Tumgik
sorhan13 · 4 years
Text
REZİLLİĞİN "CENDERE"Sİ!
Artık doğru-yalan olduğuna, yalan'ın yatsıya kalmadan ortaya çıkacağına ve söyleyenin suratında patlayacağına kimse bakmıyor. Önemli olan "fileleri havalandırmak"; varsın "ofsayt" olarak iptal edilsin mühim değil, hakemler üzerinden "yürürüz" yine gürültü koparıriz, denilerek yapılıyor işler.
Heyhat ki bu REZİL İMAJ OPERASYONLARI sadece bir kesimin yaptığı değil, hükümet yanlısı ve karşıtı ezici çoğunluk, gazeteci, akademisyen, hukukçu, iktisatçı ve "trol güruhu" tam da böyle davranıyor.
Bir taraf kuru hamaset ve "yedirmeyiz" diyerek en utanç verici meselelerde dahi taraf tutuyor, ötekilerin zaten ahlak diye bir dertleri yok!
Bu noktada da mesele artık iyice anlaşılır oluyor tabii: Dertleri memleket değil sadece çete menfaati!
&
N'idugu belirsiz, geçmişlerinde Gülenistler eliyle beslenen gazete yazarlığı da bulunan Pehlivan Terkoğlu Barış isimli iki tipitip Metastaz-Cendere isimli bir kitap çıkardılar. Kitaptaki bir bölüm de gazetelerde manşetlere çekilerek haber yapıldı ve kitap da patlatıldı böylece. Büyük bir iddia olduğu için, kitapta daha fazlası vardır düşüncesiyle gittim bir nüshasıni satın aldım. Parama acıdım!
Odatv başlı başına bir çete (yani örgüt, yani yapı) ve orada yazanlar da tıpkı cuntacının yeğeni Soner Yalçın gibi sabun köpüğü ve tabii olarak yazdıkları da böyle!
Bektaşi gibi lafın bir kısmını alıp istedikleri gibi yaymakta yani İSTİSMAR ve ÜÇKAĞITÇILIKTA "tek geçerim" onları! Eski forumlardan topladığı "topics"lerle kitap yazan Soner de, güya darbe davalarını takip eden Müyesser de öyle; tabii olarak bu Barış-eyn de öyle!
Cendere'deki iddiaya göre, Mustafa Doğan İnal, mahkemede dosyası bulunan bir şirket ile dosyaya bakan hakimleri bir restoranda biraraya getirmiş, birlikte yemek yenmiş, dava usulünce kapatılmaya çalışılmış. Bunu yazarak "Cumhurbaşkanı avukatları işte böyle paralı işler yaparak komisyon alıyorlar" demeye getiriyorlar.
Dikkat ama, gerçekten de demiyorlar, demeye getiriyorlar. Bu da iddialarının arkasında olmadıklarının da, hukukî kıvırma yolunu tercih edeceklerinin de ispatı aslında.
Başta dediğimiz REZİL İMAJ OPERASYONLARI bunların tek derdi çünkü.
Peki Mustafa Doğan İnal hakkındaki iddia doğru mu?
Gerçi MDİ suç duyurusunda bulunduğu için olayın aslı astarı pek yakında su yüzüne çıkacaktır, o ses kaydı da dosyaya girecektir ve hiç şüphesiz dinleyeceğiz fakat ondan önce bu hadise üzerinde bir iki laf sarfedelim.
Meşhur ses kaydını üç dört sene önce enteresan birinin getirmesiyle dinleyen "black box" gönüldaş ile konuştum. Dediğini yazalım şimdi aşağıda.
Meşhur tencere tava şirketi olan T şirketi, aynı iş alanındaki E şirketini satın alıyor. Problem bundan sonra başlıyor. E şirketinin alacaklıları ortaya çıkıyor, şirketi satın aldıklarından T şirketinin kapısına dayanıyorlar. T şirketi şaşırıyor tabii. Meğer satış sözleşmesinde E şirketi bir dolap çevirmiş, borçluları da T şirketinin muhatabı olarak gostermis. Dava açılıyor işte bu safhada.
Alacaklıların baskısından bunalan T şirketi de Ankara'da bir nazırı bunaltıcı baskı altına alıyor, nazır da dosyayı inceletip dolabı görüyor ve "muteber avukat" olan MDİ'a yönlendiriyor T şirketini. Hem kitapta bahsedilen Türk alacaklıların hem de T şirketinin E şirketinin yaptığı dolabtan az hasarlı olarak kurtulma yolunu hukukî olarak bulmak için de toplantı tertipleniyor. İşte o ses kaydı da toplantıda alınıyor.
Bunu dedikten sonra, "kitapta yazılanların gerçeğin farklı versiyonu olduğuna inanıyordum, bu kadar bariz olamaz çünkü, ama o restoranda yemekli toplantı işi midemi bulandırır oldu, var mı öyle bir şey?" diye sordum. "Black box" gönüldaş cevap olarak "hayır" dedi. Ses kaydının yapıldığı toplantı, hani T şirketi idareci ve CEO'su, hâkimler ve MDİ'in olduğu, kitapta "restoranda yemekli toplantı" olarak bahsedilen toplantı, adliyede, komisyon başkanının odasında gerçekleşmiş.
Bunları çıkıp Mustafa Doğan İnal ve hakimler anlatamaz. Odatv çetesi de işte buna güveniyor: Mahkemeye bitene kadar yaygara koparıriz, ses kaydı zaten kırpıp kırpıp yapılmış birşey, "iddia ve haber hürriyeti" diye de orada -en iyi yaptığımız işi yaparak- kıvırıriz! Bu!
Niye taraflardan biriyle toplandınız da ötekine haber vermediniz, kumpas mı kurdunuz, böyle toplantı yapmak usul de var mı vs. bir sürü soru ve goygoy bahanesi ortaya çıkacak diye MDİ ve o hakimler ortaya çıkıp konuşmaz, ancak "iftira" derler, eh zaten çetenin istediği de bu.
Ses kaydında geçen para miktarı da MDİ ve hakimlerin alacakları komisyon değil, dava konusu olan miktar imiş. Kırpıp öyle koymuşlar kayda.
Ankara, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya, Yozgat vs., "Türkiye'de kim kimdir" listesini hafızasına ve "emanete" vermiş olan gönüldaş böyle anlattı işte. Aslında dedi bir de, o iki tipe o kaydı ses kaydını vereni de tahmin ediyorum ilavesini yaptı. Fetö kumpası tam da bu, "bilerek veya bilmeyerek" de bu kumpasın içinde yeralıyorlar, eğer o tahmin ettiğim ise veren, dedi. Bundan sonra anlattıkları ise, bu hadise ile ilgisiz tabii, ama "tahmin ettiği kişi" hakkında, çok daha vahim.
&
Cumhurbaşkanı avukatları, vitrinde olan tipler. Bunlar bir şekilde avukatlığı almış ve görevler yapmışlar. Buralara birşey dediğimiz yok. Bu unvanları ile birçok iş yapmış, mesleğe ilk girdikleri günden çok çok çok farklı bir maddi kaynağa tabiatıyla ulaşmış insanlardır. Akçeli devlet veya şahsi işlerine dikkat etmeleri baştan görevleri zaten. Görüldüğü üzere ses kaydı almak mümkün. Ve inanıyorum ki başka ses kayıtları da vardır. Bunlar beni ilgilendirmiyor. 15 Temmuz Davalarında ortaya koydukları performans ise beni, BİZİ düşündürüyor ve "illegal hukukçu" / amatör hukuk sempatizanı olarak ürperiyorum. Bunları da yazılarım da ve tweeter'da ara ara paylaşıyorum. Darbenin ana davalarında ortaya çıkan (Marmaris CB Suikasti Davası, Yurtta Sulh Konseyi Davası, Akıncı Üssü Davası), o kadar iddianame, savunma ve gerekçeli karar okuyan bana göre GERÇEĞİ KAPATAN ve Anayasa mahkemesi/AİHM'den bozularak ve ağır tazminatlarla dönecek kararların alınmasında da etkin oldular. 28 Şubat davalarında oyunları bozmak için harcadıkları performansın kızgınlığı da olabilir bunun sebebi, başka birşey de. Kızgınlık olmasını yürekten isterim, diğeri riskli çünkü. Ve bu davalar ile alakalı yazılarımda da yapılan HUKUKSUZLUKLARİ yazmaya, kulaklarını çınlatmaya devam edeceğim. Ama "hukuk herkese lazımdır" ilkesini zorluklara karşın ayakta tutmaya and içtiğimiz için, REZİL İMAJ OPERASYONLARInda da yanlarında yer almaktan kaçınmam; çünkü buradaki hedef avukat lisansı olan a ve b veya c kişisi değil, Erdoğan'dır, onu da bu zorlu süreç içerisinde ayakta tutmak siyasi bir tavırdır.
İBDA ve İbda Cepheleri, oyunbozan'dır. Bunu kimse aklından çıkarmasın.
0 notes
sorhan13 · 6 years
Text
HEP KEDİM OLDU... -bildiğiniz pisi pisi; tırmalayan, miyavlayan!-
14 Ocak 2013
Tumblr media
  "Bir kedim bile yok!"; aynı başlıklı karalamamı böyle bitirmiştim: "BİR KEDİM BİLE YOK dememek!"
Var"dı" daha doğrusu; en küçük yaşımdan şu ana ana gelene kadar kedisiz kalmadım. Sarılır yatardım eskiden, onun mır mır nağmeleri ile, o da patiğini elimin üstüne koyar, tırnaklarını da hafiften geçirirdi, hani gitme bir yere dercesine...
Hepsinin ölümünü seyrettim.
Hele bir "Tekir'im" vardı, "Kaplan" derdim ona. Yapacak birşey olmadığından, hani zorunlu (!) olarak yiğitlik taslayanlardan değildi o, öyle bir olmuştu ki, köpekler dahi onu görünce yol değiştirdi. Öyle güzel, öyle yiğit... "Kaplan!" diye seslenirdim, nasılsa bazen hemen bazen de bir iki dakika sonra koştura koştura gelirdi. Yakında olduğunda duyuyordu, hemen geliyordu da, bir iki dakika sonra, ama sesin üzerine koştur koştur gelmesi hep garibime gitmiş, ona olan sevgimi de arttırmıştı.
 Bir gün eve geldim, bizimkiler üzgün, hayırdır dedim, yoldan karşıya geçip eve gelirken Tekir'im, nasılsa bir kamyon üzerinden geçmiş. Ona rağmen kalkmış, sürüne sürüne eve! Bizimkiler görüyor, alıyorlar hemen bodrumda yerine koyuyorlar. Baktım hemen. O kaplan gözleri yumulu, ölgün yatıyor. "Kaplan!" dedim, hemen açtı gözlerini, kalkmaya kalkıştı, "hayır oğlum" dedim, okşadım, hemen başıyla karşılık... Süt ve su getirdim, biraz içirdim. Sonra kaptığım gibi Haydarpaşa'daki Veteriner Fakültesi'ne... Baktılar orada, "çatı kemiği kırılmış" dediler, "iyileşmesi zor, isterseniz acı çekmesin, uyutalım"... Bu uyutmayı anlamadım, sonra uyandım, reddettim, bir ilaç verdiler, "bundan içerse acısı azalır, şunu da verin, neticeyi bir iki güne alırsınız" dediler. Eve getirdim, ilaçlarını içirdim, hey yavrum hey, yanında oturdum. Kaplanım biraz huzursuzdu, sesi hafif rahata dönünce uykuda, ayrıldım. Ertesi gün, aynı. Gece yine baktım ona. Diliyle ellerimi yaladı Tekir'im, sonra rahat, huzurlu bir sesle, gözlerini, o güzel Kaplan gözlerini kapattı uyudu. Uyudu! Başı elimin üzerinde, uyudu. Bahçeye gömdüm onu...
 Uzun süre böyle bir kedim olmadı, uzak da durdum gerçi.
 Birgün otururken bacaklarımın arasında bir şey! Baktım, Kaplanım’ın dişisi. Ama yok; kovuyorum gitmiyor. Uğraştım da! Pes ettim! Geldi hemen kucağıma kıvrıldı yattı kerata. Bütün gün yanımda. Verirsen yiyor vermezsen yemiyor. Öyle. Bilgisayarı açıp çalışıyorum, "ulan" bu dizüstü bilgisayar, illa o da dizüstü'mde olacak. Düşünün artık, dizüstüm'de bir Tekir, bir de bilgisayar! Hatta birgün çalışıyorum, "tam gaz" gidiyorum, hoop fırladı üzerime, ben de şimdi değil, olmaz diyerek kenara koymaya kalkarken onu, "del" tuşunu da yanında götürdü. İyi dedim, gel, diğer tuşlar da gideceğine sen de gel!!! Sonra birgün "damadı" getirdi! Hani aslan parçası gibi de yani. Aslanın rengini getirin gözünüzün önüne, öyle, iri de birşey, ama yabani, insan'dan uzak duruyor, eh Tekir'im yanımda, o da orada dört dönüyor. Gel diyorum, biraz duruyor gidiyor. Tekirle giderek, hafif yemek atarak, su uzatarak biraz kırdım yabaniliğini; sonra birgün Tekir kucağımdayken geldi, bizimki gördü onu seslendi, o ise bir ona bir bana bakıyor, ama ağır ağır gelmeye başladı, su kutusunu itekledim ona, içti, ardından yanımıza gelip bir adım öteye kuruldu. Kedi maması vardı, açtım biraz itekledim ama tam elimin altında, geldi yemeye başladı, Tekirim indi o yerken, ona patikleriyle tokat attı ara ara, hani "huysuz, niye gelmiyorsun" der gibi, ardından ikisi de kucağımda! Müthiş tatlı, hoş bir duygu. Tabii üzeriniz, kıl, patik izi oluyor ama, onların huzurlu halleri, onların güvenlerini kazanma hissi, onların sizi "yabani" görmemesi ve mır mır sesleri... (İki tane de köpek maceram vardır ama yeri değil.)
 Sonra birgün "aslan damadım" gitti. Üç gün geçti gelmedi. Tekir'im de huzursuz, sağa sola bakıyor, ama yok. Bir hafta sonra bir arkadaş onun yukarı mahallede ezildiğini ve bir çöp arabasına konulduğunu söyledi. Tahmin etmiştim böyle olduğunu. Tekir'im de sessizlesti, o da anladı. Her gün birkaç defa gelen gelmeyince... anladı, hissetti.
 Tekir'im de, damat da inanın trafik ışıklarına riayet ederlerdi, beklerler, yeşil yanınca geçerlerdi. Hadiseden on-onbeş gün sonra, Allah'tan ben görmedim, arkadaş anlatıyor, o gün kanalizasyon (logar) boşaltmaya İSKİ'nin arabası geldiğinden, yol daralıyor, ışıklar da pek işe yaramıyor yani, benimki bekliyor da bekliyor, yeşil'de de arabalar hafif de olsa geçiyor, sonunda bir boşluk buluyor, tam geçecek, sırasına riayet etmeyip öndeki arabayı sollayıp bir öne geçmeye kalkan (ki en fazla on metre ileri geçti, yine bekledi, ne kazandı?) bir araba da o esnada fırlayınca, yolu boş zanneden Tekir'im de geçmeye kalkınca... "Nerede?" dedim "şimdi?" "Denizde" dedi. Rahatladım. Aslan damadın çöpe gitmesine yanmıştım, "denize atmalıydık" demiştim, aklında bu sözüm varmış, ben gelmeden halletmiş... "Zaten o da bir garipti" demişti, öyle, "ÖLÜME HAZIRDI"...
Hey yavrum hey! Hey yavrum! Kedilerim! Kaplanlarım! Aslanlarım! Tekirlerim benim! Hepsi gözlerimde şimdi!...
 &
 "- Bir işi murat etme / Olduysa inat etme / Hak'tandır o reddetme / Mevla görelim neyler / Neylerse güzel eyler."
 &
 Niye "Kedilerim"den bahsettim?
 Geçen yazıda ve elbette diğer yazılarımda "Ölüm Odası B-Yedi" kaynaklı bazı kelimeler, "manalar", araya Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinden iktibaslar yapıp "yazıyorum" ya, akla birşey gelmesin istedim. "Bir kedim bile yok, DEMEMEK" diye bitirmiştim ya altında iştikakler ile, aman yanlış anlaşılmasın, "kelimelerden" haberdar olanlar, "Kedi"nin manası filan diye "kelimelere (benim gibi) parende attırıp", mesela, "Sinver: Kedi" peşindeki manaları üzerinden hakkıMda iyi-kötü düşünceye dalmasınlar Kedi'den mi bahsettim, "KEDİDİR O KEDİ!"
 "Olduysa inat etme" demiş ya İbrahim Hakkı hazretleri, "ölümü" anlattım sadece, elden ne gelir hesabı!. Yazdığım "Tefviz-name"sinin okunmasını da, "tefviz" kelimesine de evvela bakılarak, okunmasını dilerim.
 Hep kedim oldu; öldü'ler ama hep oldular!
 &
 Tefviz-namenin ilk üç mısrasınin ebcedi: 1600+1368= 2968... 1600: Kaşr: Bir şeyin kabuğunu soyma: 600! "İnat etme"; gördüğünün gördüğün olduğunu ne biliyorsun, "soy hele kabuğu"nu, çıkart maskesini; gör hele! Belki "Aşk"ı (İ'tilak: 601) veya Şefkat'i (Müteattıf: 599) göreceksin "maske"de!.. 1368: Nüşuze: Kadının kocasından nefret edip kaçması: 368! “Soy kabuğu” hele, bak "dişi" ve "yar'ın" olan (Nısf: Yarım) Nefs'in belki "hoşlanmayacak" ve uzaklaşacaktır! Nefs'inin ölümüne (idam-ı nefs: 368) vesile olacaktır belki; "inat" etme, "reddetme" geleni... Belki "acı" bile gelse, soy'dun mu kabuğu ferahlanacaksın (Neşit: 369) ne biliyorsun? Hayat, hileyi sever, gördüğün gördüğün olmayabilir (Hasnuş: 968). Belki o bir bahane, bir can simididir senin için... (Özür: 970 / 1968: 969) Bu aynı "hitan" gibi fazla kabuğu, deriyi alıp, (Azr: 970) seni er'leştirmek için olabilir. (Zera': 970)
 Onun için Kedilerim nasıl tek tek gitti, Hak'tandır dedim bin acı ile...
 &
 "Mevlam görelim neyler / Neylerse güzel eyler": 146+1189: 1334! (1334: 335)
 İyisi mi "tefviz" eyle diyor, senin ruhen zenginleşmen (Mutarhef: 334) burada olabilir, sana ne kadar ızdırap (Recefan: 334) verse de! Bu sana gönderilmiş bir mektup (1334: 335: Mürsela: 335) olabilir, sana bakan tarafı öyledir de, "arka"sında ne vardır, onu düşün, "La havle..." de, Mutlak Güç ve Kudret Sahibi O'dur, bunu idrak et, bu O'nun "Buyruk"udur! (Fermude: 335) Tüm hayat, tüm dünya, Kainat, BUNUN İÇİN! Hazreti Adem aleyhisselamin dilinden çıktı bu ilk "La Havle...", düşün diyor... (1334: 2333) İşte onun için "sabır"... (Şekiba: Sabırlı, tahammüllü: 333) Bu seni "heva ve hevese" uymaktan, boş yere feryat etmekten koparıp, kesip, seni "Mutlak Güç ve Kudret Sahibi Zat"ın önüne getirecektir (Müfareze: Bir şeyden kesilip ayrılma: 333), belki! Onlar, İŞAN, (333! Bildiğimiz "333: Başbuğ Veliler'den" kitabı NFK'in) işte sana bunu hatırlatırlar, "mana ordusudur" onlar, seni "TEFVİZ"e, "herşeyi Allah'a bırakma" (neylerse güzel eyler) Yol'una sürüklerler. "333"dür Onlar; "önsöz"ünde bu rakamın hudutlu olmasına bakmayın, "3333" de olur buyurulmus LAKİN, "333" olmuş, ne bir eksik ne bir fazla, "333" olmuş: "Allah'a "bırakanlar" ORDUSU!" "La havle... Ordusu!" En büyük, "büyük"ün küçük dahi sayılamayacağı kadar BÜYÜK ORDU; ve bunlar "333"... Başbuğları o Ordunun! Bu "Ordu"nun "33 Başbuğu" da var. Yüceliğini O'nun gösterdiği 33. Başbuğu da! Yol'una kurban!
 Tefviz: 1296. Name: Risale. Kitap: 96. Mazmaz: Allah Resulü'nun Tevrat ve Suhuf-u İbrahim'deki ismi: 96! "Name", bu! (Selh-hane" de, bu!) Kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, İNSAN! "İNSAN!" "Name"ler de işte bunun için, "insan'laşmamız" için! Tefviz-name: 1340+55: 1395! "Selh-hane" malum, "mezbaha", "kurban kesilen yer"; 1395: 395: FERİKA: KOYUN SÜRÜSÜ: 395! Hazreti İsmail'e bedel olarak, tam "boğazlanacak" iken Hazreti Cebrail'in getirdiği KOÇ... Tefviz-name, "olduysa reddetme, bir işi murat etme" derken, (hani argoda "koyun gibi" derler ya böylelerine) bırak diyor, Mevla'ya bırak, bırak ki KESİL, İNSANLAŞ diyor işte! Böyle yap ki, "sabır ve hamd et" ki (1395:396) YİĞİT, CESUR ol hakikaten (Kahraman: 396) diyor.
 [Bu anlatmaya çalıştığımız inşaallah, atalet gibi, "vur ağzına, al lokmayı" gibi anlaşılmaz. Anlaşılmaması için, yazanın, "İBDA-C terör örgütü üyesi" olma iddiasıyla hapis yattığı yerden bunu yazdığını, bu cezaya rağmen, "inatla" ve hamdederek "İBDA bağlısı" olduğunu da yazayım.]
 Tefviz, "işi Allah'a bırakmak" ("Ney" gibi olmak), "name"siyle birlikte, noktalı harfleri, 1340! (1340+55: 1395) Şam: Sol. Akşam. Akşam olunca gece, yani KARANLIK gelir, "Batı", "Tefekkür" gelir: 341: 1340! Mütefekkir: Fikir yürüten. Düşünen. Düşündüren. Fikir kuvveti: 340!
 Dedim ya, o karalamalarimda yazdıklarım sebebiyle (bahanesi ile veya!) iyi-kötü bir zanna düşülmesin hakkımda; temennim, bu! Bizler hepimiz bir civciviz! Ne biliriz ki?! Yaptığımız, BABA HOROZ'un yaptıklarını yapmaktır, TAKLİTTİR ve her taklit gibi sinmemiştir içimize daha... Sinsin diye!
 "Ölüm Odası B-Yedi" hakkında yazdıklarım, KIŞKIRTICI yazılardır, bilakis bu maksatla yazılmış, sadece bu maksatla yazılmış şeylerdir. Kelimeler ve onların manaları, (lugati olarak) yazılmıştır fakat, arka'sında ne var, BİLMİYORUZ!
 İşte bilmediklerimizi "HATIRLA" diyerek "MİRZABEYOĞLU" bize hatırlatıyor. Bu "hatırla" buyrukları, belki bir şimşek çaktırıyordur, bir -anlık- "zevk" aldırıyordur, başka?! Yazdıklarım da öyle: Sadece KIŞKIRTMAK için. Sarılmanız için O'na; Kitaba! Ölüm Odası'nın 111. bölümünü (Mahv u İsbat) bilhassa okumanızı isterim, ama "ilgili" kısmı da buraya koyuyorum:
 “- ŞAH-I Nakşibend Hazretleri: “Varlıktan sana ne gelirse yokluğa sal!”… İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin titizlikle uyguladığını belirttiği bu hikmet, onun SİSTEM olarak ifâdelendirdiği VAHDET-İ Şuhud –Varlığın Birliğine Şâhid olma– mesleğinde, “ne Allah’ın isimleri, ne sıfatları, ne vücud bahsine takılmadan”, Allah’ın daima “ötelerin, ötelerin, ötelerin de ötesinde…” olduğunu düşünerek O’nu hep tenzih etmek yoludur ki, “sonra o hakikatlerin apaçık görünmesi neticesini doğurur”… TARİKAT’e mahsus usûl ve edeb başka, o kökten İSTİSNA işler başka; bu demektir ki, “insan ve toplum meselelerinin halli bâbında bir tefekkür” ruh köküyle ona bağlı iken, bir tarikat yolu değildir. İMÂM-ı Gazâlî Hazretleri ve ÜSTADIM örneğinde oluğu gibi, TEFEKKÜR’ün HÂL’e dönüşüyle doğruluğuna isbatı yine o yoldan delillendirmek de nasib; fikrin bağlılarına kuvvet ve heves gelsin diye, o HAL’i de, bilenle bilinenler… (…) Ve şu: Ne fikir, ne tasavvuf, durduğun yerde devamlı nefsinde kemâl dikizlemek işi değildir… “Varlıktan sana ne gelirse yokluğa sal!” davası da, alelâde bakışla gayet tabiî bir şekilde, “kazan kazan at!” gibi anlaşılmaz bir tuhaflık değil, tıpkı “yoklukta asıl varlık” kazancının olması gibi, gittikçe nuranîleşme mânâsında bir tekâmül ifâdesidir; her tekâmülde, geride kalan hâlin yokluğa salınan olması… Varlıktan geçmenin, varlık kazanma adına olması; Allah’ta fâni olmak… Bir şeyde fâni olmak, o şey olmak da değildir… Fani olmak da, olup bitmiş olan bir iş değil… HADÎS: “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır!”… Başka bir HADÎS: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”… (…) Herhâlde şu anlaşıldı: “Boşluğa salmaktan” kasıd, “terk, tenzih ve bırak”…
 &
 Şimdi yazacağım, lakin bu yazıyı yazma  "sebebim"le anlayınız, onca Nefs-Kurban-"Kedi" meselesi, işte bunun içindi! Şu yukarıdaki nakli anlamayan var mı bilmem, bendeniz anladım, anladığımdan da (ki bu anlama, bu "nakil" ile de değil, evvel!) "ne dervişlik ne çakal Carlos'luk!" taklidi yapılsın diye de YAZDIM onları... Çünkü bunlar ("derviş", "çakal Carlos") BİR olursa bir "şey"; ayrı ayrı düşünülür ise İBDA'YI ANLAMADA PROBLEM mevcut!
 "Buyrun Selh-hane'ye" başlıklı yazımda da bunu anlatmaya çalıştım... "Rüya"nda gördüğün veya yaşadığın bir "şeyi" tabir mi ediyorsun, (hangi anlayış, kafa ile, ayrı) USUL işte burada:
Bizzat Anlattığıdır: "Biri iki omuzumdan tuttu, sarstı beni, "sen kim olduğunu biliyor musun?" Rüya... Ben kim olduğumu biliyorum; gelen - sarsan da Hazreti İsa, o halde bu söz bana değil, bağlı olduğum büyüğe, Allah Resulü'nedir dedim, ATTIM, KURTULDUM!"
 Buradan, "attım kurtuldum", kendi acizligini görüp, "gelenin" ancak "bağlı olduğu büyük"ten sebeb geldiğini, ASIL SAHİB'in "O" olduğunu idrak edip, "gördürülme zevki" ile şen'lenip sadece "üzerine alınmama" da anlaşılır. Ve bu EDEB'tir! Asıl'dır! Bunun yanında "tefekkür'ün hal'e dönüşü" denildi yukarıda, FİKİR VE FİKRİN KAVGASI meselesidir. O'nun Yaptığı da BU! Ve "istisna" ile yazılsa da, hep ama hep "ÜSTADI"nı "doğrulama"da, onun hakikatini göstermede ki bu bize "istisna"nın dahi "nasıl" anlaşılması gerektiğini gösterdiği gibi, EDEB'i de gösteriyor.
 ["Gelenek" deyip duranlar, Üstad - Efendi Hazretleri, "Mirzabeyoğlu” – Üstad geleneğinde (insan ve toplum meselelerinin halli babında tefekkür'de, Selef'ten hareket!) adına Kurban Olunasıcanın "geleneği" hakkında ne derler? "Erbaa?!"]
 &
 "Bize ne gelecekse içtimai meydan kavgasındaki hissemizledir!"
 O'nun bu sözü de bu manada anlaşılmalı. Rüya'da "sen kim olduğunu biliyor musun?" deniliyor, O, "nefsinde kemal dikizlemek" dediği noktayı yıkıyor, oysa kim "havalanmaz" değil mi, "gelen", Hazreti İsa!? Bu "kim olduğunu biliyor musun" üzerinde NE yaptığı da MALUM! Bana "malum" en azından:
 Silivri 4L'de O'nun "BEN KİMİM?" ARAYIŞININ RAHMET VE BEREKETİYLE inşaallah bulunuyorum! Yani, İBDA FİKRİYATININ! Yani, BAŞYÜCELİK DEVLETİ'nin! "BEN KİMİM?"in SEMERESİ!
 Böyle!
 &
 "Men hüve?" O kim? Ben "kışkırtma" dedim, siz bunu "fikrin bağlılarına kuvvet ve heves gelsin" DEDİĞİ olarak anlayın (aklıma geldi; "men", hem "ben" hem de "kim" anlamına geliyor ve aynı ebcette, Allah sizi inandırsın, zorlamadım, "Mili: Kedi"!), işte o meyanda okuyunuz; ara ara "New-Yeni 1999" dediğim nokta; "tevafuki" olarak da bakınız:
 "- MATLA’ Beyit: Şerbet-i la’lin ki derler çeşme-i hayvan ana / Ol verir can dem-bedem uşşaâka vu ben cân ana. —(FUZULÎ)... Lâ’l dudağının ilâcı ki ona Âb-ı hayat derler / O verir her dem can aşıklara ve ben de ona!"
