Tumgik
#Ermeni Tehciri
paltolu-adam · 6 months
Text
Bu tarz arşivlik bilgiler arada hatırlanması gerekir. Kimin ne olduğunu anlamada ve günümüze gelen süreçte yaşadıkları değişimler önemlidir.
ARŞİV UNUTMAZ
2 notes · View notes
algeyapi · 2 years
Text
"Atatürk Amerika'lı gazeteciye Ermeniler'e ilişkin ne söyledi?"
“Atatürk Amerika’lı gazeteciye Ermeniler’e ilişkin ne söyledi?”
“Ermeni soykırımı” savlarını Atatürk nasıl yanıtlamıştı? 26 Şubat 1921’de Amerikalı gazeteci Clanence K. Streit, Kurtuluş Savaşı’nın önderini merak edip, tüm dostlarının uyarılarına karşın Amerika’dan Ankara’ya gelir. (more…)
Tumblr media
View On WordPress
3 notes · View notes
tarihedebiyatsanat · 2 years
Text
Yazıda Ermeni Tehciri(1915) ile ilgili gerçekleri yazacağım. Kaynak olarak özellikle Devlet arşivleri kullanmayı tercih ettim ki daha güvenilir ve yerinde bir kaynak olsun. Çoğu ülke tarafından soykırım olarak kabul edilse bile herhangi bir kanıt, delil bulunamamıştır. Tam tersine soykırım biz Türklere yapılmış bunun sonucunda bazı güvenlik önlemleri alınmıştır. Bunlardan biride Ermeni Tehciridir.
Devlet arşivlerini ve bazı başka kaynakları inceledim. Ermenilerin iftiralarının asılsız olduğunu açıkça gördüm ve zamanın kaynaklarında dahi bizim aleyhimize herhangi bir şey göremedim. Bu kaynakları birleştirip sizlere sundum.
Yabancı devletlerin kendilerine ilgilerinin geçerliliğini sağlamak amacıyla Taşnak ve Hınçak komitelerinin 1896'da Van'da çıkarttıkları isyanda 418 Müslüman, 1715 Ermeni ölmüştür. Ermeniler, memleketin birçok yerinde çıkarılan olayların yanı sıra Sasun, Van ve Girit'te isyanlar çıkarmışlardır. Peki bu Ermeniler nasıl mı bu kadar vilayete yerleştiler? Ruslar 1.Dünya Savaşına girdiklerinde çoğu birliğin başındaki komutanlar ve birlikteki askerler Ermeni idi. Bu sayede yerleşmeleri daha kolay oldu. Sivil halkıda yavaş yavaş asimile ederek adeta kendi yurtları edinmeye başladılar.
Dahiliye Nazırı Talat Paşa, durumun nezaketi karşısında geçici bir kanun çıkmadan ve Meclis-i Vükelâ kararı olmadan bütün sorumluluğu üzerine alarak Ermeni tehcirini başlattı. Talat Paşa’nın özellikle boşaltılmasını istediği yerler; Erzurum, Van, Bitlis eyaletleri, Maraş şehir merkezi hariç Maraş sancağı, Adana, Mersin, Kozan ve Cebel-i Bereket sancaklarıdır.
Ermeni sorunun ulusal kimliğe sahip olması da İngiltere, Rusya ve Fransa hükümetlerinin 24 Mayıs 1915 tarihinde yayınladıkları bildiriyle gerçekleşmiştir. Bildiride “Ermenistan” olarak kabul edilen Doğu ve Güney Anadolu bölgelerinde Ermenilerin katledildikleri söz konusu olmuştur.
Kaynaklarla sabit bir şekilde Ermeniler gayet korunaklı bir şekilde İttihat ve Terakki üyelerince başka bir yere taşınmışlardır. Bazı kaynaklara göre Osmanlıda 1.021.000 Ermeni bulunmaktadır ancak Ermeniler 1.500.000 Ermeni’nin soykırıma uğradığını iddia etmektedir. Rus harbinden önce bir Ermeni meselesi yoktu ancak daha sonra Rusların Ermenileri kışkırtması sonucunda olaylar patlak vermiştir. Tıpkı diğer olaylar gibi yine başka güçlerin kışkırtmasıyla bir millet ayaklanmıştır. Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmak isteyen örgütler savaştan istifade ederek düşmanla birlik yapmış ve sivil Türkleri katletmiştir. Devlete sadakate bağlı olanlar asla tehcire tabi tutulmamıştır. Sadece zarar verenler tehcire tabi tutulmuştur. Sadakatlilerin yanında tehcire şamil tutulmayanlarda vardır. Bunlar hasta ve körler, Katolik ve Protestan mezhebinden olanlar, askerler ve aileleri, memurlar, tüccarlar, bazı amele ve ustalardır.
Osmanlı ordusunda görev yapan asker, subay ve sıhhiye sınıflarında hizmet görenlerin ve ailelerinin yanı sıra merkez ve taşrada bulunan Osmanlı Bankası şubeleriyle, Reji İdaresi, Düyun-ı Umûmiyye ve bazı konsolosluklarda görevli Ermeni memurlar sadakat ve iyi halleri göz önüne alınarak sevk dışı bırakılmışlardır. Sadakatsizlik eden ve komite mensubu olanlar azledilerek sevk edilmişlerdir. Yetim çocuklar ve dul kadınlar da sevk edilmeyerek yetimhanelere ve bulundukları yerlerdeki köylere yerleştirilmişlerdir. Ayrıca ticaret ve benzeri suretlerle ikamet eden Ermeniler, Ermeni mebus ve aileleri de yerlerinde bırakılmışlardır. Sevkiyatta yetim kalanlar ve erkeği olmayan kimsesiz ailelerin geri dönüşü sağlanmıştır. Ayrıca bazı Ermeniler Müslüman olmuşlar ve tehcire tabi tutulmamışlardır elbette ki bu Müslümanlığın samimi olmadığı bir gerçektir ve bu fırsatı da değerlendirmişlerdir.
Devlet sevk edilen Ermenilerin gittikleri yerlerdeki nüfuslarını devamlı kontrol etmiş. Müslüman ahalinin %10'unu geçmemesine özen göstermiştir. Bunun sebebi örgütlenmelerini önlemek, tekrardan bir isyan çıkmamasını ve Müslüman nüfusun azalmamasını sağlamaktır. Ermeni nüfusun belli bir yerde toplanmalarını sakıncalı görerek ayrı kasaba ve şehirlere yerleştirmiştir. Ermenilerin tehcirde ve gittikleri yerde ihtiyaçlarının karşılanması için maddi yardımlarda da bulunulmuştur. Çeşitli vilayetlere ayrı ayrı paralar gönderilmiştir.
Toplu mezarlarda bulunan hunharca katledilmiş Türk şehit naaşları Ermenilerin kurmaca ve düzmece yalanlarının gerçek olmadığına bir ispattır. Batı ülkelerinde konuyla ilişkili Türk kaynakları da kullanılmadığı için sadece Türkler aleyhine söylemler ortaya çıkmıştır. Tehcire tabi tutulan Ermenilerin yolda güvenlikleri, sağlıkları, iskanları temin altına alınmış her türlü ihtiyaçları karşılanmıştır. Ayrı bir konu olarak yakın bir tarihte bile Ermeniler katliama devam etmişler Hocalı’ da çok büyük bir katliam yapmışlardır. Bunu herkes ya görmezden gelmekte ya da bilmemektedir.
Çocuk, kadın, yaşlı demeden insanlar vahşice öldürülmüş bazılarının canlı canlı derileri yüzülmüştür. Ermeniler bu durumdan sıyrılmak için “Az insan öldürüldü” ya da “Azerbaycan askerleri yaptı” gibi bahaneler bulmaktadırlar. Diğer devletlerinde işlerine geldiği ve arka planda kendileri olduğu için “Soykırım” ilan etmektedir ancak kimse Ermenilerin bizlere yaptığı vahşilikleri görmemektedir. Biz bu ve bunun gibi değerlere sahip çıkmadıkça bunlar daha çok aleyhimize kullanılır ve düşman edinmekten başka hiç bir şey yapamayız. Bilgilenmek, bilgilendirmek bizim görevimizdir.
Ayrıca bir de kendi içimizdekiler var kendi “kanımızdan” olanlar bile buna soykırım demekte ve kabul etmektedirler. Temel sorunlarımızdan biri de budur. Kendi kültürümüz hariç herkesin kültürüne sahip çıkarız ve onların eline koz veririz. Ermenilerin bizlere yaptığını unutmamalı ve daima bunun bilincinde olmalıyız. Suçsuz günahsız çocukların, kadınların katledilmesi akıl alır bir şey değildir. Bunun elbette bir önlemi olacaktır en insancıl olanı yapmamıza rağmen soykırım yaptığımız palavraları dönmektedir.
Özet olarak anlayacağız ki bizlere yıllardan beri iftira atılıp üstümüzde oyunlar oynanmakta ancak gerçekler bu iddiaları tamamen yalanlamaktadır. Bahsedilenin tam tersi olarak Ermeniler gayet korunaklı bir vaziyette sevk edilmişler ve isyanlar bastırılmıştır.
Ertuğrul B.
Kaynakça:
Ermeni Tehciri Ve Tehcirden Dönen Ermenilerin İskân Sorunu, Hacer Çelik, 2008
Sovyet Arşiv Belgeleri Işığında Türk-Ermeni İlişkileri, İstanbul Üniversitesi, İstanbul:2007
Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, T.C. DEVLET ARŞİVLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ, Ankara:1995
Ermeni Tehciri Ve Gerçekler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 2001
Ermeni Tehciri Ve İhtida, Süleyman Beyoğlu
Osmanlı Devletinin Sevk Sırasında Ermenilere Yönelik Uygulamaları, Cemal Sezer, 2011
Tumblr media
2 notes · View notes
utopiatv · 8 months
Text
1915 Üzerine, Anadolu’daki, Batı’daki Ermenilere Ne oldu?..
Pek çok kaynağın ortaklaştığı mevcut 1,5 milyon Ermeni’nin akıbetiyle ilgili veriler hep çelişkilidir. I. Dünya Savaşı sırasındaki savaş kayıpları, 1915 Ermeni Tehciri kayıpları, 1916 Kürd Tehciri kayıpları, birbirine karışmıştır. Verilen rakamların hangilerinin Ermenilere ait olduğu, hangilerinin Kürdler, Türkler veya diğer Müslüman unsurlara ait olduğu da net değildir. Celal Temel 1878 Berlin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
seslimeram · 8 months
Text
Binbir Yara
Tumblr media
Binbir yaranın üstünde yükseliyor ülke. Dününden şimdisine ulaşan, şimdiden yarınlarına tam anlamıyla taşınmak istenen cerahat nüvesinin dolaylarında o yaralar birer ikişer onar, yüzer büyüyor. Bir kıymık tanesi kadar başlayanın bugün bütün benliği / ülkeyi sarmasını aralıksız seyretmeye mecbur kaldığımız bir yerden sesleniyoruz. 1894-6 Kilikya kırımının her nasıl 1915 Medz Yeghern / Aghet’ine yol verdiğini bugün az çok biliyoruz. O Ermeni halkına reva görülenlerin, yok etmenin, Sayfo ile Süryanilere, Küçük Anadolu Kırımı ile Pontos Rumlarına, Smyrna Felaketi ile Rumların kalanına, eylendiğini biliyoruz az ya da çok. Bütünüyle Osmanlıdan çıkışın Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun temellendirilip var edildiği odaktan, cumhuriyetin yüz yıllık tarihinde nelerin ilga edildiğini mahvının her nasıl şekillendirildiğini artık az çok seziyoruz değil mi? Binbir yaranın üstüne basa basa var edilmiş kötülük dolu hallerin o Kilikya yıkımından sonra kademe kademe ötekiler için cehennem pratiğine Varlık Vergisi, Aşkale Sürgünleri, 20 Dolar 20 Kg Tehciri gibi nicesi ile varılır. Deneyimlenen, uygun / reva görülen şey bir kere daha hayat pratiğinin aralıksız bir halde çalınmasıdır.
Binbir yara var edilirken söz naçar kalsın da nasıl olursa olsun diye hamleler birbiri ardıl sıra imal ediliyor. Bir memleketin yaşatan bir yer olmaktan alıkonulmasının güzergahına her gün yeni eklemeler yapılıyor. Cerahat öylesine kolayca, sıradan bir eylemmiş gibi tam ve eksiksiz çoğaltılıyor ki, yıkıntıların, berhava edilmiş olan hayat gailesinin, ilga edilmiş olagelen tecrübenin karşısında dur durak bilinmeden bir kötülük serencam eyliyor. Aleni bir biçimde kötülük istikamet eyleniyor. Nedir ki bunca tatsızlık hali değil mi diye soran eden olursa diye aralıksız yüceltilen kötülüğün kırıp döktüğü, nefretin ayrıştırdığı, lincin ve tehditlerin bitimsiz birer yaraya dönüştüğü bunların tümünün birlikte binbir yaraya en kestirmeden evrildiği ülke gerçekliği zaten her şeyi anlatacaktır. Ol takvim yapraklarında kendisine yer bulan, gel gelelim maarif takviminde görünmez addedilen, resmi olanların da pek çoğunda ismi dahi anılmayan yaraların günleri bütün bu anlatmak istediğimiz irin dolu karanlığı görünür kılar. Bir yeri, yurdu ev olmaktan çıkartan cerahatin meseli artık yalın, apaçık bir halde yaşatılan her gündedir. Gelmişi, geçmişi, dünü hepsini kapsayan bir şimdisi ve yarının ta kendisinde bu devinim, bunca açık nobran bir yıkımın tezgahta her gün var edildiği yerdir bu ülke, bir zamanların ülkesi!
