Text
AFFETMENİN ERDEMİ VE KIYAMETİ ÜZERİNE
Söylenmemiş birkaç kelimeyi de affedebilir mi insan?
Asıl zorluk, o kelimelerin “hiç söylenmemişlik” adı altındaki varlıkları mıdır yoksa söylemeye cesareti olmadığı halde o kelimeleri zihninden geçiren birini, insanın inatla hayatında tutuyor olması mıdır? İnsanı yaralayan yalnızca duydukları değildir çünkü; duyduklarının alt satırlarında, yok sayılamayacak şekilde var olan kelimeleri duyamadığı için de yaralanır insan. Söylenenler kadar söylenmeyenler de yorar insanı. Yapılanlar kadar yapılmayanlar da incitir. İnsanın, sırf o “şey” -ki o her neyse ya da her kimse- hayatındaki varlığını sürdürsün diye affa konu ettikleri, kendisine ihanetidir aslında.
Diego’suna duyduğu saplantılı aşk yüzünden kendine defalarca ihanet eden, vazgeçmediği için yenilmediğini düşünen ama affedemedikleri yüzünden acılar içinde yaşayan ve ölen sevgili Frida Kahlo, affetmenin kıyameti üzerine şöyle demiştir:
“Birini hiçbir zaman affedemeyeceğini anladığında ondan vazgeçersin.
Birini ondan hiçbir zaman vazgeçemeyeceğini anladığında affedersin.”
Kendini mi yoksa karşısındakini mi özgür bırakacağını seçer insan affederken. Öyle kolay değildir o eşikten geçmek. Çünkü insan bilir ki, bir sözü ya da bir yüzü affedebilmek, kendisini o keskin eşiğe getiren “şey”e duyduğu sevginin, kendisine duyulan saygıyla taban tabana zıt olduğu gerçeğini kabul etmekle başlar.
Oysa sevmek kolaydır. Ne şekilde severse sevsin insan, affı ve ihaneti yaratmayacak en önemli şeyi, saygılı bir teslimiyete tutunmayı unutmadıkça, sevgi kendiliğinden akar. Sevgi özdür; konsantredir. Sevgiye sorgu, itham, ihanet, şüphe, beklenti, koşul, bencillik, korku, öfke katılırsa öz bozulur, bulanır. Bu, af gerektirir.
İnsan özü korumak adına affettiğinde, iyileştiğine ya da iyileştirdiğine inanır. Fakat suskunluğu zamana bırakmanın bir özür olduğuna inanan, yaptığı şeylerin karşısındakinde yarattığı yıkımı hesaba katmayan ve ne yapmak istediğini ne yaptığından daha önde tutmayı seçtiği için asla gerçek hasar tespiti yapmayan birini affetmek, insanın gözle gördüğü bir yıkımın ihanetini gönlüne unutturmaya çalışması demektir. Ancak ne yazık ki, olması gerektiği gibi olamamış ya da olmaması gerektiği halde olmuş şeyleri unutmaya çalışarak iyileşmek mümkün değildir. Çünkü unutmaya çalışmak, insanın kendisini ihanetinden azat etmesi değildir; o ihaneti kendi içine gizlemesidir. Bu yüzdendir ki insanın yükü hatırladıklarıyla değil, unutamadıklarıyla ağırlaşır.
Bir gün gelip de, birkaç satırlık saçma bir şiire konu olacak birkaç sıradan kelime uğruna, sevgisine sorgu, özlemine öfke katıldığında; duygusal çağrıları cevapsız bırakıldığında; yaralarını gösterdiği anlarda şakayla dalgayla atlatıldığında ya da işlemediği suçlarla yargılandığında, affetmemelidir belki de insan. Masumiyet karinesiyle bezeli manipülatif ithamların can yakıcı yüzünü görmezden gelmemelidir. Özü bulandırılmış bir sevginin, her seferinde yeniden ve yeniden affedilmesi gereken yanlarını göre göre, sırf sevmeye devam edebilmek için kendi kıyametine doğru sûra üflemeyi kabul etmemelidir.
Affetmek erdem değildir; affetmek kıyamettir. Bir insanın başka bir insan tarafından kendisine atılan bir oku affetmesi, insanın kendisine olan hıyanetidir. Belki de, yükü hafiflesin diye adına erdem denmiştir. Ama günün sonunda asıl önemli olan insanın bu ihaneti külliyen reddetmesi değil, yaşamı boyunca kimler için kendine ihanet edeceğini doğru seçebilmesidir. Ve bazen, affedemeyeceğini anladığında, insan vazgeçmeli, artık beklememeli, sadece kendini seçmelidir.
Seçil.
*Raptiye:
“Kalbi kırdıktan sonra gelen özür, doyduktan sonra sofraya gelen tuz gibidir. İhtiyaç kalmaz.”
Pablo Neruda
0 notes
Photo

HİÇ UYANMASAM
Direnç nedir?
Direnç, bir şeyin elektrik akımına karşı dayanma özelliğidir; mukavemet, karşı koyma gücü, rezistanstır.
Psikolojide ise egonun dış bir kaynaktan gelen ve tehdit olarak algılanabilecek bir davranışa karşı bilinçsiz şekilde savunmaya geçme durumu için kullanılır.
Aslında daha basitçe tabiriyle direnç, bir şeye karşı gösterilen zorluktur.
Direnmişti kadın; ilk günden beri, iletkenlerinden geçip gelen tüm o akıma direnmişti. Mesele zorluk çıkarmak değildi elbet, belki de yalnızca hissikablelvukuydu. Ama tecrübelerine istinaden güvendiği devrelerinde açığa çıkan ters köşe bir ihtimali görememişti: Direnç, kulağa olumsuz gibi gelse de aslında elektrikte fayda sağlayan bir bileşendi ve elektrik akımında akış kolaylığı sağlayan bir malzeme anlamına da geliyordu.
Yani, ne kadar direnirse o kadar kapılıyordu bilinçsizce.
Ve bunu fark ettiğinde, daha doğrusu kabul ettiğinde, artık dönülmez akşamın ufkundaydı.
Kendine de adama da yapacak bir açıklaması yoktu. Zaten adam da bir açıklama beklemeden yaratmıştı akımı; onun da bir açıklaması yoktu çünkü. Hesaplanamayan ve “birdenbire oluverme” ihtimaline sığan bir açıklamasızlıkla dahil olmuştu kadının hayatına.
Bir alıntı şöyle derdi:
“Bir şeyden etkilendiysen, açıklamaya gerek yoktur. Etkilenmediysen, hiçbir açıklama seni etkilemez.”
Burada, o ikisinin arasındaki akımda, hiçbir açıklamaya gerek yoktu.
Adamın zaman zaman sorgulayıcı ve isyankâr, hoyrat tavırları vardı, evet; kendi kendini anlayamamaktan korkuyordu çoğu zaman. Ya da kendini kendine anlatamamaktan korkuyordu; korkusunun kılıcıyla kesiyordu cevapsız sorularının önünü. Ama kesip atmaya çalıştığı her soru bir sonrakini doğuruyordu ve her seferinde biraz daha cevapsız kalıyordu.
Kadın, nispeten daha sakindi adama göre. O, soruların her koşulda cevapsız kalacağını ve gelenlerin bir gün mutlaka gideceğini biliyor olmanın mağrur ama kırgın bakışlarını taşıyordu gözlerinde.
Ama sonuçta açıklamasızdı, ikisi de.
Ezberden, ezbere tanımlardan çok uzak bir etkiydi bu. Dirençten kuvvet kazanıyordu gün geçtikçe. Mevcut ezberlere zarar veriyordu ama öyle karşı konulmazdı ve öyle zararsız hissettiriyordu ki, varlığı vazgeçilmez olmayı zorluyordu.
Oysa daha o ilk manidar gülüşte mecburi bir vazgeçiş saklıydı; dünyada “hoşça kal”a en yakın “merhaba”ydı karşılaşmaları. Sözsüz bir kompozisyon, sessiz bir imdat çığlığı, tarafsız ve imzasız bir anlaşma vardı aralarında; aynı yerden yaralı insanlar birbirini böyle ilk bakışta, ilk gülüşte tanırdı çünkü. Sevmek kolaydı ama hiç yaralanmamış gibi bakmak, ilk baktığında tanımak, tanıyıp da dokunamamak ne kadar zordu aslında. Kimileri bunu hayatın insanlarla dalga geçme biçimi olarak tanımlardı ama dalga değildi bu, tsunamiydi.
Ve geçmiyordu.
Kim bilir, belki de geçmesini istemiyorlardı.
Geçerse, kimsesiz kalırlarmış gibi bir his doğuyordu; doğuyordu, büyüyordu, yürümeyi ve kendi kendine karşı koymayı öğreniyordu. Her seferinde form değiştiriyordu yakalanmamak için. Bazen bir gülüşe sığıyordu, bazen nemrut bir yüz ifadesine, bazen karşıdan anlamsız gözüküp kendi içinde anlam ifade eden bir kelimeye; bazen de teknik bir soruya ya da bir şarkıya saklanıyordu. Ama asla elle tutulamıyor, koparılıp atılamıyor, kurtulmayı her seferinde imkânsız kılarken bir yandan da urganlarla düğümlüyordu ikisini birbirine.
Dışarıdan bakınca çok kolay tanımlamalara sığan sığ bir duygular bütünü, kendi içinde binlerce parçaya bölünüyor, derinleşiyor ve içlerine işliyordu. Dışarıdan keskin bıçak, içlerinde dayanma gücüydü her kelime.
Bir türlü içilemeyen bir acı kahvenin bin yıllık hatrını taşıyordu tüm duygular; toprak yağmura her değdiğinde, “Gelsen de çalsan kapımı...” diye umdukları bir yerde birikiyordu. Akacakları bir yer yoktu oysaki, bu apaçık bir dipsiz kuyuydu.
İşin komik yanı, kuyu dipsizdi ama karanlık değildi.
Bıraksalar, hiç uyanmasalar, aydınlığa varmanın bir yolunu bulurlardı.
Ama biliyorlardı, bırakmazlardı.
Günü geldiğinde, birbirlerini bırakmak zorunda kalacaklardı ve birbirlerine arkalarını döndükleri an, aralarındaki mesafe dünyanın çevresine eşit olacaktı.
“Ben gidiyorum.” derse eğer ikisinden biri bir gün biraz alaycı bir tavırla, diğeri dünyanın çevresince haykırmak isteyecekti “Gitme!” diye. Ama bu da sessiz bir çığlık olacaktı diğerleri gibi. Dizlerinin bağının çözüldüğü yerde gözyaşlarından arınıp, ifadesizce durup susacaktı. Bilecekti; birinin hiç gelemediği bir yerden gitmesi demek, bir diğerinin o yarım kalmışlığı bir ömür içinde taşıması demekti.
Çünkü gitmek sadece anlık bir eylemdi; geride kalmak ise bir ömre sığabilecek bir dirençti.
Sonu olan bir zaman diliminde bir sonsuzluk vuku bulmuştu ve nereden bakılırsa bakılsın bu bir ihtilâldi…
Israrla hatırlatılan o acı kahvenin kokusu, yalnızlıktan dem vuran kırmızı bir şarabın tadına karışmıştı. Direnç kırılmış, kadın uyanmıştı. Asaf’ın da dediği gibi, ölüm gibi bir şey olmuştu ama kimse ölmemişti.
Bakışlarındaki mağrur kırgınlık, dudağının kenarındaki gülüşe döküldü sonra. Bu hikayeden sağ çıkan tek ezberi onu yanıltmamıştı: Gelenler bir gün mutlaka giderdi.
Düşünecek vakti olmadı, cevap hakkı doğmadı, ne hissettiğini de soran olmadı zaten.
Aralarındaki mesafe dünyanın çevresine eşitlendi o an; “Ben gidiyorum”u ortadan ikiye böldüler, yarısı “merhaba”ydı, yarısı “hoşça kal”… Artık arası kapanmayacak, yarası sarılmayacak bir vazgeçişti o; ben gidiyorum…
Ve sessiz bir “Gitme!” çığlığı git gide ritmini kaybedip "Kendine iyi bak, beni unutma, kapılarını kapatma hayata..." umuduna dönüşür, körfezden açık denizlere yankılanırken gün batımında, inceden bir şarkı çalındı kadının kulağına:
“Ben gökyüzünü tutamam,
Yıldızları çalanlar var,
Bu karanlığın sebebi onlar.
Sözlerimi tutamam,
Hayalleri çalanlar var,
Bu vazgeçişimin suçlusu onlar…”
Seçil.
*Raptiye:
“Bazen insanlar çok güzel oluyordu. Görünüşleriyle değil. Söyledikleriyle de değil. Sadece varlıklarıyla.”
Markus Zusak
0 notes
Photo

