dedim, onun yanında durduğumuzda. O kadar şeyden sonra biraz alkol alabilirdim. Dağı radyasyona boğduktan ve içerideki herkesi öldürdüğünden beri alkole benden daha çok ihtiyacı olduğunu düşündüm.
Clarke başını salladı. "Benim yerime de bir tane iç."
Bellamy "Hey, bunun üstesinden gelebiliriz." dedi.
"İçeri girmeyeceğim."
Kaşlarımı çattım. Neyden bahsediyordu? Ona ihtiyacımız vardı. Ona ihtiyacım vardı.
Bellamy "Clarke, eğer affedilmeye ihtiyacın varsa seni affederiz." dedi. "Affedildin."
"Lütfen içeri gel." diye mırıldandım. "Clarke, kan bağımız olmasa bile sen benim kız karde��imsin. Seni kaybetmeyi göze alamam."
Bana küçük, özür dileyen bir gülümsemeyle baktı. "Benim için onlara iyi bak."
"Clarke." diye karşı çıktım, sesimi sabit tutmaya çalıştım.
"Her gün yüzlerini görmek, onları buraya getirmek için ne yaptığımı hatırlatacak."
Bellamy "Ne yaptığımızı." dedi. "Bunu yalnız yapmak zorunda değilsin."
Clarke durakladı, kamptaki herkese, özellikle de annesine bir süre baktı. "Diğerleri zorunda olmasın diye ben katlanıyorum."
"Nereye gideceksin?" diye sordum.
"Bilmiyorum."
Yaşadığımız onca şeyden sonra hala hayatımdaki en önemli insanlardan birini kaybedecektim. Clarke hissettiğim melankoliyi hissetmiş olmalıydı, çünkü beni yanağımdan öptü ve yüzüğümü avucuma koydu. Buna benden daha fazla ihtiyacı varmış gibi hissediyordum.
"Tekrar buluşmak dileğiyle." diye fısıldadı. Ve sonra gitti. Bir an için onu ormana doğru yürürken izledik.
"Tekrar buluşacağız." diye mırıldandım.
Bellamy döndü ve beni kampın içine taşıdı. En yakın arkadaşlarımdan biriyle son kez konuşmuş olabilirdim ama diğer tüm arkadaşlarımla burada olabilmem için bir fedakarlık yapmıştı. Ve ona sonsuza dek minnettar olacaktım.
Bellamy "Uyumaya hazır mısın?" diye sordu ve gözlerimi tekrar açtım. Kapalı olduklarını bile fark etmemiştim.
Başımı salladım. "Evet, Bell. Hazırım." Beni yavaşça yatağa koydu. Saçımı okşayarak bana gülümsedi. Bunu yapmak inanılmaz derecede acı verici olsa da sağa doğru döndüm ve onu öptüm. "Seni seviyorum."
Bellamy beni geri öptü. "Ben de seni seviyorum. Şimdi biraz dinlen."
Başımı sallayarak yatakta rahat bir pozisyon aldım ve hemen uykuya daldım. Hayatta kalmıştık. Barış içindeydik.
Başarmıştık.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 15. Bölüm - Blood Must Have Blood I
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 1.7k
Hasat odasına geri döndük. Yaralı, yorgun dünyalılarla dolu kafesleri; kızgın, umutsuz inlemelerle dolu havayı görmek beni tekrar o güne götürdü. Ama korkumu görmezden geldim. Hepsinin gitmesine izin vermek en önemli şeydi. Dağın içinde ve dışında bir ordumuz vardı, ama sadece buradaki herkesi serbest bırakabilirsek.
Gardiyanlardan çaldığımız anahtarlarla Bellamy ve ben mümkün olduğunca çok sayıda kafesin kilidini açmaya başladık. Dünyalıların kafeslerinden ellerini uzatıp yardım istediğini gördükçe elim daha da titriyordu. Kendimi sakinleştirmek için ara vermeden önce dört kafes açtım.
Bellamy "Burası çok gürültülü!" dedi. Eğer dağ adamları bizim burada olduğumuzu görürlerse her şey mahvolurdu. Bellamy'nin yanındaki kafeste olan ve Lovejoy'u öldürmeme yardım eden kız, Trigedaslengce tüm Dünyalılara bir şeyler dedi ve herkes bir anda sustu.
Kız bize "Tamam, bunu nasıl yapacağız?" diye sordu.
Bellamy "Dışarıda ana kapıya giden bir ordu var." dedi. "Kapı açıldığında her yer cehenneme dönecek. Bu, arkadaşlarımın buraya gelmesi için bir sinyal ve sonra-"
Bir telsiz sesi lafını kesti. Ne söyleneceğini duymak için endişeyle beklerken kalbim titredi. Cage'in sesi geldiğinde kanım buza döndü ve ellerimi yumruk haline getirdim. "Vatandaşlarım, başkanınız konuşuyor. Hayatımızı sonsuza dek değiştirecek haberlerim var. Doksan yedi yıldır, Mount Weather bizim evimizdi. Bizi hayatta tuttu ama aynı zamanda bizi esir aldı. Çoğumuz hayatta kalmak için yaptıklarımızı canıyla ödedi. Bunları tek bir nedenden dolayı yaptık. Böylece halkımız bir gün yeryüzüne dönebilecekti."
Bellamy ile panikle birbirimize baktık. Bunun nereye gittiğini bildiğime dair içimde bir his vardı.
Cage "O gün bugün." dedi.
"Kapılar açılıyor." diye mırıldandı Bellamy.
Cage "Arkadaşım Lorelei Tsing, hala bu dağda yaşayan dışarıdan gelen yabancılar tarafından öldürülmeden önce..." diye devam etti. "...bir tedavi buldu. Kemik iliği."
Bellamy benimle aynı düşünceye sahip görünüyordu, anahtarları dünyalı kıza verdi. Buradan çıkıp arkadaşlarımızı savunmak zorundaydık çünkü Cage halkını birbirine düşürmeye çalışıyordu. En sonunda bütün arkadaşlarımı bulurlardı. Adamlarımızı toplayıp buraya gönderirken diğer dünyalıları serbest bırakabilirdi. İronik olarak, güvende olacakları yere.
"Bu praimfayadan beri halkımızın hayaliydi." diye devam etti. Cage'in sesi Bellamy ve benim koştuğumuz koridorlarda yankılandı. "Ama şimdi yeryüzüne ulaşmak için yardımınıza ihtiyacım var. Beşinci seviyeyi tutan ve on beş insanımızı öldüren kırk dört suçlu, şimdi bizi bu rüyadan uzak tutuyor. Evimize dönmem için bizden alınan hayatlara karşın onların hayatlarını geri vermeyeceğiz."
Damarlarımda başka bir öfke patladı. Cage, insanları gerçekten vahşice öldüren kişiydi. Yani arkadaşlarımı.
"Yine de inanmak zor olsa da..." diye devam etti. "...aramızda bunu yapan insanlara yardım edenler var. Ve şimdi sizinle konuşuyorum."
Kalbim daha hızlı çarpıyordu ve koridorun köşesinden dönerken az kalsın yere düşecektim. Her şey boka saracaktı. Zamanımız tükeniyordu.
"Eğer gerçekten bir kez daha herkes için kan tedavilerine son vermek istiyorsanız sakladığınız kırk dört katil bunu yapmanın göstergesidir. Onları ceza almadan teslim etmek için bir saatiniz var." diye tehdit etti Cage. "Bundan sonra, sizi devletin düşmanları olarak görmek zorunda kalacağız. Sizden rica ediyorum, lütfen halkınız, halkımız için doğru olanı yapın."
Halkım için doğru olanı yapıyorum, diye düşündüm. Senin yaptığın şey korkunç.
"Böylece hepimiz dünyada hakkımız olan yerimizi alabiliriz." Durakladı ve neredeyse dağ adamlarında yeşeren umudu hissedebiliyordum. Cage ikna ediciydi. "Neredeyse evdeyiz." Sessizlik. Cage konuşmasını bitirmişti, bu da herkesi hasat odasına götürmek için bir saatten az zamanımız olduğu anlamına geliyordu.
Herkesi kurtarmak gerçekten zor kısmıydı. İnsanlar arkadaşlarımdan vazgeçmeye, kendi güvenliklerini sağlamaya ve daha sonra yaşam kalitelerini iyileştirmeye, yeryüzüne çıkmaya başlayacaklardı. Jasper, Miller ve Fox Maya ile birlikte yakalanmıştı. Herkesin nerede olduğundan emin değildim ama Vincent koridorda bize rastladı ve yardımımızı istedi. Vincent koridorun sonunda dururken Bellamy ve ben bir havalandırma deliğinin içinde pusuya yattık. Diğer taraftan zincir sesleri geliyordu. Vincent'ın bana verdiği tabancaya sıkıca sarıldım, şu an için hazırdım.
Bir muhafız "Yoldan çekil Vincent." dedi. Dişlerimi sıktım. Bellamy öfkemi hissetmiş olmalıydı çünkü bana yaklaştı ve parmaklarımı kendininkilere kenetledi. Normalde olduğu kadar sakinleştirici değildi. Öfkemden çok etkilendim. Ama aynı zamanda havalandırma deliklerinin iki kişiyi yan yana tutmak için inşa edilmediği ve rahatsız olduğum için de olabilirdi.
"O benim kızım." diye cevapladı Vincent. Kendimi daha kötü hissettim. Çenemi o kadar sıktım ki dişlerimin kırılabileceğinden korktum.
Maya "Baba, yapma!" dedi, sesi titriyordu.
Gardiyan "Sessiz olun!" diye bağırdı. "Yabancılara yardım ve yataklık ediyor. Yolumuzdan çekilmelisin."
"Onu almana izin vermeyeceğim Paul."
Paul "Dikkatlice dinle." diye uyardı. "Emirlerimiz var. Kızın onların nerede saklandıklarını biliyor. Şimdi kenara çekil. Sana tekrar sormayacağım."
Vincent "Onu istiyorsan, önce beni geçmelisin." dedi.
"Baba, lütfen." diye bağırdı Maya. "Seni öldürecekler."
"Bana bunu yaptırma Vincent."
Vincent iç çekti ve Maya ağlamaya başladı. "Özür dilerim, Paul."
Paul Vincent'a ateş etmek için silahını kaldırdı ve tereddüt etmedim. Bu sıkışık boşlukta en iyi şekilde nişan aldım ve ateş ettim. Kurşun gardiyanın kafasından geçerken duvara kan sıçradı. Vincent ızgarayı çıkardı. Bellamy ve ben dışarı atladık. Silahlarımızı hazılardık, diğer muhafızları vurmaya hazırdık ama Miller ve Jasper bileklerinin etrafındaki kelepçelerle onları boğduklarında bunu yapmaya gerek kalmadı.
Bellamy Vincent'a "Hey, iyi işti." dedi.
Vincent başını salladı. "Teşekkür ederim. Güzel atıştı."
Ona dönüp gülümsedim. "Çok fazla pratik yaptım. Miller, iyi misin?"
"Senden daha iyiyim." diye bağırdı.
"Herkesi hasat odasına götür." dedi Bellamy. "Orada daha güvende olacaksın."
Jasper "Hasat odası güvenli mi?" dedi.
"Sadece bana güven." dedi Bellamy.
"Diğer herkes orada mı?"
"Henüz değil."
"Monty?" diye sordu Jasper.
Vincent "Monty üçüncü seviyede başka bir grupla birlikte." dedi. "Son aramadan sonra onları oraya taşıdık. Bir dahaki sefere oraya gitmelisiniz."
Bellamy başını salladı. "Gidin. Vincent sizi götürecek. Uzun sürmez."
"Hey." dedi Jasper, ölü gardiyanın silahlarından birini aldı. "Seninle geliyorum."
"Ben de öyle." dedim.
Bellamy iç çekti.
Jasper "Onları koruyacağımıza söz verdik ve tam olarak yapacağımız şey bu." dedi.
Bellamy'ye döndüm.
Başını salladı. "Hadi gidelim."
Bellamy ile birlikte silahıma sıkıca sarılarak yürümeye başladık. Jasper arkamızda değildi, ben de onu beklemek için ara verdim. Bellamy ile başka bir anı yaşamak için zaman ayırdım. Birlikte ne kadar zamanımız kaldığından emin değildim ki bu en uygun bakış açısı değildi ama gerçekçi olanıydı. Tüm bu savaşların ortasında böyle daha fazla zamanımız olamayabilirdi.
"Hey" diye mırıldandım. "Sadece teşekkür etmek istedim. Her şey için."
Bana doğru eğildi ve gözlerini kıstı. "Böyle konuşma."
"Ne gibi?"
"Birbirimizi bir daha göremeyecekmişiz gibi." diye cevapladı.
"Birbirimizi bir daha göreceğiz Bell." dedim ve ona sarıldım. "Her zaman tekrar birbirimize geri döneceğimizi söyleyen sendin. Sadece seni sevdiğimi bildiğinden emin olmak istedim."
Bellamy eğildi, beni öptü. "Haklısın. Ama birbirimizi savaştan sonra bile sevebiliriz."
Gülümsedim. "Ve şimdi de sen haklısın."
Jasper nefes nefese "Hadi aşk kuşları." dedi. Maya yanındaydı.
Birbirimizden ayrıldık ve loş ışıklı koridorlarda koşmaya başladık.
"Tamam, fazla zamanımız yok." dedi Bellamy. "Son on iki bu katta."
"Monty dahil." diye ekledim. Hangi yoldan?"
"Bu taraftan!" Maya'nın bize söylediği yöne doğru ilerlerken koridorun hoparlöründen ses geldi.
"Dikkat. Birinci sınıf karantina protokolleri yürürlülüğe girdi. Tüm vatandaşlar derhal beşinci seviyeye rapor vermelidir. Mühür otuz dakika içinde devreye girecek."
Olamaz. Maya oraya giremezdi.
Jasper güven verici olmaya çalıştı ama işe yaradığından emin değildim. "Beni dinle. Her şey düzelecek. İyi olacaksın. Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğiz."
Bunu nasıl başaracağımızdan emin değildim.
Maya "Jasper, otuz dakika içinde tüm yedek güç neslin sürekliliği için yönlendirilecek." dedi. "Bu, yaşam desteği ve güvenlik için beşinci seviye anlamına geliyor. Radyasyon diğer her yere sızacak. Kafamdan vurulmadan beşinci seviyeye gidemem."
Evet, bu bir çıkmazdı. Benimle aynı şeyi düşünüyor gibi görünen Bellamy ile birbirimize baktık. Onu kurtarmak için elimizden geleni yapardık ama bu neredeyse imkansızdı.
Bellamy "Hadi hareket etmeye devam etmeliyiz." dedi.
Jasper "Sana bir koruma kıyafeti alacağız." dedi. "Ekstra oksijen. Mühendisleriniz gücü tekrar açana kadar."
"Sonra ne olacak?" Maya tersledi. "Sence Wallace Cage bundan sonra burada yaşamama izin verecek mi?"
"Dikkat. Birinci sınıf karantina protokolleri yürürlüğe girdi."
"Sonra onu öldüreceğiz." dedim. Üçü de bana baktı. Jasper bir şekilde minnettardı. Ama Bellamy acı çekiyordu. İçimde suçluluk duygusu uyandıran bir şey. Belki de çok hızlı değişmiştim. Ama Cage'in ölmeyi hak ettiğine emindim.
"Tüm vatandaşlar derhal beşinci seviyeye rapor vermelidir."
Koridorlarda bir silah sesi yankılandı. Harekete geçtim ve sesin kaynağına doğru koştum. Monty bu kattaydı. Ya Monty'yi öldürdüyseler? Köşeyi geçerken ölenin Monty olmadığını görmek beni rahatlattı ama ne yazık ki ölen son on iki arkadaşımı saklayan kadındı.
"Onları nereye götürdüler?" diye mırıldandım.
Maya "Beşinci seviye olmalı." dedi.
Jasper asansöre doğru ilerledi, ama Bellamy onu durdurdu. "Hayır."
"Çekil yolumdan." diye homurdandı Jasper.
"Bu dağdaki her insan beşinci seviyede. Her asker."
Maya durakladı ve sonra başını salladı. "Jasper haklı. Kilitlendikten sonra onları çıkarmak neredeyse imkansız olacak. Şimdi ya da asla."
İyi bir ihtimal değildi.
"Tamam." Bellamy kabul etti. "Ama biz nasıl-"
Odanın içindeki bir ses sözünü kesti ve hepimiz sese döndük, silahlarımızı kaldırdık, her şeye hazırdık. Ama bizi selamlamak için dışarı çıkan bir düşman değildi.
"Monty!" diye bağırdı Jasper.
Monty bize bakmadı. Bunun yerine titreyen elleri ve dehşete düşmüş bakışları, onu saklayacak kadar cesur olan kadının cesedine odaklandı.
"Ne oldu?"
"Dünyalıları biliyorlardı." dedi. "Bu yüzden saklandım. Diğerlerini kurtarmak için hiçbir şey yapamadım. Bayan Ryan'ı öldürmelerine izin verdim."
"Dünyalıları biliyorlar da ne demek?" dedim. Bu konuda içimde kötü bir his vardı.
"Bir askerin telsizinden. Hasat odasına gidiyorlar." diye fısıldadı Monty.
"Eğer giderlerse herkesi kaybederiz." dedi Bellamy. Haklıydı. Ve bunun olmasına izin vermeyecektim.
Bir anda koridorlardan hasat odasına doğru koştum. Adrenalin o kadar sert vurdu ki daha önce hiç koşmadığımdan daha hızlı koşuyordum. Bellamy ve diğerlerinin arkamda olup olmadığından bile emin değildim. Tek düşünebildiğim hasat odasıydı. Adamlarım orada olmalıydı. Orada olmak zorundaydılar ve iyi olmak zorundaydılar. Odaya girdiğimde kalbime iğne batmış gibi hissettim.
"Hayır." Tüm kafesler boştu ve kimse yoktu. Yerde ölü olarak yatan Maya'nın babasından başka biri yoktu. "Hayır. Hayır!"
Diğerlerinin yanına dönmek için geri döndüm. Ama ters yönden başka biri geliyordu. Muhafız üniformalı adamı tanımıştım. Emerson. Ama onun burada ne işi vardı? Düşünmeden silahımı ona doğrultup sıktım ama o kadar yorgundum ki her iki mermi de duvarlardan sıçradı ve yere çarptı. Koşmak için döndüm ama kolumu tuttu. Bellamy ve diğerleri neredeyse buradaydılar. Onları uyarabilseydim Emerson'ı vururlardı ve ben de iyi olurdum.
"Bellamy!" Tüm gücümle çığlık attım. Koridorun sonunda, Bellamy'nin cevaben adımı seslendiğini duydum ama başka bir kelime söyleyemeden önce Emerson elini ağzımın üzerine koydu. Beni koridordan aşağı sürükledi, arkadaşlarımdan uzaklaştırdı, kurtuluştan uzaklaştırdı.
Neler olacağını biliyordum. Ama onunla savaşamıyordum. Silahım, oklarım ya da bıçağım yoktu. Sahip olduğum tüm güç ruhumun derinliklerinde kaybolmuştu, bu adamla savaşamazdım.
Kemerinden bir tabanca çıkarıp kafama bastırdı. Yaptığım her şeyden sonra, yaşadığım her şeyden sonra, hala onlar kazanacaktı. Kemik iliğimi alacaklardı ve sonra ölecektim. İçerideki dünyalı ordusu olmadan hiç şansımız yoktu. Keşke daha fazlasını yapabilseydim ama yapacak bir şey kalmamıştı.
Her şey bitmişti.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 14. Bölüm - Bodyguard Of Lies
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 1.2k
Bellamy onu takip ettiğim için beni öldürecekti. Ama birisi, özellikle de o, saklanmamı ve birinin bizi kurtarmasını beklememi nasıl beklerdi? Bellamy beni çoğu insandan daha iyi tanıyordu bu yüzden bir şeyler yapmam gerektiğini bilmeliydi. İşe yaramaz hissetmek en kötüsüydü ve şu anda bunun olmasına izin vermeyecektim. Pek çok arkadaşımın hayatı tehlikedeyken değil.
Bellamy Maya'nın babası Vincent'ın evine uğramıştı. Elinde asetilen meşalesi olarak adlandırıldığını duyduğum, o her ne demekse, garip bir nesne ile dışarı çıktı. Muhtemelen patlayıcıydı.
"Bellamy." diye seslendim, sesimi düşük tutmaya çalıştım, kimsenin beni takip etmediğinden emin olmak için sürekli omzumun üzerinden arkama baktım. "Bell!"
Havalandırma deliğinin önünde durdu ve bana baktı. Kim olduğumu fark ettiğinde ifadesi şaşırmaktan rahatlamaya ve sonra endişeye dönüştü. "Y/N burada ne yapıyorsun?"
"Sessizce oturmayacağımı ve tüm eğlenceye sahip olmana izin vermeyeceğimi bilmeliydin." diye cevap verdim, ona yaklaştım. "Doğana aykırı davranırsan bir nehir tarafından sürüklenirsin."
Bellamy gözlerini devirdi ve iç çekti. Bu tartışmanın sadece zaman kaybettireceğini biliyordu. "Tamam, Shakespeare. Dramatikliğe gerek yok. Sen delisin."
Başımı eğdim ve ona sırıttım. "İşte bu yüzden beni seviyorsun."
"Aslında bu yüzden beni deli ediyorsun ama bunun için zamanımız yok. Hadi." Bellamy havalandırmaya uzandı ve sürünmeye başladı. Ben de arkasından sürünmeye başladım.
Sonunda havalandırma deliğinin sonuna ulaştığımızda Bellamy meşaleyi havalandırma kapağının kenarlarına sürdü ve kapak açıldı. Alevler karanlığı doldurdu ve yanan metalin keskin kokusu burnumu yaktı. Bellamy kenarları yakmayı bitirdikten sonra ızgarayı yavaşça aşağı indirdi.
Havalandırmadan dışarı çıktı ve ben de onu takip ettim. Geniş odanın ortasında asit sisi olduğunu varsaydığım kocaman variller vardı. Etrafa baktım ve daha önce silah olarak kullandığıma benzer cam kutunun içinde başka bir balta gördüm. Dirseğimi kullanarak camı kırdım ve kırıkları temizledim. Baltayı sıkıca elimde tuttum, ana giriş kapısına gittim ve elektronik panelini kırmak için baltanın sapını kullandım. Sonra baltayı kapının koluna soktum, birinin içeri girmesini engellemek için yeterli olacağını umuyordum ya da en azından sisi kapatmak için bize yeterli zaman kazandıracağını.
Geri döndüm ve tankların yanına gittim. Ellerimi silkeledim ve Bellamy'ye katıldım. "Raven, başardık." dedi kulaklığından. "Umarım bir planın vardır.
"Hala üzerinde çalışıyoruz." dedi. Kulaklık Bellamy'nin kulağındayken ne dediğini zar zor duyabiliyordum. "Bize devam edecek bir şey ver. Ne görüyorsun?"
"Büyük bir varil. Denizaltına benziyor." Bellamy etrafta dolaştı ve ben de onu takip ettim. "Kimyasal formülleri olan başka tanklar. Uyarı etiketleri. Duvarların içinde borular. Monitör."
"Oh! Monitöre git!" Wick'in sesiydi.
"Sana da merhaba." diye mırıldandım ve Bellamy bana kıkırdadı.
"Wick'e aldırmayın. Aslında yardım etmiyor." dedi Raven. Onunla iyi geçinmeye başladığını görmek güzeldi.
"Hey Bellamy." dedi Wick, telsizi tekrar devraldı. "Monty nasıl?"
"Uh, iyi, evet. Ama bunun ne kadar süreceğini bilmiyorum." İyimser olmanın yolu, diye düşündüm. Ama o haklıydı. Hiçbirimiz ne kadar zamanımız kaldığını bilmiyorduk.
"Harika." diye homurdandı Wick. "Dinle, eğer bu monitör bir kontrol paneli ise, onu bu şeyi kapatmak için kullanabiliriz. Bir pH ölçeği ara."
"Doğru, bir ölçeği var, ama gerisi..." Bellamy'nin omzunun üzerinden monitöre baktım. Garip bir şekilde bazı sembolleri vardı ve birkaçını tanımıştım. Kimyaya ilgim yoktu ama annem kimyagerdi. İşini o kadar çok seviyordu ki evde sürekli bu konuyu konuşurdu.
"Sadece bunu patlatsam olmaz mı?" Bellamy harf kombinasyonlarına baktı.
Raven "Hayır, savunmalarının düştüğünü anlarlar." dedi.
Wick "Bunu düzeltmek, yeniden yönlendirmek veya bilmediğimiz bir silah kullanmak için yeni bir teknoloji gönderirler."
"Ve muhtemelen yüzünüzü eritirsiniz." dedi Raven.
Bellamy içini çekti. Zaman, sisi nasıl yok edebileceğimizi tartışırken monitörün üzerinde durduğumuzda beklediğimden daha hızlı geçti. Tekrar tekrar harflerin ve sayıların kombinasyonlarını aklımda tekrarladım. Ne anlama geliyorlardı? Ark'ta herhangi bir ileri sınıfta olma şansım olmamıştı bu yüzden biraz daha zor geldi. Ama annem ne yapacağını, tüm bunların ne anlama geldiğini bilirdi.
Bellamy'nin kolunu tuttum. "Korozyon! Bu tanklarda koruyucu bir oksit olmalı ve tanklarda kalanları temizliyor ve dengeliyor olmalı!"
"O haklı." dedi Raven, kendimle gurur duydum. Annemin sayesinde olmuştu. Ruhu şu an gerçekten benimleydi. "Pasivasyon denilen bir şey arayın."
"Tamam, bakıyorum." dedi ve monitördeki alt dizinlere baktı. "Bastım. Sulu sodyum hidroksit banyosu diyor."
"Bu temel kısım." dedi Wick. "Asidi nötralize edecek. Bunu seç."
Bellamy dediğini yaptı ve pompalardan ses gelmeye başladı. Pasivasyon işlemi gerçekleştikçe tıslama sesleri odayı doldurdu. pH seviyesi yükselmeye başladığında gülümsemem büyüdü. Çalışıyordu. Yakında asit sisi etkisiz olacaktı. pH yediye ulaştığında pompalar yavaşladı.
Bellamy ve ben aynı anda "Pasivasyon başarılı." dedik. Bana döndü ve belimden tutup havada döndürmeye başladı. Kesinlikle ondan beklenmedik bir şeydi ama hoşuma gitmişti. İkimiz de gülümsüyorduk. Başarmıştık. Beni yere indirdiğinde Raven'a işaret vermesini ve Clarke'a ordunun yürüyüşe başlayabileceğini bildirmesini söyledi.
"Anlaşıldı."
Havalandırma deliğine geri dönmeye başladık. Bellamy parmaklarını benimkilere kenetledi. Elini hiç bırakmak istemedim. Ama havalandırmaya ulaşınca bırakmak zorunda kaldım ve gözüme bir şey çarptı. pH'ı ölçen eski bir manuel kadrana benziyordu.
"Hey, şuna bak." diye fısıldadım, üstündeki kirin bir kısmını temizledim. Bellamy ile birbirimize baktık. pH seviyesi hala sıfırdı. Yani hala tamamen asidikti. Bilgisayar hatalıydı. Hiçbir şeyi etkisiz hale getirmemiştik.
"Raven, bir sorunumuz var!" Bellamy çılgınca kulaklığından seslendi. Ama cevap yoktu. "Kahretsin, neredesin? Asit sisinin etkisiz hale geldiğini sanmıyorum. Clarke'a haber ver. Orduyu durdurmalıyız. Raven?!"
Bir şeyler doğru değildi. Neden cevap vermiyordu? Ya görevini bırakmıştı ki bu pek olası değildi ya da Cage bir şekilde radyo sinyalimize müdahale etmişti. Ve daha da kötüsü, monitördeki pH seviyesi düşmeye devam ediyordu.
"Hayır." dedim. "Olamaz."
Bellamy de benimle aynı sıkıntıyı yaşıyordu. Bir anda her yerden alarm sesleri gelmeye başladı. Gardiyanlar ana kapıyı açmaya çalışıyorlardı. Çılgınca bir çıkış yolu için etrafa baktım ve gözlerim yanıcı etiketli büyük bir varile takıldı. Bellamy ile birbirimize baktık, aklımdan neler geçtiğini biliyor gibiydi.
Aşırı tehlikeliydi ama buradan canlı çıkmak istiyorsak tek seçeneğimiz buydu. Bellamy elindeki meşaleye sıkıca sarıldı ama bir şey yapamadan önce üstümüzdeki kapı açıldı. Gardiyanlar bizim olduğumuz kata indiklerinde Bellamy ve ben kaçtık. Uzun bir propan tankının arkasına saklanarak bir köşeye sığındık.
"Çıkın dışarı!" Gardiyanlardan biri bağırdı. "Önce eller!"
Arkamızı dönerken Bellamy'ye bakıp başımı salladım ve sonra buraya gelmek için süründüğümüz havalandırmaya doğru koştum. Mermiler etrafımıza sıçradı ve ellerimle kafamı korudum. Neyse ki atışların hiçbiri bana ulaşmadı ve ben de havalandırmaya girdim. Bellamy'nin gelip gelmediğini görmek için beklemedim. Sürünmeye başladım ama sonra arkamda Bellamy'nin ağır nefeslerini duydum ve gülümsedim.
Bellamy döndü ve iki silahını havalandırma girişinde duran gardiyanlara ateşledi. Birkaç saniye içinde silahların mermileri bitti ve silahları bıraktı. Kapağa ulaşmaya çalışırken daha önce hiç olmadığım kadar hızlı süründüm. Olan bir patlama altımızdaki boruları sarstı. Gülümsedim. Propan tankında yanan bir meşale bırakmak işe yaramıştı. Asit sisini kapatmıştık. Ama sıcaklığın yükseldiğini hissettiğimde çıkışa doğru hızlandım.
Tam zamanında yere atladım ve Bellamy'nin elini tuttum, benden sonra onu dışarı çıkardım. Ateş çıkışa ulaştığında yere oturup kendimi korumaya çalıştım. Bellamy'nin kolları ile başımı koruduğunu fark ettim. Ateş bittiğinde Bellamy ile beraber ayağa kalktık. Duman ve gaz kokusu havayı doldurdu ve öksürdüm. Gözlerim ve ciğerlerim yanmıştı ama gülümsedim. Başarmıştık. Orduyu kurtarmıştık ve yakında bu savaşı da kazanacaktık.
Bellamy bana sarılınca ben de kollarımı boynuna doladım. "Gördün mü, fikrimin işe yarayacağını söylemiştim." dedim.
Saçımı okşadı. "Aslında bunu sesli bir şekilde söylememiştin." dedi.
Güldüm. "Demek istediğim, asit sisini durdurdun. Sen bir kahramansın Bell."
"Sen de kahramansın, prenses." diye mırıldandı kulağıma. "Benim kahramanım."
Gülüşüm genişledi ve ona daha sıkı sarıldım. Birbirimizden ayrıldığımızda Bellamy belimden tuttu ve beni kendine doğru çekip öptü. İkimiz de kan ve ter içindeydik ve etraf gaz kokuyordu ama hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Ateş neredeyse bize ulaşacaktı. Ama yine de burada, hayatta ve dağın dışındaki arkadaşlarımızı kurtarmaya yardım etmiştik. Ama bu kolay kısımdı. Şimdi herkesi dışarı çıkarmak zorundaydık.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 13. Bölüm - Resurrection
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 1.9k
Beşinci katı geçtiğimizde herkes gergindi. Acil durumda kullanılan balta camını dirsekledim ve kırılan camları temizledim. Baltayı sıkıca tutarak yavaşça nefes verdim. Elimizdeki her şeyle burayı savunacaktık. Dağ adamları kazanamazdı. Monty anahtarları almak için paneli çıkardı. Kıvılcımlar havaya uçtu.
"Y/N bunu nerede kullanmak istiyorsun?" diye sordu Miller, o ve başka bir çocuk bir yatak çerçevesi taşıyarak yürüdü.
"Orada." Onları kapının önündeki bir noktaya yönlendirdim. "Zayıf noktalara koymayın. İçeri girmeyeceklerinden emin olmalıyız. Katı aldık ama şimdi onu tutmalıyız."
Tüm arkadaşlarım mobilyaları ve her türlü giriş noktasına karşı bulabilecekleri her şeyi istiflemek için çabalıyorlardı. "Gelecekler!" Durum oldukça vahim olsa bile ilham verdiğimi umarak bağırdım. "Ve hazır olmalıyız!"
Herkes yanıt olarak mücadele çığlıkları attılar ve işlerini bırakmadılar. Jasper, beni duyamayan herkese emir vermek için yardımcım gibi davranıyordu.
"Harper." dedim, ona yaklaşırken. "Birkaç kova al ve suyla doldur. Olabildiğince büyük olsunlar, tamam mı?" Kafa karışıklığı içinde başını salladı ama yine de dediğimi yaptı. Ne yaptığımı biliyordum. Eğer dağ adamları barikatımızdan geçebilirlerse duman bombaları ve elektrikli çubuklar bizi engellemezdi.
"Dikkat edin!" Elimdekiyle vurdum ve bir güvenlik kamerasının kalıntıları parçalanarak etrafımdaki yere dağıldı.
"Güzel. Koridor kameralarını da kıralım!"
"Hayır!" Monty araya girdi. Tartışmak üzere ona döndüm ama devam etti. "Koridor kameralarını bırak. Dışarıyı izlemek için ihtiyacımız var."
Gülümsedim, etkilendim. "Bunu yapabilir misin?"
Monty alay etti, elektronik bir panele doğru gitti. "Beni tanımıyor musun?"
Peşinden gittim, Jasper bize yetişti. "Kapıların neresindeyiz?"
Monty "Asansörler devre dışı bırakıldı." dedi ve başka bir elektrikli kapı paneli ile uğraştı. "Diğer merdiven boşluğu kilitlerini devre dışı bırakacağım, ne kadar zor olsa da." Baltamı salladım ve kabloları kestim. Kıvılcımlar havaya uçtu.
Monty "Tamamdır, bu da işe yarar." dedi.
"Üzgünüm. Sabırsızım."
Tüm halkımızın kapılara barikat kurmaya devam etmesini, birbirimizin etrafında koşuşturmasını, hayatta kaldığımızdan emin olmak için ellerinden geleni yapmasını izledim.
"Onları en fazla ne kadar dışarıda tutabiliriz?" Jasper mırıldandı.
"Mümkün olan en uzun süre." diye cevap verdim, omzuna elimi koydum. "Bu işe yarayacak."
Monty ve Jasper bana gergin, sempatik gülümsemeler verdi. Sonunda elimizden geldiğince her şeyi bitirdik. Daha demin herkes acele ediyordu, yapacak bir işi vardı, zihinlerini yakın tehlikeden uzak tutacak bir şey. Şimdi kaçınılmaz sonu bekliyorduk. Neredeyse herkesin gerginliğini hissedebiliyordum ve bu bunaltıcıydı. Monty'nin omzunun üzerinden elinde tuttuğu ekrana baktım. Yine de koridorlarda hiçbir şey yoktu. Ne zaman geleceklerdi? Cevabımı hemen aldım.
Bir patlama odayı sarstı ve ekranda bir kapının menteşelerinden uçtuğunu gördüm. Herkes atladı ve silahlarına, baltalarına veya tahta parçalarına daha sıkı sarıldı. Fox bana doğru koştu, gözlerinde dehşet vardı. "Bunun için hazır değiliz."
Ne kadar korktuğunu biliyordum. Ben de öyleydim. Hepimiz öyleydik. Bu yüzden mümkün olduğunca nazik ve otoriter olmaya çalıştım. Eğer herhangi biri buna olan güvenini kaybederse biz de kaybederdik. Ve bunun olmasına izin veremezdim. "Hayır, hazırız. Sadece planı takip et. İyi olacağız. Söz veriyorum."
Monty, Fox yürürken ekranı yüzüme tuttu. "Silahları yok. Haklıydın."
Başımı salladım. "Çünkü bizi öldüremezler."
"En azından böyle değil." diye ekledi Jasper, sesi karanlıktı.
Gözlerimi devirmekten kaçındım. "Evet, teşekkürler Jasper."
"Bir saniye bekle." dedi Monty. "Bazıları koruyucu kıyafet giymiyor."
"Bu ne anlama geliyor?" diye sordu Miller.
"İyileştikleri anlamına geliyor." diye cevap verdim, sesim istediğimden daha kabaydı. Radyasyondan ancak arkadaşlarımı öldürdükleri için kurtulabilirlerdi. "İlik tedavisi işe yaradı."
Bağırışlar ağır metal kapının diğer tarafından yankılandı. Barikatlı kapımıza çarptılar. "Hazır olun!" Baltamı kaldırarak bağırdım. Kapıya tekrar çarptıklarında kalbim daha da hızlandı. Ve kapılar açıldığında damarlarımda adrenalin patladı. Sandalye ve yatak barikatımızı geçtiklerinde bizi yakalamak için kullandıkları aynı kırmızı gaz bombalarının işe yarayacağını düşündüler.
Mümkün olduğunca sessiz bir şekilde bombaları kaptık ve Harper'a bir araya getirmesini söylediğim su kovalarına attık. Hepsini ıslattığımızdan emin olduğumuzda, arkadaşlarımın yanında yere düştüm, bayılmış gibi davrandım. Balta, göğsümde sıkıca tuttuğum için altımda soğuktu. Ne adamlar barikatımızı yıkarken ne de benim ve diğer arkadaşlarımın üzerine bastıklarında hareket etmedim. Gözlerim kapalı bir şekilde bekledim.
Gardiyanlardan biri bana yakın bir kova suya doğru adım attı. Kutulardan birinden bomba çıkardığında o anın geldiğini biliyordum. Ayağa fırladım ve gardiyanlardan birine baltayla vurdum. Monty silahı ile ona yaklaşan dağ adamınlarına ateş etti. Etrafımdaki tüm insanlar öfke ile çığlık atarak saldırıyordu. Silah sesleri ve savaş homurdanmaları etrafımda yankılandı. Başka bir gardiyana vurdum, kanı yüzüme sıçradı. Bir parçam Ark'ta kim olduğumun çok küçük bir kalıntısı olarak durmam için yalvarıyordu ama görmezden geldim. Artık farklıydım ve arkadaşlarımı savunmak için elimden geleni yapacaktım. Bu, tüm dağ adamlarını öldürmek anlamına gelse bile.
Baltamı havaya savurmaya devam ettim, elimden gelen tüm dağ adamlarını devirdim, ta ki gülmeye başlayana kadar. Arkadaşlarıma döndüm, yüzümdeki kan sildim. "Başardık!" diye bağırdım. Etrafımda tezahüratlar patladı.
"Barikatı kapatın!" Herkes duvarımızı geri koymak için hareket ederken, monitördeki bir ses beni dehşete düşürdü.
"Hayır!" Fox'un sesiydi, korkmuş, çaresizce yalvarıyordu. "Y/N, söz vermiştin!"
"Fox!" bağırdım, çıkışa doğru koştum. Miller beni yakaladı, kaçmamı engelledi, ona karşı mücadele ettim. "Fox, hayır! Hayır! İyi olacağına söz verdim!" Miller beni daha sıkı tuttu ve yavaşça savaşmayı bıraktım. "Ona söz verdim."
Sesim yorgundu. Ama şimdi ona yardım etmek için yapabileceğim hiçbir şey olmadığını biliyordum. İçimdeki kederi bırakarak Miller'ın yanından çekildim. Arkamdaki koruma kıyafetli bir adam öksürdü ve kaçmak için sürünmeye başladı. Tereddüt etmeden baltamı tekrar aldım ve bağırarak ona vurdum. Balta sırtının derinliklerine battı. Arkadaşlarım bana baktı, gözlerinde endişe vardı. Adamın kanını elimin arkasıyla yüzümden sildim. Başka kimse alınmayacaktı. Hiç kimse. Bir sonraki hamlemi düşünürken bir şeyler yapmak zorundaydık.
Ark'taki o masum yanım annem ölmeden önce, Dünya'da olmadan önce sessizdi. Onun varlığını daha fazla hissedemiyordum. Şimdi gerçekten değişmiştim. Çetin. Akıllı. Ve bir savaşçı.
"Bir dahaki sefere çok daha hazırlıklı olacaklar. Bunu biliyorsun, değil mi?" dedi Miller, sesi suçlayıcı ve gergindi. Kişisel algılamamaya çalıştım. Herkesin sinirleri bozulmuştu.
"Evet biliyorum." diye tersledim. "Tek yapmamız gereken Bellamy bir çıkış yolu bulana kadar katı tutmak."
Miller "Bunu yapmak için bir kova sudan ve dört silahtan daha fazlasına ihtiyacımız var." dedi. Haklı olduğunu biliyordum.
Radyodan ses geldi. "Ben Başkan Wallace, on adamımı öldüren insanlarla konuşuyorum." Radyoyu aldım ama bir şey söyleyemeden önce Monty bana monitörü gösterdi. Asansörün önünde koruma kıyafeti içinde duran birini gördüğümde dişlerimi sıktım.
Wallace "Bu sefer biraz farklı bir şey deneyeceğinizi düşündüm." diye radyodan devam etti. "Maya'nın kıyafetinde sadece yirmi dakikalık oksijen var. Onun sizin arkadaşınız olduğunu biliyorum. Yirmi dakika içinde arkadaşınız boğulacak ya da yanacak."
Ellerimi yumruk haline getirdim. Bunu hak etmiyordu. Savaş benim ve halkımındı. Onun değil. Gözümün köşesinde Jasper'ın gözlerinin genişlediğini gördüm. Öfkesini hissettim. Bellamy'nin nerede olduğu ya da iyi olup olmadığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama ona inanmama rağmen hala en kötüsünden korkuyordum. Ve şimdi Jasper, aşık olduğu kişiyle böyle bir şeyle karşı karşıya kalmıştı.
"Tek yapman gereken..." dedi Wallace. "...teslim olmak."
Bu bir seçenek değildi. Ama Maya'nın da bizim için ölmesine izin vermeyecektim. Onu odaya aldık ve Jasper iyi olduğundan emin olmak için hemen yanına koştu. Monty ve ben onlara katılmadan önce tekrar bir araya gelmeleri için onlara kısa bir süre verdim.
"Beni dinleyin." dedi Maya "Fox iyi. Bellamy onu kurtardı. Buraya çöp kanalından birkaç silah gönderecek."
Gözlerimi kapattım ve rahatladım. Fox'u hayal kırıklığına uğratmamıştım, Bellamy de iyi gidiyordu. Bir gözyaşı yüzümden aşağı kaydı. Kendimi küçümsedim. Savaş bitene kadar gözyaşlarımı tutmam gerekiyordu.
Jasper "Silahları içeri sokabilirsek seni çıkarabiliriz." diye bağırdı.
"Hayır yapamayız." diye mırıldandı Monty. Ona bir kaşımı kaldırarak baktım. "Kabloları söktüm. Üzgünüm. Kendi başımıza açmaya çalışacağımızı sanmıyordum."
Monty'nin omzuna rahatlatmak için elimi koydum. Sadece hayatta kalmamıza yardım edeceğini düşündüğü şeyi yapıyordu. Buna karşılık Maya'ya elini uzattı. "Bunu düzeltebilirim." dedi.
Başımı salladım ve kapağı açmaya yardım etmek için onu takip ettim. Geçen her dakika ile endişem daha da büyüdü. Jasper belli bir şekilde daha da kötüydü, etrafta dolaşıyordu, her zaman gözlerini o kadar iyi görünmeyen Maya'dan uzak tutuyordu. Harper saatine bakarak "Neredeyse oksijeni tükenecek" dedi. "On dokuz dakika oldu."
Monty "Bu yardımcı olmadı, Harper." dedi, kablolarla biraz daha uğraşırken. Ne yaptığından tam olarak emin değildim ama başaracağına inanıyordum.
"Endişelenme." dedi Jasper. "Bir şekilde hallederiz. Değil mi?"
"Neredeyse bitti." Monty mırıldandı.
"Yeterince iyi değil." dedi Miller ve ona bir bakış attım.
"Ayrıca yardımcı değil, Nate." diye tersledim.
"Sadece baypas etmem gerekiyor-" Monty teller kıvılcımlanırken bağırdı. "Hay sikeyim ya." Monty tüm kabloları çıkardı ve gözlerim genişledi.
"Ne oldu?" diye sordum, Bellamy'ye zarar verecek bir şey yapmamış olması için dua ettim.
Monty "Motorun gücünü kesin." dedi. "Gel bana yardım et." Miller, Monty ve ben çöp oluğunun sapına sıkıca sarıldık ve tüm gücümüzle çektik.
Harper "Orada biri var!" dedi.
"Geliyorlar!"Jasper çığlık attı, panikledi. Ben de daha çok dağ adamı olmasından korkuyordum. Kolu bıraktık ve Jasper ona bir silah doğrulttu, gelenleri öldürmeye hazırdı. Sonunda kapak açıldığında nefes nefese kaldım. Gelen Bellamy'di. Ona sarılmak istedim ama öncelik Maya'ydı.
Bellamy "Onu içeri alın." dedi.
Maya'nın oluğa girmesine yardım ettim ve sonra peşinden gittim, Jasper'ı takip ettim. Oluktan aşağı kaymak düşündüğümden daha keyifliydi. Tabii eğer hayatımız için savaşmasaydık daha eğlenceli olurdu. Ancak iniş başka bir hikayeydi. Metal bir çöp kutusuna düştük ve acı içinde inledim. Jasper, nefes alabildiğinden emin olmak için Maya'nın takım elbisesinin kaskını çıkardı. Ona sarıldı, iyi olduğu için çok sevindi.