 Beytin düz ifâdesi ile, “Aşıklara can veren ab-ı hayat ilâcının sahibi” irşad makamındadır, ona bunu vermeye cezbeden de sayıları yüzbinler olsa aşıklardan biridir; irşad nefesinin merkezi odur, feyz ondan dolayıdır... Bizim kime bağlı olduğumuz belli; ve her ne demişse onu cezbeden bizdik, biziz sırrını ne türlü ifşâ ettiğimiz de izâhtan varestedir. Büyük Doğu, İBDA içindir, İBDA’dır; İBDA, yürüyen Büyük Doğu’dur.
 Birinci Mısranın ebcedi: 1966: ABDÜLHAKÎM TAHTI... YOLUMUZ, HÂLİMİZ, ÇAREMİZ. (Üstadım’ın bu mevzuda bir konferansının ismi): 1966: Eskişehir’de benim için ilk dinlediğim Konferansı’nın senesi... ABDÜLHAKÎM Arvasî - NECİB Fazıl Kısakürek - İZZET Mirzabeyoğlu: 1966… (…) 2012 Jul Sezar takvimi, Milâdî: 1966: KAZİME: Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçmesi. Büyük Şehir.
 Jül Sezar takvimine göre 1950 senesi, 1904 Milâdî seneye denk geliyor; bu tarih Üstadım’ın doğum yılıdır. Benim doğum yılım da 1950 Milâdî... Jül Sezar takvimine göre Üstadım 1950 yılında doğmuş, Milâdî 1950’de de ben... Seyyid Abdülhakîm Arvasî - Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 1434: Hicri sene itibariyle bu sayı, Milâdî 2013’e denk geliyor.” ( Ölüm Odası B/Yedi: Sayılar (Kemmiyetin Keyfiyeti Anışı) – 103)
 2013 ise, "BD+ İBDA" olarak 15'te buluşuyor. [ Panzde(h): Onbeş: 69... Büyük Doğu + İBDA: 1060+9: 1069... Hindi: Hind'e ait, hind ahalisi denilince, "O hatırlattı", akla gelecek olan İMAM-ı Rabbanî Hazretleri; onun "Mektubat" isimli kitabının ebcedi, NFK+SM olarak "869"da benzeşiyorlar.]
 &
 "SİYAH GÖMLEKTE TARİH (Hicrî 1440-63 yaş)
 “- LEVHA: 18 Ocak 1984... Siyah renkli bir gömlek... Üzerinde alt alta 14 ve 40 rakamları ki, 1440 diye okuyorum... Gömlek Muammer Bey’e âitmiş... Nasıl hesabladıysam, onları toplayınca 63 sayısı çıkıyor ve bu onun yaşı imiş... 1440 ise, Hicrî sene imiş!
(…)
 1440 Hicrî seneye, Milâdî 576 (Jül Sezar takvimi 622) eklenirse: 2016 Milâdî sene... Mevcut takvimde Hicrî 1433’de bulunduğumuza göre, 1440’a 7 sene var... Yevmiye: “Sen herhâlde bizim Mehmed’ten 5 yaş küçüksün!”... Cevabım: “Herhâlde 7 yaş efendim!” (Ölüm Odası B/Yedi: Sayılar (Kemmiyetin Keyfiyeti Anışı) – 103. Bölüm)
 &
 “- MİLÂDÎ 1790’dan itibaren kullanılmaya başlanan, Mart ayını senenin ilk ayı kabul eden ve güneşe göre hesablanan RUMÎ takvim. Bütçe hesablamalarında esas alınan ve (1) Martta başlayıp ertesi yılın Şubat ayının sonunda biten yıl... MİLÂDÎ (yâni Hazret-i İsâ’nın doğumu kabul edilen bir başlangıçla bizim de hâlen Resmî olarak kullandığımız Takvim) 1790 senesi karşısına 1205 Hicrî diye yazılmış. Hicrî senenin böyle olabilmesi için, MİLÂDÎ takvimin başlangıcı hariç, saat farkı dışında sene hesabı aynı, MİLÂDÎ takvim’in kendisinden alındığı Jül Sezar takvimi’nin başlangıç alınması gerekiyor. Jül Sezar’da başlayan tarih, MİLADİ’de, “M.��. 46” olmuş... Netice olarak 1790 tarihi Milâdî, HİCRET’in Jül Sezar takvimine göre hesabı, 1205 oluyor... Hicret 622, eğer Milâdî olarak başlangıç alınacaksa, 2012 gün farkından doğan hatasıyla, Hicrî 1390 oluyor... 2012, Jül Sezar takvimine göre 46 fazlayla, 2058’dir; Hicret, eğer meşhur 622 ile değil de bu takvimle hesabedilirse, 668’de olmuştur, bugün Hicrî 1390’dır... Takvimlerde RUMÎ’nin 1428’i ve HİCRÎ’nin 1433’ü göstermesi, hem RUMÎ, hem HİCRÎ tarihin başlangıcının Jül Sezar takvimine göre yapıldığını... Yani, HİCRET senesi, sayıda 622, ama Jül Sezar takvimine göre; dolayısıyla MİLÂDÎ 576... 2012–576: 1436... DİKKAT: Hicret 622 derken, bu Jül Sezar’a göre midir, yoksa MİLÂDÎ midir? Eğer Jül Sezar takvimine göre ise, Milâdî takvimi bulmak için 46 çıkar. Eğer Milâdî takvime göre ise, Jül Sezar takvimindeki karşılığı için 46 ekle... DİKKAT: 622 sayısının mübhemliği yanında, buna geriye veya ileriye doğru 46 eklenmesi, bize Allah Sevgilisi’nin ismini veriyor: 92... MİLÂDÎ 2012 ve Jül Sezar 2058, HİCRÎ-RUMÎ 1390 olarak bugün birleşiyor: HİCRET ölçü alınarak... Jül Sezar Takvimine göre 2058’den 622 çıkarsa: 1436... MİLÂDÎ 2012 ile 1980 arasındaki fark: 32... 1436’dan 32 çıkarılırsa: 1404... Senedeki gün farkları ile, 1980 önü ve arkasındaki 10 yılın gözönünde tutulması gerekir. Bu arada Üstadım’ın 1400’ü 1979-1980 yılları arasında kabulünün, ROMA Jül Sezar Takvimine göre Hicret’in 622 kabulü baz alınarak bulunduğu anlaşılıyor...” (Ölüm Odası B/Yedi: Tarih İmtihanı – 101. Bölüm)
 &
 Dikkat ederseniz “Yevmiye: 7 yaş efendim!”, mevzuyu biraz daha lezzetlendiriyor. Biraz daha lezzetlendirelim:
 Şerif Muammer Erdiş, “baba”; baba’mız Hazret-i Adem. Lakin umumi manada Allah Sevgilisi ki, Ölüm Odası’nda bu bahiste anlatılmıştır: Şerif Muammer Erdiş: 1451: Rumi sene (“senin bu baban ne RUMİ!”) 1428! 1451-1428: 23! Allah Resülü’nün 23 sene süren RİSALETİ! Bunu da “O, hatırlattı!”
Ölüm Odası’nda 2012’(senesin)de bahsedildi bu mesele: 1451! 1390 Hicri – Rumi! 1451 – 1390: 61! İnsan 1-bir yaşında doğmayacağına-dolduracağına binaen, Yazan’ın 2012 itibariyle yaşı 62’ye… 2012 – 1950: 62 (-1: 61!)
Bu öyle riyazi bir hesap değil, şöyle bir geçecek şimşek-vari zevk içinde bakınız, 2012’deki “12” ile “23” arasındaki fark da “11”… 1451-11: 1440! Üstadı ne buyurmuştu “Yevmiye”de, “bizim Mehmet’den 5 yaş küçüksün!”; 2016 Miladi’ye nisbetle… Yukarıdaki yaş hesabı, 2016’ya kadar – şimdi 61 olduğuna göre- 5 yaş olacağını gösterir, 2016-2012’de…Üstadının “sehv”i dahi doğru! [Hicri 1433 ile Rumi 1428 arasında “5” fark olduğu, takvimin bu “5” ile gittiği de hatırlanmalı!]
 Lezzetli bir yerde -101. bölümde- “HİCRİ 1400 GAMIZASI”  kısmında… Buradaki “gamıza” (Gamıza: Anlaşılması güç keyfiyet, incelik, kolay anlaşılmayan şey.) “AHMED” ismi ve “21. ASRIN 21 TANE ASIR OLMASI, 2. BİNİN 21. ASRIN BAŞLANGICI olmasına nazaran, kemmiyet ve keyfiyet olarak niçin 1999-2000 yılını meselelerin izahında birim olarak aldığımızı hatırlayınız” VURGUSUNDA! O kadar, o kadar AÇIK! Yazmış! Fazlasına lüzum yok, okuyan görecektir.
 &
 Demek ki, bakın öyle "kelime", "mana" filan yok, riyaziye mevcut, 2013 VE 2016 ARASI "HOŞ'LUKLAR" OLABILIR, değil mi, bu bir "soru" elbette, "olacak" değil; 1999-2000 "vurgusuna", bunun "2. BİN'İN BAŞLANGICI" olmasına ve 1999 SAYHASINA:
 "- DİK DURUN! KARŞINIZDA LEŞLER VAR! 1999 ÜMMETİN KURTULUŞ YILIDIR!"
 Sonra o zamana ve bu zamana, arada geçenlere bakın! 5 ARALIK 1999 tarihine; o BÜYÜK ZAFER'e - HURUÇ'a bakın! (Ve şükredelim!) Ülkedeki gelişmelere! Çevredeki gelişmelere! İşte "Arap Baharı" ve yıkılan Firavunlar, AHBES, TATUR FAMİLYASI'na bakın! Bir "Arap Baharı"nı, SALAKÇA bir şekilde "Kürt Baharı" olarak bekleyen AHMAKLARA bakın! Bakın ve "Arap" yerine "TÜRK BAHARI LİDERİ"nin ebced tevafuku ile ERKAM hizasında KİME denk geldiğine bakın: "SALİH MİRZABEYOĞLU!" 14 senedir hapiste olana! Telegram altında tutulana!
 1991'de, "Körfez Harbi"ni "Cuma" dergisinde değerlendirirken, savaşın "emperyalist" yönü ayrı olmakla birlikte, Özal'ın savaşa girmeye "hevesli" hali üzerinden, "devletin üzerindeki ataletin kalkmasına" değinmiş, yani şu meşhur "yurtta sulh cihanda sulh - kimsenin toprağında gözümüz yok" meselesinin, yani "ben Devlet değilim!" demenin (ve elbette Lozan'ın), bu "hevesle" yırtılmaya başladığını işaretlenmişti.
 Ve şimdi!
 2010'dan beri iyice hareketlenen, kapımıza kadar dayanan "bahar"... [Sadece şu anda aklıma ve sadece "zevk" ile geldiği için yazıyorum, başka sebeb yok, Said Nursi hazretlerinin "ben kışta geldim, o BAHARda gelecek" sözü. Hem, "1390"dayız! ]
 Ve Türkiye'nin artık heves midir başka bir şey midir, başta Ortadoğu olmak üzere her tarafa GİRME çabası! Girerler mi, orası ayrı, ama şu belli: Herkes Anadolu'ya gözünü dikmiş bakıyor! Ve bu da Anadolu'ya, "Türk"e, TARİHİ MİSYONUNU dayatıyor...
 Tüm bunlar olurken de, Anadolu'da bir hükümet ve bu hükümet vesilesiyle - üstelik 2013'de "ÜSTAD"in tartışılmasıyla ("para" meselesi, üstelik "gizli ödenek"!!!) başladı- düzünden, tersinden veya sahnesinden ama ne olursa olsun BÜYÜK DOĞU konuşuluyor! Ve "TÜRK BAHARI LİDERİ!"
 Siyasi olarak kıymetlendirilmesi elbette ayrı yazı konusudur bunun, başta da belirttim, hakkımda, yazdıklarım sebebiyle iyi - kötü zanlar oluşmasın diye ve öyle yazdıysam öyledir, "Kedi'dir o Kedi" demek, bütün bunların da "KIŞKIRTMA" hani "heveslendirme" maksadı için kaleme alındığını söylemek isterim.
 Men: "O kim?" : 90! Milî: Kedi: 90! "Kedi'dir o Kedi!"
 Kedi yemeği yedikten sonra dahi hani "tırmalar" ya, bunun için nankör'e çıkmıştır adı, oysa, "üç kuruşluk iş yaptın diye başıma mı çıkacaksın, o yemeği sen değil RABB'İM verdi, haddini bil!" der... Rabbini bil! Rabbini bilen ve TIRMALAMASIYLA "hatırlatan", "KEDİ!"
 Bu size neyi hatırlatıyor?
 İŞ'AN'ı! ONLARI! "333"LERİ! Rabbini bilenler Ordusunu! Ve "onlara- yenileyicilere bakan GÖZ'ü YENİLEYENİ!"
 Değil mi?
 Şenanir: Kediler: 371! Mehdi Mirzabeyoğlu: 59+1312: 1371! Şenanir'in noktasız harfi, "261": 1260: Kasmel: Arslan, esed: 260. ("Arslanım’ı" hatırlatırım, "Kaplanım"la, Tekir'imle!) Yani!
 Kedi'dir o Kedi!
 Sinami Orhan
14 OCAK 2013
Silivri 4L - F2 Koğuşu.
 NOTLAR:
14 Ocak 2013 tarihinde kendime nefes payı olsun diye "yazıp durduğum yazılarımdan" biri, sevgili avukatım Abdullah Özbek'e faks ile Silivri 4L/F2'den gönderildi. Kedi, hikâye tâbii... Ölüm Odası'nin ilk bölümlerinde yeralan, 2012 tarihli, "SİYAH GÖMLEKTE TARİH" başlıklı kısımda geçen, "14" ve "40" , "1440 ("tarihi) sebebiyle de "artık" meşhur ve malum rüya (rüyanın görülüş tarihi 18 Ocak 1984) üzerinden, "riyaziye"... Hoş, çoğu O'nun yazdıkları, araya bir iki sokuşturma yapıp, "bağ"lantı kurmuşum sadece. Kedi, hikâye...
Hücre arkadaşım Ekrem Demirci çok dinlemiştir bu "rüya" hakkında "sallamalarımı" diyeyim, "Allah gecinden versin" niyaziyla...
Bulamıyordum yazıyı, diğer "cezaevi intiba'ı" eseri yazılarımı dosyalamış, bir kısmını bilgisayar ortamına da geçirmiştim lakin bu kayıptı. Yine geçen hafta A. Özbek ile bir telefon sohbetinden sonra, "işin üstüne düşünce", bir başka kitabın arasından çıkıverdi karşıma tesadüfen. İyi de oldu. Bilhassa “Üstadının “sehv”i dahi doğru!” kısmına dikkat ediniz.
Zevkle yazmıştım... Zevkle okudum...
Yazının içinde geçen “Ölüm Odası B-Yedi”de geçen bölümlerin (103 ve 111. bölümler)  “Baran”da yayınlanmış hallerinin linkleri şöyle:
http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-sayilar-kemmiyetin-keyfiyeti-anisi-103-h337.html
http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-mahv-u-isbat-111-h399.html
3 notes · View notes
sorhan13 · 6 years
Text
Muhayyel Genel Af Taslağı Hakkında Düşüncelerimiz
Haber doğru mu bilmem ama bu veya buna benzer bir şey yapmak zorunda olduklarına kuşku yok; cezaevleri bunca af haberinden sonra "tetikte" bekliyordur çünkü.
Ama BİZ bu düzenlemeyi istemiyoruz ve hata olduğuna inanıyoruz.
(İlgil haber şu: https://t.co/u8TSTqCqxB )
2005'de yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu'nun bilhassa adlî suçlulara VAHŞİCE uygulandığını, misal olarak basit bir "cepcilik" suçunun dahi bu kanunun rezilligi sebebiyle "nitelikli" hale sokularak 15-20 sene ile hükme bağlandığını, bunun ZALİMLİK olduğunu biliyoruz.
TCK'nda yeni bir düzenleme ile bu vahşetin engellenmesi ve fazladan yatanlara da 1 defaya mahsus "infaz indirimi" yapılarak bu durumun düzeltilmesi en tabi yol olmakla birlikte, Ak Parti hükümeti her zamanki gibi bunu da eline yüzüne bulaştırarak ve -ihtimal- kötü neticelere sebeb olarak halletmeyi tercih etti, anlaşılan.
Haberde yeralan "taslak"a göre, "2016" ve "terör suçları istisnası" dikkat çekici.
ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI "terör istisnası"ni iptal ederse, 2016 yılı yani 17/25 ve 15 Temmuz Darbesi suçluları da kurtulacak demektir.
İtirazimiz, buraya.
Halihazırda "taslak"a göre 28 Şubat Yargısı Tutsakları da bu genel af düzenlemesinden FAYDALANAMIYOR.
Eğer AYM, bahsettiğimiz "terör istisnası" kelimesine iptal kararı vermez ise, içeride kalmaya devam edecekler. Çıkarlarsa da "suçlu ama affa uğramış" olarak çıkacaklar.
İtirazımız, buna...
Oysa Ak Parti hükümeti bunu bir KHK ile kolaylıkla halledebilir.
İşkence suçu, zaman aşımına tabi değil; buna Darbe suçunu da eklemek gerekir. (Bu suç, zamanaşımına tabi mi bilemiyorum)
"Taslak" ortada ve bu zamanaşımı meselesi bu 2 suçu da kapsamaya hazır.
O halde hükümet ve Beştepe'deki Zat, bu 2 suçu "taslak"ta istisna tutmamalı, küçük de olsa bir "indirime" tâbi tutmalı ki ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI iptalinden kurtarmalı, kötü neticelerin önüne geçmeli.
Ayrıca 28 Şubat Yargısı Tutsakları için de AYRI BİR DÜZENLEME YAPMALI.
28 Şubat ve 15 Temmuz darbecileri küçük bir ceza ile kurtulabilecek ama 28 Şubat Yargısı Tutsakları ile "İmamlı Yargı Kurbanları" içeride kalmaya, haddinden fazla yatmaya devam edecek!!!
Bu, kabul edilemez.
Eğer Ak Parti hükümeti bu "taslak"daki gibi bir düzenleme yaparsa, MEMLEKETE EN BÜYÜK İHANETİ YAPMIŞ OLACAKTIR!
Olması gereken düzenleme şöyle kurulmalıdır:
Adlî suçlulara adil ceza ve indirime, evet.
Darbecilerin kurtulmasına hayır.
28 Şubat Yargısı Tutsaklarınin içeride kalmasına hayır.
4. 6.'18
Not:
Hükümetin veya ona akıl verenlerin "2016" tarihi üzerinde durmalarının sebebi, 24 Haziran seçimleri sonrası adliye ve eminiyet koridorlarında muhtemel bir hareketlenme ve Gülenistlerin hazırladıkları bazı dosyaların (17/25, Selam Tevhit Örgütü ile kamu kurum ve kuruluşlarından elde edilecek belgeler ile ortaya çıkarılacak yeni dava dosyalar) önünü alma, olabilir.
Buna rağmen BİZ diyoruz ki, kendinize dair her türlü tedbiri alabilirsiniz ama 28 Şubat Yargısı Tutsakları için "AF DEĞİL YENİDEN YARGILAMA HAKKI" verin, Darbe suçunu "taslak"a koyacaksanız istisna tutmayın, "2 sene indirim" lafziyla kayıt altına alın.
Çünkü sizin darbecilerle işiniz bitmiş olsa da BİZİM BİTMEDİ! MİLLET DARBECİLERDEN HESAP SORMAYA KARARLI!
0 notes
sorhan13 · 7 years
Text
Nalıncı Keseri
Hatırlayalım, Ergenekon soruşturmalarının ilk anlarını...
Darbeciler yakalanmış, planları ifşa olmuş, ülke ve millet aleyhinde faaliyette bulunan unsurlar tespit edilmiş, dendiydi.
Biz baştan "İT İTİ KIRIYOR" diyerek soruşturan ve soruşturulan noktasında "takım tutmayacagimizi" ifade ederek konumumuzu ayan etmiştik.
Bir tarafta Kemalist darbeciler diğer tarafta Gülenistler ve emrinde AKP (evet, aynen böyle) bu soruşturmaların sadece "saha temizliği" olduğunu göstermeye yetiyordu.
Soruşturmalardaki ahmaklık ve hukuksuz işlemleri de yazıyor, nihayetinde bu menfi tatbikatların tüm soruşturmaların sıhhatini bozacağını ifade ediyorduk. (Furkan dergisi arşivine bakabilirsiniz)
İşin bir başka vechesine de dikkat çekmiştik.
Dedik ki, tamam darbeciler ile uğraşıyorsunuz, iyi hoş olsun, lakin ifşa ettiğiniz tüm plan ve projeler ya "Hocaefendi" ya AKP aleyhine olan işler, bu darbeciler sadece bunlara yönelik faaliyette mi bulundular? 28 Şubat'tan beri içeride olan müslümanlar var, gruplar var, bunlara yönelik hiç faaliyette bulunmamamislar mı, içeridekilerin hepsi "bağımsız ve adil türk yargısı kararıyla" mı cezalandırılmışlar?
Önce ses çıkmadı tâbii.
Ardından büyük gürültü ile Darbeleri Araştırma Komisyonu kuruldu, malum. Neredeyse 1908 darbesi bile "araştırıldı" komisyonda... Ortada darbe soruşturmalari varken kurulan komisyon, sadece 1993'den (veya 12 Eylül'den) bu güne olan darbe ve DEVLET İÇİ ÇETELESME FAALİYETİNİ incelemesi gerekirken, alt üst komisyonlara bölünerek üç aşağı beş yukarı tüm partilerin mutabık kaldığı bir sonuç raporu ile adete yukarıdaki soruyu soranlara "buyur, oldu mu!" dercesine cevap veriyordu.
Brifingli Yargı dönemin tüm karakterini ortaya koyarken, yani HUKUK ALET EDİLEREK KATLİAM YAPILDIĞI aşikar ve sonuç raporuyla da tespit edilirken, bahsi geçen raporun içinde bu hukuk katliamı da anlatılırken, rapor meclise sunulup kabul edilirken söylenen "mağdurlara adil yargılanma hakkı verilmeli ve mağduriyetleri bir an önce bitirilmeli" vurgusu yapılırken, sene 2013 bahar, 15 Temmuz'dan beş altı ay sonra bir şehit yakınını ziyaret eden başbakan Binali Yıldırım bey, bu durumu söyleyene, "hoppala, onlar çıkmadı mı daha yahu!" diyebiliyor ise, alın darbe raporunuzu başınıza çalın demek düşüyor bize ve ayrıca bahsettiğimiz soruyu da tekrarlamak:
Bu darbeciler sadece "Hocaefendi ve AKP aleyhine mi faaliyette bulunmuşlar, kanaatiniz öyle herhalde ki 600 müslüman hala 20-25 senedir içeride, değil mi?"
&
Niye İT İTİ KIRIYOR dediğimizi de anlamışsınızdır...
&
Devir değişti, 7 Şubat 2012'de MİT müsteşarlarini alma operasyonu yapıldı, "Gülenistlerin emrindeki AKP" bunu anlamadı, 2013 Ağustosunda Dershane Savaşı ilan edildi, yalvar yakar oldular, yine anlamadılar, "Hocaefendiyi istismar ediyorlar" dediler, böyle bir partiyi ve hükümeti bulan Gülenistler şehvete kapılıp aptalca bir hamle ile (üç beş dosyayı birarada işleme koyacaklarına tek tek koysalar, istediklerini elde ederlerdi) 17/25 Aralık harekatını gerçekleştirdiler.
Ve olan oldu.
AKP değil ama Erdoğan, evinin kapısı tık tıklaninca çok fena bir şekilde uyandı.
Hemen açığa almalar, soruşturmalar, kurumlarda yeni düzenlemeler, Gülenistlerin tespiti faaliyetine başlandı. Bunlara başlandı ama bir yandan da Erdoğan, mevcut sisteme göre en yetkili yerden en yetkisiz yere, yani Cumhurbaşkanlığı makamına da SÜRÜLDÜ!
AKP artık güya Ergenekon soruşturması ile değil "daha büyük tehlike" olan Gülenistlerin üzerine yürümeye başladı.
Onlar yürürken de 15 Temmuz oldu.
15 Temmuz ile Gülenistler artık "Fethullahçı Terör Örgütü/ FETO" oldu!
Her tarafta bu FETO'nun ne hain, ne millet düşmanı, ne İsrail uşağı olduğu anlatılıp durdu. 15 Temmuz öncesi başlayan soruşturmalar kovuşturmalara dönüştürüldü, yargılamalar başlatıldı.
Hakimler, savcılar, polisler, mit elemanları, askerler, gazeteciler, öğretim üyeleri ve elbette lohusalar FETO üyesi olmak, darbe yapmak ve "millete hainlik" ile itham edilip yargılanıyor şimdi.
"Gülenistlerin emrindeki AKP" Kemalistlere ithamda bulunuyordu, şimdi "Kemalistlerin emrindeki AKP" Gulenistlere itham da bulunuyor.
Her iki dönemdeki ithamları da kabul ediyorum, "yetmez ama evet" (İt iti kırıyor) diyorum ve yine soruyorum:
Bu Gülenist olan FETOCU yapı, tüm plan ve hain projelerini "Milli Ordu'ya" ve "Sağlam İrade Reis'e" mi kurmuş, başka kimseye dokunmamışlar mı? Tüm soruşturma ve kovuşturmalar sadece bu ikisi ile alakalı çünkü.
&
Biz buna NALINCI KESERİ diyoruz; sadece kendine yontma yani...
&
Ama millet daha yontmaya başlamadı...
Soruşturmalardaki adaletsiz, adam kayıricı tablolar tek tek ortaya döküldükce millet AKP'ye 15 Temmuz'a rağmen had bildirme safhasına geçiyor. 2018'de yapılacak olan belediye seçimleri bunun bir göstergesi olacak, herhalde...
Dün açıklanan ve aslında bir kasırganin öncüsü olduğu belli motorlu taşıtlar vergisinin %40 oranında arttırılacak olması müjdesi (!) 2019 seçimlerini de tesir altına alacak bir gelişme.
Bahanesi de hazır bu arttırımın, "savunma alanında ihtiyaç arttırıcı faaliyetler", yani "milli güvenlik" meselesi.
Üç dört ay önce Musul'da katliam yapan Irak Şii Ordusu ile tatbikat yapılırken gelen bu açıklama, tam bir trajedi! Şuna inanın, Suriye ordusu denilen katil sürüsü ile İdlib'e de girecekler bunlar!
15 Temmuz darbesinden sonra, düşman ilan edilenleri dost, dost ilan edilenleri de düşman kabul eden, bunun için de yapacağı savunma masraflarını vergi arttırımı kasırgası ile milletin sırtına yükleyen bir hükümet.
İçerideki 600 müslüman için kılını kıpırdamayan, "ama onlar katil, affını istemeyin!" diyen kafa, şimdi müslüman katilleri ile yaptığı anlaşmaların masraflarını müslüman milletin sırtına yüklemeye çalışıyor!
Hukuk sistemin adaletsiz, adama göre muamelede mahir idi, şimdi zaten bazı hususlar yüzünden ses çıkarılmasa da kabul edilmeyen iktisadi politika da "vur abaliya!" haline geçmiş ise....
Ne Kemalistlerden ne Gülenistlerden korkun.
Milletin kendisinden korkun!
2 notes · View notes
sorhan13 · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Sinpaş GYO'nin yaptığı adı "Sinpaş Avangarden Sitesi" olan yerleşim yerinde yukarıda görülen 2006 tarihli satış sözleşmesinde geçen "Ek Madde-8" içeriğine rağmen Ümraniye belediyesi tarafından (şu anda site sakinlerinin açtığı davalar devam etmektedir ve belediye de bunu bilmektedir) onaylanan "Gökorman projesi" ile "Sinpaş Avangarden Sitesi"nin eski ve yeni halinin resimleri. "Herşey kanuna ve yönetmeliklere uygun olarak" yapılmıştır yalnız; bize söylenen bu. Türkçesi şu bunun: Kanun ve yönetmelikler çerçevesinde "Sinpaş Avangarden Sitesi" paramparça ediliyor! Projeyi onaylayan Ümraniye belediyesinin "Çevre Gecekondu Haritalandirma Komisyonu" üyesi de 2014 yılının Mart ayında yapılan belediye seçimleri ile seçilen, Sinpaş GYO CEO'su Mahmut Sefa Çelik'tir, bu da aklınız da bulunsun.
1 note · View note
sorhan13 · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Sinpaş GYO'in "kırmızı pasaport" dediği ve "Avangarden Cumhuriyeti" başlıklı, "Sinpaş Avangarden Sitesi"nden konut alanlara verdiği kitapçık, SPK için hazırladığı muhtelif gayrimenkul kiymetlendirme raporlarından birinin ilgili sayfalarında sonradan PARAMPARÇA YAPTIĞI "Sinpaş Avangarden Sitesi"nin taahhüt ettiği halinin resmi görüntüleri.
1 note · View note
sorhan13 · 7 years
Text
Silivri'deki 15 Temmuz Ana Davası Üzerine
15 Temmuz darbe teşebbüsü üzerine mahkemelerdeki bazı menfi haller ile alakalı olarak sesini çıkartan iki kişi var galiba. Bunlar da Halil Kantarcı'nin hanımı ile Mustafa Cambaz'ın oğlu.
İyi ki seslerini çıkarmışlar ama, yoksa mahkemeler çalışıyor deyip işi oluruna bırakacaktık. Seslerini çıkardılar ve Erdoğan faktörü ile Parti harekete geçti, kurulmuş bir dernek üzerinden Silivri'ye otobüs kaldırmaya başlandı, milletvekilleri de mahkemelere gelmeye başladı.
Ama her zaman olduğu gibi, sıcaklık geçince herşey eskisine dönmeye başladı.