“...
Geçmişim, Dile dökülmeyenin tenhalığında, Kaçırılan bakışlarda, Gündeliğin başıboş ayrıntılarında, Zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu. Sense kendini hâlâ hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim. Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp, Günden güne hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren, Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin. Ve hâlâ bilmiyordun sevgilim Ben sende bütün aşklarımı temize çektim. Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana; Bütün kazananlar gibi Terk ettin.
Yaz başıydı gittiğinde; ardından, Senin için ��ç lirik parça yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim. Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum. Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.
...
Şimdi biz neyiz biliyor musun? Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada Bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilmeyen çocuklar gibi. Ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz.
...
Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır anlamları, önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır. Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık. Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan, Her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır. Ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla, Günlerin dökümünü yap. Benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini Kim bilebilir ikimizden başka? Sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış Bir ilişkiyi, duyguların birliğini, Bir aşkı beraberlik haline getiren kendiliğindenliği Yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi bir düşün. Emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya Şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor. Orada ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla. Bunlar da bir işe yaramadıysa, Demek yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda.
...”
Yalnız Bir Opera - Murathan Mungan
0 notes
Photo

VENÜS’ÜN ÇUKURLARI
Tolstoy şöyle der: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”
Bu muhteşem hikâye, aynı anda iki ihtimale birden köklerini sarmıştı.
Kadın, bilmediği bir yolculuğa çıkmıştı.
…ve adam, kadının şehrine ayak basmıştı.
Sabah olduğunda, önceki gece yağan yağmurlardan eser kalmamıştı. Kadının şehrinde sokaklar deniz kokar ve ne olursa olsun güneş açardı.
O gün de öyle oldu.
Bulutlar aralandı ve kilometreler sonrası bir kavuşmanın güneşi gökyüzüne açtı.
Sıcaklığı, kadının parmak uçlarına yayıldı…
Bir insanın en hassas yerlerinden biriydi parmak uçları; beş duyunun en içli olanı, dokunmanın en güzel yanıydı.
Alabildiğine bir deniz manzarası vardı. Kumsalın hemen arkasında palmiye ağaçları, denize uzanan o iskele, güneşin bulutlardaki yansıması… Ama kadının manzarası, parmak uçlarındaydı.
Hislerinden önce, duyularındaydı.
Uzunca zamandır ezberi yırtılıyordu aslında; gördükleri, yaşadıkları, hepsi mucizevi biçimde unutuluyordu. Sevgilerin hasta eden yanı ve mutsuzlukla ilişkili tüm duyguları parça parça kopup gidiyordu hafızasından.
Bir insan, sahip olduğu duygular ne kadar hasarlı olursa olsun, onlara sahip olmanın güvenini içinde taşıyordu. Tanıdık olma hissi işte, her şartta yakalıyordu insanı. Bir süre sonra onların hasarlı olduğunu fark etmek şöyle dursun, duygularında ustalaştığını düşünüyor, karakterini o duygularla tamamlıyordu. Sonra bir gün gelip de o ezber ettiği duygular yırtılmaya, kopup gitmeye başladığında ilk refleksi, onları tutmaya çalışmak oluyordu.
Kadın da aslında tutmaya çalıştı ezberlerini. Olmadı. Ama o kadar güzel olmadı ki, bir şey ancak bu kadar güzel olmayabilirdi.
Adamın varlığını gören bütün ezberleri onu terk etti.
O gün, yağmurlardan sonraki o manzarada artık başka olasılıklar vardı. Her olasılık yeni bir hikâyeyi beraberinde getirirdi elbet, bu aşina bir durumdu ama burada farklı olan şuydu: Kadının bundan sonrası için yeni bir sevme biçimi vardı.
Parmak uçlarını adamın omurgasından aşağı doğru yavaşça kaydırdı; adam belli belirsiz ürperdi. Teninde bir şey vardı, kokusundan bağımsız bir şey. Çoğu zaman kadının başı dönüyordu ona dokununca ama aynı zamanda hayatta kalma içgüdüsü tetikleniyordu. Limbik sistemindeki nöronlar 220 voltla aydınlanıyor, ortaya çıkan akım da bağımlılıkla karakterize bir dokunma ihtiyacını doğuruyordu.
Belki de o yüzden, adamın bedeninin her yanını keşfettiğini sanmıştı. Ama yanılmıştı. Parmak uçları adamın beline doğru geldiğinde, kadın uzay boşluğuna yuvarlandı…
Çarpıcı bir yuvarlanma biçimiydi.
Hindistan’a giderken yanlışlıkla Amerika’yı keşfeden Colomb gibi hissetti.
Bunca zaman görmemişti; Venüs...
Sahi, bunca zaman nasıl da görmemişti?
Adamın belinin hemen üstünde, omurga sakrumunun pelvis kemiğine bağlandığı yerde, mitolojik bir çekiciliğin izleri vardı.
2 tanelerdi.
İyi geceler öpücüğü gibilerdi.
Gülümsedi...
Tanrım! Adamın her yanı, sahip olduğu her ayrıntı bu dünya için fazlasıyla güzeldi!
İlk bakışta, gözleri bu evrendeki her şeyden daha güzelmiş gibi görünüyordu. Ama bakışları gözlerinden çok daha güzeldi; bakışları gözlerinden daha maviydi. Kaşlarını çattığında ortaya çıkan mimik çizgileri o kadar derindi ki, ürpermemek elde değildi. Ama kendini sevdirmek istediği zamanlarda sert mimiklerinden eser kalmıyor, dudakları şımarık bir tavırla kıvrılıyor, gözleri çizgi film karakterleri gibi kocaman ve yusyuvarlak oluyordu. Ellerinin sıcaklığı, hayata karşı koruduğu soğuk karakteristik duruşuyla taban tabana zıttı; hava koşulları ne olursa olsun elleri hep sıcacıktı. İnsanda sürekli sarılma ve göğsüne sokulup kokusunu içine çekme isteği uyandıran eril, heybetli ve kusursuz bir aurası vardı.
Araya beyazların karıştığı siyah gür sakalları, fışkırarak uzayan saçları, insanı delip geçen kararlılığı, bazı anlarda ortaya çıkan otoriter ve dediğim dedik tavrı, keskin ve çekici yüz hatları, beyaz teninde sıralanan ve sonsuz bir yıldızlar galaksisi izlenimi yaratan benleri, titreşimleri hücre çekirdeğine kadar işleyen bas profond ses tonu ve insanda litrelerce şarap içmiş gibi bir baş dönmesi hissi yaratan muazzam kokusuyla nefes kesiyordu.
Evet, Venüs onu seçmekte haklıydı...
Onu tüm diğer ölümlülerden farklı kılan bir yanı vardı.
Dünya tarihinin en güvensiz zaman aralıklarından birindelerdi fakat kadın açıklanamaz biçimde, kendini yırtılmaz bir güven çeperinin içindeki mutlu bir çekirdek gibi hissediyordu.
Çünkü bu adam koşulsuzca güzeldi.
Onunla birlikteyken hissiz ve kimsesiz olmak mümkün değildi. Kadın, içinde açtığı hacimlere çağlayan gibi akan anılar biriktirmişti...
Orta boy bir narın (iki kişi birlikteyken) kaç dakikada ayıklanabildiğini,
Ayıklanan narın sakar biri tarafından birkaç salisede yere saçılabildiğini,
1,5 saatlik eski bir dizinin sıkılmadan, arka arkaya kaç bölüm seyredilebileceğini,
Avokado renkli bir peluş battaniyenin bir insanı ne kadar çabuk ısıtabildiğini,
Şarabın tadının bekletildiği meşe fıçıya göre değil de birlikte içilen insana göre değiştiğini,
Soğuk bir insanın sıcak bir insanın yanında vücut ısısının dengelenebildiğini,
Patatesli somon balığının fırında ne kadar zamanda pişebildiğini,
Bir insanın hediye skalasının ne kadar geniş olabileceğini,
Penguenlerin akvaryuma kapatılmaması gerektiğini,
İş konulu başlayan bir sohbetin köprücük kemiğine konan bir öpücükle bitebildiğini,
Çilek kokulu bir mum eşliğinde yemek masasında kaç saat sohbet edilebildiğini,
Sabah mahmurluğunun bir insana ne kadar yakışabildiğini,
Bir insanın panda olabilme ihtimalini,
Birine yemek yapmanın insanı ne kadar mutlu edebildiğini,
Bir tembel hayvanın 1 dakikada kaç cm yol gidebildiğini,
Gecenin bir yarısı anlamsız bir şeye ne kadar süre gülünebileceğini,
Sarının yanına en çok yakışan rengin kırmızı değil lacivert olduğuna ikna olunabileceğini,
Bileklik yapmak için gereken deri iplerin en kolay nereden bulunabileceğini,
İlk buluşmada yenecek yemeğin pekâlâ da sushi olabileceğini,
İki günde en fazla kaç film seyredilebileceğini,
Aslan burçlarının da en az gerçek aslanlar kadar kükreyebildiğini,
Başparmak kök ekleminin kütletilebildiğini,
On dakikada bir abur cubur yemenin toplamda kaç kalori ettiğini,
Dışarıda geçirilen günün sonunda eve birlikte dönebilmeyi,
Bir öpücüğün nasıl olup da insanın tüm zincirlerini çözebildiğini,
İstanbul’a başka bir açıdan bakabilmeyi,
Aynı evin içinde hiç sıkılmadan günler, haftalar geçirilebileceğini,
“Kahvaltı mı bize gelsin, biz mi kahvaltıya gidelim?” tembelliğini,
Bir insanın uyurken sallanmasının uykuya ne kadar etki edebildiğini,
Sarılmanın iki kişinin kalp atışlarını birbirine eşitleyebildiğini,
İnsanın başka birinin yanında huzurlu uyumasının mümkün olabildiğini,
Uyuyan bir insanın ne kadar güzel görünebildiğini,
Bir insanla yan yana kalabilmenin tahammül etmeyi değil onu sevmeyi gerektirdiğini,
Onu sevmenin de kendinden vazgeçmeyi gerektirmediğini,
Yani meselenin özünün çiftleşmekten değil tekleşmekten geçtiğini,
bu adamın yanında kaldığı dakikalarda öğrenmişti kadın.
Şimdi, özenle yaratılmış bir ortak hafızanın yaktığı noel ışıkları vardı içinde.
Çok garip bir histi; sanki yeni bir dünya mümkün gibiydi.
Tam o anda palmiyelerin yapraklarını savuran bir rüzgar esti ve ardından uzay-zamanda bir bükülme gerçekleşti. Kadının bakış açısında kalan zaman yavaşladı ve adam, muazzam kütleçekim kuvvetiyle mevcut düzlemde geometrik bir deformasyon yarattı. Bu sarsıntıyla koordinatları tamamen değişen kadın, kendini adamın yörüngesine bıraktı.
Parmak uçlarında yeni keşfinin hazzı ve bu adamın varlığıyla birlikte duyularına tanımlanan bir kokunun alt notalarıyla o yörüngeye çakılıp kaldı.
Kadın o an, adama varmasını sağlayan tüm yollara, yolda karşılaştığı insanlara, koşullara, ayağına takılan taşlara bile minnettardı.
Bilemezdi tabii ama belki de adam güzelliğin ve aşkın tanrısıydı.
Kollarındaydı...
Ne kadar güzel olduğunun farkında olmadan, sessizce uyuyordu.
Buram buram biberiye kokuyordu.
Nefesi kadının boynunu öptü.
Sırf o öpücükle bile, evet, yeni bir dünya mümkündü...
Seçil.
*Raptiye:
“Bütün şehir onların olsun. Ben, sana yakın olmak istiyorum…”
Ahmed Arif
0 notes
Photo