Dikkatimi başka bir yere çevirdim. Çöp kutusundan atladım ve Bellamy'nin kollarına koştum. Kollarını bana sardı ve sıkıca sarıldı. Korkunç duruma rağmen onu tekrar öptüm. Tıpkı ilk kez olduğu gibi rahatlık ve zevk karıncalanmaları beni tepeden tırnağa doldurdu. Dudaklarına karşı gülümsedim. Orada durduğumuzda her şey eridi, birbirimizin kollarına karıştık, dudaklarımız birbirine kilitlendi. Birbirimizden ayrıldığımızda "Hala savaşabiliyor olmana sevindim." diye mırıldandım.
Bellamy alnımı öptü. "Sen de prenses."
"Baba?" Maya'nın sesi bizi birbirimizden uzaklaştırdı ve salonun sonunda duran adamı görmek için döndük. "Burada ne yapıyorsun?"
"Annenin yapacağını." diye cevapladı, onu kucakladı.
"Hey beni dinleyin." dedi Bellamy, bana ve Jasper'a döndü. "Clarke bir dünyalı ordusuyla buraya yaklaşıyor."
"Ne?" diye bağırdı Jasper.
Bellamy "O zamana kadar hepinizi güvende tutmalıyız." diye devam etti.
Jasper gülümsedi. "Finn'in sonunda istediği barış görüşmelerini aldığını söyleme."
Onun ölümünden diğerlerine bahsetmemiştim. Hayatları için savaşırken onları daha kötü hale getirmenin bir anlamı yoktu.
"Onun gibi bir şey." diye mırıldandım.
"Hadi, yapacak çok işimiz var." dedi Bellamy, koridorun aşağısına doğru ilerledi. Tereddüt etmeden onu yatakhanelere kadar takip ettim. Cage yakında yurdun kapılarını kıracak ve halkımı toplayacaktı. Bir çıkış yolu ararken kırk sekiz kişiyi sessiz tutmaya çalışmak zordu.
Miller "Yavru ördeklere benziyoruz." diye homurdandı.
"Haklısın." diye kabul etti Bellamy. "Bu yüzden ayrılacağız."
Kolunu tuttum ve onu döndürdüm. "Hayır! Bunu birlikte yapıyoruz."
"Bellamy haklı." diye kabul etti Jasper.
"Artık Maya'ya güvenmiyorlar. Kim şimdi bize yardım edecek?" Miller iyi bir noktaya değindi. Eğer ayrılırsak, buradan nasıl kaçacaktık? Bellamy başını eğdi ve bizi köşeye götürdü. Salonun diğer tarafında, Maya ve babası tarafından yönetilen bir grup insan bizi bekliyordu. "Onlar."
Maya "Sizi saklayacağız." dedi. "Buradaki herkes Cage ile aynı fikirde değil."
"Bizimle gelin." dedi Maya'nın babası elini sallayarak. "Sizi yol boyunca gruplara ayıracağız."
Tüm arkadaşlarım ilerlemeye başladı. Monty ve Jasper ile birlikte Bellamy'nin yanında kaldım, dağdan kaçmak için yeterli iç yardımımız olduğu için rahatlamıştım. Clarke'ın dışarıdaki ordusundan bahsetmiyordum bile, bu bizi yenilmez yapıyordu. Bellamy ayrılmak için döndü ve ben yavaşça elini tuttum. "Hey, seninle geliyoruz."
"Hayır, gelmiyorsunuz." diye cevap verdi, sesi nazik ama ciddiydi. "Burada olduğumu bilmiyorlar. Bu şekilde kalmasını istiyorum."
"Peki ne yapacağız?" diye sordu Monty. O da bizim kadar yardım etmek istiyordu. En az benim kadar.
Bellamy "Hayatta kal. Savaşmaya hazır ol. Savaş yaklaşıyor." dedi.
Başımı salladım ve son bir yumuşak öpücük için onu kendime çektim, dudaklarımı zar zor ondan çektim ve alnımı ona yasladım. "Sıkı dövüş ve bana geri dön."
Başımın arkasına elini koydu ve gözlerini kapattı. "Sen de, prenses." Bir an daha öyle kaldık ve sonra gitti. Yavaşça elimin yan tarafıma düşmesine izin verdim ve sonra Monty ve Jasper'a geri döndüm. Her ikisinin de gözlerinde benimkinde yanan aynı cesurluk vardı. Bu insanlar ne bizi ne de bize yardım eden kendi insanlarından herhangi birini öldüremeyecekti. Bundan emin olacaktım. Bu dağı yok edecektik.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 12. Bölüm - The Rubicon
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 1.2k
"Bellamy burada." diye yüzüncü kez tekrarladım. Miller başını salladı.
"Saatlerdir burada kilitliyiz. Eğer Bellamy burada olsaydı-"
"Sence ben buraya nasıl geri döndüm?" Sesimi düşük tutarak onu tersledim. "Sana söylüyorum, telsize gidip Clarke ile konuşacak ve bizi buradan çıkaracak."
"Sana inanıyorum." dedi Jasper, omzuma elini koyarak. "Onu gördüm. İkinizi de."
Yüzümde ısı yükseldi. Demek öpüştüğümüzü görmüştü. "Teşekkür ederim, Jasper."
Alarmlar çaldı ve yurdun kapıları açıldı. Panik göğsümde patladı çünkü bu alarmın ne anlama geldiğini biliyordum. Silahlı bir grup gardiyan odaya döküldü, ardından Dr. Tsing geldi. Kendimi Monty ve Jasper'ın önünde koruyucu bir şekilde konumlandırdım, eğer bize doğru gelirlerse onlar yerine beni alacaklarını umuyordum. Onları uyarma işini yapmıştım. Şimdi bir görevim daha vardı, onları korumak.
Gardiyanlardan ikisi doğrudan Harper'a gitti ve Monty onu bırakmaları için onlara bağırdı. Dr. Tsing onu bırakmalarını söyledi.
"İyileşmek için daha fazla zamana ihtiyacı var. Onun yerine şunu al." Dr. Tsing, zar zor tanıdığım birine işaret etti ve gardiyanlar Harper'ın yerine onu odadan çıkardı.
''Dur!" Jasper bağırdı. "Bunu bize yapmaya devam edemezsin!"
Dr. Tsing Jasper'a doğru adım attı ve ona zarar vermeye çalışırsa diye onunla savaşmaya hazır olmak için pozisyonumu değiştirdim.
"Başkan Wallace gidebileceğimizi söyledi." dedi Jasper, hala titriyordu. Ama cesaretine hayran kalmıştım.
Dr. Tsing "Sağlık nedenlerinden ötürü yetki artık Başkan Wallace'da değil. Böyle olması gerektiği için üzgünüm." Durakladı ve bize soğuk bir gülümseme ile baktı. "Umarım biliyorsunuzdur, hepiniz bizim için inanılmaz derecede özelsiniz."
Gözlerimi kıstım ve içimde öfke alevlendi. Kendimi ona ya da gardiyanlardan birine fırlatmamak için zor tuttum. Sadece kanımız için özeldik. Hepsi odadan çıktıklarında bile hala öfkeyle titriyordum. Düşündüğümden daha kötüydü. Bellamy'nin yakında Clarke'la konuşabileceğini umuyordum. Bu arada bizi daha fazla almamaları için bir yol bulmamız gerekiyordu.
Gardiyanlar bir süre sonra tekrar döndüğünde onlar için hazırdık. Gardiyanlar odaya girdiğinde birbirlerine tutunmaları için onlara bağırdım. Odadaki herkes kollarını birbirine bağladı ve etten bir barikat oluşturdu. Eğer bizden birini almaya çalışacaklarsa bu kolay olmayacaktı. Düşündüğüm kadar iyi gitmedi. Dr. Tsing bir kızı alıp götüreceğini söylediği anda barikat bozuldu.
Gardiyanlardan biri silahının arkası ile Monty'nin karnına vurdu. Geriye doğru tökezleyince o ve ben arasındaki bağlantı koptu. Dövüşmeye çalıştım, herhangi bir gardiyana yumruk attım. Ama yumruğum yüzüne ulaşmadan önce bileğimi yakaladı ve kolumu arkamdan büktü.
"Hey bırak beni!" diye bağırdım, beni duvara doğru iterken onunla savaşmaya çalıştım. Onu durdurmak için ranzalardan birinin parmaklıklarını tutmaya çalıştım ama parmaklarım kaydı.
"Kendini öldürtmeye mi çalışıyorsun prenses?" Gardiyan kulağıma fısıladı.
"Bellamy?" Çok rahatladım, neredeyse ağlayacaktım. "Biz sadece-"
"Sus ve dinle. Onları öldürüyorlar. Bir dahaki sefere geldiklerinde bundan daha fazla savaşmalısın." dedi Bellamy. "Ölmeni izlemeyeceğim."
"Ölmeyeceğim." dedim. "Dünya'ya inmemiş olmamızı dileyecekler."
Bellamy kıkırdadı ve elime bir silah tutuşturdu. "Bunu al. Herkesi hazırla."
Başımı salladım. "Yapacağım. Dante'yi bul. Jasper bizim tarafımızda olduğunu söylüyor. Bize yardım eder."
"Tamam."
Başka bir gardiyan konuşmamızı böldü. "Hey, orada her şey yolunda mı?"
"Evet efendim." diye cevap verdi Bellamy, sesi daha derin ve daha kabaydı. Sonra beni gözlerinde özür dileyen bir bakışla çevirdi ve karnıma yumruk attı. Ellerimin ve dizlerimin üzerine çöktüğümde, sırtıma hafifçe dokundu ve sessizce "Seni seviyorum." diye fısıldadı.
"Ben de seni seviyorum." diye cevap verdim.
Ve sonra Jessica'yı yanlarında sürüklerken diğer tüm gardiyanları takip ederek gitmişti. Çok fazla kişi kaybediyorduk. Bellamy haklıydı. Daha fazlasını yapmak zorundaydık. Ve şimdi bir silahım vardı, daha iyi bir şansımız vardı. Belki de çılgınca bir plandı ama yakalanmaktan daha iyiydi. Herkesin bu konuda benimle aynı fikirde olacağını umuyordum. Çok fazla savaşçı olmasalar bile ölüm tehdidi en uysal olanı bile savaşa itmek için yeterli olacaktı.
Odadan bir silah olarak kullanılabilecek mümkün olduğunca çok şey topladık. Bazıları kalemleri keskinleştirdi, diğerleri büyük kitaplar taşıdı ancak çoğu kişi yataklardan metal çubuklar çıkardı. Bana gelince, silaha sıkıca sarıldım. Metal, parmaklarımın altında soğuktu.
Yanımda dikilen Monty "Bellamy'nin gelmesi neden bu kadar uzun sürüyor?" diye sordu.
"Bilmiyorum." diye cevap verdim.
Miller "Belki de onu yakalamışlardır." dedi.
Bu düşünce benim de aklımdan geçmişti, ama inanmak istemedim. "Hayır. Bellamy bir çıkış yolu bulacak. Biliyorum gelecek."
Monty "Zaten dört saat geçti." dedi. "Muhafızlar geri dönecek. Başka birini alacaklar."
"Hayır!" Sesime olabildiğince fazla otorite ve güvence katmaya çalıştım. Bu insanların kurtuluştan vazgeçmelerine izin vermeyecektim. "Beni dinleyin. Millet, plana sadık kalacağız. Mücadele etmeden bu odadan başka kimseyi çıkarmayacaklar!"
Konuşmamı bitirdiğim anda alarm tekrar çaldı.
"Hazır olun!" dedim, kollarımı Monty ve Miller arasında bağladım. Uzun boylu ve gururlu durdum, garip bir cesaret ve korku kombinasyonuyla titreştim, gardiyanlar bize yaklaşmaya başladılar. Dr. Tsing bir sonraki kurbanını aramak için bizi incelemeye başladı.
"Bu." dedi Monty'ye işaret ederek. Ona koruma oldum, gitmesine izin vermek istemedim ama sonunda iki gardiyan onu tuttu. Monty'yi kapıya doğru sürüklediklerinde barikattan çıktım, silahımı Dr. Tsing'e nişan aldım.
"Hey!" dedim. "Çek ellerini üstünden!"
Gardiyanlardan biri Monty'yi bıraktı ve elektrikli çubuğuyla bana vurmak için döndü ama tereddüt etmeden onu göğsünden vurdum. Bir an göğsüne ve sonra bana baktı. Kaos patlak verdi. Gardiyan üzerime geldi ve silahı elimden aldı, sonra tepki vermeden önce yüzüme yumruk attı. Tökezledim ve yere düştüm, betona kan tükürdüm. T��m arkadaşlarım silahlarını savurdu ve onlara yaklaşan herkese saldırdılar. Ama gardiyanlar hala bizden daha güçlüydü.
Bir an sessizlik oluştu. Dr. Tsing öne çıktı ve "Onun yerine bunu alın." dedi. İki gardiyan beni ayaklarıma çekerken panik göğsümde patladı.
"Hayır bunu yapamazsın!" Jasper bağırdı.
"Hayır! Lütfen!" Ne kadar umutsuz göründüğümden nefret ettim. Tıpkı Lincoln'ün bana garajda saldırdığı zamandaki gibi. Ölüme çok yakındım, kendimi ve değer verdiğim insanları kurtarmak için işe yaramazdım.
"Y/N!" Monty bağırdı. "Y/N'yi değil!"
"Bırak onu!" diye bağırdı Miller.
Başımı salladım, gözyaşlarımı tuttum. "Bırakın beni!"
Gardiyanlar beni salona sürüklediğinde onlara söyleyebileceğim bir şey yoktu. Savaşmaya devam etmelerini umuyordum. Bellamy bana çok kızacaktı.
Tsing arkamda "Laboratuara girer girmez hazırlanmasını istiyorum." dedi. "Hemen başlıyoruz."
"Anlaşıldı." diye yanıtladı bir gardiyan. Gardiyanlara karşı elimden geldiğince mücadele ettim ama işe yaramadı. Belki beni hasat odasında serbest bıraktıklarında kaçmak için ikinci bir şansım olurdu ama yine de hayatta kalma şansımı bulamazdım... muhtemelen. En fazla yüzde on. Muhtemelen daha az. Öyle olsa bile kolay kolay pes etmiyordum. Çığlık atıyor, mücadele ediyor, gardiyanlara tekme atıyordum.
Asansörde durduk, Dr. Tsing ID kartını kaydırdı ve asansör açıldı. Gardiyanlar yavaşça yüzlerine dokunduğunda bir umut hissetim.
Cildi kızaran kişi "Bir şeyler yanlış." dedi. Etrafımda herkes öksürdü, ciltleri kırmızıya döndü ve yaralandı.
"Radyasyon." diye açıkladı Dr. Tsing, dehşete kapıldı. "Buradan çıkmamız gerekiyor."
"Cildim yanıyor!"
Dr. Tsing gardiyanlardan birinden telsiz aldı ve "Koruma ihlali, beşinci seviye! Tüm zemini kapatın." dedi.
Bana tutunan iki gardiyan yavaşça yere düşerek acı içinde çığlık attı. Radyasyonun onları nasıl öldürdüğünü gözlerimin önünde izledim. Bunu sadece bir iyi sebep açıklayabilirdi. Omzumun üzerinden havalandırma deliklerine baktım.
"Bellamy." diye mırıldandım, yüzümde bir gülümseme oluştu. Yapacağını biliyordum, ama hissettiğim rahatlamayı görmezden gelemedim. Sanırım bir parçam hala şüpheliydi. Hoparlörden bir kadının sesi koridorlarda yankılandı. Koruma ihlali.
Gülümsemem büyüdü. Yakında bu kattaki herkes hasta olacaktı, bu da arkadaşlarımı durduracak kimse olmayacağı anlamına geliyordu. Arkadaşlarım yurttan dışarı döküldüler, koridorda koştular
"Hadi gidelim!" diye bağırdım, nereye gideceklerini yönlendirdim. "Bu bizim tek şansımız! Herkes hareketlensin! Katı alın! Monty, kameraları hallet! Miller, silahları getir." Başlarını salladılar ve emirlerime uydular.
Salona baktım, tüm halkımın güvende olduğundan emin oldum ve Dr. Tsing'in asansöre sürünmeye çalıştığını fark ettim. Yerden bir metal çubuk aldım ve kapanan asansör kapısına doğru koştum, tamamen kapanmadan önce kapının arasına demir çucuğu koydum. Monty, Jasper ve Miller arkamda belirdi, hepimiz bizi öldüren hasta, yüzü kabarmış doktora bakıyorduk.
"Hayır." diye yalvardı. "Yapamazsınız."
Ona baktım, bir nefes daha aldığını görmek istemedim. Yaşamayı hak etmeyecek kadar çok insanın hayatını almıştı. Soğuk bir ses tonu ile "Bizim için son derece özel olduğunu biliyorsundur umarım." dedim.
Radyasyon tamamen Dr. Tsing'i ele geçirdi ve yüzü korkunç bir kırmızı ve sarı renkte tamamen kabarcıklandı ve ölmeden önce acı içinde çığlık attı. Yavaşça nefes verdim ve arkadaşlarıma döndüm, bakışlarımı yumuşattım. "Pekala çocuklar. Bu katı sahip olduğumuz her şeyle savunmalıyız. Hazır mısınız?"
Başlarını salladılar. Bir daha fırsat bulamama ihtimaline karşı hepsini kucakladım. "İyi. Çünkü bu, hayatımızın mücadelesi olacak."
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 11. Bölüm - Coup De Grâce
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 2.3k
Bu şimdiye kadar yaşadığım en kötü şeydi. Dünyalılar tarafından kesilmenin korkunç olduğunu düşünmüştüm ama bu sonsuz derecede kötüydü. Tabii ki kesiklerim ağrıyı şiddetlendirmişti. Bu göreve geldiğime pişman olmaya başlamıştım. Önce bizi kaynar suyla yıkadılar. Derimiz kaynar suyla yakıldı, kızardı. Bitirdikten ve Bellamy'ye baktıktan sonra kısa bir rahatlama anı yaşadım. Bellamy'nin cildi kırmızıydı ve benim kadar acı çekiyordu ama acısını neredeyse hiç göstermedi. Tek endişesi benim içinmiş gibi görünüyordu.
Gülümsemeye çalıştım ama beyaz tozu üzerimize uygularlarken şansım olmadı. Öksürdüm ve gözümü kırptım, tozu gözlerimden çıkarmaya çalıştım. Tanrım, gözlerime, her yerime batıyordu. Ellerimi ve ayak bileklerimi zincirleyen kelepçelere karşı mücadele ettim, sadece acıyı hafifletmek için çaresizce çalıştım ama hareket edemedim. Dağ adamları cildimi süpürgeye benzer bir şeyler ovalamaya başladılar. Yeterli olduğunu düşündükten sonra koluma ve omzuma birer iğne soktular ve boğazımdan aşağıya bir hap gönderdiler. En azından sadece bir hap diye düşündüm. Her şey çok hızlı oluyordu ve acı o kadar kör ediciydi ki bana neler olduğunu zar zor anlayabiliyordum. Ne zaman kendimden geçtiğimden emin değildim.
.𖥔 ݁ ˖
Uyandım, her yerim çok kötüydü, metal bir kafesteydim. İnleyerek kendimi en rahat oturma pozisyonuna çektim ki bu hala o kadar da iyi değildi. Altımda başka bir dünyalı kendi kafesinde uyuyordu. Koridorun karşısında üst üste yığılmış bir dizi kafes odayı kaplıyordu. Sağıma dönünce baygın bir halde yatan Bellamy'yi gördüm.
"Bell" diye fısıldadım, onu dürttüm. "Bell, uyan."
Yavaş yavaş gözlerini açtı. Etrafa bakmak ve içinde sıkışıp kaldığımız yerin dehşetini anlamak için bir dakika bekledi. "İyi misin?" dedi.
Başımı salladım. Hayattaydık, önemli olan buydu. "O zaman buradan çıkmalıyız." diye homurdandı. Bellamy kafesin kapısına vurmaya başladı, kapıyı çekti, açmaya çalıştı.
"Dur, Bell." diye fısıldadım. "Yararı yok."
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde pes etmedi. Ben de biraz denedim ama kafes sadece sarsıldı. Bellamy'nin diğer tarafındaki bir kadın Trigedaslengce ona bir şey mırıldandı.
Bellamy dışarı çıkmaya çalışmayı bıraktı ve ona döndü. "Seni anlamıyorum."
"Gök halkı?"
Bellamy başını sallayınca kadın onun yüzüne tükürdü. İçgüdüsel olarak kafesimin kenarını tekmeledim ve karanlık bir bakışla ona baktım. "Onu rahat bırak."
"Oh ve bir tane daha." diye homurdandı. "Bu gezegende bir istilasınız."
Bellamy "Sanırım kimse sana artık düşman olmadığımızı söylemedi." dedi Bellamy, tükürüğü yüzünden silerek. Kafesine geri oturdu, sessiz kaldı. "Bu kafesten çıkmam gerekiyor."
"Peki ya sonra?" Dünyalı kız alay etti.
"Ve sonra bu dağdaki herkesi öldüreceğim."
Kaşlarımı çattım. Görevimiz bu değildi. Halkımızı dışarı çıkaracaktık. Burada çocuklar yaşıyordu. Bununla hiçbir ilgisi olmayan çocuklar. Bellamy hoşnutsuzluğumu hissetmiş olmalıydı çünkü parmaklarını aramızdaki kafes duvarına koydu, özür diler gibi baktı. Belki buradaki herkesi öldürmek zorunda kalırdık. Eğer o noktaya gelirsek bunu kabul ederdim. Ama şimdilik sadece halkımızı kurtarmak önemliydi.
Kafesin parmaklıklarına tutundum ve alnımı yasladım. Bellamy de aynısını yaptı ve dokunuşumuza gülümsedim. Eğer bu kafeslerden çıkmazsak ipe bağlanacaktık. O yüzden ya şimdi ya da hiçbir zamandı. Tanrım, kendime söz verdim. O yüzden söylemek zorundaydım.
"Bellamy, sana söylemem gereken bir şey var." diye mırıldandım, gözlerine baktım. "Sana bunu uzun zamandır söylemek istiyordum. Ve bu en uygun an değil biliyorum ama öleceğimizden ve sana asla söyleyemeyeceğimden korkuyorum."
"Seni seviyorum." diye fısıldadı, sesi yumuşaktı, gözleri duygularla doluydu. "Seni seviyorum, Y/N. Sana aşığım."
Kalbim durdu. Tüm bu zaman boyunca onun da aynı şekilde hissedip hissetmediği konusunda acı çekmiştim. Bunca zamandır birbirimizin peşinden koşuyorduk. Belki de bu sevgimizi itiraf etmek için mümkün olan en kötü zaman ve yerdi ama o kadar mutluydum ki diğer tüm dünyalıların bize iğrenme ve nefretle bakmasını umursamadım.
Düşündüğümden daha geniş gülümsedim ve neredeyse nefesimi kestim. O sözleri söylemesini o kadar uzun zamandır bekliyordum ki nefesimi kesti. Bu sözleri duymak parmaklarıma, başıma, vücuduma, her parçama sıcaklık getirdi ve aniden acımın ya da endişelerimin hiçbiri önemli değildi çünkü Bellamy beni seviyordu.
"Adil değil, önce ben söyleyecektim. Seni seviyorum. Tam olarak ne kadar zamandır bilmiyorum ama sana söylememek beni yiyip bitiriyordu. Seni seviyorum."
Bellamy gülümsedi ve umutsuzca onu tutmak, öpmek, aramızda bir zevk ateşi yakmak istedim. Ama sadece onun sevgisine sahip olmak yeterliydi. Sadece gözlerindeki sevgisinin derinliğini görmek yeterliydi. "Bizi buradan çıkaracağım." diye fısıldadı, parmaklarının uçlarını benimkine dokundurdu.
Gözlerimi kapattım, dokunuşunun bıraktığı sıcaklığın tadını çıkardım, ama kafesinin kapısını tekmelemeye başladığında gözlerimi açtım. Dikkatimi kapıya çevirdim, gergin bir şekilde baş aşağı asılı iki dünyalının cesetlerine baktım. İlk gördüğümde beni kötü etkilemişti ve tekrar gördüğümde daha da kötü hissettim. Özellikle de şimdi Bellamy'nin onlardan biri olma tehlikesi vardı. Bunun olmasına dayanamazdım.
Sonra kapı açıldı. Bellamy'nin yanındaki dünyalı ona sessiz olmasını söyledi ve ben de aynısını yaptım. Bellamy isteksizce kafesinin arkasına çekildi. Nöbetçi sırayla gezip dünyalılara bakıyordu, yeni kurban arıyorlar diye düşündüm. Bellamy'nin kafesinin önünde durdular ve ruhum neredeyse vücudumu terk etti. Tam olarak korktuğum şey olmak üzereydi.
"Evet, bunu alalım." dedi gardiyan Bellamy'nin kafesinin kilidini açmaya başladı. Birbirimize baktık ve gözlerinde bir gücün arkasına gizlenmiş korkuyu gördüm. O saniyede benim için iyi bitmeyeceğini bildiğim bir karar verdim, ama pişman olmayacaktım.
Bellamy kafamdan neler geçtiğini biliyor gibiydi çünkü bana sert ve fark edilemez bir bakış attı. Kafesin parmaklıklarını tuttum ve öfkenin beni aşmasına izin verdim. Toplayabildiğim kadar güçle kafesimin kapısını tekmeledim, gardiyanlara insanlık dışı bir öfkeyle baktım.
Gardiyan Bellamy'nin kafesindeki kilitte durdu. Buz gibi bir sesle "Bu daha canlıymış bunu alalım." dedi. Bellamy'yi değil de beni aldıklarından emin olmak için kapıyı tekrar tekmeledim. Beni tanıyıp tanımadıklarını merak ettim. Öyle olsa bile muhtemelen umursamadılar.
Gardiyanın arkasında beyaz giyinmiş adam kafesimdeki deliklerden birine elektrik çubuğu uzattı ve vücudum elektrikle titredi. Kafesimde geriye doğru düştüm. Bellamy'ye baktım ve gözlerindeki dehşet yüzünden kalbim kırıldı. Bana ne olacağını biliyordu. Ve beni bunu yaşarken görmesi gerektiğinden nefret ettim. Ama en azından o yaşıyor olurdu. Ve benim için önemli olan tek şey buydu.
Kafesimin kapısını açtıklarında kendimi ileriye doğru fırlattım, bu da çıkış yolumda savaşmak anlamına geliyordu. Ama benim için hazırdılar ve bana tekrar elektrik verdiler. İnledim ve tekrar geriye doğru düştüm, elektriği acı bir şekilde görmezden gelmeye çalıştım. İstemsizce yüzümden bir gözyaşı düştü. Tıp asistanı koluma bir iğne soktu ve bana bir şey enjekte etti. Birkaç saniye içinde bunun bir yatıştırıcı olduğunu anladım. Görüşüm bulanıklaşmaya başladı ve vücudumdaki her şey kapandı, beni bilinçsizliğe sürükledi.
.𖥔 ݁ ˖
Gözlerim açıldı ve nefes nefese kaldım. Çevreme uyum sağlamak biraz zaman aldı, özellikle de her şey baş aşağı olduğu için. Başım her zamankinden daha kötü ağrıyordu ve bunun uzun zamandır baş aşağı asılı olduğum için olduğunu düşündüm. Teller ve elektrotlar vücudumun her tarafına yapıştırılmıştı. Birkaç şeffaf tüpten kanımın dolaştığını gördüm. Midem çalkalandı. Gözümün köşesinden yanımda duran kişiyi gördüm. Hemen kim olduğunu fark ettim.
"Maya?" dedim, derin bir nefes aldım. "Seni görmek güzel."
Maya bana küçük bir gülümseme verdi. "Daha iyi koşullar altında daha iyi olurdu."
"O zaman beni indirmeye ne dersin?"
Başını salladı ve elektrotları vücudumdan çıkarmaya başladı. Makinenin sürekli bip sesi, bağlantım kesildiğinde kalp atışımı düz hale getirdi. Maya beni indirmeden önce kapı açıldı ve beni kafesten çıkaran aynı gardiyan hasat odasına girdi. Hemen gözlerimi kapattım ve ölü gibi davranarak hareketsiz kaldım.
"Lovejoy, hey." dedi Maya, sesi gergindi. Tanrım, umarım burada olduğu için başı belaya girmez. Giderken ona güvenmiyordum ama artık bizim tarafımızda gibiydi.
Lovejoy "Burada ne yapıyorsun?" dedi. "Senin buraya girmeye yetkin yok."
Maya garip bir şekilde ayağa kalktı. "Biliyorum. Üzgünüm."
Gözlerimi biraz açtım, Bellamy için odayı aradım. Orada, kafesinden bana bakıyordu, ondan gelen rahatlama o kadar yoğundu ki buradan hissedebiliyordum. Acaba öldüğümü mü sanmıştı?
"Sadece onlar hakkında neyin bu kadar özel olduğunu görmek istedim." diye devam etti Maya. "O ölmüş."
Lovejoy bana doğru adım attığında gözlerimi tekrar kapattım. Mümkün olduğunca sakin olmaya, sadece kendi zihnimin içinde kalmaya çalıştım ve gardiyan ya da Maya için endişelenmedim.
"Evet ölmüş." Lovejoy Maya'yı geçti ve vücudumun yavaşça alçalmaya başladığını hissetmeden önce bir düğmeye bastığını duydum. Önce başım yere değdi, sonra omuzlarım, vücudum taş zemine tamamen düz bir şekilde uzanandı. Gardiyan ayak bileklerimin etrafındaki kelepçeleri çözerken gözlerimi kapalı tuttum. "Sen buraya yalnız gelebilecek kadar cesur birisin-"
Hemen ayağa kalkıp ona vurdum. Lovejoy geriye doğru düştü ve sağ bacağımdaki diğer kelepçeyi çabucak çözdüm. Tam oradan çıktığımda, Lovejoy ayağa kalktı ve bana bir silah doğrulttu.
"Sakın kıpırdama! Kıpırdama!" Adrenalin damarlarımda akmaya başladı. "Ayağa kalk! Ayağa kalk!"
Yardım edeceğini umarak Maya'ya baktım. Neyse ki onu boynundan bir çift tıbbi makasla bıçakladı ve bana silahını alma şansı verdi. Ama ona ulaşamadan, Lovejoy makasla koluma vurdu. Yaramı tutarken, karnıma yönelttiği yumruğu engelleyecek kadar hızlı tepki veremedim. Beni Bellamy ile konuşan Dünyalının kafesinin kenarına sıkıştırdı.
''Dur!" Maya bağırdı, sesi titriyordu. Silahı Lovejoy'a doğrulttuğunu görmek için ona baktım.
"Hayır, yapma! Duyarlar!"
Arkamı döndüm ve Lovejoy'un bileğine kilitlendim, sonra karnına dizimle vurdum. Lovejoy yüzüme yumruk attı ve ağzım kanamaya başladı. Geriye doğru tökezledim. Kolumu tuttu, o kadar sıkı kavradı ki çelik gibiydi. Beni makasla bıçaklamak için elini kaldırdı ama dünyalı kız kafesin içinden onun bileğine sarıldı. Lovejoy'un elinden kurtuldum ve hemen ellerimi boğazına sardım. Gardiyan savaşmaya çalıştı. Adamı boğdum, yere düşene kadar ona baktım ve ışığın gözlerini terk ettiğini gördüm.
Arkamda, Maya yavaşça silahını indirdi, şok olmuş görünüyordu. Ne yaptığıma biraz şaşırdım. Aşk gerçekten insanları değiştiriyordu. Finn'de gördüm, şimdi de kendimde. Bellamy'yi buradan çıkarmak için her şeyi yapardım. Ve diğer tüm arkadaşlarım için. Nefes nefese yavaşça doğruldum ve ağzımdaki kanı sildim. Bana yardım eden dünyalı kıza teşekkür ettim ve sonra Maya'ya özür dileyen bir bakış attım. Kendi adamlarından birini öldürdüğümü görmesinin onun için zor olduğunu biliyordum.
"Sen iyi misin?" diye sordum, sesimi yumuşak tutmaya çalıştım. Maya korkmuş bakışlarını aşağıya çevirdi. Elimi omzuna koydum. "Hey, iyi misin?"
Titreyerek başını salladı. "Ben iyiyim."
Başımı salladım. "Onun kıyafetlerini soy. Bellamy'yi dışarı çıkaracağım."
Herhangi bir soru sormadan dediğimi yaptı. Bellamy'nin kafesindeki kilidi kırmak için bulabildiğim her şeyi aradım. Clarke'ın yöntemini kullanarak duvardan bir boru çekmeye başladım. Kaslarım çok ağrıdı ama sonunda demiri çıkarttım ve Bellamy'nin kafesine doğru koştum. Kilit kırılana kadar birkaç kez vurdum. Kafesi açtım ve ona dışarı çıkmasında yardım ettim. Ayakları yere değdiğinde çıplak cildimizin dokunduğunun farkında olarak ona sarıldım.
"Gördün mü, sana bir savaşçı olduğunu söylemiştim." diye mırıldandı kulağıma.
Onu bu şekilde tuttuğum için çok mutluydum ve ağlayabilirdim. Ona gülümseyerek uzaklaştım. Onu öpme arzusuyla savaşırken, onun yerine parmaklarımı onunkine kenetledim ve onu Maya'ya doğru çektim. "Hadi. Bitirmem gereken bir görevim var. Güvenlik üniformasını giy."
Başını salladı ve Lovejoy'un kıyafetlerini giydi. Ben de kan lekeli iç çamaşırlarımla dolaşamazdım. Neyse ki Maya bana kıyafet getirdi. Giyindikten sonra Lovejoy'un cesedini Clarke ve benim ilk dışarı kaçmayı başardığımız kapaktan aşağıya gönderdik.
"Clarke ile iletişime geçebilmemiz için telsize gitmemiz gerekiyor." dedim. "Jasper'ın mesajını duyduk-"
Maya başını salladı. "Kurmalarına ben yardım ettim. Nerede olduğunu biliyorum. Ama çocuklar... halkınız yok oluyor. Şimdiye kadar iki kişi. Monty ve Harper."
Bunu daha önce yapmalıydık. İkisini de kaybedemezdim. Özellikle Monty'yi. En yakın arkadaşlarımdan biriydi.
"Burada olacaklarını düşünmüştüm ama-"
"Diğerlerini görelim." dedi Bellamy. "Şimdi."
"Bu yol telsize gidiyor. İlk olarak takip cihazlarınızdan kurtulun."
Demek bize yerleştirdikleri şey buydu. Maya derimi keserken ve cihazı çıkarırken dişlerimi sıkıyordum. Düşündüğüm kadar kötü değildi. Belki de zaten çok acı çektiğimdendi. Hem Bellamy hem de ben cihazları kafeslere koyduk ve sonra yola çıktık. Maya'yı hasat odasından takip ettik, Bellamy şapkasını yüzüne indirdi. Plan Bellamy'nin Clarke'a telsizle ulaşmasıydı. Ben de diğerlerine burada neler olduğunu anlatacaktım. Güvenlik üniforması olmadan çok dikkat çekiciydim ve etrafta dolaşmayı riske atarsam diğer insanlar beni tanırdı.
Asansöre binene kadar her şey yolundaydı. Yüzümü kameradan gizli tutmak için Bellamy'nin arkasına adım attım. Şüpheli görünecek kadar değil ama birisi izliyorsa tanınmayacak kadar. Ama daha da kötüsü başka biri daha asansöre girdi. Gerildim ve Bellamy beni diğer adamdan korumak için pozisyonunu değiştirdi.
"Maya!" Adam karşıladı. "Seni sınıfımda görmeyi özledim."
O zaman bu adam bir öğretmen olmalıydı.
"Evet" Maya endişeyle kıkırdadı. "Ben... yapmam gereken bir iş vardı."
"Sana ders notlarını getireceğim."
Sessizlik. Asansör yavaşça aşağı doğru inerken endişeyle yutkundum. Daha fazla insan asansöre girdi ve kalbim hızla çarptı. Yakalanmamamız için dua ettim. Hasat odasına geri dönmek istemiyordum. Sonunda beşinci kata ulaştık ve dışarı çıktım. Ama Maya ile konuşan öğretmen kolumu tuttu. "Hey, kanaman var. İyi misin?"
Maya hemen harekete geçti. "Radyasyona maruz kalmış. Geri gidip açığı bulmalıyız."
Hem beni hem de Bellamy'yi asansöre itekledi ve elini yaramın üzerine koydu. Sonra tekrar öğretmene döndü. "Gitsen iyi olur."
"Peki ya sen?"
"Bu benim işim, iyi olacağım."
Başını salladı ve kapılar kapanırken bizi asansörde yalnız bıraktı. Nefesimi dengelemeye çalışırken ona teşekkür ettim. Koridorlarda kendimi biraz daha güvende hissettim. Buraları tanıyordum ve tüm arkadaşlarımın yaşadığı odaya yaklaşıyor olmamız gerektiğini biliyordum.
Maya köşeyi dönerken bizi durdurdu. Etrafa baktım ve bir sürü küçük çocuğun bir sınıfa girdiğini gördüm. Anaokulu. Burada bir anaokulu vardı. Çocuklar. Hepsi sınıfa girerken çocuklardan biri Bellamy'yi durdurdu. Bellamy yavaşça döndü ve ona baktı.
"Yer biriminde misin?" diye sordu, gözleri heyecanlı, sesi meraklıydı. Bellamy sessiz kaldı, bu yüzden çocuk devam etti. "Babam yer birimi için eğitim alıyor."
Bellamy başını salladı, sesi yumuşadı. "Evet dışarısı çok güzel. Umarım baban başarır."
Çocuk döndü ve odaya yöneldi. Ama sırt çantasındaki isim beni dehşete düşürdi. Lovejoy. Bu çocuğun babasını öldürmüştüm. Elimi ağzıma getirdim ve arkamı döndüm. Birinin babasını öldürdüm. Bellamy parmaklarını benimkiyle birleştirdi. Yaptığım her şey halkımı kurtarmaktı. Arkadia'daki çocukları. Kendimi suçluluktan kurtardım ve ilerlemeye devam ettim. Yatakhaneye vardığımızda tüm arkadaşlarımın hala hayatta olduğunu görmek beni çok mutlu etti.
"Tamam." Maya ve Bellamy'ye döndüm. "Onlara her şeyi anlatacağım ve onları buradan çıkaracağım. Bellamy, sen işini yap. Ve Maya, teşekkür ederim."
Maya başını salladı. Bellamy bana baktı, sarılacağını biliyordum ama çok daha fazlasını istedim. Eğer bu lanet dağdan hiç çıkamayacaksak ilk öpücüğümü aldığımdan emin olmalıydım. Bu yüzden ceketinin yakasını tuttum, kendime çektim ve dudaklarımız birbirine kilitlendi. Tutku aklımı sular altında bıraktı, vücut sıcaklığımın yükseldiğini hissettim. Aynı zamanda bir esinti kadar yumuşaktı, hayal ettiğim her şeydi. Ama sonsuza kadar süremezdi.
Öpücükten çekilirken burunlarımız hala birbirine dokunuyordu. O kadar sersemlemiştim ki neredeyse yere düşüyordum. Onu tekrar öpmek istedim ama yapamadım. Nefes nefese "İyi şanslar Bell." diye fısıldadım.
"Bana geri dön." dedi, sesi yumuşaktı.
"Her zamanki gibi."
Yakasını tutmayı bıraktım. İçimde karıncalanan tutku ve güven ile korkusuzca odaya doğru yöneldim. İkimiz de başarılı olacak ve buradan canlı çıkacaktık. Odanın her yerinde, koridorlarda, alarm çaldığında bile başarılı olacağımıza inandım.
Yurt penceresinden bakınca Bellamy'nin gözleri ile karşılaştım. Bana başını salladı, döndü ve uzaklaştı. Yavaşça nefes verdim ve mücadele etmek için kendimi hazırladım. Mount Weather'ın halkımı daha fazla götürmesine izin vermeyecektim. Bu dağdaki herkesi öldürmek zorunda kalsam bile başarılı olacaktık.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuycu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 10. Bölüm - Survival Of The Fittest
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 1.5k
Ağır kürkler ve deri giymiş dünyalılara dönüşmek ormandaki yolculuğu daha da yorucu hale getirmişti. Her yerim acıyordu. Ama dişlerimi sıktım ve devam ettim. Bellamy ve Lincoln zaten bunun bir parçası olmamı istememişlerdi bu yüzden bu görevi bitirecek kadar güçlü ve yetenekli olduğumu kanıtlamak zorundaydım.
Bir tepeden aşağı indik ve yeşillik içinde yatan ölü bir geyiğin yanına çömeldik. Lincoln kıyafetinden bir bıçak çıkardı ve hayvanın karnını kesmek için kullandı. Ellerini geyiğin karnının içine sokarken burnumu ovuşturdum. Kanı alıp yüzüne ve boynuna sürdü.
"Tamam." dedi Bellamy. "Gerçek biçicilerden herhangi biri bizi görmeden giriş kapısına ulaşacağız. O zaman ne olacak?"
Lincoln "Herkesi öldüreceğim ve siz ikiniz içeri gireceksiniz." diye yanıtladı, gözleri karanlıktı. Gergindim ama hiçbir şey söylemedim. Bunun tek yolu ölümdü. Ve belki de biçiciler bunu hak etmişti. Gerçi kimin yaşamayı hak ettiğine ben karar veremezdim. Bellamy açıkça bunun en iyi fikir olduğunu düşünmedi ama bir şey de söylemedi.
"Kireçtaşı." dedi Lincoln, sessizliği bozdu. Bellamy cebine uzandı ve ona kireçtaşı ile dolu küçük bir kese uzattı. Lincoln parmaklarını içeri soktu ve parmakları tamamen beyaz olarak keseden çıktı. Üç parmağını gözünün üzerinden, alnından boynuna kadar sürdü. İşi bitince ayağa kalktı. "Hadi gidelim. Hava kararmadan önce gitmemiz gereken çok yer var."
Lincoln'ün biçici olmaya bu kadar yakın olduğunu görmek beni yine gerdi. Aklı başında olduğunu biliyordum ama garajın anıları... O, beni neredeyse öldürüyordu. Bellamy omzuma elini koydu, sanki aklımı okuyormuş gibi. Ya da belki de duygularımı saklamakta düşündüğümden daha kötüydüm. Derin bir nefes aldım, ona gülümsedim ve Lincoln'ün peşinden gittim.
"Peki." dedim, ona ayak uydurmak için biraz daha hızlı yürüdüm. "Giriş kapısından sonra ne olacak?"
"Kıyafetlerinizi çıkaracaklar. Sizi kaynar su ile yıkıyacaklar ve sonra daha da kötü yanan bir şeyle yıkıyacaklar. Sonra sizi sıralayacaklar." diye açıkladı Lincoln. "Diğerleri hasat olarak etiketlenmişti. Ben Cerberus olarak etiketlendim ve biçici oldum."
"Cerberus." dedi Bellamy. "Yeraltı dünyasını koruyan üç başlı köpek."
"Güzel." diye mırıldandım ve Lincoln bize şaşkın bir bakış attı.
Bellamy omuz silkti. "Annem bize her zaman mitoloji kitapları okurdu. Octavia bayılırdı."
"Ben de annemin bana tarih kitapları okumasına bayılırdım. Antik Roma, Kleopatra gibi." Anılara gülümsedim ve kendimi biraz daha hafif hissettim.
Bellamy kıkırdadı. "İnek öğrenci."
Ona bir bakış attım. "Seni bir nehire atacağımı söylemiştim ve bu düşüncem hala değişmedi."
Gözlerini devirdi ve bunun yerine dikkatini Lincoln'e geri çevirdi. "Onun için iyisin, biliyorsun. Octavia için. Onu güçlü kılıyorsun."
"O zaten güçlüydü."
Bellamy durakladı ve arkamızda kaldı. Ona bakmak için merakla arkamı döndüm. "Hey, sana bir şey sormalıyım. Kız kardeşimi henüz tanımadan önce onu koruyordun. Neden?"
Lincoln mızrağına yaslandı ve bir ona bir bana baktı. "Ben henüz çocukken gökten düşen bir kapsül görmüştüm. Raven'ınki gibi. İçerideki adam yaralanmıştı, bazı kemikleri kırılmıştı. Onu dışarı çıkaramadım."
"Dünya tarafından intihar." diye mırıldandım. İnsanlar acılarından kaçmak için radyasyon dolu dünyaya iniyorlardı.
"Ona yiyecek, su getirdim. Henüz düşman dilini konuşamıyordum bu yüzden onu anlayamıyordum. Ama onu anlamak istedim." diye devam etti Lincoln. "Üçüncü gün babama söyledim. Beni onu öldürmeye zorladı. Dünya kendimi bildim bileli beni bir canavara dönüştürmeye çalışıyor. Octavia'yı senin Y/N'yi korumak istediğin nedenden dolayı korudum. Ona karşı bir yakınlık hissettim. Ve kendimi herkesin beni yapmaya çalıştığı kötü insan olmadığımı kanıtlamak istedim."
Sessizlik düştü. Isı yanaklarımda yükseldi. Bellamy'ye baktım ve kafamı eğdim.
"Bekle." dedi Bellamy. "Seni bulduğumuz otopark kuzeyde. Bu yönden."