Altmış sekiz yıl önce var edilmiş 6-7 Eylül (1955) bütünüyle bu ülkedeki o ev olma hali ve muhteviyatının topyekun imha edilmesine bariz bir kanıtı oluşturur. Modern Türkiye nam tahayyülün kökünün kurutulmasının da başlangıç noktası olduğunu bugün artık çok aleni bir biçimde söyleyebileceğimiz bir karanlık kalkışma, devlet, onun yancısı faşistler ve galeyana getirilmiş olagelen yurttaşlardan mülhem çetelerin varlıkları, kurgudan has gerçekliğe geçişleriyle binbir acıya bir ek var edilir. Yılmaz Murat Bilican’ın T24’te yayınlanmış makalesinden iliştirelim: “1955 yılına bakarsak, ülke gündemindeki en önemli madde Kıbrıs sorunudur. Grivas önderliğindeki EOKA, adada yaşayan İngiliz ve Türklere karşı terör saldırılarına başlamış, saldırılar kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuştur. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı konuyu görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmiş, Konferans 29 Ağustos’ta başlamış ve Dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’yi temsilen yerini almıştır. Basın ve siyasi çevreler tarafından çok önceden başlatılan, Rum vatandaşlarını ve Yunanistan’ı hedef alan kampanyalar yürütülmektedir. Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) kampanyalara katılan ve ön plana çıkan iki örgüttür. KTC başkanı Hikmet Bil, Hürriyet Gazetesi yazarı ve hükümetle yakın ilişkileri olan bir kişidir. Yönetim kurulu üyelerinin de hem basınla, hem hükümetle hem de Milli İstihbaratla ilişkileri bilinmektedir. "Türkiye Türklerindir" alt başlığıyla çıkan Hürriyet gazetesi, Yeni Sabah ve İzmir’de yayınlanan Gece Postası gazeteleri yoğun bir Fener Rum Patrikhanesi ve Yunanistan aleyhtarı yayın yürütmektedirler.
Zorlu’nun Londra’dan gönderdiği ve konferansta, Türk kamuoyunun güçlü sesinden söz ederek elini güçlendirmek istediğini belirten telgrafı Hikmet Bil’le paylaşan Menderes, aslında olaylar için adeta başlat komutu verir. 5 Eylül tarihli gazetelerde üç Rum casusun yakalandığı haberi çıkar aynı gün Taksim’de bir Rum genci dövülür, bazı Rum gazeteler yakılır ve “Kıbrıs Türktür” yazılı bir pankart Patrikhane’ye bırakılır. Ortam oldukça sıcaktır.
Beklenen Kıvılcım Selanik’ten Gelir
6 Eylül günü öğlen saatlerinde radyolar, Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığını duyurdu. (Gerçekte bahçeye atılan küçük çaplı bir patlayıcı binanın iki camını kırmıştı sadece) Demokrat Parti ve Milli istihbaratla yakın ilişkide olan Istanbul Ekspres gazetesi, bu haberle normal tirajının çok üstünde baskı yapar. (Bunun için önceden kağıt stoğu yaptığı iddia edilmiştir)
Öğleden sonra ellerinde tek tip sopalarla harekete geçen gruplar Önce İstiklal’de gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya ve yağmalamaya başlarlar. Yağma kısa sürede, diğer semtlere de yayılır. Sonradan tanıkların anlattıkları, grup liderlerinin ellerinde listelerin olduğunu ve buna göre hareket ettiklerini, bazı ev ve işyerlerinin önceden tebeşirle işaretlendiğini, cana zarar vermemek üzere uyarıldıklarını gösterir. (Bu sayede az can kaybı, bol tecavüz olmuştur.) Benzer eylemler İzmir’de de başlar. 6 Eylül gecesi olaylar artık çığırından çıkmıştır yağma ve zorbalık akıl almaz boyutlara ulaşmış ve kontrol kaybedilmiştir.”
Celal Bayar Efendi’nin “galiba dozu kaçırdık” itirafına rağmen unutturulmak isten bir yıkım halidir, var edilmiş olagelen. Cürümlerle, cerahatle, kesintisiz bir nefretle ortada hiç ama hiçbir zaman var edilmemiş olagelen bir saldırı haberi sonrasında kent sınırları içerisinde yaşamaya çalışan Rumlar başta olmak üzere, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Kıptiler, Bulgar ve Rus Hristiyanlar, Yahudiler, İstanbul dışında azdan az kalmış olagelen yukarıdaki dinsel inanç sahiplerinin yanında Arap Hristiyanlar, her milletten Katolikler ve gözdağına en kolay teslim edilebilecek olagelen bir başka kesim Romanlar hedef kılınır. İstanbul’da Şişli, Nişantaşı, Feriköy, Pangaltı, Beyoğlu, Samatya, Bakırköy, Yeşilköy’de yer alan ev, iş yerlerine, kent çeperine serpiştirilmiş kilise, ayazma ve dinsel ünvanlar taşıyan kurumlara, eğitim kurumlarına ve mezarlıklara, kısacası aidiyetini buralı hiç ama hiçbir zaman saymadıklarına tehdidi, bir de pogromu var ederek, onunla hemhal olarak imal eder bu ülke! Rum tarihçilere göre en az 15 ölü, üç yüzün üstünde yaralı ( kimlikleri ortaya çıkmasın diye saklanmayı mecburen tercih eden binler), bilinen en az altmış kadına doğrudan tecavüz, şiddet ve ötesinde işkenceye varan taarruzlar var edilir. Dönem için büyük bir rakam olan birkaç yüz bin kişilik bir güruh eliyle aşağı yukarı dört binin üstünde ev, 73 kilise, 26 okul, 1 sinagog, 5 binin üstünde dükkan / iş yeri olan binaya saldırı gerçekleştirilir. Tümünü üst üste koyduğunuz vakit binbir yaranın her nasıl biçimlendirildiği de az çok ortaya çıkar. Nihayetinde Rum’a gözdağını var edebilmek için en olmayacak şeylerin peşinden koşulurken, sahiden de ipin ucu bile isteye kaçırılır. Bir kentin belleği, dokusu tahrif edilir. İçine sinmiş olan ezgisi cenaze marşına dönüştürülür, bir kakofoni dışında hiçbir şeyin duyulmadığı, zebani inlemesiyle hayat takas edilir. Çürümüşlük içine rehin edilmiş ülke gerçek kılınır. (Veriler Uluslararası literatürde 6-7 Eylül hakkındaki en kapsamlı kitabın yazarı olarak tanınan Speros Vryonis’in verdiği rakamlardır.) https://t.co/cJShN18lZa
Bir de bütün bu yıkımı halen sahiplenen, arka çıkanlar vardır: “Yapanların eline sağlık, aynısını tekrar yapıp diğer azınlıkları da ülkemizden kovmalıyız tek kurtuluş yolumuz budur.” diye yaza duracaklardır binbir biçimde. İçlerindeki irinle, sinkaflara tutunarak, kin kusup nefret saçarak bir utanç organizasyonu / yıkım daha sahiplenilir. Modern ülke tahayyülünü var ederken içindeki gayrimüslimin sadece “zararsız” olanlarıyla bağ kuran, ötekilerini “düşman” gören bir zihniyetin tezahürü her gün bambaşka açılardan sokaktadır o 6-7 Eylül 1955’in karanlığının izindedir. Tümüyle ülkenin yenilenmesi halini, nefretle, ırkçılıkla, sonsuz bir kinle birlikte kurgulayan aklın sunduğu / yönlendirdiği her düzlem bir başka cerahati birlikte getirir. 68 yıl sonra ülkenin her nerede durduğu, yıkım / kırım ve cinai faaliyetlere, linç girişimlerine nasıl da meylettiğinin utanç verici suretleri bütün o birkaç günde var edilmiş olanı da sahiplenen ülkeyi / yurttaş denilen yepyeni kastın halini açık eder. Korkunç değil mi, gerçekten utanç verici değil mi?
Bianet’ten Hikmet Adal’ın haberinden aktaralım: “bianet editörü Ruken Tuncel’in ailesine yönelik ırkçı taciz ve saldırıya ilişkin yeni bir gelişme yaşandı.
Büyükçekmece 1. Aile Mahkemesi, Beylikdüzü İlçe Emniyet Müdürlüğünün olay günü, saldırgan M.Y. ve A.Y.’nin Tuncel ailesine yaklaşmasını engelleyen önleyici tedbir kararını kaldırdı.
Mahkeme, saldırının "komşuluk ilişkisinden kaynaklandığını" ileri sürerek 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun uygulanamayacağına hükmetti. Her cezai soruşturmanın 6284 sayılı yasa kapsamında değerlendirilemeyeceğine karar verdi.
Tuncel ailesinin avukatı Destina Yıldız mahkemenin kararını eleştirerek 6284 sayılı kanunun tam da bu ve benzer konular için var olduğunu söyledi.
Yıldız “Mahkeme ‘komşular arası ilişki’ demiş ama 6284 sayılı kanunun amacı ve kapsamına aykırı bir şekilde karar vermiş. Kanunun amaç ve kapsamı çok açık bu konuda. Şiddete uğrayan veya şiddete uğrama ihtimali olan kadın, çocuk, aile bireyi ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişiler diyor. Şiddet söz konusu. Tehdit altında olan bir kadın söz konusu. Yasanın amacı zaten bunun önlenmesi. Kanunun uygulanabilmesi için şiddetin illa aile arasında olması gerekmiyor. Ama mahkeme buna rağmen ‘komşuculuk’ diyerek tedbir kararını kaldırmış. İtiraz edeceğiz” dedi.
Ruken Tuncel de “Emniyet aşamasında avukatımız Destina Yıldız 6284 sayılı kanun kapsamında önleyici tedbir kararı talep etti. Ancak mahkeme talebi komşuluk ilişkisi-kavgasına sığdırarak reddetti. Silahla tehdit var. Evde silah olduğu ifade ediliyor ama bunun için bir arama kararı dahi çıkarılmıyor. Üstüne tedbir kararı reddediliyor. Mahkemenin kararı aslında soruşturmanın ne şekilde yürütüleceğini gösteriyor. Var olan şey nefret saldırısı ama bu komşuluk kavgasıymış gibi gösterilmek isteniyor” diye konuştu.
Ne olmuştu?
bianet editörü Ruken Tuncel’in ailesi 10 Ağustos’ta İstanbul Beylikdüzü’ndeki evlerinde ırkçı tacize ve saldırıya uğradı. Tuncel saldırı sırasında evde değildi. Ancak kardeşi Sinem Tuncel darp, annesi ve teyzesi ise tehdit edildi.
Polisin aranması üzerine M.Y. “Polis size gelmez. Ben arayayım ki nasıl geliyor görün. Devlet benim, polis benim. Trabzonluyuz, sizi yakarız. Bu Aleviler, her ayak sizde. Uyuşturucu satmak sizde, eroin kullanmak sizde. Yürüyüşlere gidiyorsunuz, bu yürüyüşe gitmeye benzemez. Pompalım var benim, bir pompalıya bakarsınız. Şarjörü boşaltırım." dedi.
Bina sakinlerinin dışarıya çıkmasıyla da A.Y., Tuncel ailesine “Bunlar terörist" şeklinde, anne M.Y. de “Bunlar Ermeni, bunlar terörist” diye nefret söyleminde bulundu.
Geri dönen A.Y. bu sefer de Sinem Tuncel’in çenesine yumruk attı. M.Y. ise eline bir sopa alarak Sinem ve Ruken Tuncel’in teyzelerine vurmaya çalıştı. Sinem Tuncel araya girmesiyle darbe kendisine geldi ve yaralandı.
Aile daha sonra emniyete giderek ifade verdi ve M.Y. ile A.Y.’den şikayetçi oldu. Tuncel ailesi ayrıca bir başka komşuları E.Y.Y hakkında da ‘kışkırtma ve hedef göstermeden’ şikayette bulundu. Tuncel ailesi önleyici tedbir kararı çıkartarak M.Y. ve A.Y.’nin yanlarına yaklaşmasını yasaklattı.”