GÜNBATIMI VE MAVİ
“Merhaba’’ dedi kadın telefonun bir ucundan.
Aralarındaki ilk merhaba buydu. Daha dündü, milyarlarca yıl önceydi. Her şey gaz ve toz bulutuydu; ilk biyojenik kimyasalların Dünya üzerine kalıntı bırakmasına henüz bir milyon yıl vardı.
Adamın yüzünü hiç görmemişti. Ama içinde bir his vardı ve sanki adamın yüzünü ölene dek görmese bile tüm yüz hatlarını hafızasına kazıyacak kadar iyi biliyordu.
Kadının o “Merhaba’’sına karşılık, sinirli bir “Merhaba?’’dan gelen enerji akışının sebep olduğu büyük kütle çarpışmalarından, diğer bir deyişle ‘’ağır bombardımandan’’, yaşamın yapıtaşları, aminoasitler, karbonhidratlar, nükleik asit bileşenler ortaya çıkmıştı ve adamın yüz hatları, gözlerinin yanındaki kazayakları ve çatık kaşlarının ortasındaki dikey çizgi, kadının gözünün önünde belirmişti.
Bu, ilk yaşam formuydu.
Milyarlarca yıl sonra bile geriye dönüp bakılsa, bu kanıtlar ortaya dökülecekti. O ilk kıvrak zekâ içeren cümleler, kendini zor zapteden gülümseme anları, tedirgin atışmalar, saygı çerçevesini asla aşmayan veryansınlar, fiziksel bir merak, duygusal bir tatmin, aynı anda akla gelen sorular ve onların ortak cevapları, ilk yaşam formunun fosillerinin içine sonsuza dek saklanacaktı.
Kadın daha o ilk “Merhaba’’dan itibaren ortaya çıkan büyük patlamaya 4,5 milyar yıllık bir Dünya’nın, ona gelişigüzel çarpan meteorların, kuyrukluyıldızların, diğer tüm yıldızlarla birlikte Güneş’in ve elbette Merkür’ün, Venüs’ün, Mars’ın, Jüpiter’in, Satürn’ün, Uranüs’ün, Neptün’ün ve hatta cüce olduğu için oyundan atılan Plüton’un ve sayısız uyduların, hatta adı unutulan tüm gök isimlerinin sığabileceğini korkuyla anlamıştı.
Kendini bıraksa, daha o ilk anda, kendi korkusuna âşık olurdu.
Ancak aşk tehlike demekti ve kadın bunu bilecek kadar tecrübeliydi.
Adamı, adamla birlikte ortaya çıkan tüm yeni yaşam formlarını ve insanın kendi benliği dahil sahip olduğu ve olabileceği her şeyi tek kalemde ortaya koymasına sebep olabilecek o heyecanı oracıkta -başladığı yerde ve anda- bırakıp kendi hayatına dönmeye karar verdi.
Ne var ki, bazı kararlar “Ben karar verdim.’’ diyerek verilmiyordu ve her ne kadar ardında bırakmaya çalışsan da peşinden pranga gibi sürünüyordu. Çünkü bazı şeylere yalnızca bir defa dokunmak, hatta bazen “dokunamamak” yetiyordu.
Tüm bu zahmetsiz, olağan ama irade gerektiren kararlılığının ışığında, adamın kokusunu duymaya mecbur kaldığı ve kokusundan mahrum kalarak yoksunluk çektiği tüm anlara rağmen kadın adamı hayatının dışında tutmaya gayretliydi.
Günler geçti..
Aylar geçti..
Kim bilir, belki yüzyıllar geçti.
Komik olan şudur ki, yaşamın en karakteristik özelliklerinden biri, kendinin kopyalarını oluşturabilmesiydi ve kadın aynaya her baktığında, bazen varlığından bile şüphe duyduğu bu adamın moleküler düzeyde kendini kopyalayarak, belki de daha kendi var oluşundan bile önce içine yerleştiğinden şüpheleniyordu.
Kokusu burnundaydı.
Tahminini yanıltmayan yüz hatları, hayatın anasını satan cümleleri, kaba ve sanki her an bir şeyleri yumruklamak istermişçesine tavırları, küstah ama çekici halleri, naif cümleleri, özensiz ama düşünülmüş hareketleri, dikkat çekmek istercesine bakan ama “Sakın bana bakma!’’ diyen gözleri, kadının gözünün önündeydi.
Sahi, bir insan kendini kaç defa aynaya bakıyormuş gibi hissedebilirdi ki başka bir insana baktığında?
Olmayan bir ihtimalin içinde, aylarca, yüzyıllarca adamı unutmaya çalıştı kadın.
Olmadı.
İnsan ne isterse yapabiliyordu ama ne isteyeceğini isteyemiyordu.
Kadının bir milyonuncu kere şekil değiştiren -ve hatta ters dönen- ve adama bir türlü anlatmaya fırsat bulamadığı dünyasında bu isteğin yeri çok büyüktü.
Mevsimler geçmişti; kadının daha birkaç zaman önce inançla, hevesle, aşkla, umutla, huzurla devamını dilediği ne varsa hepsi hayatından çıkıp defolup gitmişti.
Demek ki, bazı şeylerin ne çok istemekle ilgisi vardı, ne çok çalışmakla, ne de körü körüne inanmakla.
Olacağı varsa oluyordu, olmayası varsa bitiyordu.
Uğruna gecelerce uykusuz kaldığı, hayatından çaldığı o iş bitiyor;
“İnandım, güvendim, sevdim, hani benim emeklerim?’’ dediği o aşk bitiyor;
o tırmaladığı zamanlara şahit olan şehirler, insanlar bitiyordu hatta.
Anılar bâki, geri kalan çoğu şey geçici oluyordu. Onu görüyordu kadın.
Bunları bilerek, görerek yeni bir hayat kurmaya çabalıyordu.
İçinden zaman zaman “Allahım lütfen..”le başlayan cümleler geçer gibi oluyordu bıraksa ama bırakmıyordu, duymazdan gelmek için elinden geleni yapıyordu. Hayatında ilk kez olasılıklara açık olmak, kendini kendi dilekleriyle bile olsa sınırlamamak, dümdüz akışına bırakmak istiyordu. Belki bu da bir tür dilek oluyordu ama o paradoksa da katlanıyordu mecburen.
Belki gülümsemelerinin ve sınırsızlığının karşılığını alır, belki bir şey olur, gülümsemeler kahkahaya, keşkeler iyikilere, yalnızlıklar kalabalığa, bitişler başlangıçlara dönüşür, kim bilir, diye bakıyordu hayata.
“Gelsin hayat, bildiği gibi gelsin, işimiz bu yaşamak” demişti Sezen abla. Vardır elbet bildiği, kalan sağlar bizimdir diyordu ve ne yazık ki bu ustalıkla kurulmuş yaldızlı cümlelerin altında kalan, yüzünde siyah ince çizgiler bırakan gözyaşlarını adama bir türlü anlatamıyordu.
İnanılır gibi değildi, içinde canının yarısını bırakmış bir adam ancak bu kadar yok olabilirdi.
İnanılır gibi değildi, içinde canının yarısını bıraktığı o adamın yok olma sebeplerini adı gibi bildiği, gördüğü ve hatta adam yok olmasa belki de kendi kendine onu yok etmesi gerektiğini bildiği halde, yokluğunu fark ettiği her an kadının canından can gidiyordu.
Bir adamı gün batımına sığdırmak, işte tam da böyle bir derinliği beraberinde getiriyordu. İyi ve kötü tüm duygular iç çekirdeğe kadar iniyor, yoğunluğuyla tüm yer çekimini etkiliyordu.
Nasıl günler geçiriyordu adam, bilmiyordu.
Nasıl bir hayat yaşıyordu, onu da bilmiyordu.
Adamı tanımıyordu. Ama adamı biliyordu.
Adam, kadın için günbatımı rengiydi. Kayıp yanı gibiydi.
Yüz yüze ilk tanıştıkları, “Merhaba” deyip elini uzattığı o anki ifadesini bugün bile tablo gibi çizebilirdi. Bunun gibi şeyler asla unutulmazdı çünkü.
Adam tuhaftı, gıcıktı, kayıptı ama kahrolası varlığını hep koruyordu kadının içinde.
Tüm bu kayıp zamanların ardından bir gün kadın adamın sesini yeniden duymaya karar verdiğinde ve hiç düşünmeden bir telefonla uzakları yakın ettiğinde, dünyanın tüm renkleri yeniden değişti.
Kadınla adam binlerce yılın, yolun ve kararsızlığın ardından göz göze geldiler.
Sessizlikler dile gelir ve kelimeler kifayetsiz kalırken, adama dair içten içe bildiği ama duymaktan mahrum kaldığı için belleğine sığdıramadığı gerçekleri dünyasına kabul etmeye başladı kadın.
İlk kez, karşısındaydı adam.
Gözleri gözlerinin karşısındaydı.
Lanet olası gözleri, anlamsızca güzeldi.
Güzel kokusu masanın karşı tarafına bile saniye sektirmeden gelecek kadar keskindi.
Kelimeleri kararlı ama cümleleri devrikti.
Bir yandan kadını incitmekten korkarken bir yandan da “Ama ben çok incindim.’’ diye sessizce dudak büken bir yanı vardı.
İnsanın o an, o tüm yaralarına merhem süresi geliyordu.
Konuşurken bilerek ve bilmeyerek kadının sol el bileğine değdirdiği parmaklarından dağılan gök taşları, kadının okyanuslarına düşüp tsunamiler yaratıyor ama kadın tsunaminin vurduğu şehirlerini inatla ayakta tutmaya çalışıyordu.
Fakat direnme gücü denen şey bir yere kadardı.
Bir gün, hani şu üstüne su koyunca rengi beyazlayan günlerden bir gün, dudakları adamın o sürekli kendini anlatma çabasıyla kendine eziyet eden dudaklarıyla buluştuğunda ve evrende yeni bir galaksinin varlığını keşfettiklerinde kadın anladı ki, aşk tehlike demek değildi; aşk, kendini savunmasızca tehlikeye atacağını bilmek ama onun seni tehlikeden koruyacağına adın gibi -ve karşılık beklemeksizin- inanmak demekti.
Bu, onlarca kere aşktı.
O akşam adama uzun uzun baktı.
Anladı ki, bazen daha önce bakılmamış bir yerden bakınca, bütün bakış açılarının yanlış olduğu bir açı buluyordu insan. Çünkü bazı insanlara bakınca, açıyı kaybedip gözlerine dalıyordun. Önceden “önemli” gördüğün kriterler, o tüm olmazsa olmazlar yalan olup “o olmazsa olmaz”a dönüyordu.
Çünkü sevmek, bazen beraberinde boş vermeyi, o hariç hiçbir şeyi gözü görmemeyi gerektiriyordu.
Elbette kadın aptal değildi.
Gözü görmese de gönlünün hissettiği şeylere mantığını kapatacak kadar delirmemişti henüz.
Fakat adam bütün hücrelerini zapt etmişti.
Tüm imkânsızlığı ve bazen acımasızca çektiği setleriyle gözünün önünde dünyanın keşfedilmemiş bir harikası gibi dururken, adamın kadında ortaya çıkardığı sayısız duygu erozyonu vuku buluyordu.
Kadının bin yaşındaki ruhunda saklı olan, bu dünyadan göçerken kendisiyle birlikte mezara götüreceği, nefesini kesen acıları vardı ve bu acıların üstüne, dünya tersine dönse bir adamı bu denli basit, sade ama mucizevi şekilde sevebileceğine inanmıyordu aslında.
Ama bir şey oluyordu bu adama baktığında.
Yaşamın başlangıcından itibaren ortaya çıkmış olan ilk varlıkla birlikte, şu an söylenecek olan son kelimeye dek gerçekleşmiş olan her şey bu adamın gözlerine sığıyordu.
Anlam veremiyordu kadın.
Bir tür mavi renk yayılıyordu galaksilere.
Adamın gözbebeklerinde yeniden nefes almaya başlıyordu…
Seçil.
*Raptiye:
“Fotoğrafa bakıp “Benim için mavi sensin.” dedi.
Güldüm.
Çünkü insanı güldüren bi’ yanı var.”
S.
3 notes
·
View notes
Photo