"Biçicilerin bizi teslim ettiği yere daha yakın bir maden girişi var. Mecbur kalırsak yeraltı dünyasına gireriz. Şimdi değil."
Bir süre yürüdükten sonra çevrenin bir kısmını tanımaya başladım. Canavarın karnına geri döndüğümü fark ettiğimde damarlarımda enerji patladı. Mount Weather korkunçtu ve oraya geri dönmekten korkuyordum ama halkıma yardım etmek için bir şeyler yapmak zorundaydım. Ve yine Bellamy'yi asla yalnız bırakmayacaktım. Onun yanında durdum, haritadan üzerimizde yükselen sis kaplı dağa baktım. Stresli kısmın zamanı gelmişti.
Lincoln ona döndüğümüzde "Dağın burasında ve tüneller arasında birçok ara yol var." dedi.
"Ya gerçek biçicilerle karşılaşırsak?” diye sordum. Zaten onlarla yeterince etkileşime girmiştim.
Bellamy "Nerede olduğunu merak etmezler mi?" diye ekledi.
Lincoln başını salladı ve baltasıyla kütüğü kesmeye devam etti. "Tek gördükleri kırmızı. Bir kere istediğini alırsan, başka hiçbir şeyin önemi kalmaz. Sadece daha fazlasını istersin."
"Biçici olduğun zamandan ne kadarını hatırlıyorsun?" dedi Bellamy.
Anılar Lincoln'ün gözlerini doldurdu. "Her şeyi. Arkanızı dönün."
Bellamy ve ben arkamı döndüğümde kalbim göğsümde çarpmaya başladı. Artık geri dönmek yoktu. Lincoln bir kütük aldı ve boynuma doğru itti. Bileklerimi kütüğün uç kısımlarına yerleştirdim ve Lincoln bileklerimi kütüğe bağladı. Neyse ki o kadar sıkı değildi ve cildimi yakmadı ama oldukça rahatsız ediciydi. Bunun önemli olmadığını biliyordum. Bellamy'yi de aynı şekilde bağladıktan sonra bizi önden götürürken tutmak için boynumuza bir ip bağladı. Bellamy ile birbirimize baktık ve güven içinde başını salladı. Her şey iyi gidecekti. Buna inanmak zorundaydım.
Ama tünellerin girişine yaklaştıkça güvenim azaldı. Cehennem bizi bekliyordu ve biz de doğruca içine yürüyorduk. Lincoln bile içeri girmekte tereddüt ediyordu, ama girdi, Bellamy ve ben onun arkasından yürüdük.
Hedefimizin yarısına ulaştığımızda Lincoln durdu, bakışları raylara odaklandı.
Bellamy "Neden duruyoruz?" dedi. Lincoln'ün bakışlarını berrak bir şişenin yattığı yere kadar takip ettim, içinde hala biraz kırmızı sıvı vardı. Şişeye ayağıyla bastı, cam ayağının altında paramparça oldu. Endişeyle yutkundum. Eğer o kırmızı ilacın bir kısmı burada olsaydı o zaman biçicilerin yakınlarda olduğuna inanmak için sebeplerim olurdu. Midem bükülmüştü ve kanımda enerji akıyordu. Hızlı hareket etmek zorundaydık.
Bellamy Lincoln'a "İyi misin?" dedi.
Lincoln "Giriş kapılarını açar açmaz saldırıyoruz. Kapanmasına izin vermeyin." dedi. "Hepsi öldüğünde siz de içeri girersiniz. Sizi kaçmış gibi gösteririm. Bir kere içeri girdiniz mi-"
"Biliyoruz." diye müdahale ettim. Bu kadar konuşma yeterdi. Her ikisi de bana başını salladı. Çığlıklar, meşalelerin yanıp sönen turuncu ışıkları eşliğinde tünelden yankılandı. Kusmak istedim. Biçiciler gelmişti.
"Başka bir biçici topluluğu." dedi Lincoln, sesi panikle doluydu. Çılgınca Bellamy'nin bağlarını sökmeye başladı.
"Ne yapıyorsun?" Yaklaşan meşale ışığına omzumun üzerinden bakarak fısıldadım.
"Geri dönmek zorundayız."
Bellamy "Geri dönmek mi? Asla olmaz!" dedi.
"Sadece üç, belki dört. Yolumuza devam ederken savaşabiliriz." dedi Lincoln, panik olduğu belliydi. Neden olduğunu anlamıştım. Yine bu tünellerde olmak sinir bozucuydu. Ama bunu yapmak zorundaydık.
"Asla daha iyi bir şansımız olmayacak!" dedim.
Lincoln bana baktı. "Bunu yapabileceğimi düşünmüştüm ama yapamam, tamam mı? Bitti."
"Hayır, bitmedi." diye cevapladı Bellamy, Lincoln'e bakarak, gözleri geniş ve kararlılıkla doluydu. "Onlara katılabiliriz."
Lincoln başını salladı.
"Beni dinle. Kırmızıyı çıkardıklarında onu yakalarsın ve hızla koşarsın." dedi Bellamy. "Biçiciler delirecek, dünyalılar kaçacak ve dağ adamları bununla uğraşacak. Kimse dağa koşan bir dünyalıyı aramayacak."
"İşe yarayacak." dedim, Bellamy'yi destekledim ve Lincoln'e güvence vermeyi umuyordum. Bunun onun için ne kadar zor olduğunu biliyordum. Ama ikna olmuş gibi görünmüyordu.
Lincoln "Hayır." dedi ve Bellamy'nin kütüğünü üzerinden aldı. Ben hala benimkinde sıkışmıştım ve Bellamy'nin Lincoln'ü mağaranın duvarına çarptığını izlemek zorunda kalmıştım. İplerimden kurtulmak için mücadele ettim ama biçiciler yaklaştı. Arkamdaki biçicilerin çığlıkları ve onların arasındaki kavganın homurdanmaları yüzünden ne dediğini tam olarak duyamadım.
Sonunda Lincoln, Bellamy'yi geri itti, onu dizlerinin üzerinde indirdi ve bir dünyalı yaklaşırken boğazına bir bıçak tuttu. Bellamy koşmam için bana bağırdı ama bir biçici omzumdan tuttu ve beni tekmeledi. Dizlerim taşa çarptığında acı içinde homurdandım ama sessiz kaldım.
Lincoln, Trigedaslengce biçicilerden birine bir şey söyledi. Lincoln'ün Bellamy'yi ayağa kaldırmasıyla aynı zamanda, beni yere düşüren biçici beni saçlarımdan yukarı doğru çekti. İstemsizce bir çığlık dudaklarımdan kaçtı ve Bellamy Lincoln'e karşı savaştı, gözlerinde karanlık vardı ama hemen durdu. Kaçış bir seçenek değildi. Bunu yapmak zorundaydık. Her şey yolundaydı. Gayet iyiydim. Keşke buna biraz daha inanmam için yüzüğümü yanımda götürebilseydim. Ama kaybetmeyi göze almak istememiştim bu yüzden yüzüğümü Clarke'a emanet etmiştim.
Biçici beni Bellamy'nin arkasına yerleştirdi ve gözlerimin üzerine kirli bir bez parçası sardı. Çevremi ya da Bellamy'yi göremediğim için endişem arttı. Ama nefesimi ve gözyaşlarımı sabit tuttum. Biçici kabaca kollarımı kütüğün etrafına sardı ve bileklerimi birbirine bağladı. Tünellerden tamamen kör bir şekilde geçmek korkunçtu. Bellamy'nin önümde olduğunu biliyordum ama onu göremedim ya da ona dokunamadım, çok soğuk ve yalnız hissettim.
Sonunda durduğumuzda biçici beni kütükten çıkardı ve kıyafetlerimi iç çamaşırlarımla kalana kadar çıkardı. Direnmek istedim, birinin beni çıplak görmesinden nefret ediyordum ama hiçbir şey yapamazdım. Yine de göz bağını çıkarmadılar ve beni dizlerimin üzerinde oturttular. Gözlerim bağlı olmasına rağmen gözlerimi kapattım. Kendini hazırla, dedim kendi kendime. Eğer sakin olmazsam görev başarısız olurdu.
Biçici nihayet göz bağımı çıkardığında soluma baktım ve Bellamy'yi yanımda diz çökmüş buldum. Tişörtsüz olduğu gerçeğini görmezden gelmeye çalışırken elimi ona uzattım ve elini tuttum. Oradakiler fark etmezdi ama bana devam etmek için gereken tüm gücü verdi.
Sağımdaki ağır metal kapı açıldı ve dağ adamları dışarı çıktı. Biçicileri korkutan yüksek perdeli bir frekans etrafta yankılandı. Lincoln'e baktım, aynı şeyi yapıyormuş gibi davrandığını gördüm. Ve sonra dağ adamlarının Lincoln de dahil olmak üzere biçicilere çok özlem duydukları kırmızı dozlarını verdiklerini dehşetle izledim.
Kafamı salladım, Lincoln'e koşmasını söylemeye çalıştım, bunun olmasına izin vermemek için ama adam boynuna bir iğne sokarken cesur, boş gözlerle ileriye baktı. Arkamı döndüm ve Bellamy'nin elini bıraktım. Uyuşturucunun pençesinden kaçmak için yaptığı onca şeyden sonra buraya geri dönmüştü.
Bir kadın bize doğru yürüdü, hasat ya da biçici olup olmadığını söylemeye başladı. Bellamy'ye vardığında hasat dedi. Sırada ben vardım. Kalbim göğüs kafesime o kadar sert vurdu ki neredeyse ne dediğini duyamadım.
"Hasat."
Gözlerimi kapattım ve Bellamy'nin parmaklarının benimkine kenetlediğini hissettim. Korktuğumu biliyordu. Hasat, Cerberus'tan daha iyiydi. Ama kahretsin, çok korkmuştum. Gözlerimi açtım ve Bellamy'ye döndüm. Bu yüzden gelmiştim. Bunu tek başına yaşamaması için. İkimiz de hasat olarak etiketlenmiştik. Bunu birlikte yaşayacaktık ve bu lanet dağdan canlı çıkacaktık.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 9. Bölüm - Remember Me
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 3.8k
Ateşkes, Tondc köyüne bir yolculukla başladı. Lexa'nın şartlarına göre Finn'in cesedi katliamın kurbanlarıyla birlikte yanacaktı. Clarke gelmemi istemişti. Gördüğüm şeyden sonra gitmeye hiç niyetim yoktu. Gözleri hala kırmızıyken ve elleri kanla kirliyken onu yalnız bırakmak istemedim. Ona sarıldım, ellerini benimkinin içine aldım, yükünü taşımaya yardım edebileceğimi göstermek için elindeki kanı paylaşmaya çalıştım ama yardımcı olmadı. Olacağını sanmıyordum ama en azından denemiştim.
Dünyalılara yakın yürümek çok stresliydi. Onlara her baktığımda nefeslerinin altından açıkça tehdit edici şeyleri mırıldanıyorlardı. Herkes aynı şeyi yaşıyordu. Finn'in katliamı için hepimizin ölmesini istiyorlardı.
Bellamy birkaç adım önümde yürüdü, silahına sıkıca sarıldı. Onunla ilgili her şey çok gergindi, her zaman çok gergindi. Dışarıdan sert olsa da arkadaşlarına karşı nezaket ve sevgi dolu nazik bir adam olduğunu biliyordum. Koruyucu, sevecendi, onları hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyordu. Uzun zamandır beklediğim kişi de buydu. Daha önce hiç aşık olmamıştım ve bunu söyleyemediğim için delirecektim.
"Y/Nç" dedi babam yanımda yürürken. "Kendini iyi hissediyor musun? Sabahtan beri sessizsin."
Gözlerimi yerde tutarak başımı salladım. Ama babam kolumu yavaşça tuttu ve ona bakmam için beni zorladı. "Benimleyken rol yapmana gerek yok kızım."
Pes ederek iç çektim. Beni büyüten adama yalan söylemenin faydası yoktu. "Sadece her şey fazla üst üste geldi, anlıyor musun? Tüm arkadaşlarım Mount Weather'da esir alındı ve onların hayatta olup olmadıklarını bilmiyorum, o odada baş aşağı asılı olup olmadıklarını, kanlarını boşaltıp boşalttıklarını bilmiyorum. Onlardan vazgeçtiğimizi düşünmelerinden korkuyorum. Clarke'ın Finn'i öldürdüğünü görmek de beni etkiledi. Clarke benim en yakın arkadaşlarımdan biri ve bunu yapmak zorunda kalmasından nefret ediyorum."
Derin bir nefes aldım ve devam ettim. "Ve ortada bir ateşkes var. Ama bunun uzun süre dayanamayacağından endişeleniyorum. Herkesi Mount Weather'dan kurtarmadan önce bozulacağından korkuyorum. Ve halkımızı geri alsak bile, sonra ne olacak? Ateşkes bir ittifaka dönüşecek mi yoksa birbirimizi katletmeye geri mi döneceğiz?"
Babam kıkırdayarak başını salladı. Tüm söylediklerimin arasında kahkahaya layık olan şeyin ne olduğunu merak ederek kaşlarımı çattım. "Tıpkı benim gibi konuşuyorsun." dedi. "Her zaman yanlış gidebilecek her küçük şeyin üzerine endişelenirdim. Bu anneni çıldırtırdı. Bu kadar genç biri için çok fazla sorumluluk taşıyorsun. Ama ne biliyor musun? Annen asla yolunu kaybetmediğin için seninle gurur duyardı, kalbine sadık kaldığın için."
Yutkundum, gözlerim yanıyordu. Benim yanımda annemden bahsetmeyeli ne kadar zaman olmuştu? İki yıl mı? Beş? Son birkaç yıldır her zaman yasak bir konu olmuştu. Ama öyle görünüyordu ki tıpkı benim gibi babam da değişmişti.
"Çok endişelendiğimde annenin bana ne dediğini bilmek ister misin?" Babam devam etti. Başımı salladım.
"Daima mbele." dedi ve neredeyse kendi nefesimde boğuluyordum. Yıllardır kimse Ark'ta İngilizce'den başka bir şey konuşmuyordu. Annemin ailesinin Svahili dilini konuştuğunu biliyordum, ama bu dili hiç öğrenmemiştim. Bunu duymak çok tuhaftı. "Her zaman ileri. Şu anda yapabileceklerinle uğraş ve ilerlemek için zorla. Her zaman bir yerlerde umut var."
Usulca gülümsedim. "Umudum sen ve Bellamy."
"Her seferinde bir sorun çözülür. Kendini harekete geçir."
Burnumu çektim. "Deneyeceğim. Teşekkürler baba."
Omuzlarımın etrafına kolunu koydu ve beni sıkıca yanına tuttu, başımın üstüne sevgi dolu bir öpücük bıraktı. Sonra kollarından çıktım ve yeni bir kararlılıkla yürüdüm. Haklıydı. Ateşkes ve Mount Weather için daha sonra endişelenirdim. Şimdilik tek yapmam gereken bu yolculuktan canlı çıkmaktı.
.𖥔 ݁ .
Ertesi gün Tondc'ye vardık. İyi uyuyamadım. Babamla paylaştığım çadırımın göreceli güvenliğinde bile bir şeylerin korkunç bir şekilde yanlış gitmek üzere olduğu hissini bırakamadım. Saatlerce yatağımda döndüm ve gözlerimi sadece birkaç dakikalığına kapattım. Güneş nihayet ufkun üzerine doğduğunda hala iyi bir ruh halinde değildim. Ama hiç kimse değildi. Her şey gergin, kasvetliydi. Böyle bir zamanda kim neşeli olurdu?
Monty, sanırım. Ve Jasper. Neşeli olurlardı. Her nasılsa, herkesin moralini düzeltirlerdi. Onları çok özlemiştim.
Yolun geri kalanında köye doğru ilerlerken konuşmadım. Clarke'ı ya da Raven'ı rahatlatmak istedim, ama bu sadece onları tekrar acıtırdı. Babamla konuşmak istedim ama gözyaşlarına boğulacağımdan korkuyordum. Bellamy'ye onu sevdiğimi söylemek istedim ama doğru an değildi. Bu yüzden sessiz kaldım.
Sonunda saatlerce yürüdükten sonra köye ulaştık. Lexa ve sağ kolu, Gustus, bıçak ve silahlarımızı bırakmamız söyledi. Lincoln tereddüt etmeden hareket etti ve Gustus'a bıçağını verdi.
Lincoln "Silahsız şekilde girmemiz gerekiyor." dedi.
İsteksizce yayımı, oklarımı ve botumdaki bıçağı uzattım. Silahlarımın güven verici ağırlığı olmadan kendimi neredeyse çıplak hissediyordum. Köyün içinde bir şeyler ters giderse kendimi savunacak hiçbir şeyim yoktu.
Gustus, gözlerinde öfkeyle ona bakan Raven'ın üstünü aradı. Silahını ve bıçaklarını kendisinden alırken ona baktı. Sırt çantasından başka bir bıçak alarak onu çevirdi. Sonunda gitmeye hazır olduğumuzu söyledi. Köye adım attığımızda huzursuzluk mideme bir kaya gibi oturdu. Gözümü açıp kapattım ve yere kan dolup taştı. Gözümü tekrar açıp kapattım ve gitmişti. Derin bir nefes aldım. Bu köy o katliamı hak etmemişti.
Sonra sırtımda bir el hissettim. Keskin bir şekilde nefes aldım, arkamı döndüm ve Bellamy'nin gözleri ile karşılaştım. Her zamankinden daha karanlık görünüyordu. Hiçbir şey söylemedi ama ne hissettiğimi anladığını biliyordum. Ve arkamı kolladığını biliyordum. "Yakınımda kal." dedi. Sonunda ilerledim. Bellamy elini sırtımdan çekti ama yanımda kaldı, gözleri ateşle doluydu. Octavia bize baktı ve kaşlarını çattı, bana meraklı bir bakış attı. Omuz silktim. Kardeşinin kafasında neler olduğu hakkında da hiçbir fikrim yoktu.
Tondc halkı ilk başta komutanlarını gördüğü için sevindi. Neşelendiler, dudaklarında geniş gülümsemeler vardı, gözleri şaşkınlıkla aydınlandı. Ama bizi görür görmez her şey durdu. Ellerimizin iple bağlanmamış olduğunu fark ettiklerinde içi boş bir sessizlik vardı. Esir değil, Lexa'nın müttefikleriydik. Sonra bağırmaya başladılar. Hakarete uğradığımızı anlamak için onların dilini bilmemize gerek yoktu. Lexa durdu ve Bellamy'nin omzunun üstünden baktım. Önünde gözleri öfkeyle dolu bir adam vardı. Trigedasleng dilinde bir şeyler söyledi. Çevremizdeki insanlar anlaşarak başını salladı ve grubumuza daha da yaklaştı. Babam kolumdan tuttu.
Gustus adama bir emir verdi. Ama adam konuşmaya devam ettiğinde Lexa Gustus'a başını salladı. Öne doğru ilerledi ve yumruğunu adamın çenesine çarptı. Bir çatlama sesi geldi ve adam yere düştü. Gustus orada durmadı. Kurbanın göğsüne tekrar tekrar vurmaya devam etti. Köylüler sessiz kaldı, dehşete düştüler. Hiç biri ona yardım etmek için harekete geçmedi. Clarke daha sonra Lexa'nın tarafına geçti.
"Komutan." dedi. "Durdurun onu. Lütfen. Bunun için de bizi suçlayacaklar."
Lexa kısa bir saniye tereddüt etti. Sonra bir emir verdi ve Gustus geri adım attı. Zavallı adam ayağa kalktı.
"Gökyüzü halkı artık bizimle birlikte." dedi kalabalığa bakarak. "Bunu durdurmaya çalışan herkes bedelini hayatıyla ödeyecek." Kalabalık sessizdi ve Lexa döndü, tatmin olmuş görünüyordu.
"Onları suçlayabilir misin?" diye mırıldandım. "Ben de öyle düşünürdüm, sanırım."
Bellamy bana garip bir şekilde baktı ve omuz silktim. Eğer arkadaşlarımın böyle öldürüldüğünü görsem ben de öfke dolu olurdum. Parmaklarımı Bellamy'nin eline dokundurdum, sadece bir an için, her zaman orada olacağımı düşünmesi için. İkimizden biri daha bir şey söyleyemeden babam beni ondan kütük yığınlarına doğru uzaklaştırdı.
Ayin zamanı gelmişti. Köyün merkezine bir ateş alanı kurulmuştu. Ve her yerde kütüklere yaslanmış, katliamda ölen on sekiz kurbanı vardı. Başlarından ayak parmaklarına kadar bir bezle sarılıydılar. Finn'in cesedi tepedeydi. Katil kurbanlarla birlikte yanacaktı. İlk başta öldürülmesi korkunçtu ama yine de sanatsal buldum. Dünyalılar düşmanca ve şiddetliydi ama sanırım biz de öyleydik.
"Derin nefes al." diye fısıldadı babam kulağıma. "Her seferinde başka bir sorun çözülür."
Grubumuzun geri kalanıyla ayakta durana kadar hareket ettim ve babam kolunu omuzlarımın etrafına koydu. Lexa bir platforma çıktı ve Trigedasleng dilinde konuşmaya başladı. Köy sessizdi, sözlerini dinliyordu.
"Tondc halkı" dedi Lexa alçak, üzgün bir sesle. "Ateşte geçmişin acısını temizliyoruz."
Clarke titreyerek nefes aldı. Lexa'ya bir meşale verildiğini izledi ve komutan onun adını söylediğinde gözleri genişledi. Dünyalılar, Lexa'nın Clarke'ı cesetleri yakması için çağırdığını fark ederek huzursuz bir şekilde hareketlendiler. Cesur bir jestti. Ama Clarke kabul etti ve meşaleyi kavrayarak platforma çıktı.
"Yu gonplei ste odon." dedi ateşi yakarken. Senin savaşın sona erdi.
Yanmış et havayı doldurdu, burnumu yakan keskin koku. Gözlerim sulandı ama uzaklara bakmayı reddettim. Ve Finn'in ceseti ve katliamın kurbanları küllere dönüştü. Masumiyetimden geriye kalanları alarak hayatımın yeni bir sayfası dönmüş gibi hissettim. Katliama katılmamış olmama rağmen Finn'in hepsini öldürdüğünü gördüğümde bir parçamı kaybettiğimi hissetmiştim. Artık farklıydım. Daha güçlü, daha sert. Ve bu ateşkes ile her şey yeniden başlamıştı.
"Y/N" Octavia ateşin yanından geçerken bana seslendi. "Hadi gel. Dünyalılar bir ziyafet hazırladı."
Aç değildim. Cesetlerin yakıldığına tanık olmak iştahımı kapatmıştı. Ama yine de arkadaşlarımı bir dizi merdivenden aşağı inerken yeraltındaki geniş bir odaya doğru takip ettim. Yiyecek ve içeceklerle dolu uzun bir masa vardı. Dünyalılar benim tarafımda, arkadaşlarım diğer tarafta durdu. Babamın yanında durdum ve Bellamy diğer tarafımdaki yerini aldığında kalbim titredi. Ona küçük bir gülümseme verdim ve o da bana geri gülümsedi.
Babam ceketinden kumaşa sarılmış bir şişe moonshine çıkardı. "Lütfen bu hediyeyi kabul edin, komutan." diye saygıyla teklif etti. "Bunu özel günlerde içiyoruz. Bugün için uygun olduğuna inanıyorum."
Gustus önce aldı, sonra Lexa'ya verdi. Şişeyi inceledi ve gözlerinde merakın parladığını görebiliyordum. "Teşekkürler, Gök insanlarından Marcus."
"Rica ederim, Lexa..." dedi babam Trigedaslengce konuşmadan önce "...kom Trikru. Sadece çok fazla içme."
Lexa başını salladı ve Clarke'a döndü. "Birlikte içelim."
"Zevkle."
Bir adam iki bardak getirdi ve Gustus onları masaya koydu. Lexa her ikisine de biraz moonshine döktü ve bardaklardan birini Clarke'a verdi. Diğerini Gustus'a verdi. Bir an için kafam karıştı ta ki zehirlenmediğinden emin olmak için önce Gustus'un içeceğini fark edene kadar. Zehir olmadığını biliyordum ama bardaktan yudum alırken kalbim çarptı. Memnun bir halde bardağı Lexa'ya geri verdi.
"Bu gece, yeni kurulan barışımızı kutluyoruz." dedi. "Yarın savaşımızı planlayacağız. Kaybettiklerimize ve yakında bulacaklarımıza."
Lexa ve Clarke bardakları dudaklarına kaldırdılar. Ama her ikisi de bir yudum almadan önce Gustus inledi ve öne düştü. Öksürdü ve geriye doğru tökezledi.
"Bu zehir!" Bir dünyalı bağırdı.
Clarke'ın elindeki bardağa vurarak yere düşmesini sağladım. Moonshine'ın zehirli olmadığını biliyordum ama riski göze alamazdım.
Indra kılıcını kaldırarak "Gökyüzü insanlarıydı!" dedi.
"Biz değildik!" Clarke, Dünyalılar etrafımızı kuşatırken bağırdı. "Bunun biz olmadığımızı bilmelisin!"
Lexa Trigedaslengce bir şey bağırdı ve Dünyalılar ceplerimizi, çantalarımızı, zehrin izini bulmak için her şeyi aramaya başladılar.
Lexa "Gustus beni senin hakkında uyarmıştı." dedi. "Ama ben dinlemedim. Bana şunu söyle Clarke. Bıçağı sevdiğin çocuğun vücuduna saplarken o kişinin ben olmasını dilemedin mi?"
Clarke sessiz kaldı, dünyalılar hepimizi aramaya başladığında gözlerinde korku vardı. Beni tutan adamı geri ittim.
"Heda!" dedi ve ona döndü. Ceketimin cebinden bir şişe çıkardı ve şüpheli bir şekilde kokladı. Neredeyse çığlık atacaktım. Bu bir tuzaktı.
"Bu benim değil!" dedim. "Size söylüyorum, bu benim değil! Beni ararken oraya koydu!"
Lexa şişeye birkaç saniye gergin bir şekilde baktı. Ve başını kaldırdığında gözlerinde yeni bir kararlılık vardı. "Hiçbir gökyüzü insanı bu odadan çıkmayacak!"
Odadan çıkarken dünyalılar birer birer onu izledi. Indra sonuncuydu. Lincoln onunla konuşmaya çalıştı ama Indra sertçe ona bir şeyler söyleyip arkasındaki parmaklıkları kapattı. Çığlık atma dürtüsüne direndim. Nasıl şölen için kullanılan bir oda aynı zamanda bir hapishane olabilirdi?
.𖥔 ݁ ˖
O odada saatlerce kilitli kaldık. Bellamy huzursuzdu. Odanın etrafında dolaşmaya devam etti, birkaç pencereyi açmaya çalıştı. Geri kalanımız da iyi değildi. Özellikle Clarke. Raven'la kavga etmiş ve ondan yumruk yemişti. Daha sonra annesi ile kavga etti. Ona yardım etmek istedim ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Yapabileceğim en iyi şey onun yanında sessizce oturmak ve elini tutmaktı. Eğer suçlu olduğuma karar verdilerse o zaman ölecektim. Bunun başka hiçbir yolu yoktu. Babam bize yaklaştı, gözleri nazik ve yumuşaktı.
Clarke'a "Birbirinizi ve kendinizi parçalamak bunun üstesinden gelmenin bir yolu değil." dedi, ama bana da ağır bir bakış attı. Benim için endişelendiğini biliyordum ama güçlü kalması gerekiyordu. Benim de öyle. Eğer halkım için ölmek zorunda kalırsam yapardım. Ama çok korkuyordum.
"Lexa'nın bu ittifaka bizim kadar ihtiyacı var." diye devam etti. "Anlayışlı olduğunu gösterdi. Seni dinliyor."
"Onu öldürmeye çalıştığımızı düşünüyor." diye cevapladı Clarke, elimi bıraktı.
"Ama yapmadığımızı biliyoruz, o yüzden kimin yaptığını bulalım. Kim onun ölmesini ister ki?"
Lincoln alay etti. "Sayamayacak kadar çok kişi. Sizinle ittifak kurmak bir riskti, özellikle de Finn'in bu köye yaptıklarından sonra."
Octavia "Bu yüzden ittifakı kırmaya çalışan biri olmalıydı." diye ekledi. Bunu daha fazla tartışmadan önce arkamızdaki kapı açıldı. Ayağa kalktım ve arkadaşlarıma katıldım. Nyko, Indra ve içeri yeni giren dünyalılardan uzakta durduk.
Lincoln "Gustus nasıl?" diye sordu.
"Yaşayacak." diye cevapladı Nyko, sesi kabaydı ve karanlık gözlerini bana dikti. Korkudan geri adım attım ve kendimi Bellamy'ye karşı buldum.
"Seni incitmelerine izin vermeyeceğim." diye fısıldadı kulağıma.
"Beni almazlarsa başka birini alacaklar. Buradaki en harcanabilir kişi benim, Bellamy."
"Hayır." dedi. "Sen bir savaşçısın, sahip olduğumuz en iyi şey."
"Bu yüzden mücadele etmeliyim." dedim. "Seni korumak için bir kez daha savaşmama izin ver. Hepinizi korumam için."
İkimizden biri daha fazla bir şey söyleyemeden önce Indra Trigedaslengce bir şeyler söyledi ve diğer dünyalı öne çıkıp doğrudan bana doğru ilerledi. İçgüdüsel olarak onların beni tutmasına karşı mücadele ettim ve Bellamy bana ulaşmak için savaştı ama onu mızraklarla durdurdular. Gözlerindeki acı beni kırmaya yetmişti. Arkadaşlarımın her biri masumiyetimi savunuyordu ama Indra umursamadı.
"Hepinizin ölmesini isterdim," dedi Indra. "ama komutan merhametli. Sadece bir tanenizi istiyor."
Lincoln "O masum." dedi.
"Umurumda değil!" diye kükredi Indra. Sonra başka bir dünyalıya döndü. "Hareket ederlerse öldürün." dedi.
Kollarıma sıkıca tutunan adamlar beni kabaca merdivenlere doğru sürükledi. Babam beni bırakmaları için onlara bağırdı ve Raven'ın dehşetle dolu göz yaşartıcı bakışlarıyla karşılaştım. En azından kaçınılmaz olsa bile ölmemi istemediğini bilerek biraz rahatladım. Onu bir arkadaş olarak kaybetmemiştim. Boşuna mücadele ederken gözyaşları yüzümden aşağı akıyordu. Bellamy'ye onu sevdiğimi söylememiştim ve şimdi hiç şansım yoktu. Buradan kurtulursam ona söyleyeceğime yemin ettim. Çünkü burada asla mükemmel bir an olmayacaktı ve özlem duymak için yeterince zaman harcamıştum. Duygularım hakkında bir şeyler yapmak zorundaydım. Her ne kadar ölmek üzere olduğumu düşünürsek belki de bu düşünceler anlamsızdı.
"Seni öldüreceğim!" Bellamy arkamdan bağırdı. "Hepinizi öldüreceğim!"
"Dene." dedi Indra. "Geri kalanınız özgürsünüz. O öldüğünde ittifak da bitecek. Kaçsanız iyi edersiniz."
.𖥔 ݁ ˖
Halat bileklerimi yakıyordu, dünyalılar beni direğe bağlamıştı. Bana yasla bakan kendi halkıma baktım. Güçlü kalmak, ölümümle yüzleşmek istedim ama ölecektim. Yavaşça ve acı içinde. Ama bu halkım içindi. Onları korumak içindi. Bellamy'yi korumak içindi.
"Bundan zevk almıyorum, Y/N." dedi Lexa, sesi yine de yumuşaktı. Gerçekten iyi bir liderdi. Tıpkı Clarke gibi. "Ama bu sefer adalet yerini bulacak."
Sessiz kaldım. Köylüler bana bakıyorlardı, gözlerinde nefret vardı. Bazıları bıçaklarını vücuduma saplamak için bıçaklarını sıkı tutuyordu.
Lexa gömleğimin kolunu sıvadı ve bıçağı koluma dayadı. Sadece ceketimi çıkarmış olmalarına rağmen kendimi aşırı derecede savunmasız hissettim. Lexa kararlı bir nefes aldı ve kolumu kesti.
Çığlık atmayacağım, çığlık atmayacağım, çığlık atmayacağım...
Acı vardı ama yine de katlanılabilirdi. Beni keserken gözlerinin içine baktım, ona ya da buradaki herhangi birine zevk vermeyi reddettim. Ama yüzümden aşağı inen gözyaşları ve vücudum titremesi öyle görünmüyordu. Bunun birçoğunun ilk yarası olduğunu biliyordum. Kalabalık sıraya giriyordu. Bellamy sağımda bir yerde bağırıyordu ve babam biriyle konuşuyor gibiydi. Aşağıdaki odada kalmalarını istiyordum, o zaman buna tanık olmak zorunda kalmazlardı. Gustus'u kimin zehirlediğini bulmaya odaklanmaları gerekiyordu. Lexa geri adım attı ve Indra neredeyse onun yerini almak için koştu.
Hırladı ve bıçağıyla göğsüme derin bir çizik attı. Bu sefer acı daha kuvvetliydi. Ama yine de çığlık atmadım. Indra hayal kırıklığına uğramış gibiydi ve sanki beni ikinci kez kesmek istiyormuş gibi birkaç saniye kaldı. Gözlerinde cinayet vardı ama hayatın herkesten çok farklı olmadığını düşünüyordu. Sonunda uzaklaştı. Sırada Gustus vardı. Ve bıçağını omzumun üzerinden kurşun yaramın üzerine çekerken yüzündeki memnuniyetten titredim. Gözümden daha fazla gözyaşı geldi ve acı beni aştı. İstemsiz bir acı tıslaması dudaklarımdan kaçtı ki gurur duyuyor gibiydi.
Sırayla tekrar tekrar geldiler. Erkekler ve kadınlar, yaşlı ve gençler, hepsi bıçak taşıyordu. Nefes almak gittikçe zorlaşıyordu. Son adam vücuduma çizik atmadan önce kan kaybından öleceğimden korktum. Yakıcı acıyı geçmeye ve arkadaşlarımın bu işkenceyi durduracağı umudunu tutmaya çalıştım.
Tekrar buluşacağız.
Bütün arkadaşlarımı tekrar görürdüm. Bunu atlatırdım. Her şey düzelirdi. Umudum olmalıydı. Umut olmadan sadece ölürdüm ve işkence görürdüm. Ve korkunun aklımı yönetmesine izin vermek üzere değildim. Ama kahretsin, acı dayanılmazdı. Bundan daha kötüsünü daha önce hissetmemiştim. Daha fazla tahammül edemiyordum. Sadece bitmesini istiyordum. Annem nerede olursa olsun beni gururla izlediğini umuyordum. Şuan ona yıllardır hissettiğimden daha yakın hissediyordum. Her zaman ailesi ve sevdiği insanlar için fedakarlıklar yapmıştı, şimdi onun ayak izlerini takip etme onuruna sahiptim, ancak sonlarımız çok farklıydı. Bir sonraki köylü öne çıktığında annemin ruhunun beni öbür dünyaya götüreceğini umarak onun anılarına odaklandım.
''Dur!" Clarke'ın sesi köyde yankılandı. Bir şey bulduğunu söyledi. En azından acı çekmekten kurtulmuştum. Kalabalık huzursuz bir şekilde ayağa kalktı ancak Lexa Clarke'ın geçmesine izin vermelerini emretti. Öne çıkmasını izledim, ardından Bellamy, karanlık gözlerinde bir acı ile bana baktı. Ona gülümsemeye çalıştım ama yapamadım. Bu bir yalanken neden güven verici olmaya çalışıyordu ki? Zaten ölecektim.
"Kendi adamlarından biri seni öldürmeye çalıştı, Lexa, benimkilerden biri değil."
Lexa "Y/N'nin üzerinde zehir vardı." dedi.
Bellamy "Bu planlanan bir şeydi ve bunu biliyorsun." dedi.
"Bunu kanıtlayabilirim." dedi Clarke. Nyko Clarke'a yaklaştı ve ona moonshine şişesini verdi. Kapağı açtı ve içkiyi içti. Hepimiz gergin bir sessizlik içinde bekledik, zehirin etkisinin çıkmasını bekledik. Ama hiçbir şey olmadı. Clarke ayakta duruyordu, olabildiğince sağlıklıydı.
"Açıkla." dedi Lexa.
Clarke "Zehir şişede değildi." dedi. "Bardaktaydı."
Gustus öne eğildi, Trigedaslengce Lexa'ya bir şey söyledi. Bellamy'nin kaşlarını çattığını ve Gustus'a kuşkuyla baktığını gördüm.
"Sendin." dedi. "Bardağı sen test ettin, Y/N'yi sen aradın."
Lexa "Gustus bana asla zarar vermez." dedi.
Bellamy "Hedef sen değildin." dedi. "İttifaktı."
Clarke "Bunu biz yapmadık ve bunu biliyorsunuz." diye ekledi.
Lexa Gustus'a döndü ve ona açıklamalara karşı ne diyeceğini sordu. Gustus iç çekti ve Lexa'ya derin bir üzüntüyle baktı. "Bu ittifak senin hayatına mal olacaktı, Heda. Bunun olmasına izin veremezdim."
Lexa "Bu ihanet senin hayatına mal olacak." dedi. Kalabalığa bir emir verdi ve dünyalılar Gustus'u yakaladı. Biri beni direğe tutan deri kayışları kesti. Bellamy, Abby ve babam benim için koşuyorlardı ama bana herkesten önce ulaşan Raven'dı. Beni kendine karşı tuttu ve vücudumdaki her kesik bir yere değip yaktıkça gözlerimi kapattım. Belki de kan kaybındandı ama gülmek için garip bir dürtü hissettim. Bir gün önce korkunç bir şekilde kavga ediyorduk ve şimdi bana yardım ediyordu.
Attığım her adımda acı çekiyordum. Baş dönmesi tuttu ve dünya dönüyor gibi hissettim. Raven'a yaslandım ve sonra Bellamy beni belimden tuttu. Babam diğer tarafıma geçip Raven'ın yerini aldı. İkisi de kızgın görünüyordu. Ama babamın öfkesi Gustus'a ise, Bellamy'ninki banaydı.
"Sen bir aptalsın." diye mırıldandı kulağımda.
"Hayır." dedi babam tanıdık, nazik bir gülümsemeyle. "O sadece annesinin kızı. Ama seninle gurur duyuyorum evlat."
Bellamy babama sinir bozucu bir bakış attı, ama ben sırıtıyordum. Beni bir kütüğe oturttular. Bellamy'nin eli sürekli belimdeydi. Abby benim tarafıma geldi, tüm kesiklerime baktı, neyseki hiçbiri için dikiş atılması gerekmiyordu. Asıl endişe ne kadar kanadıklarıydı.
"Çok solgun." dedi Bellamy, sesi titriyordu. "Ve dudakları morarmış gibi."
Abby alnıma hafifçe dokundu. "Çok üşüyorsun."
Başımı salladım ve gözüm karamaya başladı.
"Biri battaniye getirsin!" dedi Abby. "Bence hipovolemik şoka giriyor."
"Ama iyi olacak, değil mi?" dedi Bellamy, giderek panikliyordum. Uzandım ve elini tuttum. Dokunuşu sıcaktı. Belki de düşündüğümden daha kötüydüm. "İyi olacağım." diye mırıldandım, vücudumdaki ağrı ve zayıflık aksini iddia etse de. Abby bana uzanmamı söyledi, böylece bayılmayacaktım. Abby yaralarımı tedavi edip bana biraz su verdikten sonra gitti.
Bellamy omuzlarıma bir battaniye sardı ve beni kendine doğru çekti. Onun nazik dokunuşundan, rahatlatıcı sıcaklığından zevk aldım. Parmaklarımı onun parmaklarına geçirdim. Bilinçli olarak bunu yaptığımın farkında değildim. Dokunuş çok samimi, çok hassastı, kendi içimde aşkı hissettim. Ama yüksek sesle söylemem gerekiyordu. Buna dair kendime söz vermiştim.
"Bellamy" dedim.
"Şşş, konuşma. Sadece dinlen. diye fısıldadı, saçlarımı serbest eliyle okşadı. "İyileşmene ihtiyacım var. Seni kaybedemem."
Gözlerimi kapattım ve gülümsedim. "Beni asla kaybetmeyeceksin, Bell."
Clarke bize yaklaşırken "Gustus'un infazını izlememizi istiyorlar." dedi. Ağrı ve rahatlama gözlerini doldurdu. Başımı salladım. O ve Bellamy'nin yardımıyla ayağa kalktım ve yavaşça bağlı olduğum aynı direğin etrafında bir daire içinde diğerlerine katıldık. Her ikisini de bıraktım ve Gustus'un sahip olduğum acıyı almasını izlerken zayıf bir şekilde kendi başıma durdum. İzlemesi zordu ama yine de başka yere bakamadım.
"Buradaki Finn de olabilirdi." dedi Raven. Ona döndüm ve kolumdaki yakıcı acıyı görmezden gelerek onu rahatlatmak için elimi omzuna koydum. Bir an için bana ağlayan gözlerle baktı ve sonra özür diledi. "Sana öyle şeyler söylememeliydim. Bunların hiçbiri senin hatan değildi. Ben sadece saldırıyordum ve sen en kolay hedeftin."
"Biliyorum." diye fısıldadım. "Ben de pişman olduğum bazı şeyler söyledim."
Elimi sıkıca sıktı. "Yanımda olmanı özledim, Y/N. Ve şimdi Finn gitti, başka birini kaybetmeye dayanamıyorum."
Kalbim biraz kırıldı, onu kendime çektim. "Beni hiç kaybetmedin Reyes. Anladın mı? Ve asla kaybetmeyeceksin."
Gülümsedi ve birbirimize sarıldık. Başıboş bir gözyaşı yanağımdan aşağı yuvarlandı ama acı, üzüntü ya da korkudan değildi. Bir rahatlamaydı.
.𖥔 ݁ ˖
Gece Tondc köyüne düşmüştü. Raven telsizde çalışıyordu ve Clarke kenara çekildi, Lexa ile sessizce konuşuyordu. Grubumuzun geri kalanı bir ateşin etrafında dinleniyordu. Artık şokta olmadığım için neredeyse gücümün arttığını hissedebiliyordum. Yakında tekrar dövüşebilirdim. Ama burada rahat değildim. Keşke eşyalarımızı toplayıp başka yerde kamp kursaydık diye düşündüm. Hala yanmış etin ve kanın kokusunu alabileceğim bir yerde olmak istemiyordum. Ama insanların misafirperverliğini reddetmek saygısızlık olurdu, ne kadar isteksiz olursa olsun.
Lincoln Bellamy'ye "Gustus olduğunu nereden biliyordun?" diye sordu, dikkatimi alevlerden uzaklaştırdı.
"Lexa için her şeyi yapardı." diye cevapladı Bellamy, bana baktı. Kalbim çırpındı ve ona gülümsedim. "Onu korumak için. Sadece mantıklı geldi."
"Aldığı teşekküre bak." diye homurdandı Octavia. Derin bir nefes aldım. Her nasılsa Gustus'tan nefret edemedim. Yaptığı yanlışlığa rağmen tek istediği Lexa'yı güvende tutmaktı. Omzumu kesiklerin hala ne kadar acıdığını görmek için test ettim. Korkunç değildi. Gerekirse kendimi savunabilirdim. Raven bize telsizi göstermek için konuşmamızı böldü.
Bellamy "Ne oldu?" dedi.
"Şunu bir dinle."
Jasper'ın sesi telsizden geldi. "Ben Jasper Jordan. Yardıma ihtiyacımız var. Kırk altı kişi Mounth Weather'da mahsur kaldı."
"Onunla konuş, bir şey söyle!" Clarke nefes nefese kaldı.
"Bir döngü üzerinde tekrar ediyor." Raven iç çekti. "Ama yaşıyorlar!" Raven elimi tuttu ve sıktı. Rahatlamamız kısa sürdü.
Bellamy "Bunu şimdi yapmalıyız." dedi. "İttifakımız var, şimdi onu kullanmanın zamanı geldi."
Clarke, Bellamy'ye bakarak "Önce içeriden bir adama ihtiyacımız var." dedi. "Haklıydın. Savunmalarını düşürmek, asit sisini kapatmak için içeride biri olmadan, bir ordu işe yaramaz. Gitmelisin."
Kalbim durdu ve kanım damarlarımda buza dönüştü. "Ne?" dedim, ama beni umursamadılar.
Bellamy Clarke'a "Bu plandan nefret ettiğini sanıyordum." dedi. "Kendimi öldürteceğimden dolayı."
"Zayıf davranıyordum." diye cevapladı Clarke, yüzü herhangi bir duygudan yoksundu. "Bu riske değer."
Ona Mount Weather haritasını verdi ve telsize girmenin ve bizimle iletişim kurmanın bir yolunu bulmasını söyledi. Sonra ona iyi şanslar diledi ve Lexa'ya geri dönerek ayağa kalktı. Sanki Bellamy'yi ölüme göndermiyormuş gibi. Lincoln, Bellamy'yi tünellerden geçirmeyi teklif ettiği için öfkeliydim, konuşamıyordum.
Raven "Sana neye bakacağını göstereyim." dedi.
"Hayır." diye tersledim. Bellamy bana döndü ve hemen haritayı ellerinden aldım. Onu parçalara ayırmak istedim.
"Y/N-"
"Hayır dedim. Bu bir intihar görevi."