Bir gazetecinin başına getirilen saldırganlığın tamamlayıcı unsuru, ırkçı taciz olarak var edilir. Kanunlar önünde yurttaşın eşit olduğu zikredilirken, ol 6-7 Eylül’e her nasıl arka çıkılmaya devam olunduğunun da nişanelerinden birisidir sürgit paldır küldür sarf edilen cümleler. “Devlet benim, polis benim. Trabzonluyuz, sizi yakarız. Bu Aleviler, her ayak sizde. Uyuşturucu satmak sizde, eroin kullanmak sizde. Yürüyüşlere gidiyorsunuz, bu yürüyüşe gitmeye benzemez. Pompalım var benim, bir pompalıya bakarsınız. Şarjörü boşaltırım. Bunlar Ermeni, bunlar terörist” Böyle bir tahayyülle çıkagelen, nato kafa, nato mermer bir akıl tutulmasının karşısında sıradanın hayatının ehemmiyetini kim ne zaman fark edecektir ki sahiden? Yinelemelerle, bambaşka tanımlamalarla, sokakta her gün karşı karşıya kalınan, her gün başka bir yerde birimizden bir başka “ötekisini” hedefe koyan ve var edilmiş cüretin kötülüğü güncellenirken, cezasızlık zırhının sınırları da sonsuzluklara kadar ulaştırılan bir yerde hangi hakkaniyet, nasıl bir yüzleşme ihtimali söz konusu edilebilir ki? Tümüyle nobran, bir biçimde kötülükle soluk ala duran, içindeki kini, onca yıkımın sorumlusu addedebilecek bir öteki bulduğunda ona yükleyen şu herkesin sahibi olduğunu zanneden akıllarla tek bir iyi gün söz konusu edilebilir mi? Sahiden, nasıl!
Binbir yaranın üstünde yükseliyor ülke. Her anlamda şekillendirilmiş olagelen nefretin, her gün üstüne eklenmiş, boca edilmiş linçlerin kıyısında acıları biriktiriyor bir ülke. Bir tek yaraların çoğaltılmasına çaba sarf ediliyor. Dün Anastasia, Eleni, Anna’nın, dün Georges, Yanni, Stavri’nin başına getirilmiş onları bu deryadan çekip kopartmış olanın güncellenmesine devam olunuyor. Planlı programlı bir pogrom kalkışmasının ardılından yirmi dolar, yirmi kg yükle derdest etme halleri nasıl var edildiyse bir mübadele sarmalı Ermeni, Süryani, Kıpti, Arap Hristiyanlara var edildi, ediliyor. Şimdi o bilinmez, başa sanki hiç gelmez addedilen Alevi’ye, Kürd’e, Ezidi’ye, Arab’a binbir biçimde yeniden ve yeniden buluşturuluyor. Cerahatin menzili kılınan bir sahnede hayatın ederi, anlamı, tüm kapsamı derdest ediliyor. Ne hiddet tükeniyor, ne nerede hata yapılıyor buna kafa yorup, iki satır özeleştiri. Bir kuru özrün dahi çok görüldüğü bir zeminde yaşatılan her kırımdan, tahakküm hamlesinden sonra çıkagelen vatan, millet cümlelerinin de var edilen karanlığı örtbas etmek adına yinelendiği açıktır. Bir demokrasi pratiğinden uzaklaştıkça, hayatın bu sahnedeki duruşu / anlamı pejmürde bir kabalığa, eksiltmeye tabi tutuluyor. Bunca yıldır o yaşatan yerin, yok eden, tüketen bir cerahate evrimine dair itirazlar var ediliyor. Bugün şu raddede evi yok olmanın kıyısına taşımış bir zeminde dağ taş Türk’ün olsa ne yazar sahiden, her şeyi yitirdikten sonra? Tümüyle kötülüğün benliğine teslim olunduktan sonra her şey güllük gülistanlık dense ne yazar sahiden? Düşünüyor musunuz, kaybettiklerinizi, onca zamanda izi kalmasın denilenlerin bıraktığı izi, yarayı, bereyi... Sahiden oralarda mısınız, duyuyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Speros VRYONIS’in Külliyatından: The Mechanism of Catastrophe: The Turkish Pogrom of September 6 – 7, 1955, And The Destruction Of The Greek Community Of Istanbul
0 notes
ozel-buro · 2 years
Text
TEHCİR DOSYASI /// Prof. Dr. Kemal Çiçek : Kanadalı Türkler'in 105 Yıldır Unutulan Tehciri
TEHCİR DOSYASI /// Prof. Dr. Kemal Çiçek : Kanadalı Türkler’in 105 Yıldır Unutulan Tehciri
Prof. Dr. Kemal Çiçek : Kanadalı Türkler’in 105 Yıldır Unutulan Tehciri Osmanlı hükumetinin 1915’teki Ermeni tehcirini yapmasından 8 ay önce Kanada hükumeti bir ‘Savaş Önlemleri Kanunu’ çıkardı ve 200 Türk’ü Osmanlı oldukları için esir aldı. Bin kilometre uzaklıktaki toplama kampına sürülen Türkler ne mektup gönderebildi ne de seslerini duyurabildi. Türk olmaktan başka suçları olmayan bu…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
bernamegeh · 3 years
Text
2 Mayıs 1916 KÜRT TEHCİRİNDE BİR MİLAT / Celâl Temel
2 Mayıs 1916 KÜRT TEHCİRİNDE BİR MİLAT / Celâl Temel
Birinci Dünya Savaşı sürecinde Osmanlı iktidarını elinde tutan İttihat-Terakki Hükûmeti önemli kararlar alıp uyguladı. Daha savaşın başlangıç aylarında Ermeni Tehciri başlatıldı. 24 Nisan 1915 tarihinde, bazı Ermeni aydınları tutuklandı. Ermeni Tehciri’nde bir milat olan bu tarihten bir ay sonra, 29 Mayıs 1915 tarihinde Osmanlı Meclis-i Mubasanı’nda tehcir kanunu kabul edildi. Bu dönemde,…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
mertnews · 3 years
Text
GEMİLERİ YAKIN ÜLKEYİ DEĞİL!
Tumblr media Tumblr media
24 Nis
1- Acıları paylaşmak, bir daha yaşanmasın demek ayrı Türk milletini nazilerle bir tutmak ayrıdır. #Tehcir sebep değil sonuçtur. #akp oluşturduğu mağduriyet ve kızgınlıkla akliselimi ortadan kaldırdı #erdoğan’a olan haklı nefretinizi #Türk tarihinden çıkarmayın.. #ErmeniSoykırımı
2- “Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alakaları fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri..+
3- bulup medresesi bir vakit asker kışlası gibi silahlar, kitaplarla beraber bulunuyordu” Tarihçe’den ahmet kurucan ve benzerlerinin okumama ihtimali yok. #Gülen’deki sağduyu hiç birisinde yok. #Erdogan’a nefret bir kavmi karalamaya döndü.
Beyler daha düne kadar ABD’li senatörlere ermeni soykırımını tanımayın diye mektuplar yazdığınızı unutmayın.
Beyler daha düne kadar ABD’li senatörlere ermeni soykırımını tanımayın diye mektuplar yazdığınızı unutmayın.
Efendiler gemileri yakın, ülkeyi yakmayın!
ÖS 4:26 · 24 Nis 2021·Twitter Web App
OSMANLI’YI TEHCİRE ZORLAMAK: 1915’TEN ÖNCE NE OLDU?
1 note · View note
tuzcularisin · 3 years
Text
Akıp Giden Zamanın Çarkında Bilecik Köyleri
Akıp Giden Zamanın Çarkında Bilecik Köyleri
Doğu yeli esiyor karşıdan Kirpiklerim tozlu Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan Sensiz Çorak tarlada geçkin bir at çakalı Bir telli kavak bir zeytin bir kuş Sensiz Yusuf Atılgan 1970’lerde Ankara çevresindeki köyleri anımsıyorum, tarlalarda boy boy başaklar, kerpiç evler, tezek kokusu, yolumuzu kesen arabanın önüne oturup kalkmayan telaşsız inekler, şaşkın bakışlı mandalar, köy kahvesinin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
ahmet-34 · 2 years
Text
Ermeni acılarını paylaşan paylaşana...
Söz konusu 1915 olayları ve Ermeni tehciri olunca Ermeni acılarını paylaşan paylaşana...
Bizde sorumlu siyasetçilerin Ermeni acılarını paylaşma ve taziye furyası 2014 yılında başlıyor ve günümüze kadar da devam ediyor... Örneğin, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, 24 Nisan 2015 tarihinde yayınladığı mesajında ‘’Ermeni toplumunun geçmişte yaşadığı üzüntü verici hadiseleri bildiğini ve acılarını samimiyetle paylaştığını’’ belirtiyor.
Yine Sayın Cumhurbaşkanı 24 Nisan 2016 tarihinde Ermeni Patrikhanesi’ne taziye mesajı göndererek ‘’Ermenilerin acılarını paylaşıyoruz’’ mesajını veriyor.
Yine Sayın Cumhurbaşkanımız, 24 Nisan 2018 tarihinde de Ermeni Patrikhanesi’ne taziye mesajı göndererek ‘"Ermeni vatandaşlarımızın tarihte yaşadığı acılara ortak olmak, bu acıları paylaşmak, Türk milletinin vicdani ve ahlaki duruşunun bir gereğidir" mesajını veriyor. Bu yıl da dâhil bu her yıl böyle mesajlar veriliyor...
Acaba sayın Cumhurbaşkanının danışmanları ne iş yapıyor. Tarihi konularda niçin Cumhurbaşkanımızı uyarmıyorlar.
Katledilen Türkler
Daha dün, 21 Mayıs tarihi, 21 Mayıs 1864 tarihinden itibaren, Rus İmparatorluğu tarafından Çerkeslere uygulanan toplu katliamın yıldönümü idi… Siz hiç Çerkezlerin acılarını paylaşan bir Rus siyasetçi duydunuz mu?
Balkan Savaşı'ndan sonra yüz binlercesi katledilen, yüz binlercesi de anayurdundan sürgün edilen Balkan Türklerinin acılarını paylaşan bir Yunan veya bir Bulgar veya bir Sırp siyasetçi duydunuz mu?
