Tumgik
#bilmiyorum ya iyi geldi açıkçası bunca şeyden sonra
kalopcia · 1 year
Text
cidden çok yorgunum ama gülmekten yanaklarımın ağrıdığı bir gün oldu o yüzden biraz da huzurlu hissediyorum
0 notes
kainatinhakimleri · 5 years
Text
Önce hiçlik vardı...
Tumblr media
Önce hiçlik vardı...
Sonra ben geldim. Sarsılınca anladım. Biri daha vardı. Gün geldi sesini işittim. Konuşamadım ama dokundum. Dokunamadı ama dinledi. Her geçen zaman, biraz daha yakındı. Her yakınlığında, biraz daha içten... Az evvel avuçlarımdaydı. Hemen sonra kayıp gitti. Yokluğu acı vericiydi ve ağlamaktan başka seçeneğim yoktu. Korkuyordum…
Bekliyordunuz…
Aranıza gelişim pek gürültülü oldu. Ağacından koparılmış ham bir meyveydim. Tazeydim fakat ekşiydi tadım, işinize yaramazdım. Olgunlaşmam için beni onun kollarına verdiniz. Artık ‘o’ vardı.
Bir de sizin sesiniz…
Önceleri dinlerdim sizi. Pek yüksek perdeden konuşurdunuz. Anlattıklarınız manadan yoksundu ve manadan yoksun olana bir cevap vermem henüz mümkün değildi. Açıkçası umurumda bile değildiniz. Karnım doymalıydı, altım temizlenmeliydi. Neyse ki ‘o’ vardı. Sonra hep ben geldim. Dokunurdum bazen. Ağlardım. Tadardım. İşitirdim. Henüz göremezdim. Fakat kokunuz burnuma gelirdi. Uzaklarda olsanız da alırdım…
Siz kan kokardınız…
Gün geçtikçe görür oldum sizi. Önceleri bulanıktınız. Gittikçe yoğunlaştınız. Af buyurunuz, pek çirkindiniz. Sizi çirkinleştiren sözlerinizdi. Sözleriniz suretinizde cisimleşiyordu. Maddenin en yoğun haliydiniz. Hiçbir rüzgâr sizi aşındıramaz, hiçbir deniz zerrenizi dahi kumuna hak göremezdi. Değişsin, değişmesin, her söylevinizle daha koyu, daha sert bir katman daha eklenirdi varlığınıza. Nasıl olurdu bilmiyorum ama siz hep aynı kalırdınız. En uzun geceden de karanlıktınız…
En soğuk kıştan da daha sert…
Bıraksaydınız beni, ayaklarımın üzerinde yine dururdum… Ellerimi tutmasaydınız… Onlarla ne mi yapardım? Hoşunuza gitmeyecek, biliyorum, ama pipimle daha fazla oynardım. Benim için burnumdan pek bir farkı yoktu, ya da şu küçük ayak parmağımdan. Ayağımı ağzıma götürürdüm, evet…
Esnektim, bakınız, kaskatı oldum…
Uzun zaman önceydi ve ben her şeyden önce gelirdim. Siz, her şey gibi, her geçen gün biraz daha küçülürdünüz. Artık elinize uzanabilirdim. Kollarımı uzatmamı fırsat bilip sırtıma ağır bir çanta taktınız. Hay hay, taşırız, ne demek… Yazalım mı? Elbette… Çizelim? Pekâlâ… Cebir? Coğrafya? Tarih? Oh ne ala… Yürü dediniz yürüdüm, koş dediniz koştum. Fakat ben bunları siz olmasanız da yapardım. En doğrusunu hep siz bilirdiniz. Sözünüz dinlenmeliydi. Ne de olsa siz daha büyüktünüz. Dedim ya…
Gün geçtikçe küçülüyordunuz…
Kafama geçirdiğiniz çanak pek işe yaramadı. Paramparça, kusura bakmayınız. Biraz kan bulaştı üstüne, birkaç parça da kafatası… Bakın şurada ellerim, ‘o’na dokunduğum... Şurada kulaklarım, fakat duyamazlar sizi artık... Dişlerim her yana dağılmış, mazur görün... Yine de biliniz, düzenli fırçalandılar. Öğrettiğiniz gibi, günde üç defa. Tam iki dakika…
Şimdi ben öldüm ya...
