Tumgik
#en sevdiğim kıyafetim :)
Text
ben kucukken babamın öyle çok parası yoktu.
Pahalı oyuncaklar alamadım. Pahalı giysiler giyemedim. Her çocuk gibi gülüp eğlenip gezemedim yani.
Küçük şeylerde gözüm oldu hep. Şımartılmadım sevilmedim.
En çok pamuk şekeri severdim. Tabi o zamanlar bir liraydı. Babamın da parası dedim ya azdı işte.
Alamazdı çoğu zaman istediğim şeyleri.
Bir bebeğim olmadı mesela. Çeşit çeşit kıyafetim olmadı.
Yedi yaşında almıştı annem ilk bebeğimi.
Safinaz koymuştum o gün ki aklımla adını. Hâlâ da öyle kaldı.
Sonra büyüdüm. Büyümek bir şeyler daha ekledi hayatıma.
Pamuk şekeri daha çok sevdim. Ve seni de sevdim.
Sonra daha çok bebeğim oldu. Dolap dolap kıyafetlerim. Sandık sandık ayakkabılarım...
Ama en çok içlerinden pamuk şeker ve sen çektin ilgimi.
Pahalı kıyafetler, kolyeler çekmedi benim dikkatimi.
Senin verdiğin küçücük taş çekti.
Oysa babamın da parası vardı artık. Ben küçükken ki gibi değildi.
İstediğim ne olursa alınırdı.
Ama sonra bir şey oldu. Gerçi bir şeyler hep olurdu. Ben geç farkettim sadece.
Seni sevdim, pamuk şekeri sevdim.
Her sokak başında gördüğüm yaşlı amcalardan pamuk şeker aldım.
Ama seni alamadım.
Her sokakta göremedim seni.
Döndüğüm her sokakta pamuk sekerler vardı sevdigim, ama sen yoktun.
Cok sonra fark ettim bunu.
Kaybettiğim sokaklara tekrar bakınca fark ettim.
Yoktun.
Yoktuk.
Sokaklar kaybetmişti izimizi.
Ve biz sevdiğim, bir arabanın altından çıkan toz dumanı gibi kaybolduk seninle.
Sevgili vazgeçemediğim adam, beni affet olur mu kokunu unutuyorum.
20.05.23
4 notes · View notes
kalemineiyibak · 2 years
Text
Aşk mümkünüm, yol beni sana çıkardı. Meğer ben yıllar yılı ve senin kim olduğunu bilmeden hep sana teslim etmişim kelimelerimi. Ağzımı burnumu kıran harflerin düğümünü sen çözmüşsün resmiyette. Adım kaldırım taşında senin ayak izinde can bulmuş, gökler hakimi Tanrım yollarımızı henüz birbirine çıkarmasa da ismi lazım olmayan hayalleri bir kenara attım. Gözlerinin rengini bile bilmiyorum mesela; saçların koyu kahverengiyle mi demlenir yoksa sarının bence en âşık tonu mu? Çok acı çektim; kalbimin cenaze marşını bile yazdım yokluğuna, artık senin kalbinde mutlu olmak istiyorum. Bıraktım olmazları, nüfusu bana dolmazları, adımın yanına soyadı yakışmayanları, başkalarına sevda bana hiç olanları... Temizim. Sana anlatacak çok acı ama senli şenliklerde beni bayram eden çok sevda var. Bu duvarlardan o kadar yoruldum ki hiçbiri anlamadı beni; senin duvarlarında nefes alıp cadde üzerinde yanlış bulunan o sayfaları yırtmak gerek. Karşıya senin adımlarınla geçmek istiyorum mesela, topalladığım dünlerin beni sana koşturan mükafatı olsun istiyorum ayaklarım. Acı deminde en koyusu oldum zamanın, gözyaşlarımı sen sil istiyorum. Çok üzdü beni yanlış adamların doğru zamanları...
 
Aşk mümkünüm, yazdığım o acılı mektuplar hep yanlış adamlara ulaşıp sonunda okunmadan yırtıldı. Sana gelebilmek adına kalbimi çok yıprattım. Artık gerçeği, sensiz seninle olabilmeyi görüyorum; kim olduğunu bilmeden şu an, varlığımın her bir parçasının mutluluk aslını Sana adıyorum. Boyun kaç santim aşar acaba beni? Saçlarıma vuran aklar yıpratır mı gözlerinin saadetini ? Beni sadece ben olmakla birlikte Sana ait kıl istiyorum. Namaz kılıp şükreder gibi sev beni, secden yalnızca Yaratana değdirse de varlığını; ettiğin duanın son paragrafı olayım istiyorum. Allah bizi bize kabul etsin aşk mümkünüm. Kıyafetim Sana gelmeye hep münasip ve kalbim seni sevmeye hep muktedir...