67 MİKRON
Alabildiğine sıradan günlerin birbirini aceleyle kovaladığı sıradan bir zaman diliminde yaşayan, sıradan bir adamdı..
Üst göz kapaklarında ortalama toplam 400, alt göz kapaklarında ise 200 kadar kirpiği vardı. Kalınlıkları yaklaşık 67 mikron, uzunlukları da 8 milimetre kadardı..
Her sıradan insan gibi.
Onu sıradan olmaktan çıkaran şey, kirpiklerinin uyanmaya çalışırken çocuksu bir hikâye kahramanı gibi kanat çırpması ve kanat çırparken zamanı durdurmasıydı..
Kadın bunu, adamın uykulu kirpiklerine ilk kez dokunduğunda öğrenmişti.
Karanlıktı.
Odaya yalnızca küçük bir ışık sızıyordu.
O ışığın altında birkaç kirpik, zamanı durduruyordu.
Kadının bu durgun zaman aralıklarında kalan dünyayı keşfetmesi kolay olmadı. Çünkü durgun zaman aralıklarında saklanan bir dünyada kalbinin atması demek, muhtemelen sahip olamadığın bir şeye ait olmaya çalışmak demekti ve bu aslında hiç kolay değildi.
Kolay olmayan şeyler insana hep daha çekici gelirdi, bu bilinen bir gerçek ve hatta insanoğlunun kaostan beslenme güdüsünün bir sonucuydu.
Kadın kendini bildi bileli huzuru arar ama kaostan beslenirdi. Bu da onu çoğunlukla bir kaos yaratmaya iterdi.
Ama bu kez durum farklıydı.
O kirpikler, içinde bulunmayı hiç de istemediği bir kaosun içinde, huzuru getirmişti kanatlarında.
Karanlıktı.
Küçük bir ışık huzmesinin altında kadının ritimsiz kalp atışları sakinleşmiş, dinginleşmiş, adamın kalp atışlarına eşitlenmişti.
O kırılmayan kitin tabakasının altında kontrolsüz çarpan kalbini kontrol etme çabasıyla yaşamaya alışkın bir kadının, sahip olduğu tüm sakinliğini bir adamın uykulu yanına bırakması olur şey değildi..
Ama kim bilir, olmazlara meyli vardı belki de kadının.
Çünkü her insan, içinde hayatı bambaşka bir yöne akıtacak bazı kırılma anları taşırdı ve bazen o anlarda, tanımsız bir karanlıktaki uzay-zaman bükülmesi uzakları yakın eder, imkânsızları mümkün kılardı. Bu, onların tanımsız karanlığındaki kırılmaydı.
67 mikronluk bir kirpiğin tüm karanlığı tanımsız bırakması ve zamanı şok geçirmişçesine durağan kılması inanılmazdı. Ama gerçekti.
Bir gerçeğin doğruluğu her zaman tartışmaya açıktı ama var olan bir şeyin gerçekliğini tartışmak o noktada anlamsızdı. Israrla unutulmaya çalışılan bir durumu, olayı ya da kişiyi bilinçaltımızın gözümüze gözümüze sokması gibi bir şeydi bu.
Sorguladıkça derinleşiyor, sinir uçlarından beyin sapına kadar yayılıyor, her ikisine de aslında felç geçirtiyordu.
Aşk değil; işgaldi.
“Bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve her köşeleri bilfiil işgal edilmişti..”
Birbirlerinin üstüne sinmişlerdi.
O karanlıktaki tüm renkler, notaları birbirine karışan iki koku, birkaç kifayetsiz kelime ve iki ayrı bedeni tekilleştiren bir sarılmanın, mutluluğu mutlak kılan bir gülüşün ve bir insanı koklayarak öpmenin insan hayatına katabileceği ne kadar anlam varsa hepsi mıh gibi çakılmıştı o ışık hüzmesine.
Çok güzeldi..
Gülüşü okyanus kıyısı gibiydi.
Ellerinde bahar papatyaları açardı.
Dudaklarından davetkâr bir tango şarkısının notaları damlardı.
Kalbinde küçük kuşlar yaşatırdı.
Kendi kafesine hapis birinin güzelliği vardı adamın üzerinde.
Kadın uzansa tutacak, dokunsa yanacaktı.
Bir cumartesi kahvesi kadar sıcaktı.
Bir fizik yasası kadar basit ve sadeydi..
Kuvvetle çekildiğin bir şeyden uzaklaşmaya çalışırsan, etrafında dönmeye başlardın; işte bu kadar kolay açıklanabilirdi..
Ama anlatılamazdı.
Öylesine naif ve mucizeviydi.
Bir şiir dizesi alıntısı gibiydi:
“Birinin peşindeyim ben; tanımsız bıraktığım birinin.
... Onunla olmakla, onunla birlikte yaşamakla gizli bir gurur duyduğum,
asla kıskançlığa ya da sahiplenmeye dönüşmeyen bir tutkuyla
bağlandığım birinin...
...Başkalarına aynı / birbirimize farklı koktuğumuz bir sevginin yolu bu... ” *
Diyordu şair.
Şairin kelimeleri gibiydi.
İnsanın her bir kelimenin ardından daha çok yazası, yazdığı her kelimeye tek tek dokunası geliyordu ona bakınca.
Yalnızca 67 mikrondu.
Ama kanatları bütün karanlığı geri dönülemez bir güvenle sarmış, o küçük ışık hüzmesini kadının parmak uçlarına kadar yaymıştı.
Böyle bir adamı çok sevmek, dünyanın güneşe karşı duyduğu ihtiyaç gibiydi.
Uzakken donduran,
Fazla yaklaşsa yakan,
Vakti dolduğunda kaybolup yarımküreyi karanlığa boğan,
Ama
Aynı sıcaklıkla, aynı ışıkla varlığını koruduğundan ve mucizelerinden sual olunmayan..
Yaşam döngüsünün ilk kıvılcımı gibiydi yani.
Ve onu sevmek, bazen o kıvılcımın ışığında kanat çırpan tek bir kirpiğine gönül vermekti.
Masumdu. Vahşiydi. Şefkatli ve komikti.
67 mikron çarpı yüzlerce 8 milimetreydi.
Çünkü 67 mikron, uzay-zamandaki en ölçüsüz sevgi birimiydi.
Ve kadın adamı o kadar ölçüsüz sevmişti..
Seçil.
*Raptiye:
“Kolomb, Amerika'yı bulduğunda mutlu olmadı, ararken mutluydu.”
Dostoyevski - Budala
* Küçük İskender - Bir Nedeni Yok, Yalnızca Öptüm
0 notes
Photo