Josef Stalin'in emriyle Sovyet hükümeti tarafından 18 Mayıs 1944 tarihinden başlayarak Kırım Tatarları Sibirya’ya sürülmüştü (tehcir edilmişti) … Bu sürgünde binlerce Kırım Tatar Türkü katledilmişti... Sağ kalanlar da ya sürgündeki ve Sibirya’daki olumsuz koşullar nedeniyle yaşayamamışlardı... 18 Mayıs daha dört gün öncesiydi, sahi siz bu katliamın yıldönümünde Kırım Tatar Türklerinin acılarını paylaşan bir Rus siyasetçi duydunuz mu? Boşuna hafızanızı zorlamayınız. Duyamazsınız… Çünkü böyle bir üzüntü paylaşımı olmamıştır…
Bu yazımda Çerkeş katliamını, Balkan Türkü katliamını, Kırım Türkü katliamını anlatmayacağım… Bu yazımda Ermenilerin Van’da, Bitlis’te, Erzurum’da, Erzincan’da yaptıkları Türk katliamlarını da yazmayacağım… Eğer Ermeni terminolojisini kullanacak olursak bunların hepsi birer soykırımdır… Bu yazımda kimseciklerin pek bilmediği bir Ermeni –Fransız işbirliği ile yapılan bir Türk katliamını anlatacağım…
Çukurova’nın Fransızlar tarafından işgali
Birinci Dünya Savaşından sonra Mondros Ateşkes Sözleşmesi bahane edilerek Kasım 1918 tarihinden itibaren Çukurova bölgesi Fransa tarafından işgal ediliyor… Bu işgal sırasında Fransa, bölgede bir Ermeni devleti kurma vaadiyle Ermenileri kandırıyor. Önce gönüllü Ermeni taburları oluşturuluyor. Daha sonra, ABD, Mısır, Suriye ve Fransa’dan 200 bin Ermeni getirtiliyor. Bu şekilde Fransız Doğu Lejyonu’na bağlı Ermeni Lejyonu kuruluyor. Bu özel birliğe Fransız üniforması giydiriliyor, ellerine Fransız silahı veriliyor… Benzer uygulamayı da 1914-1915 yılarında Çarlık Rusyası Doğu Anadolu’da yapıyor… Adı geçen birlik 1921 yılına kadar bölgede akıl almaz katliamlar yapıyor… İşte bu Ermeni – Fransız ortaklığı Çukurova’da katliamlara başlıyor… Kimler katlediliyor? Tabii ki Türkler katlediliyor…
‘’Kaç Kaç’’ olayı
Fransız işgali altındaki Adana’da Fransız ve Ermeniler tarafından 10 Temmuz 1920 tarihinde Türklere karşı yapılan bu katliamın en büyüğüne girişiliyor. Bu harekât sonucu onbinlerce Türk Toroslara doğru kaçıyor. Dört gün süren bu hareket tarihte ‘’Kaç Kaç’’ olayı olarak adlandırılıyor. ‘’Kaç Kaç’’ olayı aslında Kurtuluş Savaşının Çukurova’da geçen bir safhası oluyor ve Fransız-Ermeni işbirliğinin Çukurova halkına hayat hakkı tanımamacasına giriştikleri imha hareketi karşısında Adana halkının Toros Dağlarının yamaçlarına çekilmesi hareketi olarak Millî Mücadele tarihimize geçiyor…
Ankara Anlaşması sonrası
20 Ekim 1921’de TBMM hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’ndan sonra Fransız işgal kuvvetleri Suriye ve Lübnan’a çekilirken yanında bu katliamlara katılan 50 bin Ermeni’yi de götürüyor. Ardından, Fransızların Çukurova’da (Kilikya’da) yüzüstü bıraktığı Ermeniler önce Suriye ve Lübnan’a, daha sonra da Fransa’ya gidiyorlar... Fransa’da günümüzde yaşayan yaklaşık 600 bin Ermeni asıllı Fransız vatandaşının kökenini bu Ermeniler oluşturuyor…
Edebiyatta ‘’Kaç Kaç’’ olayı
Günümüzün popüler tarihçileri, edebiyatçıları pek bilmezler ama o günlerden kalan iki dörtlük ‘’Kaç Kaç’’ olayının o ürpertici manzarasını sanki bugünmüş gibi canlı canlı anlatıyor: (Yusuf Ayhan, Mustafa Kemal'in Pozantı Kongresi ve Adana'nın Kurtuluşu, Adana, İpek matbaası, 1963)
‘’On Temmuz bilseniz ne kara gündü
Obalar göç etti ocaklar söndü,
Adana bir yangın yerine döndü
O günden ruhlarda bir sızı vardı
O gün döküldü masumlar kanı
Bu kaç kaç ateşi sardı Seyhan'ı
Boğulmak istendi Türkün imanı
Şafakta Kaç Kaç'ın izleri vardı…’’
Ne yazık ki bu olay ne bilimsel kaynaklarda ne edebiyat alanında ne de sinema alanında işleniyor…
Sadece, kendisi de bir Çukurovalı, Adanalı olan Yaşar Kemal’in hemşerisi ve aynı zamanda Yaşar Kemal’in halefi olan (ki kendisi de bunu bilmez) yazar Serpil Ciritci’ ‘’Kavin’’ (Kerasus Yayınevi, 2017) adlı kitabında bu ‘’Kaç Kaç’’ olayından bahsediyor. ‘’Kavin’’, yazar Serpil Ciritci’nin üçüncü kitabıdır. (Serpil Ciritci’nin diğer kitapları: Gümüşlük Meleği, Bizim Mahalle Yayınevi, 2012 ve Kuantumun Gücü, Puslu Yayıncılık, 2014)
‘’Kavin’’, ‘’Kaç Kaç’’ olayı ile başlıyor. Kitapta Çukurova’nın o zamanki çiftlikleri, köyleri anlatılıyor, sonra günümüze İstanbul'a kadar uzanıyor... Geri planda Marşal yardımı, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 olayları yer alıyor.
Kitabın adı olan ‘’Kavin’’, Farsça kökenli olup, ‘’güçlü ve cesur kız çocuğu’’ anlamına geliyor. Kitapta ismi geçen "Kayra" ise ‘’büyük bir kimseden gelen iyilik, ihsan’’ anlamına gelen Türkçe kökenli bir isim. Türk Mitolojisine bakıldığında ise ‘’Kayra’’ kelimesi “Tanrı” anlamına geliyor...
Biz unutkan bir milletiz!...
Adana’da yapılan Toroslarda yapılan Türk katliamlarını, ‘’Kaç Kaç Olayı’’nı kim hatırlıyor? Unuttuuuuuk gittik değil mi? Biz zaten unutkan bir milletiz... O kadar çok şeyi unuttuk ki ‘’Kaç Kaç Olayı’’nı unutmuşuz çok mu?
Einstein; ‘Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir’ diyor… Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ diyor…
Kimse üç bin yıl öncesini unutmuyor (ki bu sayfalarda anlattım onları) ama vazgeçtim üç bin yılı, üç yüz yılı, son yüzyılı, son yılı, biz dünü unuttuk dünü…
Biz unutkan bir milletiz; bize yapılan her şeyi unuttuk. Geçen yüz yılın başlarındaki karanlık yılları, kan, ateş, felaket ve ihanet yıllarını unuttuk.
Balkanlardaki Türk katliamlarını unuttuk, Van’da, Gevaş’ta, Bitlis’te, Muş’ta, Bayburt’ta, Trabzon’da, Sivas’ta, Kars’ta, Iğdır’da, Ardahan’da, Kağızman’da, Nahçıvan’da, Erzurum’da, Erzincan’da, Adana’da, Toroslarda Ermenilerin katlettiği Türkleri unuttuk.
Yunanın Anadolu’yu işgal ettiğini unuttuk… Yunanın Anadolu’da yaptığı katliamları unuttuk…
Vahşi kapitalizmin kollarına atıldık, sosyal devleti unuttuk. Metafiziğin dipsiz kuyularına daldık, bilimi unuttuk. Türkiye’de Türkçeyi unuttuk. Bu Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu unuttuk, kurucusunu, ilkelerini, devrimlerini unuttuk. Ulusal egemenliği, bağımsızlığı, onuru, gururu unuttuk. Tarım ülkesi ülkemizde insanlarımızı beslemeyi, tarımı, hayvancılığı, üretimi unuttuk. Yüreğimizi yakan, yavrularımızı kıran, evlerimizi yıkan depremleri unuttuk.
Unuttuk, unuttuk, unuttuk…
Terör örgütü liderine ‘’sayın’’, şerefli ordumuzun genelkurmay başkanına ‘’terörist’’, şehitlerimize ‘’kelle’’ dediler; unuttuk. Sahte ve uydurma belgelerle, terör örgütü yöneticiliğinden bozma gizli tanıklarla şerefli ordumuzun kahraman askerlerine Ergenekon, Balyoz diye pusular kurdular, o pusuları mahkemelerde, o masum kahramanları zindanlarda unuttuk…
Bizler unutkan milletiz… Dünü unuttuk dünü… ‘’Kaç Kaç Olayı’’nı unutmuşuz çok mu?
Goethe; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ diye söylemişti ya; bizler günübirlik yaşıyoruz işte…
Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır...
Böylesine unutkan bir millet olunca şaşkın ördek misali kimin kimden özür dileyeceğini şaşırıyorlar. Kavin kadar olamayanlar, her yıl Ermenilerin üzüntülerini paylaşanlar, onlardan özür dileyenler, Biden’in ‘’soykırım’’ suçlaması karşısında sus pus olanlar, bunun ardından ‘’tazminat’’ ve ‘’toprak’’ taleplerinin geleceğini hiç mi hiç görmüyorlar...
Osmanlı tarihini anlatan on iki ciltlik ‘’Tarih-i Cevdet’’ ve ‘’Tezakir-i Cevdet’’ adlı eserlerin sahibi, Mecelle'yi kaleme alan, Osmanlı’nın on dokuzuncu asırda yetiştirdiği en büyük devlet ve bilim adamı, tarihçi, hukukçu ve şair Ahmet Cevdet Paşa, tarih bilmeyen siyasetçilere şöyle diyor:
‘’Tarih bilmeyen siyasetçi, pusuladan anlamayan kaptana benzer, her ikisinde de karaya oturma tehlikesi, kaçınılmaz sonuçtur…’’
Mustafa Kemal Atatürk’ün altını çizerek yanına çok mühim olduğunu belirtmek için iki defa çarpı işareti koyduğu Leone Caetani’nin dokuz ciltlik ‘’İslam Tarihi’’ isimli eserinde geçen bir sözü bu gök kubbede çın çın çınlıyor:
“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır...”
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
7 notes · View notes
multecibekes · 3 years
Text
KILIKYA KATLIAMI
Adana 13 Nisan1909 Salı, üzerinden 112 yıl geçti.
Katliamlardan sonra Adana’da neredeyse Ermeni kalmamış gibiydi. Bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı kaçmayı başarmış, kalanlar koyun sürüsü gibi birkaç jandarmanın nezaretine terk edilmişlerdi. Araştırmalar başladığında, bir yanda sevdiklerinin bedenlerine gözyaşı akıtmaktan tükenmiş zavallı insan enkazları, öte yanda kışkırtıcılar, katliam tertipçileri, yağmacılar ve katiller duruyordu. Bu şartlar altında mülki idare ne yaptı? Hükümete karşı isyan başlattıkları ve ateş açtıkları suçlamasıyla, hayatta kalanlar arasında göze çarpan herkesi hapse tıktı ve zincire vurdu. Bu tuhaf tutumla birlikte, katliamların yaratıcısı ve tertipçisinin bizzat yerel mülki idare olduğunu bilmeyenler de öğrenmiş oldu…”
Daha sonra evinde şüpheli şekilde ölü bulunan (resmi rapora göre kalp krizi, Ermeni kaynaklarına göre zehirlenerek) Hagop Babigyan’ın engellemeler nedeniyle ancak 1912 yılında yayınlanan raporunda geçen bu ifadeler 13 Nisan 1909 yılında başlayıp bir hafta süren Ermeni katliamını anlatıyordu.
Katliamda ölenlerin sayısı kaynaklara göre değişmesine rağmen öldürülen Ermeni sayısı 20-30 bin arasındaydı.
Resmi kaynaklardan Adana Valisi Cemal Paşa’nın anılarında 17 bin Ermeni, 1850 Müslüman öldüğü yazılıydı.
Cemal Paşanın anıları, katliamı mezhep çatışması gibi göstermeye çalışan ve her iki taraftan da eşit sayıda insan öldüğünü yazan kaynakları yalanlıyordu.
1909 yıllarında 550 bin olan Adana nüfusu içerisinde yaklaşık 60 bin Ermeni yaşamaktaydı. O yıllarda Çukurova Kilikya olarak anılıyordu. Bu nedenle de bu katliam “Kilikya katliamı” olarak raporlara geçmişti.
Adana, o dönemin en zengin Anadolu kenti olup en önemli geliri de pamuktandı. Pamuk önemli bir üründü ve çiğiti (çekirdeği) barut hammaddesi olarak kullanılıyordu. Avrupa’nın tamamının kaynağı Kilikya olup en büyük alıcı İngilizlerdi.
Hammaddeyi kaybetmek istemeyen Avrupa bazı durumlara göz yummayı göze alacak durumdaydı. Bu nedenle de Mersin açıklarında bekleyen İngiliz askeri donanması olaylara asla müdahale etmedi.
12 Nisan Ermenilerin Paskalya yortusuydu. Ayrıca Arpa hasadı için civar köylerden gelen Ermenilerle birlikte ermeni, nüfus ikiye katlanmıştı. Pamuk çapası için gelen mevsimlik Kürt kökenli işçiler de şehrin etrafında çadırlar kurmuştu.
Aylardır süren söylentilerle şehirde huzursuzluk haddinden fazlaydı. Müslümanlar, “Ermeniler katliam yapacak, camileri yıkacak, bütün Müslümanları kesecek, 1894 ün intikamını alacak” diyerek kışkırtılıp silahlanmaları sağlanmıştı. Ermeniler de bu durumu fark edip silahlanıyordu. Ancak Müslümanlar nüfus olarak Ermenilerin 1o katıydı.
13 Nisanda Adana’da Pazar kuruluyordu. Tüm halk tedirgindi. Pazarın kurulduğu gün başlayan kargaşalar çatışmalara dönüştü. Kıyamet koptu. Ermeniler kendilerini savunmaya çalışıyordu. Saldıranlar çok kalabalıktı ve savunmaları neredeyse imkânsızdı. Saldırı kışkırtmalarla birlikte tam bir katliama dönüştü.
Yaklaşık bir hafta süren saldırı ve katliam sonucu 20 binden fazla Ermeni katledildi. Çatışmalarda ölen Müslüman sayısı 2 bin bile değildi. Sağ kalan Ermenilerin özellikle gençleri tutuklanıp çeşitli cezalara çarptırıldı. Bir kısım Ermeni aileler kaçmayı başardı ve yurt dışına gitti.
Bu katliam sonrası Adana’da Ermeni nüfus birkaç bin olarak kaldı. Özellikle genç nüfusları yok edildi. Bu katliam 1915 tehciri için bir hazırlık anlamını taşıdığı, tehcir sırasında Ermeni nüfusu koruyup kollayacak genç nüfusu yok etmeyi amaçladığı söylenir.
Mayıs ayında biri Adana’da diğeri Cebel-i Bereket’te (Osmaniye) olmak üzere iki Divan-ı Harb-i Örfi kuruldu. Uzun bir yargılama süreci sırasında mahkeme heyeti Ermenileri “1894-1896’da hadleri bildirilmediği için uslanmamakla”, “yabancı devletlerin de kışkırtmasıyla ayaklanmaya hazırlanmakla” suçladı.