Bakın şurada anlaşalım; Kimse ölmeyi istemez. Mesela siz. Siz çok yaşayın. Bunu hepimiz anladık. Tek bir soru kaldı kafamda… Daha doğrusu ondan geriye kalanda… Belli ki ömür denilen şeyi benden fazla tattınız. Bilirim, siz de pipinizle oynadınız. Öpüştünüz, belki de seviştiniz. Peki, hiç mi utanmadınız? Sevişmekten değil…
Yaşamaktan…
Sahi, beni ‘o’na nasıl götüreceksiniz? Şu kol bana mı ait? Şu kömürleşmiş parmaklar? Kavrulmuş bir tutam saç… Peki, şu sureti yok kelle? Diyelim ki o beni bir daha göremeyecek. (Bu halimi göstermezsiniz diye ümit ediyorum.) Fakat sizi görecek, bir ihtimal, kanlı canlı... Ne büyük bir gurur!
Affedersiniz…
Gurur duyarsınız diye düşündüm. (Kendinizden.) Tanısaydınız benimle de gurur duyardınız. Fotoğrafa aldanmayınız, bana sorsalar o gülümseyen fotoğrafım çerçevelensin isterdim. Ben seçecek olsaydım…
Olsaydım…
Canınızı sıkmıyorum değil mi? Bunca işinizin arasında kafanızı şişirdim, affediniz. Benim için üzülmenize gerek yok. Halimden oldukça memnunum. Artık korkmuyorum. Beni düşündüren geride kalanlar. Size kırgın değilim, lütfen. Tanımıyorum ki sizi, sadece kokunuzu biliyorum. Doğduğum gün bir yüzüm vardı ve yüzümün tam ortasındaydı burnum. Sizinki iri mi iri, fakat kusursuz... İyi koku alır, hafızayı gıdıklar. Yine de biliniz ki kusursuz burnunuzun da bir kusuru var; çabuk yorulur. Yoksa bilirdiniz kokumu, hatırlardınız. Biliyorsunuz…
Siz de oradaydınız…
Beni bu dünyaya siz getirdiniz. Kanlar içindeydim, eksik olmayınız, kanlar içinde gidiyorum. Kokumu almıyorsunuz, tamam, fakat siz… Ah siz… Siz görmez olmuşsunuz. Bir şeyler oldu da, acaba, aynalara mı küstünüz? Belli ki tahammülünüz yok kendinize. Yoksa bilirdiniz…
Suretinizde kanım olduğunu…
3 notes · View notes
bensutsevmem · 5 years
Text
Doğum Günü Yazısı’19
İyi ki doğdum.
Öncelikle belirtmeliyim ki bu sene, hiç de geçen sene düşündüğüm gibi, "oha 30 bitti bee" olmadım. Zira bu yaşın bittiğine ne kadar sevindiğimi size anlatamam.
Bu yılın doğum günü yazısı, daha önce dert edilmeyen her şeyin birdenbire dert olması, korkulmayan her şeyin ürkütücü gelmesi, vücudumun fütursuzca ve her ne yaparsan yap istem dışı kilo almaya başlaması, hoplamalı, zıplamalı ve sabahlamalı etkinliklerin aşırı derecede yorucu gelmesi, kazanılan paranın ne olursa olsun hiçbir şeye yetmemesi üzerine yazılmış ve daha da beteri ajandasında boş günü bulunmayan bir kızın her akşam eve gitmek istemesini konu alan üzücü bir günlük yazısı gibi oldu.
İnanın, bu sene bu yazıyı yazmaya bile üşendim, üşendikçe yazamadım, yazamadıkça içim daraldı ve normalde Ağustos'ta elimde bitmiş bir taslağı olan bu yazıyı geçtiğimiz Pazar günü bir gecede yazdım. Yazmadan önce, adeta bu yıl hiçbir şey öğrenmemişim gibime geldi. Sanki hiç yol kat edememişim gibi hissettiğimden olsa gerek, yazı bir sorumluluk gibi üzerime yapıştı. Hâlbuki doğum günü yazılarım, 13 yıldır severek, hevesle yazdığım ve paylaştığım, sonrasında da harika bir anı defterine dönüşmesini umduğum bir alışkanlık. Bunun artık, sanırım hepimiz, farkındayız.