"Bunu yapmak zorundayım." dedi Bellamy usulca. Eli kolumun yanında duruyordu, sanki bana dokunup dokunamayacağından emin değildi. Herkes bana bakıyordu. Haklı olduğunu biliyordum. Dağın içine birini sokmadan bu savaşı kazanamazdık.
"Peki. Ama ben de seninle geliyorum."
"Bu çok tehlikeli. Ayrıca yaraların tam olarak iyileşmedi." dedi.
Clarke başını salladı. "Ve bir yerine iki kişiyi içeri sokmak daha zor."
"Ben buradaki en gözden çıkarılabilir kişiyim." diye karşılık verdim. "Ya ikimizi de gönderirsin ya da sadece beni gönderirsin. Çünkü burada işe yaramaz bir şekilde oturmayacağım."
Herkes birbirine baktı, hepsi açıkça endişeliydi. Sonunda Clarke kabul etti. "Gidin. Birbirinize dikkat edin. Size güveniyoruz."
Bellamy karşı çıkmak istiyor gibiydi ama Clarke benim tarafımda olduğuna göre tartışmanın boşuna olacağını biliyordu. Bu yüzden başını salladı ve elimi tuttu. "Yaralandıktan sonra bile gidebilecek halde misin?"
"İyileşeceğim. Hem o kadar da kötü değil."
Başını iki yana salladı. "Sen delisin."
Gülümsedim. "Biliyorum."
Bir an sessizlik oldu. Sonra bana sarıldı. "Hazır mısın?"
"Her zamanki gibi." dedim, derin bir nefes alarak. Sanırım duygularıma göre hareket etmek için biraz daha beklemem gerekecekti. "Yarın halkımızı kurtaracağız."
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 8. Bölüm - Spacewalker
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 3.2k
Lincoln'ün mucizevi iyileşmesinden sonra her şey çok hızlı gelişti. Abby ve dünyalılar Arkadia olarak yeniden adlandırdığımız Jaha kampına geri dönmemize eşlik ettiler. Clarke, Komutanla bir barış anlaşması yapmaya gitti. Lincoln revire götürüldü ve Octavia onun yanında durmaya gitti.
Ben ve Bellamy'ye gelince, dışarıda durduk, sabırsızlıkla haber bekledik. Raven bir süre sonra bize katılmıştı ama ne zaman olduğundan emin değildim. Tek düşünebildiğim anlaşmanın iyi gitmesi gerektiğiydi. Babamın eve dönmesi gerekiyordu. Barışa ihtiyacımız vardı.
"Ateşkes için yeterli olmalı, değil mi?" diye sordu Raven. "Lincoln ile olan her şey, yani."
"Öyle umuyorum." Bir sandığa yaslandım. "Dünyalılar etkilenmiş görünüyordu. Yıllardır biçicilerle savaşıyorlar bu yüzden onları eski hallerine geri döndürmek... paha biçilemez."
Bellamy "Finn'i unutmaları için yeterli olur umarım." dedi. Küçük konuşmalar ve volta atmakla dolu iki saat geçti ama çoğu zaman stresli bir sessizlik içinde duruyorduk.
Sonunda ay ışığı Clarke ile kampa geri dönen iki dünyalı savaşçıyı aydınlattı. Clarke içeri girdiğinde biniciler dışarıda kaldı ve kapılar bir kez daha kapatıldı. Clarke Finn'in kolunu tuttu ve onu takip ederken daha da uzağa sürükledi. Kızını kucaklayan Abby ile hızlı bir şekilde onlara katıldık. İnsanlar bizi izliyordu, gergin şekilde Clarke'ın hangi haberi getirdiğini görmek için bekliyorlardı.
Abby "Komutan ne dedi?" dedi. "Barış için bir şans var mı?"
"Evet." diye cevapladı Clarke, sesi sertti. Bir şey olmuştu. Burada hiçbir şey kolay olamazdı, değil mi?
"Ne oldu?" diye sordu Finn.
Clarke yavaşça ona döndü. "Seni istiyorlar. Ateşkes istiyorsak, onlara Finn'i vermeliyiz."
Etrafımızda fısıltılar patlak verdi. Finn, savaş ve barış çizgisi arasında duran tek şeydi.
"Ne diyorsun sen?" diye sordu Raven.
Clarke "Bu onların teklifi." dedi.
"Bu bir teklif değil."
"Bu bir ceza." diye fısıldadı Finn. "Köyde olanlar için. Kana karşı kan."
Bellamy "Bu delilik." dedi.
Abby "Ya reddedersek?" dedi.
"Saldıracaklar." diye cevapladı Clarke.
Huzursuzluk kalabalığın üzerine çöktü. Etrafımızdan çığlıklar yankılandı, insanlar Finn'den vazgeçmek için bağırıyorlardı. Byrne ve diğer gardiyanlar insanları sakinleştirmeye çalıştılar ancak çığlıklar daha da yükseldi. Murphy'yi neredeyse astıkları zaman, sadece yüz kişi öfkelendiğinde ne olduğunu acı bir şekilde hatırladım. Bu da aynı mı olacaktı?
"Onu dünyalılara verin!" Bir adam bağırdı, gözlerinde öfkeli, tehditkar bir bakışla Finn'e yaklaştı.
Raven "Geri çekil!" dedi, onu uzaklaştırdı.
Clarke "Raven, beni dinle!" dedi. "Finn'e hiçbir şey olmayacak. Söz veriyorum, tamam mı?"
"Belki de..." dedim ve ikisi de bana döndü. Tereddüt ettim. "Belki de buradan gitmeli. Kamptan kaçmalı."
"Ne?" dedi Clarke. "Onu avlarlar!"
"En azından bir şansı olur!" dedim. "Bunun biraz çılgınca olduğunu biliyorum ama o burada kalamaz."
"Bunu nasıl söylersin?" dedi Raven. "Finn'den vazgeçemeyiz. Onu korumalıyız!"
Öfkemi kontrol altında tutmaya çalışırken yumruklarımı sıktım. Finn Raven'ın hayatının aşkıydı, onun tek ailesiydi. Ona bir şey olma riskini almak istemediğini anlıyordum, ben de Finn'in ölmesini istemiyordum ama onun yaptığı şeyin bedelini halkımızın ödemesini istemiyordum tabii ki.
"Peki. Ama iş ona ya da hepimize gelirse ne yapmamız gerektiğini biliyorsun." Ona acı bir bakış attım, sesimi yumuşak tuttum. Söylediklerimden nefret ettim. Raven'ın yüzü soldu ve karanlık gözlerinde nefret kaynadı, onları daha önce hiç kimsede görmediğim garip, duygusal bir öfkeyle aydınlattı. Dehşet vericiydi. Ama geri adım atmayacaktım. Haklı olduğumu biliyordum ve herkes benimle aynı düşünüyordu. Ben sadece halkın sesiydim.
"O masum değil Raven. Ne yaptığını görmedin. Bütün o insanları öldürdü. Çocukları öldürdü!"
Herkesin bizi yoğun bir şekilde izlediğinin farkındaydım, ne yapacağımdan emin değildim. Bir parçam daha kötüye gitmeden önce durdurmalarını umuyordu ama bir parçam Raven anlayana kadar savaşmak istiyordu.
"Sen de masum değilsin!" dedi Raven, omzumu itti. Tökezledim ama dengemi korudum. "Sen de insanları öldürdün!"
"Savaştayken kendimi korumak için öldürdüm. Bu farklı, Raven. Bunu anlamalısın!" dedim, sakin olmaya çalıştım ama bir şekilde başarısız olmuştum. "Ama aynı zamanda ondan vazgeçmediğimi de anlamalısın. Onun ölmesini istemiyorum. Onu savunacağım, elbette savunacağım. Ama eğer onun yaptığı şey halkımızı etkilerse o zaman..."
Bu onu ikna etmemiş gibiydi. Raven'ın gözlerinde öfkeli gözyaşları vardı. Sözleri sıcaktı ve sesi buz gibi soğuktu. "Ve onun kanı senin ellerinde olacak. Aynı öldürdüğün dünyalılar gibi, Charlotte gibi."
Yüzüme tokat atılmış gibi geri çekildim. Charlotte kendini uçurumdan attığında Raven yeryüzünde bile değildi. Muhtemelen Murphy'nin asılma olayını duymuştu ama çocuğu benim tanıdığım gibi tanımıyordu. Beni incitmeye çalıştığını biliyordum. İşe de yaramıştı. Donmuştum, gözümden akan birkaç göz yaşını sildim. Bir şey söylemek için ağzımı açtım ama hiçbir şey söyleyemedim. Görebildiğim tek şey, Raven'ın gözlerinin karanlığında öfkelenen sarsılmaz ateşti.
Ona bir şey söylemeye çalışmak yerine kendimi geri dönmeye zorladım. Odama doğru yürümek, bataklıktan yapılmış zeminde adım atmaya çalışmak gibiydi. Nefes alamıyordum, düşünemiyordum. Odama girip kapıyı kapattığımda ve kendimi yatağa attığımda zaman normale döndü. Gözyaşlarına boğulduktan sonra ellerim gözlerime götürdüm. Ama gözyaşları durmadı ve hıçkırıklarım beni boğmaya başladı.
Kapım açıldığında gözlerim kıpkırmızıydı. Kim olduğunu görmek için kapıya baktım. Bellamy. Beni böyle görmesini istemiyordum, bu kadar kırılmış, bu kadar sıkıntılı. Ama gitmesini de istemiyordum. Bir an için ona baktım. Kafamı dizlerimin içine gömdüm. Konuştuğumda sesim küçüktü, titriyordu. "Özür dilerim. Çok üzgünüm."
Bellamy yanıma oturdu. Dokunacak kadar yakın değildi ama onun varlığı hıçkırıklarımı bastırmak için yeterliydi. "Y/N."
Ellerime baktım, birbirine sürttüm, üzerlerindeki tüm kanı temizlemeye çalıştım. Ama bu sadece kanın daha fazla yayılmasını sağladı.
"Y/N." diye tekrarladı Bellamy, sesi yumuşaktı. Ellerimi kendi ellerinin içine aldı. "Bana bak."
Yavaşça başımı kaldırdım ve kendimi ona bakmaya zorladım. Bir şey söylemedim. Sadece ona baktım.
"Charlotte'a olanlar senin suçun değildi." dedi. "Yapabileceğin hiçbir şey yoktu. Ne onun için, ne saldıran dünyalılar için, ne de Finn için."
"Her zaman yanlış kararlar veriyorum. Her zaman her şeyi mahvediyorum." dedim. "Ve şimdi Raven'ı kaybedeceğim çünkü doğru olanı yapmaya çalışıyordum. Herkesi kaybedeceğim."
Daha fazla gözyaşı yanaklarımdan aşağı yuvarlandı. Bellamy benim yerime gözyaşlarımı sildi.
"Beni asla kaybetmeyeceksin, tamam mı? Asla. Kendine böyle işkence etmeye devam edemezsin. Hepimiz hatalar yaptık ve hepimiz onlardan geri döndük." Sağ elimi kaldırdı ve baş parmağını bana verdiği yüzüğün üzerine ovuşturdu. "Bunun ne anlama geldiğini unutuyorsun. Umut, Y/N. Belki de bu senin için bir semboldür ama benim umudum sensin. Neden biliyor musun?"
Tekrar ağlamamaya çalışırken başımı salladım.
"Çünkü asla pes etmiyorsun. Bana, arkadaşlarına veya kendine rağmen pes etmiyorsun. Raven üzgün. Seni üzmesine izin verme. Sakın pes etme. Savaşmaya devam etmelisin, prenses. Yoksa kaybettiğimiz tüm insanlar, arkadaşlarımız, herkes bir hiç uğruna ölmüş olur."
Bir süre sessiz kaldım, sözlerini düşündüm. O haklıydı. Hafifçe kıkırdadım. "Seni asla duygusal bir konuşma yaparken hayal edemezdim."
"Hayır, sadece kalabalığı uyandırmak için yapılan bir savaş konuşmasıydı." diye alay etti, sesi eğlenceliydi ama yine de yumuşak ve rahatlatıcıydı.
Zayıf bir şekilde gülümsedim. "Sen aşırı..."
"Yakışıklı? Zeki? İnanılmaz?"
Gülümsemem daha da genişledi. "Salaksın. Ama tam da şu anda ihtiyacım olan şey."
Bellamy omuzlarımın etrafına kolunu sardı ve beni kendine çekti. Omzuna başımı yasladım. Kollarının beni sarışı, sıcaklık içimde karıncalandı. Her zaman olduğu gibi onun varlığı duygularımın dağılmasını engelliyordu.
"Yardımcı olabileceğim başka bir şey var mı?" diye kulağıma mırıldandı.
Beni öp. Beni sevdiğini söyle.
Usulca gülümsedim ve gözlerimi kapattım. "Sadece bana sarıl."
Ve aynen öyle yaptı. Uykum geldiğinde bile beni tuttu. Bellamy'nin göğsüne doğru kıvrılmış bir halde, yıllar sonra ilk kez fark ettim ki sonunda huzur içindeydim. Belki de sadece geçiciydi. Belki yarın her şey değişir, stresle boğulmuş olmaya, savaşmaya, savaşa geri dönerdim. Ama şimdilik, şuanda huzur içindeydim.
.𖥔 ݁ ˖
Uyandığımda yatak boştu. Artık Bellamy'nin sıcaklığı yoktu. Sadece soğuk çarşaflar vardı. Ama yanımda kalması bana çok iyi gelmişti. Buna ihtiyacım vardı. Ama gerçekliğe dönmüştüm. Gerçeklik berbattı.
Uykuyu gözlerimden ovuşturarak esnedim, botlarımı ayağıma çektim ve yayımı omzumun üzerine attım. Zihnimdeki yorgunluğu sallayarak dışarı çıktım. Savaşın eşiğinde uyumak ve uyanık kalmak arasında kalmıştım. Uykuya dalmak pek uygun değil. Dışarıya çıktığımda ruh halim karardı, herkesin yüzündeki umutsuzlukla karşılaştım. Dünyalı ordusu hala oradaydı, Finn'i onlara teslim etmemizi bekliyorlardı. Bunun olmasına izin vermeyecektim. Onu buradan götürmek en iyi seçenekti. Kalpsizce olabilirdi ama burada başka hiç kimsenin yaptıklarının bedelini ödemeyi hak etmediğine olan inancımın arkasındaydım. Babamın Ark'ta yaptıklarından dolayı acı çekmeyi asla hak etmediğim gibi.
Kalabalığın içinde Bellamy'yi gördüm. Gülümsedim ve o da bana geri gülümsedi. Tanrım, dün gece ona onu sevdiğimi söylemeliydim. Belki de tüm bunlara katlanmak daha kolay olurdu.
"Hey." dedim, ona ulaştığımda.
"Nasılsın?" diye sordu, saçımın bir tutamını kulağımın arkasına koydu. Cildim parmaklarının değdiği yerde karıncalanıyordu ve bu duygunun daha fazlasını istedim.
Derin bir nefes aldım. "Daha iyiyim. Olabildiğimin en iyisini olmaya çalışıyorum. Senin sayende."
"Ah, hepsi benim sayemde değil, prenses." dedi. "İçinde ihtiyacın olan her şeye sahipsin. Tek gereken sadece benim tarafımdan biraz zorlanmaktı."
"Seni nehire iteceğim."
Güldü. "İşte benim prensesim."
Sırıtarak ona sarıldım. "Sadece alay ediyorum. Yani şimdilik. Ama gerçekten, dün gece için teşekkürler. Sensiz ne yapardım?"
Ağzını açtı, gözlerinde esprili bir parıltı vardı. O konuşmadan önce "Saçma bir şey söylersen seni gerçekten nehire iteceğim." dedim.
Bellamy ellerini havaya kaldırdı ama bir gürültü duyduğumuzda gözlerindeki parıltı gülümsemelerimizle birlikte yüzümüzden silindi. Dikkatimi ağaçlara çevirdim. Binlerce dünyalı bağırıyordu. Aynı kelimeleri tekrarlayıp duruyorlardı. Kana karşı kan.
Kapıya doğru giderken Octavia bize katıldı. Onun elinde kılıç, benimkinde yay vardı. Gelmek üzere olan her neyse, hiçbirimiz kolay kolay pes etmeyecektik. Onlar da pes etmeyecek gibi duruyordu. Abby bize katıldı ve gardiyanlara kapıyı açmalarını emretti. Dışarı çıktı, iki biniciye baktı.
"Çocuk nerede?" Sağdaki kişi sordu.
"Ondan vazgeçmiyoruz." dedi Abby, sertçe cevap verdi. "Savaşmaya hazırız, eğer söz konusu olan buysa."
Dünyalıların siren sesini duyduk. Ama bu asit sisi ile aynı değildi. Bunun savaşla bir ilgisi olduğunu düşündüm. Biniciler atlarını başka bir yöne çevirdiler ve başka bir şey demeden ormana gittiler. Sanırım bu savaşmak zorunda kalacağımız anlamına geliyordu.
"Ormanı izleyin!" dedi Bellamy. "Hareketleri izleyin!"
Gözlerimi ağaçlara diktim, yayımı sıkıca tuttum. Sadece birkaç saniye sonra bir insan figürü gördüm. Bir adamdı ve ellerini kaldırmış olarak bize doğru yürüyordu. Adam "Ateş etmeyin!" diye bağırdı ve nefes almayı bıraktım. O sesi biliyordum. Kendiminkinden daha iyi biliyordum. Babamdı. Şok ve neşe beni vurdu, gözyaşlarım akıyordu. Savaş olması umurumda değildi. Babamı kaybettiğimi sanıyordum ama oradaydı. Hayattaydı. Yayım parmaklarımdan kaydı ve çamura düştü ama umursamadım. Koşmaya başladım. "Baba!" diye bağırdım.
Babam beni tanıdığında ve kollarını açtığında gülümsedi. Birbirimize sıkıca sarıldık.
"İyisin." dedim. "İyisin, Tanrım, iyisin. Öldüğünü sanıyordum!"
Saçıma bir öpücük kondurdu. "Ben de senin için aynı şeyi düşündüm. Yaşadığını gördüğüme sevindim." Gitmesine izin vermek istemedim. O benim ailemdi ve yaşıyordu. Hepimiz bir katliama doğru yürüyorduk ve onun öldüğünü görmek istemezdim. "Hadi, içeri girelim."
Kampa girerken omzuma kolunu koydu ve ceketini tuttum, bir saniye bile gitmesinden korkuyordum. Abby'nin önünde durduk, gözlerinde garip, derin bir duygu ile babama bakıyordu. Benim Bellamy'ye baktığım gibi.
"Marcus." dedi ve sesi sabit olmasına rağmen elleri titriyordu.
"Şansölye." diye cevapladı babam. Babamın yüzüne baktım ve gülümsedim. Abby'ye anneme baktığı gibi bakıyordu, şaşkınlıkla, sanki gerçek olduğuna inanamıyormuş gibi. Çok şey kaçırmışım gibi görünüyordu. Babamın kolunun altından kayarak Clarke'a yaklaştım.
"Bu günü asla göremeyeceğimi düşünüyordum." diye fısıldadım. "Bu garip. Ama onlar adına mutluyum."
Clarke'ın neden bahsettiğimi sormasına gerek yoktu. O da biliyordu. Ve yüzünde bir üzüntü olmasına rağmen rahatlama da vardı. "Yakında aile olabiliriz, sanırım."
Elimi omzuna koydum. "Zaten öyleyiz." dedim. Gülümsedi.
Babam, herkese bize biraz zaman kazandırmayı başardığını açıkladı. Bir çözüm hakkında konuşmak için Abby'le birlikte gitti, ben dışarıda dolaştım, bir şeylerin olmasını bekledim. Toplantıları saatlerce sürdü. Çevremdeki insanlar gittikçe daha da huzursuz oluyorlardı, her geçen saniye dünyalıları daha da kızdırmaktan korkuyorlardı. Yakında Finn'i onlara vereceklerdi, bundan hiç şüphem yoktu. Onlar ebeveynler, erkek kardeşler, kız kardeşler, eşlerdi. Ne pahasına olursa olsun sevdiklerini koruyacaklardı.
Bellamy "Gidiyoruz." dedi. Dışarıda bana katıldı. Abby'nin Finn'i onlara vermek üzere olduğuna inanıyordu.
"Sonunda." dedim. "Finn burada güvende değil."
"Dropshipe gidiyoruz. Finn'i çağıracağım. Eşyalarını al. Beş dakika içinde Raven'ın kapısında buluşalım. Çitin elektriğini kesecek."
Başımı salladım. "Tamamdır."
.𖥔 ݁ ˖
Raven ofladı. "Tekrar kontrol ettim. Hala onlardan bir iz yok." Bellamy, Raven ve ben çok uzun bir süredir dropshipte bekliyorduk. Şimdiye kadar burada olmadıklarına göre bir terslik vardı. Girişin önünde ileri geri yürümeye başladım. Bellamy bana endişeli bakışlar atmaya devam etti ama onu görmezden geldim.
"Neredeler?" Raven kollarını göğsünde birleştirdi, sesi daha da kötüleşti. Dünkü kavgamızdan sonra onun yanında olmak istemiyordum. Herkes Bellamy'yi feda etmeye karar verseydi ben de herkesi benim kadar incitmeye çalışırdım.
"Ayrılmamalıydık!"
"Şşş" dedim, parmağımı kaldırdım ve bir ok çektim. "Biri geliyor."
Murphy brandadan içeri girdi ve göğsüne ok ile nişan aldığımı görünce biraz geriye atladı. "Hey, hey, hey!"
"Murphy. Silahımı yavaşça indirdim. "Burada ne yapıyorsun?"
Murphy yanımdan geçti. "Davet edildiğimi zannediyordum."
Raven "Fazladan bir silahın iyi olabileceğini düşündüm." dedi. Ama gözlerindeki karanlık bakış bana farklı bir şey yapmaya çalıştığını anlatıyordu, ondan kaynaklanan kötü niyetten hoşlanmadım.
Bellamy başını salladı. "İyi olabilir."
"Finn tam arkanda olmalıydı."
Murphy omuz silkti. "Merak etme. Uzay yürüyüşçüsü iyi olacak."
Kimse öyle düşünmüyor gibiydi. Tüm bunlar hakkında içimde kötü bir his vardı. Raven'a gülümsedim ama beni görmezden gelmeye devam etti. Birkaç dakika sonra Finn içeri geldi. Clarle kollarında bilinçsiz bir şekilde yatıyordu. Kan saçlarından başının yanına akıyordu. Finn'in Clarke'ı yere indirmesine yardım ettim. "Ona ne oldu?"
"Bir dünyalı kafasına vurdu," diye cevapladı Finn. Kendimi biraz paniklemiş hissediyordum. Ebeveynlerimiz arasında olduğunu düşündüğüm şey gerçekleşiyorsa Clarke aslında benim kız kardeşimdi.
"Bir bandaja, sargıya, herhangi bir şeye ihtiyacım var." dedim, sesimi sakin tutmaya çalıştım. Murphy bana bir bez uzattı ve bezi Clarke'ın kafasındaki yaraya bastırdım.
"Clarke" diye mırıldandım. "Beni duyabiliyor musun?" Cevap vermedi. Finn ellerini başının üzerine koydu ve etrafta dolaştı. Gerginlik yüksekti, ama arkadaşımdan başka hiçbir şeye odaklanamadım. Başka birini kaybetmek istemiyordum. Murphy'yi bile, Tanrı aşkına. Arkadaşlarımın ölümünü görmekten bıkmıştım.
"Clarke?" Sesim titriyordu. "Clarke!"
Neyse ki cevap verdi. İnledi ve göz kapakları bir an için çırpındı. İç çektim. "İyi olacaksın. Sadece dinlen." dedim.
Finn dropshipten dışarı çıktı, Raven arkasından onu takip etti. Onlara bir göz attım ama sonra Clarke'a odaklandım.
"Hey." Bellamy bir süre sonra sırtıma yumuşak bir şekilde elini koydu. "Belki de biraz ara vermelisin?"
"Onu bırakmak istemiyorum Bell, ölmesini izlemek istemiyorum."
Yanımda çömeldi ve yüzümü eliyle tutup Clarke'tan kendininkine çevirdi. "O ölmeyecek merak etme. Clarke da senin gibi bir savaşçı. Ama kendine biraz mola ver. Finn ve Raven'ın devralmasına izin ver."
Yavaşça başımı salladım. Bellamy ayağa kalkmama yardım etti. Finn ve Raven yerimi alırken beni dışarı çıkardı. Birlikte dropshipin dışına oturduk, silahlarımızı hazır ve gözlerimizi açık tuttuk. Gerçekten konuşmak istemiyordum. Sessizlik içinde oturmak şu anda benim için yeterliydi. Aklımı Clarke'dan ve diğer her şeyden uzaklaştırdım. Bir süre sonra pozisyonumu değiştirdim ve ormanda bir hareket yakaladım. Silahının dürbünüyle ağaçları tarayan Bellamy'ye baktım. "Buraya gelin!" diye bağırdı. "Misafirimiz var!"
Finn elinde bir silahla aceleyle dışarı çıktı. Bellamy saklanması için ona bağırdı ve kömürleşmiş bir kütüğün arkasına sığındı. Clarke hemen arkasındaydı. Çok şükür iyiydi. Bölgeyi taradık, dünyalılara ateş etmek için kendimizi hazırladık ancak kısa bir süre sonra kaçmanın bundan daha zor olacağını fark ettik. Etrafımız sarılmıştı. Dropshipe girdik. Bellamy arada sırada brandayı açıp dışarıyı gözetlemeye devam etti, ama yine de Dünyalılar konumlarından hareket etmemişti.
Murphy "Daha fazla yaklaşmıyorlar." dedi.
Bellamy brandayı bıraktı ve bize geri döndü. "Menzil dışında kalıyorlar. Hava kararana kadar bekleyecekler."
Murphy "Onları şimdi vurursak şaşırtmış oluruz." dedi.
Başımı salladım. "Kaç kişi olduklarını bilmiyoruz."
"Daha iyi fikirler duymuyorum, Kane."
"Onlara bir şey vereceğiz." dedi Raven.
Bellamy "Tek istedikleri Finn." dedi.
Raven bakışlarını yavaşça Murphy'ye çevirdi. İlk başta gördüğüm karanlık bakışı tekrar gördüm. Umarım düşündüğüm şey değildir. "Köydeki tek kişi Finn değildi." dedi.
"Ne diyorsun sen?" diye sordu Clarke.
"Raven, bekle." Bellamy ona doğru adım attı.
Murphy ona döndü, yüzünde korku ve nefret vardı. "Hop, hop. Raven, buraya onu korumaya geldim. Gelmemi isteyen sendin. Benim gelmemi bu yüzden mi istedin?"
Raven ona baktı. "Yeterince dünyalı onu gördü. Öldürenin o olduğuna inanırlar."
"Seni hasta orospu." dedi Murphy.
"Raven, bunu demek istemiyorsun değil mi?" diye yalvardım.
Bellamy "İnsanlara ne yaptıklarını biliyorsun!" dedi.
Raven "Bir katil istiyorlar. Onlara bir tane vereceğim. Silahını bırak." dedi. Silahını kaldırdı ve bize nişan aldı, gözlerinde gördüğüm soğuk bir meydan okuma bana geri adım atmayacağını söyledi. Murphy de meydan okudu ve silahının namlusu göğsüne bastırılana kadar ileri adım attı.
"Cehenneme kadar yolun var Raven."
Clarke "Bırak o silahı Raven." dedi. "Beğen ya da beğenme, o bizden biri."
Raven hiçbir şey yapmadı.
Clarke "Bırak dedim." dedi.
Neyse ki Finn içeri girdi ve silahın namlusunu yere doğru indirdi ve Murphy'nin önüne çıktı. ''Durun! Bizi kuşatmış durumdalar. Yapabileceğimiz tek şey kalıp burayı savunmak."
Bellamy başını salladı. "Ben senin yanındayım."
"Ben de öyle." dedim, öne çıktım.
Herkes başını salladı, desteklerini gösterdi.
"Murphy." dedi Finn.
"Evet?"
"Yukarı çık. Arka tarafa dikkat et. Ben alt katı alacağım." Finn gözlerini geri kalanımızın üzerinde gezdirdi. "Siz dördünüz ön kapıya geçin." Hepimiz birbirimize baktık, ne olacağından emin değildik. "Plan bu, tamam mı?"
Tereddütle hepimiz başımızı salladık ve pozisyonlarımızı aldık. Dev bir kütüğün arkasına çömeldim, okumu kapıya nişan aldım. Güneşin batmasını, geceyi ve savaşı ortaya çıkarmasını bekledim. Zaman zaman Bellamy'ye baktım, gergin ve sert olduğunu, çenesini sıktığını gördüm. Kaslarım ağrıyordu ve ben de okumu indirdim, yüzüğüme dokundum. Haklıydı. Bu yüzük umut anlamına geliyordu. Ve bunun işe yarayacağını umuyordum. Finn'i savunurduk. Ama aynı zamanda Finn'in bir şeylerin peşinde olduğuna dair içimi kemiren bir his vardı.
Yapraklar hışırdadı, dikkatimizi çekti. Hemen ipimi tekrar gergin bir şekilde çektim, ateş etmeye hazırdım.
"Birisi geliyor." dedi Raven.
"Orada." Clarke ses yönünde başını salladı ve okumu hedefledim. Ama yabancı değildi.
"Finn?" dedi Raven.
Finn ellerini kaldırmış, kapıda duruyordu. Okumu indirdim ve ayağa kalktım. Finn teslim oluyordu.
"Hayır, Finn!" Clarke, dünyalılar onu yakaladığında ağladı. Şimdi yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Onu götürmüşlerdi. Onu kurtarmanın bir yolu yoktu.
.𖥔 ݁ ˖
Gece çökmüştü. Dünyalı ordusundan gelen meşaleler karanlığı turuncu bir parıltıyla aydınlattı. Finn'i bir direğe bağlarlarken huzursuzluk ve öfkeyle izledim. Bu insanları tanımak, ona ne yapacaklarını bilmek hoş olmayacaktı.
Clarke içi boş bir sesle "İzlememizi istiyorlar." dedi.
Bu insanlar korkunçtu.
Bellamy "Onu kurtaracağız." dedi. "Yaklaşacağız ve onları alt edeceğiz."
"Oğlum." dedi babam nazikçe. "Binlerce kişiler. Yüzlerce kişiyi öldürebilsek bile bu kampı yok edecekler ve arkadaşın yine ölmüş olacak."
"Denemek zorundayız." diye ısrar etti Bellamy. Uzandım ve rahatlatıcı olduğunu umarak elini tuttum. Bana onun umudu olduğumu söylemişti ve ben de öyle olacaktım. Finn'in kaderi korkunç ve kaçınılmaz olsa bile, başka kimsenin böyle bir kaderle karşılaşmayacağını umuyorum. Halkımızı Mount Weather'dan çıkarırdık ve sonunda huzur içinde eğlenirdik. Finn özlenirdi ama fedakarlığı bize daha iyi bir gelecek için umut verirdi.
Raven Abby'ye döndü ve çaresiz bir yalvarışla doktorun adını çağırdı. Ama Abby sadece ona baktı ve başını salladı. Clarke'ın yüzü karardı. Yürümeye başladı, Raven, Bellamy ve ben onu takip ettik. Clarke bıçağını çıkardı ve kapıya doğru ilerlerken Bellamy'ye verdi.
Bellamy "Ne yapıyorsun?" diye sordu.
"Komutanla konuşacağım."
"Ona ne söyleyeceksin?"
"Bilmiyorum!" diye bağırdı, sesini yükseltti. "Bilmiyorum."
Raven öne çıktı, Clarke'ın eline bir şey bastırdı, küçük ve ince bir bıçak.
"Raven, hayır." dedim.
"Eğer gitmesine izin vermezse," dedi Raven Clarke'a, beni görmezden gelerek. "onu öldür. İşler sarpa saracak. Seni ve Finn'i kurtaracağız. Clarke, ona yardım etmelisin. Ona hayatımı borçluyum."
Bu çılgınca bir plandı. Ama Clarke başını salladı ve ona komutana zarar vermeye çalışırsa kendini öldürteceğini söylemek için içimde bir his bulamadım. Raven gibi son bir umuda sarılıyordum, Clarke dünyalıları Finn'in gitmesine izin vermeye ikna edebilecekti.
Clarke kapıdan dışarı çıktı, biz izlerken ormana doğru ilerliyordu. Şimdi arkadaşımın ölmesini izliyecektim ve diğeri de aptalca bir şey yapmak için hayatını riske atıyordu. Clarke'ın dünyalılara yaklaştığını, komutanın yardımcısının önünde durana kadar diğerlerini geçtiğini izledik. Bir mızrak tarafından durdurulduğunu, yine de ilerlediğini ve gömleğini kanla lekelediğini izledik.
Komutan "Geçmesine izin ver!" diye emretti.
Clarke öne çıktı. Birbirlerine ne dediklerini duyamadık, çok uzaktaydık. Tek yapabileceğimiz beklemekti.
"Hadi Clarke, yap şunu." dedi Raven yanımda titreyerek. Clarke, Komutanı bıçaklamaya çalışmadı. Bunun yerine uzaklaştı ve Finn'e yöneldi.
Raven "O ne yapıyor?" diye fısıldadı. Clarke Finn'in yanına gitti ve ona sarıldı. Sonra onu öptü. Raven keskin bir şekilde nefes aldı. Clarke'ın Finn'i sıkıca kucakladığını ve Finn'in baş��nın Clarke'ın boynuna düşüşünü izledik.
"Bir sorun var." diye fısıldadı Bellamy. Ve haklıydı. Clarke uzaklaştığında elinde metalik bir şey vardı. Ve Finn'in başı öne doğru eğik şekilde duruyordu. Tişörtünün üzerinde koyu bir leke büyüyordu.
"Aman Tanrım." diye fısıldadım. Onu öldürmüştü. Raven'ın bıçağını kullanmıştı ve onu öldürmüştü, daha dünyalılar öldüremeden. Raven titriyordu, gözyaşları yavaşça ne olduğunu fark ederken yüzünden aşağı kayıyordu. Çığlık attı, sesi o kadar çok acı ile doluydu ki dayanamadım. Yere düştü, Bellamy düşerken onu yakaladı. Onu kurtarmak için yaptığımız onca şeyden sonra ölmüştü. Ama geri kalanımız kurtulmuştu. Dünyalılarla ateşkes başlamıştı.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 7. Bölüm - Long Into An Abyss
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 2.5k
Son bir saattir Bellamy bana sinirli bakışlar atıyordu ve bundan bıkmıştım. Hepimizin gergin olduğunu biliyordum. Lincoln'le ilgili stresliydik. Clarke'ı buraya getirmek için güneşin doğmasını bekliyorduk. Lincoln yaklaşık yarım saat önce uyanmıştı ve tüm zamanını kükreme, tükürme, dayak atma ile geçirmişti. Planımızın işe yaramasını ve Clarke'ın ona yardım etmek için bir şeyler yapabileceğini umuyordum. Ama öfkesinden hiç etkilenmemiştim, belki de şu anda kendiminkiyle eşleştiği içindi.
Lincoln hala oradaydı. Kaçamayacağını anladıktan sonra durdu ve bizi kanla dolu gözlerle izledi. Dropshipin etrafında ürkütücü bir sessizlik vardı. Octavia pek iyi değildi. Gözlerinde kendisine işkence ettiğini görebiliyordum ama onu rahatlatmak, yardım etmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Bellamy'ye baktım ve bana baktığını gördüm. Gözlerimi devirdim ve ayağa kalktım. "Octavia" dedim, sesim biraz kaba çıkmıştı. "Lincoln'le birkaç dakika yalnız durabilir misin? Abinle konuşmam gerek."
Kaşını kaldırarak baktı ama bir şey demeden başını salladı. Merdivenden aşağı indim ve Bellamy beni sessizce takip etti. İlk seviyeye ulaştığında durdum ve yanıma gelmesi için boş bir yüzle bekledim.
"Ne oldu?"
"Bana neden bu kadar kızgın olduğunu açıklamak ister misin?" diye sordum, kollarımı göğsümde birleştirdim.
"Pek istemiyorum."
Gözümün köşesinde bıçağımı fark ettim, hala o kadar zaman önce bıraktığım yerdeydi. Başka bir kelime etmeden döndüm ve bıçağı yerden kaldırdım. Bellamy'ye geri döndüğümde, bıçağın ucuna parmağımı dokunup döndürdüğümde onunla göz teması kurdum. Ağrı parmağımın ucunda dolanmaya başladı ama önemli değildi. "Şimdi açıklamaya ne dersin?"
Bellamy gözlerini devirdi. "Evet, prenses. Sanki beni bıçaklayacakmışsın gibi duruyor."
"Uzun zaman önce bana hafife alınmamam gerektiğini söylemiştin." Bir an için birbirimize baktık ve sonra iç çektim, sinirlendim. Bıçağı cebime soktum. "Peki. Seni bıçaklamayacaktım. Ama konuşmamız gerek, Bell. Aramızdaki bu gariplikten nefret ediyorum. Tondc'den döndüğümüzden beri aramız iyi değil."
Bellamy elini saçından geçirdi ve saçı harika bir şekil aldı. Çok hoştu.
"Kızgınım çünkü beni kendinden uzaklaştırıyorsun, bu birincisi."
Bakışlarımı yere indirdim. "Pardon. Üzgünüm. Gerçekten sadece endişeliyim. Arkadaşlarımız için hiç bu kadar korkmamıştım. Ya onları oradan çıkaramazsak? Orada ne yaptıklarını gördüm ve çok korkunçtu. Ve bunu her gün dü��ünüyorum. Arkadaşlarımızı o kafeslerde görüyorum, baş aşağı asılı halde. Bununla başa çıkamıyorum."
Sesim gergindi, sesimi ve gözyaşlarımı sabit tutmak için uğraşıyordum. Bu gerçekten tüm sorunlarımın asıl nedeniydi.
Bellamy konuştuğunda sesi çok daha yumuşaktı. "Onları kurtarmaya gidiyoruz. Halkımız güvende olana kadar hiçbirimiz pes etmeyeceğiz. Kesinlikle pes etmeyeceğiz. Artık bu yükü taşımak zorunda değilsin. Ben buradayım. Her zaman senin için burada olacağım."
Gülümsedim ve ona doğru adım attım. "Biliyorum. Sanırım... sanırım sadece bunu yüksek sesle duymam gerekiyordu, ne kadar aptalca olsa da. Sana hayatım pahasına da olsa güveniyorum, bu yüzden endişelenmem gerekmiyor mu?"
Bellamy kıkırdadı ve bana sarıldı. "Bu aptalca değil, prenses."
Kollarımı etrafına sardım ve sıcaklığını hissetmeme izin verdim. Onun kollarında her zaman güvende hissediyordum. Ve şimdi tekrar konuştuğumuza göre bu sözünü yanımda taşıyabilirdim. Her zaman yanımda olacağını, her zaman onun desteğine, dostluğuna sahip olacağımı bilerek kendimi evimde hissettim.
Gitmesini istemeyerek "Bekle, ikincisi neydi?" diye mırıldandım.
"Beni aşırı endişelendiriyorsun. Bazen kendi başının çaresine bakamayacağını düşünüyorum."
Ayrıldığımızda birbirimize gülümsüyorduk. Kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu. Ona uzun zamandır söylemeyi düşündüğüm şeyi söyleme zamanıydı. Yavaşça nefes verdim. "Bellamy, ben senden-"
Dropshipin dışından yansıyan ışıklar Bellamy'nin dikkatini çekti. Girişe doğru adım attı ve brandayı bir kenara itti. Güneş sonunda yükselmişti, bu da Bellamy'nin gitmesi gerektiği anlamına geliyordu.
"Pardon, ne diyecektin prenses?" Özür diledi, bana geri döndü.
Yanaklarım yanıyordu. Başımı salladım. "Hiçbir şey. Ama gitmelisin. Lincoln'ün en kısa zamanda yardıma ihtiyacı var."
Bana gülümsedi ve dropshipten çıktı. Ormana giderken arkasından onu izledim. Sonunda dönüp merdivene tırmandım.
Octavia başını kaldırdı.
"Hey" onu usulca selamladım. "Nasılsın?"
"İyi." dedi. "Abimle aranızda ne var?"
Omuz silktim. "Hiçbir şey. Neden bahsettiğini bilmiyorum."
Bir kaşını kaldırdı. "Nazlanma. Kör değilim. Ona nasıl baktığını gördüm."
Yanaklarım kızardı ve bakışlarımı gözlerinden kaçırdım.
"Biliyordum." diye kıkırdadı Octavia, omzumu dürttü. Zayıf, yorgun bir kahkahaydı. Bende ona gülümsedim. Konuşmanın konusu belki yersizdi ama Lincoln'ü biraz unutmasına yardımcı olacaksa bana aklına gelen her şeyi sorabilirdi.
"Senin için deli olduğunun farkındasın, değil mi?" dedi.
İç çektim, gülümsememeye çalıştım. "Ben de kör değilim. Beni önemsediğini biliyorum. Ama ya o sadece beni kardeşi gibi görüyorsa?"
Octavia burnunu çekti. "Eğer düşündüğün buysa, söylediğinden daha körsün."
"Ne demek istiyorsun?"
Sadece başını salladı. "Kesinlikle umutsuzsunuz. İkiniz de. Birbiriniz için deli oluyorsunuz ve yine de, işte buradasınız, seni kardeşi olarak gördüğünü düşünüyorsun."
Sözleri kalbimi hızlandırdı. Ona deli gibi aşık olduğumu inkar edemezdim. Ama belki de bunun gerçekleşmesi için doğru zaman değildi. "Her neyse, şimdi aşk ve ilişkiler hakkında endişelenmenin zamanı değil, değil mi?"
"Sanırım." diye yanıtladı Octavia, Lincoln'e özlemle baktı. "Yine de birbirinize iyi geliyorsunuz."
Neyse ki bundan sonra konuyu bıraktı. Ama düşünmeden edemedim. Bellamy asla aklımdan çıkmadı. Gerçekten tam bir felaketti.
.𖥔 ݁ ˖
Lincoln bağırmaya başladıktan bir süre sonra Bellamy ve Clarke merdivene tırmandılar. Lincoln kükreyince Clarke irkildi, gözleri şok ile genişledi.
"Sorun değil." dedi Bellamy.
Clarke "Tekrar burada olduğumuza inanamıyorum." dedi.
"Ona yardım edebilir misin?" Octavia kendini sakin tutmaya çalışarak sordu.
Clarke "Bilmiyorum." diye cevapladı. "Mount Weather'ın biçicileri kontrol ettiğini biliyordum. Ama onları yarattıkları hakkında hiçbir fikrim yoktu."
"Kesinlikle o ipler onu yerde tutamayacak." dedim.
"Bunu Lincoln'e, dünyalılara yapabiliyorlarsa," dedi Bellamy, "arkadaşlarımıza ne yapıyorlar?"
Kimse cevap veremedi. Yakında ölebilirlerdi, hepsi. Ve nasıl olduğunu düşünmek bile korkunçtu. Lincoln çığlık atmaya devam etti, gergin sessizliği bozdu, kırmızı gözleri öfkeyle genişledi. Ama sonra sakinleşti ve şiddetle titremeye başladı.
"Nöbet geçiriyor!" diye bağırdı Clarke.
"Peki bu ne anlama geliyor?" diye sordu Octavia, sesi titriyordu.
Clarke Lincoln'ü gözlemledi ve gözleri bacağındaki kurşun yarasına takıldı. "Bacağına ne oldu?" diye sordu.
"Onu vurdum." diye cevapladı Octavia.
"Başka seçeneğin yoktu." dedim, güven verici olmaya çalıştım. Bellamy de başını salladı. "Çok kan kaybetti." diye ekledi.
Clarke Lincoln'e dikkatlice yaklaştı ve kaşlarını çattı. "Boynuna ışık tutabilir misiniz?"
Bellamy ve Octavia el fenerlerini Lincoln'ün boğazına çevirdiler. Gözlerim genişledi.
"İğne izleri."
Bellamy "Sence uyuşturulmuş mudur?" dedi.
"Belki."
İnsan vücudu konusunda uzman değildim ama bu mantıklıydı. Herhangi birimiz tepki veremeden önce Lincoln'ü duvara bağlayan kablolardan biri koptu. Clarke'ı tuttu ve onu ısırmaya çalıştı. Octavia ileriye doğru koştu. Bellamy Lincoln'ün koluna vurdu ve Lincoln Clarke'ı bir hırıltıyla serbest bıraktı. Sonra dikkatini Bellamy'ye çevirdi ve güçlü elini boğazına sardı.
Çılgınca odanın etrafına baktım ve gözlerim kapağı kilitlemek için kullandığımız ağır metal direğe takıldı. Onu yakaladım ve cesaretimi toplayarak Lincoln'e koştum. Kafasına sert bir şekilde vurdum ve bayıldı. Nefes nefese Bellamy'nin ayağa kalkmasına yardım ettim.
"Kendime dikkat etmemle ilgili ne diyordun?" dedim.
Bellamy gözlerini devirdi ve gülümsedi. "Tamam, tamam. Anlaşıldı kaptan."
Ben de ona gülümsedim ve sonra odağımın şuanki ciddi meseleye dönmesine izin verdim. "Onu tekrar bağlamamız gerekiyor. Daha iyi bir şekilde. Eğer ölürsek ona yardım edemeyiz."