Mahkemenin bu kararı aslında katliamın neden yapıldığını, önceden hazırlandığını, kendiliğinden gelişen bir çatışma olmadığını da gösteriyordu.
1894-1896 yılları arasında 2 yıl devam eden Ermeni katliamında 300 bin civarında Ermeni nüfus katledilmişti. Bu katliamda da Avrupa’nın sessiz kalmasının nedeni Pamuk çekirdeği alımıydı ve bu sessiz kalış 1915 Tehcirinde de devam etmişti.
1894-96 yıllarında İstanbul’dan gelen emir doğrulturunda Ermenilerin yaşadığı Van, Bitlis, Diyarbakır, Sason ve Muş illerinde sistematik baskı ve saldırılarla Ermeni kıyımı başlatılmış, yüzlerce Kilise ve tapınak yakılıp yıkılmış ya da camiye çevrilmişti.
Yabancı elçilikler sadece protesto etmeyle yetinmiş, herhangi bir faaliyette veya karşı eylemde bulunmamışlardı. Sason, Muş ve Bitlis civarında ermeni gençlerin kendi aralarında örgütlenip silahlanmaları sayesinde o bölgelerde katliam ve kırım fazla olamamış, savunmasız bölgelerdeki katliam çok ağır olmuştu.
Gerek 1894-96 yılları arasında yapılan katliamlar gerekse 1909 Kilikya katliamı ileride (1915) yapılması düşünülen/planlanan tehcir için ön hazırlıklardı. Özellikle genç nüfus katlediliyor, Ermeni nüfus savunmasız bırakılmaya çalışılıyordu. Ayrıca bölgede bulunan Armenagan Partisi’nin ve Hınçakların üst kadroları büyük ölçüde yok edildi. O dönemlerde Hınçakların eylemlerine katılmayan Taşnaklar hayatta kalmayı başaran tek örgütlenmeydi.
26 Ağustos 1896’da yirmi altı Taşnak, genç Papken Suni önderliğinde, patlayıcılarla donanarak İstanbul’daki Osmanlı Bankası’nı işgal etti. Talepleri arasında genel af, el konulan mülklerin iadesi, altı vilayette Avrupalı yetkililerin gözetiminde reformların hızla hayata geçirilmesi ve kurulacak karma bir Müslüman-Ermeni zabıta gücü yer alıyordu.
Çatışmalarda 10’u öldürüldü. Kalanlar, taleplerinin dikkate alınacağı hususunda Avrupalı diplomatlarca ikna edildikten sonra eyleme son verdiler. Güvenliklerinin sağlanacağı konusunda güvence alarak gemiyle Avrupa’ya gittiler.
Bu olaya tepki olarak hükümetin kışkırtmasıyla çıkan İstanbul’daki ayaklanmalar yaklaşık 6 bin Ermeni’nin canına mal oldu.
Adana Ağıdı
Ağlasın Ermeniler bu acı kıyıma
Çöle döndü görkemli adana
Ateş ve kılıç vicdansız talan
Rupenin evi ah oldu talan
Verme artık ışığını ey yüce güneş,
etrafında sakla yüce yasını.
güney rüzgarı geçti ülkeden,
soldu, kurudu çiçek ve ağaç.
zavallı Ermeniler bir dakikada,
düştüler vicdansız kılıc altına.
kilise ve okul alevler içinde,
binlerce ermeni öldü hunharca.
kanunsuz duygusuzlar, yetim bıraktı,
evladı anasından, gelini damadından,
alçak adil ile duygusuz cavit,
doydular içip ermeni kani.
görkemli adana boşaldı bitti,
küllere boğuldu bütün kilikya.
sevgili hacın yaşadı yalnız,
dondu kaldı zeytun, bir kaya gibi.
ateşler içinde üç gün üç gece,
içerden kılıç, dışardan topla,
sildiler ermeniyi dünya yüzünden,
kanlar akıyor berrak sulardan.
yetmez mi artık bu adilikler,
ağlayıp sızlayıp taşıdık sonsuz,
yabancının evinde güven kayboldu,
şerefimizle ölelim bu topraklarda!
http://sendika10.org/2016/04/kilikya-katliami-uzerinden-107-yil-gecti-nami-temeltas-bianet/
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
7 notes · View notes
hetesiya · 3 years
Text
ŞU TOPAL OSMAN HİKAYESİ
Tumblr media
- SADIK VARER -
Önce bir yanlışı düzeltelim. "Mustafa Kemal'in muhafızı Laz Osman" olarak da bilinen Topal Osman, Lazcanın Le'sini bile bilmezdi; Lazların binlerce yıldır yaşadıkları coğrafyaya yaklaşık 250 km. uzaklıktaki Giresun'lu Topal Osman, büyük olasılıkla, Fatih'in 1461 yılında Trabzon'la birlikte Giresun, Tirebolu, Görele ve Bedreme kalelerini ele geçirdikten sonra bölgeye yerleştirdiği yüz bin civarındaki Çepnilerdendir.
Topal Osman, birinci savaş yıllarında Karadeniz'de oldukça yaygın olan eşkıya gruplarından birinin reisidir. Onu meşhur eden ilk vukuatı, Giresun'da topladığı yüz kişilik bir eşkıya grubu ile Trabzon hapishanesini basması ve kaçırdığı yüz elli mahkumu çetesine katmasıdır.
Bir yandan eşkıyalığın icaplarına uygun 'işler'le uğraşan Topal Osman, diğer yandan, Enver Paşa tarafından İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde kurulan ve özellikle Ermeni Tehciri ile Kürt isyanlarının bastırılmasında bir dizi katliama 'imza atan' Teşkilat-ı Mahsusa'ya bağlı olarak 'memlekete faydalı işler'le de uğraşmaya başlar.
Artık, Teşkilat-ı Mahsusa gibi ürkütücü bir gizli teşkilatla organik ilişkisini de kullanarak 'meşru bir güç' haline gelmeye başlayan Topal Osman'ın önünde kimse duramaz!..
Daha sonra, Rum teşkilatlanmasının tasfiyesinde, Karadeniz'in bu 'gözü kara' çetecisinden yararlanabileceğini anlayan Padişah Vahdettin, işlediği sayısız yağma, soygun ve cinayetlerle birlikte, Ermeni Tehciri'nde gerçekleştirdiği katliamlardan dolayı Topal Osman hakkında verilmiş bulunan tevkif kararını kaldırır.
Mustafa Kemal'in Topal Osman'la ilişkisi ise, ancak pragmatik siyasetin 'kuralsızlığı' ile açıklanabiliir; Karadeniz'deki Rum başkaldırısının tasfiyesi için bir çare arayan Mustafa Kemal, "Rum meselesini çözmek" amacıyla, zaten Rumların canını ve malını almakla meşgul olan Topal Osman'la ilişki kurmuştur. Mustafa Kemal'in Samsun'a çıktıktan hemen sonra Havza'da Topal Osman'la görüştüğünü, Teşkilat-ı Mahsusa'nın son reisi olarak bilinen Hüsamettin Ertürk'ten öğreniyoruz.
Hasan İzzettin Dinamo da "Kutsal İsyan II."de bu görüşmeye değinmektedir. Karadeniz'deki 'Pontus belasının ortadan kaldırılması işi'ni üstlenen Topal Osman'ın Mustafa Kemal'e verdiği yanıt şöyledir ; "Siz merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacaklar."
Hiç kuşku yok ki, Topal Osman, Mustafa Kemal'e verdiği sözü 'layıkıyla' yerine getirmiş; binlerce Rum öldürmüş ve bu arada, korkup kaçan, ülke değiştiren Rumların mallarına el koyup, yakın geçmişte balıkçılık ve kahvecilik yaparak geçinmeye çalışırken, Karadeniz'in en büyük zenginlerinden 'Osman Ağa' olmayı da başarmıştır!..
Topal Osman Ağanın 'şansı' yaver gitmektedir; Büyük Millet Meclisi, Topal Osman'ı, "Mustafa Kemal'in Muhafız Alayı Komutanlığı" vazifesiyle Ankara'ya davet etmiştir.. Topal Osman, artık Mustafa Kemal'in en yakın adamıdır…
Mustafa Kemal'in Topal Osman gibi 'tehlikeli' birini yanına almasıyla ilgili pek çok yorum yapılmıştır. Yaygın görüş, Meclis içinde ve dışında oluşan muhaliflerin tasfiye edilmesi için kendine çok sadık ve o ölçüde 'iş bitirici' birine duyulan ihtiyaç, şeklindedir.
Gerçekten de bu görüşü doğrulayan bir dizi olay vardır. Bunlardan ikisi, üzerinde en çok durulan olaylardandır. Birincisi, Anadolu'daki mücadeleye katılmak üzere yola çıkan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Trabzon'da katledilmeleri; ikincisi, Mecliste Mustafa Kemal'in en etkili muhalifi olarak bilinen Lazistan Mebusu Ali Şükrü'nün 'ortadan kaldırılması'dır..
1921 yılı başında Türkiye Komünist Partisi, "Anadolu Ayaklanması" olarak nitelenen mücadeleye katılmaya karar vermiş ve bu kararını Mustafa Kemal'e bildirmişti.. Mustafa Kemal, TKP'lilerin Anadolu'ya gelmelerini ve mücadeleye katılmalarını çok tehlikeli bir gelişme olarak değerlendirmiş ve vakit geçirmeden 'lazım gelen önlemleri' almıştır..
Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve diğer TKP'liler Kars'ta, halkın büyük tezahüratıyla karşılandılar. Ama, ondan sonra halkın tepkisi değişti!.. Yol boyunca 'bazı gruplar'ın saldırıları ile karşılaşmaya başladılar. Durumu 'değerlendiren' yetkililer tarafindan Batum üzerinden Bakü'ya geri yollamak 'amacıyla' Trabzon'a götürüldüler. Trabzon'da kayıkçı kahyalığı yapan Yahya Kaptan ve adamlarının provakatif saldırısına maruz kaldılar. Silahsızlandırılmış halde bir taka ile Karadeniz'e açılmaya zorlandılar. Ardından, Yahya Kaptan ve adamları adamları tarafından Sürmene açıklarında kuşatılarak katledildiler. 1921 yılında, 28 Ocak gecesi Mustafa Suphi ve on üç yoldaşı Karadeniz'e gömüldüler!..
Bu trajik olayın faillerinden Yahya Kaptan'ın akıbeti ise bellidir; Topal Osman, katliamdan sonra sağda solda katliamla ilgili 'gevezelik' yapan adamı Yahya Kaptan'ın işini bitirmiştir!..
Şimdi, Büyük Millet Meclisi'nde Lazistan'ın Trabzon Mebusu olarak kayda geçmiş bulunan Ali Şükrü Beyin öldürülmesi olayına geçebiliriz.
23 Nisan 1920'de açılan Büyük Millet Meclisi'nde iki grup vardır. Birinci grubu Mustafa Kemal, ikinci grubu ise Ali Şükrü yönetmektedir. Ali Şükrü, etkili bir siyasi muhalif ve aynı zamanda gazetecidir, Tan gazetesinin sahibidir.
Özellikle, İnönü başkanlığında sürdürülen Lozan görüşmelerindeki başarısızlıklar üzerine yaptığı konuşmalar ve yayınlarla Mustafa Kemal'in canını fena halde sıkmaya başlayan Lazistan Mebusu Ali Şükrü, bir Meclis toplantısında, TKP'lilerin Trabzon'da katledilmeleri ile ilgili görüşmeleri ve telgrafları deşifre edip, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Mustafa Kemal'in emri ile Topal Osman ve adamı Yahya Kaptan tarafından katledildiğini ispatlayınca, kendi sonunu hazırlamış oldu; Meclisi karıştıran bu olaydan kısa bir süre sonra Ali Şükrü ortadan kayboldu!..
Cesedi üç gün sonra Ankara'da, Mühye köyünde bulundu ve yapılan araştırma sonucunda, Ali Şükrü'nün Topal Osman tarafından kaçırılıp öldürüldüğü anlaşıldı.
Bunun üzerine Meclis, Topal Osman'ın tutuklanmasına ve idam edilmesine karar verir. Tutuklanacağını haber alan ve ihanete uğradığını düşünen Topal Osman, çetesiyle Ankara'nın altını üstüne getirip kendisine sahip çıkmayan Mustafa Kemal'in peşine düşer...
Sonuç; Mustafa Kemal'in emri ile Topal Osman öldürülür.
Topal Osman'ı öldüren İsmail Hakkı'dır ve tıpkı 'işi bitince' öldürülen Jitem kurucusu Cem Ersever'in en yakın adamlarından biri tarafından öldürülmesi gibi, 'işi biten' Topal Osman da bir zamanlar en yakın adamlarından biri olan nizami ordu kıta komutanı İsmail Hakkı tarafından öldürülmüştür.
Ve hikaye, devam etmektedir!..