Dün Silivri'ye ilk defa gittim, Halil'in hanımı Ayşe Kantarcı'nin dün gece Facebook'a koyduğu, bugün de bazı gazetelerin internet sitelerinde yayınlanan çığlığı, arabada yanımda yazıldı; üç buçuk saatlik bir dönüş trafiğinde ve yerden göğe kadar haklı ve aslında bazı hususlar hakkında bilgi sahibi olmadığından da “az yazmış” denilecek bir çığlık o.
&
18 ay kadar Silivri'de kaldım; bu dönem Ergenekon duruşmalarına, son savunmalarına denk geldiydi. Yanımda da dava sanığı merhum Sami Hoştan vardı.
Onun duruşmalara gidişi, dönüşü, olayları anlatışı ve Silivri kampüsünün en dibinde yeralan cezaevinde olmamıza ve onca gürültüye rağmen davayı izlemeye gelen sanık yakınlarının sloganları, müzikleri…
Silivri belediyesi tezgahı kurmuş, o zamanki İşçi Partisi yani şimdinin Vatan Partisi ile ıvır zıvır dernekleri de faaliyete geçmiş, duruşma binası önünde kamp kurmuşlardı.
7/24 yiyecek içecek servisi, duruşma için yeterli miktarda otobüs…
Dün benim Silivri'de gördüğüm ise, tamam Aile Bakanlığına hizmetleri için teşekkür, Esenler belediyesine de, ama ruhsuz, sadece mesai görevi gibi yapılan göstermelik işlerdi.
Yemek var, çay da var; ha unutmadan tek yanı açık, brandadan bir uyduruk çadır, yağmur dün fena yağıyor, çayını alıp hemen ön tarafta yağmurdan sakınmak için sığınmışsin, görevlinin teki “sigara dışarıda” diyor bir de. Yanımda hep hanımlar olduğundan garip garip baktım ve 10 cm kenara kayıp devam ettim, gitti başımdan bakanlığın sigara yasağını heryerde uygulayan tip.
Ruhsuzluk.
O salonu “taşıma” ile tıklım tıklım doldursalar bile, bahsettiğim iki şehit yakınının o çığlıklarını anlayamazlar.
O çığlıklar, şundan bundan değil ta mahkemeye kadar süre giden bu RUHSUZLUGA atılmış çığlıklar.
Bunu anlayabilseler, bomboş salon olsun isterse, kimsenin gıkı çıkmaz.
&
Şekli menfilikler, insanı bezdiren uygulamalardan dün şahit olduklarımdan bahsedeyim.
Duruşma salonlarında güvenlik polis tarafından yapılır, içeride de sanığın yanında tutuklu olduğu için jandarma bulunur; bildiğim bu.
Ama niyeyse ki Ergenekon duruşmalarından beri öyle, Silivri'de iç dış her tarafta jandarma kaynıyor.
Jandarma dedin mi, orada duracaksın. N'idugu belirsiz bir sınıftır, asker mi değil, polis mi o da değil, kara veya deniz, hava kuvvetleri nasıl sivil alanda kendi silahlı gücü ile çevirme vs. yapamıyor, jandarma da bu n'idugu belirsiz halden kurtarılmali, sivil alandaki yetkileri elinden alınmalı; gerçi “demokratikleşme süreci” içinde “jandarma kontrol alanları” iyice tıraşlı hale getirilmiş olsa da, bu durum hala devam.
Silivri mahkeme binasına girmek te bunların kontrolünde.
Dün biri Ayşe Kantarcı hanım üç kişi girmeye çalıştık, içerisi dolu dediler. Şehit yakın, müşteki için de mi, dedik, biraz düşünüp sadece Ayşe hanıma izin verdiler.
Tamam, tıklım tıklım içerisi, olsun biz girmesek te olur dedik, çay ve sigara noktasına gittik.
Gitmeden önce, “mahkeme kalemi buradaysa, oraya gideceğim” dedim, “kalem kapalı, hepsi mahkemede” dedi uzatmalı …. biri! Nasıl kapalı yahu dedim, direttim, giremezsin dedi, mahkeme ile alakalı evrakları alacağım dedim, uzatmalı … biri izin vermiyorum, giremezsin, dedi.
Ben de fazla uzatmadim.
Öğlen​ arasından sonra Parti'nin getirdiği “taşımalı görevliler” TRT için kamera pozu verdikten sonra grup hâlinde gelip grup hâlinde gidince, içeriye gireriz herhalde dedim, izin verdiler girdik.
Salona daha girmedik ama, binaya adım attık. Orada bulunan genç bir jandarmaya “kalem nerede!” dedim, gösterdi, oraya doğru ilerlerken o uzatmalı… biri “nereye, giremezsin demedim mi?” diye hoykure hoykure geldi. Sana ne dedim, gidip bakacağım, sert konuşmaya sert cevap, bu sefer bunun kabaligini gören diğer jandarma “yemekteler zaten, boş şimdi” dedi, öyle dese ya dedim.
Nihayetinde makul gerekçeye evet deriz. Ama o jandarma uzatmalı… tipin tavrı hiç makul ve hiç iyi niyetli değildi ki bir iki saat sonra bunu da gördük.
&
Salona girdik, koskoca salon, setler ile bölümlere ayrılmış, müşteki yakınları şuraya, sanık yakınları buraya, bizim gibi izleyici ise oraya…
Sabah bizi almamalarının sebebini hiç anlamadım o salonun koskocaman BOŞ hâlini görünce. Çünkü çıkanların iki, üç mislini alacak kadar kocaman bir yer; ama “izleyici” kısmı biraz dolunca, diğer taraftaki boş yerler umurunda değil jandarmanın, “yassaagg giremezsin!”
Erdoğan “gidin, takip edin” desin, ben ve benim gibiler trafikte en az iki saat yol gitsin sabahın köründe mahkemeyi takip için, oradaki uzatmalı… biri de “yassaagg!” desin!
Bundan ne Erdoğan'ın ne Parti'nin haberi vardır!
“Gidiliyor mu, gidiliyor efenim!!!”
Oysa işte RUHSUZLUK dediğim, mahkemeyi lalettayn bir hale getiren, insanların gözünü korkutan, bezdiren hâl, daha salon da değil binaya girme mücadelesi ile başlıyor.
Bunu kırmak gerekiyor.
Erdoğan'a “asayiş berkemal raporları” gittiği müddetçe de bu kırılmaz. Hatta o iki şehit yakınının haklı (ve dedigim gibi aslında hafif) çığlıkları da bambaşka aktarılır.
Dernekler bir sabah oraya kelimenin tam anlamıyla baskın yapmalı. En az 200-300 kişi yığmali ve hepsinin de içeriye girmesini sağlamalı.
Gerekirse o uzatmalı… birini de tedip etmeli, diyeyim kısaca.
Üç beş duruşmaya bu şekilde BASKIN yapılırsa hem o jandarmanın hakimiyet tavrı yıkılır, hem sanıkların tiyatrosu daha ciddi bir sorgulamaya döner hem de milletin 15 Temmuz'a, şehitlerine sahip çıktığı EN SERT BİÇİMDE GÖSTERİLİR.
O mahkeme binasına herkes elini kolunu sallayarak girme hakkına sahiptir. Bunu usul-musul diyerek kimse engelleyemez!
Bunu gösterecek dernek veya kişiler elbet çıkacaktır, diyelim.
&
Benim izlediğim duruşmada 2. Zırhlı Tugayı komutanı tuğgeneral Özkan Aydoğdu savunma yapıyordu. Ayşe Kantarcı hanım az bile yazmış bunun hakkında dün. Elindeki kağıttan okumaktan aciz, kelime ve harfleri yutarcasina güya hızlı ama hep yanlış okuduğundan geri dönüşlü, üstelik mıymıntı bir ağızla savunma, iğrenç ve bezdirici bir savunma.
Bu tuğgeneral, öyle bir savunma yaptı ki, tugay mı yönetiyor, şarküteri veya tamirhane mi anlayan beri gelsin.
“Tamam verilen, gelen emire uydun tankları çıkarttın, niye sonradan çağırmadın?” sorusuna, “ulaşamadım ki, telefonları kapalı” gibi acziyet kokan bir cevap verdi. Buna da gece saat 02 gibi teşebbüs etmiş üstelik.
Cebinde çıkan 1 $ için, “ben İngilizce bildiğim için pasifik ülkelerinde de görevlendirildim, takdir aldım, oraların paraları da cebimde var, atsa mıydım?” diye cevap verdi.
Ama asıl direndiği ve diğerlerinin de direndiği yer, Genelkurmay tarafından kendisine iletilen “terör faaliyetine yönelik tedbir” emrine uyduğu, darbe işine hiç karışmadığı, darbeyi öğrendiği an birlikleri geri çekmeye çalıştığı “ama telefonları kapalıydı” bahanesi.
Nihayetinde o emire de sığınmayip, “ben çıkartmadim, kendileri çıkmış” diyebilirdi, demedi ve hiç değilse neresinden bakarsanız bakın, tüm tv'ler canlı yayın ile darbeyi verirken bu tuğgeneralin “TV seyretmedim” bahanesi “hayatın olağan akışına aykırı” olacağından darbeci olarak değilse bile kanunsuz olduğu apaçık belli bir emire uymak ve can ile mal kaybına sebebiyet vermekten cezalandırılması mümkün hale geldi.
İlla darbeci olarak hepsini cezalandırmak şehvetinden kurtulmak gerekiyor.
Evet, bu tuğgeneralin darbeye katıldığı, darbeci olduğu dinleyenlerin hemen anlayacakları bir husus ama bunu yani darbeci mi yoksa emire uyup hareket eden mi olduğu anlaşıldığı kadarıyla somut olarak ispat edilemiyor, o hâlde kesin olan suç üzerinden cezalandırmak çok daha mantıklı ve dava dosyasının temyizinde subjektif gerekçe sebebiyle tüm dosyanın bozulmasının önüne de geçer bu usul.
Son tahlilde bu tuğgeneral, İstanbul'u kana bulayan tank ve zırhlıların komutanı ve faaliyetleri sebebiyle birden fazla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alacak.
&
Genelkurmay'dan saat 21 itibariyle gelen sıkıyönetim emiri esas konudur. Kanunsuz emir olduğu, tüm televizyon kanallarında milletin sokağa dökülmesi ve hükümetin başı Binali Yıldırım'in defalarca dönen açıklaması ile apaçıktır.
Darbeciler, bu emrin darbe değil “terör faaliyetine yönelik tedbir” maksatlı olduğunu söyleyip kurtulmaya çalışıyorlar. Hiç değilse bu tuğgeneral gibi “ben öyle anladım” diyerek.
Bu, suç itirafı olarak görülmeli öncelikle ve hemen ardından da bu emiri kimin verdiği somut bir şekilde ortaya çıkarılmalı. Fakat anlayabildiğimiz kadarıyla bu da kesin olarak kim tarafından verildiği ispatlanmış değil.
Kaldı ki, MİT müsteşarı Hakan Fidan oradayken, "saat 19:30 itibariyle verilen tüm uçak hareketlerinin yasaklanması" emri, Fidan ayrılırken ve GKB Akar daha rehin alınmadan, ilk önce delinmiş ve 20:30 civarında da tamamen kaldırılmıştır.
Bunu kim yaptıysa, o emiri de veren onlardır herhalde.
Fakat iddianamelerde bu durum dahi kesin bir şekilde ortaya konulmuş değil.
İddianameler, hem sanık hem de gizli tanık olan itirafçılar eliyle şekillendirilmiş, esas önemli izler takip edilmemiş, darbecilerin kimler oldukları da bu itirafçıların ağzına bırakılmış bir görüntü vermektedir.
Kaldı ki bu itirafçıların dedikleri eğer yanlışlanirsa, tüm dosyaları çöpe atmak gerekecektir ki bu durumda “kontrollü darbe” diyenlerin işine gelecektir.
&
Silivri'de görülen bu dava dışında başka davalar da var ve onların durumu bu ana davadan da beter halde imiş. Sabah “15 Temmuz Şehitleri Derneği"nin arabasıyla gelen ama dönüşü saat 15 olarak açıklanan arabayla dönmeyen, bizim arabayla oradan ayrılan, tüm davalara devamlı gelen bir genç hanım böyle dedi.
Ana davanın halini görünce, diğer tali davaları anlamak kolay olacağından inanmamak mümkün değil tabii.
Bu genç hanım sadece izleyici; yani olaylarda yaralanan veya şehit olan birinin yakını değil ve Ayşe Kantarcı hanımın ilk çığlığı ile "Türk milleti adına hüküm kuran” bu davaları milletin bir ferdi olarak takip etmeye başlamış.
Anlattıkları, hele diğer tali davalarda sanıkların gevşek ve küstah tavırlarına dair anlattıkları, büyük bir sıkıntı.
Erdoğan istediği kadar “takip edin” desin, bu oraya “taşımalı” olarak ellerine tutuşturulan üç dört pankart ile ve aslında biraz da “hava alırız, biraz dolaşmız oluruz” mantığıyla sürüklenen 30-40 kişilik “takım” ile olamaz!
Bunlar zaten TRT tarafından resimleri çekildikten ve öğle yemeklerini Aile Bakanlığı çadırında yedikten sonra güle oynaya gidiyorlar.
Bunu gören sanık, bunları kaale alır mı, çekinir mi, sorulara gerçek cevapları verir mi?
Bu gelenler arasında bulunanların sanıkların konuşmalarını bağıra çağıra hakaret ile kesmeleri, duruşmaya bu sebeple ara verilmesi de sanıkların morellerini arttırmaktan başka bir şeye sebeb olmuyor elbette. Çünkü ruhsuz, oraya gelmenin “ücretini” ödercesine kaba bir hakaret sadece onlar.
Dünkü mahkemede de oldu mesela bu; ama bağıran oğlu şehit olan bir ana idi. Tuğgeneral Özkan Aydoğdu'nun “buzdolabınin fişi bozulmuş, etler çürüyordu” gibi savunma cümlelerine karşı artık duramadı ve “kim emir verdi alçak, bunları anlat yeter artık” diye sertçe konuştu.
Birileri daha konuştu ve duruşmaya ara verildi. İşte bu esnada da bahsettiğim o uzatmalı… tip sahneye çıktı.
Duruşma salonunun boşaltılması hâkim tarafından istendi, çıktık tabii, o esnada bu uzatmalı… tip üç dört erkek izleyiciye doğru şiddetle ve işaret ederek yürüdü, “atın bunları dışarı, atın atın” diye nefretle bağırdı.
Tıpkı tuğgeneral Özkan Aydoğdu'nin ifadesinde söylediği “emir kuluyum, emiri uyguladım” cümlesine denk olarak “emir kulu” jandarma erleri ve uzatmalı… diğerleri bu kendilerinin üstü olan beyaz saçlı, iri yarı uzatmalı… tipin emrine uyarak o izleyicileri binanın dışına attılar.
Dikkat edin, hâkim salondan çıkarın dedi, bu uzatmalı… tip binadan attı!
&
Hükümet, öncelikle bu argo ifadeyle “kaşar” uzatmalı… tiplerin tamamen düşmanca ama “emir kılıflı” faaliyetlerine engel olmalı; gelen milletvekili veya parti idarecisinin yüzüne güler bunlar, hiçbir şey hissettirmez ama vatandaşa işkence yapmaktan zevk alırlar.
Başbakan, Cumhurbaşkanı ve aile fertlerinin her fırsatta ziyaret edip hâl hatır sorduğu şehit ve gazi yakınlarına, uzatmalı… birinin böyle davranması, şiddet ve nefretle müdahale etmesi kabul edilemez elbette.
Önce bu sıkıntı verici tipler o salon civarından uzaklaştırılmali; mümkünse Yüksekova Jandarma birliğine ait dağın tepesindeki bir noktada “emir vermeye” görevlendirilmesi çok tatmin edici olacaktır şehit, gazi yakınları ve mahkemeyi izlemeye gelen bizim gibi 15 Temmuz davacıları açısından.
Ayşe Kantarcı hanımın dün yazdığı çığlığında bahsettiği “katılım az, sevenlerini arıyoruz” lafı doğru bir cümle olmakla birlikte, şehit ve gazi yakınlarınin davaya iştirak etmeleri de gün geçtikçe azalıyor.
Bu elbette o davanın peşini bıraktıkları için DEĞİL, şehrin dışında, oldukça uzak bir mesafe, sabah ezanı yola çıkılıp geceyarısı eve dönmek oldukça meşakkatli ve hele arabası olmayan için bir eziyet olduğu gibi iş güç temelli problemlerden kaynaklı.
Evet dernek bu işi üstlenmiş, elinden geleni yapıyor ama derneğin istasyonuna ulaşmak ta bir sorun.
Parti de örgütünden insanları oraya “taşıyor” ama bu gelenler bunu canı yananlardan değil de görevlendirme ile geldiklerinden bahsettiğimiz RUHSUZLUK ve duruşmalara tiyatro havasi hakim oluyor ve sanıklar da laubali savunmalar ile duruşmaları bezdirici hale sokuyor.
Bunu ilk defa giden biri olarak yazıyorum ama devamlı dava takip edenler de bunu söylüyor.
İş, gerçekten ciddi bir hal almış durumda, bunun herkes, başta Ankara ve Cumhurbaşkanı Erdoğan farkına varmali, tedbir almalı.
&
Bu tebdirlere dair basit vatandaş olarak derim ki, öncelikle dekoru düzenleyin yeniden.
İzleyiciler için dernek ve Parti kendi organizasyonunu devam ettirsinler ama en önemli MORAL UNSURU olan şehit ve gazi / yakınlarını ne olursa olsun o salonda bulundurmanın yolunu bulsunlar. Şehit ve gazi yakınlarınin yeri ayrı, izleyici yeri ayrı salonda ve sanıklar sağ taraflarına baktıklarında boş müşteki sıraları görünce elbette rahatça tiyatrolarına devam etmekteler.
Şehit, gazi ve yakınlarının telefon numaraları elbette hükümet ve teşkilatta mevcuttur, bir organizasyon yaparak, bunlar telefonla aransa, evlerinden alınıp evlerine bırakılacaklari söylense, her duruşmaya 200-300 müşteki katılımı sağlansa, inanın o sanıklar orada rahat rahat uyduruk ifade vermekte zorlanır ve hiçbir kurtuluşları olmadığını da anlamaya başlarlar.
Ama Silivri'ye gelmek işkence, geldikten sonra da uzatmalı… birilerinin kaba ve düşmanca tavırları ile karşılaşmak, tüm müşteki yakınlarını ve gelenleri bezdirici bir durumdur.
Buna da bu şekilde engel olmak gerekir.
Aynı şekilde, süt ve ekmek dağıtma ile uğraşan bir sürü dernek ve vakfımız mevcut ki çoğu bir holding kadar büyüdüler maşallah, onlar da aynı organizasyonu ister tek tek ister bir araya gelerek yapsa ve her duruşmada o salonu tıkabasa doldursalar, 15 Temmuz duruşmalarında dekor gayet düzelecek ve hem sanıkların tavırlarına yansıyacak hem de şehit ve gazi ailelerine moral desteği olacaktır.
Dekor önemsiz, yargılanıyorlar ve cezalarını çekecekler, diyenler olacaktır. Ergenekon davalarını hatırlatmak gerekir bu tür laf söyleyenlere.
Cezalarını çekecekler denile denile o davalarda Gülenist polis, savcı ve hakimlerin, aynı bugün de takip edilen “hem sanık hem gizli tanık” hukuksuzluguna ve zorlama deliklerine (!) göz yumuldu ve gerçek suçlular bu kanunsuzluklar sebebiyle “aklandılar.”
Dava duruşmalarında hem sanıkların hem mahkeme binası dışında sanık yakınları ve örgüt üyelerinin “coşkulu” halleri de unutulmamalıdır; o davalar da, darbe davaları idi, Parti'nin ve darbeye maruz kalanlara yani müslümanlara ait hiçbir organizasyonun olmaması, davaların takip edilmemesi de. Halen devam eden 28 Şubat davasını kim takip ediyor, mesela?
Dekor, önemli kısaca. Baskı ve moral unsuru olması bakımından, öz'e de tesir edici hali barındırdığı için önemli.
Öz'e gelirsek bir de…
Dünkü duruşmada heyeti başkanı ile müşteki avukatlarının haricinde savcıdan hiçbir ses duymadım.
Aslında bu garip bir durum. Heyet üyeleri ve savcı sanığı sorgular, müşteki avukatı da bunların sormadigi, unuttuğu yer varsa ve önemli bir nokta ise, sanığa bunu soru ilarak sorar.
Ama gariptir savcı yerine ve bazıları açıkça “gol atmak” gibi gözüken sorular yöneltmek avukatlara kalmıştı. Bu belki bu duruşmalara has olarak kabul edilmiş bir usul olabilir ama dosya ve bazı “jargona” vakıf olmak gerekir herhalde bu durumda.
Dün tuğgeneral Özkan Aydoğdu savunma yaparken, hâkim de sormuş ve cevabı alınmış olmasına rağmen, “kıdemli avukat” gibi bir görüntü sergileyen biri aynı soruyu tekrar sordu:
“MİT Tırları davasında yargılanan general bilmem kimi niye ziyaret ettin?”
Aydoğdu'nun cevabı, “gelen emirle ziyaret ettim, kaldı ki onunla falanca ve filanca yerlerde birlikte görev yapmış tanışıklığımiz vardı” oldu.
Bunun üzerine “kıdemli avukat”, “bu kumpasi kuran generali ziyaret emrini veren kimdi?” dedi.
Aydoğdu da “GKB'ndan geldi emir, kimin emri olduğunu imza kime ait hatırlamıyorum, ama bunu bulmak kolaydır” dedi.
“Kıdemli avukat” ta bu çok önemli (!) mevzunun üzerine üzerine gitti, “emri vereni niye gizliyorsunuz, açıklayın!” dedi.
Ben dahi “ayıptır” dedim içimden ve oradaki sanıklar da içlerinden gülmüş ve rahatlamış olmalılar bu kendilerini savcı yerine koyan avukatların cahilliği üzerinden muhakkak.
Aydoğdu dedi ki o mıymıntı haliyle, “saklanıyorum, hatırlamıyorum, GKB'ndan bu emiri kimin verdiğini hemen öğrenirsiniz!”
Oysa durum yani bu ziyaret meselesi çok basit bir meseledir ve “örgüt ilişki” ile de alakasızdir.
Genelkurmay başkanlığı, hasta veya tutuklu olan rütbeliler için, bir ziyaretçi takvimi yapar, tutuklu olan ile bir şekilde aynı birlik veya okulda okumuş olan diğer rütbelileri bu takvime göre “görevlendirir”, tıpkı Ergenekon ve balyoz davalarında tutuklu olanlara yaptıkları gibi.
Tuğgeneral Aydoğdu'nun “emir geldi gittim” demesi bundan. Ama “kıdemli avukat bey” bundan habersiz olduğundan, bir başka avukatın ilk cümlesinde geçen, “sanık inkâr stratejisi uygulayarak örgütsel tavır sergilemektedir” ibaresinin fazla tesiri altında kaldığından herhalde (veya avukatlar buna oynuyor) bu haklı cevabtan bile “örgütsel irtibat” kurmaya çalışma zahmetine giriyor. Duruşmada çok kıymetli olan 30 dakikayı da kendi bilgisizliği ile ama çok iyi iş yapmış ruhiyatiyla acımadan harcıyor üstelik.
Üstelik böyle bir soru sormaya lüzum yok. Askerî hayattan haberdar olmak, emirsiz tuvalete bile gidilemeyeceğinden haberdar olmak yeterlidir ve şüphe varsa, bunu duruşma salonuna taşımadan telefon ve yazışma ile de halletmek mümkündür.
Sadece bir defa gittim bu duruşmaya ve “kıdemli avukat” olarak görülen birinin yarım saat harcadığı böyle bir manasız ve dosyaya vakıf olmamaktan kaynaklanan suali ile karşılaştım.
Ankara devam eden Akıncı Üssü Davasında da bir avukatın Adil Öksüz ve ABD elçiliği telefon irtibatı üzerine yaptığı konuşma mevcut ki yine dosyaya vakıf olmamaktan dolayı; bahsettiği telefon numarası dosyada mevcut çünkü.
Elbette belki bana denk gelmiştir bu avukat “sorunları”, hep böyle değildir vs. Talihsizlik te olabilir avukat açısından böyle hatalar, önemli değil deyip geçelim. [Duruşmada gördüğüm avukatların yarıdan fazlası genç, ya ehliyetlerini yeni almış ya vekilin vekili gibi bir yaştalar.] Ama bunlara dikkat edilmezse ileride dava için belalı işlerin açılmasına sebeb olabilirler, deyip kapatalım meseleyi.
&
Bu yazıyı da kapatalım.
“Türk milleti adına hüküm kuran” mahkemelere Türk Milleti ister bahsettiğimiz gibi organize ister ferdi ama muhakkak EL KOYMALI ve bu bezdirici, yaptıklarından pişmanlık duymak yerine yetersizler sebebiyle oyun kuran sanıkların tiyatrosuna bir SON VERMELİ!
Bu davalar ne Ankara'ya ne hukukçulara bırakılmayacak kadar CİDDİ VE ÖNEMLİ DAVALAR çünkü.
Milletin kendi ile, istikbal ve istiklali ile alakalı!
23 Ağustos 2017
1 note · View note
sorhan13 · 7 years
Text
"Fikri iktidarda....." Kuyruğuna Giren Müyesser Hanıma Dair
Odatv'de -galiba- Ergenekon süreci içinde yazmaya başlayan, güçlü bir kalemdir Müyesser Yıldız.
Yazılarının içeriği doğru veya yalan farketmez, neyi anlatmak istiyorsa ciddiyeti elden bırakmadan ve kuvvetli bir mantık ile bunu yazıya geçirmekte oldukça mahirdir. Bu anlamda da takdir edilmesi gereken biri.
Ergenekon dosyasını didik didik ederek tenakuzlari gayet mantıklı ve inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya koyanlardan biri o.
Önlerine uzatılan evrak kadar ve o evrakın doğru veya yalan olduğunu bile kontrol etmeden yazan kalem silahşörleri (!) gibi değildi, emek veren ki kendisi de yargılanıyordu, mahkemeye sunulan iddianameyi hallaç pamuğu gibi atan yazılarını biliyoruz.
O dönem Furkan Dergisi/Haber sayfalarında benim de iddianamelerdeki tutarsızlıklar ve zorlamalar üzerine yazılarım yayınlanmıştı, bu tutarsızlıklar sebebiyle “aklayan savcılar” tabirini kullanıyordum. Ak Parti devrinde gündeme giren “torba yasa” gibi, iddianamelerin de “torba” olduğunu, ilgili ilgisiz kişilerin biraraya ilgili ilgisiz suç isnadı ile torba'lanmasınin bu davayı “aklayacağını” öne sürüyordum.
Yargıtay'in kararı bozması ve yeniden yargılanma kararının alınması, siyasetten ayrı bir şekilde aslında olması gereken bir durumdur. Bunu böylece önceden yazıp bir hakkı teslim edelim; ardından Müyesser hanımın bugünkü yazısı üzerinde durma hakkını kullanabiliriz şimdi.
&
Müyesser hanım Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 2015 yılının mart ayında Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmadan iktibas yaparak İlker Başbuğ ve “çalışma arkadaşlarım olan kuvvet komutanlarının” tutuklanmasına dair kararlara itiraz ettiğini ama yargının işine karışmak için hamle yapmadığını söylediğini yazıyor.
[http://odatv.com/binali-yildirima-yaniti-akp-feto-ile-mucadele-ediyor-diyenler-versin-1708171200.html\]
“Bu, aldatildik itirafiydi”, diyor ve ardından da “tasfiye edilen komutan ve subayların yerine gelenler de 15 Temmuz'u yaptılar” diye ekliyor.
Müyesser hanım bu itiraftan memnun kalsa da, peşi sıra gelişen hadiselerden memnun olmadığını da hemen yazdığı cümleler ile ortaya koyuyor:
“- Buna rağmen kısa bir süre sonra Başbakan Binali Yıldırım, “Balyoz da Ergenekon da sapına kadar vardı, FETÖ sulandırdı” demeye başladı. Dün de Kocaeli'nde partisinin toplantısında, devr-i iktidarları döneminde tüm kapıların “FETÖ”ye nasıl açıldığına hiç değinmeyip, AKP'nin önüne çıkartılan “engelleri” bir bir sıralarken, şöyle konuştu:
"Bu yargı vesayetini de ortadan kaldıracağız dedik. Bunu da gerçekleştirdik, ancak bir baktık ki, başka bir tehlike söz konusu. Bu sefer 15 Temmuz'un FETÖ teröristleriyle karşılaştık, FETÖ'cüler bu sefer önümüze çıktı. Darbeciler, Balyozcular, Ergenekoncular sırasını savdı, bu sefer FETÖ'cülere görevi devretti. Ama yağma yok bu partinin adı AK Parti, Türkiye partisi, milletin partisi, pabuç bırakır mı? Bırakmaz. Biz de gereğini yaptık.”
Başbakan Yıldırım'ın sözlerinin anlamı açık: Bir kez daha, “Balyoz da Ergenekon da sapına kadar gerçekti” dedi.”
&
Zannınca Müyesser hanım, Erdoğan'ın akademide yaptığı konuşmanin anlamını karıştırıyor.
Bir davada kumpas ve hile olduğunu söylemek başka bir şey ki bunu ben de zamanında yazdım (hatta Silivri'de bulunurken, Ergenekon'un kararı açıklanacağından son savunmalar alınıyordu ve bir sanığın son savunmasını da, çünkü tamamen ilgisiz biriydi iddianame ile, ben yazmıştım) pir-i paklar demek, hiç suç işlememişler demek, darbe yoktur demek başka bir şeydir.
Ortada olan kumpas, ona buna değil, öncelikle mücerret hukuk ahlakına ve ilmine bir kumpas idi.
Müyesser hanım bunu unutuyor veya kuvvetli kalemi ile bunu “es geçtiriyor” işte.