Bu sefer onu o kadar iyi şekilde bağladık ki kimse kaçamazdı. Clarke'ın muayenesini kolaylaştırmak için onu yatar pozisyonda tuttuk. Neyse ki hala bilinçsizdi.
Clarke "Kanamayı durdurmalı ve mermiyi çıkarmalıyız." dedi. "Bacağını aşağıda tutun."
Bellamy ve ben yerlerimize geçtik. Octavia Lincoln'e su vermeye çalıştı. Ama ilk damla dudaklarına değdiğinde bir hırıltı ile uyandı ve dişlerini Octavia'nın eline batırdı. Octavia tam zamanında geri çekildi, bir çığlık ile yere düştü. Gözlerinde yaşlarla ayağa kalktı. "Biraz daha su getireceğim." dedi.
Bellamy ayağa kalktı, elini koluna koydu. "İlaçtan arındığında iyi olacak."
"Beni bu sefer bundan koruyamazsın abi." diye cevapladı Octavia.
Bellamy kalbi kırık görünüyordu. İkimiz de Lincoln'ün bacağını tuttuk ve Clarke ustalıkla mermiyi çıkardı.
Bellamy "Annen gurur duyardı." dedi.
Clarke "Annem onu nasıl kurtaracağını bilirdi." dedi.
"Bu önemli değil." dedim. "Şuan annen burada değil. Sen buradasın." Belki de sözlerim sertti ama Clarke'ın duyması gereken buydu. Cesaretlendirmek her zaman nazik olamazdı.
Başını salladı ve Lincoln'e baktı. Ayak sesleri aşağıdaki kattan yankılandı ve Octavia yukarı tırmandı. Ama yalnız değildi. Arkasında yüzü tanıdık gelen bir dünyalı vardı. Onu nereden bulmuştu? Ve neden onu buraya getirmişti? Bellamy hızlıca silahını aldı ve adama nişan aldı.
Octavia ellerini kaldırdı. "Bellamy, yapma! O Lincoln'ün arkadaşı ve şifacıları."
Adam göğsüne doğrultulan silahı umursamıyor gibiydi. Bana bakıyordu, kaşları çatıktı. İleriye doğru bir adım attı. Onu o gün Tondc'de görmüştüm. Finn'in masum insanları katlettiği köyde.
Katliam, kan kokusu, hepsini hissettim. Korku, Finn'i gördüğümde hissettiğim aynı korkuydu. Paniklemeye başladım. Trajedinin bir parçası bile olmamıştım ama yine de bir şekilde kendimi sorumlu hissettim.
"Y/N" diye fısıldadı Bellamy, elimi tuttu. Nazik dokunuşu beni düşüncelerimden çıkardı. Kendimi anılardan kurtardım ve bunun yerine şimdiki zamana odaklandım. Bunu değiştirmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu ve geçmiş üzerinde durmamak daha iyiydi. Özellikle de olayların benimle bir ilgisi yoksa.
Lincoln tekrar sarsıldı ve beni gerçekliğe geri çekti. Clarke lanet etti. Adam Lincoln'ün vücudunun yanında diz çökmüş duruyordu. Bellamy silahını yere doğrulttu, ama geri adım attı. Tam bir sessizlik içinde adam ceketine uzandı ve şişelerle dolu bir çanta çıkardı. Berrak bir sıvı ile dolu küçük bir tanesini seçti.
"O da ne?" diye sordu Clarke.
Adam ona cevap vermeye zahmet etmedi. Bunun yerine Lincoln'ün üzerine eğildi, şişeyi açtı. "Yu gonplei ste odon." dedi sessizce.
Kaşlarımı çattım. Bu sözleri daha önce duymuştum. Anya ölürken söylemişti. Şifacı neden bunu Lincoln'e söylesin ki? Keskin bir şekilde nefes aldım ama Clarke benden önce davrandı.
"Bekle!" Elinin öne doğru uzattı ve sıvı Lincoln'ün ağzına ulaşmadan önce onu durdurdu. Şişeyi şifacının elinden aldım. Ne tür bir toplum yaralılarını kurtarmaya bile çalışmadan öldürürdü? Dünyalı hırladı ve bıçağıyla üzerime atladı ama Bellamy ondan daha hızlıydı.
"Geri çekil!" diye emretti, silahının namlusu şifacının kafasına bastırdı. Adam gözlerini bana dikti ve geri çekildi.
Clarke kelimeleri tekrarladı, kaşlarını çattı. "Bu ölmeden önce söyledikleri söz."
Elimdeki şişeyi inceledim ve burnuma yaklaştırdım. Dikkatlice kokladım. Koku inceydi, neredeyse farkedilemezdi. Ama bu ormanın bitkilerini ve özellikle bu otu iyi biliyordum.
"Hemlok." dedim. "Lincoln'ü zehirlemeye çalışıyor."
"Nyko" dedi Octavia. "Bu doğru mu?"
"Evet." diye cevapladı Nyko, sesinde tereddüt ya da utanç yoktu. "Ölüm tek yolu."
"Hayır." dedi Clarke. "Onu geri getirmek için bir yol olabilir."
Nyko "Gördüğüm kadarıyla yok." dedi.
Aşağıdan ağır ayak sesleri geldi. Bıçağımı yakaladım ama Finn'in merdivene tırmandığını görünce rahatladım. Nyko onu gördüğü an halkını öldüren insan olduğunu anladı. Kendini Finn'e attı. Onu boğazlayıp duvara itti.
Bellamy "Onu bırak!" dedi.
Ama Nyko onu duysa bile umursamadı. Nyko'nun kolunu tuttum. Çekmeye çalıştım, Finn'i bırakmasını sağlamaya çalıştım, ama çok güçlüdü.
"İnsanlarımı öldürdün." dedi. "Yaşlılar, çocuklar, masumlar."
"Nyko, onu öldüreceksin!" Octavia, onu uzaklaştırmaya çalışarak söyledi.
"Kana karşı kan!" Blood must have blood.
Finn bilincini kaybediyordu ama Nyko'ya karşı savaşmadı. Nyko onu öldürmeye çalışsa bile bir şey yapmıyordu. Octavia Bellamy'ye bağırıyordu, abisinin silahı ve Nyko arasına kendini koyarak çekilmesini söyledi. Nyko'nun kolundan çekmeye devam ettim, tırnaklarım onun derisini çiziyordu. Kanı parmaklarıma bulaştı ama yine de Finn'i bırakmadı.
Clarke şok cihazıyla ile kurtarmaya geldi. Nyko bir anda acı içinde bağırıp yere yığıldı.
Octavia nefes nefese kaldı. "Lincoln nefes almıyor!"
Clarke, Lincoln'ün diğer tarafında diz çöktü. Parmaklarını boynuna bastırdı, birkaç saniye sonra küfretti. "Kalbi durmuş." dedi. "Çekil!"
Octavia, Clarke'ın Lincoln'ün göğsüne elini bastırmaya başladığında ve onu canlandırmaya çalıştığı sırada kenara çekildi. Ben donup kaldım. Hepimiz Lincoln'ün hayatta olduğuna dair bir işaret için gergin bir sessizlik içinde bekliyorduk. Gözümün köşesinden Nyko'nun Clarke'ı dikkatle incelediğini gördüm.
Aniden Lincoln derin bir nefes alarak gözlerini açtı. Bende derin bir nefes aldım. Clarke onu kurtarmıştı.
"Ölmüştü." dedi Nyko şaşkın halde. "Bunu nasıl yaptın?"
"Daha önce bir biçiciyi geri getirmeyi denedin mi?" diye sordu Clarke ve Nyko başını salladı. "Böyle mi öldüler?" Bir kez daha başını salladı ve Clarke kaşlarını çattı.
Bellamy "Ne oldu?" dedi.
Clarke "Saldırıyı nasıl durduracağımı biliyorum." dedi.
"Ne saldırısı?" diye sordum. Octavia başını kaldırdı, kafası karışmıştı. Clarke bize Jaha kampında olanları anlattı. Babam Komutanı yani dünyalıların liderini bulmuştu. Jaha'yı bir hücreye hapsetmişlerdi ve onlara bir mesaj vermek için babamı kampa geri göndermişlerdi: buradan gidin ya da ölün. Ayrılan sürenin sonuna kadar sadece birkaç saatimiz kalmıştı. Babama gelince, onu esir almışlardı.
"Ama iyiydi, değil mi?" diye sordum, kalbim göğsümde sıkışmıştı.
"Evet. Ya da Jaha götürülürken öyleydi."
"İyi olacak." dedi Bellamy, omzuma güven verici bir şekilde elini koydu. "Siz Kane'leri öldürmek zordur."
Gülümsedim ama boştu. Babam neler yaşıyordu? İşkence mi görüyordu? Ona yemek veriyorlar mıydı? Yoksa onu bir hücreye atıp ölmesine izin mi vermişlerdi? En azından yaşıyordu. Ne kadar uzun sürer bir fikrim yoktu ama en azından hala bir umut vardı. Yakında tekrar bir araya gelirdik. Tabii barış görüşmeleri düzgün giderse. Bazı nedenlerden dolayı, bu pek güven verici değildi.
"Y/N." diye ısrar etti Bellamy. "Endişelendiğini biliyorum. Ama odaklanmana ihtiyacımız var."
Kafamı salladım, düşüncelerimi bir kenara bıraktım. Şu anda babam hakkında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. "Doğru." dedim. "Peki, saldırıyı durdurma planı ne?"
Clarke "Dünyalılar muhtemelen biçicilerin kendi insanları olduğunu fark etti." dedi. "Bu yüzden Mount Weather'ın onları bu halde getirdiklerini bildiklerini varsaymak güvenli. Nyko sayesinde onları geri getirmeyi denediklerini de biliyoruz. Ve biçicilerin kalpleri durduktan sonra başarısız oldular. Ama insanları nasıl hayata döndüreceğimizi biliyoruz. Ya biçicileri sadece Mount Weather'ın verdiği ilacı vücutlarından atana kadar hayatta tutarsak?"
"Peki bu ne o zaman?" Lincoln'e işaret ederek sordum. "İlacın atılması mı?"
"Sanırım öyle, evet. Bir kere ilaç vücudundan atıldığında Lincoln normale dönecek. Ve eğer komutana biçicileri tekrar normale dönüştürebileceğimizi gösterirsek saldırıyı iptal edebilir. Bir düşünün! Mount Weather'a karşı müttefik bile olabiliriz."
Nyko mırıldandı. "İşe yarayabilir. Ama komutan kanıt isteyecektir."
"Ona Lincoln'ü göstereceğiz. O gelmeden önce kendine döndüğünden emin olmalıyız."
Octavia "Bu şimdiye kadar sahip olduğun en tehlikeli plan olmalı." dedi.
Clarke "Sahip olduğumuz tek şey bu." dedi. "Pekala. Finn ve ben kampa geri döneceğiz. Annemi buraya getireceğiz ve ben de komutanla konuşacağım. Anlaştık mı?"
Başımı salladım. Clarke'ın planından emin olduğum için değil, daha iyi bir fikrim olmadığı için. Hayatımız artık tek bir şeye dayanıyordu, Lincoln.
.𖥔 ݁ ˖
Octavia'yı Lincoln'ün cesedinin üzerinde ağlarken izledim. Her şey ters gitmişti. Abby dropshipe geldikten kısa bir süre sonra Lincoln'ün kalbi atmayı bırakmıştı. Ne kadar uzun ya da zor olursa olsun onu canlandırmaya çalıştı. O ölmüştü. Bellamy ile birbirimize baktık. Aynı şeyi düşünüyorduk.
O kişi sen olmadığın için teşekkürler.
Ve yine de Lincoln bunu hak etmemişti. Octavia da öyle. Bütün durum korkunçtu. Daha da kötüsü kapak açıldı ve Clarke geldi. Arkasından sadece komutan olduğunu varsayabileceğim genç bir kadın da dahil olmak üzere birkaç dünyalı takip etti. Octavia'nın ağlaması odadaki tek sesti, çünkü hepimiz birbirimize bakıyorduk, savaşın başlamasını bekliyorduk. Başarısız olmuştuk. Lincoln, son umudumuz gitmişti. Clarke'ın planı işe yaramamıştı.
"Heda." Dünyalılardan biri fısıldadı. Komutan başka bir kadına baktı ve başını salladı.
"Hepsini öldürün." diye emretti kadın.
Hepimiz hareketlendik. Biz bulabildiğimiz her türlü silahı ele geçirirken dünyalılar kılıç ve hançer çıkardılar. Yayımı aldım, bir ok aldım ve ipe koydum. Hiç hareket etmeyen Octavia'nın önüne geçtim. Bir dünyalı boğazına bıçak dayasa bile kıpırdamayacağına dair bir his vardı içimde. Ben de ona kalkan oldum. Gözümün köşesinden Bellamy'yi gördüm, gözlerini dünyalılara dikmişti.
"Lütfen. diye yalvardı Clarke. "Bunu yapmak zorunda değilsin."
"Yalan söyledin." Komutan hırladı. "Ve zamanın doldu."
Dünyalılar saldırmaya hazırdı ve Bellamy'nin silahının bizi kurtarmayacağını biliyordum. Ama aniden Abby beklediğim son şeyi yaptı. Şok çubuğunu açtı ve Lincoln'ün göğsüne bastırdı. Elektrik vücudu boyunca akarken bedeni yerden biraz yükseldi ve geri yere düştü. Dünyalılar şaşkınca bakıyorlardı ama Clarke'ın gözlerinde vahşi bir çılgınlık vardı.
Clarke "Tekrar yap." dedi.
Abby tekrar yaptı ve bu sefer Lincoln nefes aldı. İnanamadım. Kalbi ne zamandır atmıyordu? Nasıl yaşıyor olabilirdi? Octavia ona doğru yürürken Lincoln ona bakmak için başını çevirdi ve "Octavia." diye fısıldadı. Sesi gergin ve yumuşaktı ama yaşıyordu. Gözleri kırmızı yerine açık kahverengiydi, biçicileri gösteren şeytani kırmızıdan uzaktı.
"İşe yaradı." diye fısıldadım.
Lincoln normale döndü. Ve sadece Clarke ve Abby onun hayatını kurtarmakla kalmadı, aynı zamanda Jaha kampındaki her insanın hayatını da kurtardılar. Barışın o kadar uzakta olmadığını umdum.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 6. Bölüm - Fog Of War
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 3k
Geri döneli iki gün olmuştu. Dünyalı köyündeki katliam aklımdan çıkmıyordu ve gözlerimi her kapattığımda orayı görüyordum. Tüm acı, kan, ölüm. Hiçbiri bunu hak etmemişti. Onlar masum, silahsız insanlardı. Daha önce insan öldürdüğümü biliyordum. Hepimiz öldürmüştük. Ama asla böyle olmamıştı. Saldırıya uğramadan asla.
Finn'in yaptıklarının karanlığında o kadar kaybolmuştum ki Bellamy ve Clarke'a zar zor odaklanmıştım. Konuştuğumuz şey daha önemliydi. Tanrım, savaş olaylarını atlatmayı öğrenmek zorundaydım.
Bellamy "Tekrar anlat." dedi, beni düşüncelerimden çıkardı.
"Bu bir labirent. Bu tünelden baraja ulaştık." diye açıkladı Clarke, çizdiği haritadaki yolu işaret etti. "Her şey maden sistemine bağlı."
"Bu bizim giriş yolumuz." diye ekledim.
Bellamy başını salladı ama fikirden emin görünmüyordu. "Tabii eğer biçicileri ve dağ adamlarını geçebilirsek."
Gözlerimi devirdim. "Her zaman olumsuz tarafa bakıyorsun."
Kollarını göğsünde birleştirdi ve dikkatini Clarke'a çevirdi, böyle yapınca yine gözlerimi devirdim. Son iki gün içinde aramızda bir sorun vardı ve neden olduğundan emin değildim. Belki de Finn'in bu kadar değiştiğini görmektendi. Ya da belki de o gece ateşin yanında ondan uzaklaştığım için bana kırgındı. Her neyse aptalcaydı ve bunu düzeltmek için bir şeyler yapabilmeyi diliyordum.
Bellamy "Yemin ederim eğer annen bu görevi onaylamazsa tek başıma gideceğim." dedi.
"Tek başına olmayacaksın." dedim, ona küçük bir gülümseme verdim. Barış sağlanana kadar onun tarafını bırakmayacaktım. Bellamy de gülümsedi ve başını salladı.
Clarke "Sanırım mahkemesi sona erdi." dedi. Finn'in gemiden çıktığını gördüm. O ve Murphy, dünyalı köyündeki katliamla ilgili sorguya çekilmişlerdi.
Bellamy "Finn nasıl?" dedi.
Clarke içini çekti ve ellerine baktı. "Döndüğümüzden beri onunla konuşmadım. Ne diyeceğimi bilmiyorum."
Onu suçlayamazdım, Finn'le onun kadar yakın değildim ama o hala arkadaşımdı ve ben de aynı şeyi hissediyordum.
"Sadece ateş etmeye devam etti."
Bellamy "Savaştayız, Clarke." dedi. "Hepimiz bir şeyler yaptık."
Doğru. Finn masaya uzandı ve Clarke'ın gözlerine baktı, ama Clarke ona bakamadı. Birkaç saniye süren gergin sessizlikten sonra Bellamy ve ben birbirimize garip bir bakış attık.
"Bir sonraki tur bende." dedi Bellamy, bardaklarımızı kaptı. "Hadi, prenses. Biraz yardıma ihtiyacım olabilir."
İki kere söylemesine gerek kalmadan ayağa kalktım ve Clarke ve Finn'in görüş alanından çıkana kadar Bellamy'yi takip ettim. Bellamy bardakları indirdi ve ağır bir şekilde iç çekti.
"Geçip gitmesi gereken çok şey var." dedi.
"Evet, kesinlikle."
"Peki, sorun ne?" diye sordu, moonshine bardaklarını indirdi. Buradaki tüm yetişkinlerin bunu içmemize izin vermesine şaşırmıştım ama belki de kampta olduğumuz sürece başka hiçbir şeyin önemli olmadığını düşünüyorlardı.
Bardaklardan birini aldım ve içtim. Her zamanki gibi berbattı ama içmeye devam ettim. Monty'ninki hala çok daha iyiydi. Onu çok özlemiştim. Ve dağdaki herkesi. "Hiçbir şey."
Bir kaşını kaldırdı. "Saçmalık. Ne oldu anlat bana."
Bir bardak daha içki içtim. "Peki. Sadece arkadaşlarımız için endişeleniyorum. Benim gördüğümü görmedin. Korkunçtu Bell. Ve onlar için çok korkuyorum."
Bardağı elimden aldı ve bana baktı. "Bundan daha fazlası var."
"Bardağı geri ver."
"Seni gerçekten neyin rahatsız ettiğini söyleyene kadar olmaz."
Ofladım ve kollarımı göğsümde birleştirdim. "İçkimi aldın. Beni rahatsız eden de bu."
Bellamy sabırsız görünüyordu ama yine de sesini yumuşak bir tonda tuttu. "Y/N, ciddiyim."
"Ben de ciddiyim." diye cevap verdim, ona baktım. "Hepsi bu."
"Böyle olmak zorunda değilsin." dedi Bellamy, gözlerinde yalvaran bir bakış vardı. "Benimleyken değil."
Derinlerde, ona aşık olduğumu itiraf etmek istedim ama yapamadım. Bunun yerine öfkemin kazanmasına izin verdim. "Nasıl olmak zorunda değilim Bellamy?"
"Kendini kapatıyorsun. Korktuğun için kendini kilitliyorsun."
Ona baktım, öfkem onun haklı olduğunu bildiğim için alevlendi. "Evet, kızgınken sen de aynısını yapıyorsun bu yüzden normal olmalı değil mi?"
İkimiz de gergindik ve buna neden olduğum için kendime sinirlenmiştim. Neden bu kadar zorlandığımı bilmiyordum. Her şey beni etkiliyordu. Endişe, savaş, ölüm, Finn'i o kadar kırık görmek. Bellamy'ye saldırmak duygularımla uğraşmaktan daha kolaydı.
Duygularımla uğraştığım için pişman olacağımı biliyordum. Ama şu anda daha fazla umursayamazdım. Eğer sebepsiz yere benden uzak duracaksa o zaman mantıksız bir şekilde kızgın olma hakkım vardı. Bellamy moonshine bardağımı elime itekledi. "Peki. Afiyet olsun."
Suçluluk duygusu üstüme çöktü. "Bellamy ben-"
Çoktan gitmişti. Uyuduğu çadıra gidişini izledim ve sonra bardağımdaki moonshine'ımın dibine baktım. "Özür dilerim."
Gecenin çoğunu kampın etrafında bulabildiğim en iyi ahşapla yeni bir yay yaparak geçirdim ki bu çok iyi değildi. Çevredeki ormandan bir şeyler toplamayı tercih ederdim ama sadece bir yay için gizlice dışarı çıkmak çok riskliydi. En azından kendimi savunmak için tanıdık bir şeyim vardı ve aklımı her şeyden uzaklaştırıyordu. İşim bittiğinde uykuya daldım.
.𖥔 ݁ ˖
Birkaç saat sonra uyandım, birisi çadırımın dışında adımı sesleniyordu. Battaniyemden yuvarlandım ve Raven'ı gördüm.
"Görünüşe göre birisi uzun bir gece geçirmiş."
Gözlerimi kıstım. "Siktir git Reyes. Beni uyandırman için iyi bir nedenin olduğunu söyle."
"Mounth Weather'a gidiyoruz. Göreve katılmak istersin diye düşündüm."
Başımı salladım, uykuyu gözlerimden ovuşturdum. "Evet haklısın. Bana bir dakika ver, hazır olacağım."
Raven beni kenara itti ve yatağımın üzerine oturdu. Gözlerimi devirdim ve kapıyı kapattım. O yatağıma oturup yayılırken temiz bir tişört ve pantolon giydim. Ceketimi giydim ve botlarımı bağlarken sonunda konuşmaya başladı.
"Dün Mount Weather'ın bizim sinyallerimizi engellediğini öğrendim. Ayrıca radyo kulelerini yok etmenin bir yolunu buldum. Parazit sinyali kesildikten sonra diğer istasyonlarla iletişime geçebiliriz. Dahi miyim neyim?"
Ona baktım. "Evet, buna cevap vermeyeceğim. Egon yeterince büyük. Abby bu görevi onayladı mı yoksa yine mi kaçıyoruz?"
"Aslında bazı gardiyanlarla birlikte bizimle geliyor."
"Yani bunu bir kez olsun kurallar dahilinde mi yapıyoruz? Garip."
Raven sırıttı ve bunun böyle olmadığını anladım.
"Kuleyi yok etmek resmi görevdi. Ama Octavia, Bellamy ve senin bir tane daha göreviniz var. Mount Weather'a girmenin bir yolunu bulacaksınız."
"Tam zamanında." diye mırıldandım, ancak huzursuzluk o dağa geri dönmek zorunda kalma düşüncesiyle içimi doldurdu.
"Bi de bana sor. Clarke dağın etrafında bizi doğruca madenlere götürebilecek bir yol bulabileceğini düşünüyor. Senin işin gizlice içeriye girmek, bir yol bulmak ve rapor vermek. Bu sana uyar mı?"
İsteksizce başımı salladım. Bu dağa karşı hissettiğim şeyleri bırakmam lazımdı. Eğer bırakmazsam bütün arkadaşlarım acı çekerdi. Ayrıca bir göreve ihtiyacım vardı. Katliamın anılarını uzaklaştırmama yardım etmek için. Ve beni duygularımdan uzaklaştırmak için. Tabii ki görevimin Bellamy ile olduğunu düşünürsek bu zor olacaktı.
Çadırdan çıktık ve diğerlerine katıldık. Bellamy, Octavia, Clarke ve Abby'nin yanı sıra birkaç gardiyan vardı. Ve Finn'de oradaydı. Octavia gözlerinde sinirle ona bakıyordu, onu suçlayamazdım. Kamptan ayrıldık ve direkt olarak grubun başına geçtim. Orman bana tanıdık gelmişti ve Mount Weather için en kısa yolu biliyordum. Kimsenin bununla ilgili bir sorunu yok gibiydi ve onları dağa doğru sabit bir tempoda yönlendirdim.
Öğleden sonra Clarke bana katıldı. "Hey" dedi. "Yaklaştık. Zamanı geldi."
Daha fazla konuşmak zorunda değildi ve ben de başımı salladım. Clarke grubun başına geçtiğinde arkada Bellamy ve Octavia'ya katılana kadar yavaşladım. Gizlice geri çekildik ve yolu terk ettik, diğerlerini duyamayana kadar yürüdük.
"Tam olarak ne arıyoruz?" diye sordu Octavia.
Bellamy "Clarke'a göre, bombalardan önce burada her yerde binalar vardı." dedi. "Bazılarının sığınağa erişimi olduğunu tahmin ediyorum. Harabeleri arıyoruz, insan yapımı olan her şeyi, tamam mı?"
Birisi Bellamy'nin adını söylediği sırada ona cevap vermek üzereydim. Lanetledim ve arkamı döndüm, üç gardiyanın bizi bulduğunu gördüğümde kaşlarımı çattım.
Scott adında biri "Hadi gidelim. Şimdi." dedi.
Bellamy "Unuttuysanız, sizin emrinizde değiliz." dedi.
"Bize bunu zor yoldan yaptırma."
"Hadi, Scott. Kırk yedi insanımız bu dağda esir."
Scott "Bu yüzden buradayız." dedi.
"Hayır." diye ısrar etti Bellamy. "Ark'ın diğer istasyonlarını bulmak için buradasınız. Biz ise arkadaşlarımızı bulmak için buradayız."
Arkasını döndü ve onu takip etmek üzereydim ama Octavia donup kalmıştı. Bakışlarını takip ettim ve yüzlerce böceğin kaçtığını gördüğümde kaşlarımı çattım. Bu iyi bir işaret değil. Kafamı kaldırdığımda ne olduğunu anlamıştım. Asit sisi yaklaşıyordu.
"Asit sisi!" diye bağırdı Bellamy. "Korunmaya ihtiyacımız var, şimdi! Çadırlarınızı açın, hadi!"
Benim çadırım yoktu. Yeni yay ve oklarımı taşımanın bedeli buydu. Oklar daha öncekiler kadar iyi değildi çünkü bu sefer acelem vardı ve çalışmak için çok az malzemem vardı.
Bellamy ve gardiyanlar çadırlarını açarken endişeyle bekledim, Octavia benim yanımdan ayrıldı ve böcekleri takip etmeye başladı. Merak ettim, ben de onu takip ettim. "Ne yapıyorsun?"
Bileğimi tuttu ve beni yosun kaplı büyük bir kayaya doğru çekti. Bellamy bizi çağırdı ama sonunda ne aradığını anladım. Böcekler taşın altında kayboluyordu, bu da bunun basit bir kaya olmadığı anlamına geliyordu.
"Bell!" diye bağırdı Octavia. "Burada bir şey var!"
Belki de harabelerdir. Bellamy, biz bir açıklık bulmaya çalışırken gardiyanları çağırdı. Sis yaklaşıyordu ve boğazım zaten yanıyordu. Scott ve Bellamy kayayı ittirdi ve sonunda bir kapı açıldı. Octavia'yı içeri ittim ve Bellamy'nin ceketinden tuttum, onu da içeriye çekmeye çalıştım. Ama geride kalan iki gardiyana bakarak direndi. "Çabuk, çabuk!" diye bağırdı. "İçeri girin!"
Gardiyanlardan biri ve Scott içeri girdi ama sonuncusu gelemedi ve yanımıza gelemeden önce sis tarafından yutuldu. Scott onu kurtarmaya çalışmak için beni itti, ama hepimiz çok geç olduğunu biliyorduk. Bellamy onu içeri çekti, sis bize ulaştığında kapıyı kapattı. Bitmek bilmeyen bir an için Bellamy'ye baktım, ikimiz de nefes nefese kalmıştık. Neyse ki zarar görmemişti. Hiç konuşmadık. İkimiz de göreve odaklandık.
"Octavia, iyi misin?" diye sordum.
"Ben iyiyim."
Ona dikkatlice baktım. Blake kardeşlerinin yaralarını hafifletme eğiliminde oldukları bir sır değildi. Ama Octavia yalan söylememişti. İçeriye giren ilk kişi oydu ve sis ona ulaşmamıştı.
"Tamam." dedi Bellamy, el fenerini açtı. "Hadi gidelim."
Scott "Nereye gidiyoruz?" dedi.
"Burası garaja benziyor."
"Daha çok bir mezar gibi." dedi Octavia.
Karanlık ve tozluydu, derin sessizlik sadece adımlarımızın yankıları tarafından bozuluyordu ve sinir bozucuydu.
"Bak," diye başladı Bellamy "adamın için üzgünüm. Ama Mount Weather'a giriş kapısı bulmalıyız." Uzaklaşmaya başladı ama Scott onu durdurdu. "Efendim, bu sis bizi burada sıkıştırmaya devam edecek- "
Scott kemerinden bir silah çıkardı ve Bellamy'ye verdi. Scott "Ayrılacağız." dedi. "15 dakika sonra burada buluşalım. Güvende olun."
Bellamy başını salladı ve o, Octavia ve ben güneye yöneldik, Scott ve diğer gardiyan başka tarafa yöneldi.
Sessiz kaldık, bizi dağın içine götürebilecek herhangi bir kapı ya da geçit aradık. Keşke elimde yayımı tutabilseydim ama el fenerini kullanmanın daha önemli olduğunu biliyordum. Bıçağım olsaydı daha iyi hissederdim ama bildiğim kadarıyla hala dropshipteydi. En son oraya gittiğimde onu almalıydım.
Uzak bir çığlığın yankısını duyduğumuzda bir kapı bulmuştuk. Donduk, birbirimize kafa karışıklığıyla baktık.
"O da neydi?" diye fısıldadım.
Bellamy "Sanırım Scott." diye cevap verdi. "Hadi gidelim."
Çığlığın kaynağına yöneldik ve yaklaştıkça m��zik duymaya başladık. Müzik, etrafımızdaki karanlığı dolduruyordu. Korkuma karşı çıkmaya çalışırken ileriye doğru adım attığımızda el fenerine daha sıkı sarıldım.
"Scott?" Bellamy terk edilmiş bir arabanın yanında çömeldi. "Orada mısın?"
Birkaç adım daha ilerledik ve yerde silahlardan birini ve bir el feneri bulduk. Garip bir çıtırtı sesi vardı ve Octavia ile birbirimize şaşkın bir şekilde baktık. Bellamy ışığı diğer tarafa çevirdi ve donup kaldım. Bir cesedin etrafında çömelmiş, iki adam vardı. Neler olduğunu anlamam biraz zaman aldı. Ölen adam gardiyanlardan biriydi, hangisi olduğunu göremedim. Ama beni daha çok şok eden şey göğsündeki yaraydı, dışarıya bağırsakları dökülüyordu. İki adam kan ile kaplı dünyalılar gibi görünüyordu.
"Tanrım." dedim, kusmamaya çalıştım. Tıpkı biçicilerin tünellerinde olduğu gibi, midemin büküldüğünü hissettim. "Onu yiyorlar."
Octavia "Biçiciler." dedi.
Aniden durdular ve bize döndüler, doğrudan bize doğru ilerlediler. Kalbim durdu ve ışığımı düşürdüm ve fırlatmak için bir ok aldım. Ama o an Bellamy biçicilere ateş etti ve birkaç saniye içinde onları öldürdü.
Başka bir biçici ölen dünyalının üzerine çömeldi ve bağırsaklarını yemeye başladı. Mucizevi bir şekilde bizi görmemişti. Bellamy onu vurmaya hazırladı.
"Yapma!" Octavia nefes nefese kaldı. "O Lincoln."
Keskin bir nefes aldım ve bunu söylediğinde onu tanıdım. Ona ne olmuştu? Biçiciler tarafından yakalandığını biliyordum ama Octavia gibi ben de onun öldüğünü sanmıştım. Bu her şeyi değiştirdi.
Lincoln ayağa kalktı, gözlerini Octavia'ya dikti. Bakışları boştu, herhangi bir duygudan yoksundu. Octavia Lincoln'ün adını söyleyip durdu ama Lincoln sanki onu duymamış gibiydi. Bize doğru koşmaya başladığında bile Bellamy'ye onu öldürmemesi için yalvarıyordu. Lincoln kendisini Octavia'ya itti, onu kabaca yakaladı ve bir arabaya fırlattı. Daha sonra Bellamy'ye doğru ilerlemeye başladı. Boş garajda bir silah sesi yankılandı. Ama tetiği çeken Bellamy değildi. Octavia'ydı. Bellamy tüfeğinin arkasıyla Lincoln'ün kafasına vurma fırsatını yakaladı. Adam bilinçsiz bir inilti ile yere çöktü.
"Lanet olsun." dedim. "Ne yapacağız?"
Bellamy Octavia'ya yardım ederken "Güvenli bir yere gitmemiz gerekiyor." dedi.
"Onu burada bırakamayız!" dedim.
Bana bir bakış attı. Karşı çıkacaktım ama şuan bu önemli değildi. Şimdi başka bir küçük tartışmanın zamanı değildi. "Başka seçeneğimiz yok."
Kolumdan tutup oradan uzaklaştırdı. Lincoln uyanma belirtileri gösteriyordu. Saklanacak bir yer bulmak için garajı gezindik. Bulduğumuz kapıların hiçbiri açılmadı. Sonunda Octavia üçümüzü barındıracak kadar büyük görünen bir araba gördü. Dirseğimle bir pencereyi kırdım ve kapıyı açtım, önce Octavia ve Bellamy'yi içeri soktum. Bende içeri girdim, kapıyı kapattım ve açıklığı gizlemek için ceketimi pencereye sıkıştırdım
"O bir biçici." diye fısıldadı Octavia. Bellamy ona sarılıp sırtını sıvazlamaya başladı. Octavia'nın gözleri genişlemişti, vücudu titriyordu. "Nasıl mümkün olabilir? Direkt olarak bana bakmıştı."
Bir an Bellamy'ye baktım. Onun biçici olduğunu görseydim ve bana boş gözlerle baksaydı kendimi çok kötü hissederdim. Tanrım, ikimizden biri ölmeden önce aramızdaki bu şeyi düzeltmem gerekiyordu. Ona rahatlatıcı bir şekilde dokunmak için elimi uzattım ama bir cam sesi dikkatimi çekti. Kafamı sese doğru çevirdim ve Bellamy'ye dokunmadan önce elimi ondan uzaklaştırdım.
Lincoln arabanın hemen yanındaydı, pencerenin camından yere düşen kalıntılara basıyordu. Bellamy kız kardeşini susturdu. Lincoln bir hırıltı ile döndü, pencereye baktı. Octavia donup kaldı. "Bizi görebiliyor mu?" diye fısıldadı.
"Bilmiyorum." diye cevapladı Bellamy,
Octavia'yı kendine yaklaştırdı. Elim ile ağzımı kapattım, nefesimi bastırmaya çalıştım. Lincoln arabanın camına kanlı eliyle vurdu ve oradan tökezleyerek ayrıldı. Gözlerimi kapattım.
"Şşş" dedi Bellamy, Octavia daha da titremeye başladığında. "Sadece beni dinle. Onu geri getireceğim, söz veriyorum."
"Nasıl?" diye fısıldadım.
Octavia "Onu kandırabiliriz." dedi. "Birimizi yem olarak kullan ve onu nakavt et."
"Peki ya sonra? Onu bağlayacak hiçbir şeyimiz yok."
Bellamy "Scott'ın çantasında ip vardı." dedi. "Onu oraya koyduğunu gördüm. Sadece onu almalıyız."
Derin bir nefes aldım. Açıkçası burada harcanabilir olan bendim, bu yüzden eğer bunun için hayatını riske atacak biri varsa o da ben olacaktım.
"Tamam." dedim. "Gidip şu lanet ipi getireyim. Siz ikiniz burada kalın." Kapıyı açmaya hazırdım ama Bellamy beni durdurdu.
"İmkanı yok. Yalnız gitmene izin vermem."
Arkamı döndüm ve ona baktım. "Bellamy, ben bir savaşçıyım. Burada gizlice gidebilecek en iyi kişiyim. Sen değilsin. Lincoln sorun olmayacak."
"Benim gitmem lazım."
"Kahretsin, hayır, Bellamy. Gidiyorum ve beni durduramazsın. Çok gürültülüsün ve Octavia... şu anda bunun için en iyi seçenek değil." Ona özür dileyen bir bakış attım ama o dinlemiyor gibiydi. "Üzgünüm. Ama haklıyım."
Daha fazla itiraz etmeden önce kapıyı olabildiğince sessizce açtım ve soğuk, beton zemine atladım. Yürümeye başladım. Karanlık ve sessizlik boğucuydu. Her şey o kadar sessizdi ki kanımın damarlarımda pompalandığını neredeyse duyabiliyordum.
Sakinleşmek için yavaş ve derin bir nefes aldım. Sakin olmazsam Lincoln'ün hayatı tehlikede olurdu. Benimki de. Garip bir şekilde şimdi rahattım, sanki bir yaban domuzu avlıyormuşum gibi, arkadaşlarımdan birini değil.
Scott'ın cesedini terk edilmiş el fenerinin parlak parıltısında gördüm. Sorun şu ki yalnız değildim. Lincoln geri dönmüştü, Scott'ın karaciğeri gibi görünen şeyi yiyordu. Ne yapacağımı düşünmeye çalışırken elimle ağzımı kapadım. Burada ne yapıyordu? Garajın diğer tarafında bizi araması gerekiyordu.
Geri dönmeliydim. Arabaya gidip Bellamy ve Octavia'yı durumdan haberdar etmeliydim. Ama bu fikir uzun sürmedi. Hayır, ipi almak zorundaydım. Soru, onunla savaşmaya mı yoksa onu alt etmeye mi çalışacağımdı. İkincisi daha yapılabilir görünüyordu ve canlı çıkmam daha muhtemel görünüyordu.
Dikkatle ona atabileceğim bir şeyler için ceplerimi aradım. Ama bir şey bulamadım. Nefesimin altında lanetledim. Sanırım oklarımdan birini burada bırakmak zorunda kalacaktım. Yavaşça uzandım ve oklarımdan birini tuttum. Belki onu vurabilirdim ama bunun işe yarayacağından emin değildim. Bunun yerine karanlıkta bir araba camını hedefledim ve okumu attım. Ok camı kırdı. Lincoln neredeyse hiç insansı olmayan bir kükreme ile ayağa fırladı.
Duvara yakın durdum, tamamen hareketsiz kaldım, yanımdan geçerken nefes almaya bile cesaret edemedim. Bir arabanın arkasında kayboldu. Scott'ın çantası bedeninin yanında duruyordu. Çantanın yanına gittim ve çantanın içini karıştırarak ipi aldım.
Mükemmeldi, bir yetişkini hareketsiz tutacak kadar uzun ve sağlamdı. Arkamı döndüm ve Lincoln'ün tamamen ortadan kaybolduğunu gördüğümde kısa bir gülümsemeye izin verdim. Planım işe yaramıştı. Ağır ipi omzumun etrafına doladım ve Bellamy ve Octavia'nın hala beni beklediğini umduğum arabaya doğru yürümeye başladım. Dikkatle dinlemeye devam ettim ama sadece sessizlik vardı, sessizlik o kadar sağır ediciydi ki kalbimin her atışını duyabiliyordum.
Bir el aniden kolumu tuttuğunda ve beni çektiğinde arabadan yüz metre uzaklıktaydım. Lincoln'dü ve düşünecek zamanım olsaydı aptallığım için kendimi lanetlerdim. Burayı hiç terk etmemişti. Gitmemi bekliyordu, bir arabanın arkasına saklanıyordu ve ben onun tuzağına düşmüştüm. Çığlık atmaya çalıştım ama beni beton duvara itti ve bir an nefessiz kaldım.
İleriye doğru tekme attım ve homurdanarak birkaç adım geri attı. Kendimi sürükleyerek oradan çıkmaya çalıştım ama Lincoln üzerime gelmeye başladı. Scott'ın kanı onun ağzından yüzüme damladı ve kokuşmuş sıcak nefesini yüzümde hissettim. Kendimi ondan kurtarmaya çalıştım ama beni sıkıştırınca hareket edemedim. Aptalca bir karar beni öldürtecekti.
"Bellamy!" Çığlık attım. Ne kadar umutsuz göründüğümden, ne kadar korktuğumdan nefret ettim. Ama ölmek üzere olduğuma gerçekten inanmıştım. Lincoln'ü uzak tutmaya ve boynumu kırmasını önlemeye çalışırken gözyaşları yüzümden akıyordu. "Bellamy!"
Elektrik çatırtıları etrafımdaki karanlığı aydınlattı ve yanan et kokusu burnumu doldurdu. Lincoln yere düştü ve Bellamy'nin gardiyanlardan birinden aldığı bir elektrik çubuğu tuttuğunu gördüm. Hıçkırıklara boğuldum ve Bellamy bana elini uzatana kadar yerden kalkamadım. Onun yardımıyla ayağa kalkınca yüzümdeki gözyaşlarını ve kanı sildim ama sadece kanı yüzüme daha da bulaştırdım.
"Octavia, ipi al." dedi Bellamy, Lincoln'e bakarken yüzü boştu. Octavia yavaşça omzumun etrafındaki ipi aldı ve ikisi de Lincoln'ü bağlamaya başladılar.
Bellamy bana döndü ve titreyerek nefes aldı. "Bunun kötü bir fikir olduğunu biliyordum." dedi. "İyi misin?"
Yavaşça başımı salladım. "Sadece onu hafife almışım. Ben iyiyim."
Bu bir yalandı. Ve o da bunu biliyordu. Bunu onun gözlerinde gördüm.
Octavia "Şuan önemli değil." dedi. "Onu yakaladık. Şimdi ne yapacağız?"
Bellamy "Onu eve götürüyoruz." dedi. "Dropship terk edildi ve buradan çok uzak değil. Ne yapacağımıza karar vermeden önce onu orada tutabiliriz."
Onu arabaya geri götürdük, burada sisin kalkması için iki saat süren gergin bir sessizlik içinde bekledik. Bellamy garaj kapısını açtı ve sisin geçtiğini işaret etmek için başını salladı.
Lincoln'ü dropshipe sürüklemek tam bir acıydı. Adam ağırdı ve hala derin bir uykudaydı. Bellamy ağırlığının çoğunu kendi üzerine almıştı ama mücadele ediyordu ve ne Octavia ne de ben ona yardım etmek için fazla bir şey yapamıyorduk. Ama sonunda güneş ufkun üzerinde yükselirken yanmış dropshipe ulaştık. Bir kez daha onu en üst kata çıkardık ve bağladık. Sadece bu sefer daha iyi olacağını umuyordum.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
2 notes
·
View notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 5. Bölüm - Human Trials
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 2.5k
"Yürü, yürü!" Gardiyanlar bağırdı, sesler baş ağrımı daha da kötüleştirdi. İki kişi beni kollarımdan taşıdı. Kurşun yarası sıcak ve acı vericiydi. Clarke da iyi durumda değildi, arkamdaki iki gardiyan arasında sürükleniyordu. Bir kadın bize yaklaştı.
"Çevreyi emniyete alın. Kapıyı açın!"
Byrne biz oradan geçerken bana kaç kişi olduğumuzu sordu ama konuşacak gücü bulamadım. Hiçbir şey yapamadım.
"Onu doktora götürün." dedi. "Yürü!"
Halkımın çığlık atarak kaçtıklarını gördüm, gözlerinde dehşet vardı. Hiçbiri beni tanımamıştı. Hiçbiri benim onlardan biri olduğumu bilmiyordu. Bellamy neredeydi? Neden burada değildi? Sonunda tanıdık bir yüz gördüm. Abby Griffin. Clarke'ı tanırdı, bunu biliyordum. Ama beni tanır mıydı?
"Bekle!" diye bağırdı Abby, bize yaklaştı.
Byrne "Mahkumlar güvende olduktan sonra." dedi.
Gözlerim panikleyen kalabalığı taradı, babamdan herhangi bir iz aramaya devam ettim ama burada değildi. Belki de göç gemisindeydi. Belki de ölmüştü. Üzülecek bir şey bulamadım. Onu kaybettiğim gerçeğini çoktan kabul etmiştim. Şimdi kendim için endişelenmek zorundaydım.
"O bir mahkum değil." dedi Abby, Clarke'a bakarak. "O benim kızım."
"Diğeri ne olacak?"
Abby bir an bana baktı ve şükürler olsun ki beni çamur ve kan lekesi altında tanımıştı. "O Kane'in kızı."
Abby, Byrne'ı itti ve Clarke'a koştu, yüzüne dokundu. İçten bir kavuşma anı yaşadılar ve Clarke'ın ağladığını duydum. Annesi hayattaydı ve eminim ki hissettiği zevki hak ediyordu. Ama benim canım çok sıkılmıştı. Babam buralarda değildi. Bellamy de öyle. Beni rahatlatacak kimse yoktu. Tekrar ağlamaya başladım ama güvenli bir yerde olduğum için sevinç ya da rahatlama gözyaşları değildi. Acı verici, kederli gözyaşlarıydı. Bir ağrı vücudumun her yerinde şiddetlendi. Ve sonra bayılmıştım.
Kendime geldiğimde her şey bulanıktı. Her yerim ağrıyordu ama hayatta olduğumu hissediyordum. Kolumda bir askı vardı, onu çıkardım ve omzumun hareketini test ettim. Çok acımıyordu ama yakın zamanda ok atamayacağımı biliyordum.