30. yılımın bitmesine tam bir hafta kala oturup bütün yılımı düşündüm. Geçtiğimiz doğum günümü, o doğum günümde ne kadar çok eğlendiğimi, tam 3 ay boyunca ne kadar çok mum üflediğimi ve üflediğim her mumda dilek tutmak yerine ne kararlar aldığımı ve nasıl da çeşitli mazeretler ile bu kararlarımın neredeyse hiçbirini gerçekleştiremediğimi düşündüm. Mutlaka vardır bir yerlerde bir şeyler ya derken, aklıma geldi "Hayat sen planlar yaparken, başına gelenlerdir." zaten.
Sanırım bu son yılın başlığı bu olabilirdi. Başıma gelenler. 
30 yaşımda öğrendim ki cidden hayat veremediğin sınavların tekrar tekrar önüne gelmesinden ibaret. Okul bitti diyorsun ama bitmiyor anasını satayım. İşe başlıyorsun, ayrı bir okul. İlişki, apayrı bir okul. Hayaller, okul. Akıl sağlığını stabil tutmak, koca bir fakülte. Açıkçası bu yaşımda ben, yoruldum. Daha önceleri de yorulduğumu sandığım zamanlar olmuştu. "Daha yorulmak için çok gencim" dediğim, durmadan zıplayıp aralıksız 12 saat dans ettiğim -ki düşününce şimdi bana bile inanılmaz geliyor, kendim yaşamasam gerçek olduğuna kesinlikle inanmazdım-, yılmadan her güne yepyeni bir motivasyonla başladığım zamanlar. Ama artık her şey bambaşka. Hafta sonları Kilyos'a gidip Cumartesi gecelerimi uyumadan geçiremiyorum misal. Yoruluyorum. Ya da eskiden olduğu gibi ajandamın her gününü dolduramıyorum. Eve gitmek istiyorum. Hem de bunu o kadar çok istiyorum ki, mesaimin son saatlerine yaklaştıkça kendi kendime söylenmeye bile başlıyorum. “Eve gitmek istiyorum.”
Ev demişken anlatayım. Bu yaşımdan tek dileğim ve en büyük beklentim, kendi evime sahip olabilmekti. Gerçekten. Benim salonum, benim mutfağım diyebileceğim, küçük, sade ve sadece bana ait bir alana sahip olabilmek, 30. yaşımdan tek beklentimdi. Şu an yaşadığım evden mutsuz olduğum için ya da şartlarım kötü olduğu için değil. Artık zamanının geldiğini düşündüğüm ve mecbur kalmadan yaparsam daha kolay alışabileceğimi bildiğim bir durum olduğu için. Bunu gerçekleştirebilmek adına, Eylül ayından itibaren kendime yıllık bir plan yaptım. Zaten yapım gereği, bu tarz planlamaları yapmakta üzerime yok maşallah. Listeler, zaman çizelgeleri, hesaplar hepsi tamamdı. Yeni yaşın ilk birkaç ayını borç kapatarak geçirdim. Bundan önce çılgınlar gibi ne harcadığını umursamadan sadece istediğini yapan kız gitti, yerine sadece kredi kartına para yatıran, evde oturan, insanlara hediye dahi almayan bir kız geldi. Kredi kartı borcumu kapattıktan sonraki adım, para biriktirmek ve ev bakmaktı. Ne hikmetse, tam o sırada, zammım açıklandı. %0. Harika. Para biriktirmek şöyle dursun, ekonomi denen zalimin bütün ev masraflarını 3 katına çıkartacak kadar göçmesi ile birlikte, harcamalar daha da katlandı. Eve kapanmalar arttı. Kiralar saçmasapan gözükmeye, sıfırdan bir eve taşınma fikri gözümde büyümeye başladı. Velhasıl bu yıl, kendimden beklediğim tek şeyi gerçekleştirecek o adımı bir türlü atamadım. Bir yandan çevremdeki insanlar ilk evlerini satın alırken, gerek kendi başlarına gerek sevgilileri ile eve çıkarken bu yaşımdan tek istediğim şeyi tamamen benim dışımda gelişen durumlar sebebiyle yapamamış ve yakın gelecekte de yapamayacak olmanın getirdiği aptal psikolojik durumdan bahsetmiyorum bile.