DUVARA KARŞI
Hayatta insanı şok geçirmek üzere hissettiren bazı anlar vardır. Dizlerinin bağının çözüldüğü, kelimelerinin kaybolduğu, nefesinin teklediği ve kalbinin, göğüs kafesini oluşturan o güçlü kemikleri tek seferde kıracakmış gibi çarptığı anlar…
O anları sıkça yaşamıştı kadın. Adamı tanıdıktan ve tek bir kelimesini içine çektikten sonra bu anlarla sıkça baş başa kalmıştı.
Nefesinin teklediği günlerin sonunda gelen o “Sanki hiç yokmuşum gibi…” günlerinde prangalarını bağlamıştı adama. Adam hiç yokmuş gibiydi. Duygusal, kokusal ve dokunsal varlığına rağmen varoluş gerçekliğinden tüm refleksleriyle geri sektiği anlarda kesmişti kadının kılcal damarlarını.
Bakış açılarının arasında kalan camlar keskince sallandığında, dakikalar sonunda -keskinlik bittiğinde- camların sağlam kalıp, kadının umutlarının paramparça olduğu anlarda kapaklanmıştı adamın gönül eşiğinden içeri.
Çünkü kadın aptaldı.
Adamın kendisine gelmiş olmasının şokuyla her an gidebilecek olma ihtimalinin arasında bir yerde kendini kaybetmişti.
Sevmişti.
Kendini kaybedercesine sevmek böyle bir şeydi. Kaybolduğun yerde yeniden kendini bulmayı, içindeki cam kırıklarını tek nefeste yutmayı gerektiriyordu.
Kadın içindeki cam kırıklarını, içindeki tüm benliklerinin canına değercesine yutuyordu.
Her bir cam parçasından yeni bir can parçası doğuruyor; doğurduğu parçaların yansımalarında adamı buluyordu.
Adamın yansımalardaki yüzünü hayranlıkla izliyordu.
Kadın gözlerini kapattığında adamın yüzünü ezberinden sayıyordu.
Adamın güzel yüzünü çevreleyen sakallarının çıkış yönü farklıydı mesela. Yaşanmış yıllarını kalem kalem sayan beyaz sakallarının çıkış yönüyle “Ben daha bu hayata doyamadım!” sarısı sakallarının çıkış yönü birbirini tutmuyordu…
Uykuya daldığında mimik çizgileri düzleşiyor, gün içindeki o “Ben her şeye muktedirim.” sertliğini saniyeler içinde yitiriyordu. Uyurken öpüldüğünü hissettiğinde daha çok sokuluyordu kadının göğsüne.
Sabah insanı değildi mesela adam. Erken saatte uyanmaya çalışırken içine düştüğü işkenceleri, sahip olabileceği tüm sabah sevimliliğiyle harmanlayıp kadına söylüyordu yarım yamalak kelimelerle. Uykulu ve şımarık ses tonunuyla, uğruna ölmeye değer bir desibelde sayıklıyordu sabah mahmurluğunu.
Dünyanın en güzel “uyuyan” ve “uyanamayan” insanıydı adam.
Kadın tüm bunları fark ettiğinde, adam kadının sağ kolunun kıvrım çizgisinde uyuyordu…
Kadın tüm bunları fark ettiğinde, adam kilometrelerce uzaktaki derin uykusundan uyanmaya çalışıyordu…
Ses tonu pürüzlü, suratı asıktı. Kadının kalbine girmek için başka hiçbir şey yapmasına gerek yoktu. Doğal bir sadelikle, olduğu gibi ve öylesine kusursuzdu.
Bu dünyaya bir daha gelse kadın, bu adamı tekrar ve tekrar kendi belasını verircesine yeniden severdi.
Metalik mat bir gri rengiydi kadının sevgisi…
Adam -muhtemelen- çokça parlak kırmızı sevdalar görmüş ama metalik mat gri bir sevdanın insanı kavurabilme eşiğini hiç test etmemişti.
Kadın adamın hiç bilmediği bir şeyi biliyordu.
Kadın, ortada ateş yokken kavrulmayı, kavrulurken çıkardığı kıvılcımlarla yeni bir ateş yaratmayı biliyordu. Gri rengin bir ateş rengi olabileceğini, değdiği her hücreyi yakabileceğini, değmediği her soluğu kesebileceğini biliyordu.
İyot kokusunun baskın olduğu sokaklarda el ele yürüdükleri akşamların ertesinde rüyalarında yaşamaya devam eden bu adamı saç diplerinde ve dudağının köşesinde hissettiğinde anladı kadın; masumca sevmek çılgınca hapsolmayı gerektiriyordu.
Bir insanın “N’olur bırakma beni!” anlarıyla, “İstediğim an seni bırakabilirim.” kaotizminin çarpışma noktasında bu adama hapsolduğunda kadın çoktan kendi kendini imha fermanını imzalamıştı.
Metalik mat gri metrekareler içindeki paylaşımlar,
Ege kıyılarına vuran yelken hayalleri,
Kestaneler,
Bürokratik toplantılar,
İşlenmiş şeker içeren konuşmalar,
Sıkışan trafik,
Telvelerin kalplere döndüğü fallar,
Omzundaki sivri kemikler,
Tüm cüretkâr söylemler,
“doyamadık” kelimesinin taşıdığı anlamlar,
El ele yürünen sokakları ıslatan gece yağmurları,
“görmek isteyen görür” gözleri,
Ruhsat tabelaları,
“bana kahve yap!” emrivakileri,
Penaltılara kalan maçlar,
Hormonlu çilekler,
Uyumsuz yıldız falları,
“sen seçer misin hayatım” şarapları,
Kızarmış tavuk kanadı kokuları,
“ben bi’ yol yoksa yol yapanlardanım.” özgüveni,
Burjuva koşulları,
Hafriyat kamyonu,
Tavandaki ahşap sarı planör,
Bir parfümün tüm notaları,
Kırmızı koltuk ve yeşil çubuklar,
“uykulu gözlerinden öpüyorum” anları,
Espresso makinesi,
“bunu söylemeye nasıl cüret edersin” cümleleri,
Elleri,
2. çoğul kişi hitapları,
“yanıma gel” heyecanları,
“uykum var!” huysuzlukları,
Gözaltı morlukları,
“sadece sarılmak istiyorum” kaçamakları
Ve
“çok özledim merkez” itirafları…
Kadının boğazına tıkanıyordu…
Beygir gücü yüksekti, hız limiti aşılmıştı…
Az ötede duvar vardı.
Korku, havadaki azota karışıp yok olmuştu.
Çünkü,
-ne yazık ki-
Korkunun ecele faydası yoktu.
Kadın, şoka uğramış halde 270 kilometreyle duvara karşı gidiyordu.
Artık korkmasına gerek yoktu...
Seçil.
*Raptiye:
“Bir insanı sevdiğini düşünmek, ona bunu söylemek ve ardından sarılmakla anlatılamayacak kadar mükemmeldir.”
Hakan Günday - Azil
1 note
·
View note
Photo