Politika Gazetesi
2 notes · View notes
tp-tarih · 3 years
Link
ATATÜRK'ün 26 Şubat 1921'de Amerikalı gazeteci Clanence K. Streit'e 1915 olaylarıyla ilgili sözleri şöyle:
"Düşmanca ithamda bulunanların sürdükleri büyük mübalağalar dışında Ermenilerin tehciri meselesi aslında şuna inhisar etmektedir:
Rus Ordusu 1915'de bize karşı büyük taarruzunu başlattığı bir sırada o zaman Çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan ettirmişti.
Kartal Yolcu ___ Makalenin tümünü okumak için lütfen bağlantıyı tıklayın.
1 note · View note
hbedebiyatsanat · 4 years
Photo
Tumblr media
ELENİ ÇAVUŞ 1920'li yıllarda Karadenizde GERİLLA SAVAŞI vardı. Pontoslu Rumlar binlerce yıllık medeniyetlerini kurtarmaya, sürgün ve soykırımı durdurmaya, kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Tamer Çilingir'in kaleminden kadın gerilla ELENİ ÇAVUŞ'un öyküsünü okuyalım... Eleni Çavuş için bir grafik çalışması da benden.. https://kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/tamer-cilingir-pontosun-son-partizanieleni-cavus Site Türkiye'de engelliymiş. Bu nedenle okuyamayan arkadaşlar için yazıyı buraya kopyalıyorum. "Pontos'un son Partizanı:Eleni Çavuş Son partizan, bir kadındı… Silahlar bırakılmış, mübadeleye uygun olarak sürgün başlamış, bütün Karadeniz’de kendini Rum olarak ifade edenler çoktan gitmişlerdi… Sadece bir partizan, sadece bir kadın terketmedi, 3 bin yıllık topraklarını… Sadece o kalmıştı koca Karadeniz’de “Ben Rumum, ne aslımı inkar edeceğim ne de gideceğim vatanımdan” diyen… 1924 yılının Aralık ayında son çatışma haberi geldi Nebyan’dan (Bafra)… Yüzlerce askerin kuşattığı bir mağarada günlerce direnen “Eleni Çavuş adlı Pontoslu Rum Partizan ölü olarak ele” geçirilmişti. ARKALARINDAN AĞLANMAYAN ASKERLER Kimi askerler vardır, yurtlarını korumak için savaşır ve ölürler; arkalarından ağıtlar yakılan, ağlanan ve minnetle anılan askerlerdir. Kimi askerler de vardır ki, sadece kendilerine emir veren bir avuç kan emicinin emrinde, onların çıkarı için savaşır, üç kuruş para için insanlığını satar, başkalarının yurtlarında savunmasız insanlara işkence yapar, onları kendi topraklarından sürer, çoluk çocuk, kadın ayırmaksızın can alırlar. İşte bu askerler, arkalarından ağlanmayan askerlerdir. Arkalarından ağlanmayan askerlerdendi, Osmanlı’nın İttihatçı askerleri. Ve 1916 yılının Aralık ayında Samsun/Havza’nın Elmalıca köyündeki Rum evlerini ateşe verdiler. Taş üstünde taş bırakmayacaksınız emrini almışlardı İstanbul’dan. Osmanlı’yı, 1.Emperyalist Paylaşım Katliamı’na ortak eden İttihatçılar, savaş ortamını fırsat bilip bir yıl önce 1.5 milyon Ermeni’yi ve 250 bin Süryani’yi soykırımına uğratmış, şimdi de sıra Rumlara gelmişti. Savaşın gölgesinde bu iş bitmeli, Anadolu’da tek bir Hristiyan kalmamalıydı. Müslüman olan ama Türk olmayan diğerleri ile ise daha sonra ‘hesaplaşılacaktı’. Bu büyük planın amacı tüm Anadolu’nun “Türk Yurdu” olmasıydı. ELENİ’NİN BİRİCİK OĞLU MİLTİYADİS Elmalıca köyünde katledilenlerden birisi de 18 yaşındaki Miltiyadis idi. Annesi Eleni’nin tek çocuğu idi Miltiyadis. Etten, kemikten, ruhtan; aşkla, sağlıkla, huzurla bir ömür yaşamayı dilemiş ama son nefesini acıyla, kederle, hüzünle vermişti annesinin gözü önünde. Oysa ne umutlarla büyütmüştü Miltiyadisini, Eleni. 1908 yılında yapılan “Devrim” kutlamaları sırasında Samsun’a o zaman 10 yaşında olan oğlunu da götürmüş, bu topraklarda Müslümanlarla birlikte huzurlu bir yaşam sürebileceğine olan umudu çoşkuya dönüşmüştü. Oğlu da okuyacak, belki İstanbul’a gidecek, iyi bir mesleği olacak, kendileri gibi yoksul yaşamayacaktı. Ama ne olduysa bir karanlık çöküverdi Pontos’un üzerine. Önce Ermenilerin başına gelenleri duydular, dereleri kızıl akıyordu artık Karadeniz’in. Osmanlı, büyük savaşa girmişti ama 1915’de Trabzon’da, Amasya’da, Gümüşhane’deki Ermeniler sürgün edilmiş, sürgün yollarında da öldürülmüş diye laflar dolaşıyordu ortalarda. Rus ordusu Giresun’a dayanmıştı nerdeyse. Rumların da sürgün edileceğinden bahsediliyordu köşebaşlarında. Gizliden gizliye bir şeyler oluyordu; Eleni yıllarca ailesi gibi bildiği Müslüman komşularının gözlerinde artık başka şeyler görüyordu. Duydukları doğruydu Eleni’nin. 1916 RUM TEHCİRİ Osmanlı ordusunun namlı komutanlarındandı Vehip Paşa. Alman danışmanlarıyla birlikte bir askeri güvenlik planı hazırladı. Osmanlı’nın emperyalist paylaşım savaşına katılması ile beraber askere alma faaliyetleri de artmaya başlamıştı. Rumların bu savaşta Osmanlı adına savaşa katılmayı reddetmeleri, ulusal bilincinin yükselmesiyle birleşince Osmanlı bu durumu tehdit olarak görmeye başladı. Özellikle de 1916 Mart’ında Osmanlı’ya karşı savaş ilan eden ve kuzeydoğuda Batum’dan, doğuda da Kars yöresinden Osmanlı topraklarına giren Rusya’nın batıya doğru ilerleyişi, bu planın yapılmasının bahanesiydi. Karadeniz’de yaşayan Pontos Rumlarının, Ruslar gibi Ortodoks Hristiyan olmalarının, Osmanlı için ciddi bir güvenlik sorunu yaratabileceğini ve bu olasılığa karşı önlem almak zorunda olduklarını fısıldadı Alman “dost”ları Vehip Paşa’nın kulağına. Nitekim askere çağrılan Rumların büyük bir bölümü orduya katılmak yerine dağlara çıkarak firari olarak yaşamayı tercih etmişlerdi. 1915 yılında yaşanan Ermeni Soykırımı’nın ardından sıranın kendilerine geldiğini düşünen, özellikle Pontos (Karadeniz) Rumları partizan örgütlenmeleri oluşturmaya başladılar. İşte bu koşullarda Osmanlı Devleti “Ermeni Tehciri” nin ardından ikinci bir tehcir kararı aldı. Hükümet ”savaş alanlarına, askeri tesislere yakın ve casusluk faaliyetlerinin görüldüğü Rum yerleşim bölgelerini öncelikli tahliye edilecek bölgeler” olarak belirledi. ELENİ, NASIL ÇAVUŞ OLDU? Ermeni ve Süryani Soykırımının yaşanmasının ardından, yeni bir soykırımının önüne geçmek için Rumlar, partizan birlikleri örgütlemiş ve otonom gruplar dağlara çıkmaya başlamıştı. Tehcire direnebilen köy ve kasabalar direnecek, o ölüm yürüyüşlerini reddeceklerdi. Eli silah tutan herkes partizanlara katılırken, birçok köy ve kasabada geride kalan çoluk çocuk, ihtiyarlarlar korunmasız kalmışlardı. İşte Eleni’nin köyü de bunlardan biriydi. Topal Osman’ın çeteleri, Osmanlı askerlerinin desteğiyle Elmalıca köyünü kuşattığında, bütün Rumlar direneceklerini, yurtlarını terketmeyeceklerini söylediler. 15 yaşın üzerindeki bütün erkekler ölüm yürüyüşlerine katılmak zorundaydı. 18 yaşındaki Miltiyadis de bunlardan biriydi ama kendi ayaklarıyla ölüm yürüyüşüne gitmeyecekti, kararlıydı. Arkadaşlarıyla beraber direnme kararı aldılar, çatıştılar… Osmanlı’nın İttihatçı askerleri için fark etmiyordu ha ölüm yürüyüşünde ölmüşler ha köyde çatışmada. Bu yüzden öldürmek için ateş etmeye başladılar… Kurşun sesleri yükselirken köyden, kadınlar da telaşlıydı… Hele Eleni, kocasını daha önce kaybetmiş, hayatta bir tek oğluna umut bağlamış, onunla nefes alıp veren Eleni… Evde silah yoktu, hepsi partizanlara vermişlerdi silahları… Odun kırdığı balta aklına geldi… Bir hışım onu kapıp silah seslerinin olduğu yere doğru koşmaya başladı… Ama yetişemedi… Son gördüğü bir çavuşun elinde süngüsünü oğlunun kalbine saplamasıydı… Oğluyla göz göze geldiler… Zaman durdu mu, dünya durdu mu, nefes alıyor mu? Bilemedi Eleni… Tek bildiği oğlunun o mavi gözleriyle ona son kez bakışıydı… Oğlu birkaç metre ötesinde son nefesini vermişti… Yetişememişti… Dakika geçmedi aradan… Saniye belki… Eleni, Miltiyadisin; biricik oğlunun kanlar içinde yerde yatarken, süngüsüyle suratını parçalayan çavuşun üzerine yürüdü, yavrusunu yitirmiş bir kaplan gibi, önce çavuşa baltayla saldırdı… Çavuş bir kadından gelen saldırıyla ne olduğunu bile anlayamamıştı… Ama bu defa Eleni’ye saldırdı… Karadeniz kadınıydı Eleni, güçlü, kuvvetli, cesur… Baltayı çavuşun omuzuna saplamasıyla elindeki süngüyü alması bir oldu… Çavuşun oğlunu öldürdüğü yerden kalbinden sapladı süngüyü… En çok da oğlunu yüzünün parçalanması dokunmuştu ya Eleni’ye, çavuşun suratına dokunmadı yine de… Ama onu aşağılamak istedi, ceketini ve çizmelerini çıkardı… Çavuşun kanı, ceketin sol göğsünün üzerine çıkmıştı… Bir madalya gibiydi çavuş ceketinin sol göğsündeki kan izi ama bu Eleni’nin umrunda değildi. Unutmamalıyım bana ve kardeşlerime çektirilen bu acıyı diye düşündü… Çavuşun ceketini alıp sırtına geçirdi ve dağlara çıktı… O her gün, her saat ona oğlunun öldüren bu adamdan ve ona emir verenlerden nefret ettiği için, unutmamak için bakıyordu o kan izine… O artık Nebyan dağlarında bir partizandı. Nebyan dağları kadın erkek birçok partizanı, kaptanı sakladı konuk etti ya… Bir tek Eleni, giydiği ceketten dolayı Eleni Çavuş diye anılır olmuştu. MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİ Eleni gibi birçok partizan dağa çıkarken Osmanlı da bu arada, emperyalist paylaşım savaşında yenildi ama savaş Pontos dağlarında bitmemişti… İttihatçıların yarım bıraktığı yerden bu kez Mustafa Kemal’in askerleri devreye girdiler. Ermenilerin işi bitirilmişti, Rumların ki yarım bırakılmamalıydı… Bu yüzden 19 Mayıs 1919 yılında Pontos’a gelen Osmanlı paşaları ilk iş Topal Osman ve çetesiyle görüştü. Ve Pontos Rum Soykırımının ikinci dönemi başladı. Gemi kazanlarında, mağaralarda diri diri yakılarak, boğularak, köylerinde kurşunlanarak, süngülenerek, ölüm yürüyüşlerinde açlıktan, soğuktan ve çetelerin saldırıları ile 353 bin Pontoslu Rum katledildi. PARTİZAN ELENİ ÇAVUŞ Ancak partizan hareketi her şeyden önce Rumlara yapılan yoğun saldırılar karşısında büyük bir direniş göstererek, 353 bin insanın katline sebep olacak Pontos Soykırımı‘nın çok daha büyük rakamlarla sonuçlanmasını engellemişti. İşte Pontos dağlarında direniş destanları yaratan bu partizanlardan birisi olarak Eleni Çavuş, Topal Osman ve çetelerinin ve tabi ki Mustafa Kemal’in “başbelası” olmayı hiç bırakmadı… Karakol baskınlarında, askeri mühimmat taşıyan kervanlara yönelik saldırılarda, halk düşmanlarına yönelik cezalandırma eylemlerinde hep Eleni Çavuş’un adı geçer. 1 Mayıs 1923 yılından itibaren, Yunanistan ile Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanan ‘mübadele anlaşması’ gereği, kendisine Rum diyenler Yunanistan’a yollanmaya başlar. Sürgüne gidenlerin, 3 bin yıllık topraklarını terkederken yaşadıkları acılar bir yana, “Türküm” deyip geride kalmayı tercih edenlerin yaşadıkları da önemlidir. Birçoğu “yaşamak” için, geçmişini unutmaya çalışmış, çocuklarına, torunlarına yalan hikayeler anlatarak, unutmayı yeğlemiştir. Egemenlere kendilerinin en iyi Müslüman, en iyi Türk olduğunu ispat etmekle ömür tüketmişlerdir. Sağ kalan partizanlar da silahlarını bırakır, kimi kılık değiştirerek mübadele kafilelerinin arasına karışıp Yunanistan’a giderken, kimi deniz ya da kara yoluyla başka ülkelere kaçar. Ama bir kişi kalır Pontos dağlarında hem Rumum hem de toprağımı terk etmem diyen… Eleni Çavuş… Eleni Çavuş, ne yurdunu terkeder, ne de Rumluğundan vazgeçer. O hala gözleri önünde katledilen oğlunun ve 353 bin Pontoslu Rum için adalet derdindedir. Tek başına Nebyan dağlarında savaşmayı sürdürür. Ta ki 1924 yılına kadar… Aralık 1924’te soğuk bir kış günü Nebyan dağlarında Mustafa Kemal’in askerlerince bir mağarada kuşatma altında kalır. Pes etmez, son kurşununa kadar savaşır… Son nefesini verirken aklında köyü, hayalleri, eşi ve gözleri önünde hunharca katledilen oğlu vardır. Yine komşularıyla özgür ve mutlu yaşayacağı hayatın hayali uzaktadır şimdi… Yarım kalsa da hayalleri, elinden geleni yapmasının getirdiği huzurla ve sevdiklerine, oğluna kavuşacağının mutluluğu sarar yüreğini… Günlerce süren direnişin ardından son Pontoslu partizan olarak ölür." Tamer Çilingir
5 notes · View notes
utopiatv · 1 year
Text
1915 Üzerine, Anadolu’daki, Batı’daki Ermenilere Ne oldu?..