 
Göz cennetinin kapısında beni karşılayacağına söz verirsen sözlümsün. Sen hep varsın gibi hep yalnızca sana aitim. Başkasının yasaklı kelimelerinde bir salise olsun dem tutmayacağım , hep ortasına rastlayacağım seninle gülerek içtiğim kahvelerin. Çok ağlattım kalbimi be sevgilim; aşk mümkünümde nefes almak saadetiyle katlandım bu acıya. Yanlış adamların kırık salıncaklarından düştüm.
Peki tamam, kıskanma sakın. Başka kimse yok. Herkesi sen diye sevdiğim için her bir acının özür tarifesi üzerinden ücretlendirilecek bu sevda; aşk mümkünüm, ben, yolları bilmediğim hayatın topuklu ayakkabı cesaretine senin için katlandım; Senin mümkünlüğün mümkünse her seferinde... Kalbim çıtırdıyor, kelebeklerin cesetlerini topluyor hayal kırıklıkları. Bırak toplamından sen çoğalacaksa toplasınlar, çöp toplama saatini asırlardır kaçırdı zaten sevda.
 
Koşuyorum, görüyor musun? Kırılan kalbimi senin varlığının tiryakisi olan aşkımız onaracak. Bende sen zaferleri, sende yaprakları bende yeşeren sevda varken ve bir bakıma bizce her şey çok güzel olacak. Şarkı biterse de bitsin bırak, ben senin sesine tamamım.
Aşk mümkünüm, senin varlığına benim varlığımda edilen her şey bir söz artık.
 
Seni seviyorum, hoşça kal mutsuzluklarıyla işi bitip geri dönüşü bana aşk olan aşk mümkünümün mümkün sevdalısı...
Başkalarında yobaz türküleri çalınıyor, tangosu sevmek bizim aşkın. Sarıl sevgilim; her evet’ine bin evetli sevdanım...
Dilara AKSOY
7 notes · View notes
ssaudede · 2 years
Text
Sev beni oğlum.. sana verebileceğim bir şey yok ama en sevdiğim kıyafetime baş harfini yazarım sürekli üzerinde taşırım seni
2 notes · View notes
anksiyetemtavan · 4 years
Text
Bana güzel bir şey anlat.
Küçükken en sevdiğim kıyafetim... yaban arısı taytımdı.
Yaban arısı tayt mı?
Siyah ve sarı çizgileri vardı.
Aman tanrım.
Bir şeyi o kadar sevmedin mi hiç?
Sevdim.
........
Tumblr media
13 notes · View notes
Text
Yazı çağıra çağıra getirdim sonunda, işte geldi Haziran. Tüm kışlık kıyafetlerimi kışa kadar hiç açmayacağım bir dolaba kilitledim. Kilitleyerek emin olmak istedim kışın sona erdiğine. O soğuk havalar esir etmesin bizleri güneşin yakması gereken zamanlarda diye telefonumdaki tüm kış fotoğraflarımı arşive kaldırdım. Şimdi sağlık bakanlığından gelecek güzel haberleri bekliyorum. Son beş on yılda karamsarlığın ülkenin resmi ideolojisi haline geldiğinin farkındayım fakat güzel bir hissiyatla yazın tadını çıkarabileceğimi düşünüyorum. İstanbul'u bir temmuz sabahı terk etmiştim ve şimdi hasreti bir yıla bağlamadan sona erdirip Beyoğlu'nun, Şişli'nin, Kadıköy'ün anılar dolu sokaklarında en sevdiğim astronotlu kıyafetim ile dolaşmayı bekliyorum. Onca yıl karış karış gezmiş olmama rağmen yeni sokaklarını keşfetmeyi, henüz kapısından hiç geçmediğim mekanları ziyaret etmeyi ve henüz tanışmamış olduğum yüzleri görmeyi planlıyorum. Kadıköy'de sarhoş olup çığlık çığlığa şiir okumayı çok ciddi bir şekilde düşünüyorum. Bu konuda destekçilerim olacağına da kuvvetli bir şekilde inanıyorum. Taksim'de içine su katılmış ucuz biramı içerken sigaraya yeniden başlayacağım günü çok net bir şekilde görebiliyorum. İstiklal'de mutlaka tanıdık bir yüze denk geleceğim, buna adım kadar eminim. Tek arzum o tanıdık yüzün tatsız bir sima olmaması. Sokakları arşınlarken zaten her biri benimle olacaktır iyi ve kötü anıların. Bu bütüne yenilerini eklerken hangilerinin bana daha büyük yoldaş olacağına ben karar verebilirsem eski dostum İstanbul ile çok daha güzel bir başlangıç yapabilirim. İşte bu yüzden bu mektubum sana sevgili İstanbul, lütfen kavuşmamız gerçekleştiğinde, bu sefer sen de biraz çabala ve her şeyi benden bekleme.