DÜNYANIN EN GÜZEL KOKUSU
Bir adamın en masum yanı, omzunun üstüyle çenesinin altında kalan o savunmasız yeriydi…
Kadın bunu, o adamı severken öğrenmişti…
Hisli geçmiş zamanla merak yüklü gelecek zamanın ortasında bir zaman kipinde ezberlemişti kokusunu. Hindistan cevizinin alt notalarındaki yosun kokusuna vurulmuştu. Aşk denebilirdi buna…
Aslında aşk denen şey yalnızca bir insanın dünyadaki diğer tüm insanlardan önemli olduğunu düşünmekten ibaretti. Ama kadın o hindistan cevizi kokusuna aşktan çok daha keskin bir anlam yüklemişti…
Adam hoyrattı… Defolu, yaralı ve çirkindi. Kalabalıklar arasında fark edilemeyecek kadar sıradan; sıradanlığını kabul edemeyecek kadar vahşiydi. Kendi vahşetinden canı yanacak kadar ürkek, ürkek olduğu gerçeğiyle karşılaştığında gözlerinden alevler saçacak kadar kaçak bir dövüşçüydü. Yeni doğmuş bir bebek gibiydi; henüz bir kaç dakika önce yeryüzüne bırakılmış, dünyevi meseleleri kavrayamamış bir uzaylı gibiydi. En büyük acılara kendisinin sahip olduğunu sanıyordu düşündükçe, dünyadan habersiz tüm salaklar gibi…
Hayatın canını yaktıkça kendinden intikam alıyordu. Ama intikam bu noktada hayata hiç işlemeyen bir duyguydu. Adam bunu kendine itiraf edemeyecek kadar küçük bir çocuğun masumiyetine sahipti.
Masumiyeti bir kara delik olarak görüyordu.
Kadın onu ilk kez öptüğünde hapsoldu kara deliğine. Çünkü onu öpmek öyle sıradan bir eylem olamazdı, kadın bunu biliyordu. Biliyordu, çünkü onu ilk kez öpmeden önce adam kadının omzuna başını yaslamıştı.
Masumiyetini bir kara delikte sır gibi saklayan bir adamın başını bir omuza yaslaması demek “Yorgunum!” demekti.
Adam yorgunluğundan bahsediyordu…
Küçük ve güzel elâ gözlerinde “Üzgünüm…"le karışık bir yorgunluk vardı ve bu hüzün kadının daha o dakika omzunu parçalamıştı.
Adamın o en masum yanı, dünyanın en güzel kokusuyla doluydu.
Evet, bir insan dünyanın en güzel kokusunu boynunda taşıyabilirdi. Sırf kokusuyla yarattığı egzotik, erotik ve kaotik bir ütopyada kahraman olabilirdi bir insan.
Kadın bunu adamın boynuna beş duyusuyla birden hapsolduğu an anlamıştı.
Adamın hapsolduğu sığınaklarsa kadınınkilerden dağlarca, yollarca, okyanuslarca, zamanlarca ve uzaylarca farklıydı.
Gel gelelim, bazen tüm farklılıklar tek bir paylaşıma sığıyordu.
Paylaştıkları ilk şey bir kestaneydi.
Kadının henüz adamı tanımadığı günlerde bir kestaneye sığan onlarca şey, adamın boynunda taşıdığı kokuyu duyduktan sonra kadının yüreğine sığmamıştı.
Adam herhangi bir yere sığabilecek biri değildi…
Yaşadığı otuzbin paralel hayatını sığdırabileceği, -daha da acısı- sığdırmak isteyebileceği bir omuz yoktu dünya üzerinde.
Ve kadın, bunu bile bile adamın başını kendi omzuna yasladı.
İnanılmazdı…
Kadın tüm kelimelerini kaybetmişti.
Sustukça intihar, konuştukça cinayetti kelimeleri.
O yüzden kelimelerden kilometrelerce uzak, sessiz bir sarılmayı seçti.
Seçmek…
İnsan bazen istemediği şeyleri de seçerdi. Kadın bu adamı istemsizce seçmişti ve her bir hoyratlığının alt metnindeki şefkati sevmişti.
Kadın, adamın otuzbinbirinci paraleli olmuştu.
Ve bu korkunç sıralamadaki mikropartiküllere sığan anların büyüsünde öpmüştü adamın kokusunu.
Bu, kadının dizlerini titreten bir cüret gerektirmişti. Cüretini de nasıl olduysa adamın ellerinden almıştı.
Adamın kusursuz ellerindeki her bir çizgi ayrı bir hikâye anlatıyordu.
Elbette, adam hikâyelerinin hiç birini kadına anlatmadı. Eğlenceli görüntüsüne, fırlamalıklarına ve kıvrak zekâsına inat; konu kendini anlatmaya geldiğinde “Ben senin sandığın gibi biri değilim.” alaturkası ve katıksız bir narsizimle harmanlanmış cümleler dışında pek konuşmayan bir adamdı zaten. Ama hissedebilenlerle susarak da anlaşabilirdi bir insan, kadın bunu biliyordu. Adamı sol yanında kalan dipsiz boşlukta hissedebiliyordu.
Kadın dipsiz bir boşluktan ibaretti. Gurur duyduğu bu boşluğundan alabildiğine utanan bir arsızdı.
O tüm utanç dolu arsızlığıyla sevmişti adamın ellerini.
Elleri çok güzeldi…
Avuçları sıcak, parmak uçları buz gibiydi.
Her bir öpüşün bir diğerini doğurduğu dudakları gibi, güneş vurduğunda sarıya çalan gözlerinde belirginleşen düzgün şekilli kılcal damarları gibi, karanlıklarını uykusuzlukla karıştırdığında derinleşen göz altı morlukları gibi kusursuzdu elleri.
Adam zayıf düştüğünü hissettiği an teyakkuza geçen ve saldırganlaşan hisleriyle ve kelimeleriyle dolu ellerini kadının avuçlarına bıraktığında kadın için çoktan his histen geçmişti…
Bir başkası için adından ve soyadından ibaret yüzündeki mimik çizgileri, kadına sevmenin yeni bir hâlini anlatmaya başlamıştı.
Bu demekti ki, adı da, hoyratlıkları da kadının zerre umrunda değildi.
Kadın adamın var olan tüm sıfatlarının altındaki çıplak, savunmasız ve o içine çektikçe kanına karışan, kaotik ütopyasına huzur doğuran kokusuna âşık olmuştu.
Kadının kelimeleri adama dardı, adamın suskunluğu kadına çıkmaz sokak…
Ya kadın çok salaktı ya da adam yürekten sevilmeye çok muhtaç…
Sebep her ne olursa olsun sonuçta kadın adamın onun durmasını istediği noktadaydı.
Fakat adamın kaçırdığı tek bir ayrıntı vardı…
Bazı kadınlar durmazdı.
Vazgeçmezdi.
Sevdiği insan yangını oldu diye yanmayı severdi bazı kadınlar. Çünkü vazgeçmek bazı kadınların kitabında yoktu.
Ve o kadın, bu hikâyedeki “bazı kadın"dı.
Tüm dünya karşısında olsa, o kadın o adamın yanında olurdu.
Kadın adamı paylaştıkları tek bir kestaneye sığdırmıştı çünkü; gerekirse dipsiz yüreğine sonsuza dek sığdırırdı…
Seçil.
*Raptiye: “İnsan, zamanı durdurmak istediği yere aittir.” Amelie
0 notes
Photo

ÇÖREKOTU
Günlerden bir gün… Bir baharın, ilk-baharın, bir insanın mevsimlerine nasıl çiçekler açtıracağını anlatan bir gün; gözüne değil, doğrudan gönlüne giren bir adamı nasıl seveceğini bilemeyen bir kadının hikâyesi tomurcuklanmıştı…
Bekleyişin insanın canına kast ettiği zamanlardı. Ve bu yüzyıllar süren kavruk bekleyişin, kasten ve cebren ve hile ile kadının aklını alarak nihayete ermesi konusunda kader/kısmet defteri çoktan yazılmıştı. Zaten kadın da bunu, onu onlarca kereden sonra tekrar ilk kez gördüğünde anladı…
Nasıl ki hayatta her an her şeyin olabilme olasılığı varsa, bazen de bazı şeylerin hiç olmama olasılığı vardı. Bazı günler güneş bulutların arkasından çıkmayabilir, en sevdiğin gömlek o gün üzerine olmayabilir, bazen işlerin yolunda gitmeyebilir ya da gözünün önünde duran şey ilginç bir şekilde daha önce gözüne çarpmamış olabilirdi. Bu da tam olarak öyle bir şeydi. Çünkü bazı şeyler için doğru yer ve doğru zaman diye bir şey yoktu; bazı şeyler seni öylesine bir g��nde ve herhangi bir yerde bulup korunaklı dünyanın bir kesitine doğru, birim zamanda binlerce metreküplük hacimsel debisiyle birdenbire akmaya başlardı.
Kadın deliydi. Hatasız imlâlara sahip oturaklı ve korunaklı cümlelerinin ardında son derece kaltak bir deliydi.
Adam kimdi? Kadın bunu aslında hiç öğrenemedi. Fakat bilmiyor olması, bu adamı içten içe, içinin titreyen bir yerinden yakalayarak tanıdığı gerçeğini değiştirmiyordu. Binlerce metreküp, her geçen saniye -küçücük metrekareler içinde- üzerine üzerine akıyordu.
Adam deliydi. Birinin avuçlarına bıraktığında panikten ve şoktan atmayı bırakabilecek kadar ceset bir kalbe sahip olan, çok hassas bir deliydi.
Adam hiçkimseydi. Adam herkesti.
Adam o şok içindeki hâli ve sıkılgan ama meraklı gözleriyle çok güzeldi.
Ve kadın bunu fark ettiğinde bir ilkbaharın ilk günüydü.
Kadın, günlerdir pencereler önünde onu bekliyor olmasının, geçtiği yerde bıraktığı kokusunun alt notalarındaki gülücüğün, içine düştükleri tuhaf sohbetlerdeki göz göze gelişlerinin, birbirlerini garipsedikleri anların ve işlenmiş şeker rengindeki zamanların anlamını orada anladı.
O masada.
Adam karşısındaydı.
Kelimeler cümlelere, cümleler saatlere, saatler koca bir akşama dönüştü.
Kadın konuştu, adam sustu.
Adam sordu, kadın ona anlata anlata sustu.
Karşıdan bakıldığında adamın aradığı cevaplar çok başkaydı. Her soru bir sonrakini doğururken, kadının aslında verdiği tek bir cevap vardı. Seninle sayfalarca susabilirim, dedi kadın. Ama söylemedi.
Bir süre öncesine kadar içindeki çocuğun sufle verdiği o deli adam, kadının sessiz ve izsiz cevaplarıyla büyüdü. Büyümekten aldığı zevk tartışılırdı; fakat bam telinin titrediği o auraya bakılınca adam aslında çoktan büyümüştü.
Dünyasındaki parlak sabun köpüklerini yüreğinden sıyırdığında, birinin omzuna yaslamak istediği bir başı, ellerinden sıkı sıkı tutulması gereken bir yanı vardı adamın. Var olduğunu düşündüğü ve gelişigüzel anlattığı karakterinin, anlatmak istemediği bir de karanlık yanı vardı.
Ama herkesin bir karanlık bir yanı vardı. Ve bir insanı gerçekten kabullenerek sevmek demek onun karanlıklarını da sevmek demekti.
Kadın, onu karanlıklarıyla sevebilirdi.
Zaman durdu...
Cümlelerce bir sessizlik oldu.
Adam, kadının çok bilindik ve küçük dünyasına taban tabana zıt şekilde, mensubu olduğu aşırı cafcaf ve alerjen içeren burjuva dünyasını sustu o akşam.
Evet, sustu…
Ama seni anlamaya çalışan birine kendini anlatmanın kelime sayısıyla hiç ilgisi yoktu. Kendini anlatmak ve iç dünyanı ele vermek bazen sadece karşındaki o insana bakarken göz bebeklerinin ne kadar büyüdüğüyle alakalıydı.
Adamın göz bebekleri kocamandı.
Baharın ilk günüydü.
Hava ılıktı ama kadının elleri buz kesmişti.
Sorsan çörekotu kadar bir ihtimaldi; fakat kadın o gün o masada o adamı sevmişti…
Seçil.
9.3.17
*Raptiye:
“İnandığını çürüten bir gerçek ortaya çıktığında, insan psikolojisi inandığını değil, gerçeği değiştirir.”
Festinger
1 note
·
View note
Photo