Psikoloji demişken, bu yıl yeniden psikoloğa gitmeye başladım. Başıma uzun süre bela olan panik atakları atlattıktan bir süre sonra artık her ne vesile olduysa sağ olsun, vücudum hiç tahmin etmeyeceğim durumlara daha da tahmin edemeyeceğim tepkiler vermeye başladı. Anksiyete ve depresyon çağımızın en moda hastalığı olsa da inanın, bu dünyada insanın kendine yapabileceği en kötü şeylerden biri bu modaya uymak. Açıkçası ben uymayı hiç istememiştim. Yıllar yılı yaptığım ve bana normal gelen şeyler, beni germeye, gereğinden fazla endişelendirmeye, elimi ayağımı titretmeye, uykularımı kaçırmaya, kalbimi sıkıştırmaya başladı. Pek sevgili psikoloğuma kalırsa bu durum, tamamen aile kaynaklı. Başka sorum yok, teşekkürler.
Bu durum günlük hayatımı çok etkilemiyor gibi gözükse de, aslında etkiliyor ve bazı günler sadece rutin şeyleri yapmak bile çok büyük bir zorlama gerektiriyor. Bu aslında kötü bir durum olmasına rağmen ne yazık ki, hayatım hakkında kendi başıma farkına varamadığım şeylerin de gün yüzüne çıkmasına yardımcı oluyor. Kısacası bu yaşımda ben, hayatın hiçbir alanında sınırlarımı çizmeyi bilmediğimi, kendi vicdanımı serin tutmak kisvesi altında hayatımın her alanında kendimi insanlara kolayca ve naifçe kullandırttığımı, “iyi insan olmak” adına birçok insanı gereksiz yere affettiğimi, insanlara hak ettiklerinden de fazla şans verdiğimi, hakkımı sandığım kadar kolay arayamadığımı ve ne yazık ki çocukluğumdan bu yana süregelen aile davranışlarından sandığımdan daha çok etkilendiğimi öğrendim. Zor da olsa anladım ki hayatım hep “umut etmekten” ve “hayal kırıklığına uğramaktan” ibaretmiş ve bu benim aslında “umut edilmeyecek” şeylere bel bağlamam yüzündenmiş. 
30 yaşımda, insanların "hayır demenin gücü" denen olguya neden bu kadar sımsıkı sarıldıklarını da öğrenmiş oldum ve bu vesileyle bu sene de "neden bahsediyor ya bu insanlar" dediğim bir konu örnekleri ile karşıma çıkıp, bu insanların neden bahsettiğini bana öğretmiş oldu. Artık her yıl, "neden böyle dendiğini/yapıldığını/hissedildiğini anlamıyorum" dediğim her konudan en az biri karşıma çıkıp bu nedenin ne olduğunu bana öğretir oldu.
Bu yıl, ilk defa benden daha pozitif biriyle tanıştım. Lise arkadaşlarımın bana “doğan güneş” diye hitap ettiği, Ufuk'un bana Polyanna dediği günlerden bu güne nasıl bu kadar karamsar, umutsuz ve mutsuz bir insan olduğumu bilmiyorum ama sonunda ben bile bir duruma pozitif bakamazken, durup, gülümseyip benim de günümü aydınlatabilen biri girdi hayatıma. Aslında 4 ay süren aralıksız bir sohbetle hayatıma dokunmaya başlayan ve ani bir öpücükle günüme geceme dâhil olan bu adam, 30 yaşımda bütün karamsarlığıma, tüm mızmızlığıma, tüm kararsızlığıma, sabırsızlığıma, meydan okumalarıma, muhalefetliğime gülümseyen ve beni de gülümsetebilen yegâne insan haline geldi. Anladım ki kader, hayat, evren, artık adına ne derseniz deyin o "şey" insanı hep en ihtiyacı olan kişiler ile karşılaştırıyor. Uzun zamandır hiç bu kadar güzel, bu kadar naif sevilmemiş ve bu kadar çok desteklenmemiştim. Buna da buradan, şükürler olsun.
Bu yaşımda, bir şeyden sadece korkmanın, korktuğun şeyin başına gelmesinden daha zor ve acı verici olabileceğini öğrendim. İnsan beyni öyle bir şey ki, aslında başına gelse o kadar da sorun olmayabilecek ve "ee napalım yani bu da böyle o zaman" diyeceğin bir durumdan çekeceğin acıyı sadece "ya olursa" diyerek on katına çıkartabiliyor. Daha da inanılmazı, hayatını 30 yaşında kadar “en kötü ne olur ki ya” diyerek, bu düşünce halini etrafındakilere de öğreterek ve bu sayede endişeden kaçınarak yaşamış bir insanın bu noktaya gelmesi sanırım. Henüz bunun nasıl olduğunu öğrenemedim ama bu yıl yeniden, -sanki hiç bilmiyormuşum gibi- “en kötü ne olur” diyerek yaşamayı öğrendim.