Pek çok kaynağın ortaklaştığı mevcut 1,5 milyon Ermeni’nin akıbetiyle ilgili veriler hep çelişkilidir. I. Dünya Savaşı sırasındaki savaş kayıpları, 1915 Ermeni Tehciri kayıpları, 1916 Kürd Tehciri kayıpları, birbirine karışmıştır. Verilen rakamların hangilerinin Ermenilere ait olduğu, hangilerinin Kürdler, Türkler veya diğer Müslüman unsurlara ait olduğu da net değildir. Celal Temel, 1878 Berlin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
mustafasalihbozok · 5 years
Text
Tumblr media
Atatürk’ün sandalına takılıp yüzen veletlerden biriydim
En çok fırça yediğim ve bir o kadar da keyif aldığım röportajlardan biriydi bu haftaki. Bütün ezberleri bozan, bunu sadece söyledikleriyle değil, hayatıyla da ortaya koyan, kendisini asla bir sanatçı olarak görmeyen dünya çapında bir sanatçıyla karşılıklı üç saat geçirdim. Değil üç saat, üç gün anlatsa yine nefes almadan dinlerdim. O yüzden de lafı hiç uzatmadan sözü ona, sanatın simyacısı Ara Usta’ya bırakıyorum...
Ara Abi sen kim bilir şimdi neler anlatacaksın da ben nereden başlayacağımı bilemiyorum...
- O zaman ne demeye gelip karşıma oturdun ulan!
Dakika 1 Gol 1! Ne soracağımı da unuttum. Bari gazetecilik ezberinden gidelim; çocukluğunuzdan başlarsak efendim.
- Bir yaz günüymüş, 16 Ağustos perşembe... Anamın sancıları tutmuş ve altıyı çeyrek geçe de ben doğmuşum. O günden bugüne kadar da yaşıyoruz işte.
Allah daha çok ömür versin. Anne babandan bahsedelim mi biraz?
- Babam aslen Şebinkarahisarlı, annemse İstanbullu. İkisi de Ermeni. Dedemin yalnız Kadıköy’de altı tane evi vardı, o yüzden annemlerin İstanbul’da tam nerede oturduğunu bilmiyorum.
Annen zengin bir ailenin kızı yani...
- Evet öyleydiler.
Peki ya baba tarafı?
- Baba tarafında kimse yoktu ki! 1915 Ermeni Tehciri sırasında sürüldükten sonra bir daha ailesinden haber alamamış. Kalmış mı adam yetim! Bizimkini yatılı Ermeni mektebine yollamışlar da o yüzden ölmemiş. O mektebe gitmese, bunu da öldüreceklerdi. Büyük facialar vardır bu memlekette! Allah’ın belası bir memleketti, ne zaman ne olacağı da belli değildi.
Neyse biz ülkeyi bırakıp babana geri dönelim...
- Eczane sahibi zengin bir herifti. Bakma o zamanlar zaten 4, bilemedin 5 eczane vardı İstanbul’da. Ayrıca öyle şimdiki gibi bakkaldan alışveriş eder misali “Bana bilmem ne ilacını ver” falan yoktu. İlaçlar dükkanın arkasında yapılırdı. Büyük kimyacıydı benimki. Eczacıbaşı’nın kurucusu Süleyman Ferit Bey de sınıf arkadaşıydı.
Eczacıbaşı sonradan aldı yürüdü ama...
- Babamın yanında çoluk çocuk gibi kalıyordu aslında. Fakat 1956’da Adnan Menderes kalkınma fonundan Türk sanayici ve eczacılara büyük yardımlar etti. İşte ondan sonra Eczacıbaşı da Eczacıbaşı oldu.
Nasıl bir ortam vardı evde?
- O zamanlar buradaki Ermeniler, Fransız aileleri gibi yaşardı. Entelektüel bir yapımız vardı. Her birimiz en az 2-3 lisan konuşurduk. Beni de en iyi mekteplerde okuttular hep.
Sen kaç lisan biliyorsun peki?
- Türkçe, Fransızca, İngilizce, Ermenice biliyorum. Gerisini saymayayım, s*ktir et.
SINIFTA KALMAYAN HERİF ADAM OLAMAZ
Seni sınıfta oturmuş öğretmeni dinleyen bir çocuk olarak hayal bile edemiyorum Ara Abi. Hakikaten nasıl bir öğrenciydin?
- Nasıl olacağım, haylazın tekiydim. 3 kere sınıfta kaldım. Zaten bana sorarsan, sınıfta kalmayan herif, adam olamaz. Hep bir korku vardır dersleri iyi olan öğrencilerde, o korkudan dolayı da sürekli çalışırlar.
Evdekiler ne diyordu senin bu adam olma “stratejine”?
- Sokaklarda serserilik yapmayayım diye babam ortaokulun sonunda İpek Film’de işe koydu. Sinema şirketlerinin patronu, İsmail Cem’in babası İhsan Bey eczaneden arkadaşıydı.
Ne iş yapıyordun film şirketinde?
- Ne yapacağım ulan? Verdikleri her işe koşuyordum.
Çekirdekten sinemacısın yani...
- Benden başka orada çalışan herkes sinemacı oldu ama benim macera yarım kaldı.
O niye?
- Yeni bir filmin fragmanını göstermek için onlarca insanı şirkete davet etmişlerdi. Gösterim sırasında odanın kapısını bir açtım, baktım her taraf yanıyor. Ama öyle böyle değil, çok büyük bir yangın çıkmıştı binada. İtfaiyenin damdan en son kurtardığı adam bendim. Anam üzüntüden şeker hastası oldu o gün. Babam da bir daha izin vermedi sinema yapmama.
Sen de “sinema olamazsa tiyatro yaparım” mı dedin?
- Muhsin Ertuğrul babamın arkadaşıydı zaten. Oyunlar için gerekli bütün makyaj malzemeleri bizim eczanede yapılırdı. Tiyatroyla hep ayrı bir bağım vardı. Her akşam piyesleri sahne arkasından izlerdim. Tahsilim de tiyatro üzerinedir zaten.
Oyun da yazmışsın duyduğum kadarıyla...
- Dokuz tane bir boka yaramaz piyes yazdım. Her şiir yazan kendini şair zanneder ya... Çocukça bir hevesti benimkisi, öyle çıkıp da oyun yazarıyım diyemem. Hikayeler falan da yazıyordum ayrıca. Hatta Ali İhsan Aygün takma adıyla Yeni İstanbul gazetesinin öykü yarışmasına katılmışlığım bile var.
Neden takma isim kullandın Ara Abi?
- Ermeni olduğumdan işin içine kamış koymasınlar diye, neden olacak? Ama kazandıktan sonra gittim dedim ki benim adım Ara Güler’dir.
1950’DE MUHABİR OLDUM 64 YILLIK MUHABİRİM’
Küçükken Atatürk’le tanıştığın doğru mu?
- Florya Köşkü’nün yanındaki halk plajının üstünde evimiz vardı. Atatürk de zaman zaman oraya gelir, denize girerdi. Atatürk’ü görmüşümdür. Çünkü hep orada otururdu, çizgili mayosuyla. Öyle barikat falan da yoktu. O geldiğinde biz de bütün veletler toplanırdık. Daha küçücüğüz tabii, Atatürk’ün kim olduğunu bilmezdik bile.
Sonra tanıştın mı bari?
- Ulan ne tanışması? Küçücüğüm diyorum, kafan mı basmıyor. Arkası kesik bir sandalı vardı. İşte ben de o sandalın arkasına takılıp yüzen veletlerden biriydim. Olay bundan ibaret!
Gelelim o zaman muhabirlik “virüsünü” kapmana!
- Sinema şirketi yanınca babam beni hikaye yazıyorum diye Yeni İstanbul Gazetesi’nde işe soktu. 1950’de muhabir oldum. Ondan sonra da boku yedim; işte bugüne kadar geldim.
6-7 Eylül Olayları sırasında muhabirdin öyleyse...
- Tabii, o günleri çok iyi hatırlıyorum. Yıl 1955. Halk Oyunlarını Yayma ve Yaşatma Kurumu vardı. Açıkhava Tiyatrosu’nda bir gösterileri olacaktı. Benim vazifem de gidip fotoğraflarını çekmekti. Neyse ben çıktım yola, İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Bir de ne göreyim? Camı çerçeveyi indiriyorlar her yerde.
Ne yaptın peki?
- Taksim Sineması’nın karşısında balkonu olan bir kahvehane vardı. Hemen oraya sığındım. Dışarıda o ona bağırıyor, camlar kırılıyor, tüm dükkanlar yağmalanıyor, anlayacağın tam bir kaos. Millet dükkanların vitrinlerinden içeri dalıp, yeni elbiseleri giyip çıkıyordu.
Kocaman herifler üç paltoyu birden üstlerine geçiriyorlardı. Soygun oldu, resmen soygun!
Tam bir rezillik...
- Mehmet Cemal’in anasının Gilda diye bir dükkanı var, süs eşyaları satılıyordu. Gittiğimizde “Cemal Paşa’nın dükkanıdır burası” diye engel olmaya çalışıyorlardı. “Gilda Türk değildir. Gilda ne demek?” diye başladılar yıkmaya. O zihniyet bugün olsa bütün Türkiye yıkılır, bir tane dükkan kalmaz çünkü gavur isminden geçilmiyor.
Aklın sizin eczanede kalmıştır...
- 6 Eylül öğleden sonra başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren olaylarda 73 kilise, 7 ayazma, 2 manastır, bir fabrika ile 5538 gayrimenkul tahrip edildi ama bu olayda Beyoğlu’nda tek dokunulmayan dükkan babamın dükkanıdır.
Şanslı adammış baban...
- Ne şanslısı ulan? Bizim eczaneyi ilkyardım kliniğine çevirmişlerdi de ondan yıkmamışlar. Yaralananların hepsi oradaymış. Bu da işlerine geldiği için dokunmamışlar. Yoksa etraftaki tüm dükkanları talan etmişler. İptidai bir memleketti burası, iptidai!
ADNAN MENDERES, O DÖNEM CANIMA OKUDU
Dönemin başbakanı Adnan Menderes’le çok vakit geçirmişsin...
- Sorma, Adnan Menderes benim canıma okumuştur o dönem.
Hayrola niye?
- İstimlaklar yapılırken devamlı yanında olmamı isterdi de ondan.
Sen pek istemediğin yerde duracak bir adama benzemiyorsun halbuki...
- O zamanlar Hayat Dergisi’nde çalışıyordum. Mecmua ilk çıkacağı zaman 100 bin satar diye hesap etmiştik. Ona göre kağıt stoğu yaptık, fakat 400 bin satınca boku yedik. Düşün bir, kağıt ta Macaristan’dan geliyor.
Yeni kağıt siparişi verseydiniz siz de...