*Raptiye:
“Sonunda üç şey önemlidir:
Ne kadar sevdiğiniz,
ne kadar nazik yaşadığınız ve
sizin yazgınızda olmayan şeylerden
nasıl zarafetle vazgeçebildiğiniz.”
Buddha
0 notes
Photo

BALIKLAR VE GÖKYÜZÜ
İnsan hayatında unutulmamak üzere yaşanan, tırnağının köşesindeki hücrelere kadar sirayet eden anlar vardır. İçindeki hislerin yoğunlaşıp tüm kütlesel özgüveniyle üzerine aktığı, unutulmayacağını daha o saniye anladığın anlar..
Tek bir an bir hayata nasıl böylece kolay etki edebilir, şaşarsın. Üstelik uzunca zamandır da farkındasındır durumun. İnsanların bu muhtemel ciğer parçalayan sonları bildikleri halde bile bile o sona yürümesi durumuna “gözleri kör olmak” diyoruz.
Bazıları “Aşkın gözü kördür.” de derler.
Peki, konu aşk mıdır burada?
Konu aşk olabilir. Ama konunun özü, insanın kendi ciğerini parçalayacak kadar zalim olması ve bu uğurda kendini birine gözü kapalı adamasıdır.
Kendini adamak pek bir marifet değildir aslında. Bazen birini çok sevdiğinde sana ait olan her şeye onun da sahip olmasını istersin. İçinde bir yerlerde, doğal bir sadelikle kendini doğurur o duygu. Ona fazladan bir kalp, fazladan bir beyin, fazladan iki el armağan etmek, belki onu bu sayede yenilmez bir kahramana dönüştürmek ve onun yenilmediğini gördüğünde mutlu olmak senin için nefes almak kadar doğal ve hayati bir amaca dönüşür. Kendini adamanın özü budur aslında, sevmektir. Sevdiğini beslemektir. Onun gücüyle güç bulmak, onun mutluluğuyla gülümseyebilmektir. Bunun için elinden geleni yapmak demektir, kendini adamak. Dünyanın en safça ama en tutkulu, en sahici duygusudur.
Asıl mesele, böylesi bir sevme biçimini içinde filizlendiren adamın, o sevgiye sahip çıkmamasıyla başlar. Önce bir sessizlik olur, yönünü şaşırırsın. Sonra açıklamalar birbirini kovalamaya başlar. Her bir açıklamasına çılgınca hak verirsin, çünkü asla seni incitmeyeceğine dair inancın bastırılamaz boyuttadır. Hak vermekle, umut etmekle o kadar meşgulsündür ki, sana gelemeyişine dair yaptığı açıklamaların artık bahaneye dönüştüğünü fark etmezsin bile.
Yavaş yavaş kırgın ve gözü yaşlı duygular sızmaya başlar içindeki çatlaktan içeri. Çatlağı görmezden geldiğin sürece geriye kalan duygu saf ve katıksız bir mutluluktur. Çatlağı kapatabilsen sanki tüm o gözü yaşlı kırgınlıklar geçecekmiş gibidir. Bu yüzden olsa gerek, hiç yorulmayacakmış gibi bir gayretle yama üstüne yama eklemeye çalışırsın çatlağın üzerine. Her bahanesine karşılık bir bahane yaratırsın kendine, koşulsuz inanmak için. Üstelik seni inandırmasına gerek bile yoktur herhangi bir şey için, “Balıkların evi gökyüzüdür.” dese, sorgusuz inanmaya hazırsındır.
Soğukkanlılığını yudum yudum yitirdiğini adın gibi bildiğin her an, kuyruğu dik tutmak için biraz daha zorlarsın. Çünkü hâla daha değiyordur hissettiğin kalp çarpıntısı o zorluğa.
Tek bir öpüşü bütün o kırgın parçalarını birleştirmeye ve yüreğini sarmaya muktedir bir adamı sevmek, her şeye değen bir duygudur çünkü.
Buna sonuna kadar değeceğine inandığın için, bir koruma kalkanı örmeye başlarsın ikinizin üstüne. Muhtemel her darbe için gardını önceden alır, bir deli gücüyle savurmaya başlarsın her kötülüğü.
Gücün ikinize de yeter sanırsın, sevmek yeter sanırsın.
Tek bir an elinden tutar, bir kere sarılır, sana dünyaları verir ve sen o güçle her şeye karşı koyarım sanırsın.
Ama bu hayatta karşı koyulamayacak şeyler vardır.
İnsan yeri gelir insanüstü bir iradeyle kendi isteğine karşı koyar, sırf öyle olmak zorunda olduğunu bildiği için susar, yeri gelir ciğerini yırtan çığlıklarını içine içine bağırıp hislerine karşı koyar, onun o çok sevdiği sıcak göğsünü bırakır yalnız yatağına geri dönmeyi seçer.
Ama buna karşı koyan bir sevginin bile karşısında duramayacağı şeyler vardır.
Üstelik bunu bir gün basitçe bir an, basitçe bir hamleyle anlar. Bazen cevapsız kalan bir telefon yeterlidir anlatmaya..
O an anlar, haddini bilmesi gerektiğini.
Tam o an anlar, bir kişilik gücün iki kişiye yetmediğini.
Köşeye itilmek insanı güçsüzleştirir çünkü.
O an zangır zangır bir tren geçer damarlarından, duman duman olursun.
Tek bir kirpiği için ömrünü adamaya hazırken, onsuzluğa alışman gerektiği, çünkü asla sana ait olmayacağı gerçeğiyle yüzleşirsin o an.
Uzay boşluğuna düştüğün, hiç unutulmayacağını bildiğin an o andır işte.
Güzel yüzündeki mimik çizgilerini izlediğin, uykuluyken çıkardığı sesleri dinlediğin bir “Seni seviyorum.” sabahının ya da birlikte güldüğünüz bir “Gitme, kal.” akşamının zihnindeki yansımasını eline alır, başka bir galaksiye fırlatırsın kendini.
Bir başka hayat, onunla mümkün olsun istersin.
Başka bir hayat yoktur.
Sadece sevmek vardır o an.
“Seni seviyorum.”
Nedir peki, seni seviyorum?
Üstat der ki:
Seni seviyorum; 1 cümle, 2 kelime, 13 harf, 2 insan ve 1 aptaldır..
Öyleyse, balıkların gökyüzünü sevme ihtimali için;
Happy Valentine’s Day!
Seçil.
*Raptiye:
“Hayatımıza giren herkes değerlidir, ama herkes özel değildir. Saygı hepsine, Sevgi layık olana verilir.
İnsan seviyorsa iki şeyi asla yapmaz. Aldatmaz ve ağlatmaz. Çünkü aldatmak insan onuruna, Ağlatmak ise insan yüreğine yapılmış en çirkin saldırıdır.”
Erich Fromm
0 notes
Photo

-
GÜN AYDIN, SEN KARANLIK
Bir sabah, güneş doğduğunda bir mucize gün yüzüne çıktı..
Uzak diyarlardaydı, uzun uzun zamanlar öncesiydi..
Çoğu insan bilmez, güneşin bir tılsımı vardı..
Gün ışığı vurduğunda kirpikleri parlardı, sonra kirpiklerinden akan ışıklar kapalı duran göz kapaklarının altındaki güzel gözlerine sinerdi. O aynı ışığın yüzlerce tonu yayılırdı uykulu ve kusursuz yüzüne.. Güneşten bir parça gibi şeffaflaşır, bulut bulut huzur saçardı. O kadar pürüzsüz bir güzelliği vardı ki, çıplak gözle bakıldığında insanın kalbini kamaştırırdı. O uyanınca gün uyanırdı gökyüzünde..
O diyarlarda sabah olmasının en güzel yanı buydu.
Ve hikayesi de kendisi kadar güzeldi üstelik..
Yıllar yıllar önce dünyada, uzak diyarlardaki biri güneşin kalbini kazanmış, güneş de bunun karşılığında o diyarlara kendi ışıklarından doğurduğu bir tılsım hediye etmişti. Her sabah güneş doğduğunda bu tılsım uyanır, güneşin kirpiklerine düşürdüğü ışığıyla kusursuzca parlardı ve dokunduğu hayatlara mutluluk getirirdi.
Hatta bir rivayete göre, uzak uygarlıklarda “Doğan Güneş” tılsımlarının ölümden sonra yeniden dirilmeyi sağladığına bile inanılırdı.
Ölümden sonra yeniden dirilmek gerçek midir bilinmez ama, bu tılsım tek bir parıltısıyla kararmış bir kalbe bile umudu ve sevmeyi yeniden öğretebilirdi.
Sorsalar, böylesi tabiat üstü bir varlığın dünya üzerinde bir diyarda yaşadığına kimseler inanmazdı. Ama onu büyülü kılan da buydu işte; inanılmayan anlarda, birdenbire çıkıverirdi ortaya.
Gel gelelim, güneş en parlak ışıklarından bu tılsımı doğururken küçücük bir eksik bırakmıştı ve bunu da kimselere söylememişti. Tılsımın kendi büyülü güzelliğinden haberi yoktu. Bu yüzden de, ışığı kendini aydınlatamazdı ve içten içe bu eksiklikle yaşardı. Güneş, bu eksikliği göstersin ve tamamlasın diye nerede olduğu bilinmeyen bir yerlere tılsım için bir haberci bırakmıştı. Haberci bir gün gelene dek, tılsım hiç bilmediği bu esaretiyle yaşayacaktı..
Onu kendi sahip olduğu parıltının gücünden mahrum olarak doğuran güneşin bir planı vardı o zamanlar..
Tılsım bir gün bir yerde habercisiyle muhakkak karşılaşacak, ancak kendi eksiğinin farkında olmadığı için bu karşılaşmayı belki de hiç fark edemeyecekti. Yalnızca bir his peydah olacaktı içinde ve bu his bir peşine düşme isteği olarak kendini gösterecekti.
Ne var ki, istemek peşine düşmeye yetmeyecekti; peşine düşebilmek için cesaret gerekecekti.
O gün geldiğinde tılsım bu cesareti gösterebilirse esaretinden kurtulacak, kendine ait o güce kavuşacak ve eksik yanını tamamlamış olacaktı. Haberci ise tılsıma kavuşmuş olmanın kusursuzluğuna erişecekti..
Umudun kozasından çıktığına dair kanat çırpma seslerinin duyulmaya başladığı zamanlardı..
Günlerden bir gün, tılsım ve habercisi karşılaştılar..
Ne olduğunu anlamadan birbirlerinin etrafında dönüyor ama yaklaşma cesaretini gösteremiyorlardı. Ne zaman biri bir adım atacak olsa, diğeri bilinmezliğe dönüyordu. Tılsım esaretine yenik düşüyordu, haberci ise esaretin mecburiyetine yeniliyordu..
Ama artık günler değişmişti. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Her bir gün ikisini de türlü türlü şaşkınlıklara uğratacak hisler bırakıyordu ardında.
Sanki rüzgar ikisini de okyanusa atıyor, enginliğe, dinginliğe ve bilinmezliğe salıyordu. Ne var ki, koca okyanusta yosunlara dolanıyor, illa ki çözmeye çalışıyor fakat çözülmediğini anlayınca koparıp atmayı bir türlü beceremiyorlardı. Birbirlerini gözden kaybediyor, uzaklaşıyorlardı. Bir vakit sonra belki yeniden buluşuyor ama gönüllü bir esaretin önünde yorgun argın eğiliyorlardı. Biri diğerine sırtını dönüyor ve böylece dünyanın çevresi uzaklığınca uzaklaşıyorlardı birbirlerinden..
Günler gelip geçiyor, okyanuslar dalgalanıp duruyor, güneş doğup doğup batıyordu.. Her sabah doğduğunda tılsım ve habercisi aynı güneşe bakıyor ama hep birbirlerinden ayrı günlere uyanıyorlardı.
Aynı güneşin ayrı yerlere doğduğu bir gün, gece yüzünü mucizeye dönerek çöktü üstlerine..
Güneş bir sonraki sabah tek bir yere doğacaktı çünkü..
Ah, güneş..
Bir sonraki sabah oldu ve çok erken saatlerde güneş sonu bilinmeyen bir hikayeyle doğdu..
İşte o sabah uzak diyarlarda gün yüzüne çıkan mucize buydu.. Tılsımın habercisi oradaydı. Esaret ve cesaret arasında kalan tek bir harfin içine kıvrılmış, saçları dağılmış, tılsımın göğsünde yatıyordu..
Tılsımın gözleri kapalıydı, uyuyordu..
Ve sonraki zamanların neler getireceğini ikisi de bilmiyordu..
Seçil.
*Raptiye:
“Kader, harekete geçmeyen kişiye asla yardım etmez.”
Sophokles
0 notes
Photo