Bunu böyle anladıktan sonra da herkesin böyle anlaması için tek tek yazıyor:
“- Başbakan Yıldırım'ın sözlerinin anlamı açık: Bir kez daha, “Balyoz da Ergenekon da sapına kadar gerçekti” dedi. Yetmedi, bir adım daha ileri gitti; Kumpas kurbanları ile cellatları FETÖ'yü aynı kefeye koydu.
Şaşıranlar var!.. Ben de o şaşıranlara şaşırıyorum.
Gerçekten “kumpasa” ve “aldatıldıklarına” inanmış olsalar; - Kumpas şehitlerine, şehitlik çok görülmez,
- Balyoz'da 7 kişi için yapılan temyiz başvurusu Yargıtay'da bunca yıl bekletilmez,
- Ergenekon'da en azından İlker Başbuğ açısından yargılama sürdürülmez,
- Daha geçen yıl darbeden sonra sırtı sıvazlanıp, kritik görevlere atanan subaylar 1 yılda pasifize edilmez,
- İktidarın sözcüsü olarak bilinen Abdülkadir Selvi, “YAŞ kararlarında iki kriter ağır bastı. FETÖ’yle kararlı bir mücadele. TSK’yı FETÖ’den temizlerken, ulusalcılara teslim etmeme” diye yazmaz,
- Ve de Balyoz kumpasında tasfiye edilen subayların darbe davalarına müdahillik talepleri, “Suçtan doğrudan zarar görmediğinden” gibi garip bir gerekçeyle reddedilmezdi.
Hasılı, ilk günden beri iddia ediyorum; Ne aldatıldılar, ne kandırıldılar. Dün öyle gerekiyordu, “aldatıldık, kandırıldık” dediler.”
&
Müesser hanımın durduğu yerden demek ki böyle görünüyor.
Türkiye'deki mahkemeler, önlerine getirilen sanıkları, sevk maddeleri ve iddianame ile irtibat kurarak yargılar.
Bu açıdan bakıldığında Gülenist savcı ve hakimlerin “şehvete kapılarak” yaptıkları hatalara şükretmeleri gerek Kemalist darbecilerin.
İlgili ilgisiz insanları, ilgili ilgisiz maddelerle sevk ederek kurulmuş olan darbe mahkemeleri, ilk başından belliydi ki geri dönecek, bozulacaktı.
Keş ve fırsatçı oldukları ve aynı zamanda şaklaban, “İmam Hüseyin ve avanesinin”, darbe davalarının temeline konulması, ya Gülenistlerin sadece gözdağı verme amaçlı olduklarını veya hiç işten anlamadıklarına işarettir çünkü.
Binbir parçaya ayrılmış iddianameler ile darbe davası yapılması aslında ilk ciddiyetsizlik idi; Susurluk ve hemen ardından başlatılan 28 Şubat aynı dosyada olmadan nasıl darbe yargılaması yapıyoruz diyebilirsiniz?
TBMM tarafından kabul edilmiş (CHP'nin şerhleri de dahil) Darbeler Raporu (2012) hukukla nasıl oynandığı gözler önüne konuldu; 1997 yılında iki defa yargıya verilen brifingler ile tüm muhaliflerin nasıl tasfiyesinin planlandığı ve hem de bunlar açık açık, gazete manşetlerinden verildi, yazıldı, herkesin malumu…
Gülenistler “şehvete kapılmasa”, sadece bu brifing irtibatı üzerinde dursa, “post modern darbeciler ve sivil işbirlikçilerini” tespit, ifşa ve cezalandırmakta zorlanmazlardı.
Ama bu yolu tercih etmediler, şimdiki 15 Temmuz davaları içinde aynı tehlike mevcut, meseleyi sadece “kendi grupları ve muhterem Hocaefendi” ile sınırlı tutarak, sadece onlara yapılanları cezalandırma ve hem de zorlama bir iddianame ve yanlış irtibatlar icad ederek, yapmaya çalıştılar ve akıbet de ya o gün belli oldu, gören gözlere…
Bizim 2010'dan beri YARGILAYANLARI YARGILAMAK diye formüle ettiğimiz husus tatbik edilseydi, tüm bunlar yaşanmaz veya zarar çok daha az olurdu.
Bunun için yapılacak olan, 28 Şubat Yargısı ile verilmiş olan mahkeme kararlarına, yerel mahkeme oyalama safhasını atlayarak ve adil hakimlerden kurulu heyete teslim edilerek, kanunla yeniden yargılanma hakkı vermek idi.
Müyesser hanım 28 Şubat Yargısınin adil olmadığına inanıyordur, bilmeli ki bu hak verilmedi ve yerel mahkemeler de işi yokuşa sürmekten veya öylesine yargılama yaparak eski cezayı tasdikllemekten başka bir şey yapmıyor daha.
Yine Müyesser hanım bilsin ki, bunun tek ama tek istisnası, İhsan Güven cinayeti davasıdır ve sanıklar on sene mahkum olarak içeride tutulduktan sonra çok kısa süren duruşmalar ile ve üstelik kanunen bu tip bir dosyanın temyiz edilmesi gerekirken savcının da temyize gitmemesi ile beraat ettirilmişlerdir. Sanıklar zaten zorlama bir iddianame ile irtibatlı yapılmıştı, sanıklar açısından sorun yok, gecikmiş bir doğru karardır bu, ama… bu “ama"nin ne olduğunu Müyesser hanım anlar umidindeyim.
&
Müyesser hanım, 15 Temmuz darbesinin komuta merkezi olan Yurtta Sulh Konseyi'nin açıkladığı bildiriyi okumuştur muhakkak ve orada özellikle dış siyaseti ilgilendiren kısmı…
Darbe akabinde Rusya, Suriye ve Mavi Marmara özelinde İsrail'e yönelik siyasetin tam da Yurtta Sulh Konseyi'nin bildirisi paralelinde geliştiğini, dış siyasetin Perinçek'in Vatan Partisi'ne üye olan Ergenekon'da yargılanmış askerler tarafından dizayn edildiğini de görmüştür muhakkak ama anlaşılan bu yetmemiş ona.
Evvelden, 12 Eylül, Türkeş'in dediği "fikrî iktidarda, kendisi hapiste” olma durumunu, şimdilerde Gülenistler de söylüyor ve demek ki Müyesser hanım da buna nisbetle aynını farklı bir üslupla söylüyor.
Kumpas var dediyseniz, dış politikayı bize göre dizayn ettiyseniz, niye bizi hala yargılıyorsunuz, demeye getiriyor, kendi halince aslında.
Şimdi böyle bir “realite” üzerinden hemen “Devlet, asla unutmaz” masalı ile “1000 yıllık Türk devleti geleneği” uydurmasına fırsat doğmakla beraber, bunun bir masal ve istimna olduğunu unutmayın sakın.
Ortada topyekûn bir devlet yok ki!
Olmasına da imkan yok, son 30 ve hatta 50 senelik siyasi gelişmelere bakıldığında, bu apaçık.
90'lardan itibaren Devlet artık Çetelesme başlamış ve farklı çeteler de belli zaman dilimlerinde öne çıkmıştır. Bunun müsebbibi elbette DEVLET PROJESİ olan Gülenizm ve ona karşı hamleler…
Devlet projesi derken, devleti idare edecek yapı olarak söylediğimiz gibi, 90'larda Özal ve ardındaki ABD'yi yani devletin bir kısmının kararı olduğunu da söylemeye çalışıyoruz.
Gülenizm, budur.
Müyesser hanım ve taraf olduğu yapı ise gitmemeye çalışan eski devlet.
Görünür kavga da bunların arasında…
Müyesser hanımların hiç bir şansı, istikbali yok artık hükmetme kısmında. Gülenizmin de yok. İster darbe ister kontrollü darbe deyin, 15 Temmuz'da milletin tanka, uçağa karşı cüretli savaşı, tüm planları bozdu, bozmaya da devam edecektir.
Bu cüretin istismarı olacaktır muhakkak ve millet de bu istismara gelecektir elbet ama sokağa çıkmaya alışmış bir millet artık kolay kolay istemediği yöne sevkedilemeyecegini de göstermiştir.
&
Müyesser hanım o tatlı üslubuyla yazılar yazsın, kimse okumasa bile, muhakeme ve mantık kıvraklığı için ben okurum.
Okurum; tenceredeki suyun kaynama safhasına ne kadar yaklaştığını anlamak için…
Ama daha fazlasını, bahsettiğim yazısındaki “taleplerinin” kabulünü beklemesin ama.
1 note · View note
sorhan13 · 7 years
Text
“STRATEJİK DERİNLİK” VE GAMBİT Sinami Orhan
[bu yazı 6.11.2010 tarihinde Furkan Haber’de yayınlanmıştır.]
Türkiye’nin harici siyasetinde “ne oluyor; ne yapılmak isteniyor?” sorularının cevaplarını yazılarıyla anlatan İbrahim Karagül, gerçekten de iyi bir kalem; aynı zaman da iyi bir araştırmacı, okunası bir gazeteci, bundan dünkü yazımızda bahsettik.
Geçen gün yazdığı bir yazıda –aslında kokusunu alabildiğimiz “mantık”ından ötürü başka türlü de eleştirilebilecek ama “somut” bir hal almadığından dokunmadan geçeceğimiz bir yazıdır o yazısı-, bir “terör örgütü” üzerinden dünya hakimiyeti kavgasındaki aktörler ile “aktör” olduğunu zanneden “figüranlar” üzerinde duruyor ve “DEVLETLERARASI İLİŞKİLERDE İLELEBED DOSTLUK VE DÜŞMANLIK” olmaz ilkesinin “acımasızca” uygulanmış bir örneğinden bahsediyor.
“-Dar anlamda "terör örgütleri"nin ya da bölgesel, etnik veya başka bir saikle silahlı mücadele yürüten sistem dışı yapıların hedefleriyle daha üst, daha karmaşık hesaplar birbirine karıştığında ortaya dramatik bir görüntü çıkıyor. Çoğu zaman bu örgütler, kendi özel gündemleriyle bu büyük hesaplar arasında sıkışıp kalıyor. İşte o zaman "ihale" devreye giriyor, amaç belirsizleşiyor, o silahlı yapı bir uluslararası "kart"a dönüşüyor. Örgütler çoğu zaman bunu ince bir strateji, çıkar örtüşmesi olduğunu sanıyor, bir başarı öyküsü olarak pazarlıyor. İhaleyi verenler hesapları başka kartlar üzerinden yürütmeye başladığında acı gerçek bütün çıplaklığı ile ortaya çıkıyor.
Böyle bir öyküden söz etmek istiyorum bugün. Dünya genelinde adını bildiğimiz ya da bilmediğimiz silahlı grupların önemli bir bölümünü aynı kategoride değerlendirebileceğimiz bir öyküden..”
Devamında “İran ve Pakistan'ın bir bölümüne yayılan "Belucistan'ın bağımsızlığı" için mücadele eden ama aslında "Büyük Belucistan Projesi" için "elverişli bir kart" olmanın ötesine geçemeyen CUNDULLAH örgütü” ve onun lideri Abdulmelik Rigi’nin Dubai’de yakalanıp İran’a teslim edilmesi ve ardından idam edilmesini konu edinen yazıda, yakalama hadisesinden hemen önce Rigi’nin kardeşinin, “örgütün İran topraklarındaki saldırılarını ABD'nin talimatıyla yaptığını açıkladı(ğını)”  ve "Cundullah'ı ABD kurup destekledi. Talimatlarımızı ondan alıyorduk. Kime saldırıp kime saldırmayacağımızı ABD'liler söylüyordu. Para ve teçhizat onlar tarafından veriliyordu” dediğini ekliyor. Bu açıklamadan ardından “Cundullah”ın ABD tarafından “terör örgütü” listesine alındığından bahsedip, biraz da genelleştirerek, “ABD ve İngiltere, jeopolitik hesapları, enerji planları için projelendirdiği Büyük Belucistan için örgütler kuruluyor, harekete geçiriliyordu. Bu örgütler İslamcı'ydı ve kimlikleri yüzünden İslam dünyasında sempati bile topluyordu. Ne yazık ki hepsi birer taşerondu. Ne yazık ki, bu gerçeği anlatmak çok zordu.” diyor Karagül.
Rigi’nin yakalanmasını A. Öcalan’ın Kenyada “paketlenmesine” benzeten  Karagül, ABD’nin kurduğu-desteklediği-hedeflendirdiği örgütün liderini İran’a reslim etmesi bağlamında, “bu neyin bedeliydi, bilmiyoruz” diyor ve şu şekilde de bitiriyor yazısını:
“-İşte böyle yaparlar onlar. Kullanır kullanır sonra PAÇAVRA GİBİ BİR KENARA atarlar... Yine aynısını yaptılar...”
Bu son kısım burada dursun .
Artık ABD ve hempaları ile bir nevi “ABD’nin sesi” olan Pensilvanyalı Gülen tarafından hedef tahtasına oturtulduğunda kuşku olmayan Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu “Stratejik Derinlik” isimli kitabının arapçaya tercüme edilmesi nedeniyle verilen tanıtım kokteylinde yaptığı konuşmada şöyle demiş, İbrahim Karagül’den naklediyoruz:
“-Kitabımda Stratejik Derinlik olarak adlandırdığım yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız olduğunu söyledim. Stratejik derinlik, sınırlarımızla sınırlı kalmamamız, çevre bölgelerle yeniden bütünleşmemiz gerektiği anlamına geliyor. Sünni, Şii, Türk, Kürt, Arab, İranlı, Müslüman, Hristiyan bütün unsurların yan yana yaşadığı bir coğrafyada herkes aynı kaderi paylaşıyor. Bölgede karşılaşılan tüm krizlere rağmen güçlü bir tarih bilinci ve güçlü bir özgüvene sahib olunduğunun bilinmesi gerekiyor. Sorunlar yine bölgede yaşayanlar tarafından çözülebilir. Yeni bir stratejik düşünme şekli geliştirmeye ihtiyaç var. Kitabım bunun için bir çağrıdır.”
Çok güzel!
Önceki yazımızda bahsettiğimiz gibi, “taraf olmanın” verdiği bir uslup; bölgenin sorunlarını bölge ülkelerinin kendi içlerinde halletmesini –kim ne derse desin, uslubdan çıkan anlam budur- EMREDEN bir tutum ki, bunda da garipsenecek bir durum sözkonusu değil, bölge içinde gün gün değişik “aktörler” ortaya çıkıp “serdümen” rolünü oynamaya kalksalar da durumlarının “zaman ile kayıtlı”, yani ancak “anlık” olabileceğini, BUYURGAN olabilecek tek bir bölge devleti olduğunu, bunun isminin Türkiye olduğunu hatırlatıveren bir uslup.
Hatırlatıveren deyince hatırlıyoruz hemen:  
‘80’li, 90’lı yıllarda, İbda ağırlığını hissettirmeye başlayınca, “İslam Türkiye’de bozuldu-yıkıldı; bu da Türkiye’de ayağa kalkarsa heryerde ayağa kalkacağına dair ilahi bir ihtardır” minvalindeki sözler üzerine hemen birileri bunun “ırkçılık” olduğundan, hatta “İran İslam Devrimi” de memleketimize “kök salma girişiminde” bulunduğundan o günlerde, biraz da istihzalı olarak “ilahi ihtar”ın “tutmadığından, İslam’ın İran’dan dünyayı titretmeye başladığından, sosyalizmin “Moskova”sı varsa İslamın-İslamcıların da “Tahran”ı var demeye, bunu görmeyenlerin “ırkçılığı din maskesine bürüyenler, bir şairin peşinden gidenler” olduğunu söylemişlerdi.
Pusulanız yoksa, iki slogan bir “babalanma”ya  “tav” olursunuz ve tıpkı “komunist Rusya”nın “asırlık Çar  siyaseti:Slav milliyetçiliği”ni kendi uslubunda devam ettirmesi gibi, “iki yüzlü” pers siyasetini-pers milliyetçiliğini “İslam maskeli” olarak devam ettirmekden başka bir şey yapmadığı besbelli olan “İran İslam Cumhuriyeti”nin peşinden sürtüp durursunuz!
Neyse ki, o “sürtüp duranların” fi tarihinde yazdıkları kitapları –yazar(lar)ının kimbilir kaçıncı “fikri tekamül!!!” halinde artık başka sularda yelken açtığını bilmeyen gençlerin, samimi olduğuna, “islami heyecanla” olduğuna şüphemiz olmayan “iran taraftarlığı” dışında artık kimsecikler yok o “sürtük politikayı” devam ettirici olarak…   (O günlerden kalan tek şey, “hür düşünce” geleneği; memleketimizde ehli sünnet anlayışına karşı Şiiliği yaymak, tutunduırmak için “taassup” ehli olmamak, diğer mezheplerin “düşüncelerini” de saygıya değer bulmak olarak sokulan bu “hür düşünce mektebi/ekolü”, bugün “islami demokrasi” veya “sosyalist islam” gibi “gariplikler” içinde ama yine “sürtük politika” halinde bazı dernek ve vakıfların içinde devam ediyor; fakat “irancılık” bitmiştir.)
O günlerin geçtiğine, hatta, kendilerine yanıbaşımızdaki İran’dan bahsettik, tıpkı onun gibi pasifikdeki ada devletlerinden bile “model çalma” durumunun da (buna belki “akademisyen rahatlığı” veya “dışarıdan gazel okumak” da denilebilir) geçip gittiğine şahitlik eden bir uslup; gayet güzel…
Bütün bunların üzerine, geçen günkü yazımızdan bir iktibas yapalım:
“-(A. Davudoğlu) Onca işi ve elbette hasedçiler ve fesadçıların gaygulesi arasında (“tarihi derinlik” ve “felsefi derinlik” isimli) diğer kitablarını kaleme alabilecek mi, yoksa vereceği mülâkat ve yazacağı küçük makaleler ile –tıpkı Amerika’da olduğu gibi- “Davudoğlu doktrini”ni bu şekilde mi “inşa” edecek ona kalmış ama “eksiklik” hakkında neler planladığını, “gelecek on yıllarda, Türkiye'den büyük bir felsefi üretim beklemeliyiz” sözü ile ortaya koyuyor. Bazı “enstitüler”in bazı “strateji kurumları”nın tirti bol entellektüellerinin “beyin fırtınaları”na şahid olacağız, demektir. Bu entelletüeller ki ekserisi “Müslüman” dırlar, “felsefi derinlik” ile meşgul olup tam bir “takım oyunu” tarzı içinde “üretim” gerçekleştireceklerdir.  
Devamını daha sonra nasibse yazmak kaydederiz ama, oturup bir TARİH MUHASEBESİ yapmadığınız müddetçe  ADIM ATAMAZSINIZ (ki bu da şu iyi bu kötü, bu işe yarar vb. kelimelerin üstünde olacak, neye göre iyi veya kötü dediğinizi APAÇIK ortaya koyacaksınız), attığınızı ZANNEDERSİNİZ sadece, diyelim. ”
“Adım at(ama)ma” meselesinin pratik halini görebilmek için Karagül’den, Türkiye ve bölgemiz için olduğu gibi ısrarcıları için de çok önemli olan, “FÜZE KALKANI” meselesiyle alakalı, gerçekten de altına imza atılacak yazısından bir –uzun- iktibas yapalım:
“-Bir zamanlar ABD füzeleri İran-Suriye sınırına yerleştirilmişti. Tehdit buralardan geliyordu. Türk-İsrail ekseni ile yine bu sınırlarda İsrail'in izleme, gözetleme merkezleri kurulmuştu. 28 Şubat sonrası gelişen bu askeri ittifak, Türkiye topraklarını ABD'den sonra İsrail için de cepheye dönüştürdü. O günden sonra İsrail savaş uçakları sadece Konya Ovası'nda değil, İran-Suriye sınırında da uçtu. İsrail, son Anadolu Kartalı tatbikatından dışlanana kadar bu böyle devam etti. Türkiye-İran sınırı hem ABD için, hem İsrail için hem de Avrupa için tam anlamıyla cephe olarak belinlenmişti.
Şartlar değişti. TÜRKİYE, İRAN'LA SINIRINI DOĞU-BATI SINIRI OLMASINA, BATI'NIN CEPHE HATTI OLMASINA ARTIK RIZA GÖSTERMİYOR. Güneyindeki Irak, Suriye, Lübnan gibi ülkelerle birlikte İran'la da ekonomik ilişkilerini hızla güçlendiren Türkiye, bölgenin yeni BİR ÇATIŞMA ALANI OLMASINA KARŞI ÇIKIYOR. Artık İsrail savaş uçakları ne Anadolu semalarında ne de İran sınırında. Tam tersi Türkiye, Çin'den Kızıldeniz'e kadar ekonomik, siyasi, askeri ortaklıkları önceliyor.
Tam da bu dönemde, ABD'den gelen "füze kalkanı için kararınızı verin" açıklaması iyi niyetli bir açıklama değil. Türkiye'yi hazır olmadığı bir kararı vermeye, dar bir alana sıkıştırmaya, yeni ortaklıklar inşa ettiği ülkelerle karşı karşıya getirmeye, belki de bu ilişkiler ağını sabote etmeye dönük KÖTÜ NİYETLİ BİR ÇIKIŞ.
Açıklamada, 19-20 KASIM'DA YAPILACAK NATO ZİRVESİNE KADAR KARAR VERİLMESİNİ İSTEMEK, daha da önemlisi Türkiye'yi yeni tehditlere karşı coğrafi olarak EN YAKIN "CEPHE" OLARAK GÖRMEK ŞİDDETLE İTİRAZ EDİLMESİ GEREKEN ifadeler. Türkiye elli yıl Sovyetlere karşı Batı'nın cephe ülkesi oldu. (…) BU SEFER BATI'NIN VE NATO'NUN YENİ TEHDİT İLAN ETTİĞİ İSLAM'A KARŞI.
AMA ARTIK "CEPHE ÜLKE" TANIMI TÜRKİYE İÇİN HEM ÇOK TEHLİKELİ HEM DE DAR BİR ALANA SIKIŞMAK ANLAMINA GELİYOR. Avrupa'nın, ABD'nin ve İsrail'in tehdit algılamalarına, çıkarlarına göre stratejik değer tanımını bu ülke kaldıramaz. 21. yüzyıla güçlü bir çıkışla girmeye çalışan Türkiye'nin elini kolunu koparıp, ESKİDEN OLDUĞU GİBİ TEK YANLI BAĞIMLILIK İLİŞKİSİNE SOKMAK KABUL EDİLEBİLİR BİR ŞEY DEĞİL. Buna hayır deme iradesini ittifak ilişkisi ile bertaraf etmeye çalışmak ise, insafsızca bir tavırdır.
Burada söz konusu olan füze kalkanı ile ilgili yıllardır devam eden tartışmanın karar aşamasına gelip gelmediği değil. DOSTLARI, MÜTTEFİKLERİ BU ÇIKIŞLA TÜRKİYE'YE FECİ BİR TUZAK KURUYOR. ON YILDIR İNŞA ETTİĞİ HER ŞEYİ, KOMŞULUK İLİŞKİLERİNİ YOK ETMEK ÜZERE KURGULANMIŞ BİR TUZAK BU. Türkiye'nin; İran, Suriye, Rusya ve diğer ülkelerle karşı karşıya gelmesi ve BAŞINA BUYRUK HAREKETİNİN ÖNÜNE GEÇİLMESİ arzulanıyor. TÜRKİYE BUNA RAZI GELEMEZ, GELMEMELİ.
(….)
Hele de Basra Körfezi'nden hatta Pakistan'dan Kızıldeniz'e, Orta Afrika'ya kadar yeni bir güç oluşumunun arayışları sürerken, bu arayış Batı'nın 21. yüzyıl küresel güç haritasını reddederken ABD füzelerini İran sınırına yığmak, Türkiye'ye atılan en büyük kazık olacaktır.
Dünyanın ağrılık merkezi değişirken Türkiye; Amerika'nın cephe ülkesi olmaktansa, Avrupa Birliği'nin kenar ülkesi olmaktansa kendi coğrafyasının ve Avrasya'nın merkez ülkesi olmaya çalışırken bu tuzağa düşeceksek, BUGÜNE KADAR İNŞA EDİLEN HER ŞEYİN BİR BALON OLDUĞU ORTAYA ÇIKMAZ MI?
İRAN SINIRINDA DA, SURİYE SINIRINDA DA FÜZE İSTEMİYORUZ. Asyalı güçlerle Türkiye'yi karşı karşıya getirecek bu çıkışı kabullenmiyoruz. (…)  Onların düşmanlarını düşman, dostlarını dost kabul etme, onlar için ölme, onların refahı için Türkiye'yi hırpalama dönemi çoktan geçti. Üstelik bu çıkış, kötü niyetli… İTİBARI SIFIRLAMAYA DÖNÜKKEN….Topraklarımızda, komşularımıza yönelen füzeler, savunma hatları istemiyoruz....”
İbrahim Karagül bu yazısını 15 Ekim 2010’da yazmış; dediğimiz gibi altına imza atılacak bir yazı, dünkü “Stratejik Derinlik” kitabını değerlendirmemizden hemen ardından, Karagül’ün de bahsettiği gibi, aslında 19-20 Kasım’da yapılacak NATO Zirvesine kadar mühlet verilen “Füze Kalkanı” meselesine dair erken kabul edilebilecek bir karar bugün, 6 Kasım’da açıklandı.
Buna göre, Türkiye, füze savunma sistemine, “TÜM SINIRLARINI KAPSAMASI VE CEPHE ÜLKESİ OLMAMA ŞARTIYLA 'evet' dedi.”
NATO'nun gelecek 10 yılına yön verecek olan Stratejik Konsept'in son taslağı 4 Kasım'da tüm müttefik ülkelere ulaşmış,  taslakta Türkiye'nin istediği gibi İRAN, SURİYE GİBİ ÜLKELER TEHD��T TANIMLAMASI İÇERİSİNE ALINMAMIŞ olduğu da açıklanmış.
 Taslak geldikten sonra Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında, Başbakan Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün katıldığı bir toplantı düzenleniyor ve yukarıdaki şartlar içerisinde “evet” kararı çıkıyor.
İbrahim Karagül’ün yazısından bahsettiği, “ara formül”, burada bahsedilen, İran ve Suriye’nin tehdit olarak değerlendirilmemesi midir, bilemeyiz ama, “füze kalkanı”nın bu topraklar üzerine kurulmasının, onun dediği gibi, “BUGÜNE KADAR İNŞA EDİLEN HER ŞEYİN BİR BALON OLDUĞU ORTAYA ÇIKMAZ MI” sorusunu –gerçekten ve hasbi olarak yazıyoruz- can sıkıcı bir şekilde önümüze koymaktadır!
Apaçıktır ki, yazımızın başında yine Karagül’den iktibasla bahsettiğimiz gibi, “dün Cundullahı kurup, bugün paketleyip teslim edenlerin” literatüründe “söz-namus” diye bir kavram yoktur; tıpkı burdaki “fötr şapkalı” gibi onlar için geçer akçe, “dün dündür, bugün bugündür”; o halde bugün “evet” dediğimiz taslak içerisinde İran ve Suriye’nin tehdit olarak “değerlendirilememesine” güven olmayacağı, bunun sadece Türkiye’yi “ikna” için (ve şüphesiz “bile bile lades!”) yazıldığından kimsenin şüphesi olmasın!
O halde?
Geldik mi tespitimize; “ne dediysek o” kibri içinde değiliz, “fırıncı-ekmek” örneğimizi, meselenin, Türkiye’nin, İslam dünyasının TEMEL EKSİKLİĞİ giderilmedikçe HİÇBİR ADIM ATILAMAYACAĞINDAN bahsediyoruz, sadece!
Davudoğlu’nun yaptıklarına, çabalarına, başka hiçbirşey olmasa bile şu Mavi Marmara-Gazze Filosu’na verdikleri destekle TAŞLARI NASIL YERİNDEN OYNATTIĞINA, “farklı şeyler” yapma azminde olduğuna inanıyoruz; ama bu, “bilmek” ile “yapmak/yapabilmek” arasındaki fark gibidir: Bütün bunlardan önce İMAN yani “bilmek” tabiriyle çevrelenenin NE OLDUĞUNA DAİR TAFSİLİ İMANI ortaya koyar.
Bunun ismi de DÜNYA GÖRÜŞÜ olur terminolojide; eğerki bu yoksa elinizde, birtakım basit “taşlar” ile “işi götüreceğinize” inanırsanız, yani o taşlara inanırsanız, önce “gambit”e düşersiniz, sonra da “şah-mat” olursunuz!
Açıktır ki “füze kalkanı” meselesinde “gambit”, “iran ve suriyenin tehdit olmadığının” bize bildirilmesidir; veya  bunu “gambit” yerine Karagül’ün ifadesiyle, “Türkiye'ye atılan en büyük kazık” ifadesiyle de değerlendirebilirsiniz sonuç yine değişmez.
Yine,  ABD, sadece “terör örgütlerini kullanır kullanır sonra paçavra gibi bir kenara atar” demek doğru olmasa gerek; bunu Panama örneğinde olduğu gibi DEVLETLER içinde RAHATLIKLA yapar, sonra da atar…
O halde...  
Yukarıda, alınan evet kararı için “bile bile lades” dedik, inanıyoruz ki, inanmak istiyoruz ki öyledir, “gambit” bile bile yenmiştir, o halde çıkış nasıl olacak?
“Füze kalkanı” ister sınırlarımızın tamamında, ister HAKKARİ’de, isterse Çemizgezek’de, Hacıhüsrev’de kurulacak olsun, kuruluş nedeni malum değil mi, o halde bunu “stratejik derinlik” ile nasıl açıklayabilir ve “mat” olmaktan nasıl kurtulabiliriz?
Tek çare yine bizim bahsettiğimizdir kanaatindeyiz, kavramlarla söylersek, MORAL GÜCÜ sağlamadan hiçbir şey yapamaz, taşlarınızın çoğu tahtada olsa da, hatta VEZİR’iniz bile ayakta olsa, DÜNYA GÖRÜŞÜ ihtiyacını gidermeden, HALKI bununla yoğurmadan, YIKILMIŞ olan MORAL GÜCÜNÜ ayağa kaldırmadan, yeni bir ENERJİ-HEYECAN DALGASI oluşturmadan ADIM ATAMAZSINIZ!