Hayatımın 30. yılında, hayatın bir şeyleri bir araya getirmek için çok çetrefilli, çok uzun ve çok garip yolları olduğunu öğrendim. Bu yıl öyle bir şey oldu ki, bunca yıl çekilen tüm sancıların sebebini hep birlikte ancak bu yıl anladık. Sanırım ve umarım bu yaşımda, bir hikâyenin daha sonuna geldik.
Bu yıl, yolunda gitmediğini düşündüğümüz ve hatta bildiğimiz ve kurtulmak için uzun zamandır çabaladığımız şeyleri bırakma noktasına gelince, aslında elimizdekinin en iyisi olduğunu fark edip bir anda o şeye daha çok sarılabileceğimizi öğrendim. Gariptir, daha önce hiç tereddüt etmeden, arkama bile bakmadan atlayabildiğim uçurumlar ve hatta risk olmadığını düşünerek alabildiğim riskler, bu yaşımda bana fazla korkutucu gelmeye başladılar ve konfor alanım gitgide rahatsızlık vermeye ve aynı zamanda gitgide daha konforlu olmaya başladı. Henüz bu konfor alanından nasıl çıkacağımı öğrenemedim.
Bu yaşımda, insanların sebepsizce ve aniden hayatınızdan çıkmış olmasına rağmen, hiçbir özür, açıklama, mazeret ve hatta bahane dahi sunmadan yeniden hayatınıza dâhil olmayı isteyebileceğini, ama buna rağmen bu konuda en ufak çabayı göstermeyebileceğini öğrendim. Neyse, uzatmayacağım. Sanırım bunu zaten biliyordum.
Bu yıl kendime bir iyilik yaptım ve Noel için bir İngiltere bileti aldım. Zira bu yaşımda, artık burada bir Noel geçirmeye çalışmanın bir manası olmadığını öğrendim.
30 yaşımda, bana gösterilmeyen kıymeti karşımdaki kişinin karakteri sanırken aynı kıymetin başkasına gani gani gösterildiğini gördüğüm anda, insanları kaç yıldır yanımda olsalar da asla yeterince tanıyamayacağımı ve kıymet vermekle özen göstermenin insanların karakteri ile değil karşılarındaki kişi ile alakalı olduğunu yeniden öğrendim. Bu sefer biraz acı oldu ama iyi oldu. Bu sayede en yakın saydığım insanlardan aslında sadece "üşengeçlikten" veya "yok yere" göremediğimi fark ettiğim değeri ben de karşılık olarak vermemeyi öğrendim.
Bu yıl Nisan ayında sadece bir cenazeye gittim.
Bu  yaşımda pek tatil yapamadım ve neredeyse hiç dans edemedim. İlk defa annemle Çeşme’ye gittim. "Diren Meme" fotoğraflarının sonuncusunu çektim. Bu yıl sadece iki rulo film tab ettirdim, yalnızca 5 kez sinemaya gidebildim. Yine hiç terfi almadım. Hiç yeni bir şey keşfetmedim. Hiç sergiye gidemedim ama en azından 2 kez tiyatroya gidebildim. Cumartesi gecelerini Pazar sabahlarına bağlayamadım. Dostlarıma yeterli vakit ayıramadım. Cuma akşamları viskimi yudumlayamadım. Neredeyse hiç konsere gitmedim ama gördüğüm en kalabalık iki düğüne bu yıl katıldım. İlk defa kısa bir Vertigo faciası geçirdim ve bu yüzden 30 yaşımda hayatımda ilk defa serum taktırdım. :)
Sancılı, huzursuz, vakitsiz, kendimden mutsuz, yarınımdan umutsuz geçen bu yıl, canımdan can, ruhumdan ruh, elimden imkan, yanımdan ise birçok insan aldı. Kıssadan hisse, bana kalırsa hiç keyifli, veyahut verimli bir 30 yaş geçirmedim.
Bugün akşam saat 9 itibariyle, 31. yılıma başlıyorum. Umarım, en kötü yılım 30. yılım olmuştur. Başka da dileğim yok. Bu boktan yılda yanımda duran, gülümseyen ve gülümseten herkese teşekkür ederim. Hepinizi öperim.
Dee.
5 notes · View notes