- Gözden ırak, gönülden de ırak olur mu efendimiz..? + Hayır Olric. Yüreğinde bir yer açıp oraya oturttuğun her kimse, seninle birlikte gider her yere… #tutunamayanlar 📖
2 notes
·
View notes
Photo

SUSKUNLUĞUM ESARETİMDEN
Sevmek mümkün müydü sahiden?
Mümkün olan her anını sakladım ben.
Soluğumun ritmini değiştiren,
çok beyaz – az siyah anılar biriktirdim sana.
Anılar içimin boşluğunu
ve
yarattığın kayıp duygusunun sırrını
çözecekmiş gibiydi.
Saç diplerim tutuşurdu sana bakarken,
o yanıkların nahoş uyuşmalarını izleyip
bulurdum seni.
Hayatın yalnızca ellerinden,
gözlerinden ve kokundan
ibaret olduğu anlara ulaşırdım.
Bazı anlar sonsuzdu.
Kısa ve sonsuz.
Boş bakışlarımızın çarpıştığı o,
“bilinç kaybından bir nano-saniye önce”
hissiyle dolu anlarda,
söylemek istediklerim
çok gerçekti.
Bir anlık boş bulunma hali, gaflet
ya da “Nasıl olur bilmiyorum!” safsatalarıyla
açıklanamayacak kadar sahici
boşluklar doldurdum sana.
Unutmakla hatırlamak arasındaki
“bir varmış, bir bakmışsın yokmuş.”
anlarında düştüm gözbebeklerine.
Ama aşk zaten
unutamamak değil de,
her gördüğünde yeniden hatırlamakmış galiba.
Güneşin ışıklarını kıskançlıktan şoka uğratan
uzun kirpiklerini hatırlıyorum.
Avuç içindeki hayat çizgini,
ve dudakların..
Dudaklarını..
Gel desen,
öperdim, parmakuçlarından.
Ama tamam,
sustum.
Seçil.
*Raptiye:
“..Düşüncem de, lafım da çılgınca, karman çorman. ..Andım budur: Güzelsin, bence varlığın ışık, Cehennem gibi kara, gece gibi karanlık.”
Shakespeare - Sonnet 147
2 notes
·
View notes
Photo

PUZZLE’IN EKSİK PARÇASI
Bir kadının en yürek burkan hali, kendi içindeki boşlukları görmezden gelip, bir başkasının boşluklarını doldurmaya çalıştığı halidir. Bir başkası, çoğu kez bir “adam”dır üstelik.
Peki bir kadın neden bir adamın boşluklarını doldurmaya çalışır?
Bir insan, ne yaşarsa yaşasın, hep eksik kalan bir yanı vardır. İnsanoğlunun güdülerinin işleyişi böyledir çünkü. Olmayanı aramak, sahip olmadığını istemek, kaybettiğini özlemek.. İnsan doğar, büyür, yaşar ve ölür. Fakat eksikleri hep içinde kalır.
Bir gün, kadının öylesine sıradan uyandığı bir gün, bundan sonraki günlerin neler getireceğini tahmin bile edemeyerek fakat iliğine kadar bir elektrik hissederek başladığı bir gün, serüven başlar..
Hissedilen bu “elektriğe kapılma” durumuna eskiler “Hiss-i kable’l - vuku” derler. Hiss-i kable’l - vuku, vuku bulacak bir hadisenin önceden hissedilmesidir.
Diğer bir deyişle “Ben seni, daha görmeden sevmiştim.” demektir…
Ama, içinde eksikler taşıyan birini sevmek zordur. Gün yüzüne çıkarmadığı “Gizemli Boşlukları”nı içinde yaşatan birinin boşluklarını doldurmak zordur.
Hadise vuku bulduğunda ve kadının gözleri adamınkilerle buluştuğunda içinden bir ürperti geçer hani, ona kendi boşluklarını hatırlatır gibi..
Zaman, böyle durumlarda acılı başlangıçların ve hazin sonların körükleyicisidir. Zaman, böyle durumlarda bilinmezliklerin, bile isteye içine çekildiğin cenderelerin tetikleyicisidir. Nabzı durur kadının. Kanı çekilir. Henüz görmeden sevdiği, onun ateşi oluverir.
Beklemek sabretmeyi gerektirir. Sabretmek erdemdir. Neyi beklediğini bile bilmez üstelik.
Kalabalıklar içinde yalnız kalmayı bekler bazen. Küçük anların, ufacık oyunların peşinden koşar kadın. Eline, koluna, kokusuna değdiği her bir anı boşluklarına kazır. Gün gelip onun boşluklarını doldurması gerekirse, kendi boşlukları gözüne batmasın diye..
Belki bir gün adam ona “Sen benim bütün boşluklarımı doldurdun.” der, umuduyla..
Ama derler ki “Umut, yalnızca işkencenin süresini uzatır.” Çünkü içinde bu denli derin boşluklara sahip birinin yama tutmama ihtimali her zaman vardır.
Gün gelir “Yalnızca varlığın yeter.” romantizmleri barındırır o boşluklar, gün gelir cevapsız telefonlar..
Zordur çünkü boşluk doldurmak..
Hikaye bilindiktir.
Adam yarım kalır, kadın tüm yarım kalmışlığına rağmen onu tamamlamaya çalışır.
Yarım kalmış, eksik ve yaralı kalmış kadınların yürek burkması bu yüzdendir..
Engellerine, alkollü cümlelerine rağmen uykularını seve seve feda edip saatlerce dinleyebildikleri adamlar, bir sonraki gün “Söylemek istediklerim var.” derken gözlerinden süzüp geceye karıştırdıkları yaşları farketmediği için yarım kalır o kadınlar.
“İyi bir gece” diledikleri adamın kapanan telefonunun ardından dışarıda karla kaplanmış İstanbul’lara pencereden bakıp dağlarlar yüreklerini.
Belki daha yalnızca birkaç saat öncesinde aynı pencereden bakarken “Lütfen beni hayal kırıklığına uğratma.” diye o adama içten içe yalvarmış, geçmişten gelen tüm yarım kalmışlıklarını yırtıp atmışlardır üstelik..
Söylemek istedikleri vardır bu kadınların, söylemesine izin verileceğinden bile emin değillerdir. Kalplerini açmak istedikleri, gün ışığı vurduğunda en saf haliyle parıldayan o adama baka baka içlerine susarlar tüm söylemek istediklerini..
Bir kez sarılmak iyi gelecektir oysa ki.. O saf ve parıltılı adama bir kez dokunmak yeterlidir o kadınlar için. Ömürlerini adarlar gerekirse, kendi parıltılarını bile düşünmeden o adama bırakırlar..
Zannederler ki, uzak yerlerden o gelecek. Uzun boş yollardan.. Bakarlar.. Ve sonra o gelmez o yollardan. Susarlar..
Sevilen bir şair der ki: Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer, oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur.
O kadınlar bu hikayenin “bekleyenleri”dir..
Beklenen bir gün gelir mi, bilinmez..
Ama bekleyenler hep “o adamların puzzle’larının eksik parçası” olma umuduyla beklerler.
Kadın beklerken adam çoktan uykunun -kadını düşünmekten çok uzak- diyarlarına gitmiştir..
Karla kaplanan İstanbul’lara bakarken pencereden, adama iyi bir gece diler kadın içinden. Bir de küçük umut:
“N’olur rüyanda beni gör..“
Seçil.
(31.12.2015 - 03:13)
*Raptiye:
“..bütün bu karanlık ve enginlik arasında, bizi kendimizden korumak için başka bir yerden yardım geleceğine dair hiçbir iz yoktur.”
Pale Blue Dot
Fotoğraf: Seçil Aydın
0 notes
Photo

Can yelekleri kanatlarınızın altındadır. #roadtosky ✈️
0 notes
Photo

Gökyüzüne kanat açabilsek, sanki her şey düzelecek..
0 notes