.𖥔 ݁ ˖
Ark'tan tanıdık, oldukça rahat bir yatakta yatıyordum. Artık gerçek yataklarımız vardı. Clarke burada değildi. Yaralanmalarımın onunkinden daha kötü olduğunu ve onun benden daha erken uyandığını tahmin etmiştim. İkimizin de dağdaki tüm sıkıntıdan kurtulduğumuzu bilmek güzeldi. Diğerlerini geride bırakmaktan nefret ediyordum ama onlar için geri dönecektik. Bir şekilde onları kurtaracaktık.
Yavaşça oturdum ve bacaklarımı yatağın kenarından sarkıttım. Ağrılı, yorgun bacaklarımı uzattım. Eğer arkadaşlarımı kurtaracaksam ilk önce yürüyebilmeliydim. Revirden çıkarken Raven'a rastladım. Onu son gördüğümden daha iyi görünüyordu. Sol bacağındaki bandaja rağmen iyi görünüyordu.
Gülümsedim. "Raven! Tanrıya şükür iyisin."
Bana sarıldı. "Sen de öyle. Omzundaki ameliyatı atlatamayacağından endişelendim."
"Benim neyim?" diye sordum.
Raven "Çok fazla çığlık atıyordun." dedi. "Mermi vücudundan çıkmadı, anestezimiz yoktu. Yine de ameliyat ettiler."
"Hiçbirini hatırlamıyorum. Kendimden geçmiş olmalıyım." dedim.
Raven "Ben o kadar da şanslı değildim." dedi.
Yüzündeki acıya bakılırsa hoş bir anı değildi. Ve bacak bandajına bakılırsa o kadar da iyi görünmüyordu.
"Senin adına üzgünüm." dedim, ona tekrar sarıldım. "Ama sen yaşıyorsun, ben de yaşıyorum ve şu anda önemli olan bu."
"Her zaman iyimsersin." dedi ve güldü, uzaklaştı.
"Evet, beni tanımlamak için bu kelimenin uygun olduğunu düşünmüyorum."
"Biliyorum, Y/N." dedi Raven hafifçe kıkırdayarak. "Şaka yapıyordum."
"Çok şakacısın." dedim.
Başını iki yana salladı. "Buralarda bir daha senin eğlence anlayışına ihtiyacım olacağını bilmiyordum. Wick'ten yeterince aldım."
"Ah, evet. Wick." dedim. "Onun etrafında takılmakta iyi şanslar."
Gözlerini devirdi. "Teşekkürler."
Byrne bizi geçti, şüpheli bir şekilde bana baktı. Ondan hoşlanmamıştım ama ondan nefret etmek için bir şey yapmayacaktım.
"Kapıları açın!" diye bağırdı.
Kimin geldiğini görmek için arkamı döndüm. Kalbim durdu ve neredeyse göğsümden fırlayacaktı. Kapıdan geçerken Octavia, Monroe, Mel ve Bellamy'yi gördüm. Hepsi kanlı, yorgun ama canlıydı. Bellamy yaşıyordu.
Tüm acı sözlerini, tüm duygusal kargaşayı, vücudumdaki tüm ağrıları unuttum. Kollarım Bellamy'nin boynuna dolanana kadar koşmayı bırakmadım.
"Yaşıyorsun." dedim. Ona sıkıca sarıldım. Yüzümü omzuna gömdüm. "Yaşıyorsun."
O da bana sıkıca sarıldı ve rahatlama, hissettiğim sevinç tarif edilemezdi. Bellamy buradaydı ve bana sarılıyordu. Onunla ilgili her şey aynıydı, dokunuşu, kokusu. Tekrar buluşmuştuk ve şimdi onu asla bırakmak istemiyordum.
Yanımızdaki Octavia mırıldandı "Şuan burada daha önce göreceğimi düşünmediğim bir şey var."
"Öldüğünü sanıyordum." diye mırıldandı Bellamy kulağıma. "Dünyalıların seni öldürdüğünü sandım."
"Yaşıyorum." diye fısıldadım. Sarılmayı bıraktık ve gözyaşlarımı sildim. Yüzüne baktığımda gülümsemeyi bırakamadım. Tüm bu zaman boyunca onu kaybettiğim için korkmuştum, endişelenmiştim. Şu anda hissettiğim bu zevki yaşamaktan daha mutlu olmamıştım.
Bellamy yüzümü ellerinin arasına aldı ve endişe ile bana baktı. "Ne oldu sana?"
"Mücadele ettim. Nasıl olduğunu bilirsin." diye cevap verdim.
Kaşlarını çattı ve bana tekrar sarıldı. "Başını belaya sokmayı bırakmalısın."
"Bunun hakkında konuşacak en son kişi sensin." dedim.
Omzumun üzerinden baktım ve Octavia'nın bize imalı bir sırıtışla baktığını gördüm. Bellamy'den uzaklaştım ve Octavia'ya sarılırken "İyi olduğuna sevindim." dedim.
"Ben de senin iyi olduğuna sevindim." diye cevap verdi.
Clarke tam o sırada koşarak geldi ve Bellamy'ye sarıldı. Gülümsedim. Arkadaşlarımızın hayatta olduğunu bilmek çok güzel bir histi. Onun için Finn'in hala hayatta olduğunu umuyordum.
"Sizinle beraber kaç kişi var?" diye sordu Bellamy.
Gülüşüm düştü. "Kimse. Sadece biz."
Raven tam o sırada bizi yakaladı. "Hey!" Ona gülümsedim ama Clarke Finn'in nerede olduğunu sorduğunda, beşimizin üzerine bir rahatsızlık düştü. Eğer onlarla birlikte değilse neredeydi?
Bellamy "Seni arıyordu." dedi.
Bellamy'nin böyle söylemesi beni iyi hissettirmemişti. Finn'e bir şey olmuştu, Bellamy'ye böyle bir endişe verebilecek bir şey. Korku ve sevgi, insanları asla yapabileceklerini düşünmedikleri şeyleri yapmaya zorlardı.
.𖥔 ݁ ˖
"Ne?" dedi Clarke, annesine baktı. "Hayır. Onları öylece kestirip atamazsın."
Abby iç çekti. "İki kurtarma görevi ve kampı korumak için yeterli insan gücümüz yok."
"İki mi?" Bellamy'ye fısıldadım. Diğer Ark istasyonlarının öncelikli olduğunu biliyordum ama diğer görev ne içindi? Bellamy "Baban hepinizi kurtarmak için dünyalılarla barış yapmaya gitti." dedi. "Senin için benim kadar endişeliydi."
Oradaki gerginliğe rağmen gülümsedim. Sadece Bellamy hayatta değildi, babam da yaşıyordu. Sonunda iyi bir şey bulmuştum, ailemi düzeltmek için bir şans. Umutsuzca özlediğim o huzuru bulmak istiyordum.
Clarke "Ya öldürülecekler ya da dünyalılarla işleri daha da kötüleştirecek." dedi, sesi yükseliyordu. "Halkımızı Mount Weather'dan çıkarmak için ihtiyacımız olan kişiler."
Sert atmosfer yüzünden sürekli hareket etmek istiyordum ama yerimde durdum, benim yerime Bellamy bunu yapıyordu. O kadar uzun zamandır beni hayatta tutuyordu ki onun yaslanacak kayası olma sırasının bende olduğunu düşündüm. Her ne kadar ileri geri yürümesini izlemek yorucu olsa da.
Abby "Bunun haksızlık olduğunu hissettiğini biliyorum." dedi. "Ama barış için herhangi bir umut varsa önceliğimiz Şansölye Kane ile olmak zorunda."
"Saçmalık." nefesimin altında mırıldandım. Babamı ne kadar sevsem ve ona tekrar sarılmak için sabırsızlansam da önceliğimiz herkesi Mount Weather'dan çıkarmak olmalıydı. Ne gördüğümü ve ne bildiğimi hatırlayınca onları ertelemeye devam edemezdik. Eğer uzun süre beklersek arkadaşlarımızı öldürüp kanlarını kullanacaklardı.
"Eğer barış istiyorsan bize yardım edecek olan dünyalıyı öldürmemeliydin!" dedi Clarke.
"Üzgünüm. Karar verildi."
"Üzgün müsün?" dedim, sonunda konuştum. Artık daha fazla dayanamıyordum. Umarım Kane'in babam olduğunu düşünerek meydan okumam onun için bir anlam ifade etmişti. "Üzgün müsün? Söyleyeceklerin bu kadar mı?"
Bellamy ileri geri yürümeyi bıraktı ve kollarını göğsünde birleştirdi. "Finn ve Murphy dışarıda bize verdiğiniz silahlarla kızınızı arıyorlar. Ve şimdi Clarke geri döndüğüne göre onları terk mi edeceksiniz?" dedi.
Üçümüz de Abby'ye baktık. Sonunda Bellamy sessizliği bozdu. "Eğer muhafızları göndermek istemiyorsanız biz yolu biliyoruz. Bir haritamız var, kendimiz gidebiliriz."
Clarke ve ben onaylayarak başımızı salladık ama Abby'nin bu konuda söyleyecek tek bir şeyi vardı. "Hayır, kesinlikle hayır."
"Anne!"
"Sana daha yeni kavuştum!"
"Abby!" Jackson sıkıntılı bir yüz ifadesiyle yanımıza koştu. "Böldüğüm için özür dilerim ama sana revirde ihtiyacımız var."
"Gitsen iyi olur." dedi Clarke, yüzü öfkeyle gergindi.
Kızıyla göz temasını bozmadan Abby "Byrne, kimse bu kamptan ayrılmıyor." dedi.
"Evet efendim."
Abby gittikten hemen sonra Clarke bize yaklaştı ve gözlerinde kararlı bir ifadeyle "Silahlara ihtiyacımız olacak." dedi.
Neyse ki silahları bizim için temin eden ve tüm planımıza yardımcı olan Raven'ımız vardı. Kampın arkasındaki duvara gittik. Raven yere siyah bir çanta attı. Değneğine yaslanarak "İçinde ekstradan birkaç tane şarjör var." dedi.
"Hey" Clarke bizi karşıladı, iki sırt çantası taşıyordu. Bende bir tane çanta vardı bu yüzden diğer çantayı Bellamy'ye verdi. "Annem ameliyatta ve Kane'in peşinden giden ekip buradan ayrıldı. Biz de gitmeliyiz."
Bellamy "Octavia'yı buldun mu?" dedi.
"Hayır. Ben seni buldum." Octavia bize yaklaştı, sırtında bir kılıç vardı. "Bensiz buradan gitmenize izin vermeyeceğim."
Clarke "Octavia-" diye başladı ama Octavia onun sözünü kesti.
"Finn ve Murphy Lincoln'ün köyüne gidiyorlar. Ben de daha önceden orada bulundum. Sen bulundun mu?" Octavia beni işaret etti. "O bulundu mu?"
Bellamy gözlerini devirdi. "Bitti mi?"
Clarke "Yolu göster." dedi.
Octavia'ya gülümsedim ve her zaman onun arkasında olduğumu bildiğini umuyordum. Dünyalılara ne kadar güvenmesem de onlarla sonsuza dek savaş halinde olmak istemiyordum ve Octavia onlardan birinde aşkı bulmuştu.
Omzuma silah dayamak biraz garipti. Dürüst olmak gerekirse yayımı ve okumu özlemiştim ama koruma konusunda silahların daha iyi olduğunu biliyordum. Buna alışmam gerekiyordu. Başka bir yay yapana kadar mermi kullanmak zorunda kalacaktım.
Octavia çite yöneldi ama Raven değneği ile onu engelledi. "O kadar hızlı değil, Pocahontas." Raven değneğini çitin teline dokundurdu. Bir anda elektrik çarptı.
"Halledildiğini söylediğini sanıyordum." diye mırıldandı Clarke.
"Halledildi." Raven cebinden bir telsiz çıkardı ve konuşma düğmesine bastı. "Kapat, Wick." Radyo bip sesi çıkardı ve Raven başını salladı. Değneği tekrar çite dokundurduğunda hiçbir şey olmadığını görmek beni rahatlatmıştı. "Halledildi." dedi Raven gülümseyerek.
Ona geri gülümsedim ve sonra diğerlerini çitin açıklıklarından takip ettim. Gün batımına kadar saatlerce yürüdük. Yaralı omzum silahı ve çantamı taşımaktan ağrıyordu ama hissettiğim acıyı göstermemeye çalıştım. Kimsenin, özellikle Bellamy'nin benim için endişelenmesini istemiyordum. Ama ormanın açıklığında bir gece için kamp kurduğumuzda hissettiğim rahatlamayı gizleyemedim. Ateş yakarken gece çökmüştü. Clarke ve Octavia uyuyorlardı ama Bellamy uyanık kalmıştı.
Zihnimi yiyip bitiren yorgunluğu görmezden gelerek onun oturduğu kütüğe oturdum. "Hey" diye fısıldadım, birbirimize ne kadar yakın olduğumuzu ve dizlerimizin birbirimizinkine değdiğini düşünmemeye çalıştım. Belki de olması gerekenden daha büyük tepki gösteriyordum. Ama duygularım çok güçlüydü ve Bellamy'ye her baktığımda kalbim neredeyse göğsümden çıkacak gibi atıyordu. Aşık olmak berbattı. "Nasılsın?"
Bellamy usulca gülümsedi. "Tüm arkadaşlarımız için endişeleniyorum. Ama burada olman endişemi o kadar hafifletti ki."
Düşünmeden elimi onunkinin üzerine koydum. Kalbim göğsümde hızla atarken ve kelebekler midemde çırpınırken bile elimi çekmedim. İkimizin de biraz rahatlamaya ihtiyacı vardı. "Seni çok özledim. Neredeyse senin için endişelenmekten deliye dönecektim."
Bellamy kıkırdadı. "Bende aynıydım. Ama bu yeni bir şey değil."
Başımı omzuna yasladım ve "Her zaman sana ani duygular yaşattığım için üzgünüm. Ama bu çok eğlenceli." dedim.
Bellamy başını salladı. "Neden sana katlanıyorum?"
"Çünkü sen-" kendimi o kadar çabuk durdurdum ki neredeyse boğuluyordum. Beni seviyorsun, söyleyeceğim şey buydu. Ama bunun doğru olup olmadığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Beni önemsiyordu, bunu biliyordum. Ama kardeş olarak mıydı? Ondan biraz uzaklaştım, Clarke'ın uyuyan bedenine biraz daha yaklaştım.
"Çünkü?"
Omuz silktim, kendimi daha soğuk hissettim. "Bilmiyorum. Sen söyle."
Ona baktım ve bakışlarıyla karşılaştım. Nazik bir sevgi gözlerini doldurmuştu ama yine de hangi tür olduğunu bilmiyordum. O hayatımda olduğu sürece her şeyden memnun olacağımı düşündüm. İlk tanıştığımızda ondan nefret ettiğime inanmak artık zor geliyordu. Bu çok uzun zaman önceymiş gibi hissettim.
"Y/N, seni en son gördüğümde kapı kapanmadan dropshipe giriyordun. Gerçek şu ki o an korkmuyordum. Çünkü güvende olduğundan emindim. Ve gerçekten benim için önemli olan tek şey buydu." Bellamy kolunu omuzlarımın etrafına sardı. "Benim için çoğu insandan çok daha önemlisin."
Ateşe baktım. "Bellamy, ben-"
Clarke tam o sırada oturur pozisyona geçti ve ben de sözümü kestim. Bir kaşını kaldırarak bize baktı ve Bellamy'nin kolunu omuzlarımdan çektim. Gözlerimin köşesinde Bellamy'nin yüzünün düştüğünü gördüm, bu da kalbimi sıkıştırdı. Belki de bana karşı olan sevgisi kardeşçe değildi.
"Uyku tutmadı mı?" diye sordu Clarke. İkimiz de başımızı salladık.
"Finn'i bulduğumuzda uyuyacağım." dedi Bellamy ateşe bakarak. Ona baktım ve sonra dikkatimi alevlere çevirdim. Garip, ne kadar büyüleyiciydiler. "Onu görmedin Clarke. Seni, diğerlerini, savaşı kaybetmek onu çok değiştirdi."
Yani haklıydım. Finn'e bir şey olmuştu.
Bellamy "Bize haritayı çizen dünyalıyı öldürdü." diye devam etti ve yere baktı. Sanki Finn'in davranışı bir şekilde onun hatasıymış gibi hissediyordu. "Tetiği bile gözünü kırpmadan çekti ve uzaklaştı."
Clarke inanamayarak başını salladı. "Bu hiç Finn'in yapacağı bir davranışa benzemiyor."
"Evet." dedi Bellamy. "Neler yapabileceğini gördüm. Yine de Murphy ve iki tüfekle gitmesine izin verdim."
Clarke "Bunun yapılması gerektiğine eminim." dedi ve ona gülümsedi.
Bellamy "Dropshipe geri döndüğümüzde ve orada kimsenin olmadığını gördüğümüzde bunun dünyalılar olduğunu düşündük." dedi. Bana baktı ve bende ona baktım. Eğer o kaybolsaydı ben ne yapardım hiç bilmiyorum. Her şeyi yapardım, muhtemelen.
"Tabii ki öyle düşünecektin." dedim, suçluluk düşüncesinin bir kısmını yıkmaya çalışıyorum. "Dağ adamları olduğunu bilemezdin. Kimse bilemezdi."
İçini çekti. "Bir insanın baş aşağı asılması ve kanları için boşaltılması ne kadar sürerdi?"
"Bilmiyorum." dedim ve Clarke'a baktım. "Ama fazla zamanımız yok."
"Tamam." dedi Bellamy ellerini sıkarak. "Önce Finn'i, sonra da Mount Weather'daki halkımızı bulacağız."
Gülümsedim ve başımı salladım.
"Ve Lincoln'ü." Octavia ateşin diğer tarafından konuştu. Kalktığını duymamıştım. "Yeterince uzun süre uyuduğumuzu düşünüyorum."
Hiç uyumadığımızı düşündüm ama bu benim kendi hatamdı. Bellamy'nin dediği gibi Finn güvende olduğunda uyuyabilirdim. Ve Murphy, sanırım, ama onun başına ne geleceği umurumda değildi. Artık ondan nefret etmiyordum. Bu boşa harcanan öfke olurdu. Affetmek, unutmak ve refahı hakkında endişelenmemek daha iyiydi.
Hepimiz silahlarımızı ve çantalarımızı aldık ve Octavia'yı takip ederek karanlık ormana doğru yola çıktık. Tüm yol boyunca Bellamy'nin yanında yürüdüm, diğer ikisinin biraz arkasında kaldık.
"Uhm" dedi, bir süre yürüdükten sonra. "Neredeyse unutuyordum."
Kaşımı kaldırarak ona baktım. Bellamy ceketinin cebine uzandı ve onu kaybettiğimi düşündüğüm gün bana verdiği metal yüzüğü çıkardı. Elimi tuttu ve yüzüğü nazikçe parmağıma taktı. Benden alınan eksik bir parça iade edilmiş gibi rahatça yerine oturdu.
"Bunu dropshipin etrafında buldum. Bana hala hayatta olduğun umudunu verdi."
"Geri dönebilme yeteneğime çok az inanıyorsun." diye alay ettim, omzumla hafifçe ona çarptım.
Kıkırdadı. "Demek öyle, ha?"
"Tabii ki öyle." diye cevap verdim, yüzümde büyüyen eğlenceli bir gülümseme vardı. "Gerçekten geri dönmemin hayatını kolaylaştıracağını mı düşündün?"
"Aslında tam tersi." diye karşılık verdi, gözlerini devirdi.
"Eğlenceli olacak, söz veriyorum. Muhtemelen benim için daha eğlenceli olacak." dedim.
Alaycı bir bakış gözlerini doldurdu ve kendimi daha iyi hissettim. Yakında ona duygularımdan bahsetmek zorunda kalacaktım ama şimdilik bu bakıştan zevk alabilirdim.
Sabah olmaya başladığında daha ciddi bir hale geçtim. Yaklaşıyorduk ve odaklanmam gerekiyordu. Ama yüzüğümü parmağımın etrafında döndürürken gülümsememi durduramadım.
"İşte bu." dedi Bellamy, haritasına bakarak. "Köye hangi yoldan gidiliyor?"
Octavia donmuştu, uzun boylu, beyaz bir adam heykeline bakıyordu. Kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama böyle bir heykel dikilmişse kesinlikle atalarımız için önemli olmalıydı. Umarım o adam da bunu hak etmiştir.
"O?" Bellamy, Octavia cevap vermediğinde ona seslendi.
Octavia kılıcını kaldırdı ve heykelin hemen yanındaki bir yola işaret etti. "Biçiciler oradan gelmişti."
Octavia gözyaşlarına boğuldu ve kalbim sıkıştı. Onun ağladığını hiç görmemiştim. Çok güçlü bir kadındı. Onu böyle görmek üzmüştü. "Onu kurtaramadım, Bell. Onu kurtaramadım."
Bellamy ona sarıldı ve üzgün olduğumu söylemekten daha fazlasını yapabilmeyi dileyerek onları izledim. Bu hiçbir şey ifade etmiyordu. Üzgün olmam Lincoln'ü geri getirmezdi. Octavia sonunda yatıştığında dünyalı köyüne doğru koştuk.
Neredeyse köye gelmiştik ve bir ses duyduk. Silahlar. Bellamy'ye endişeli bir bakış attım ve hepimiz daha hızlı koşmaya başladık. Adrenalin damarlarımda gezindi ve ateş etmeye hazırdım. Silah sesleri ormanda yankılandıktan sonra Finn'in iyi olması için dua ettim. Her ne kadar aklımın arkasındaki bir şey dünyalıların silah kullanmadığını düşünüyor olsa da.
Köyün kenarında korkunç bir manzara ile karşılaştık. Nefes nefese kaldım ve fark etmeden Bellamy'nin elini tuttum. Umursamıyor gibiydi ama fark ettiğinden bile emin değildim. Önümüzde kan ile kaplı bir köy vardı. Pek çok dünyalı yerde yatıyordu, vücutlarından kan akıyordu, bazıları acıyla bağırıyordı. Silahımı düşürdüm ve ağlamamaya çalıştım.
Finn tüm bu insanları, köydeki neredeyse herkesi öldürmüştü. Yavaşça Finn'e doğru adım attık, Bellamy ve ben hala el ele tutuşuyorduk. Finn'in gözünde bu kadar çılgın bir umursamazlık varken bunun içinde neşe bulamadım. Aşk insanları gerçekten yanlış yöne çevirebilirdi. Bunun başıma gelmeyeceğini umuyordum. Ya da Bellamy'nin. Ya da herhangi birimizin.
Finn ve Murphy'nin önünde durduk, Murphy dehşete düşmüş gibi görünüyordu. En azından aynı taraftaydık. Finn Clarke'a doğru bir adım attı ama Clarke geri adım attı. "Seni buldum."
Sözleri beni titretti. Ne pahasına? Bellamy'ye doğru eğildim ve beni kollarıyla sardı. Manzaraya bakamadım, Finn'e bakamadım. Tek yapabildiğim Bellamy'ye tutunmak ve bunların hiçbirinin gerçek olmamasını dilemekti.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
1 note
·
View note
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 4. Bölüm - Many Happy Returns
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 1.7k
Nefes nefese Anya'ya ayak uydurmak için mücadele ettim. Saatlerce dinlenmeden yürüyorduk ve bacaklarım çok ağrıyordu. Bileklerim sıkı ipten yanmıştı ve Clarke da iyi görünmüyordu. Clarke kadar kızgın olamayacak kadar yorgundum.
"Saatlerce yürüyoruz." diye seslendim. "Nereye gidiyoruz?"
"Sessiz ol." dedi Anya. Gözlerimi devirdim ama ağzımı kapattım. Belki de bu durumdan bir çıkış yolu bulmam daha iyiydi. Bire karşı ikiydik. Elbette onu yenebilirdik.
"Neden bizi öldürüp bu işi bitirmiyorsun?" dedi Clarke.
"Evet, bunu yapmamaya ne dersin?" diye mırıldandım. Anya'nın duyup duymadığından emin değildim ama Clarke bana sinir bozucu bir bakış attı. Ölmek istemediğim için özür dilerim.
Anya "Komutana dağ adamlarının orada bize ne yaptığını söyleyebilirsin." diye yanıtladı bize bakmadan.
"Öyleyse birlikte çalışalım." dedi Clarke. Sonunda durduk. "Düşman olmak zorunda değiliz."
Eğer hepimiz iyi geçinebilseydik buradaki hayat çok daha kolay hale gelirdi.
Anya alay ederek "Sizin gibi zayıf birileriyle mi iş birliği yapacağım? Ne gerek var." dedi.
Kırılmıştım, yalan söyleyemeyeceğim. Kendimi çok zayıf olarak görmezdim ama sanırım bu insanların her şey hakkında farklı görüşleri vardı. Anya tekrar yürümeye başlamak için döndüğünde Clarke ipi çekti. "Hey! İkimiz de aynı şeyi istiyoruz."
Anya ipi tutup bizi yere çömelmeye zorlamadan önce gergin bir sessizlik vardı. Ağaçlara baktıktan bir süre sonra ağacın gövdesine saplanan bir iğne gördüm. "Bizi buldular." dedim.
Arkamızda silah taşıyan beyaz koruyucu takım elbiseli ve maskeli bir düzine adam vardı. Anya'nın bize koşmamızı söylediği gibi adrenalin damarlarımdan aktı. Gözlerimi ağaç gövdesindeki sakinleştirici iğne üzerinde gezdirdim ve oradan geçerken gizlice iğneyi aldım. Neyse ki Anya fark etmemişti ama Clarke fark etti ve bana cesaret verici bir şekilde gülümsedi.
Ağaçların arasında koşarken yorgunluğumu tamamen unuttum. Sonunda yavaşladığımızda nefes nefese kalmıştım, göğsüm yanıyordu. Ayaklarım yerdeki kuru dalları çatırdatıyordu.
Anya bana "Sessiz ol!" diye hırladı, belli ki sinirlenmişti. "Ormanda bile yürüyemiyorsun."
"Eğer sana yük oluyorsam o zaman beni serbest bırak." diye tersledim.
Anya hırladı "Yavaş yürüyüş, kırılan dallar, hatta onlar gibi kokuyorsun."
Bir tepeye tırmandık ve sonra çömeldik. Clarke ile birbirimize baktık ve sessiz kaldım. Aşağıda, dağ adamları yaprakları tarayarak yavaş bir tempoda yürüyorlardı. Anya bizi tepenin diğer tarafına çekti ve çamurlu bir su birikintisinde durduk. Su güzel değildi ama boğazım kavrulmuştu. Ellerimi kase gibi yaptım ve suyla doldurdum ama Anya beni durdurdu.
"Hayır. İçmek için değil."
Sinirlendim, suyu yere attım. "O zaman neden duruyorsun? Koşmamız gerek."
Buna karşılık, Anya bir avuç çamur yakaladı ve yüzüme tokat atar gibi sürdü. Ağzım sinir bozucu bir şekilde açıldı.
"Leş gibi kokuyorsun."
"Sen çok güzel kokuyormuşsun gibi konuşma."
Gözlerini kıstı ve bana ve Clarke'a kendimizi çamurla kaplamamızı emretti. İsteksizce dediğini yaptık. Çamuru yüzümün ve giysilerimin üzerine sürmek hoş değildi ama en azından Anya'nın da yaptığını görünce rahat ettim.
Çamurla ve kurumuş kanla kaplı halde bir saat daha yürüdükten sonra bile hala dağ adamlarına izimizi kaybettirememiştik. Onlardan ne kadar nefret etsem ve o dağda yaptıkları dehşete karşı çıksam da şimdiye kadar gördüğüm en iyi izcilerdi.
"Hala bizi nasıl takip ediyorlar?" Clarke başka bir tepeden gruba bakarken mırıldandı.
"Senin yüzünden." dedi Anya. Sağa döndü ve büyük bir kaya yakaladı. "Bunu bitirmenin zamanı."
Clarke'ın önüne adım attım. "Anya, bekle! Senin bastığın yere basıyoruz, çamurla kaplıyız! İz bıraktığımızı sanmıyorum."
Anya durdu, kayayı indirdi.
"Bir şeyi takip ediyorlar." Clarke bir an için etrafa baktı ve sonra bir anda bir şey bulmuş gibi görünüyordu, gerçekten daha önce düşünmediğim bir şeydi ve bunun için kendimi küçümsedim. "Bizi takip etmiyorlar, bizim zaten nerede olduğumuzu biliyorlar. Kendinizi arayın, eğer haklıysam derinizin altında küçük yumru gibi bir şey hissetmelisiniz."
Çılgınca parmaklarımı göğsümde, kollarımda, boynumda, ulaşabildiğim her yerde gezdirdim ama böyle bir şey bulamadım. Clarke'ta da böyle bir şey yok gibiydi. Anya kolunun bir kısmına baktı ve kolunda bir yumru buldu.
"Senin yüzünden." diye mırıldandım.
Clarke "Tamam, onu çıkartabilirim" dedi. "Ama ellerimi çözmelisin, sadece keskin ve steril bir şeye ihtiyacım var-"
Anya bir anda dişlerini kendi koluna soktu, etini ısırdı ve çipi çıkardı. Ağzımı kapadım ve arkamı döndüm. Bir yandan onun iradesini takdir ediyordum. Bunu ben yaşasaydım yapabileceğimden şüpheliydim.
Ağzından kan damlayan Anya sertçe "Oraya geri dönmeyeceğim." dedi.
Birkaç saat daha yürüdük. Güneş gökyüzünde alçalıyordu ve hava çok sıcaktı. Ne kadar çok yürüdüysek çevremiz o kadar tanıdık gelmeye başlamıştı. Avlanma alanımızı tanıyınca dropshipe ne kadar yakın olduğumuzu fark ettim. Clarke da nerede olduğumuzu fark etti ve başını salladı. Clarke ipi çekti ve Anya ona döndü.
"Ne?"
"Hala kanaman var. En azından enfeksiyon bulaşmadan önce bandajlamama izin ver." Sesi nazik, şefkatliydi. Ama bu sadece bir dikkat dağıtıcıydı. Anya koluna bakmak için döner dönmez tüm bu zaman boyunca elimde taşıdığım sakinleştirici iğneyi boynuna soktum. Korkuyla bana bakarken elini boynuna götürdü ama iğneyi çıkaramadan önce gözleri kapandı ve bayılarak yere yığıldı.
"Buradan eve dönüş yolunu bulabiliriz" dedim, elimdeki ipi çıkardım ve Clarke'a yardım ettim. Anya'nın ellerini bağlamasını izledim.
Clarke "Görünüşe göre artık bizim esirimizsin." dedi.
Dünyalının uyanmasının ne kadar süreceğinden emin olmadığımız için ahşaptan ve yedek kumaştan derme çatma bir sedye hazırladık. Onu muşamba üzerine koyduk ve ormanda sürükledik. Sonunda dropshipe ulaştığımızda kaslarım yanıyordu. Yarın her yerim çok ağrıyacaktı. Ama eve gitmem gerektiği anlamına geliyorsa buna değerdi.
Dropship alanı boştu. İçeride ya da etrafta kimse yoktu. Geminin yan tarafındaki sadece birkaç beyaz iz, herhangi birinin burada olduğuna dair herhangi bir işaretti. Silinmiş kelimeleri okumaya çalıştım ama anlayabildiğim tek şey Clarke ve anne kelimesiydi. Bunun Clarke'a ne kadar umut verdiğini hayal bile edemezdim. Eğer annesi bunu gerçekten yazdıysa, eğer dünyadalarsa, bu babamın da burada olduğu anlamına mı geliyordu? İkisinin de düşen göç gemisinde olması gerekiyordu ama ya değillerse? Ya ailem hala hayattaysa? Umut dolu düşüncelerimde o kadar kayboldum ki Anya'nın ayağa kalktığını ve iplerinden kurtulduğunu fark etmedim. Son saniyede arkamı döndüm. "Anya, bekle-"
Suratıma bir yumruk attığında sendeledim.
"Sana karşı ikimiziz." dedim ama umursamıyor gibiydi. Gözlerinde gördüğüm tek şey kavgaydı. Tamam, eğer istediği buysa, onunla ilgilenirdim. Ama Clarke istemiyor gibiydi.
Anya bana yumruk attıktan sonra tekrar yumruk atmadan önce ondan kaçmayı başardım ama yumruğu yüzüme geldiğinde geriye doğru tökezledim. Clarke benim için ona saldırdı ama bir şey yapamadan Anya onu tekmeledi. Clarke hareketsizdi. Korku göğsümde patladı. Koruma olarak bir şey kullanmak için etrafa baktım ve bakışlarım işe yarayabileceğini düşündüğüm kalın, uzun bir kütüğün üzerine takıldı. Onu aldım ve havada salladım. Ne zaman kafasına vurmaya çalışsam her seferinde kaçıyordu. Bir kere daha havaya savurdum ama Anya kütüğü aldı ve yere attı. Dudaklarımın üzerine dökülen kanı görmezden gelmeye çalıştım. Anya kütüğü attı, ben de başka bir şey aramak için dirseklerimin üzerinde geri döndüm. Parmaklarım dünyalılar ordusunu yaktığımız zamandan kalan bir bıçağın sapını buldu. Diğer elimde bir avuç toprak tuttum. Toprağı Anya'nın gözlerine fırlattım ve bıçağı ona doğrulttum.
"Seni öldürmek istemiyorum." diye homurdandım, şimdi heyecanlanan Clarke'a baktım. Ölmediğini bilmek güzeldi. Ama Anya'nın bana odaklanmasını sağlamalıydım.
Anya "O zaman ölecek olan sensin." dedi. Bıçağımla öne doğru fırladım, kalbine nişan aldım ama kolumu tuttu ve yüzüme iki kez yumruk attı. Tekrar dizlerimin üzerine düştüm, bıçağa sıkıca sarıldım. Yanağımın şiştiğini hissedebiliyordum. Ama vazgeçmek gibi bir niyetim yoktu. Ayağa kalktım ve bıçakla tekrar saldırdım ama yakın mesafeden dövüşmek benim güçlü noktam değildi. Anya kolumu tekrar tuttu ve koluma vurup bıçağı elimden aldı. Tereddüt etmeden bıçakla kolumun üzerine kesik attı. Acı içinde bağırdım. Bıçağı gövdeme savurdu ama sadece giysilerimin kumaşını kesti. Anya bıçağın sapıyla omzuma sert bir şekilde vurdu ve sonra beni yere tekmeledi. Çamura düştüm ve inledim ama tekrar ayağa kalktım.
Pes etmek gibi bir niyetim yoktu. Ayaklarımın üzerinde durduğum anda Anya bana saldırdı. Beni yere düşürdüğü için onu durduramadım. Sancı kafama vurdu. Anya'ya karşı mücadele ettim, kollarımı sıktı ve bıçağı boynumda tuttu. Beni öldürmek için bıçağı kaldırdığı anda parmağımı kolunda ısırdığı yaraya soktum. O şaşırmışken üstüne tırmandım ve yüzünü yumrukladım. Nefes nefese durdum. Bıçağı aldım. Ama başımı gökyüzüne çevirdiğimde havada bir şey gördüm. Ağaçların üzerinde yükselen bir hava balonu vardı. Bıçağı tekrar çamura sapladım ve ayağa kalktım.
Anya yattığı yerde "İyi dövüştün." dedi.
"Görüyor musun?" Gözlerimi balonun üzerinde gezdirerek mırıldandım. Clarke ayağa kalktı, o da gökyüzüne baktı. "Bunu biliyordum."
Clarke "Bize yalan söyledi." dedi. "Halkımız orada."
Vücudumun her yerindeki ağrılara rağmen gülümsedim. Yalnız değildik. Belki babam oradaydı. Belki Bellamy oradaydı. Dağdaki kırk altı kişi Ark'tan geriye kalan tek insanlar değildi.
Clarke'a döndüm ve gözlerinde aynı umutlu bakışı buldum. Balonu karanlıkta kaybetmeden önce oraya gitmemiz gerekiyordu. Anya'nın ellerini tekrar bağladık ve balonun yönünde ormanın içinden geçtik.
.𖥔 ݁ ˖
Sonunda halkımızın kurduğu kampa ulaştığımızda gece düşmüştü. Arkamdaki diğer ikisi gibi nefes nefese kaldım. Çitin birkaç metre dışında durduk ve kampa baktık. O kadar çok insanımız burada yaşıyordu ki. Rahatlama ve sevinç beni doldurdu.
"Şuna bak." dedim.
"Kaç kişi var?" diye sordu Anya.
Clarke başını salladı. "Bilmiyorum. Çok fazla, umarım." Döndü ve bir anlığına Anya'ya baktı, sonra bileklerini çözdü. Kaşımı kaldırdım ama sorgulamadım. Clarke benim liderimdi ve ne yaptığını biliyordu. "Gitmene izin veriyorum." dedi Clarke, ipi yere fırlattı. "Zayıf değilim, ama senin gibi de değilim. Mount Weather'a karşı tek şansımız birlikte savaşmamız."
Başımı salladım. "Onları yenmek için bizim teknolojimize ve bu dünya hakkında sizin bilginize ihtiyacımız olacak."
Anya ikna olmuş görünmüyordu, ama tekrar Clarke konuştuğunda onun sözlerinin samimiyetine güveniyor gibiydi.
Clarke "Halkımın yardım edeceğini biliyorum. Sorun şu ki, sizinki yardım edecek mi?" dedi.
Gergin sessizlik üçümüzün üzerine düştü, Anya bakışlarını ikimizin üzerinde gezdirdi.
"Komutanı ikna edebilirim."
Clarke başını salladı ve elini uzattı. Anya kolunu tuttu ve sonra bana da aynısını yaptı, barışı sağlamak için umut verici bir el sıkışmaydı. Belki de dünyalılarla başka bir savaş olmadan burada hayatta kalma şansımız olurdu.
"Lütfen acele et." dedi Clarke.
Anya başını salladı, döndü ve uzaklaşmaya başladı. Clarke ve ben onun gitmesini izledik ve sonra bir silah sesi duyduk ve Anya yere düştü.
"Anya!" diye bağırdı Clarke, ona doğru koşarak. Başka bir atış sesi duyduk ve mermi Clarke'ın kolunu sıyırdı. Şokumu atlatmaya çalışarak yanlarına gittim. Ama Anya'nın bundan kurtulmasının bir yolu olmadığını biliyordum, üstündeki diğer tüm yaralarla birlikte imkansızdı.
"Yu gonplei ste odon." diye mırıldandı. Artık ona bakamadım, ayağa kalktım ve geriye doğru tökezledim. Bir süre önce onunla savaşmış olmama rağmen barış için en iyi şansımızı kaybettiğimizi biliyordum. Orada dururken, korkunç düşüncelerimde kayboldum, neredeyse silah sesini duymadım, ama merminin omzumdan geçtiğini hissettim. Yakıcı acı beni doldurdu ve çığlık attım. Sıcak kan yaradan döküldü, elimi omzuma bastırırken parmaklarımdan damladı. Bazı gardiyanlar çitlerden bize doğru koştu.
"Alfa timi üç dünyalıyı indirdi!" dedi biri.
Beni dünyalı sanmışlardı. Ve beni öldüreceklerini düşünüyordum. Beni tutup kampa doğru sürüklediklerinde başımı eğdim. Sadece acının gitmesini diledim. Sadece her şeyin bitmesini istedim.
Vazgeçemezdim. Çok yakındım. Devam etmek zorundaydım. Kendimi gözlerimi açık tutmaya, bilinçli kalmaya zorladım. Yakında Bellamy ile tekrar bir araya gelecektim. Her şey yoluna girecekti. Her şey çok güzel olacaktı.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
1 note
·
View note
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 3. Bölüm - Reapercussions
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 2k
Clarke dikkatli bir şekilde Anya'yı serbest bırakmaya çalışırken kafeslerde sıkışık olan tüm dünyalılara baktım. Bütün bu insanları korkunç kaderlerinden kurtarmayı ne kadar istesem de devam etmemiz gerektiğini biliyordum.
"Clarke..." diye uyardım, kapıya doğru baktık. Yavaş yavaş geldiğimiz yönün tersine doğru ilerlemeye başladım. Eğer o kapı açılırsa o an burada olmayacaktım. Clarke'ın duvardan metal bir boru çektiği ve Anya'nın kafesindeki kilidi kırmak için kullandığı tamamen aklımdan çıkmıştı. Bir çınlama ile kilit kırıldı. Kapıya bakarken kalbim göğsümde çarptı. Yavaş yavaş kapı açılmaya başladı. Sadece içgüdüsel olarak hareket ettim ve oradan kaçtım. Clarke'ın kendini koruması için bir şeyler yapacağını düşündüm. Omzumun üzerinden baktığımda Anya ile birlikte küçük bir kafese tırmandığını gördüm. Rahat bir nefes aldım. En azından güvendeydi.
Ancak benim için kafeslerin görünürde bir sonu yok gibi görünüyordu. En sonunda bu kafes hattının sonuna ulaştım ve sırtımı duvara yasladım. Yaslandığım kafesteki dünyalı bana hırladı ama beni rahatsız etmesine izin vermemeye çalıştım. Hareket edersem, bir ses çıkarırsam, nefes alırsam bile baş aşağı asılı olabilirdim.
Dr. Tsing odaya girdiğinde gözlerimi kapattım ve nefesimi kestim. Sıranın sonuna kadar yürüyüp beni bulmamasını ve Clarke'ı fark etmemesini umdum. Sonunda odadan çıktığında rahat bir nefes aldım. Köşeye baktım ve Clarke ve Anya'nın kafeslerinden çıktığını gördüm.
"Tamam, gitmeliyiz." dedi Clarke, bana yaklaşırken. "Şimdi."
Başımı salladım ve onları Koruma Alanının Sonu yazan bir kapıya kadar takip ettim. Kapı arkamdan kapandı ve bir sebepten dolayı istesek bile geri dönemeyeceğimizden şüphe ettim. Bu sadece küçük bir odaydı, ileriye giden bir yolu yoktu. Alarmlar çaldığında ve altımızdaki zemin açıldığında bunu düşünmem uzun sürmedi. Bir oluktan düştüğümde ve birkaç cesedin üstündeki paslı bir metal maden arabasına indiğimde anlık bir çığlık attım. Kokuşmuş ceset yığınından çıkarken ve arabadan atlarken kusmamaya çalıştım.
Etrafa baktığımda gülümsememe engel olamadım. "Dışarıya çıktık."
Clarke, taşa bastırılmış bir yığın giysi olan maden duvarının kenarına koştu. Bir kıyafet aldı ve bana fırlattı. "Al, giyin. Bu halde yeryüzüne çıkamayız."
Başımı salladım ve üstümü değiştirmeye başladım. Ancak Anya farklı bir düşüncedeydi. "Halkımı geride bırakmayacağım." dedi, tüm kanlı cesetlere baktı. Pantolonumu giyerken ona acıklı bir bakış attım. Nasıl hissettiğini biliyordum, dropshipte bize saldırdığı için ona hala kızmış olsam bile. Şimdi öfkemi arttıracak daha büyük şeyler vardı. Önce dağ adamları, sonra gerekirse dünyalılardan nefret etmeye geri dönebilirdim.
"Anya, beni dinle." dedi Clarke ona yaklaşırken. "Halkımız hala dağın içinde. Ama dağ adamlarının korumaları var, silahları var. Buradan çıktıktan sonra yardım bulabiliriz. Geri gelip-"
"Biz diye bir şey yok." diyerek sözünü kesti Anya, Clarke'a baktı. Bir ceket alıp giyindi. Koridorun sonundan sesler yankılandı. Sesin ne olduğunu görmek için öne çıktım. Meşale ateşinin gölgesi mağara duvarlarında dans ediyordu.
"Biri geliyor." diye fısıldadım.
Anya "Sadece biri değil. Biçiciler." Anya hemen bir silah kapmak için döndü ama onu durdurdum.
"Zar zor ayakta durabiliyorsun. Savaşmaya çalışma."
Bana bir bakış attı ve ben de ona nefret dolu bir şekilde baktım. Neyse ki Clarke durumu dağıtmak için devreye girdi. "Daha iyi bir fikrim var. Hadi gelin."
Clarke bizi içine düştüğümüz arabanın biraz ilerisindeki diğer el arabasına götürdü. Önce Anya'nın içeriye atlamasına yardım etti, sonra kendisi girdi ve son saniyede ben de içeri atladım. Bunun içinde çok fazla ceset yoktu. Sadece birkaç tane vardı ama yine de çok kötü kokuyordu ve hala korkunç bir manzaraydı. Kimse bu dağ adamlarının onlara yaptıklarını hak etmemişti. Gözlerimi kapattım ve bunu düşünmemeye çalıştım, sadece biçicilerin geçip gitmesini bekleyerek hareketsiz bir şekilde yattım.
Kalbim onlardan biri arabaya yaklaşırken hızla çarpmaya başladı ve sonra daha fazla cesedi üstümüze attıklarında neredeyse kalbim duracaktı. Yüzüme, saçıma, dudaklarıma kan damlıyordu. Nefesimi sabit tutmaya çalıştım, ölü adamın kanını cildimden silme dürtüsüne karşı çıkmaya çalıştım. Beklemek acı vericiydi.
Tekrar buluşacağız.