Ama, “ne yazık ki, bu gerçeği anlatmak çok zor!”
Sinami Orhan - 6.11.2010
Notlar:
1. İbrahim Karagül’ün yazıları için (vurgular bize aittir.SO):
a. “İşte böyle satarlar adamı!” 05 Kasım 2010 Cuma. Yeni Şafak.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=24762&y=IbrahimKaragul
b. “ABD-İsrail füzeleri İran sınırına neden gelecek?” 15 Ekim 2010 Cuma. Yeni Şafak.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=24466&y=IbrahimKaragul
2. Sinami Orhan. "Stratejik Derinlik" ve "Fırıncı". Cuma, 05 Kasım 2010 19:42
3. “Füze kalkanı” kararı için: “Türkiye Sonunda Evet Dedi” 6 Kasım 2010 - 02:39 http://www.turktime.com/haber/Turkiye-Sonunda-Evet-Dedi/112412
2 notes · View notes
sorhan13 · 7 years
Text
“Ya Rabbi, Tekebbür İçinde Dolaşırlarken Canlarını Al!” Oğuz Alp Kaya [Arşiv]
[bu yazı 17.11.2011 tarihinde Furkan Haber’de yayınlandı]
 İsmi belki yaptıklarından büyük Kaşif Kozinoğlu tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevinde vefat etti.
 Vefat etmeden orada bulunduğu vakit içerisinde hatıra bile gelmeyen Kozinoğlu, vefatiyle birlikte medyanın "sakızı" oldu.
 Siyasetle uğraşan veya "kirli işlere" bulaşan veyahut bu minvalde "işler"le ismi anılanların ölümleri, ne kadar normal bir ölüm olsa bile hemen ardından bir "giz" mantığı çalıştırılır, "aslında..." diye başlanan cümlelerle merhum-merhumenin üzerinden "bazı hesap(laşma)lar" görülür.
 Hatta öyle olur ki, merhum-merhumenin amansız düşmanı dahi, vefatı üzerinden "kör öldü, badem gözlü oldu" hesabı yazılar yazar.
 Nihayetinde merhum Muhsin Yazıcıoğlu hakkında da böyle olmadı mı?
 Kabrinde bile rahat bırakmıyorlar onu, kabrinin bin kilometre yakınına gelmesini istemeyecek kişiler yazdıklarıyla.
 Daima "kapalı kutu" halinde kalmış K. Kozinoğlu'nun vefatı da artık gündemden düşme noktasına gelmiş Ergenekon Davalarının ne derece "haklı" veya "haksız" olduğuna delil olarak işleniyor.
 Yok "gizli tanık" olacakmış da "bülbül gibi konuşacakmış" da onun için "öldürmüşler"...
 Bunu söyleyenler, Ergenekon'un ne kadar tehlikeli olduğunu anlatanlar; komik olan ne biliyor musunuz, yaşları gereği, K. Kozinoğlu'nun isminin ilk defa olarak ortaya çıktığı zamanlarda kısa pantalonla kumda oynama çağında olanların birden bire "Kozinoğlu ve karanlık ilişkiler uzmanı" olarak "top secret" yazılar kaleme almaları!
 Ne de olsa "google" var; bir "tık" yaparsın, "arşiv" önünde "copy-paste" da yaptın mı, "uzman" oldun gitti!
 Şuna bakın mesela:
 "- Bugüne kadar bir kez bile revire çıkmamış birisinin aynı gün 'kendini kötü hissettiği' için hastaneye gittiği ve 'Bir şeyi yok' denilerek geri gönderildiği de düşünülürse tuhaf bir durumla karşı karşıyayız demektir.
 Şimdi asıl soru şu:9 gün sonra yapılacak olan bir duruşmanın en önemli sanığı ansızın ölürse ne düşünmek lazım? Üstelik kulislerde 'gizli tanık olmayı kabul ettiği' gibi birtakım iddialar da dolaşıyorken.
 Acaba kim ya da hangi gruplar Kozinoğlu'nun duruşmada ya da çapraz sorguda konuşması ihtimalinden rahatsız oldu?"
 Yazısında, "grip bile olmamış" diyerek ne kadar "vakıf" olduğunu ortaya koyuyor ve anında vefat haberi üzerine "hesaplar" kuruyor; oysa Kozinoğlu'nun ailesi dahi ölüm hakkında bu kadar şüpheli değil, tereddütleri "cezaevi sağlık şartları" hakkında, ama bu "vakıf yazar", Kozinoğlu'nun biri sırtından iki kurşun yarası taşıdığından da habersiz olarak "ağır spor yapmış" diyerek (o da damacanalarla ağırlık çalışması) hem vefatını buna bağlamaya ama hem de "duyarlı bir yazar" olarak "süpheleri yazmaya", hadise etrafından bir "hesap" görmeye devam ediyor.
 “Boş geçirmeme” çalışması kısaca. Yazacak bir şeyin yoksa bile “şüpheler oluştur”, “hesaplar” yap!
 Şu satırların yazarı olarak Kozinoğlu'nun vefatı ile alakalı olarak ailesinin teredütlerini paylaşmakdan başka bir düşüncem yok; yani normal olarak, eceli ile, yani "dışarıdan bir zorlama" ile ölmediğine inanıyorum.
 Kozinoğlu ailesinin cezaevindeki sağlık şartları ile alakalı tereddütlerine ise tereddüdüm olmadan katılıyorum.
 Bakın, basında görebildiğim kadarıyla sadece Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir haberde, aynı yerde ayrı bir dosyadan tutuklu Ergün Poyraz neler anlatıyor "olay günü hakkında":
 "- 4 yılı aşkın süredir tutuklu bulunan yazar Ergün Poyraz, üst düzey MİT yöneticisi Kâşif Kozinoğlu’nun yaşamını yitirdiği saatlerde cezaevinde yaşananları anlattı.
 Poyraz cezaevinden gönderdiği faksta çarpıcı bir iddiada bulundu; “Bir saate yakın, koğuşun kapısına öyle vuruyorlardı ki, sanırsın cezaevi yıkılacak, bu sürede ne gelen oldu ne giden…”
 Ergün Poyraz kaldığı Silivri Cezaevi’nden, avukatı Hüseyin Buzoğlu’na gönderdiği faksta dikkat çekici değerlendirmelere yer verdi. Avukatına “Bizi burada öldürecekler” diye seslenen Poyraz, “Bak en az ses çıkacaktan başladılar bile. Bir saate yakın koğuş arkadaşları, seslerini duyurabilmek için koğuşun kapısına öyle vuruyorlardı ki, sanırsın cezaevi yıkılacak, bu sürede ne gelen oldu ne giden” dedi.
 Poyraz, kendisinin anjiyo olduğunda hastanedeki doktorlara, “Kriz anında butonlara bassak bile kolay kolay kimse gelmiyor. O nedenle kalp ve benzeri hastaların butonlarında hassas davranılması için cezaevine konunun önemini belirten yazı yazın” önerisinde bulunduğunu, doktorların ise buna karşılık “yazamayız” yanıtını verdiğini anlattı. Poyraz, cezaevinde yaşananları şöyle aktardı:
 “Aslında biraz kına alıp onlara göndermek lazım. Tabii bu arada BT’li anjiyoyu gizleyenle, tıkalı damara bir şey yapamayız diyene de. Hoş, uyarı yazısı yazsalar da ne değişecek? Ama bir tane doktor yok. Doktorun gelmemesi için de her şey yapılıyor. Gelen doktorlar kazayla bize ‘nasılsın’ dese, anasından emdiğini burnundan getiriyorlar. Burada sağlığımız için doktor bulundurulmuyor, bulundurulsa bile o da reçete yazma amaçlı. Ama bisküvi paketleri için üstelik boş soruşturma açılabiliyor, savunmamızı engellemek için bilgisayar çıkış saatleri her fırsatta kısılıyor. Burada öldürüleceğimiz oldukça açık ve net. Dünya âlem biliyor ki, burada hukuk yok. Kim var diyorsa sahtekârdır. Dava iftiralarla yürüyor, yetmiyor yazmadığım bir dilekçe ile iftira atılarak soruşturma açılıyor. Bu nedenle, mahkemeye savunma vermenin anlamı yok diye düşünüyorum. Yapılacak tek şey, devşirilmemiş basına sürekli uğradığımız haksızlıkları anlatmak. Hiç değilse pisi pisine ölmemiş oluruz.”
 Dünyanın gözü kulağı üzerlerinde olan Ergenekon tutuklularının "özel cezaevi" olan Silivri'de yaşadıklarına dair bu not, diğer cezaevlerindeki durumun ne olduğuna dair malumat verir elbette okuyanlara ve kimse de Ergun Poyraz bunu yazdı diye, onun yazdığı diğer uyduruk kitaplar gibi "uyduruk" sanmasın, gerçeğin belki de asgarisidir anlattıkları!
 Websitemizde Mustafa Balbay'ın "Zülümhane" kitabı üzeerinden bir eleştiri yazısı yayınlanmıştı, Balbay da bunlardan bahsetmekteydi, şikayet etmekteydi, haklıdır da, o yazının linkini de vereceğiz, okumanızı dileriz, meselenin nasıl anlaşılması gerektiğine dair.
 http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/furkan-yazarlari/muhsin-er-tugrul/1168-balbayin-qzulumhaneqsi
 Aslında bu tipten vefatlarda, onlara yıllar önceden Salih Mirzabeyoğlu tarafından yapılmış şu uyarı aklıma gelir:
 "- Ufak bir hatırlatma: Yassıada mahkemeleri sırasında, konulduğu hücre için "burada insannasıl yaşar?" diye serzenişte bulunan bir Milletvekili'ne, gardiyan "aman efendim! buraları sizin Meclis'teki oylarınızla yapıldı!" diyor...Kıssadan hisse!.."
 Kıssadan hisse!
 F Tipleri "nitelikli tutuklular" için yapılmış "mezar"dı, buralara onlar konulacak, "tecrid" edilecek, "bitki" haline getirilecek kanunların elverdiği şekilde "ölümüne yaşatılacaklardı", takdir-i ilahi, F Tiplerini yapanlar, oraları ilk dolduranlar arasında oldular!
 Ne diyor E. Poyraz, “Bir saate yakın, koğuşun kapısına öyle vuruyorlardı ki, sanırsın cezaevi yıkılacak, bu sürede ne gelen oldu ne giden…”; öyledir, "buton"a basmanın bir faydası yoktur, ya gardiyan tuvalate gitmiştir, ya "şebeke"ye gitmiştir ya "başefendinin yanındadır" onun için "duymamıştır" mazeret olarak, çare kapıya tekme tokat girişmektedir, girişirsin son çare diye, 15 dakika sonra uykulu gözlerle bir gardiyan gelir "ne var" der, söylersin, "tamam" der çeker gider, gelmez bir daha bir saat sonra yapılan onca gürültü neticesi "başefendiye sorayım" der, çeker gider tekrar, ardından yalan kalmamıştır, "aspirin" getirir, "revire" gitmek zordur çünkü, "doktor falan yerdedir", aslında ortalıkda yoktur da bahane budur, 2 saatde revire çıkarsın belki, ardından şanslıysan "askere haber gider", uzatmalı gelir, "tipine" bakar, hoşuna giderse "götürelim" der, bir saatde böyle gider, "getirin" emri çıkar bu seferde "tören"le "arabaya" götürülür, binbir aramdan geçer, el ve ayakların zincirlenir, buz gibi "arabaya" atılır, bir yarım saatde orada beklersin, hastaneye ne kadar zamanda varırsan artık, vardığında da hemen götürmek yok, ilk önce uzatmalı elinde dosyayla oraya buraya gidecek, laf yapacak, ardından bir müstahdem gelecek vs...
 "Kapalı"larda durum asgarisinden böyleydi, o zamnalr yeni yeni yapılan F Tiplerindede böyleydi, ama anlaşılıyor ki "özel tutuklu" olan Ergenekoncuların F Tiplerinde de durum bundan farklı değil!
 Üstad Necip Fazıl'ın dediği gibi, "ÜZÜNTÜDEN UZAK BİR SEVİYEDE"yiz bu hadiseye, Kozinoğlu ve diğer "Ergenekoncuların vefatı" haberlerine, çünkü bu dünyanın "etme bulma dünyası"olduğuna da inanıyoruz ve çünkü, "TEKEBBÜR İÇİNDE DOLAŞIRLARKEN CANLARINI AL ALLAHIM" duasının seneler seneler önce yapıldığını ve 2000'de de "KISSADAN HİSSE" denilerek"son çeyrek uyarısı"nın yapıldığını biliyoruz:
 "- Ufak bir hatırlatma: Yassıada mahkemeleri sırasında, konulduğu hücre için "burada insannasıl yaşar?" diye serzenişte bulunan bir Milletvekili'ne, gardiyan "aman efendim! buraları sizin Meclis'teki oylarınızla yapıldı!" diyor...Kıssadan hisse!.."
 Kıssa'dan Kısas'a geçildi kısaca.
 Bakın aynı haberde avukat ne diyor:
 "- Kozinoğlu’nun hücre arkadaşı Atilla Uğur’un avukatı Celal Ülgen, şunları söyledi:
“Haksız yere tutukluluk daha çok can alacağa benziyor. Birçok kişi daha ölecektir. Oysa bin suçlu özgür gezsin önemli değil, ama bir masum tutuklanmasın der hukukçular."
 İdam cezası veren hakim bile "işaretli dosya"dan ve "hata yapmış olabiliriz" itirafından bahsederken Salih Mirzabeyoğlu'nun durumu hakkında gıkınız çıkmazsa, "bin suçlu özgür gezsin önemli değil, ama bir masum tutuklanmasın", demenizin hiçbir önemi yoktur, "bir çok kişinin ölümü"nü de"üzüntüden uzak bir seviyede" izleyip KISSA'DAN KISAS'a geçişin "ürünlerini", "hiç akıllanmayacak bu TEKEBBÜR EHLİ" diyerek seyrederiz!
  17 Kasım 2011.
1 note · View note
sorhan13 · 7 years
Text
KESTİRİP ATMIŞLAR! Muhsin Er Tuğrul [Arşiv]
KESTİRİP ATMIŞLAR!
Muhsin Er Tuğrul
[bu makale 23.6.2010 tarihine Furkan Haber websayfasında yayınlandı]
Napolyon: "Women are nothing but machines for producing children.”
Bir başkası bahsetmeseydi haberim olmayacaktı kod ismi “Aydoğan” olan  Aydemir Vatandaş’ın “Yu Es Ey-USA” yani ABD’de kimbilir ne ille meşgul olarak geçirdiği şu günlerde kaleme aldığı, hükümeti ve IHH’yı itham ettiği yazısından…
Kim bu vatandaş?
Fetulahın “younger”larından birisi; parlak bir arkadaş, 28 Şubat’ın ardından yazdığı “komplo teorileri” ile dolu kitaplar sahibi biri; bunlardan dikkatimizi çekeni “HAARP” isimli olanıydı ve bu kitap, 17 Ağustos 1999 Depremi’nin  28 Şubatçılara indirdiği BALYOZU kırıcı, aslında o depremin ADB-İsrail tarafından Kaliforniyada bulunan faydaki “gerilimi” “sismik bomba” ile azaltma “deneyi” olduğunu fakat “kontrol dışına” çıkarak böyle bir netice verdiğini, yani “28 Şubatçılara Allah’ın tokadı OLMADIĞINI” anlatıp durmuştu, hiçbirisi tamamlanmamış, hepsi “deney” aşamasında olan hadiseleri anlatan “internet bilgileri” ile. Bu ve Nuh Gönültaş, Gülen’in “türk basınına hediye” ettiklerindendir, “kıymetlerini” de bundan anlayınız artık.
Bu vatandaş Gazze filosuna karşı İsrailin milletlerarası sularda giriştiği katliam saldırısını değerlendirmiş bahsekonu olacak yazısında; bunun üzerine ilk gün yazdığı bir yazı da var, ardından bir yazı daha var ve bunların hepsi, birisinin “eksenini doğrultma” çabası olarak görülmeli topyekün, bunu da göstereceğiz.
Bakın ilk günkü yazısında ne demiş:
“-İsrail’in bu davranışı öyle sanıldığı kolay unutulacak cinsten değil bu kez.
Sabah’ın erken saatlerinden itibaren çalan telefonlarım Amerikalı gazeteci dostlarımın üzüntü telefonlarıydı.
New York Times’ın İsrail büro şefi Ethan Bronner bile- ki oğlu İsrail ordusunda askerdir-, dünkü yazısında, İsrail’in bu saldırısının ABD yönetimiyle bir süredir bazı problemler yaşayan İsrail’i uluslararası arenada çok zor durumda bıracağını yazdı.
İsrail silahsız insanlara karşı giriştiği bu saldırının bedelini çok ağır ödeyecek.
Dünya, İsrail askerlerinin kustuğu bu öfkenin ardından İsrail’i büyük olasılıkla daha da yalnızlaştıracak.
İsrail’in bu aşırı davranışının elbette en önemli nedeni Türkiye’nin son zamanlarda İsrail aleyhine yürüttüğü uluslararası siyasete karşı duyduğu büyük öfke var.
İSRAİL BU DAVRANIŞIYLA TÜRKİYE’YE ‘HODRİ MEYDAN’ DEMİŞTİR.
Türk Hükümeti, acaba İsrail askerlerinin bu tür bir saldırısını ön görebildi mi? Gemide bulunan vatandaşlarını bu yönde uyarabildi mi?
Bundan böyle Türk Hükümeti de çok büyük bir sınav verecek.
Türkiye Türk insanının kanının yerde kalıp kalmayacağını da kendi insanına kanıtlamak zorunda kalacak.
O KAN YERDE KALMAMALI.
Umarız Obama yönetimi de sadece sözde değil özde de tepki verecek noktaya gelebilir. Aksi takdirde Obama yönetiminin İsrail lobisi tatrafından teslim alındığına yönelik eleştiriler zamanla haklılık kazanacaktır.
Yeni Safak Gazetesinin, her daim delikanlı yazarı, gönül dostu Hakan Albayrak (umarım sağlığı yerindedir) bakın en son yazısını nasıl bitirmiş.
‘’Yarın ve sonraki günlerde başımıza nelerin geleceğini bilmiyorum. Ama yeni bir dünyanın şekillenmekte olduğunu ve "Gazze'ye Özgürlük Filosu"nun bu sürece önemli bir katkı teşkil ettiğini, CENÂB-I HAKK'IN BİZİ BÜYÜK BİR DEVRİMDE ENSTRÜMAN OLARAK KULLANDIĞINI İLİKLERİME KADAR HİSSEDİYORUM. Filistin'in meşru başbakanı İsmail Heniye'nin dediği gibi: "Gemiler Gazze limanına ulaşsa da ulaşmasa da kazandık." (A. Vatandaş.  “İsrail için sonun başlangıcı!” 01 Haziran 2010 19:21.)“(1)
Biz cahiller için “Eskataloji” ile alakalı “derin bilgilerini” ortaya koyduğu ve “İslam eskataloji”sinden örnek olsun diye İsra suresinin 3’den 7’ye ayet-i kerimelerinin “meallerini” vererek (-mealen-“…Sonunda vaad geldiği zaman, (yine öyle kullar göndeririz ki) yüzlerinizi 'kötü duruma soksunlar', birincisinde ona girdikleri gibi mescide (Kudüs) girsinler ve ele geçirdiklerini 'darmadağın edip mahvetsinler.'”) Hakan Albayrak’ın yukarıdaki sözleriyle de noktalamış yazısını.
“Kıyamet… mesih.. mehdi…” vs. konularının müşterisi bol olduğu için “piyasada” ve elbette bu vatandaş da “Dan Brown’ın türk versiyonu”olma şehveti de taşıdığından (“eskataloji” kavramını boşuna kullanmıyor yani, bir de ”apokaliptik” var elbette, biz cahil ve köylülere “entelektüel diskur” sallıyor öğrendiği “hristiyanik ‘ilahiyat’ termilojisi” ile) en basit meseleyi bile “müşterisi bol alana” çekmeyi büyük bir “maharetle” beceriyor, bu elbette  “takdir edilesi” bir “şey” olsa gerek “yazarlık” açısından ama “yarın” o “ayet-i kerimeler”, “bizi niye öyle kendi yazının “dekoru” diye kullandın, karılarla kızlarla “gezmemeye” dair olanlarımızı hiç umursamadan hem de!” diyerek “davacı” olurlarsa “ay.. ay.. ayy!” diye hiç şikayet etmesin!
Mamafih, bu vatandaş ilk günkü yazısıyla İsraili tel’in etmiş, bu geminin “Cenâb-ı Hakk'ın bizi büyük bir devrimde enstrüman olarak kullandığını iliklerime kadar hissediyorum” cümlesine dolaylı olarak katılmış ve başlıkta da hadisenin özünü iitiraf etmiş: “İsrail için sonun başlangıcı!”
Fakat sonradan –herdaim- “otorite-sever Gülen” ortaya çıkıyor (“3 Haziran Çarşamba öğlen yemeği saati”) bir röportaj veriyor, başta Zaman, Stv, KüreTv ve “cemiyet üyeleri” olmak bizim vatandaşı da ters köşeye yatıran röportajı “neo-con”ların yayın organı olan WSJ’a veriyor!
Ne demişti orada POLİTİKACI FETULAH GÜLEN?
“- Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak… “
Evet, artık ona –herdaim- “otorite-sever Gülen”e, “hocaefendi” yani “dini bir  lakapla”la hitapdan vazgeçmek ve bir politikacı olarak hitap etmek gerekiyor; “yeryüzünde sulh adacıkları tesisi”nden bahseden –herdaim- “otorite-sever Gülen”i laik veya seküler bir “ayrım”a tabi tutmuyoruz, sadece artık “hocaefendi” lakabının ona “dar” geldiğini, her “viraj”da bir fırsatını bulup “politik mesaj” verdiğini herkes gördüğü için “politikacı” olarak nitelendirmek gbertektiğinden bahsediyoruz.
Varsın o, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” desin, hatta eğer “tıbbi bir rahatsızlık” sebebiyle söylememişse “tecdid-i iman”ı (tecdid-i nikah diyemiyoruz Gülen için malum)  gerekli kılan “Cebrail gelse parti kursa yine de ona oy vermezdim.” sözünü de söylesin, “insan hakları ve demokratik alandaki kazanımlarımızı kaybettirecek düşünce ve hareketlere prim vermemek”ten (2) bahsettiği an –muhal farz- Hazret-i Cebrail’e uymayacağını baştan deklare ettiğine göre, demekki “Buffomet” e bile göz kırpan bir “politik mesaj” vererek bal gibi politika yapmıştır, o halde buna rağmen hala “siyaset üstü” olarak bir “kanaat önderi… hocaefendi” olarak görülmesi hakikatin ırzına geçmekle eşdeğerdir.
Vatandaşa gelirsek…
Haziran’ın 1’inde öyle yazıp, –herdaim- “otorite-sever Gülen”in Haziran’ın 4’ünde yayınlanan röportajından sonra –hak vermek lazım bir iki günlük “şok oldum abi!” sürecinden sonra kendine gelerek, “ben ne halt yedim!” dercesine yazdığı- Haziran’ın 7’sindeki karalamasında da şunları söylüyor.
“-Ancak hiç bir ilişkisinin olmamasına rağmen Amerika’da İHH’nın Gülen cemaatinin bir uzantısı olarak algılanması en başta doğruluk ilkesiyle çelişir ve Hocaefendinin bu konuya açıklık getirmesi kadar doğal bir şey olamaz. Söz konusu röpörtajın metnine bakıldığında HOCAEFENDİ, İHH’YI TANIMADIĞINI adını yeni duyduğunu vurgulamaktadır. Hocaefendi burada İHH’yı rencide etmeyi düşünmüyor. Metnin ingilizcesine bakıldığında Hocaefendi aslında Kimse Yok mu derneğini kastederek onlara bu işleri nasıl yapmaları gerektiğine yönelik tavsiyelerinin ne olduğunu anlatmaya çalışıyor. Gemide Türk vatandaşlarına yapılanları ‘çok çirkin’ olduğunu vurguyluyor VE  BU TÜR YARDIM FAALİYETLERİNİN NASIL OLMASI GEREKTİĞİNE VE ‘USLUP’ SORUNUNA dikkat çekiyor. Michael Rubin ismini bilirsiniz.  Çok sıkı bir Gülen bir düşmanıdır. WSJ’de yayımlanan röpörtajdan sonra WSJ aleyhine zehir zemberek bir yazı yazdı sitesinde. Gülen bence çok ciddi bir oyunu bozmuştur. Mavi Marmara olayını takip eden çeşitli odaklar bence haftalar öncesinden bunu hem Türkiye’nin aleyhine nasıl çevireceklerinin yolunu aramış olmalılar. Bilndiği gibi İHH içinde bazı AK Parti milletvekilleri bulunuyor. AK Parti İHH ilişkisi sorgulanmaya başlanacak ve AK Parti’nin uluslararası meşruiyeti sorgulanmak istenecek, Türkiye’nin radikalizme sürüklenmek istendiğine ilişkin algı pekiştirilmek istenecektir. AK Parti kurmayları artık bu oyunu görmelidir. Geçmişte Türkiye’de  bir radikal islamcı tehlike olduğuna yönelik ne türlü olaylar tertiplendiği biliniyor. Alın Danıştay saldırısına bakın...” (3)
“Eskatoloji” ve “Apokalipsi” ile müşterisi bol alanlarda dolaşan ve Gazze filosu ile “bir müşteri daha kazanma” telaşı içinde olduğu –kesinlikle öyle- belli vatandaşımıza göre, -“ilk yazdığım bütün herşeyi unutun!”, dercesine- Gülen, “bu tür yardım faaliyetlerinin nasıl olması gerektiğine ve‘uslup’ sorununa dikkat çekiyor”muş! Noktayı Hakan Albayrak’ın “büyük bir devrim” sözüyle bitirdiği yazısında “kayan” eksenini veya “balans”ını “toparlama” çabasını takdir etmemek ne mümkün!!!
Hele, –herdaim- “otorite-sever Gülen”in “İsrail, otoritedir, bizim dernek de götürecekdi, sordular bana, “otorite”ye-İsraile verin, onlar kafasına göre dağıtsın!” dedim - mealli- cümlesi ise “uslüp sorunu”ymuş sadece!!!  Demekki bu “Kod Aydoğan” vatandaşa göre “İsrail için sonun başlangıcı!” olan hadise, Gülen’e göre DEĞİLMİŞ!!!
Hadi memleketteki “cemiyet üyeleri”nin Gülen tarafından ters köşeye yatırılması neyse de, zaten onun gibi “Yu Es Ey”de bulunan  bu vatandaşın “terso” olması, “cemiyet”in nasıl bir “kafa karışıklığı”na düştüğünün, hatta “Eskatoljik” olmasa bile tıbbın  “Nisaiye” şubesine müracaat edecek bir “hal ve tavır” içine sokulmaya çalışıldığının inkar-i gayr-i kabil bir hücceti olsa gerektir!
Öyle ya, tamam “yenilebilir bir lokmadır” midesi olanlar (-aklı fikri tevil’de olanlar)  için, ilk körfez harbi esnasında Bağdat acımasızsa bombalanır, ıraklılar “sinek gibi” vurulur, katledilirken, arada bir Telaviv’e düşen “Sıkad füzeleri” için – hem de Allah Resulünü şahit göstererek- “Tel aviv'e füzeler atıldıkça gözümün önünde çocuklar tülleniyor."  diyebilirsin onca “hümanistliğinle” (aynı hümanistliği Bağdat’taki “bebeler” için de söylemek kaydıyla), bir nevi “saldıran taraf” olduğu için Irak (savunma da bir saldırıdır ama nüans kimin umurundaki!), iyi de, MİLLETLERARASI SULARDA SEYREDEN BİR GEMİYE KARŞI –DEVLET YAPTIĞI İÇİN- KORSANLIKTAN DA BETER BİR KATLİAM SALDIRISINDAN sonra “cemiyet üyeleri”nin “yıllardır bekledikleri an” olan “doya doya İsraili telin” fırsatını da onlara vermeyecek, içindekileri boşaltma, meydanlarda ERKEKÇE YÜRÜMELERİNİ bile çok göreceksen bu “hadımlaştırma”  faaliyeti, “üyelerinin” Nisaiye koridorlarında dolaşmalarını istemek değil midir?!
Allah “çift” yaratmış “herşeyi”; kulun icad ettiği aletler bile, elektrik fişleri bile “erkek-dişi”yken, yani biri aktif bir pasifken, “erkek” devamlı “girişken”ken, -amiyane tabirle- “İsrail suçüstü basılmışken” hala “girişken” olmayın, “girilen” olarak “ASIL GİRİŞKENE-OTORİTEYE/İSRAİLE İTAAT EDİN!” demek eşyanın tabiatına aykırı ve sözden tüten anlamca da -erkek ve kadın’lık “ruhi bir hamle” olduğuna göre- “RUHEN NİSALAŞIN!” demek değil midir?
Zaman’dan “fetvacı başı” olan Ahmet Selim’in, “durum” üzerine “bir büyükden anlayamadığım, kabul edemediğim bir cümle varid olursa, “şimdi idrak edemediğim bir hakikati barındırıyordur” derim, karşı çıkmam” demesi bile (o söz “tasavvufi-batıni kelamlar sarfeden batın kahramanları için söylenmiştir, politik olaylar üzerine yapılan politik analizler de kullanılamaz desek kimin umurunda) “NİSAİYE’YE GİTMEME DİRENCİ”dir, (fakat “kafasına da yatmaya” başlamıştır elbette “kestirmek”) ama “Aydoğan Kod” vatandaşın dedikleri fiziki demesek de ruhi suretindeki –olması gereken-  “çıkıntılığı” anında “girinti” haline dönüştürmek değil de nedir?