1 note · View note
garip1astronomii · 5 years
Text
Tumblr media Tumblr media
+Bana güzel bir şey anlat.
-Küçükken en sevdiğim kıyafetim yaban arısı taytımdı.
+Yaban arısı taytı mı ?
-Siyah ve sarı çizgileri vardı.
+Ah yüce tanrım.
-Bir şeyi o kadar çok sevmedin mi hiç ?
+Sevdim.
172 notes · View notes
Text
Bölüm 116
Refiye çıktığında bornozuna sıkı sıkı sarınmıştı. “Uhh, rahatladım vallahi, hadi sen de gir yıkan hemen!” dedi. Onun ardından ben de geçtim banyoya. Sıcak ve tazyikli suyun altında yıkandım güzelce. Sıcak su ve buharla mayıştım, rahatlayıp kendime geldim. Ancak bedenim rahatlasa da aklım kasanın içindekilerdeydi. Konya gibi bir yerde titreşimli ve belden bağlamalı plastik yarakları nerden bulmuş, edinmişti Refiye?
Ama bunlardan hariç aklımı meşgul eden başka bir şey de kondomlardı. Ne arıyordu bunlar kasada? Plastik yaraklara takmak için miydi? O ara aklıma Ceren geldi. O gece sabaha karşı yukarıya annesine bakmak için çıkmış, sonra elinde bir kondomla dönmüştü. Bu ne diye sorduğumda da Ceyhun’un olduğunu ve burada unuttuğunu söylemişti. Sonra da kondomu yarağıma takıp güzel bir sakso çekmişti.
Şimdi düşününce bu işte başka bir işin olduğu ortaya çıkıyordu. O kondom Ceyhun’un değildi, Refiye’nindi ve Ceren onu annesi uyurken kasadan almıştı. İlk önce bunun kesinlikle böyle olduğunu düşündüm, ama sonra belki de yanılıyor olabileceğim geldi aklıma. Belki de kondomlar gerçekten de Ceyhun’undu, o Almanya’ya gidince Refiye bulmuş ve kasaya koymuştu.
İlk düşünce ne kadar doğruysa, bu da o kadar doğru görünüyordu. Oğlunun kondomlarını bulması pek tabii mümkündü. Annem de odamda benim porno dergilerimi bulmuştu zamanında. Annem dergileri atmak yerine onlara bakmayı tercih etmişti. Belki Refiye de oğlunun kondomlarını atmak yerine saklamayı uygun görmüştü. Ama ne olursa olsun, kasadan ve içindekilerden Ceren’in haberinin olduğu kesindi. Doğru cevabı bulmam zamanla mümkün olacaktı.
Çıktığımda Refiye giyinmiş, hazırlanmıştı. Uzun, parlak siyah kadifeden bir elbise giymişti. Dün karımın üzerinde gördüğümün bir benzeriydi bu elbise. Zaten o elbise de aslında Refiye’ninkilerden biriydi. Elastik kumaştan yapılan elbise vücut hatlarını ortaya çıkartmıştı. Dolgun memeleri elbisenin altında belirmişti iyice. Karnı ve hafiften çıkıntı yapmış göbeğiyle kalçaları da ortadaydı. Başını sarı siyah desenli büyük bir türbanla bağlamıştı. Çok hafif de makyaj yapmıştı. Dün akşamki halinden bile daha güzeldi.
Yatağın üzerinde epeyce pantolon, gömlek, kazak, iç çamaşırları vs. vardı. “Bunlar ne?” diye sorduğumda, “Senin, sana almıştım daha önceden!” dedi Refiye. Hepsi yeniydi, etiketleri üzerindeydi. Bazıları pahalı, lüks sayılacak markalara aitti üstelik. Evden birkaç parça kıyafet getirmiştim, ama şimdi epeyce yeni kıyafetim olmuştu.