Buradan kurtulursam Bellamy'yi tekrar görebilirdim. Sakinleştim ve daha fazla beden üstümüze yığıldıkça bu sözün beni huzur içinde tutmasına izin verdim. Biçiciler arabayı raylardan aşağı itmeye başladığında bile sakin kaldım. Sonunda durduğumuzda gözlerimi açtım ve korkmuş bakışlarım Clarke'ınkiyle buluştu, hiçbirimiz ne olacağını bilmiyorduk. Bu arabaya binerek ölüm fermanlarımızı imzalamış olabilirdik.
Biçiciler cesetlerden birini üzerimizden aldılar. Kendimi ölü biri gibi davranmak için zorladım. Biçiciler arabadan uzaklaşırken bir saniye bekledim ve sonra kafamı dışarıya uzatarak onlara baktım. Cesetleri yiyorlardı. Arkamı döndüm, ağzımı kapattım.
"Tamam, hadi." dedi Clarke, arabadan atladı. Onu takip ettim, ama Anya biraz daha yavaştı. Ölülerden birini kucağında tutuyordu, gözleri acı doluydu.
"Yu gonplei ste odon." diye mırıldandı ve sonra adamın boynunu kırdı. Korkunçtu. Hayatta yenilerek ölmekten daha iyi bir kaderdi, sanırım, ama yine de korkunçtu. İkisinin de birkaç kıyafet giymesini bekledim ve sonra biçicilerden uzaklaştık, kendimizi mümkün olduğunca sessiz tutmaya çalıştık.
Mağarada bir süre koştuktan sonra Clarke "Lanet olsun!" dedi ve ofladı. "Burası resmen bir labirent!"
Anya durakladı ve öksürmeye başladı. "Bize ne yapıyorlar?"
"Kanınızı kullanıyorlar." diye cevap verdim, bizi takip eden herhangi bir şey için gözlerimi tünelin her iki ucunda tuttum. "Birkaç radyasyon yanığı olan bir asker gördük. Saatler sonra iyileşmişti."
Clarke "Kanınız onları bir şekilde iyileştiriyor." diye ekledi. "Daha önce böyle bir şey görmemiştim."
Huzursuzluk midemi bulandırdı. Korkunç bir düşünce beynimi kemirdi. Eğer dünyalılar kanları için boşaltılıyorsa, arkadaşlarım da aynı kaderle karşı karşıya mıydı? Orada kalsaydım bana da öyle yaparlar mıydı? Bir nefes aldım ve mide bulantısını boş verdim. Arkadaşlarım için geri dönecektik bu yüzden böyle bir şeyle yüzleşmek zorunda kalmayacaklardı.
Clarke tekrar koşmaya başladı. Bizi tünellere götürdü ama yine de Anya'nın farklı bir fikri vardı. Bu beni rahatsız etmeye başlamıştı ve Clarke'ın neden onu serbest bırakmadığını, istediğini yapmasına izin vermediğini bilmiyordum. Onun ölmesini istemezdim ama sürekli tereddüt etmesi beni ve Clarke'ı öldürürse o zaman büyük bir sorunum olacaktı.
"Hey, ne yapıyorsun?" Clarke seslendi, Anya bizden uzaklaştı. "Orası biçicilere dönüş yolu!"
Anya "Siz kendi yolunuza gidin, ben de kendi yoluma gideceğim." dedi.
Clarke "Anya, birlikte kalmamız gerekiyor." dedi.
Anya hırladı. "Sana biz diye bir şey olmadığını söyledim!"
"Hayatını kurtardım!"
"Hayatımı kurtardın çünkü bana ihtiyacın var." diye cevapladı Anya, ona baktı. "Halkına dönüş yolunu biliyorum, tuzakların nerede saklandığını biliyorum. Siz ikiniz kendi başınıza halledemezsiniz."
Ona bir bakış attım "İddiaya var mısın?" dedim. Clarke ofladı ve tünelden aşağı yöneldi.
"Bunun için zamanımız yok. Buradan canlı çıkabilmek için en iyi şansımız beraber olmak. Yapabileceğimiz tek şey hareket etmeye devam etmek ve umut etmek-"
Arkamı döndüm ve Anya'nın gitmiş olduğunu gördüm. "Sanırım tek başımızayız." diye mırıldandım. Diğer tünelin ucunda yaklaşan meşale ışığını gördüm ki bu sadece bir şey anlamına gelebilirdi. "Hadi gidelim!"
Birlikte diğer tünelden geçtik. Kalbim hızla çarpıyordu, damarlarımda adrenalin pompalanıyordu, daha önce hiç olmadığım kadar hareket halindeydim. Bu tüneller bizi gördüğü an öldürecek insanlarla doluydu. Tek düşünebildiğim hareket etmeye devam etmekti bu yüzden Clarke önümde aniden durduğunda neredeyse onu ezecektim. Dikkatini çeken şeyi görmek için baktım ve gittiğimiz yoldan buraya gelen bir biçici gördüğümde endişeyle yutkundum.
Diğer tarafa koşabilir miyiz diye geri döndüm ama oradan gelen başka bir biçici gördim. Mümkün olan her yol biçicilerle doluydu. Etrafımız sarılmıştı. Yanlarından geçip geçemeyeceğimi görmek için koşmaya çalıştım ama çok fazlalardı.
"Hayır." diye fısıldadım nefesimin altında. "Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır."
Clarke ve ben sırtımızı su damlayan soğuk taş duvara yasladık. Biçiciler bize yaklaşıyorlardı, hırıldıyor, kanla kaplı ve ölüm kokuyorlardı. Uzandım ve Clarke'ın elini tuttum, sonumu yalnız bir şekilde beklemek istemedim ve ona da biraz rahatlık vermesini umuyordum.
Biçicilerden biri bana o kadar yaklaştı ki onun sıcak, kokuşmuş nefesini hissediyordum. Öksürdüm ve Clarke'ın elini daha sıkı tuttum. Beni öldürmek üzere olduğunu düşündüğüm an mağaranın her yerinde yüksek perdeli bir zil sesi yankılandı. Etrafımızdaki biçiciler ellerini kulaklarına koydular ve yere düşüp ağlıyor gibi sesler çıkarmaya başladılar. Çılgınca etrafa baktım, gürültünün kaynağını bulmaya çalıştım ve tulum giymiş birkaç adam tünellerden aşağı koşarken biçiciler bizden uzaklaşmak için çığlık attığında hiç rahatlayamamıştım.
Adamlardan biri "Clarke Griffin, Y/N Kane, bizimle geliyorsunuz." dedi. Her ikisi de kollarımı arkamda tutarken mücadele etmeye çalıştım ama beni biçicilerden uzaklaştırmalarına izin verdim. Ancak dağa geri dönmeye başladığımızda göğsümde panik yükseldi. Arkamdaki Clarke'a baktığımda gözlerinde aynı korkunç bakışı gördüm. O kapının arkasında bizi bekleyen her neyse, iyi bir şey değildi.
"Her şeyi gördüm." dedim, adamlara karşı mücadele ettim. "Onlara ne yaptığınızı biliyorum. İkimiz de gördük."
"Bu yüzden onlarla hasat odasına gidiyorsunuz." dedi solumdaki adam.
Gözlerim genişledi ve dövüş içgüdülerim harekete geçti. Adamlardan biri kapıyı açmaya gittiğinde beni tutan kişiyi tekmeledim. Yardım etmek için Clarke'a döndüm ama Anya bir yerden atladı ve Clarke'ın yanındaki iki adamla savaştı. Ben de onun için endişelenmeyi bıraktım ve bunun yerine beni tekrar tutan adama odaklandım. Homurdandım ve kolumu tüm gücümle serbest bıraktım. Sonra adamın maskesini çıkardım, onu radyasyonlu havaya maruz bıraktım. Çığlık attı ve yüzünü tuttu ama ne olacağını görmek için beklemedim ve Clarke'la Anya'nın peşinden koştum. Clarke silahlardan birini almak için önümde durdu. Ona gülümsedim. İyi fikirleri hiç tükenmiyordu.
Arkamızdan kapı açıldı ve birkaç adam bizi kovalamaya başladı. Nefes nefese metal raylardan aşağı koşmaya ve basamakların üzerinden geçmemeye çalıştım. Eğer kaçabilirsem bu dağdaki herkesi kurtarabilirdim, Bellamy'yi tekrar görebilirdim.
Tünelin sonuna ulaştığımızda kendimi bir uçurumun kenarından düşmekten zor kurtardım. Tökezledim, neredeyse düşüyordum ama Clarke kolumu tuttu. En az yüz metre aşağısındaki büyük bir su kütlesine dökülen bir şelaleyi görmek için aşağı baktım. Bir kez daha tuzağa düşmüştük. Clarke ve Anya'ya baktım ve gözlerimi genişlettim. "Bekle, başka bir yol olmalı!"
Anya başını salladı. "Başka yol yok!"
"Sadece pes edin, gidecek hiçbir yeriniz yok." dedi gardiyanlardan biri köşeyi dönerken.
Anya tereddüt etmedi. Aşağıya atladı. Uçurumdan geri adım attım, ağır bir nefes aldım. Clarke gözlerinde endişeyle bana baktı ve ona bize başka bir yol bulması için yalvararak bakıyordum. Yüzmeyi bilmiyordum. O derinliklerdeki su korkunçtu. Eğer oraya atlarsam suya çarptığımda ölmesem bile kesinlikle boğulurdum. Ve eğer atlamazsam, bu insanlar için bir kan torbası olacağımı biliyordum.
Gardiyanlardan biri Clarke'a yaklaşırken "Seni öldürmek zorunda değiliz Clarke." dedi.
Ben bir savaşçıydım! Korku neden şimdi beni aşıyordu?
"Bu şekilde bitmek zorunda değil. Silahını bırak."
Clarke çıkıntıya ve bana baktı. Sonra düşmanlara geri döndü. Silahını yere bıraktı. Pes mi ediyordu? Sonra bana tekrar baktı, gözlerinde bilgili bir bakışla. Ne yapacağını anlamıştım. Onu takip etmemi beklediğini biliyordum. Clarke ellerini kaldırdı ve yavaşça adamlara yaklaştı, sonra arkasını döndü ve aşağıya atladı.
"Clarke!" Çığlık attım, hala hareket edemiyorum. Nefes almam hızlandı. Eğer burada kalacaksam tamamen tek başımaydım. Ve ne kadar savaşçı olsam da hepsinden kurtulmanın bir yolunu bulamayacağımı biliyordum. Gardiyanlardan biri benim yanıma geldi ve kolumu tuttu. Burada ölmezdim. Eğer öleceksem Clarke'la birlikte suda ölecektim. Adamı yumrukladım, silahını aldım ve omzuna ateş ettim. Adam yarasını tuttu ve diğerlerinin tepki vermesini beklemedim.
Tekrar buluşacağız.
Bu şelaleye atlarsam Bellamy'yi tekrar görebilirdim. Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapattım ve suya atladım. Suya doğru düştüğümde hava etrafımda dalgalandı. Tek hissedebildiğim heyecandı. Saf neşe. Ne korku, ne de endişe. Sadece içimden akan enerji, saçlarıma çarpan rüzgar. Suya çarptığımı bile farketmeden önce suyun içindeydim.
Soğuk su vücudumu şok etti, giysilerimden kemiklerime sızdı. Kendimi yüzeye doğru itmek istedim. Temiz hava alana kadar bacaklarımı çırptım ve büyük bir nefes aldım. Akıntı beni aşağı doğru itti ve başımı suyun üstünde tutmak için savaştım ama dalgalar çok fazlaydı. Su ciğerlerimi doldurdu ve ağrılı bir yanma göğsüme yayıldı. Tekrar yüzeye çıkmaya çalıştım ve öksürdüm ama başka bir ağız dolusu su beni doldurdu. Ağladığımı biliyordum ama gözyaşlarım nehir suyuyla ve yüzümdeki kurumuş kanla karışmıştı.
Umudumu korumaya çalıştım ama boğulma korkum çok fazlaydı. Yüzeye geri döndüğümde ağlamaktan hıçkırdım. Dalgalar üzerime gelip beni suyun içine itiyordu. Ama vazgeçmedim. Sonunda su sakinleşince kıyıya süründüm. Diz çökerken şiddetli bir şekilde öksürdüm. Kusmuk, midem tamamen boşalana kadar dışarı çıktı. Göğsüm yandı ve boğazım acıdı ama hayattaydım. Nefes nefese kendime gelmek için sırt üstü yattım.
Dinlendiğim zaman Clarke'ı arardım. Dağdan kaçmıştım. Ve şimdi Ark'tan kurtulanları bulabilirdim. Bellamy'yi bulabilirdim. Gözyaşları yine yüzümden akıyordu ama bu sefer mutluluktandı. Eve gitmeye çok yakındım.
Bir şey beni yere ittiğinde tüm düşüncelerim yok oldu. Anya yanıma çömelip bana bakıyordu. Parmaklarımı koruma olarak kullanmak amacıyla herhangi bir şey aramak için yerde gezdirdim ama boşunaydı. Tepki vermeden önce Anya kafama bir taşla vurdu. Başımdan yanağıma doğru kan akıyordu, sıcak ve yapışkan. Bileklerimin etrafına ip bağladığı zaman savaşmak için hiçbir şey yapamadım.
"Ne yapıyorsun?" Hırıltılı bir nefesle sormayı başardım.
"Eğer eve gidecek yüzüm varsa bir ödüle ihtiyacım var." diye hırladı. "Sen ve Clarke bunun için mükemmelsiniz."
Bileklerimin etrafındaki iplere karşı mücadele ettim ama Anya uzun ipi çekip sıktı. Nehir kıyısında Clarke'ın baygın olduğunu gördüm, onun da elleri bağlıydı. Anya, Clarke'ın bileklerinin etrafındaki ipi yakaladı ve onu ayağa kalkmaya zorladı. Clarke'a özür dileyen bir bakış attım ve sonra bakışlarımı yere çevirdim. Çok ama çok yakındım.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
1 note
·
View note
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 2. Bölüm - Inclemend Weather
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 2.1k
Rock müzik odadaki hoparlörlerden yankılandı. Arkadaşlarım burada geçirdikleri zamanın tadını çıkarıyorlardı, birbirlerine yastık fırlatıyorlardı, gülüyorlardı. Üstümdeki yatakta Clarke defterine bir şeyler çiziyordu, büyük ihtimalle bir çıkış yolu arıyordu. Oturup herkesin eğlenmesini izlemekten başka bir şey yapamadım. Her ne kadar huzur ve rahatlama istesem de bundan zevk alamazdım.
Jasper ranzaya yaklaştı ve Clarke'a baktı. "Fena değil. Belki bir gün duvara asarlar."
Yatağımdan indim, ayağa kalktım ve kollarımı Clarke'ın üst ranzasını çevreleyen çubuklara yasladım. Dağın her bir parçasının şemalarını çizdiği deftere bir kaşımı kaldırarak baktım ama hiçbir şey söylemedim.
"Bakın sonunda kim serbest bırakıldı!" Birisi odanın arkasından seslendi. Döndüm ve Miller'ın Maya eşliğinde odaya girdiğini gördüm. Karantinadan çıkarılan son kişiydi ve gülümsememe engel olamadım. Artık herkes özgür olduğuna göre onlara göz kulak olabilirdim ve birbirimizi savunabilirdik. Miller'ı çok iyi tanımıyor olmamama rağmen ona sarıldım. Belki de şuan halkımı daha iyi tanımanın zamanıydı. "İyi olduğuna sevindim."
"Üç ameliyata rağmen mi?" diye espri yaptı. Bana ve Clarke'a bakarken gülümsemesi düştü. "Buraya uyum sağladığınızı duydum."
Gözlerimi devirdim ve ondan uzaklaştım. Ne kadar da dostça bir davranış.
"Günde iki kez, her gün." dedi Maya, Miller'a bir şişe hap verdi. "Unutma. Birkaç gün içinde iyileşeceksin."
"Maya!"Jasper onu selamladı, yüzünde aptal bir gülümseme vardı. Biraz farklı bir şeydi, bana Bellamy'nin bakışını hatırlatan bir şeydi. "Sabah şeriflerin hayrolsun... bir zamanlar eski bir filmde gördüğüm aptalca bir söz."
Kıkırdadım. Sanırım Jasper Maya'dan hoşlanıyordu. Ama birkaç saniye sonra alarm çalmaya başladı ve herkes yaptığı şeyi bırakıp birbirlerine baktı. Bunun iyi bir anlamı olamazdı. Maya odadan çıkmadan önce önüne atladım. "Hey neler oluyor?"
Maya "Dünyalı görevlisi geri döndü ve birinin tıbbi yardıma ihtiyacı var." dedi. "Karantinaya almak zorundayım."
Clarke ile birbirimize baktık ve Clarke başını salladı. Başka bir kelime etmeden Maya'yı takip etmek için döndüm. Jasper beni durdurmak için kolumu tuttu. "Y/N, ne yapıyorsun?"
"Hayatta kalanları bulmuş olabilirler." diye cevap verdim, sesimdeki çaresizliği gizleyemedim, Bellamy'nin olduğunu umuyordum. "Onlar halkımızsa bilmeye hakkımız var."
Jasper "Etrafta dolaşmamamız gerektiğinden eminim." dedi.
"Neden olmasın?" dedim. "Biz mahkum değiliz, değil mi?"
Cevap vermesini beklemeden Clarke ve ben odadan çıktık ve Jasper bizi arkamızdan takip etti. Koridorun sonunda herkes birer koruyucu giysi giyiyordu.
"Ne ile karşı karşıyayız?" Maya'nın bir grup insana yaklaşırken sorduğunu duydum.
"Saldırıya uğradılar. İkisinden biri öldü." diye cevapladı bir adam. "Diğeri onu tedavi etmek için eldivenlerini ve maskesini çıkardı. Yakında tedaviye ihtiyacı olacak."
Clarke acele eden insanların ortasında durdu. "Onlara kim saldırdı?"
Adam Maya'ya döndü. "Burada ne yapıyorlar?"
Omzumun üzerinden baktım ve giysisini giyerek dikkatini dağıtan bir adam gördüm, anahtar kartını gömlek cebinden alma şansını yakaladım.
''Dur! Güvenli değil!" Birisi arkamdan bağırdı.
"Bizim için güvenli." diye cevap verdim, kartı kilit açma panelinin üzerine kaydırdım. "Gidelim Clarke, Jasper."
Arkamda Jasper'ın özür dilediğini duydum "Birisi onları beladan uzak tutmalı."
Gözlerimi devirdim ama kimin yaralandığını bulmaya odaklandım. Birlikte beyaz koridorlarda koştuk.
"Bu kadar zorlamayı bırak!"Jasper arkamızdan yalvardı. "Bu insanlar-"
"Bize yalan söylüyor." diye bitirdi Clarke, ölü bir adama rastladığımızda. Daha fazla incelediğimizde üzerindekinin mermi yarası olduğunu fark ettik. Yani insanlarımız dışarıdaydı. Bellamy dışarıda olabilirdi ve bu insanlar onu benden uzak tutuyordu. Avucumdaki acıyı görmezden gelerek ellerimi yumruk haline getirdim. Eğer bu acı beni buradan çıkmak için motive edecekse o zaman sorun yoktu.
"Dünyalılar silah kullanmıyor." dedim ve Jasper'a döndüm.
"Tabii dünyalılar silahları bizden almadıysa." dedi, çok ikna olmamış gibi görünse de karşı çıktı.
Clarke "Bundan şüpheliyim." dedi. "Bence halkımız dışarıda."
Tam o sırada Maya ve Jason'ı tedavi eden doktor kadın odaya girdi. "Çıkarın onları buradan!"
Arkasından birkaç kişi kırmızı, kanayan yaraları ile kaplı, zar zor hayata tutunan, radyasyon zehirlenmesinden tamamen hasta olan bir adamı odaya getirdi. Gözlerim genişledi ve kendimi Ark'ta büyüdüğüm için minnettar buldum. Orada da korkunç şeyler görmüştüm, cehennem gibi, tarif edilemez şeyler, ama bu başka bir şeydi.
Odadan çıktıktan sonra Clarke ve ben beklemedik. Kurşun yarasını aklımdan çıkaramamıştım. Bu insanlar neden Ark'ın düşüşten sağ çıkıp çıkmadığı konusunda bize yalan söylüyorlardı? Bizden ne istiyorlardı? Misafirperverliklerinin arkasında bir şey olmalıydı.
Clarke ve ben başkanla ceset ve kurşun hakkında konuşmaya karar verdik. Bize cevap verebilecek biri varsa oydu. Kafeteryaya gitmeden önce bir süre koridorlarda yürüdük, burada Başkan Wallace'ı bir tabak yiyecek alırken bulduk. Clarke'ın onunla konuşması için zaman verdim. Eğer sabırlı olursam güçlü olurdum ve güçlü olursam buradan daha kolay çıkabilirdim.
"Tabii." Wallace omuz silkti, yüzünde küçük bir gülümseme vardı. "Kahvaltıda konuşalım."
"O askeri kim vurdu?" diye sordu Clarke tereddüt etmeden.
Wallace omzunun üzerinden bana baktı. İç çekti ve bizi oradan uzaklaştırdı. "Halkınızı arayan devriye, dünyalı dediğiniz şey tarafından saldırıya uğradı."
Clarke "Biz dünyalılarla savaştık." dedi. "Onlar silah kullanmıyorlar."
"Silahlardan bahsetmedim. Çavuş Shaw bir okla vuruldu."
"Bu doğru değil." diye karşılık verdim, sesimi düşük tuttum. "Yarayı gördük."
Wallace gözlerinde acıma gibi bir şeyle bana baktı. "Bazen insanlarımız hakkında çok güçlü hissediyoruz, gerçekten orada olmayan şeyleri görüyoruz."
Sesimde çaresizliğin yükseldiğini hissettim, Bellamy'yi kaybetmediğim umudunu tekrar kaybettim. Ve Raven, babam ve dağın dışındaki herkes. "Ama ikimiz de gördük!"
Clarke koluma elini koydu. "Cesedi görmek istiyoruz."
Wallace başını salladı. "Tabii ki." Bunu söyleme şeklini beğenmemiştim. Sanki yanıldığımızı biliyormuş gibiydi.
Bellamy dışarıdaydı. Parmağıma dokundum, yüzüğün orada olduğunu hayal ettim.
Tekrar buluşacağız.
Boş beyaz odanın içinde, adı Dr. Tsing olan doktor, üzerinde ölü bir adamın cesedi olan bir sedye getirmeden önce uzun bir süre bekledik.
"Sizi beklettiğim için üzgünüm." dedi. "Morg işlemlerini bitirmek zorunda kaldık."
Wallace "Teşekkür ederim Dr. Tsing." dedi.
"Yanıkları olan adam..." Clarke sordu "Durumu nasıl?"
Dr. Tsing "İyileşiyor." dedi.
"Onunla konuşmak istiyorum." Clarke'a sorgulayıcı bir bakış attım ama hiçbir şey söylemedim. Belki de bu kötü bir fikir değildi.
"Efendim, sadece hastalara ve yetkililere izin verilir." dedi Dr. Tsing, Wallace'a bakarak.
"Şimdilik bu kuralı görmezden gelebiliriz." Belki de Wallace bizim tarafımızdaydı. Dr. Tsing, ölü adamın kafasından ve gövdesinden muşamba çıkardı ve göğsündeki garip metal implantın hemen altında temiz bir yarası olan gri vücuda bakmamızı sağladı.
"Bu nedir?" Ona işaret ederek sordum.
Dr. Tsing "Bu bir diyaliz implantı." dedi. "Hepimiz radyasyona maruz kalma olasılığı yüzünden onlara sahibiz. Çıkış yarasını görmek ister misin?"
Clarke ve ben birbirimize baktık ve sonra başımızı salladık.
Dr. Tsing, ölü adamı yan tarafına çevirdi ve bize kurşun deliğinin çıkış yarasını gösterdi. Ama bir merminin çıkış yarası olamayacak kadar büyüktü. Yay ve ok atışında uzman olarak bunu bir ok yarası olarak kabul ettim. Bu da bu adamın gerçekten Dünyalılar tarafından saldırıya uğradığı anlamına geliyordu. Ve belki de sadece görmek istediğimiz şeyi görmüştük. Belki de onu kurşun yarası olarak görmüştüm çünkü Bellamy'nin hala orada bir yerde olduğuna inanmak istiyordum. Ama Clarke da bunu görmüştü. İkimiz de umutla hayal kurmuyorsak, burada bir şey doğru değildi.
"Çavuş Langston, oku arkasından itmek zorunda kaldı." Dr. Tsing cesedi serbest bıraktı ve arkasındaki çelik dolaba döndü. "Burada." Dolaptan içinde kırık, kanlı bir ok ucu olan paketi aldı.
Sanırım kurşun konusunda yanılmıştık. Onlara arkamı döndüm, böylece kimse göz yaşlarımı göremezdi. Belki de sonsuza dek bu dağda mahsur kalacaktık ve dışarıda kimse yoktu. Belki de Ark'tan geriye kalan tek şey bizdik.
Diğer kırk altı çocuğun olduğu odaya geri döndüğümüzde Jasper hemen bize yaklaştı. "Başkan Wallace ne dedi?" diye sordu.
"Bize Shaw'un cesedini gösterdi." diye cevapladı Clarke, dişlerini sıktı. "Bir ok yarası gibi görünüyordu."
Başımı salladım, bu da istemesem bile güvenilirlik kattı.
"Belki de bir ok yarası olduğu içindir." dedi Jasper.
"Ya da düşünmemizi istedikleri şey bu." diye mırıldandım. Jasper bana garip bir bakış attı. Şüpheli olduğunu düşünürsem, bunun başkalarına da şüpheli olmaları için ilham vereceğini umuyordum. Ne yazık ki bu, Jasper'ı ikna etmedi. Neden Clarke benim tarafımdaki tek kişiydi? "Ne öyle bakıyorsun? Doktorlar böyle yapmış olabilirler."
Jasper "Y/N çılgın bir insan gibi konuşuyorsun." dedi. "Neden huzurumuzu mahvetmek istiyorsun?"
Kollarımı göğsümde birleştirdim. "Bunun ne olduğunu bilmiyorum."
"Burası güvenli." dedi Jasper usulca gülümseyerek. Daha önce yüzünde böyle bir gülümseme gördüğümü sanmıyordum. Bir suçluluk duygusu beni vurdu. Onun mutluluğunu yok etmeye çalışan biri miydim? Hayır hayatını kurtaracak biriydim.
Jasper "Yemek, gerçek bir yatak, kıyafetler..." diye devam etti. "Benim kişisel favorim dünyalılar tarafından mızraklanmamak. Hadi ama Y/N daha önce kafeteryada bizimle eğleniyordun. Neden bunun sonsuza kadar devam etmesine izin vermiyorsun?"
"Çünkü burası gerçek olamayacak kadar iyi, Jasper. Artık saf değilim."
"Ben burada kalmak istiyorum ve siz ikiniz mücadeleye devam ederseniz bize burada kalmamız için daha ne kadar süre izin vereceklerini düşünüyorsunuz?"
Clarke yanıma geldi, Jasper'a bakarak gözlerini kıstı, ama öfkeyle değil, daha çok endişeli gibiydi. "Birisi seni tehdit mi etti?" dedi.
Jasper güvensizlik içinde başını salladı. "Hayır. Bakın burada misafiriz, mahkum değiliz. Sana yalancı diyen bir misafire ne yapardın? Nankör biri gibi davranmaz mıydın?"
"Nankör kıçlarını tekmelerdim." diye cevapladı Miller, kitabından gözünü ayırmadan. Gözlerimi devirdim.
"Şu anda bizim için en büyük tehdit sensin." dedi Jasper, sesi daha önce hiç duymadığımdan daha öfkeli, hayal kırıklığı ile doluydu. Jasper benimle aynı fikirde olmayabilirdi, istediği kadar benden nefret edebilirdi ama yine de onu ve herkesi bu lanet olası dağdan çıkaracaktım.
Jasper iç çekti ve yanımızdan ayrıldı. Clarke'a döndüm ve ona sarıldım. Şu anda herkesin bize karşı olduğunu hissediyordum ve rahatlatıcı bir dokunuşa ihtiyacım vardı. Bunu yakın zamanda başkalarından alacağımdan emin değildim. "Benden nefret etmediğin için teşekkür ederim." diye fısıldadım kulağına.
"Y/N kimse senden nefret etmiyor." dedi Clarke. "Onlara bir yatak ve sıcak yemek veren herkese güvenmekten mutluluk duyuyorlar."
"Onları buradan çıkarmak zorundayız." dedim ondan ayrılırken.
Clarke başını salladı. "Tabii ki. Yakında. Belki önce kendimiz için endişelenmeliyiz."
Bir kez daha herkesin eğlence salonunda eğlenmesini izledim. Miller herkesle bilek güreşi yapıyordu, diğerleri masa tenisi oynuyordu. Jasper piyanodaydı ve Maya ile flörtleşiyordu. Onları böyle görmek bana Bellamy'yi hatırlatıyordu ve kalbimi ağrıtıyordu.
Clarke'la kanepede oturup kitap okuyordum. Zaman geçirmek için hoş bir şeydi ve şimdi Fahrenheit 451'den farklı bir kitabım vardı. Clarke Mount Weather haritasını inceliyordu, kaçmanın bir yolunu arıyordu. Planı hazırlamasına izin verecektim ve sonra sorgulamadan onu takip edecektim.
Görünüşe göre işler o kadar iyi gitmiyor gibiydi. Clarke haritayı yırttı ve çöpe attı. İç çektim ama hiçbir şey söylemedim, sadece kitabımı okumaya geri döndüm. Bizi dışarı çıkarmaktan vazgeçmeyeceğini umuyordum.
"Langston, nereye gidiyorsun dostum? Bu gece film gecesi."
Gözümü kitabımdan ayırdım. Langston? Bu, daha önce gördüğümüz ölümün eşiğinde, tamamen radyasyona maruz kalan adam değil miydi? Söz konusu adama baktım ve muhtemelen aynı adam olamayacağını düşündüm. Yürüyordu, konuşuyordu, gülümsüyordu. Neredeyse tamamen iyileşmişti ama bu mümkün olamazdı.
Langston "Gitmeliyim." dedi. "Doktor bir tedavi daha almam gerektiğini söylüyor."
Clarke ile birbirimize baktık ve ikimiz de ayağa kalkıp Langston'ı takip etmeye karar verdik ancak tıbbi muayeneye gittiğini fark ettiğimizde kısa bir süre durduk. Birlikte odamıza döndük.
"Sadece hastalara ve yetkililere tıbbi izin verilir." dedi Clarke.
Planın tam olarak ne olduğunu biliyordum. "İkimiz de aynı anda yaralanırsak şüpheli bulmazlar mı?"
Clarke bana anlaşılmaz bir bakış attı. Onun zihni ve duyguları şu anda benimki kadar dağınıktı. "Umarım öyle bulmazlar."
İç çektim ve başımı salladım. "Pekala." Clarke kolundaki dikişleri açarken arkamı döndüm. Yapmak üzere olduğu şey için kendimi hazırladım. Eğer ikimiz de yaralarımızı tekrar açarsak bu çok şüpheli olurdu. Eğer bir kavgaya girmiş gibi görünürsek buradaki en inatçı iki kişi için daha az soru sorulurdu.
"Üzgünüm." diye mırıldandı Clarke.
"Sorun değil. Yap şunu."
Clarke omzumdan tuttu ve kafamı ranzaya çarptı. Kafamda bir ağrı patladı ama bu yeterli değildi. Beni yere attığında ağlamamaya çalıştım ve yaralı elimdeki bandajı söktüm. Kan parmaklarımın ucuna kadar akıyordu, sıcak ve yapışkan. Bir kez daha, Clarke yüzüme tekme attı ve kan ağzımı doldurdu. Sonunda bilincimi kaybetmeye başladım ve bayılmadan önce gördüğüm son şey Clarke'ın yanıma çökmesiydi.
Ne kadar sonra olduğundan emin değildim ama sonunda uyandığımda Clarke rahat bir nefes aldı. "Belki sana biraz fazla yüklenmiş olabilirim."
Yüzümdeki ve ellerimdeki donuk acıyı görmezden gelmeye çalışarak kıkırdadım. "Ah, asla yüklenmedin."
Gülümsedi ve bana yardım etti. İkimiz de sarı tıbbi önlük giymiştik. Beni kaldırmadan önce bir kez daha özür dileyerek bana baktı. Langston'ı omuzlarından tutup salladı, ona soru sormak için onu uyandırmaya çalıştı ama başka bir şey dikkatimi çekti. Kan tüpleri diyaliz inpilantına bağlıydı ve kan bir yere gidiyordu.
"Clarke." diye fısıldadım. "Bak."
Tavanı kaplayan büyük bir tüpe işaret ettim, buradaki herkesin kan damarı içeri giriyordu. Tüpü tedavi odasının sonuna kadar takip ettik, burada bir havalandırma deliği vardı. Clarke ve ben birbirimize baktık ve sonra omuz silktim. Eğer bu dağın sırlarını anlama şansımız varsa o zaman şimdiydi. Birlikte havalandırma kapağını çıkardık, mümkün olduğunca sessiz kalmaya çalıştık.
"Çıkmama yardım et." dedim sesimi alçaltarak. Clarke beni sürünmeye başladığım havalandırma deliğine kaldırdı. Arkamdan beni takip etti. Sonunda diğer uca ulaştığımda havalandırma kapağını ittim ve loş ışıklı bir taş odanın içine süründüm.
Odanın içinde ne olduğunu görünce yerimde dondum. İki dünyalı baş aşağı durmuş baygın halde makinelere bağlanmıştı. Damarlarına tüpler bağlanmıştı ve kanları tüplerden pompalanıyordu, Bunun Mount Weather'da yaşayanlar için "tedavileri" olarak kullanıldığını anlayabilmiştim. Tanrım, bu çok kötüydü.
Arkamızda birilerinin inlemesi odanın içinde yankılandı. Kalbim hızla çarptı, arkamı döndüm ve durumun daha da kötü olduğunu gördüm. Bu odada sayılamayacak kadar çok kafes vardı, her biri bir dünyalı ile doluydu. Yavaş yavaş kafeslere yürüdük. Ellerini bize uzatıyorlardı, acı ve korku inlemeleri ile yardım için yalvarıyorlardı. Gözlerim genişledi.
Clarke aniden önümde durdu. Dikkatini çeken şeyi görmek için döndüm ve onu hepimiz dropshipe girince içeriye atlayan dünyalıya bakarken buldum.
"Anya?"
Eğer o buradaysa ve kanı için kullanılıyorsa, bu insanların her şeyi yapabilecekleri anlamına geliyordu. Hiçbirimiz burada güvende değildik. Hiçbirimiz.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 2. Sezon 1. Bölüm - The 48
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 3.5k
İki gün olmuştu. En azından öyle düşünüyordum. Zaman algımı kaybetmiştim. Arada bir kapı açılır ve ben uyurken bir tabak yemek getirirlerdi. Can sıkıntısı aklımı kemiriyordu. Hırpalanmış kanepede bir kitap vardı. Ona dokunmamak için elimden geldiğince bekledim, bu insanlara güvenmiyordum. Ama can sıkıntım beni daha kötü hale getirdi ve kitabı aldım. Fahrenheit 451. Gerçekten eski bir kitaptı. Ark'ta bu kitap hakkında çok şey duymuştum. Görünüşe göre atalarım arasında çok popülerdi ve okuduğumda nedenini anlayabiliyordum. Kitaplar harikaydı. Ve ana karakterle biraz yakınlık hissediyordum. Ben de kültürümü korumak için her şeyi bırakırdım hem de hayatımın pahasına olsa da.
Bu kitabı beşinci kez okuduğumda artık dayanamıyordum. Can sıkıntısı, hayal kırıklığı ve arkadaşlarım için endişe ile kitabı kapıya attım. Kendimi daha iyi hissettirmesini umarak bir çığlık attım. Kanepeden yuvarlandım ve güvenlik kamerasına doğru döndüm. Beni duyup duymadıklarından emin değildim ama umurumda değildi.
"Hey!" diye bağırdım, kanım öfkeyle kaynıyordu. "Hey pislikler! Benden ne istiyorsunuz? Arkadaşlarım nerede?"
Tabii ki kimse cevap vermedi. Sadece söylemek istediğim şeyi söylemek için kapıya vurdum ama hiçbir şey olmadı. Pencereden dışarı baktığımda korku kemiklerime sızdı. Odamın karşısındaki kapı açıktı ve birisi içerideydi, beyaz tulum giyen biri odayı temizliyordu. Gözlerim genişledi ve aklıma korkunç düşünceler geldi.
"Hey!" Kapıya vurdum, çığlık attım. O kişi beni duymamış gibiydi. "Hey! Jasper nerede? Ona ne yaptın?"
Arkasını dönmedi bile. Camı kıracak bir şey aramak için etrafa baktım. Gözlerim bağlı olduğum serum standına takıldı. Homurdandım, fikrin aptallığını kabul ettim ve serum standının demir sopalı ucunu alıp kapımdaki camı kırdım. Cam paramparça oldu. Kırıklar her yere dağıldı. Elimden geldiğince keskin kenarları temizlemeye çalıştım. Uzandım ve dışarıdan kolu ittirdim, sonra kapıyı açtım.
Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Jasper'ın odasında ne olduğuna baktım. Kapının kapalı olduğunu gördüm, adam gitmişti. Sadece güvende olmak için oldukça büyük bir cam parçası aldım ve elimde sıkıca tuttum. Adrenalin, beyaz odadan yavaşça gri koridorun içine adım attığımda damarlarımda aktı. Çıplak ayaklarımın altındaki soğuk taşın dokunuşuyla hafifçe titredim. Koridorun sağına ve soluna baktığımda rahat bir nefes aldım. Parmak uçlarımdan yere damla damla kan aktı ama umurumda değildi. Sadece camı daha sıkı tuttum, avucumdaki batma hissini görmezden geldim.
Köşeyi dönerken kendimi başka bir işçiyle yüz yüze buldum, belki de Jasper'ın odasında gördüğüm kişiydi. Bir an birbirimize baktık ve sonra harekete geçtim. Arkadaşlarım için korku ve endişeyi görmezden gelip ona doğru koştum ve kafasındaki kask türü şeyi çıkardım. Korku gözlerini doldurdu ve durmam için yalvarmaya başladı. Onu duvara ittim ve boğazına camı bastırdım. Avucumun içine daha fazla kan döküldü.
Çok fazla kan vardı, çok fazla. Kesik derinleşiyordu ama umurumda değildi.
"Arkadaşlarım nerede?" Korkmuş halini görünce içimde artan suçluluğu görmezden gelerek bağırdım. O sadece bir çocuktu, benden büyük değildi, ama bu onun düşman olmadığı anlamına gelmiyordu. Aynı Murphy gibiydi. Bu insanlar da öyle olabilirdi.
Çocuk sızlandı ve giysisinin cebinden bir kart çıkardı. Ondan önce kartı kaptım ve camı boynuna bastırdım. Temizlik arabasını aramaya başladım ve bir paspas gördüm. Ondan uzaklaştım ve paspası tuttum, elimden geldiğince kuvvetle kafasına vurdum ve bayılarak yere yığıldı. Ağır nefes alarak paspası yere attım ve tekrar cam parçamı aldım. Daha çok kırmızılaşmıştı.
Asansör gibi görünen bir şeye rastlayana kadar koridorda koştum. Asansörün önüne gelip kartı okuttum. Açılmasını beklerken başka bir varoluş uçağındaymışım gibi hissettim. Sonunda açıldığında hangi kata gideceğimi ya da hangi katta olduğumu bilmiyordum. Öylesine bir düğmeye bastım. Asansör yükselmeye başladı. Öfkemden dolayı cam parçasına daha sıkı sarıldım, o kadar sıkıydı ki avucumda ve bileğimde resmen bir acı patlaması yaşanıyordu. Gergin bir acı çığlığı attım ve camı yere düşürdüm.
Elimdeki derin yaradan kan döküldü, bileğime kadar uzandı. Çok fazla kan vardı. Kapılar açıldı ve orada duran silahlı birkaç gardiyan gördüm, benim için hazır duruyorlardı. Kollarımı tuttuklarında onlarla savaşmaya çalıştım ama çok fazlaydılar. İçlerinden biri silahının sapını kaldırıp kafama vurdu ve sonra her şey karardı.
.𖥔 ݁ ˖
Uyandığımda beklediğim gibi odamda değildim. Aynı derecede aydınlık bir odadaydım, birkaç boş yatakla çevrili bir yatakta oturuyordum. Yanımda tanıdık bir yüz vardı.
"Clarke?" Derin bir nefes aldım. "Clarke!"
Neredeyse gözyaşlarına boğuluyordum. Elimdeki donuk bir ağrı dikkatimi ondan uzaklaştırdı. Elimin etrafına sıkıca sarılmış bir bez vardı. Bileklerimin yatağın kenarına bağlanmış olmasından bahsetmiyorum bile, Clarke da aynıydı.
Kahretsin, prenses. Bellamy'nin sesi kafamda yankılandı. Öfkeni kontrol altında tut.
Birkaç kez gözümü kırptım. Tabii ki kederim Bellamy'yi iç sesim olarak gösteriyordu. Vicdan, daha azı değil. İronik. O olsa bu fikre gülerdi. Clarke'a dönmeden önce kendime gülümsedim. Kan, beyaz tişörtünün üstünü kaplamıştı. Sanırım onun da benim kadar başı belaya girmişti.
"Y/N! Tanrıya şükür iyisin!" dedi.
"Neler oluyor?" Sesimi düşük tutarak sordum.
Başını iki yana salladı. "Bilmiyorum. Bu yere ya da bu insanlara güvenmiyorum."
"Ben de öyle."
Tam o sırada büyük odanın kapısı açıldı ve doktorlar ve gardiyanlar tarafından etrafı sarılmış takım elbise giyen yaşlı bir adam ve bizle yaşıt gibi görünen iki kişi yanımıza geldi. Birisi koridorda dövüştüğüm çocuktu. Yer değiştirdim, kendimi Clarke'ın önünde olabildiğince koruyucu bir duruşa soktum. O bizim liderimiz olabilirdi ama ben bir savaşçıydım ve ona hiçbir şey olmadığından emin olacaktım.
"Merhaba, Y/N, Clarke." yaşlı adam bizi karşıladı, yüzünde nazik bir gülümseme vardı. "Yaralarınız nasıl?"
Birbirimize baktık. Bu insanlar isimlerimizi nereden biliyordu? İkimiz de konuşmadık.
Beyaz paltolu koyu saçlı bir kadın yanımızdan geçerken "Çok fazla konuşma meraklısı değiller, değil mi?" dedi. Ona olabildiğince keskin bir bakış attım.
Yaşlı adam "Şüphesiz vahşilerden alınan bir beceri." dedi.
Dünyalılardan bahsettiğini anlamıştım. Tam önümüzde durdular ve onlara karşı biraz mücadele ettim ama onlardan kaçmanın bir faydası olmadığını fark ettiğimde vazgeçtim.
"Sorun yok." diye devam etti adam ve bize hoşnutsuzluk ile bakan iki çocuğa işaret etti. "Önce Maya ve Jason'ın söylemek istedikleri bir şey var."
Önce Maya adlı kız konuştu, Clarke'a dönüp ajitasyon yapar gibi konuşuyordu. "Karantinadan alınacak bir sonraki kişi sendin. On dakika daha bekleseydin-" Yaşlı adam boğazını temizledi ve Maya iç çekti. "Suçlamada bulunmuyorum."
"Ben de bulunmuyorum." dedi Jason bana bakarak. Ona gözlerimi devirdim. Bu insanlardan bazılarını korkutacak kadar heybetli olduğumu bilmek güzeldi. Bu da muhtemelen buradan zorla çıkabileceğim anlamına geliyordu.
"Teşekkürler Maya, Jason." dedi yaşlı adam. "Şimdi tedavilerinizi olabilirsiniz."
Doktor olduğunu düşündüğüm koyu saçlı kadın onları yan yana iki yatağa yönlendirdi.
Yaşlı adam bize geri döndü. "Onları bağlamanıza gerek yok." dedi usulca.
"Emredersiniz, Bay Başkan." İki gardiyan benim ve Clarke'ın kelepçelerini bileklerimizden çıkardı. Yavaşça bileğimi ovuşturdum.
"Dante Wallace." Adam kendini tanıttı ve elini önce bana uzattı, elini tutup sallamadım, sonra Clarke'a uzattı. Clarke adamın elini tuttu ve parmaklarındaki siyah izlere baktı. Adam "Yağlı boya. Doğru, sen de bir sanatçısın." dedi.
Clarke ayağa kalktı ve adamın gözlerinin içine baktı. "Bunu sana kim söyledi?"
Ben de ayağa kalktım ve Clarke'a yaklaştım, onun önünde hafifçe durdum. Onu korumak kaybettiğim herkesi telafi edebilirdi. En azından böyle hissediyordum.
"Halkın söyledi. Onların lideri olduğunu da söyledi." Sonra bana döndü. "Ve sen de iyi hikaye anlatan bir avcıymışsın."
Ona baktım. Belki diğer arkadaşlarımız iyiydi. Bu, bu insanlara güvendiğim anlamına gelmiyordu, ama eğer arkadaşlarım yaşıyorsa o zaman biraz rahatlayabilirdim.
Clarke "Saatim nerede?" diye sordu ve hemen elim Bellamy'nin yüzüğümü taktığı parmağıma uzandı.
"Ve benim yüzüğüm?"
"Üzgünüm." dedi Wallace. "Ama Mount Weather'ın içinde kirli eşyalara izin veremeyiz. Riske giremezdik. Protokolümüz çok katı. Güvenlik duygusallıktan önce gelir."