Hep birlikte okuyalım:
“-Hatırlanacağı gibi AK Parti’ye açılan kapatma davası sonrasında ABD ve AB’den sert tepkiler gelmişti. Ancak mevcut konjönktürde, benzeri bir dava açılması durumunda AK Parti maalesef benzeri bir dış destek bulamayacaktır. AK Parti Hükümeti meşru ama geçmişte bir dizi hataları olmuş olan HAMAS’la aynı eksende gözükerek yanlış bir fotoğraf vermiştir.
Dursun Çiçek imzalı ‘AK Parti’yi ve Gülen’i bitirme planı’  hatırlanırsa, söz konusu planın Gülen cemaati ve AK Partinin HAMAS ve Hizbullah gibi örgütlerle işbirliği içinde gösterilmek istendiği görülecektir. Mavi Marmara olayı zoraki yöntemlerle AK Parti’yi bu çizgide göstermek isteyen planın başarıyla hayata geçirmesini sağlamıştır.
Başbakan Erdoğan’ın şu anda Batı dünyasındaki imajı modern Türkiye’nin ve muhafazakar ve demokrat Başbakanı’ndan çok heyecanlı bir MGV Başkanı imajına benzemektedir.
Başbakan ve kurmayları, süratle Mavi Marmara olayını dikkatli bir şekilde masaya yatırmalıdır.
Örneğin, 9 Türk’ün ölümünün sorumluluğu sadece barbar İsrail askerlerine bırakılmamalı. Vatandaşlarımızın can güvenliğini tehlikeye atanların sorumluluğu üzerinde de durabilmelidir. Örneğin, 19 yaşındaki Furkan’ın neden en üst iskeleye çıkması engellenememiştir? Furkan Amerikan vatandaşıydı. Türk vatandaşlığı yoktu. Acaba Furkan’ın ABD Vatandaşlığı biliniyor muydu ve özellikle de İsrail ve ABD’nin karşı karşıya gelmesi için mi Furkan’ın İsrail askerlerinin havadan çıkarma yaptığı üst iskeleye çıkması engellenmedi?
Gemi içindeki 400’ü aşkın yolcudan Devletin ilgili birimlerine sürekli bilgi akışı sağlayan yolcuların olduğu söyleniyor. Gemide bulunan bir karate hocası tarafından alt katta karate dersi verildiği, demir çubukların hazırlandığı, sürekli şehitlik üzerine söylemlerde bulunulduğu ve hazırlıkların sorunsuz gidebilme üzerine değil, İsrail’le çarpışma üzerine yapıldığı Türkiye’ye rapor edildiği doğru mudur?
Bu bilgileri değerlendiren Dışişleri Bakanlığı ve MİT’in, İHH yönetimine gemilerin geri döndürülmesi yönünde baskıya başladığı ancak sonuç alınamadığı ve İsrail savaş gemilerinin yakın menzile girdiği gün ise  özellikle MİT’in, gemilerdeki yöneticilerle temasa geçerek rotanın çevrilmesi için yoğun baskı uyguladığı ancak sonuç alamadığı doğru mudur? İsrail askerlerinin gemiye tırmanma çabalarında demir çubuk darbeleri nedeniyle başarısız olduğu biliniyor. Havadan inen ilk komandoların gemidekiler tarafından denize atıldığı ve bazılarının da demir çubuklarla dövüldüğü ve bazı İsrailli askerlerin silahlarıyla birlikte gemi yolcularının kontrolüne geçtiği hesaba katılırsa, asla yenilmeme imajına her şeyden çok değer veren İsrail ordusuna, Türk vatandaşlarını öldürme konusunda fırsat verildiği ortaya çıkmıyor mu?
Gerçek şu ki, ABD Dışişleri Bakanlığı ölen vatandaşları için en ufak bir girişimde bulunmamıştır. Dahası, ABD Başkan yardımcısı Joe Biden, katıldığı bir TV programında, konuyla ilgili ‘what is the big deal’, ‘ne olmuş yani’ ifadesini’ kullandı.
Türk basının ve Türk makamlarının bilmediği en önemli ayrıntı ise, ABD Başkanı Obama’nın sağ kolu olan R. Emmanuel’in Mavi Marmara olayının yaşandığı sırada  İsrail’de bulunuyor olmasıdır. Emmanuel’in babası İsrail’in kurulmasınde epey etkisi olan terrorist örgüt İrgun’un kurucuları arasındadır. Bilmem bu ayrıntı sizin için bir şey ifade ediyor mu?”(4)
Görüldüğü üzere, “Cenâb-ı Hakk'ın bizi büyük bir devrimde enstrüman olarak kullandığını iliklerime kadar hissediyorum” durumundan, -herdaim- “otorite-sever Gülen”in “balans ayarı” veya “nisaiyeleştirme müdahalesi” akabinde “Başbakan Erdoğan’ın şu anda Batı dünyasındaki imajı modern Türkiye’nin ve muhafazakar ve demokrat Başbakanı’ndan çok heyecanlı bir MGV Başkanı imajına benzemektedir” durumuna gelmek, hakkını vermek lazım “ruhi bir çaba” gerektirir, onu da üç günlük bir “ızdırap” olarak görüyoruz, çünkü bu vatandaşımız Gülen’in “terso’cu” politik analizinden üç gün sonra yazdığı yazıyla “NİSAİYE ŞUBESİNE MÜRACAAT” ettiğini “açık ve seçik” olarak ortaya koymuştur!
Mesela, “her daim delikanlı yazarı, gönül dostu” olan Hakan Albayrak’ı, “milletlerarası sularda gemilerine çıkıp korsanlık yapmaya” kalkanlara karşı kahramanca, olması gereken bir şekilde –ruhen- “erkekçe” bir şekilde direnerek “HUKUK DİRENİŞÇİSİ” olarak ilan etmek yerine, “hazırlıkların sorunsuz gidebilme üzerine değil, İsrail’le çarpışma üzerine” kurma ile itham etmek de “nisa’laşma”nın (veya halk dilinde “k” harfiyle başlayan üçüncü harfi “n”, son harfi “k” olan altı harfli kelime ile de karşılanabilir bu “durum”) alameti hem de “durum”u fena halde“içselleştirip” herdaim –ruhen- “nisa” olduğunu gösterme çabasının verdiği bir “cazgırlık” değil midir?
Şimdi bu bir haftalık süre içerisindeki “yazı-sal kıvırmalar”ından sonra kendisinin Deniz lisesinden “atılma” sebebi hakkında web’de bulunan “iddialara” da “acaba?” diye bakmak gerekmez mi?
“ABD Başkan yardımcısı Joe Biden, katıldığı bir TV programında, konuyla ilgili ‘what is the big deal’, ‘ne olmuş yani’ ifadesi” gibi şeyler DEMEDİĞİ için hem hükümetin başını –görüldüğü üzere, hakaret ve aşağılama olarak kullanıyor “komploların efendisi vatandaş”- “MGV Başkanı” olarak tıpkı Ulusalcıların “tezleri” gibi niterken, Ulusalcıların –ne kadar gariptir ki!- hem “böyle demediği” hem de “böyle dediği” için Erdoğan’ı “eksen kaydırmak”la ithamına “malzeme” de oluyor!
Bunlar, “apokaliptik şeylerden” olsa gerek, diyelim onun kavramlarıyla; okuyanların dediğine göre, “iman bir serçe kuşu gibi olacaktır avucunuzda” buyurmuş Alemlerin Fahri “eskatolojik” bilgilerde, “parmaklarınızı sıkarsanız ölecek, gevşetirseniz de kaçacak!..”
-Herdaim- otorite/sever Gülen” ve “yesman”lerı “serçe sorunu”nu çözmüşler görüldüğü gibi; “nisa, erkeğine tabii”dir ya, “OTORİTEYE İTAAT”demişler, kısa yoldan çözüm bulmuşlar:
“KESTİRİP” ATMIŞLAR!
Muhsin Er Tuğrul - 23.6.2010
Not:
Başlığın altındaki Napolyon’a ait "Women are nothing but machines for producing children." cümlesi “kadınlar, çocuk doğuran bir kuluçka makinesinden başka birşey değillerdir” anlamındadır. Önüne gelene “itaat eden” “otorite-sever Gülen”in “nikah” gibi “fiziken erkeklik nişanını gösterme” kurumunu –kendince yaptığı evlenmemesine dair açıklamayı kabul etmekle beraber- gerçekleştirmemesi, aksine hep “itaat et!” vurgusunu yayması, “ruhi” olarak “edilgen”lik anlamına gelir ve biz buna “nisa’laşma” dedik; işte bu noktada da “cemiyet üyeleri”nin“aydoğan kod” vatandaş örneğinde olduğu gibi “şaşkın ördek” olarak dolanmaktansa “yes-man/evet efendim’ci”lere “dönüştürülmesi”-“dönüşmesi”ne, “kadın”ın Batı kültüründe nasıl görüldüğünü anlatmak ve “ruhi çaba” olmaksızın ne “erkek” ne “kadın” olunabileceğini, sadece “kuluçka makinesi” ve “aygır” olunabileceğini göstermek istedik. “Horoz”un nasıl olduğu ise, şöyle: “ABD’de resmi temaslarda bulunan İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, BM Gnl. Skrt. Ban Kimoon’dan, Mavi Marmara olayını soruşturmamasını istedi. Ban’la yaptığı görüşmeden sonra soruları cevaplandıran Barak, Gazze’de hiçbir zaman insani kriz olmadığını, 1,5 milyonluk Gazze’de sadece İsrailli asker Gilad Şalit’in insan haklarından mahrum olduğunu iddia etti.” (23 Haziran tarihli Zaman) O zaman bu “arsız horoz” tavrından sonra “nisa’laşan”lara derizki, “işiniz zor, bu horoz sizi hiç boş bırakmaz!!!” Bizden söylemesi!
2 notes · View notes
sorhan13 · 7 years
Text
UTANMAZ BENCİL FIRILDAK! Muhsin Er Tuğrul [Arşiv]
[Bu makale 14.5.2011 tarihinde Furkan Haber sitesinde yayınlandı]
Tumblr media
UTANMAZ BENCİL FIRILDAK!
 Muhsin Er Tuğrul
 "Terörist" diye bilinenlerin avukatları ile Yalova'da masa kurup oturup, "Çanakkaledeki şehitler anıtını ziyaret etme fikri toplumsal barışa hizmet eder" diyen Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce, oturmuş Usame bin Ladin'in Allah'a vasıl olması üzerine bir yazı yazmış.
 Dillerinden, sevgi, hoşgörü, kardeşlik, edep kelimeleri düşmeyenlerden biri olan Hüseyin efendi, sık sık hatırlattıkları "ölünün ardından dinimizce konuşulmaz" sözüne rağmen açmış ağzını yummuş gözünü!
 Aşağıda linkini vereceğiz, okursunuz, okursunuz ve utanmazlığı görürsünüz. Ziya paşanın;
  "en ummadığın keşfeder esrar-ı derunun
sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın."
 mısraına denk bir yazı.
 Şuna bakın:
 "- Üsame bin Ladin, karanlık bir adamdı."
 Buyrun!
 Bunu diyen kim, çok mu aydınlık biri!
 Bir iddiaya göre, 12 Eylül öncesinden beri Veli Küçük'le irtibatlı biri; Zaman, Aksiyon ve Samanyolutv'de, Susurluk tartışmaları yapılırken isminin çokca geçmeye başlaması üzerine "selam gönderip" tartışılmak istemediğini ileten Veli Küçük'le dost biri.
 Oku bakalım Gülerce efendi:
 "- Dünyanın dört bir yanında bütün vahşet tablolarının ardında maalesef iştihak vardır. Misyoner teşkilatı vardır. Vatikan vardır. Çiyan yuvası, kobraların yuvası, Saraybosna’da akan kanın ardında Vatikan vardır. Keşmir’de akan kanın ardında Vatikan vardır. Amerika’da onların lobileri vardır. Almanya’da lobileri vardır. Başka bir yerde bir hıristiyan teşkilatı hafif gadre uğrasa,yer yerinden oynar, kızıl kıyamet kopar... yani bunlar için kızıl kıyamet koparıyorlar. Mektuplar yazıyorlar. Keşke orada olmasa, yani onlarda bizim kardeşlerimiz ayrı mesele, fakat dünyanın değişik yerlerinde, Keşmir’den Filistin’e kadar oradan Somali’ye kadar, hatta fırsatını arıyorlar, bir yerde Sudan’ı işgal etmek için, Filipinler’e kadar, dünyanın değişik yerlerinde kan seylatları gövde götürüyor fakat seslerini çıkarmıyorlar."
 Ne kadar doğru sözler değil mi, herkesin katılabileceği sözler, bir müslümanın asgari ortaya koyabileceği tavrı aksettiren sözler...
 Tanımışsındır bu sözleri, Fetulah Gülen'in sözleri...
 Bir de şunları oku bakalım:
 "- Pek muhterem Papa cenapları,
 Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekan kılma yolundaki kutsal misyonumuzu tam manasıyla bilen halkından size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizde bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşettiğiniz için zatialilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız.
 Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarasi Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazi yardımlarımızı sunmak için size geldik.
 (...)
 Kendi memleketimizde şimdiye kadar çeşitli Hristiyan mezheplerinin liderleriyle diyalog içinde olduk. Bu naciz gayretlerin boşa çıkmadığını acizane ifade etmek isteriz. Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir."
 Tanıdın değil mi?
 "Rabbin aciz kulu" imzası ile "Pek muhterem Papa cenapları"na Fetulah Gülen tarafından gönderilmiş meşhur mektup!
 Sorarım şimdi sana, burada böyle orada öyle konuşan, "İslamın yanlış anlaşılmasında en çok müslümanlar suçludur" diye bir aşağılamayı da sade kendine değil TÜM MÜSLÜMANLARA yıkan birisi "aydın’lık" birisi midir?
 Evinizde hiç AYNA yok mu sizin Hüseyin efendi?
 Yok galiba ki, şu BENCİL, dünyayı kendi etrafınızda dönen zanneden ifadeleri yazmaktan da hiç utanmıyorsun:
 "- Tam tersine İslam'ın terörle birlikte anılması, sadece Allah rızası için dünyanın dört bir tarafında fedakârca çalışan müminlerin hizmetlerini zorlaştırıyor. Onlar daha en başta tanıştıkları insanlara, önce Müslüman'ın terörist olamayacağını, İslam'ın yerleştiği bir kalpte, asla kin ve nefretin barınamayacağını anlatıyorlar. "Bir kalpte Allah sevgisi, Allah'ın hatırı varken, kin, nefret ve gayza yer olamaz" diyerek, onları ikna etmeye uğraşıyorlar.
 (...)
 İslam'ı terörle özdeşleştirmek isteyenler; "sevgi, hoşgörü, herkesin konumuna saygı ve evrensel insani değerlerde buluşma" çağrısı yapan Müslümanların alternatif olmasını da istemezler..."
 Bu ne kibir böyle Hüseyin efendi, bu ne gurur, bu ne enaniyet!
 Sen kimsin yahu?!
 Kimsin sen?!
 Her iktidara gelenle al takke ver külah olan biri değil misin?
 Her hükümetle "iyi geçinen" biri değil misin?
 Kimsin sen?
 İkide bir yaptığın "benlik" kokan hareketlerden ötürü, -zerresine katılmasam da- zılgıtı yiyip, AĞLAK AĞLAK ÖZÜR DİLEYEN, kendi fikrini dahi savunmaktan aciz biri değil misin?
 Mavi Marmara'ya sahip çıktın, "Rabbin aciz kulu" bastı fırçayı!
 Apo'nun elemanlarıyla oturup akıl fikir verdin, "Rabbin aciz kulu" bastı kalayı!
 Gıkın çıkmadı!
 Sen NUR'CU da değilsin!
 Bu benim düşüncem, sizinki öyle olabilir ama katılamıyorum bile diyemedin!
 Ağlak ağlak oturdun!
 Senin karakterin buyken, "İslam'ın terörle birlikte anılması"ndan bahsedenlere, "o halde çekin askerlerinizi, ajanlarınızı İslam ülkelerinden, paralı askerlerinize darbeler yaptrıtmayın, menfaatçi siyasileri alın yanınıza, o zaman terör dediğiniz şey olursa ne derseniz haklısınız!" diyemiyorsun, "ağlak ağlak" ezilip büzülüyorsun, suçu hemen, hem de haksızlığa uğramış, tecavüz edilmiş, yaralanmış, hapsedilmiş, öldürülmüş bir, sadece bir müslümanın yanında zerre kadar değeri olmayan "sadece Allah rızası için dünyanın dört bir tarafında fedakârca çalışan müminlerin hizmetleri"nden bahsediyorsun!
 Kendi uyanmazlığına, o "hizmetler"de çalışan ve belki tecavüzler, öldürmeler karşısında hasbi, yanık bir "ahh!" çeken müslümanları da ortak etme enaniyetini gösteriyorsun!
 Yahu “hizmet eden”, “çöllerde, buzullarda kalan” onlar, sen ne yapiyorsun ki?
Koltuğa koyduğun yerinle göbek büyütmekden başka ne “hizmeti” yaptın yahu sen?
 Suratına bakan tek bir gün “sıkıntı, ıstırap, acı” çekmediğini anlar, sen ne yaptin ki, o “hizmetliler”in üzerinden laf atıyorsun?
 Bu ne ukalalık!
 Bu ne enaniyet!
 Lafa bakın:
 "- Samimi hiçbir Müslüman, terörü, terörizmi kabullenemiyor."
 Kendi adına konuş; "samimi müslüman" deyip de, şu ödül vererek yaranmak için peşinde koşup durduğunuz, ziyaretinizi kabul ettiğinde de sizleri baştan ayağa "sıvayan" general eskisi Çevik Bir'in "mütedeyyin müslüman" lafını çağrıştırma!
 Müslüman, müslümandır!
 "Radikal... ılımlı müslüman" laflarına "olmaz böyle şey" deyip karşı çıkıyordun, haklıydın, o halde bu ne peki, "samimi müslüman" lafı ne?
 Senin arşivine girsek, bunun gibi, hatta bundan beter ne tezadlar, ne "kendine yontmalar" buluruz da uğraşmıyoruz Hüseyin efendi!
 28 Şubatlardan bahsedip de Çevik Bir'den bahsetmeyişiniz, ona ödül vermek için yalvar yakar olmanız zaten yeter!
 Daha neyin/izle uğraşalım!
 Uğraşmamamız için de dua et!
 "- Üsame bin Ladin, karanlık bir adamdı. Afganistan'da Ruslara karşı savaşırken CIA ile irtibatlıydı."
 Sen ne dediğinin farkında mısın Hüseyin efendi?
 "Rabbin aciz kulu" kaç sene vizesiz yaşadı ABD'de; "oturma izni" için CIA, FBI, Yahudi dernekleri ayağa kalkmadı mı, CIA ajanlarının piri Graham Fuller ile CIA baskanı mektub yazmadı mı?
 Aynaya bak Hüseyin efendi, aynaya!
 El-Kaide adına, onların yapmadıkları eylemler olabilir, mümkündür, büyük ve ismi kendinden de büyük bir örgüt, yalanlama yapmamış, "provokasyonlar bile işimize yarar" deyip üzerine gitmemiş olabilirler, tıpkı SİZİN, her “çıkan” cd-ses kaydı- belgeyi "F Tipi"nden bilmelerine, neredeyse yarısının sizin dışınızda birileri tarafından yayınlanmış olma ihtimali olmasına rağmen "ses çıkarmamanız" gibi ( şimdi ama ortaya çıkıp "hatalı olanlar olabilir" demesi Rabbin aciz kulu’nun, işin şakadan kakaya doğru döndüğünü de görmesidir); "örgüt üyesi" misin ki El-Kaide'nin bütün yaptıklarını "içyüzleriyle" anlatma ukalalığını gösteriyorsun?
 İslam ülkelerinde, para imparatorluğu kurmuş, devletle arayı iyi tutmaya çalışan "samimi müslüman" diye senin andığın tipler dışındaki MÜSLÜMANLAR, yani İSLAM MİLLETİ, Bin Ladin için dua eder, gıyabi cenaze namazı kılarken, senin bu dediklerinin aynısını kendi devletlerinde diyen "para imparatoru samimi müslümanlara" da -sen anlarsın!- "dua!" ediyorlar elbette!
 Aynaya bak Hüseyin efendi, aynaya!
 Fırıldak gibi dönüp duran birisinin söyledikleri nerde, Osmanlı'nın eksikliğini içinde duyan, bu eksikliği gidermek için de uğraşan, dünyada nerede EZİLEN MÜSLÜMAN VARSA YARDIM İÇİN ÇIRPINAN, davası uğrunda da ölen Bin Ladin nerede!
 Sizin değil dünya üzerindeki ezilen müslümanlara yardımınız zararınız varken, (Çeçenistan'da mesela, hain Kadirov'u "kutsayan" siz değil misiniz, lafını yaptığınız "dış türkler.. türkmenler"i, "ezen" Barzani'ye sahip çıkan siz değil misiniz, bunlar ortada, en bilinenleri) zerre kadar faydanız yokken dünya üzerinde, burada, memleketimizde çok mu faydanız var?!
 Bir tek örnek ver Hüseyin efendi, bir tek örnek, biz şu filanca müslümanın derdini-sorunun çözdük?!
 Verebiliyor musun?
 İstersen hafızanı yokla, elle, pandikle, mıncıkla ne yaparsan yap, BULAMAZSIN HUSEYİN EFENDİ, BULAMAZSIN!
 Sizin kendinizden başkasına faydanız yok ve hatta laf aramızda kalsın kendinize bile faydanız yok!
 Bunu da çok yakında görürsün!
 Muhsin Er Tuğrul - 14.5.2011
Kaynaklar:
 1) Hüseyin Efendi. “Satranç tahtasında Ladin hamlesi”. 4 Mayıs 2011. Zaman. http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1129710
 2) F. Gülen “markası”ndan piyasaya çıkacak ürünler: Prezervatif!
http://www.mesajhaber.com/haber.php?haber_id=3009
 3) Ergenekon-ETÖ ile Fetulah Gülen ve “gönül bağlıları”nın ilişkisine dair:
http://aleyhtar.org/2011/04/ergenekonda-derin-baglanti-fethullah-gulen/
 4) Papa ile “dialog” çalışmalarını herkes destekliyormuş:
http://ismailaga.files.wordpress.com/2011/04/fethullah_gulen_fethullah_gc3bclen_diyalog_dinler_arasc4b1_diyalogfethullah_hoca_fthg_fg_fethullah_gc3bclen_siesi_sohbet_kirik_testi_fethullah_gc3bclen-1.jpg
http://ismailaga.wordpress.com/2011/04/30/fethullah-gulen-diyalog-fethullag-gulen-fgulen-fethullah-hocaefendi/
 5) Uğur Dündar “gerçek aydın”mış!
http://3.bp.blogspot.com/_JMVLPtw7BME/SibU0-dDZPI/AAAAAAAAWPw/Bqx7_z0okkE/s400/42342849.jpg
 6) CIA ajanından “oturma izni” için mektub: http://www.odatv.com/images/2011_02/2011_02_08/gulen-icin-benden-mektup-istediler-yazdim--0802111200_m.jpg
  7) Gülen’den fırçayı yedikten sonraki ağlak hali Hüseyin efendinin: http://www.turksolu.org/305/foto/gulerce-hata-ettim.jpg
 8) Dinlerarasi dialogçu Hatemi’den: Gülen’in okulları ABD’nin menfaati için kuruldu! http://gizlibelge.wordpress.com/2010/09/29/gulen-okullari-abd%E2%80%99nin-menfaati-icin-kuruldu/#more-4649
 9) Başörtüsü eylemlerini hçbir zaman desteklemedik. SP’ye oy vermeyiz, Gülen, Erbakan’ı sevmez vs. ıvır zıvırlıklar:
 http://anadoluhaber.blogspot.com/2009/06/fgulen-erbakan-sevmez.html
 “-Hüseyin efendi: Biz yemedik. Hoca Efendi başörtülü gösterileri hiçbir zaman desteklemedi. Ben, 28 Şubat sürecinde Zaman gazetesinde genel müdürdüm. Yayına da ben bakıyordum, müdahale edebiliyordum. Başörtüsüyle direniş, gösteri yapan insanların Zaman gazetesinde o dönem haberleri büyütülerek verildi mi? Hayır. Bunu bilerek böyle yaptım. Bu sorumluluğu da üzerime alıyorum.
 Neden?
 Hüseyin efendi: Çünkü Türkiye"de birileri başörtüsü üzerinden çatışma ortamı meydana getirip bunun arkasından da dindarlara ağır bir fatura ortaya çıkarmak istiyorsa ben orada “Kan kusarım ama kızılcık şerbeti içtim” derim. Sorumluluk gereği bu hassasiyetleri göstermeye kendimi mecbur hissederim. Çünkü ben başörtüsü konusu dahil tüm kutuplaşmaların mutabakatla, toplumsal uzlaşmayla çözülmesinden yanayım. Bu konunun insanlara zorla kabul ettirilmeyeceğini bilenlerden biriyim. “Bizi niye yediniz?” sorusunun muhatabı ben değilim.
 Peki kim bu sorunun muhatabı?
 Hüseyin efendi: Ben hiç kimseye “Başörtülüler çıkın, gösteri yapın, hakkınızı söke söke alın” demedim. Ben bunun toplumsal mutabakatla çözümlenmesi gerektiğini söyledim. Hoca Efendi de “İlim mi, başörtüsü mü?” diye sorulduğunda, başörtüsü bir zaruret olarak dindar bayanların önüne konduğunda "İlmi tercih edin” demiş bir insan olarak nasıl olur da başörtüleri öne itmiş oluyor?”
 10) Darbe-severler: http://a1.sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-snc6/199337_10150145324049435_153273574434_6213228_348756_n.jpg
1 note · View note
sorhan13 · 7 years
Text
KESTİRİP ATMIŞLAR Muhsin Er Tuğrul [arşiv]
[bu makale 23.6.2010 tarihinde Furkan Haber sitesinde yayinlanmıştır.]
Napolyon: "Women are nothing but machines for producing children.”
Bir başkası bahsetmeseydi haberim olmayacaktı kod ismi “Aydoğan” olan  Aydemir Vatandaş’ın “Yu Es Ey-USA” yani ABD’de kimbilir ne ille meşgul olarak geçirdiği şu günlerde kaleme aldığı, hükümeti ve IHH’yı itham ettiği yazısından…
Kim bu vatandaş?
Fetulahın “younger”larından birisi; parlak bir arkadaş, 28 Şubat’ın ardından yazdığı “komplo teorileri” ile dolu kitaplar sahibi biri; bunlardan dikkatimizi çekeni “HAARP” isimli olanıydı ve bu kitap, 17 Ağustos 1999 Depremi’nin  28 Şubatçılara indirdiği BALYOZU kırıcı, aslında o depremin ADB-İsrail tarafından Kaliforniyada bulunan faydaki “gerilimi” “sismik bomba” ile azaltma “deneyi” olduğunu fakat “kontrol dışına” çıkarak böyle bir netice verdiğini, yani “28 Şubatçılara Allah’ın tokadı OLMADIĞINI” anlatıp durmuştu, hiçbirisi tamamlanmamış, hepsi “deney” aşamasında olan hadiseleri anlatan “internet bilgileri” ile. Bu ve Nuh Gönültaş, Gülen’in “türk basınına hediye” ettiklerindendir, “kıymetlerini” de bundan anlayınız artık.
Bu vatandaş Gazze filosuna karşı İsrailin milletlerarası sularda giriştiği katliam saldırısını değerlendirmiş bahsekonu olacak yazısında; bunun üzerine ilk gün yazdığı bir yazı da var, ardından bir yazı daha var ve bunların hepsi, birisinin “eksenini doğrultma” çabası olarak görülmeli topyekün, bunu da göstereceğiz.
Bakın ilk günkü yazısında ne demiş:
“-İsrail’in bu davranışı öyle sanıldığı kolay unutulacak cinsten değil bu kez.
Sabah’ın erken saatlerinden itibaren çalan telefonlarım Amerikalı gazeteci dostlarımın üzüntü telefonlarıydı.
New York Times’ın İsrail büro şefi Ethan Bronner bile- ki oğlu İsrail ordusunda askerdir-, dünkü yazısında, İsrail’in bu saldırısının ABD yönetimiyle bir süredir bazı problemler yaşayan İsrail’i uluslararası arenada çok zor durumda bıracağını yazdı.
İsrail silahsız insanlara karşı giriştiği bu saldırının bedelini çok ağır ödeyecek.
Dünya, İsrail askerlerinin kustuğu bu öfkenin ardından İsrail’i büyük olasılıkla daha da yalnızlaştıracak.
İsrail’in bu aşırı davranışının elbette en önemli nedeni Türkiye’nin son zamanlarda İsrail aleyhine yürüttüğü uluslararası siyasete karşı duyduğu büyük öfke var.
İSRAİL BU DAVRANIŞIYLA TÜRKİYE’YE ‘HODRİ MEYDAN’ DEMİŞTİR.
Türk Hükümeti, acaba İsrail askerlerinin bu tür bir saldırısını ön görebildi mi? Gemide bulunan vatandaşlarını bu yönde uyarabildi mi?
Bundan böyle Türk Hükümeti de çok büyük bir sınav verecek.
Türkiye Türk insanının kanının yerde kalıp kalmayacağını da kendi insanına kanıtlamak zorunda kalacak.
O KAN YERDE KALMAMALI.
Umarız Obama yönetimi de sadece sözde değil özde de tepki verecek noktaya gelebilir. Aksi takdirde Obama yönetiminin İsrail lobisi tatrafından teslim alındığına yönelik eleştiriler zamanla haklılık kazanacaktır.