- Ulan sen hangi dönemden bahsettiğimin farkında mısın? Matbaada baskı yapılacak kağıdın dağıtımı hükümete bağlıydı. İstedikleri haberleri basmayanlara kağıt mağıt vermiyorlardı. Biz de mecbur kalıyorduk bu p*zevenkin suyuna gitmeye. Beni sevdiği için Adnan
Menderes’e yağ çekme görevi de bana verilmişti. O yüzden her gittiği yerde peşindeydim.
O çalkantılı dönemde meslektaşlarının çoğu ya gözaltına alındı ya da hapse girdi. Senin var mı böyle bir tecrüben?
- Bu memleketin çalkantısız dönemi mi var sanki? 27 Mayıs İhtilali olduğunda gittim çektim, tankları falan... O sırada Time Life, Stern ve Paris Match’ın buradaki temsilcisiyim.
Hemen içeri aldılar tabii...
- Sorduğun suale cevap mı vereyim, yoksa sen mi anlatırsın?
Tamam hocam sustum, dinliyorum.
- Neyse ihtilal oldu, fotoğrafları çektim. Filmleri yıkamadan beş rulo hazırladım, yurtdışına göndermek için üzerine etiketlerini yapıştırdım. Filmleri gören gümrükçü “Abi her gün buradasın. Seni tanıyoruz. Ama bu tank resimlerini nasıl göndeririz? Bizim ağzımıza sıçarlar” dedi.
Sen ne yaptın peki?
- Ne yapacağım? Resimleri tasdik ettirmek için Radyoevi’ne gittim. Sonuçta her şey orada bitiyor. Kenan diye bir albay resimlere bakıp “Bunlar ne?” diye sordu. Ulan sanki p*zevenk bu memlekette yaşamıyor. Başladı beğenmediklerini atmaya. Aklı sıra bana sansür uyguluyor. “Hepsini atıyorsun, ben Time muhabiriyim. Adamlara kartpostal mı göndereyim? Sen istediğin kadar ihtilal yap, ben o resimleri göndermezsem, dünyanın hiçbir şeyden haberi olmaz” dedim, o da yanındakilere “Çok konuşuyor, alın şu ib*eyi” diye bağırdı.
Nereye götürdüler seni?
- Daha bir gün önce makineli tüfekle o radyoevini basan herifler, tutup kolumdan beni genel müdürün boş odasına götürdü. Kapının önüne de kaçmayayım diye bir er koydular. Arada gidip çocuğa “Bana sigara ver ulan” falan diyorum. Sabaha karşı aşağıdaki beni çağırdı, resimleri verdi, “S*ktir git” dedi.
Sonuçta yurtdışına yollayabildin fotoğrafları...
- Yolladım yollamasına da bu olay yüzünden Türkiye’deki ihtilal dünyada 24 saat “rötarlı” çıktı.
SOPHIA LOREN BENİ ARKADAŞI SANIP POZ VERDİ
Biraz havayı yumuşatalım... Fotoğrafını çektiğin en güzel kadın kimdi?
- Kesinlikle Antonella Rinaldi! Müthiş bir İtalyan hatundu.
Sophia Loren’den de mi güzeldi?
- Yahu bırak onu bunu, Antonella muazzamdı.
Sophia’yı da çektin ama değil mi?
- Hem de ne çekmek! 11 kere gittim Cannes Film Festivali’ne. Bir keresinde Sophia, kocası Carlo Ponti’yle gelecekmiş. Otelin önünde müthiş bir kalabalık, her taraf fotoğrafçı kaynıyor. Hiç ipimde değil, ben milyon kere çekmişim Sophia Loren’i... Ben o fotoğrafçıların arasına girmiyorum, lüks muhabirim randevuyla çalışıyorum anladın mı? Neyse “Kim bekler bunları?” deyip asansöre doğru yürüdüm. Arkamdan kim geldi dersin?
Albay Kenan mı?
- Zevzeklik etme. Bir baktım Sophia ve Carlo da asansöre doğru yürüyor. Hop ben de otel müşterisi gibi bindim arkalarından. Suratımı tanıyorlar ama kim olduğumu bilmiyorlar. Gazeteci olduğumu bilseler anında atarlar. Dokuzuncu katta indiler. Takibe devam ettim. Hep birlikte yürüyoruz, zannedersin aynı ailedeniz. Neyse süitlerine geldik, “Oh be patırtıdan kurtulduk” dediler. Makinemi bir kenara bıraktım, bunlarla sohbet etmeye başladım.
Sen, Carlo ve Sophia mı var sadece odada?
- Birkaç kişi daha vardı canım. Ben de aralarında kaynayıverdim işte. Baktım Sophia yatak odasına geçti. Ayakkabılarını çıkarttı rahat etmek için, yatağın üzerine oturdu. Hemen “Böyle birkaç kare resmini çekeyim mi senin” dedim, o da “Çeeek” dedi. Beni hâlâ arkadaşlarından biri zannediyor (gülüyor).
Ara istedi bir göz, Sophia verdi badem göz...
- Fotoğrafları çektim, İstanbul’a yolladım. Rezalete bakar mısın, gazete “Muhabirimiz Sophia Loren’in yatak odasında” diye manşet yapmış. Karıyı düzmüş gibi olduk iyi mi?
FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN AKIL HASTANESİNE YATTIM
Her ünlü bu kadar kolay “Çeeek” dememiştir herhalde...
- Ne kolayı? Resim çekmek uğruna akıl hastanesinde bile yattım.
Neden, yaşadıkların yüzünden sinirlerin mi bozuldu?
- Yok ulan o kadar da değil! Ürdün Kralı Talal akıl hastanesinde yatıyordu. Adamın öyle bir karısı vardı ki, kafayı üşütmemesi işten bile değildi. Tüm dünya basını devrik kralın bir kare fotoğrafını çekmek için yarış halindeydi ama başaran yoktu. Neyse ben bunun resmini çekmek için hastaneye gittim. Tabii almıyorlar içeri. Başladım garip garip hareketler yapmaya, “Hastayım” falan demeye. Maksat hastaneye deli olarak girip fotoğraf çekebilmek!
Çekebildin mi bari?
- Gittiğimin ilk günü bana bir iğne yapmazlar mı, feleğim şaştı. Fotoğraf çekmeye teşebbüs edince Talal’in korumaları “Bir daha seni görürsek vururuz” dediler. O gece hastaneden kaçtım.
İçinde ukte kalmış, fotoğrafını çekemediğin başka kimler var?
- Bir tane çok zorlamama rağmen çekemediğim, bir de fırsat olmasına rağmen bile bile çekmediğim var.
Senin gibi adam fırsatını bulup deklanşöre basmaz mı?
- Pire gibi dolanarak dünyanın en cevval tipini yaratmış Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı da ondan. Chaplin, benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam... O zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Karısı da
Amerikalı ünlü tiyatro yazarı Eugene O’Neill’ın kızı Oona’ydı. Bunların şatosunun önünde 3 gün kar kıyamet demeden bekledim. Sonunda Oona donmamdan korkup, “Konuşursan konuş ama resim çekme” dedi.
E yine de çaktırmadan çekseydin, son fotoğrafları olurdu...
- Adam yürüyen iskemlede felçli resimlerini çektirip akıllarda böyle bir imaj bırakmak istemiyordu. Çünkü o da benim gibi elimdeki fotoğraf makinesinin acımaz olduğunu biliyordu.
Objektifinden kaçan diğer isim kimdi?
- Jean Paul Sartre! Tam ayağının altına alıp dövmelik, şımarık Fransız Rosif diye bir sekreteri vardı herifin. Gece sokakta görsem de karanlıkta benzetsem şu pezevengi diye içimden çok geçirdim ama yapmadım. Aslında kazığı şuradan yiyorsun; Türk olduğun için... Türk gazeteci olduğunu duyduklarında yarı yarıya kaybediyorsun. Bir de o it araya kamış koydu. Sonunda birkaç resmini çektim Sartre’ın ama kendisiyle konuşma fırsatım olmadı.
Sağlık olsun, sen de gidip koskoca Picasso’yu çektin!
- Ulan çektim ama çekene kadar neler çektim sen gel onu bana sor. Herkes adamı tanımak istiyor fakat bir o kadar da çekiniyor. Oğlu benim arkadaşımdı. Bir gün yemeğe davet etti, gittim. Masada muhabbet ederken “Babamla seni bir araya getirmemi istiyorsun ama o beni hiç sevmez” dedi.
Neden sevmezmiş?
- Yahu Picasso kaç çocuğu olduğunu bile bilmezdi. Mahallede herkese atlamış durmuş işte. Antika bir herif...
Sonunda nasıl kesişti peki yollarınız?
- Fotoğrafçılığını yaptığım Skira Yayınevi, Picasso’nun kitabını basacaktı. Patron da arkadaşım. “Beni yanında götürmezsen senin için ne bir fotoğraf çekerim ne de bir daha seninle konuşurum” dedim. Ev atmosferindeki fotoğrafları çekme görevini kaptım.
Tehditle ulaştın Picasso’ya yani...
- Gittim, üç gün evinde kaldım. Bir ara bana dönüp “Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin resmini çizeyim” demez mi! Düşünsene çağın en büyük ressamı Picasso beni çizecekti, ama herif 90 küsur yaşında ulan. Verdiği sözü beş dakika sonra unutur diye başladım etrafta boş kağıt aramaya. Her yere baktım, bir temiz sayfa bulamadım. En sonunda çektim kütüphanesinden bir kitap, açtım kapağını, uzattım Picasso’ya. İçimden de “Nasıl olsa sonra sayfayı yırtıp alırım” diye geçiriyorum.
Sözünü unutmadan, çizdi mi resmini?
- Çizdi tabii. İmzasını da attı. Türkiye’de bir tane orijinal Picasso vardır, o da benim evimde.
Kitabını geri verseydin bari adamın?
- Ulan sonra baktım kitap da antika. Sayfasını yırtmam imkansız. Onu da öylece alıp yanımda getirdim.
DALİ 10 DAKİKALIK POZ İÇİN 25 BİN DOLAR İSTEDİ
Ressamlarla devam edelim... Salvador Dali desem...
- Herif Dali değil bildiğin deli. O da az uğraştırmadı beni. İlk tanışmamız Paris Meurice Otel’de kaldığı süitte oldu. Kapısını çaldım, içeri girdim. Burun burunayız herifle. Öfkeli gözlerle bana baktı, “Niye fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” diye sordu. Benden “Ünlü bir kişisiniz de ondan” cevabını aldıktan sonra şöyle bir baktı; “Peki. 10 dakika poz veririm ve 25 bin dolar isterim” dedi.
Pamuk eller cebe...
- “Yanımda nakit yok gidip alayım” diye ayrıldım otelden. Parayı bırak, istediğim gibi çekim yapmam için en az bir saat lazım. Neyse biz hem vakit hem de nakit konusunda pazarlığımızı yaptık. Tekrar gittim bunun yanına. Fakat herif yerinde durmuyor, zannedersin makineyle eskrim yapıyor.
Neymiş derdi?
- Dali günlük yaşamında da gerçeküstü öğelerin peşinde bir adamdı. Öyle bir hava yaratıyordu işte. Bir ay boyunca böyle uğraştırdı beni, sonunda “Ya dosdoğru çekeriz fotoğrafları ya da çeker giderim” dedim.
Dali’ye resti çektikten sonra ne oldu?
- Ertesi gün için söz verdi. Bir gittim, bu sefer odada üç Fransız gazeteci var. “Bunların gözü önünde çalışamam” dedim. Onları göndereceğine söz verdi.
Fotoğraf değil rest çekiyorsun adama...
- Bu aldı gazetecileri karşısına; “Katranın kimyasal formülünü bilir misiniz?” diye sordu. Ulan nereden bilsin adamlar? Neyse baktı hiçbirinden ses yok, Dali kendisi verdi formülü. Sonra da “Ben bastonumu bir kazan katranın içine soksam, o baston 25 bin dolar eder. Siz aynısını yapsanız, hepinize aptal derler. Anladınız mı?” dedi. Gazeteciler başlarını sallayınca da “İyi o zaman gidip yazın ne anladıysanız” diye adamları gönderdi. İşte ben de o gün Salvador Dali’nin fotoğraflarını çektim. Resimlerden birini de imzalattım. Herif ne kullandıysa 24 saat kurumadı attığı imza. Ee haydi artık keselim, yoruldum ulan!
Tamam tamam son bir soru... Genelde huysuz ve aksi bir izlenimin var.
- Enayiliğe kızıyorum da ondan. Herif enayi bir şey soruyor, azarlıyorum. O zaman da aksi olmuş oluyorum. Anladın mı? Bitti mi şimdi?
Yok devamı yarın... Senin hikayen bir güne sığmaz...
- (Gülüyor)...
Yarın...
Politikacı olmak bir şey mi? Olsana Picasso göreyim.
Nazım’ın birkaç resmini çekip pır oldum. Onu okumak bile suçtu.
İzzet Çapa.27.09.2014
7 notes · View notes