Parmaklarımı sağ elimdeki ağırıyı görmezden gelerek yumruk haline getirdim. Bellamy ile ilgili sahip olduğum son şeyi sıkı bir protokole sahip oldukları için mi almışlardı? Bu insanların hayatını cehenneme çevirecektim. Başkanın yanından geçip hastane yataklarındaki iki çocuğa baktım. Kan, berrak tüplerden göğüslerine iniyordu ve tekrar dışarı çıkıyordu.
"Kaçımızı yakaladınız?" diye sordu Clarke.
"İkiniz de dahil olmak üzere kırk sekiz." diye yanıtladı Wallace. "Ama her şeyi yanlış anladınız. Siz mahkum değilsiniz. Biz sizi kurtardık."
"Bu durumda," dedim, güvensizlik ve öfke içindeydim. "buradan ayrılmamızın bir sakıncası olmaz."
Clarke başını sallayarak onayladı. "Burada kırk sekiz kişiysek, hala dışarıda daha fazla insanımız var demektir!"
Wallace "Adamlarım bulabildikleri herkesi getirdiler." dedi.
"Peki ya Ark?" Karşılık verdim. "Dünya'ya indiğini-"
"Gördük. Yüz kilometre üzerinde birden fazla kaza yeri vardı. Hayatta kalanlar varsa, onları da getireceğiz." dedi Wallace. "Size söz veriyorum."
Clarke "Halkımızı görmek istiyoruz." dedi.
"Eminim istiyorsunuzdur. Ben olsam ben de isterdim." Wallace bir gardırop getirdi ve ikimizden önce kapağını açtı. "Giyinin, sonra akşam yemeği için bize katılabilirsiniz."
Adam uzaklaşınca Clarke ve ben isteksizce kıyafetlere baktık. Ben dropshipin etrafındaki hayatı hatırlatan şeyleri aldım. İkimiz de aynı fikirle yüksek topuklu bir ayakkabı aldık, topuklarını kırdık ve her ihtimale karşı kollarımızdan kıyafetin içine soktuk. Birbirimize gergin, endişeli bir bakış atarak tıbbi odadan çıktık.
Gözlerimi iyileşme sürecini merak ederek iki hasta üzerinde gezdirdim. Rahatsız edici bir his beni aştı. Burada bir şeyler doğru değildi. Ve ne olduğunu öğrenecektim.
Başkan Wallace'ı, parıldayan floresan ışıklarla aydınlatılan bir dizi iç karartıcı, gri koridorda takip ettik. Geçtiğimiz oda inanılmaz derecede gürültülüydi, o kadar gürültülüydü ki kendimi zar zor duyabiliyordum. Görünüşe göre bu sesler tatlı su ve iyi yemek sağlamak için kendi su rezervlerinin sistemlerinin sesiydi. Bu insanlar gerçekten her şeyi çözmüşlerdi. Sırlarını çözmenin zor olacağını düşündüm.
"Anlamıyorum." dedi Clarke, Wallace nasıl yaşadıklarını açıklamayı bitirdikten sonra. "Dünyadasınız. Hayatta kalınabileceğini biliyorsunuz. Neden burada kalıyorsunuz?"
"Bizim için hayatta kalınamaz."
Clarke "Dünyalılar başarmış gibi görünüyor." dedi.
"Doğal seleksiyon. Radyasyondan kurtulamayan dünyalılar hayatta kalamadı. Kurtulanlar dna'larını aktararak hayata devam etti. İyi ya da kötü böyle bir süreçten geçtik."
Ben olsam tüm hayatımı atalarımızın yürüdüğü topraklara çok yakın bir dağın içinde geçirmek zorunda kalmaktan nefret ederdim. En azından uzayda, toprağa dokunmayı hayal etmek için çok uzaktaydık. Rüya gibiydi.
Clarke "Biz de öyleydik." dedi. "Yeryüzünde hayatta kaldık... güneş radyasyonu sayesinde."
"Çok iyi." dedi Wallace. "Dna'nız dünyalılar ile aynı şekilde çalışmış. Sadece uzaydaki radyasyon seviyesi daha da yüksek olduğu için radyasyonu metabolize etme yeteneğiniz daha da güçlü."
Mantıklıydı. Ama bunu söylemesi hoşuma gitmemişti. Buradaki herkes için çok karanlık bir şey vardı.
"Doğruyu söylemek gerekirse," diye devam etti Wallace. "bilim adamlarımız vücut sistemlerinizin verimliliğine hayran oldu. O olmasaydı arkadaşların hala karantinada olurdu."
Başka bir asansörün önünde durduk. İstemeyerek de olsa asansörün içine girdik ve iki nöbetçi arkamızdan asansöre girdi. Kapılar kapanırken Wallace kapıyı eliyle durdurdu. İkimize de baktı, yüzünde küçük bir gülümseme vardı.
"İlk olarak, bana topukları verin."
Clarke topuğunu kolundan çıkardı. Ben o kadar kolay pes etmeyecektim. Ağzımı kapalı tuttum ve anlamıyormuş gibi davrandım. Ama Wallace bana bakmaya devam etti ve sonunda Clarke omzumu dürttü. Ofladım ve adama kırık topuğu uzattım.
"Artık hayatın için savaşmıyorsun Y/N." dedi topuğu alırken. "Başardınız. Mounth Weather'a hoşgeldiniz."
Gülümsedi ve asansör kapıları kapanırken ona dik dik baktım. Belki rahatlayabilirdim. Belki bu insanlara güvenebilirdim. Ama emin olana kadar mücadele etmeyi bırakmayacaktım. Her zaman kendim için, arkadaşlarım için savaşmıştım.
Beşinci kata geldik. Asansörden çıkarken bir kadının sesi yankılandı. Bizi çevreleyen iki adam bizi bir kadının bir şeyler açıkladığı bir grup insanın yanına götürdü.
"Broşürünüz Mount Weather hakkında bilmeniz gereken her şeyi içeriyor." diyordu. "Söz veriyorum, ilk sayfadaki harita göründüğü kadar kafa karıştırıcı değil."
Clarke ve ben tereddütle bu bir grup insana doğru adım attık.
"Karantina da dahil olmak üzere sağlık tesisimize ev sahipliği yapan üçüncü seviyeden geldiniz-"
"Y/N! Clarke!" Tanıdık bir ses bize seslendi. Monty kalabalığı yardı ve kollarıma koştu. Yüzüme bir gülümseme yayıldı ve ona sıkıca sarıldım, onların iyi olduğunu görmek beni inanılmaz derecede rahatmıştı. Jasper onun arkasından geldi ve ona da sıkıca sarıldım. Gözümden birkaç mutluluk gözyaşı aktı ve hemen onları sildim. Onlarla kucaklaştıktan sonra "Bellamy?" dedim.
Jasper'ın gülümsemesi düştü. "Y/N... o uh, başaramadı. Finn de öyle."
Bakışlarımı yere çevirdim ama Clarke omzuma rahatlatıcı şekilde elini koydu. "Bunu henüz bilmiyoruz. Peki ya Raven?"
Cevap vermediler. O da burada değildi. Muhtemelen ölmüştü. Ama bunu düşünmemeye çalıştım.
"Hoş geldiniz Clarke ve Y/N." Daha demin konuşan kadın bize yaklaştı ve her birimize küçük kataloğa benzer bir kitap verdi. "Herhangi bir sorunuz varsa, ben Keenan."
Clarke ona küçük bir gülümseme verdi ama ben bu kadar medeni olmak için içimde bir his bulamadım. Sadece broşürü sıkıca tuttum ve kadının uzaklaşmasını izledim.
İlk sayfada dağın bir haritası vardı. Dağın tepesine yakın altı kat vardı. Ne kadar uzun süre baktıysam o kadar bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmeye başlamıştım. Clarke ile birbirimize baktık ve benimle aynı şeyi düşündüğünü anladım. Bu, çıkışı olmayan bir haritaydı.
Midem gurulduyordu. Monty ve Jasper'ın yanına oturdum. Her zaman olduğu gibi şakalaşıyorlardı, aptal gülümsemeleri beni neşelendiriyordu.
"Hey!" Onları selamladım. "Naber?"
"Oh, Y/N." dedi Monty. "Çikolatalı pastayı denemelisin. Çok iyi."
Jasper Monty'e bir bakış attı. "Bu iş daha yeni başlıyor."
Gülümsedim ve bir parça almak için bir çatal aldım. Her ne kadar mücadeleye devam etmek isteyen bir parçam, bu insanlara güvenmemem, yiyeceklerini yememem için bana bağırsa da midemdeki açlık ve bir kez olsun huzur içinde hissetme arzusu tarafından reddedildi.
Pastayı yediğimde gözlerimi kapadım. "Siktir, bu çok iyi." Hayatımda hiç bu kadar lezzetli pasta yememiştim. Monty ve Jasper bana güldü.
Sonra Jasper'a bir bakış attım. "Hey Jasper, o turtayı da paylaşmak ister misin?"
Jasper başını salladı. "Oh hayır, hayır."
Çatalımı salladım ve turtasından almaya çalıştım. Jasper ayağa kalktı ve bir parça almak için her ona uzandığımda tabağı benden uzaklaştırdı. Tüm endişelerime rağmen, bu insanlardan ve bu dağdan aldığım kötü duyguya rağmen, kendimden zevk alıyordum, saf bir neşe anı yaşıyordum.
"Oturun ve beni gördüğünüze sevinmiş gibi davranın." dedi Clarke, yüzünde ciddi bir ifade vardı, kaşları çatıktı. Gülüşüm düştü ve hepimiz yerimize oturduk.
"Seni gördüğümüze zaten sevindik." diye yanıtladı Monty ve ben de başımı salladım, Jasper'ın turtasından biraz çalma şansını yakaladım. Jasper nefes verdi ve bana bakıp gözlerini kıstı. Yemeğinden ne kadar zevk aldığımı göstermek için abartılı bir yüz yaptım ve ona sırıttım. "Clarke, kesinlikle Jasper'ın turtasından almalısın." diye teklif ettim, ona baktım ve Jasper bana alaycı bir şekilde baktı. "Paylaşmayı çok sever."
Clarke başını salladı. "Ben onların yemeklerini yemiyorum."
Gülümsememi düşürdüm ve tabağa koymadan önce çatalımı yaladım. Clarke broşürü çıkardı ve haritayı açtı.
"Bakın. Bize çıkışı olmayan bir harita verdiler."
"Evet, ben de fark ettim." dedim.
Clarke beni görmezden geldi. Jasper ve Monty'ye döndü. "Bana gördüğünüz her şeyi anlatın. Her odayı, her koridoru. Her çıkış yolunu."
"Çıkış yolu?" Jasper alay etti. "Etrafına bak Clarke. Burada bizi avlayan kimse yok. Hayatımızda ilk defa aç değiliz. Neden gitmek isteyesin ki?"
Kabul ediyordum. Ama sonra Bellamy'nin yüzü yine aklımdan geçti. Muhtemelen ölmüştü. Bu sert bir gerçekti. Ama hala umudum vardı. Umarım hala dışarıdaydı, halkımızın çoğu hala oradaydı ve eğer burada kalırsak onları bir daha asla göremezdik. Bu düşünceye dayanamadım.
"Çünkü orada yardımımıza ihtiyacı olan arkadaşlarımız var!" Clarke karşı çıktı.
Monty "Hayatta kalanları arıyorlar." dedi. "Ve onları bulmak için bizden daha çok donanımlılar."
Yine de bu dağ insanları hakkında içimde kötü bir his vardı. Tüm bu sıcaklığın ve misafirperverliğin arkasında beni bir şekilde şüphelendiren bir şey vardı.
"Burası gerçek olamayacak kadar iyi." diye mırıldandı Clarke.
"Beni sinirlendiriyorsunuz." diye iç çekti Jasper. "Gidip biraz daha pasta alacağım."
Jasper gitti ve Clarke kısa bir süre sonra beni Monty ile yalnız bıraktı.
"Clarke'a katılıyorum." dedim, masadaki sepetten bir dilim ekmek kaptım. "Burada yanlış bir şeyler var."
Monty içini çekti ve pastasının geri kalanını bitirdi. "Siz her zaman saldırgansınız. Belki de sen haklısın. Ama şimdilik tadını çıkarmaya çalış."
"Deniyorum Monty. Gerçekten deniyorum." Ona sarıldım. "Sana sonsuza kadar ne hissedersen hisset iyimser ol demiştim çünkü buna ihtiyacımız var. Hala öyle. Clarke'la beni dengeleyin."
Güldü. Gözümün köşesinde Clarke'ın yemek odasından çıktığını gördüm, elinde bir şey vardı. Yüzünde bir şeylerin peşinde olduğuna dair bir ifade vardı. Yalnız başına bir şey yapması için onu bırakmak gibi bir niyetim yoktu. Kafeteryanın hemen dışında onu yakaladım.
"Pekala nereye gidiyoruz?" dedim.
Clarke bana baktı ve Maya'nın anahtar kartını gösterdi. "Dışarı çıkıyoruz."
Başımı salladım. Kaçabilir ve diğerlerini çıkarmak için takviye kuvvet getirebilirdik.
Kendini öldürteceksin, Bellamy'nin sesi kafamda yankılandı.
Bunu görmezden geldim. Başka bir koridoru yarılamışken alarmlar çalmaya başladı. "Alarm, beşinci kod." Koridorda bir kadının sesi yankılandı. Clarke ve ben birbirimize baktık.
"Mahkum değil, ha?" dedi. Onu takip ettim ve gardiyanlar bizi her yönden kovalarken kendimi daha hızlı koşmaya zorladım. Ayaklarımız beton zemine çarparken tek çıkışımızın kapalı bir kapı olduğu çıkmaza girdik. Kartın kapıyı açmak için çalışmasına dua ettim ve neyse ki çalışmıştı. İçeri girdikten sonra kapıyı kapattık ve ben de kabloları çektim, böylece bizi takip edemezdiler.
"Güzel." dedi Clarke, merdivenlerden çıkmadan önce bana gülümsedi. Bir nefes aldım ve ondan sonra merdivenlerden yukarı çıktım. Çılgınca etrafa baktım ve büyük bir mühürlü kapı gördüm. Tereddüt etmeden kapıya koştuk ve açmaya çalıştık. Birlikte kapıyı kilitli tutan tekerleği çevirdik. Kaslarım çok ağrıdı ama tatmin edici bir tık sesi duyana kadar durmadım. Başımı salladım ve Clarke kolu sıkıca kavradı, aşağı çekmeye ve kapıyı açmaya hazırdı.
"Clarke, hayır!"
Jasper ve Maya asansörden çıktılar ve tam önümüzde durdular. Jasper kolunu uzattı, sanki vahşi bir hayvana yaklaşıyormuş gibiydi. Jasper "Bu kolu çekerseniz, burada yaşayan insanlar ölecek." dedi. "Küçük bir radyasyon bile onları öldürür."
En iyi seçeneğin ne olduğunu anlamaya çalışırken nefes nefese kaldım. Bize bu kadar nazik davranan bütün bir nüfusu öldürürsem kendimle yaşayabilir miydim? Belki. Belki beni Bellamy'ye geri götürürse. Ama hala hayatta olduğundan bile emin değildim. Clarke ile birbirimize gergin bir şekilde baktık.
Maya yanımıza geri döndü ve bir silahla Clarke'a nişan aldı. Clarke'ın önüne adım attım, ona sert sert bakıyordum.
Maya "Kendini vurdurtma." dedi.
"Bekle, bekle." Jasper, Maya'nın silahının namlusunun önüne adım attı ve sonra bana ve Clarke'a döndü. Kenara çekildim. Jasper "Çocuklar, bunu yapmayın." dedi.
"Onlara inanmıyorum." dedim, sesim titriyordu. Bellamy'yi özlediğim için mi yoksa burada öleceğimden korktuğum için mi yoksa duygularımın beni daha kötü hale getirdiğinden kafam çok karıştığı için mi bilmiyordum. Jasper gözlerinde kederle bana baktı. Bu beni biraz sakinleştirdi, onu dinlemeye yetecek kadar.
"Neden yalan söylesinler ki?"
Gerçekten bilmiyordum. Ama bir şeyler olmalıydı. Bir şey hakkında yalan söylemiş olmalıydılar.
"Beni dinle." diye devam etti Jasper. "Burada güvendeyiz. İkiniz sayesinde güvendeyiz."
"Hepimiz değiliz." diye cevap verdim, gözyaşlarımı tutmaya çalıştım. Tek düşünebildiğim Bellamy'ydi.
Jasper "Roketleri ateşleyen kişi bendim." dedi, sanki hissettiğim öfke ve yasları hafifletmeye çalışıyormuş gibi. "Bunu yapmamalı mıydım? Clarke, o kolu çektiğinde hayat kurtardın. Bunu çekerek can alma."
Clarke'a döndüm ve hissettiğim aynı öfkeye sahip olduğunu gördüm. O anda Jasper'ın haklı olabileceğini düşündüm. Belki de bütün bir medeniyeti öldürmek bunun için doğru yol değildi. Clarke yavaşça kolu serbest bıraktı.
"Oradalar!" Gardiyanlar koridorda koştu, Maya ve Jasper'ı bize doğru itti. "Eller yukarı!"
Gardiyanlar kollarımı tuttu ve arkama döndürdü, kabaca beni yere itti. Bileklerime kelepçe taktıkları için gözyaşlarıma engel olamadım. Gerçekten batırmıştım. Bellamy'nin gurur duyup duymayacağından emin değildim.
Eğer kendini öldürürsen seninle gurur duymam, Bellamy'nin sesi aklımda yankılandı. Bu muhtemelen doğruydu.
Clarke ve ben sessizce yürüdük, bizi başkanın ofisine götürürken gardiyanlar tarafından kuşatılmıştık. Kelepçelerin soğuk metali yarama sürtünürken titrememeye çalıştım. Başkanın ofisinde yumuşak bir opera müziği çalıyordu. Wallace bir tuval üzerine resim yapıyordu ve aslında oldukça etkileyiciydi. Güzel ağaçlar, çimenler, gökyüzü. Resme bakmak beni indiğimiz ilk güne kadar geri götürdü, hayatımda ilk kez taze, tatlı havayı soluduğumda hissettiğim şaşkınlık gibiydi.
"Kelepçeleri çıkarın." diye emretti Wallace, sanat eserine odaklanarak. Gardiyanlar bileklerimizi bağlayan kelepçelerin kilidini açtı. Bakışlarımı resmin üzerinde tuttum, bileklerimi ovuşturdum.
"İstersen orada boş bir tuval var." dedi Wallace, soluna işaret ederek. "Ve orada oldukça güzel bir günlük var, eğer yazmak istiyorsan, Y/N."
Bakışlarımın işaret ettiği yere gitmesine izin verdim ve kendimi altın süslemelerle işlenmiş deri kaplı bir deftere bakarken buldum. Sözlerimi o defterin sayfalarına yazmak için can atıyordum. Bana annemin bana verdiği defteri hatırlatmıştı ve Clarke kadar sabırlı kalmak için kendimle savaşıyordum.
Clarke, bir süre garip bir sessizlikten sonra "Ben de dünyayı çizerdim." dedi.
"Bu sadece dünya değil. Bu bir anı." diye yanıtladı Wallace. Başımı defterden başkana doğru çevirdim. Yani bir zamanlar dışarıdaydı. Bu insanlardan şüphelenmekte haklıydım.
"Sen dışarıdaydın." dedi Clarke.
"Evet. Elli altı yıl önce beş dakikalığına. Yabancılar dediğimiz şeyin ilki ortaya çıktığında yedi yaşındaydım. Ondan önce, bizden başka canlının olmadığını düşünüyorduk. Şaşkınlığımızı hayal edin."
"Hayal etmemize gerek yok." diye mırıldandım. Zaten aynı şeyi biz de yaşamıştık.
"Ah, o konuşabiliyor." Wallace döndü ve bana küçük bir gülümseme verdi. Gözlerimi devirdim ve daha fazla bir şey söylemedim, bu yüzden konuşmasına devam etti. "Babam, o zamanlar bu onun ofisiydi, dünyanın tekrar hayatta kalınabileceğine inanıyordu. Ve böylece kapıları açtı. Bir hafta içinde, elli dört kişi radyasyona maruz kalmaktan öldü, aralarında annem ve kız kardeşim de vardı."
Elbette kötü hissetmiştim ama yine de onlara güvenmedim. Bu adamın söylediği her şeyin ona ya da bu dağa güvenmemi sağlayacağından şüpheliydim. Wallace bize döndü ve paletini indirdi. "Kayıp, acı, pişmanlık. Zaman bu şeyleri kolaylaştırır. Ama gerçekten gittiği tek zaman resim yaptığım zamandır."
Yazarken ya da hikayeler anlattığımda tam olarak bunu hissediyordum.
Clarke "Bizi buraya resim hakkında konuşmak için getirmediniz." dedi. "Değil mi?"
"Kötü bir haberim var maalesef."
Gözlerimi devirmekten kaçınmak zorunda kaldım. Senden daha azını beklemezdim zaten.
"Devriyelerimiz bölgeyi taradı ve hayatta kalanlardan hiçbir iz bulamadı. Ne sizin kampınızdan ne de Ark'tan."
Kalbime bir şey batmış gibi hissettim. Söylediği sözlere güvenmiyordum ama hissettiğim melankoliye yardım edemedim. Bellamy temelli gitmiş olabilirdi. Ve Raven. Ve babam. Herkes.
"Nasıl emin olabilirler?" diye sordu Clarke.
Wallace omuz silkti. "Olamazlar, aramaya devam etmelerini emrettim-"
"Kendi gözlerimle görmeliyim." diye sözünü kestim. Belki de haklıydı. Belki de yanılıyordu. Hangisi olduğunu ben belirlemeliydim.
"Buna izin veremem. Bunu senin iyiliğin için yapıyorum. Dışarısı güvenli değil."
"Radyasyon bizi etkilemiyor." Sesimin yükselmesini engellemeye çalışarak karşı çıktım.
Wallace "Endişelendiğim şey radyasyon değil." dedi. "Yas tutmak için zamana ihtiyacın var. Bu adamlar size odanızı gösterecek."
"Ve eğer buradan ayrılmaya çalışırsak?" Clarke meydan okudu. Onunla birlikte durduğumu göstermek için ona yaklaştım.
"Lütfen ikiniz de beni sınamayın."
Gardiyanların bizi ofisten çıkarmasına izin vermeden önce Wallace'a sert sert baktım.
Odamız ranzalarla dolu kırk sekizimiz tarafından paylaşılacak büyük bir odaydı. Clarke ve ben bir tane ranzayı paylaşıyorduk. O üst katı alırken ben de alt katı aldım.
Bir süre etrafta dolaşan, kitap okuyan ya da birbirleriyle şakalaşanlara baktım. Gülümsedim. Yatağa çöktüm, yüzümü yastığa gömdüm, neredeyse bunun için minnettar olduğum için kendimi lanetledim. Dünyaya geldiğimden beri uygun bir yatakta ya da uygun bir yastık ve battaniyeyle uyumamıştım. Belki de çok paranoyak davranıyordum.
Seni hayatta tutmak için her şeyi yaparım, Bellamy'nin sesi aklımda mırıldandı.
"Peki ya huzur?" Kendime fısıldadım, arkadaşlarıma baktım, eğleniyordum. "Huzur içinde olamaz mıyım?"
İç sesim sessiz kaldı. İç çektim, geri döndüm ve uykuya dalmadan önce Clarke'ın yatağına doğru baktım.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes
Text


Bellamy Blake x Okuyucu
masterlist
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >
꒰ ୨୧ ꒱ ⸝⸝ 1. Sezon 13. Bölüm - We Are Grounders II
﹒ ⊹ ⤷ kelime sayacı: 2.1k
Her şey sessizdi, çok sessiz. Rüzgar yaprakları hışırdatmıyordu bile. Hiçbir ses yoktu. Hava bile kalın, boğucuydu. Deniz kenarındaki gizemli bir köyü bulmak için kampımızdan ayrılırken bizim peşimizde olan bir dünyalı ordusu vardı. Savunmasız değildim ama Murphy'nin yaşattıkları bana ağır gelmişti. Bellamy'ye baktım. Arkamda yürüyordu, silahı sıkıca elinde tutuyordu. Yüzü konsantrasyon ile doluydu ama kaşları arasındaki kırışıklıkta ve çenesinin sıkılığında korku vardı. O da bana baktı. Gülümsedim, şu anda yapabileceğim en iyi şeydi. O da bana gülümsedi.
Aniden durduk. Etrafa baktım, neden durduğumuza dair bir işaret aradım ama hiçbir şey göremedim.
"Neden duruyoruz?" diye sordu Raven zayıf bir şekilde. Doğaçlama bir sedyede yatıyordu, yarası yürüyemeyecek kadar ciddiydi.
"Bilmiyorum." diye cevapladı Finn.
Grubun başından çığlıklar yankılandı. Jasper "Dünyalılar!" diye bağırmaya başladı. Bir ok aldım ve ön tarafa doğru ilerledim. Drew yüzünde kötü görünümlü bir bıçakla yerde ölü olarak yatıyordu. Bellamy de bana katıldı ve ikimiz de ormana baktık, düşmanı tespit etmeye çalıştık.
"Hiçbir şey göremiyorum." Ağaçlara bakarak fısıldadım.
"Ben de öyle. Kahretsin. Herkes kampa geri dönsün!"
Gittiğimiz hızla dropshipe geri dönmemiz uzun sürmedi. İçeri girdik, korkmuş, çığlık atan gençlerden oluşan bir kalabalık vardı ve duvarın üzerinden görebilmem için platforma tırmandım. Bellamy ve Clarke zaten oradaydılar, karanlık ormana gözlerini kısarak bakıyorlardı.
Bellamy "Neredeler?" dedi. "Neden saldırmıyorlar?"
Clarke'ın gözleri genişledi. "Çünkü tam olarak yapmamızı istedikleri şeyi yapıyoruz."
"Ne demeye çalışıyorsun?"
Bellamy'nin sorusunu görmezden gelerek ona yerden bakan Finn'e döndü. Finn'in elleri Raven'ın kanına bulanmıştı. Raven bunu hak etmiyordu.
Clarke "Lincoln gözcülerin ilk gelenler olacağını söyledi." dedi.
"Eğer sadece gözcülerse," diye yanıtladı Octavia "yolda onlarlar savaşabiliriz. Lincoln olsa böyle yapardı."
"Artık dünyalıların dediklerini yapmıyoruz"
Bellamy kaşlarını çattı, aşağı atladı. "Denedik ve Drew öldü. Sıradaki sen olmak ister misin?"
"O dünyalı hayatımızı kurtardı!" dedi Finn. "Octavia ile aynı fikirdeyim. Tek bildiğimiz dışarıda bir gözcü olduğu."
"Ya da on iki tane!" dedim.
"Tabii ki iyi bir amaç ile." diye ekledi Jasper.
"Clarke, bunu hala yapabiliriz!" Octavia ısrar etti. Hepimiz Clarke'a baktık, kararı verecek kişinin o olacağını biliyorduk.
Bellamy "Seni bekliyorlar, Clarke." dedi. "Kaçıp açık alanda avlanmak mı istersin yoksa burada kalıp savaşmak mı?"
Clarke ormana baktı, elleri birbirine kenetlendi. Liderlik konusunda onu kıskanmıyordum. Eğer yanlış bir karar verirse hepimizin öleceğini bilerek onlarca insanın hayatını elinde tutmak korkunç bir sorumluluktu. Platformdan aşağı atladı.
"Clarke" Finn onu durdurdu. "Eğer Tristan buraya geldiğinde hala burada olursak-"
"Lincoln gözcüler dedi." diye sözünü kesti. "Yani birden fazla. Gözcüler gelmeden eve gidin dedi. Finn, onlar zaten buradalar." Sonra Bellamy'ye döndü. "İstediğin savaşı alacaksın gibi duruyor."
Bellamy başını salladı ve kalabalığa döndü. "Tamam o zaman. Biz zaten bunun için hazırlanıyorduk. Bizi öldürmeden önce onları öldürün. Atışçılar, yerlerinize. İçeri girip çıkmak için tünelleri kullanın. Bundan sonra kapı kapalı kalacak."
Grup dağıldı, her biri belirlenen pozisyonlara koştu. Çukurlarda atışçılar vardı ve diğerleri dropshipin içindeydi. Benim durumum biraz daha karmaşıktı. Ormanla ilgili sorun görüş alanımızın zayıf olmasıydı. Dünyalılar saldırdığında onlar yaklaşana kadar burada olduklarını bilemeyecektik.
Kendi cepheme gittim, duvarın hemen içindeki bir platformun üstüne tünedim. Silahım olmadığı için sadece ok ve yayım vardı, ölmemeyi umuyordum. Herkes, ben de dahil olmak üzere, o noktaya gelmek zorunda olmak istemiyordu.
"Y/N."
Bellamy'nin adımı söylediği gibi ona döndüm. "Evet?"
"Senin için bir şeyim var."
Sırıttım ve kaşımı kaldırdım.
Bellamy kıkırdadı. "Merak etme kulağının arkasından yaprak çıkarma şakamı yapmayacağım. Boş zamanlarımda üzerinde çalıştığım bir şey bu."
Cebinden küçük metal bir yüzük çıkardı. Hemen ne olduğunu anladım ama yine de emin değildim. Kalbim o kadar yüksek sesle çarpıyordu ki kendi düşüncelerimi zar zor duyabiliyordum, ona doğru yaklaştım.
"Ne yapıyorsun?" diye sordum, Bellamy elimi tuttu. Utançtan yanağım kızarmıştı ve ısınmıştı ama görmezden gelmeye çalıştım.
"Sana güvence veriyorum." diye yanıtladı, metal yüzüğü parmağıma taktı. "Bunu dropshipin bazı parçalarından yaptım ve sadece senin için üzerine özel bir yazı oydum." Parmaklarımı yüzüğün oyulmuş yazısının üzerinden geçirdim.
"Buluşacağız? Bu da ne demek oluyor?"
Bellamy sırıttı. "Çok fazla tekrar buluşalım diyorsun. Ben de sana söylüyorum, tekrar buluşacağız."
Gözlerimi devirdim ve şakacı bir şekilde alay ettim. "Oh, kes şunu. Bunu sadece iki kere söyledim. Ve o zamanlardan birinde sarhoştum. Diğerinde ise hastaydım."
"İki kere olması fazla demektir. Kendini toparlamak için inanca ihtiyacın yok ama yine de yardımcı olabilir."
Gülümsedim ve yüzüğü parmağımın etrafında döndürdüm. Bu bana derin bir rahatlık ve güven getirdi. Parmağımdaki yüzük bana Bellamy'nin bir parçası gibi hissettiriyordu.
"Teşekkür ederim, Bell." Bir an ona baktım, yanağından öptüm ve sonra ona sıkıca sarıldım. Kollarıyla beni sardı ve bunun sonsuza kadar devam etmesini diledim. Kendimi evde hissettim. Kokusunu, sıcaklığını, dokunuşunu ezberledim. Onun hakkındaki her şeyi. Eğer gitmesine izin verirsem bunun ona son sarılışım olabileceğini biliyordum. Ve bu düşünceden nefret etmiştim.
"Senin için her şeyi yaparım, prenses." diye mırıldandı Bellamy. "Her zaman tekrar buluşacağımızı unutma bu yüzden içindeki güvenini koru."
"Tekrar başlama." dedim.
"Bir pislik gibi davrandım."
Gülümsedim. "Öyle mi?"
Bellamy başını salladı ama hepsi bu kadardı. Savaşın eşiğinde nasıl bu kadar kaygısız olabileceğimizi bilmiyordum ama rahatlatıcıydı.
"Tamam." diye iç çektiğinde mutluluğum azaldı. Gerçeklik beni eziyordu. Ama yüzüğü tekrar parmağımda döndürdüm ve kendimi hayatta hissettim. "Görevine git, gözlerini açık tut ve Y/N... Hayatta kal."
"Bu bir tehdit mi, Blake?" diye takıldım.
"Hayatta kaldığından emin olmak için gereken buysa? Evet, bir tehdit."
Görevime giderken ona gülümsedim. Ciddi olmaya karar verip görev yerime atladım ve yayımda hazır bir ok tuttum. Ne zaman bir korku ya da şüphe duysam yüzüğü tekrar parmağımda döndürüyordum ve olumsuz duygular aklımdan çıktıyordu.
Tekrar buluşacağız.
Aklımda tekrar tekrar bunu söylüyordum. Hepimiz bunu bir şekilde atlatabilirdik. Belki ölür ve öbür dünyada tekrar karşılaşırdık. Ya da bunu başarır ve tekrar buluşurduk, kanlı ve yorgun, ama birlikte. Öyle ya da böyle tekrar karşılaşırdık.
"Şuna bak." diye mırıldandım, gülümsedim, dikkatimi ormana odaklamaya çalıştım. "Var olduğundan emin olmadığımız bir yere karşı bile umudum var."
"Y/N." Bellamy'nin sesi telsizimden geldi. "Odaklan."
"Üzgünüm." diye mırıldandım, telsizimi kenara çektim, böylece sürekli konuşma düğmesine basmayacaktım. Sonsuza dek gibi görünen süre boyunca cılız platformda oturdum, ormana baktım.
Zaman zaman okumu tutmayı bırakıyordum böylece parmaklarım gergin ip yüzünden acımıyordu. Ama güney taraftaki cepheden bir silah sesi duyduğumda okumu hazır ettim. Kampın her yerinde giderek daha fazla silah sesi yankılandı ve gözlerim dünyalılardan herhangi bir işaret aramak için neredeyse kafamdan önce etrafta dönüyordu ama hiç kimse yoktu. Ateş edebilmem için kapıya yeterince yaklaşmıyorlardı. Korku duygusu beni aştı. Neden yaklaşmıyorlardı?
Jasper bunu benim için bir anda cevapladı. "Çocuklar! Ateş etmeyin, cephanemizi boşaltmaya çalışıyorlar!"
"Jasper haklı." Bellamy'nin sesi telsizden geldi. "Doğrudan saldırmadıkça kimse ateş etmesin."
Sessizlik. Gergin, bitmeyen bir dakika boyunca sessizlik vardı. Telsizden silah sesleri geliyordu. Tek duyduğum kendi korkulu nefesimdi. Batı cephesinin yakınında bir patlama dikkatimi çekti. Dünyalılar havaya uçmuştu. Gülümsedim. Raven'ın mayınları işe yarıyordu. Sonra başka bir mayın daha patladı. Umarım bu işimizi kolaylaştırmak için yeterli dünyalıyı öldürmüştür. Ya da onları en azından korkutmuştur. Ne yazık ki yanılmıştım.
"Her yerdeler!" Miller'ın panik sesi telsizden yankılandı. "Geri çekilin, geri çekilin!"
Gözlerimi karanlık ağaçlarda gezdirirken kalbim hızlandı. Dünyalı olduğundan emin olana kadar ateş etmeyecektim.
"İşte geliyorlar!" diye bağırdı Miller.
Silah sesleri etrafımda yankılandı, mermilerden gelen ışık karanlığı aydınlattı. Nefesimi kontrol etmeye çalıştım, korkunun beni yenmesine izin vermemeye çalıştım. Korku ölümdü, özellikle savaşta.
Uzaklarda Miller'ın Bellamy'nin adını haykırdığını duydum. Endişe göğsümde patladı, hissettiğim diğer tüm duyguları uyuşturdu. Ne olmuştu? Yüzüğü parmağımda tekrar döndürdüm.
Tekrar buluşacağız.
Şu anda Bellamy için endişelenecek lüksüm yoktu. Ya da başka biri için. Kapıyı ve içindeki herkesi, özellikle Raven ve Clarke'ı korumak en büyük önemi taşıyordu.
Tam önüme bir dünyalı geldi. Tereddüt etmeden okumu fırlattım, doğrudan gözüne girdi. Bir anda ölmüştü. Yavaşça nefes verdim, başka bir ok alırken kalp atışımı sakinleştirmeye çalıştım. Başka bir dünyalı geldi ve onu göğsünden vurdum. Birbiri ardına gelen düşmanları öldürdüm ama sonra çok fazla sayıda dünyalı kapıya doğru ilerlemeye başladı. Oklarım onları sadece yavaşlatıyordu. Başka bir ok almak için elimi uzattım ama başka kalmamıştı. Bıçağımı almaya uzanırken Murphy olayından sonra dropshipin alt katından almayı unuttuğumu fark ettiğimde lanet ettim.
"Dünyalılar içeri giriyor!" Telsizden bir ses çığlık attı. Kim olduğunu anlamak için zamanım olmadı çünkü dünyalılar üzerimdeydi, platforma tırmanıyorlardı. Gelen her birini yumrukladım ya da tekmeledim ve yere geri düştüler. Yayı bir silah olarak kullandım, kafalarına ya da boyunlarına vurdum.
Aşırı yorulmuştum. Bir saniye bile dursam ölürdüm. Sonunda sonuncusunu da yenmeyi başardım ve çoğu hayatta olsa da kaçmak için bir zamanım olmuştu. Elimden geldiğince çabuk kapıya doğru koştum. Neler olduğunu anlamadan önce bir dünyalı üzerime geldi ve beni yere düşürdü. Beni sıkıştırdı ve yüzümü yumrukladı. Yanağıma sıcak bir ağrı yayılmıştı.
"Hayır!" diye bağırdı Clarke. "Daha fazla zamana ihtiyacımız var. Atışçılar görev yerinizde kalın. Geri kalanınız içeriye geçin. Hadi, acele edin!"
İnsanlar dropshipe koşarken son kırık yay parçasıyla olabildiğince çok dünyalıyı öldürmeye odaklandım ama uzun sürmeyeceğini biliyordum. Bellamy ve Octavia'yı hiçbir yerde göremedim ve endişe her geçen dakika beni daha fazla yedi.
Bir anda şimdiye kadar duyduğum hiçbir şeye benzemeyen bir patlama karanlık gökyüzünden yankılandı. Gökyüzüne bakmaya başladığımızda her yerde kavga durmuştu. Bir şey düşüyordu. Alevler onu yuttu, o kadar parlaktı ki neredeyse doğrudan güneşe bakmak gibiydi. Sanki dünya durmuş gibiydi, sanki dünyanın kendisi bunu izlemek istiyormuş gibiydi. Ne olduğunu biliyordum. Uzayda atmosferi delip geçecek kadar büyük bir ses çıkarabilecek tek bir şey vardı.
Ark.
Birkaç parçaya bölündü, bazıları ateş parlamalarıyla patladı. Aklım sorular ile dolmuştu ama bunu düşünmek için zaman yoktu. Dünyalılar yine saldırıyordu. Ama kapıya ulaşmadan önce ormanın derinliklerinden gelen garip bir ses duyduk.
Bir dünyalı "Biçiciler!" diye bağırdı. Bunun iyi bir şey ifade edemeyeceğini biliyordum. Eğer bu şeylerden korkuyorlarsa o zaman ben de korkmalıyım diye düşündüm.
Tam dropshipe koşmak üzereyken Bellamy'nin bana doğru koştuğunu gördüm. Hissettiğim rahatlama anlatılamazdı. Ama bu durum uzun sürmedi. Finn benim yanımdan geçti, elinde bir silah vardı. Dropship'e girmem için bana bağırdı ama hareket edemedim. Bellamy'yi dünyalılara karşı savaşmak için terk edemezdim.
"Git!" Bellamy başka bir düşmanı tekmelerken bana bağırdı. "Savaşacak bir şeyin yok! Git!"
Ona yalvaran son bir bakış attım ama haklı olduğunu biliyordum. Yayımın kalıntılarını bırakarak kapı kapanmaya başlamadan hemen önce dropshipin içine koştum. Kapının dışından bir çığlık yankılandı ve daha sonra dünyalı ordusunun lideri, kapı tamamen kapanmadan hemen önce içeriye düştü. Ona baktım ama hiçbir şey yapamadım. Sadece Bellamy'ye bakıyordum. O ve Finn orada yalnız başlarına savaşıyorlardı. Kalbim yerinden fırladı. Orada onunla kalmalıydım.
"Jasper, şimdi!" dedi Clarke. Muhtemelen Finn yüzünden perişan görünüyordu. Jasper'a döndüm, roketleri ateşlediğini düşündüğüm bir düğmeyi çevirdi ama hiçbir şey olmamıştı. Şimdi hepimiz gerçekten ölecektik.
Dünyalılar dropshipe saldırmaya başlamıştı. Yakında içeri gireceklerdi. Dünyalı ordusunun lideri Anya bıçaklarıyla bize saldırmaya çalıştı ama çok geçmeden yerdeydi, herkes ona vurmaya çalışıyordu. Arkamı döndüm ve bunun yerine Jasper'ın sorunu çözmek için çalışmasını izledim.
"O ölmeyi hak ediyor!" Miller'ın bağırdığını duydum.
"Hayır!" Clarke bir şekilde kaostan daha yüksek sesle bağırdı. "Biz dünyalı değiliz!"
Dropship Jasper'ın iki yıpranmış kabloyu birbirine bastırmasıyla sarsıldı. Dışarıdaki dünyalılar çığlık attı ve sonra sessizlikten başka bir şey yoktu.
Dışarının güvenliği olduğundan emin olmak için sabahı bekledik. Clarke dropship kapısını indirdi. Yavaş yavaş kömürleşmiş toprağa adım attım. Her yerde iskelet vardı ve yanan et kokusu havayı dolduruyordu. Gözyaşlarımı tutamıyordum. Bu iskeletlerden biri Bellamy ve Finn'di.
Gitmişti. Bellamy'yi kaybetmiştim. O ölmüştü. Parmağımın etrafındaki yüzüğü tekrar döndürdüğümde ağlamaya başladım. Bir şekilde içimde bir umut ışığı alevlendi. Gözlerimin önünde yatan sahneye rağmen Bellamy'nin ölmediğine dair umudum vardı.
Etrafımdaki şok mırıltıları beni düşüncelerimden çekti. Gökyüzünden gelen kırmızı duman yayan küçük şeyleri görmek için yukarıya baktım. Elimi ağzıma koydum ve savaş alanında tökezledim.
"Dağ adamları." Anya fısıldadı, sesi korkuyla doluydu.
Yere düştüm. Yavaş yavaş gözüm kararmaya, bilincim kapanmaya başlamıştı.
Tekrar buluşacağız.
Bu sözü tekrar tekrar zihnimde yer edinene kadar tekrarladım. Üstümde silah tutan gaz maskeli bir adam vardı.
Tekrar buluşacağız.
Bir nefes daha aldım ve dünya etrafımdan tamamen silindi.
.𖥔 ݁ ˖
Uyandığımda etrafımdaki her şey beyazdı. Tamamen, tamamen beyaz. Kolumda bir iğne vardı. Hiç düşünmeden onu kolumdan çıkardım. İğnenin olduğu yerden kan çıktı ama acıtmadı ve umursamadım.
Yüzüğüme dokunmaya çalıştım ama orada değildi. Panik göğsüme yayıldı. Çılgınca etrafa baktım, çarşafları dağıttım ama yüzüğümü hiçbir yerde bulamadım. Panik atak eşiğindeydim ama kendimi birkaç derin nefes almaya zorladım. Bellamy'nin yüzü aklıma geldi ve gözyaşlarımı tutmaya çalıştım. O ölmüştü ve bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Sonra yas tutabilirdim. Şu anda hayatta kalacağımdan emin olmam gerekiyordu. O da bunu isterdi.
Çevremi biraz daha araştırdım. Yattığım yatağın karşısındaki duvarda, şehrin kenarındaki bir deniz fenerinin yağlı boya tablosu vardı. Bunun yanı sıra çelikten bir tuvalet ve yıpranmış bir kanepe de vardı. Odanın köşesinde, tavanın yakınında zar zor fark edilen bir kamera vardı. Beni izliyorlardı. "Onlar" her kimse.
Kapıya koştum ve kolu çekmeye başladım, ama bu işe yaramadı. Kapıyı yumrukladığımda hayal kırıklığı beni doldurdu. Koridordan geçerken önümde benimkine benzer büyük bir yuvarlak penceresi olan başka bir kapı vardı. Birinin ileri geri yürüdüğünü gördüm ve o kişiyi tanıdım.
"Jasper?" Bir nefes aldım. "Jasper!"
Beni duyup duymadığından emin değildim ama bir anlığına durdu ve pencereden dışarı bakmak için kapıya döndü. O da kapıya vurmaya ve adımı seslenmeye başladı. En azından yalnız değildim. Ama neredeydik? Bizimle ne yapmayı planlıyorlardı? Her biri bir öncekinden daha korkutucu olan binlerce teori aklıma geldi. Yüzümdeki panik Jasper'da da vardı ve kamptaki herkesin burada olup olmadığını merak etmiştim.
Sorularımı cevaplamak için herhangi bir ipucu aradım, koridorda olabildiğince uzağa baktım. Ve sonra bir tabela bana cevap verdi. Kelimelerini zar zor okuyabiliyordum.
MOUNTH WEATHER KARANTINASI
Dehşet içinde kapının önünden bir adım uzaklaştım. Dünyaya indiğimiz ilk gün gitmek istediğimiz yerdeydik.
Mounth Weather'daydık.
< önceki bölüm 𔘓 sonraki bölüm >

#bellamy x reader#bellamy#bellamy blake#bellamy x okuyucu#the 100#bellamy fanfic#bellamy fanfiction#bellamy hayran kurgu#the 100 x okuyucu#the 100 x reader
0 notes