Yeni Safak Gazetesinin, her daim delikanlı yazarı, gönül dostu Hakan Albayrak (umarım sağlığı yerindedir) bakın en son yazısını nasıl bitirmiş.
‘’Yarın ve sonraki günlerde başımıza nelerin geleceğini bilmiyorum. Ama yeni bir dünyanın şekillenmekte olduğunu ve "Gazze'ye Özgürlük Filosu"nun bu sürece önemli bir katkı teşkil ettiğini, CENÂB-I HAKK'IN BİZİ BÜYÜK BİR DEVRİMDE ENSTRÜMAN OLARAK KULLANDIĞINI İLİKLERİME KADAR HİSSEDİYORUM. Filistin'in meşru başbakanı İsmail Heniye'nin dediği gibi: "Gemiler Gazze limanına ulaşsa da ulaşmasa da kazandık." (A. Vatandaş.  “İsrail için sonun başlangıcı!” 01 Haziran 2010 19:21.)“(1)
Biz cahiller için “Eskataloji” ile alakalı “derin bilgilerini” ortaya koyduğu ve “İslam eskataloji”sinden örnek olsun diye İsra suresinin 3’den 7’ye ayet-i kerimelerinin “meallerini” vererek (-mealen-“…Sonunda vaad geldiği zaman, (yine öyle kullar göndeririz ki) yüzlerinizi 'kötü duruma soksunlar', birincisinde ona girdikleri gibi mescide (Kudüs) girsinler ve ele geçirdiklerini 'darmadağın edip mahvetsinler.'”) Hakan Albayrak’ın yukarıdaki sözleriyle de noktalamış yazısını.
“Kıyamet… mesih.. mehdi…” vs. konularının müşterisi bol olduğu için “piyasada” ve elbette bu vatandaş da “Dan Brown’ın türk versiyonu”olma şehveti de taşıdığından (“eskataloji” kavramını boşuna kullanmıyor yani, bir de ”apokaliptik” var elbette, biz cahil ve köylülere “entelektüel diskur” sallıyor öğrendiği “hristiyanik ‘ilahiyat’ termilojisi” ile) en basit meseleyi bile “müşterisi bol alana” çekmeyi büyük bir “maharetle” beceriyor, bu elbette  “takdir edilesi” bir “şey” olsa gerek “yazarlık” açısından ama “yarın” o “ayet-i kerimeler”, “bizi niye öyle kendi yazının “dekoru” diye kullandın, karılarla kızlarla “gezmemeye” dair olanlarımızı hiç umursamadan hem de!” diyerek “davacı” olurlarsa “ay.. ay.. ayy!” diye hiç şikayet etmesin!
Mamafih, bu vatandaş ilk günkü yazısıyla İsraili tel’in etmiş, bu geminin “Cenâb-ı Hakk'ın bizi büyük bir devrimde enstrüman olarak kullandığını iliklerime kadar hissediyorum” cümlesine dolaylı olarak katılmış ve başlıkta da hadisenin özünü iitiraf etmiş: “İsrail için sonun başlangıcı!”
Fakat sonradan –herdaim- “otorite-sever Gülen” ortaya çıkıyor (“3 Haziran Çarşamba öğlen yemeği saati”) bir röportaj veriyor, başta Zaman, Stv, KüreTv ve “cemiyet üyeleri” olmak bizim vatandaşı da ters köşeye yatıran röportajı “neo-con”ların yayın organı olan WSJ’a veriyor!
Ne demişti orada POLİTİKACI FETULAH GÜLEN?
“- Organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak… “
Evet, artık ona –herdaim- “otorite-sever Gülen”e, “hocaefendi” yani “dini bir  lakapla”la hitapdan vazgeçmek ve bir politikacı olarak hitap etmek gerekiyor; “yeryüzünde sulh adacıkları tesisi”nden bahseden –herdaim- “otorite-sever Gülen”i laik veya seküler bir “ayrım”a tabi tutmuyoruz, sadece artık “hocaefendi” lakabının ona “dar” geldiğini, her “viraj”da bir fırsatını bulup “politik mesaj” verdiğini herkes gördüğü için “politikacı” olarak nitelendirmek gbertektiğinden bahsediyoruz.
Varsın o, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” desin, hatta eğer “tıbbi bir rahatsızlık” sebebiyle söylememişse “tecdid-i iman”ı (tecdid-i nikah diyemiyoruz Gülen için malum)  gerekli kılan “Cebrail gelse parti kursa yine de ona oy vermezdim.” sözünü de söylesin, “insan hakları ve demokratik alandaki kazanımlarımızı kaybettirecek düşünce ve hareketlere prim vermemek”ten (2) bahsettiği an –muhal farz- Hazret-i Cebrail’e uymayacağını baştan deklare ettiğine göre, demekki “Buffomet” e bile göz kırpan bir “politik mesaj” vererek bal gibi politika yapmıştır, o halde buna rağmen hala “siyaset üstü” olarak bir “kanaat önderi… hocaefendi” olarak görülmesi hakikatin ırzına geçmekle eşdeğerdir.
Vatandaşa gelirsek…
Haziran’ın 1’inde öyle yazıp, –herdaim- “otorite-sever Gülen”in Haziran’ın 4’ünde yayınlanan röportajından sonra –hak vermek lazım bir iki günlük “şok oldum abi!” sürecinden sonra kendine gelerek, “ben ne halt yedim!” dercesine yazdığı- Haziran’ın 7’sindeki karalamasında da şunları söylüyor.
“-Ancak hiç bir ilişkisinin olmamasına rağmen Amerika’da İHH’nın Gülen cemaatinin bir uzantısı olarak algılanması en başta doğruluk ilkesiyle çelişir ve Hocaefendinin bu konuya açıklık getirmesi kadar doğal bir şey olamaz. Söz konusu röpörtajın metnine bakıldığında HOCAEFENDİ, İHH’YI TANIMADIĞINI adını yeni duyduğunu vurgulamaktadır. Hocaefendi burada İHH’yı rencide etmeyi düşünmüyor. Metnin ingilizcesine bakıldığında Hocaefendi aslında Kimse Yok mu derneğini kastederek onlara bu işleri nasıl yapmaları gerektiğine yönelik tavsiyelerinin ne olduğunu anlatmaya çalışıyor. Gemide Türk vatandaşlarına yapılanları ‘çok çirkin’ olduğunu vurguyluyor VE  BU TÜR YARDIM FAALİYETLERİNİN NASIL OLMASI GEREKTİĞİNE VE ‘USLUP’ SORUNUNA dikkat çekiyor. Michael Rubin ismini bilirsiniz.  Çok sıkı bir Gülen bir düşmanıdır. WSJ’de yayımlanan röpörtajdan sonra WSJ aleyhine zehir zemberek bir yazı yazdı sitesinde. Gülen bence çok ciddi bir oyunu bozmuştur. Mavi Marmara olayını takip eden çeşitli odaklar bence haftalar öncesinden bunu hem Türkiye’nin aleyhine nasıl çevireceklerinin yolunu aramış olmalılar. Bilndiği gibi İHH içinde bazı AK Parti milletvekilleri bulunuyor. AK Parti İHH ilişkisi sorgulanmaya başlanacak ve AK Parti’nin uluslararası meşruiyeti sorgulanmak istenecek, Türkiye’nin radikalizme sürüklenmek istendiğine ilişkin algı pekiştirilmek istenecektir. AK Parti kurmayları artık bu oyunu görmelidir. Geçmişte Türkiye’de  bir radikal islamcı tehlike olduğuna yönelik ne türlü olaylar tertiplendiği biliniyor. Alın Danıştay saldırısına bakın...” (3)
“Eskatoloji” ve “Apokalipsi” ile müşterisi bol alanlarda dolaşan ve Gazze filosu ile “bir müşteri daha kazanma” telaşı içinde olduğu –kesinlikle öyle- belli vatandaşımıza göre, -“ilk yazdığım bütün herşeyi unutun!”, dercesine- Gülen, “bu tür yardım faaliyetlerinin nasıl olması gerektiğine ve‘uslup’ sorununa dikkat çekiyor”muş! Noktayı Hakan Albayrak’ın “büyük bir devrim” sözüyle bitirdiği yazısında “kayan” eksenini veya “balans”ını “toparlama” çabasını takdir etmemek ne mümkün!!!
Hele, –herdaim- “otorite-sever Gülen”in “İsrail, otoritedir, bizim dernek de götürecekdi, sordular bana, “otorite”ye-İsraile verin, onlar kafasına göre dağıtsın!” dedim - mealli- cümlesi ise “uslüp sorunu”ymuş sadece!!!  Demekki bu “Kod Aydoğan” vatandaşa göre “İsrail için sonun başlangıcı!” olan hadise, Gülen’e göre DEĞİLMİŞ!!!
Hadi memleketteki “cemiyet üyeleri”nin Gülen tarafından ters köşeye yatırılması neyse de, zaten onun gibi “Yu Es Ey”de bulunan  bu vatandaşın “terso” olması, “cemiyet”in nasıl bir “kafa karışıklığı”na düştüğünün, hatta “Eskatoljik” olmasa bile tıbbın  “Nisaiye” şubesine müracaat edecek bir “hal ve tavır” içine sokulmaya çalışıldığının inkar-i gayr-i kabil bir hücceti olsa gerektir!
Öyle ya, tamam “yenilebilir bir lokmadır” midesi olanlar (-aklı fikri tevil’de olanlar)  için, ilk körfez harbi esnasında Bağdat acımasızsa bombalanır, ıraklılar “sinek gibi” vurulur, katledilirken, arada bir Telaviv’e düşen “Sıkad füzeleri” için – hem de Allah Resulünü şahit göstererek- “Tel aviv'e füzeler atıldıkça gözümün önünde çocuklar tülleniyor."  diyebilirsin onca “hümanistliğinle” (aynı hümanistliği Bağdat’taki “bebeler” için de söylemek kaydıyla), bir nevi “saldıran taraf” olduğu için Irak (savunma da bir saldırıdır ama nüans kimin umurundaki!), iyi de, MİLLETLERARASI SULARDA SEYREDEN BİR GEMİYE KARŞI –DEVLET YAPTIĞI İÇİN- KORSANLIKTAN DA BETER BİR KATLİAM SALDIRISINDAN sonra “cemiyet üyeleri”nin “yıllardır bekledikleri an” olan “doya doya İsraili telin” fırsatını da onlara vermeyecek, içindekileri boşaltma, meydanlarda ERKEKÇE YÜRÜMELERİNİ bile çok göreceksen bu “hadımlaştırma”  faaliyeti, “üyelerinin” Nisaiye koridorlarında dolaşmalarını istemek değil midir?!
Allah “çift” yaratmış “herşeyi”; kulun icad ettiği aletler bile, elektrik fişleri bile “erkek-dişi”yken, yani biri aktif bir pasifken, “erkek” devamlı “girişken”ken, -amiyane tabirle- “İsrail suçüstü basılmışken” hala “girişken” olmayın, “girilen” olarak “ASIL GİRİŞKENE-OTORİTEYE/İSRAİLE İTAAT EDİN!” demek eşyanın tabiatına aykırı ve sözden tüten anlamca da -erkek ve kadın’lık “ruhi bir hamle” olduğuna göre- “RUHEN NİSALAŞIN!” demek değil midir?
Zaman’dan “fetvacı başı” olan Ahmet Selim’in, “durum” üzerine “bir büyükden anlayamadığım, kabul edemediğim bir cümle varid olursa, “şimdi idrak edemediğim bir hakikati barındırıyordur” derim, karşı çıkmam” demesi bile (o söz “tasavvufi-batıni kelamlar sarfeden batın kahramanları için söylenmiştir, politik olaylar üzerine yapılan politik analizler de kullanılamaz desek kimin umurunda) “NİSAİYE’YE GİTMEME DİRENCİ”dir, (fakat “kafasına da yatmaya” başlamıştır elbette “kestirmek”) ama “Aydoğan Kod” vatandaşın dedikleri fiziki demesek de ruhi suretindeki –olması gereken-  “çıkıntılığı” anında “girinti” haline dönüştürmek değil de nedir?
Hep birlikte okuyalım:
“-Hatırlanacağı gibi AK Parti’ye açılan kapatma davası sonrasında ABD ve AB’den sert tepkiler gelmişti. Ancak mevcut konjönktürde, benzeri bir dava açılması durumunda AK Parti maalesef benzeri bir dış destek bulamayacaktır. AK Parti Hükümeti meşru ama geçmişte bir dizi hataları olmuş olan HAMAS’la aynı eksende gözükerek yanlış bir fotoğraf vermiştir.
Dursun Çiçek imzalı ‘AK Parti’yi ve Gülen’i bitirme planı’  hatırlanırsa, söz konusu planın Gülen cemaati ve AK Partinin HAMAS ve Hizbullah gibi örgütlerle işbirliği içinde gösterilmek istendiği görülecektir. Mavi Marmara olayı zoraki yöntemlerle AK Parti’yi bu çizgide göstermek isteyen planın başarıyla hayata geçirmesini sağlamıştır.
Başbakan Erdoğan’ın şu anda Batı dünyasındaki imajı modern Türkiye’nin ve muhafazakar ve demokrat Başbakanı’ndan çok heyecanlı bir MGV Başkanı imajına benzemektedir.
Başbakan ve kurmayları, süratle Mavi Marmara olayını dikkatli bir şekilde masaya yatırmalıdır.
Örneğin, 9 Türk’ün ölümünün sorumluluğu sadece barbar İsrail askerlerine bırakılmamalı. Vatandaşlarımızın can güvenliğini tehlikeye atanların sorumluluğu üzerinde de durabilmelidir. Örneğin, 19 yaşındaki Furkan’ın neden en üst iskeleye çıkması engellenememiştir? Furkan Amerikan vatandaşıydı. Türk vatandaşlığı yoktu. Acaba Furkan’ın ABD Vatandaşlığı biliniyor muydu ve özellikle de İsrail ve ABD’nin karşı karşıya gelmesi için mi Furkan’ın İsrail askerlerinin havadan çıkarma yaptığı üst iskeleye çıkması engellenmedi?
Gemi içindeki 400’ü aşkın yolcudan Devletin ilgili birimlerine sürekli bilgi akışı sağlayan yolcuların olduğu söyleniyor. Gemide bulunan bir karate hocası tarafından alt katta karate dersi verildiği, demir çubukların hazırlandığı, sürekli şehitlik üzerine söylemlerde bulunulduğu ve hazırlıkların sorunsuz gidebilme üzerine değil, İsrail’le çarpışma üzerine yapıldığı Türkiye’ye rapor edildiği doğru mudur?
Bu bilgileri değerlendiren Dışişleri Bakanlığı ve MİT’in, İHH yönetimine gemilerin geri döndürülmesi yönünde baskıya başladığı ancak sonuç alınamadığı ve İsrail savaş gemilerinin yakın menzile girdiği gün ise  özellikle MİT’in, gemilerdeki yöneticilerle temasa geçerek rotanın çevrilmesi için yoğun baskı uyguladığı ancak sonuç alamadığı doğru mudur? İsrail askerlerinin gemiye tırmanma çabalarında demir çubuk darbeleri nedeniyle başarısız olduğu biliniyor. Havadan inen ilk komandoların gemidekiler tarafından denize atıldığı ve bazılarının da demir çubuklarla dövüldüğü ve bazı İsrailli askerlerin silahlarıyla birlikte gemi yolcularının kontrolüne geçtiği hesaba katılırsa, asla yenilmeme imajına her şeyden çok değer veren İsrail ordusuna, Türk vatandaşlarını öldürme konusunda fırsat verildiği ortaya çıkmıyor mu?
Gerçek şu ki, ABD Dışişleri Bakanlığı ölen vatandaşları için en ufak bir girişimde bulunmamıştır. Dahası, ABD Başkan yardımcısı Joe Biden, katıldığı bir TV programında, konuyla ilgili ‘what is the big deal’, ‘ne olmuş yani’ ifadesini’ kullandı.
Türk basının ve Türk makamlarının bilmediği en önemli ayrıntı ise, ABD Başkanı Obama’nın sağ kolu olan R. Emmanuel’in Mavi Marmara olayının yaşandığı sırada  İsrail’de bulunuyor olmasıdır. Emmanuel’in babası İsrail’in kurulmasınde epey etkisi olan terrorist örgüt İrgun’un kurucuları arasındadır. Bilmem bu ayrıntı sizin için bir şey ifade ediyor mu?”(4)
Görüldüğü üzere, “Cenâb-ı Hakk'ın bizi büyük bir devrimde enstrüman olarak kullandığını iliklerime kadar hissediyorum” durumundan, -herdaim- “otorite-sever Gülen”in “balans ayarı” veya “nisaiyeleştirme müdahalesi” akabinde “Başbakan Erdoğan’ın şu anda Batı dünyasındaki imajı modern Türkiye’nin ve muhafazakar ve demokrat Başbakanı’ndan çok heyecanlı bir MGV Başkanı imajına benzemektedir” durumuna gelmek, hakkını vermek lazım “ruhi bir çaba” gerektirir, onu da üç günlük bir “ızdırap” olarak görüyoruz, çünkü bu vatandaşımız Gülen’in “terso’cu” politik analizinden üç gün sonra yazdığı yazıyla “NİSAİYE ŞUBESİNE MÜRACAAT” ettiğini “açık ve seçik” olarak ortaya koymuştur!
Mesela, “her daim delikanlı yazarı, gönül dostu” olan Hakan Albayrak’ı, “milletlerarası sularda gemilerine çıkıp korsanlık yapmaya” kalkanlara karşı kahramanca, olması gereken bir şekilde –ruhen- “erkekçe” bir şekilde direnerek “HUKUK DİRENİŞÇİSİ” olarak ilan etmek yerine, “hazırlıkların sorunsuz gidebilme üzerine değil, İsrail’le çarpışma üzerine” kurma ile itham etmek de “nisa’laşma”nın (veya halk dilinde “k” harfiyle başlayan üçüncü harfi “n”, son harfi “k” olan altı harfli kelime ile de karşılanabilir bu “durum”) alameti hem de “durum”u fena halde“içselleştirip” herdaim –ruhen- “nisa” olduğunu gösterme çabasının verdiği bir “cazgırlık” değil midir?
Şimdi bu bir haftalık süre içerisindeki “yazı-sal kıvırmalar”ından sonra kendisinin Deniz lisesinden “atılma” sebebi hakkında web’de bulunan “iddialara” da “acaba?” diye bakmak gerekmez mi?
“ABD Başkan yardımcısı Joe Biden, katıldığı bir TV programında, konuyla ilgili ‘what is the big deal’, ‘ne olmuş yani’ ifadesi” gibi şeyler DEMEDİĞİ için hem hükümetin başını –görüldüğü üzere, hakaret ve aşağılama olarak kullanıyor “komploların efendisi vatandaş”- “MGV Başkanı” olarak tıpkı Ulusalcıların “tezleri” gibi niterken, Ulusalcıların –ne kadar gariptir ki!- hem “böyle demediği” hem de “böyle dediği” için Erdoğan’ı “eksen kaydırmak”la ithamına “malzeme” de oluyor!
Bunlar, “apokaliptik şeylerden” olsa gerek, diyelim onun kavramlarıyla; okuyanların dediğine göre, “iman bir serçe kuşu gibi olacaktır avucunuzda” buyurmuş Alemlerin Fahri “eskatolojik” bilgilerde, “parmaklarınızı sıkarsanız ölecek, gevşetirseniz de kaçacak!..”
-Herdaim- otorite/sever Gülen” ve “yesman”lerı “serçe sorunu”nu çözmüşler görüldüğü gibi; “nisa, erkeğine tabii”dir ya, “OTORİTEYE İTAAT”demişler, kısa yoldan çözüm bulmuşlar:
“KESTİRİP” ATMIŞLAR!
,
Muhsin Er Tuğrul -  23 Haziran 10.  
Not:
Başlığın altındaki Napolyon’a ait "Women are nothing but machines for producing children." cümlesi “kadınlar, çocuk doğuran bir kuluçka makinesinden başka birşey değillerdir” anlamındadır. Önüne gelene “itaat eden” “otorite-sever Gülen”in “nikah” gibi “fiziken erkeklik nişanını gösterme” kurumunu –kendince yaptığı evlenmemesine dair açıklamayı kabul etmekle beraber- gerçekleştirmemesi, aksine hep “itaat et!” vurgusunu yayması, “ruhi” olarak “edilgen”lik anlamına gelir ve biz buna “nisa’laşma” dedik; işte bu noktada da “cemiyet üyeleri”nin“aydoğan kod” vatandaş örneğinde olduğu gibi “şaşkın ördek” olarak dolanmaktansa “yes-man/evet efendim’ci”lere “dönüştürülmesi”-“dönüşmesi”ne, “kadın”ın Batı kültüründe nasıl görüldüğünü anlatmak ve “ruhi çaba” olmaksızın ne “erkek” ne “kadın” olunabileceğini, sadece “kuluçka makinesi” ve “aygır” olunabileceğini göstermek istedik. “Horoz”un nasıl olduğu ise, şöyle: “ABD’de resmi temaslarda bulunan İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, BM Gnl. Skrt. Ban Kimoon’dan, Mavi Marmara olayını soruşturmamasını istedi. Ban’la yaptığı görüşmeden sonra soruları cevaplandıran Barak, Gazze’de hiçbir zaman insani kriz olmadığını, 1,5 milyonluk Gazze’de sadece İsrailli asker Gilad Şalit’in insan haklarından mahrum olduğunu iddia etti.” (23 Haziran tarihli Zaman) O zaman bu “arsız horoz” tavrından sonra “nisa’laşan”lara derizki, “işiniz zor, bu horoz sizi hiç boş bırakmaz!!!” Bizden söylemesi!
2 notes · View notes
sorhan13 · 7 years
Photo
Tumblr media
Niye HALİL Kantarcı Yok Diye Sorduk, Halil Yokmuş, HALİT Var Dediler! Önce Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan 15 Temmuz'a dair video klip (ikinci klip önemsiz), ardından Bursa Osmangazi Belediyesi'nin "unutkanlığı (!)"... Şimdi de bu! Dün, Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılan, TC Cumhurbaşkanlığı Beştepe Külliyesi önündeki "15 Temmuz Anıtı"nin iç kısmında yeralan, siyah toros taşı üzerine metal ile yazılmış şehitlerin isimleri. Dikkat ediniz ama... Halil Kantarcı'nin ismi HALİT olarak yazılmış!!! Ankara'daki gönüldaşımin bana gönderdiği bir "ileti" ile haberdar oldum bundan. Basına düştü mü bilmiyorum. Ama düşmeli! Çünkü bu rezalet! Bu işle Cumhurbaşkanının ilgisi malum, lakin gidip te ismi yazmadı elbette. Ama anıtın bilfiil sorumlusu, dün ve bugün övüne övüne anlatması ile de aşikar, Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin Gökçek'i! Efendi Hazretlerinin Bağlum'daki kabrine yapılan tecavüzleri kendisine bildirilmesine rağmen hiçbir şekilde engellemeyen, dinlemeyen, Efendi Hazretlerinin ailesine saygısızlık yapan Melih Gökçek, basit bir "tashih" gibi görünebilecek bu küstahlıgin da bizzat sorumlusudur! Yukarıda isimlerin yazıldığı taşın renk ve cinsini de zaten bu derece ince bir alaka içinde ilgilendiğini anlattığı röportajından aldım. Angara'nin Gökçegi! Bu pisliği temizle ve milletten, HALİL'in ailesinden ve sonra da Cumhurbaşkanından ÖZÜR DİLE!
2 notes · View notes
sorhan13 · 7 years
Text
CHP'nin Mirzabeyoğlu'nun Davasına Sahip Çıkması ve O Günkü İtirazımız
2011-13 arası o zaman hala Bolu cezaevinde bulunan Salih Mirzabeyoğlu’nun davası üzerinden bazı CHP'li vekiller ile 9 Mart Cuntacıların ona yapılan adaletsiz muameleye dair beyanatı gazetelerde yer alıyordu. Bu tipler elbette kendiliğinden Mirzabeyoğlu’nun durumu hakkında beyanatı olmadı, onlara gidenler vardı, onlarla konuşanlar... “Celladına aşık olmak” gibi bir şeydi bu. Konuştukları, üzerinde hukuksuz ve adaletsiz olduğu ittifak olan bir mevzu olsa da bu böyleydi ve CHP/Ergenekon ile ismimin baş harfi bile yanyana gelemeyecek biri, yanyana getiriliyor, o günkü siyasi havayı düşünün, mübalağasız bir şekilde İBDA, Ergenekon’un yanına itekleniyordu. Bu fiili işleyen arkadaşlar o zaman bunu fena halde savunuyorlardı, neyse ki bazıları cezaevine, üstelik Mirzabeyoğlu’nun yanına girince, durumu anladılar, vazgeçtiler, hoş şimdi de Avdetilerin yanında gözükür gibiler, bazıları hiç bahsetmeden artık o mevzudan sustular vs. Nihayetinde o fiilin işlenmemesi gereken bir fiil olduğu üç aşağı beş yukarı anlaşıldı, gibi herhalde. & Mirzabeyoğlu’na yapılanlar adaletsizlik değil miydi, bunu haykıran kim olursa olsun takdir edilmesi gereken, değil miydi? Ona yapılanın adaletsiz olduğunda kimsenin şüphesi yok zaten, ama bunu her söyleyeni de takdir edecek halimiz YOK! Niye? En azından midemiz kaldırmaz! Siyaseten de, malûm BİZ “siyasi gayesi olan fikrî bir hareketiz”, CHP veya Ergenekon’u aklayabilecek, onu “şirin” gösterebilecek her türlü faaliyetten de uzak durmak gerekir. Ha tâbii Mirzabeyoğlu’nu içeri attıranın sadece FETO denilen "büyük devlet projesi" üyeleri olduğuna inanıyor ve hatta 28 Şubat’ı dahi son günlerde basında çıkan haberlere kanarak onların yaptığına inanıyorsaniz orası ayrı ve bu satırlardan sonra o tiplerin bu makaleyi okumasına gerek yok derim. & Gelelim Kılıçdaroğlu’nun bugün “talep listesi” okuyarak bitirdiği “Adalet Yürüyüşü”ne... Daha önce yazdığım makalede (Adalet Yürüyüşü-Klikler Savaşı) Adalet pankartı ile en son yürüyecek olan birinin ve partinin AKP'nin ahmakliklari sayesinde 9 Temmuz’da “Muhalefet Lideri” olarak tescilleneceğini yazmıştım. Kabul edilsin veya edilmesin, ikincisi sadece inattir, Kılıçdaroğlu bugün “Lider” olmuştur. Bunu yazarken de adalet bürokrasisinin ve hırsının neticesi bu durumun oluşacağını yazdım. Çünkü bahane olan MİT Tırları Davası SANIKLARI İTİBARİYLE HATALI bir davadır ve CHP'ye mazeret temin edilmiştir. Brifingli Yargının yılmaz savunucusu olan bir parti, 28 Şubat’ta binlerce insanın cezaevlerine tıkılmasına ses çıkarmamak bir yana alkış tutan bir parti, binlerce insanın işlerinden atılmalarına ses çıkarmayan bir parti, kış lastiğiyle bile ilgilenen OHAL KHK’lerinin hırs ve şehvetle uygulanması neticesinde oluşan az ama mide bulandıran uygulamaları ile mağdur edilmiş olanların üzerinden 483 km. elinde “Adalet” pankartıyla yürüme imkanını buldu! Resmi açıklamaya göre “magdur olanlar var ama 2-3 arası” imiş, bu da toplamda 4-5 bin insan demek. Ve bunlar gerçekten de hırs, şehvet veya kin kurbanı! Bu ülkenin HSYK eski başkanının “itiraf eden hâkim ve savcıları tekrar görevlerine iade ediyoruz, birkaç tanesini ettik” açıklamasını, tepkiler gelince de, “ben itirafçılar artsın diye numara yaptım!” dediğini duydu, yaşadı. Bunu söyleyen adam Adalet dağıtacakların başında olan, onları denetleyecek olan adam ve YALAN SÖYLEDİĞİNİ İTİRAF EDEN ADAM, işte bu adam, 16 Temmuz'da oylarimizla kurulan yeni HSK'nin da üyesi ve başkanı oldu! Yeni HSK’nin bir yeni üyesi de, 15 Temmuz sonrası “FETO avukat yapılanmasına” yapılan ilk operasyonda tutuklanan Rahmi Arslan’ın hukuk bürosunda senelerce çalışmış, “ama 17/25 ile ayrılmış” olan av. Songül Yazar! Yine 28 Şubat Tutsaklarinin yeniden yargılanma talepli dilekçelerini kabul eden bir hâkim de geçen hafta bu HSK tarafından yayınlanan atama genelgesiyle sürüldü. Benim dilekçemi 2013'de kabul eden hâkim ise hemen, iki üç ay sonra doğuya sürüldü! Denilebilir ki, “bunlar ufak hatalar ve hata bile değil, sen yanlış biliyorsun”... Kabul ederim bu itirazı ama cevabı da mufassalen isterim. 7 Şubat, 17/25, MİT Tırları, 15 Temmuz böyle geldi çünkü. Bu mimik, küçücük, konuşmaya değmez hataciklar sebebiyle, bu ülkenin Kurucu Partisinin lideri, yaşına başına, geçmişine bakmadan dört yüz km. yürüdü “adalet” pankartıyla ve hem kendisi hem de ülkede yeni bir dönemin açılışını yaptı. & Niye Mirzabeyoğlu’nun davası hakkında Ergenekoncular ve CHP'lilerin konuşmasına, konusturulmasina karşı çıktık, bugünden anlaşılmıştır herhalde.
1 note · View note
sorhan13 · 7 years
Text
HüdaPar ve Ankara'yı Uyandırma Fırsatı
HüdaPar idarecisi üç kişiye 2011 yılında Mustazafder üzerinden açılan dava neticesinde 5 Temmuz 2017 tarihinde “örgüt üyeliği” iddiasıyla altı yıl üç ay hapis cezası verildiği ceza alanlar tarafından duyuruldu. Kamuoyu ile paylaşılan başka bir husus, soruşturmayı yapan emniyet müdürü ile kararı veren hakimlerin bugün FETO soruşturmaları sebebiyle tutuklu oldukları... Hakimler daha önceden tutuklandıklarına göre, Yargıtay tarafından bozulan “örgüt yöneticiliği” kararını verenler kastediliyor. Karar dün açıklandığına göre, yeni kararda onların değil başka hakimlerin müdahilliği sözkonusu. Dün öğrendiğimiz bir başka ceza davası kararı da, “erzincanin sesi” isimli internet sitesi sahibine, 2015 yılında, F. Gülen tarafından açılmış “hakaret davası”... Mahkeme çok ince bir gerekçe yazarak “adil” olduğunu ortaya koymaya çalışmış ise de, sırıtan bir karar olmuş bu. Elbette “kanlı katil” dahi olsa kimseye hakaret edilmemesi, fiili üzerinden değerlendirme yapılması gerekir. Mahkeme de F. Gülen’e açılmış “terör örgütü” soruşturmaları olmakla beraber, kesinleşmiş bir mahkumiyet olmadığından bahsederek, ona “terörist” diyen sanığın talepteki gibi 50.000 lira tazminat ödemesine karar veriyor. Ne kadar hakkaniyetli değil mi? Elbette değil! F. Gülen hakkında açılmış onlarca dava varken ve hükümet de bu davaları göstererek Gülen'in iade edilmesini talep ederken, bu karar bir kere o iadenin imkansız hale dönüşmesine sebeb olacağı gibi, madem açılan davalar olduğunu biliyorsun o halde o davalardan herhangi biri neticelene kadar “bekletme” kararı verebilirdin, denmesi ve bu hâkimin de bir an önce “açığa” alınması gerekir. & HüdaPar meselesine geri dönelim. 2016 senesinde, twitter üzerinden “28 Şubat Tutsakları” hakkında devamlı yazmamız üzerine, Ak Partili hukukçu bir milletvekili konuşmak üzere Ankara’ya davet etti. Avukatım ile bir müddet sonra ziyaretine gittik. Neler yapılabileceği ve neden yapılamadığı üzerinde kısaca görüştük. Bizim tek derdimizin “adil yargılanma hakkı” olduğunu ve bunun 28 Şubat'ta olmadığını, bu hakkın bir şekilde kanunen verilmesi gerektiğini vs. Bu şekilde bir çalışmayla YARGILAYANLARIN DA YARGILANACAĞI, mesleğini ve hukuku kendi ideolojik düşüncesine alet edenlerin, yani “brifingli yargının” da ortaya çıkarılabileceğini vs. Yeri geldi olayın sadece bizim dosyalar hakkında olmadığını, 600 müslüman mahkûmun 20 senedir “adil yargılanmadan” ağırlaştırılmış müebbet cezası ile cezaevlerinde olduğunu söyledik. Avukat milletvekili arkadaş, yukarıda bahsettiğimiz hakaret cezası veren hakimin hakkaniyetine benzer bir tavırla, “bize katilleri affedin demeyin!” dedi. Öyle ya! Domuz bağları... Mezar evler... İşkence kasetleri... Bunlar hep “Hizbullah Dosyası”nda olan, 2000’li yıllar boyunca insanımıza devamlı gösterilen “polisiye laflar” idi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da -herne kadar farklı bir sahada olsa da- ara ara “devlet kendine yönelik suçları afedebilir ama şahsa yönelik olanları asla!” diyordu ya, kim kime bu “fikri” vermiş bilemeyiz elbette ama birbirleriyle mutabık oldukları kesin oldu gözümüzde ikisininde. Nede mutabık? Elbette mevzuyu hiç bir şekilde anlamamış olmakta! Niye? Avukat milletvekili arkadaşa dedim ki, “size katilleri affedin demiyoruz, ama onların adil yargılanma haklarının ellerinden alındığını, Meclis Darbe Raporu'na (2012-13) bile giren “Brifingli Yargı” üyeleri tarafından cezalandırıldıklarına inanın ve onları yeniden yargılayın, adil bir heyet yargılasın, ama çıkarın onları bu arada cezaevinden, evlerinde prangaya vurarak mı yaparsınız bilmem denetimli serbestlik tedbirini orası size kalmış, tekrar yargılayın, katil oldukları adil olarak ispatlansın sonra isterseniz çarmıha gerin, ama önce adil yargılanma haklarını verin!” Katil olduklarına 28 Şubat Yargısı ile inanan hukukçu milletvekili arkadaş bunun üzerine biraz durdu tabii ve mevzu başka bir yere kaydı ve kısa sohbetimiz de böylece bitti. & Şahsî dosyalarımdan ötürü aldığım cezalarım var. Hepsi 1999-2000 senesinden. Bunların sefahatini defalarca yazdım, anlattım. Anlattığım bir husus da, Ergenekon davaları başlayana kadar bu ülkede yapılmış adlî ve siyasi dava ve duruşmalarının tam anlamıyla tiyatro olduğu. Ergenekon davaları ile biraz da olsa adil yargılanma sözkonusu olmaya başladı. Düşünebiliyor musunuz, 12-13 sene sürmüş iki dosyamdan ötürü, “uzun yargılanma sebebi” ile Tazminat Komisyonuna başvurumu, Komisyon ay ve gün hesabı yaparak (mahkeme heyeti karşısında geçen süre) makul bulup reddetti! Aynı dosyadan başvuran altı arkadaşımın başvurusunu ise -benimle aralarındaki fark süre bakımından 7-8 ay- kabul etti! Benim yaklaşık olarak bir sene kadar mahkeme tarafından aranmama rağmen (celb göndermişler!) bulunamamamı mahkemenin görevini yaptığına yormuş Komisyon. O süre içerisinde firarda idim efendim, polisler sebebsiz yere evime baskın yapmış ve evde olmama rağmen kapıyı açmamıştım, aynı zamanda celp de gelmedi, celp sonradan öğreniyorum ki, 1999’da ikamet ettiğim adrese gönderilmiş, oysa çocuğum okula gittiğinden güncel adresimi TC numaram ile de mahkeme heyeti bulurdu, nihayetinde polis de evime öyle geldi, buna da gerek yoksa dosyaya koydurduğum yeni adresimi gösterir dilekçeme bakarak da adresimi görürlerdi, demedim elbette güya Tazminat Komisyonu olacak Komisyona! Başvurucular arasında benim başvurumla özellikle ilgilenip gün saat hesabını yapacak ve farkı bulacak kadar dikkatli üye, herhalde “yanlış adrese celb göndermeyi” görmüştür, dedim. Yine baksa, 12 senelik davada yerel mahkemede verilmiş hiçbir ifade ve savunmamım olmadığını, ya nöbetçi ya vekil mahkemelerde verilmiş üç beyanım olduğunu da görürdü. Görüldüğü gibi, Gülen’e tazminat ödenmesine hükmeden hâkim gibi “hakkaniyetli” bir hâkim bakmış Komisyo başvuruma ama TEK GÖZÜ KAPALI bakmış. 12-13 sene süren dava dosyasını “fistik gibi yargılama” diyerek kutsadığının farkına bile varmamış! & Bunları niye yazdık? “Bir koyun gütmekten aciz” olanların, yani inisiyatif almaktan korkan kişilerin bugün adalet bürokrasisi içerisinde oturtuldukları koltuk sebebiyle böyle APTALCA VE AHMAKÇA kararlar verebildiklerini gösterebilmek için! Bu ülkede 12 Eylül'den bu yana yapılan tüm siyasi yargılamaların sil baştan yapılması gerektiği üstelik bu hususların dönem dönem TBMM tarafından hazırlanan Darbe Raporları ile ortadayken, son 20 senedir de “Brifingli ve İmamlı Yargı” kavramı resmi olarak hayatımıza girmişken, güya atılan (atılma sebebleri de İmamlı Yargı Üyeleri olmaları olduğu gerekçeli kararla bilinirken), onların yerine atanan hâkim ve savcıların bu eski hâkim ve savcılar eliyle başlatılmış, karara bağlanmış dosyalara normal bir dosya gibi yaklaşmaları, “hukuki gerekçeler ve sebebler” ile asla açıklanamaz! Eğer bir hâkim, yeniden yargılanma kararı red-kabul-red-kabul safhalarından geçmiş, “kabul” gerekçesinde bahsedilen hiçbir delile defalarca ulaşmaya çalışıp ta karşısındaki resmi kurumun yalan beyanlarıyla ulaşamadığını mahkemede itiraf edip, eski kararı (mahkumiyet) tekrarlayıp “vallahi gördünüz, haklısınız ama Ankara uğraşsın!” diyorsa, o koltukta bir saniye bile oturtulamaz! Anlaşılmıştır herhalde, bu kararların gerekçesi asla hukukî değildir. HüdaPar idarecilerine verilen cezalar da böyledir. O koltuğa oturup “adalet hükmedecek” olan hâkim kisveli şahıslar, üstelik 2011 tarihli bu dosyanın kimin tarafından başlatıldığını bile bile, o dosyalara normal bir hukuk düzeni gibi yanaşmaya kalktıkları an, hâkim değil kasap olduklarını itiraf etmiş olurlar. Dosyaya “usulen” bakıyorlar, polis soruşturması nasıl olmuş, avukat varmaymış, deliller var mı, ifadeler alınmış mı vs. Herhalde bunlar tam veya tam'a yakın olacak, “eksik ama ikmal edilir” diyerek de duruşma açılıyor zaten. Bu ülkede tamamen duruşmaların tiyatro olduğunu gösteren işler var, tutuklu yargılanmaya itiraz edildiğinde davanın ilk celsesinde “delillerin tam olarak toplanamadığından...” diye itiraz reddedildi!iyor ise, o kolluk ve heyet Anayasa suçu işliyor demektir. Deliller toplanmadan ne iddianamesi diye soran yok nasılsa kendilerine! “Kişiyi hürriyetinden mahrum etmek” ise Anayasal suç! Ve bütün bunlar da Ankara’nın gözü önünde oluyor. Çünkü Ankara, her ne kadar “Yeni Türkiye” diyor olsa da bunun nasıl olacağını bilmiyor. Çevresini sarmış üç-beş boşanma avukatı veya hukuk tarihçisi ile ki bunların da “değişim nasıl olur?” üzerinde zerre kadar bilgisi yok, “Yeni Türkiye”yi kuracağını düşünüyor. Bu çevre kendisini 7 Şubat'a, 17/25’e, MİT Tırları'na, 15 Temmuz'a, defalarca HSYK tarafından hâkim ve savcı atmalarına getirdi. Bu yakın çevresi. Bununla beraber, FETO için Ergenekon, Nasyonalist ve Demirel’in adamları ile de işbirliğine girdi; politik tavırları bakımından hiçbir farklılıkları olmadığı için rahatlıkla söyleyebiliriz, ülkenin iç ve dış siyaseti de bu grublara verildi. Mavi Marmara Davasının tüm hukuk kuralları yok sayılarak düşürülmesi, Rus uçağı sonrasında gelişen “dönüşler”, kürt beldelerinin tıpkı Suriye gibi “şehir savaşları” ile “terörist avı” mazeretiyle tarumar edilmesi, HDP milletvekillerinin usulsüz bir şekilde tutuklanmaları, mahkûm edilmeleri vs. PDA geleneğinin yani Perinçek’in “yargı altın çağını yaşıyor, cumhuriyet düşmanları yakalanıyor” demesi, bu manzara karşısında gayet mantıklı ve haklı. Birileri kendi ideolojik düşüncesi yolunda hukuku çok güzel kullanıyor ama bunların Ak Parti idarecileri olduğunu zannetmek muhal. Özellikle 28 Şubat Yargısı tarafından verilen kararların hala geçerliliğini koruyor olması, HüdaPar idarecilerine 2011 tarihli dosya üzerinden ceza yağdırılması, bunun sadece Gülenistlerin işi olmadığını da gösteriyor. Meseleyi sadece onlara bağlamak, işin kolay tarafı. Bunca “soylu temizliğe” rağmen hala orada duruyorlar ise, ilk görevden alınacak olan o “soylu”lar olmalıdır bu durumda. & Bu manzara, iç açıcı bir manzara değil elbette. Çözüm?! Öncelikle “devlet yönetiyoruz devlet, hatalar olur tabii” anlayışsız laflarını çöpe atmak gerekiyor. Devlet denilen büyük organizasyon, başında kimse olmasa bile sabah 7 akşam 5 arası önüne yığılan evrakları oraya buraya havale edip duran basit memur eliyle zaten yürür, durdurman imkansız. Önemli olan o evrakların niteliği ve imzalayanlar! Yani Devlete yön verecek YENİ KADROLAR. Siz bu “yeni kadroları”, “devleti tanıyor” diyerek hala bürokrasi içinden, okey masasından, aile çevresinden bulur ve yerleştirirseniz, sadece bu hususiyetleri olan bürokratlar da birilerinin oyuncağı olurlar. Devleti tanımayan (ve ikinci anlamıyla da TANIMAYAN), lanetli sisteminp, devletin zulmünü sadece dünya görüşü sebebiyle çekmiş insanları oralara yerleştirmezseniz, yeni ve kusursuz bir 17/25 ile kapınızın çalınmasını bekleyin, demek düşer bize. HüdaPar'a düşene gelince... Ak Partili hukukçu milletvekilinin kendilerine nasıl baktığını anlasınlar; 28 Şubat Tutsaklarına da böyle bakıyorlar ve “katil” olmayanlarla eğlene eğlene ilgileniyorlar. Aslında ilgilenmiyorlar ve mevcut hukuk düzenini tamamen kabul edip “hataları” ayıklar gibi yapıyorlar, demektir bu. HüdaPar idaresinin, temyize gidin orada halledilir gibi oyalayıcı tavsiyeleri çöpe atması gerek, herhalde. Bu bir fırsattır çünkü. Tüm 28 Şubat Tutsakları için, onların adil yargılanma yolunun kanunen açılması için bir fırsat. İçişlerinin başında “yollar yürümekle aşınmaz” diyenin yolunda giden biri var, MUSTAZAFLAR YÜRÜYÜŞÜ başlatarak Diyarbakır-İstanbul arasında hukuksuzlugu, adaletsizliği teşhir etsinler, demek geliyor aklımdan. 10 kişi, 100 kişi, 1000 kişi, sayı önemsiz, böyle bir HAK EYLEMİNE başlasınlar, müslüman camiadan katılımları beklesinler. Veya kendi uygun buldukları bir eylem tarzı geliştirsinler ama asla ve asla itidal tavsiyelerine uymasınlar. Çünkü HAKLILAR ve itidal ise bu hakkın gaspına seyirci kalın demektir. Bir “mustazaf” ise seyirci kalmadığından zaten “mustazaf” olmuştur. Ankara’yı uyandırmanın başka yolu yok.
2 notes · View notes
sorhan13 · 7 years
Text
HüdaPar ve Ankara'yı Uyandırma Fırsatı
HüdaPar idarecisi üç kişiye 2011 yılında Mustazafder üzerinden açılan dava neticesinde 5 Temmuz 2017 tarihinde “örgüt üyeliği” iddiasıyla altı yıl üç ay hapis cezası verildiği ceza alanlar tarafından duyuruldu. Kamuoyu ile paylaşılan başka bir husus, soruşturmayı yapan emniyet müdürü ile kararı veren hakimlerin bugün FETO soruşturmaları sebebiyle tutuklu oldukları... Hakimler daha önceden tutuklandıklarına göre, Yargıtay tarafından bozulan “örgüt yöneticiliği” kararını verenler kastediliyor. Karar dün açıklandığına göre, yeni kararda onların değil başka hakimlerin müdahilliği sözkonusu. Dün öğrendiğimiz bir başka ceza davası kararı da, “erzincanin sesi” isimli internet sitesi sahibine, 2015 yılında, F. Gülen tarafından açılmış “hakaret davası”... Mahkeme çok ince bir gerekçe yazarak “adil” olduğunu ortaya koymaya çalışmış ise de, sırıtan bir karar olmuş bu. Elbette “kanlı katil” dahi olsa kimseye hakaret edilmemesi, fiili üzerinden değerlendirme yapılması gerekir. Mahkeme de F. Gülen’e açılmış “terör örgütü” soruşturmaları olmakla beraber, kesinleşmiş bir mahkumiyet olmadığından bahsederek, ona “terörist” diyen sanığın talepteki gibi 50.000 lira tazminat ödemesine karar veriyor. Ne kadar hakkaniyetli değil mi? Elbette değil! F. Gülen hakkında açılmış onlarca dava varken ve hükümet de bu davaları göstererek Gülen'in iade edilmesini talep ederken, bu karar bir kere o iadenin imkansız hale dönüşmesine sebeb olacağı gibi, madem açılan davalar olduğunu biliyorsun o halde o davalardan herhangi biri neticelene kadar “bekletme” kararı verebilirdin, denmesi ve bu hâkimin de bir an önce “açığa” alınması gerekir. & HüdaPar meselesine geri dönelim. 2016 senesinde, twitter üzerinden “28 Şubat Tutsakları” hakkında devamlı yazmamız üzerine, Ak Partili hukukçu bir milletvekili konuşmak üzere Ankara’ya davet etti. Avukatım ile bir müddet sonra ziyaretine gittik. Neler yapılabileceği ve neden yapılamadığı üzerinde kısaca görüştük. Bizim tek derdimizin “adil yargılanma hakkı” olduğunu ve bunun 28 Şubat'ta olmadığını, bu hakkın bir şekilde kanunen verilmesi gerektiğini vs. Bu şekilde bir çalışmayla YARGILAYANLARIN DA YARGILANACAĞI, mesleğini ve hukuku kendi ideolojik düşüncesine alet edenlerin, yani “brifingli yargının” da ortaya çıkarılabileceğini vs. Yeri geldi olayın sadece bizim dosyalar hakkında olmadığını, 600 müslüman mahkûmun 20 senedir “adil yargılanmadan” ağırlaştırılmış müebbet cezası ile cezaevlerinde olduğunu söyledik. Avukat milletvekili arkadaş, yukarıda bahsettiğimiz hakaret cezası veren hakimin hakkaniyetine benzer bir tavırla, “bize katilleri affedin demeyin!” dedi. Öyle ya! Domuz bağları... Mezar evler... İşkence kasetleri... Bunlar hep “Hizbullah Dosyası”nda olan, 2000’li yıllar boyunca insanımıza devamlı gösterilen “polisiye laflar” idi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da -herne kadar farklı bir sahada olsa da- ara ara “devlet kendine yönelik suçları afedebilir ama şahsa yönelik olanları asla!” diyordu ya, kim kime bu “fikri” vermiş bilemeyiz elbette ama birbirleriyle mutabık oldukları kesin oldu gözümüzde ikisininde. Nede mutabık? Elbette mevzuyu hiç bir şekilde anlamamış olmakta! Niye? Avukat milletvekili arkadaşa dedim ki, “size katilleri affedin demiyoruz, ama onların adil yargılanma haklarının ellerinden alındığını, Meclis Darbe Raporu'na (2012-13) bile giren “Brifingli Yargı” üyeleri tarafından cezalandırıldıklarına inanın ve onları yeniden yargılayın, adil bir heyet yargılasın, ama çıkarın onları bu arada cezaevinden, evlerinde prangaya vurarak mı yaparsınız bilmem denetimli serbestlik tedbirini orası size kalmış, tekrar yargılayın, katil oldukları adil olarak ispatlansın sonra isterseniz çarmıha gerin, ama önce adil yargılanma haklarını verin!” Katil olduklarına 28 Şubat Yargısı ile inanan hukukçu milletvekili arkadaş bunun üzerine biraz durdu tabii ve mevzu başka bir yere kaydı ve kısa sohbetimiz de böylece bitti. & Şahsî dosyalarımdan ötürü aldığım cezalarım var. Hepsi 1999-2000 senesinden. Bunların sefahatini defalarca yazdım, anlattım. Anlattığım bir husus da, Ergenekon davaları başlayana kadar bu ülkede yapılmış adlî ve siyasi dava ve duruşmalarının tam anlamıyla tiyatro olduğu. Ergenekon davaları ile biraz da olsa adil yargılanma sözkonusu olmaya başladı. Düşünebiliyor musunuz, 12-13 sene sürmüş iki dosyamdan ötürü, “uzun yargılanma sebebi” ile Tazminat Komisyonuna başvurumu, Komisyon ay ve gün hesabı yaparak (mahkeme heyeti karşısında geçen süre) makul bulup reddetti! Aynı dosyadan başvuran altı arkadaşımın başvurusunu ise -benimle aralarındaki fark süre bakımından 7-8 ay- kabul etti! Benim yaklaşık olarak bir sene kadar mahkeme tarafından aranmama rağmen (celb göndermişler!) bulunamamamı mahkemenin görevini yaptığına yormuş Komisyon. O süre içerisinde firarda idim efendim, polisler sebebsiz yere evime baskın yapmış ve evde olmama rağmen kapıyı açmamıştım, aynı zamanda celp de gelmedi, celp sonradan öğreniyorum ki, 1999’da ikamet ettiğim adrese gönderilmiş, oysa çocuğum okula gittiğinden güncel adresimi TC numaram ile de mahkeme heyeti bulurdu, nihayetinde polis de evime öyle geldi, buna da gerek yoksa dosyaya koydurduğum yeni adresimi gösterir dilekçeme bakarak da adresimi görürlerdi, demedim elbette güya Tazminat Komisyonu olacak Komisyona! Başvurucular arasında benim başvurumla özellikle ilgilenip gün saat hesabını yapacak ve farkı bulacak kadar dikkatli üye, herhalde “yanlış adrese celb göndermeyi” görmüştür, dedim. Yine baksa, 12 senelik davada yerel mahkemede verilmiş hiçbir ifade ve savunmamım olmadığını, ya nöbetçi ya vekil mahkemelerde verilmiş üç beyanım olduğunu da görürdü. Görüldüğü gibi, Gülen’e tazminat ödenmesine hükmeden hâkim gibi “hakkaniyetli” bir hâkim bakmış Komisyo başvuruma ama TEK GÖZÜ KAPALI bakmış. 12-13 sene süren dava dosyasını “fistik gibi yargılama” diyerek kutsadığının farkına bile varmamış! & Bunları niye yazdık? “Bir koyun gütmekten aciz” olanların, yani inisiyatif almaktan korkan kişilerin bugün adalet bürokrasisi içerisinde oturtuldukları koltuk sebebiyle böyle APTALCA VE AHMAKÇA kararlar verebildiklerini gösterebilmek için! Bu ülkede 12 Eylül'den bu yana yapılan tüm siyasi yargılamaların sil baştan yapılması gerektiği üstelik bu hususların dönem dönem TBMM tarafından hazırlanan Darbe Raporları ile ortadayken, son 20 senedir de “Brifingli ve İmamlı Yargı” kavramı resmi olarak hayatımıza girmişken, güya atılan (atılma sebebleri de İmamlı Yargı Üyeleri olmaları olduğu gerekçeli kararla bilinirken), onların yerine atanan hâkim ve savcıların bu eski hâkim ve savcılar eliyle başlatılmış, karara bağlanmış dosyalara normal bir dosya gibi yaklaşmaları, “hukuki gerekçeler ve sebebler” ile asla açıklanamaz! Eğer bir hâkim, yeniden yargılanma kararı red-kabul-red-kabul safhalarından geçmiş, “kabul” gerekçesinde bahsedilen hiçbir delile defalarca ulaşmaya çalışıp ta karşısındaki resmi kurumun yalan beyanlarıyla ulaşamadığını mahkemede itiraf edip, eski kararı (mahkumiyet) tekrarlayıp “vallahi gördünüz, haklısınız ama Ankara uğraşsın!” diyorsa, o koltukta bir saniye bile oturtulamaz! Anlaşılmıştır herhalde, bu kararların gerekçesi asla hukukî değildir. HüdaPar idarecilerine verilen cezalar da böyledir. O koltuğa oturup “adalet hükmedecek” olan hâkim kisveli şahıslar, üstelik 2011 tarihli bu dosyanın kimin tarafından başlatıldığını bile bile, o dosyalara normal bir hukuk düzeni gibi yanaşmaya kalktıkları an, hâkim değil kasap olduklarını itiraf etmiş olurlar. Dosyaya “usulen” bakıyorlar, polis soruşturması nasıl olmuş, avukat varmaymış, deliller var mı, ifadeler alınmış mı vs. Herhalde bunlar tam veya tam'a yakın olacak, “eksik ama ikmal edilir” diyerek de duruşma açılıyor zaten. Bu ülkede tamamen duruşmaların tiyatro olduğunu gösteren işler var, tutuklu yargılanmaya itiraz edildiğinde davanın ilk celsesinde “delillerin tam olarak toplanamadığından...” diye itiraz reddedildi!iyor ise, o kolluk ve heyet Anayasa suçu işliyor demektir. Deliller toplanmadan ne iddianamesi diye soran yok nasılsa kendilerine! “Kişiyi hürriyetinden mahrum etmek” ise Anayasal suç! Ve bütün bunlar da Ankara’nın gözü önünde oluyor. Çünkü Ankara, her ne kadar “Yeni Türkiye” diyor olsa da bunun nasıl olacağını bilmiyor. Çevresini sarmış üç-beş boşanma avukatı veya hukuk tarihçisi ile ki bunların da “değişim nasıl olur?” üzerinde zerre kadar bilgisi yok, “Yeni Türkiye”yi kuracağını düşünüyor. Bu çevre kendisini 7 Şubat'a, 17/25’e, MİT Tırları'na, 15 Temmuz'a, defalarca HSYK tarafından hâkim ve savcı atmalarına getirdi. Bu yakın çevresi. Bununla beraber, FETO için Ergenekon, Nasyonalist ve Demirel’in adamları ile de işbirliğine girdi; politik tavırları bakımından hiçbir farklılıkları olmadığı için rahatlıkla söyleyebiliriz, ülkenin iç ve dış siyaseti de bu grublara verildi. Mavi Marmara Davasının tüm hukuk kuralları yok sayılarak düşürülmesi, Rus uçağı sonrasında gelişen “dönüşler”, kürt beldelerinin tıpkı Suriye gibi “şehir savaşları” ile “terörist avı” mazeretiyle tarumar edilmesi, HDP milletvekillerinin usulsüz bir şekilde tutuklanmaları, mahkûm edilmeleri vs. PDA geleneğinin yani Perinçek’in “yargı altın çağını yaşıyor, cumhuriyet düşmanları yakalanıyor” demesi, bu manzara karşısında gayet mantıklı ve haklı. Birileri kendi ideolojik düşüncesi yolunda hukuku çok güzel kullanıyor ama bunların Ak Parti idarecileri olduğunu zannetmek muhal. Özellikle 28 Şubat Yargısı tarafından verilen kararların hala geçerliliğini koruyor olması, HüdaPar idarecilerine 2011 tarihli dosya üzerinden ceza yağdırılması, bunun sadece Gülenistlerin işi olmadığını da gösteriyor. Meseleyi sadece onlara bağlamak, işin kolay tarafı. Bunca “soylu temizliğe” rağmen hala orada duruyorlar ise, ilk görevden alınacak olan o “soylu”lar olmalıdır bu durumda. & Bu manzara, iç açıcı bir manzara değil elbette. Çözüm?! Öncelikle “devlet yönetiyoruz devlet, hatalar olur tabii” anlayışsız laflarını çöpe atmak gerekiyor. Devlet denilen büyük organizasyon, başında kimse olmasa bile sabah 7 akşam 5 arası önüne yığılan evrakları oraya buraya havale edip duran basit memur eliyle zaten yürür, durdurman imkansız. Önemli olan o evrakların niteliği ve imzalayanlar! Yani Devlete yön verecek YENİ KADROLAR. Siz bu “yeni kadroları”, “devleti tanıyor” diyerek hala bürokrasi içinden, okey masasından, aile çevresinden bulur ve yerleştirirseniz, sadece bu hususiyetleri olan bürokratlar da birilerinin oyuncağı olurlar. Devleti tanımayan (ve ikinci anlamıyla da TANIMAYAN), lanetli sisteminp, devletin zulmünü sadece dünya görüşü sebebiyle çekmiş insanları oralara yerleştirmezseniz, yeni ve kusursuz bir 17/25 ile kapınızın çalınmasını bekleyin, demek düşer bize. HüdaPar'a düşene gelince... Ak Partili hukukçu milletvekilinin kendilerine nasıl baktığını anlasınlar; 28 Şubat Tutsaklarına da böyle bakıyorlar ve “katil” olmayanlarla eğlene eğlene ilgileniyorlar. Aslında ilgilenmiyorlar ve mevcut hukuk düzenini tamamen kabul edip “hataları” ayıklar gibi yapıyorlar, demektir bu. HüdaPar idaresinin, temyize gidin orada halledilir gibi oyalayıcı tavsiyeleri çöpe atması gerek, herhalde. Bu bir fırsattır çünkü. Tüm 28 Şubat Tutsakları için, onların adil yargılanma yolunun kanunen açılması için bir fırsat. İçişlerinin başında “yollar yürümekle aşınmaz” diyenin yolunda giden biri var, MUSTAZAFLAR YÜRÜYÜŞÜ başlatarak Diyarbakır-İstanbul arasında hukuksuzlugu, adaletsizliği teşhir etsinler, demek geliyor aklımdan. 10 kişi, 100 kişi, 1000 kişi, sayı önemsiz, böyle bir HAK EYLEMİNE başlasınlar, müslüman camiadan katılımları beklesinler. Veya kendi uygun buldukları bir eylem tarzı geliştirsinler ama asla ve asla itidal tavsiyelerine uymasınlar. Çünkü HAKLILAR ve itidal ise bu hakkın gaspına seyirci kalın demektir. Bir “mustazaf” ise seyirci kalmadığından zaten “mustazaf” olmuştur. Ankara’yı uyandırmanın başka yolu yok.
1 note · View note