“Hadi şunları giysene, çok merak ediyorum nasıl olacak!” deyince içlerinden seçtiklerini giyindim. Refiye zevkli bir kadındı. Aynada kendime bakınca bir kez daha anladım bunu. Giysiler üzerime tam oturmuştu üstelik. Sonrasında çekmecelerden birini açıp küçük bir parfüm kutusu çıkardı. Oldukça pahalı, lüks bir markaya aitti bu parfüm ve daha önce hiç kullanmamıştım.
Kutunun içinden zarif bir şişe çıkardı, “Yaklaşsana!” dedi ve üzerime sıktı birkaç kez. İlk anda anlamasam da saniyeler sonra koku kendini göstermeye başladı, müthiş bir kokuydu. Refiye gözlerini kapatıp havayı koklarken, “Bu kokuya bayılıyorum!” dedi. Sonrasında sarıldı sıkıca ve yanaklarımı öptü. Kim bilir belki de ölen kocası da bu kokuyu kullanıyordu.
Önü boydan boya fermuarlı penye bir pardesü giyindi. Krem renkli yüksek topuklu ayakkabılarını da giyinince beraber çıktık. Alışveriş merkezlerinden birine gittik. Mağazaları dolaştık ve biraz alışveriş yaptık. Ardından yeme içme katına geçtik. Ortak alandaki masalardan birine oturmuş yemeğimizi yerken, önümüzdeki masaya iki genç kız gelip oturdu. Kızların birini tanımıyordum, ama diğerini görür görmez tanıdım. Cevat’ın otele gönderdiği Zümrüt’tü bu kız.
O geceki halinden çok uzaktı, ama tanımama engel değildi bu. Bebek gibi bir yüzü vardı ve yüzünü unutmamıştım hiç. Götünü sikmek istediğimi söylediğimde beni terslemiş, hatta küfretmişti. Sonrasında ben de ona küfretmiştim. Cevat, Zümrüt yerine Şermin’i göndermişti daha sonra.
Uzun kızıl saçlarının yerinde daha kısa kestane rengi saçları vardı. Beyaz, parlak bir gömlekle siyah kumaş bir pantolon giymişti. Karşısındaki kız da onun gibi giyinmişti. Göğsünde metal bir isimlik vardı, ama uzak kaldığından adını okuyamıyordum. Zümrüt’ün gerçek adı olmadığından emindim. Buradaki mağazalardan birinde çalıştıkları çok belliydi. Öğle yemeğine çıkmışlardı.
Refiye’nin arkasında kalmışlardı, ama yine de fark etmesin diye çaktırmadan bakıyordum. Derken kaçamak bakışlarımı fark etti. Yemeğini yerken onun da bana bakmaya başladığını gördüm. Kızla neşeli sohbetinin arasında ara sıra ciddi bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Belki de beni hatırlamıştı benim onu hatırladığım gibi.
Bir ara kız kalkınca tek başına kaldı masada. Refiye’nin sözlerine cevap verirken ara ara ona bakmadan edemiyordum. Elindeki telefonla ilgileniyordu. Ancak yan gözle bana bakmayı ihmal etmiyordu. Kız gelince masadan kalktı, bizim masaya doğru bir iki adım yaklaştığında isimlikte yazan yazıyı nihayet okuyabildim. Gerçek adı Beyza idi. Çalıştığı mağazanın amblemi de vardı isimlikte, bir kozmetik mağazasında çalışıyordu. Kızla beraber kalabalığın arasına karıştı az sonra.
O gece göt sikme uğruna reddettiğim kız onca zaman sonra bir anda karşıma çıkıvermişti. Hem ismini hem de nerde çalıştığını öğrenmiştim. Gözüm onda kalmışken, Refiye’nin, “Kalkalım mı?” demesiyle kendime geldim.
Kalktık ve birkaç mağazaya daha girip çıktık. Refiye, “Sinemaya gidelim mi?” deyince, “Tamam, gidelim!” dedim. Sinemaya en son karım ve kızlarla beraber gitmiştim. Refiye afişlere baktı bir süre, sonra da, “Şuna gidelim, ben bu kadını çok beğeniyorum!” dedi. Romantik türde bir Türk filmiydi bu. Filmin başlamasına az bir zaman kalmıştı, o nedenle hemen içeri girdik.
Yerimiz önlerdeydi. Günlerden Pazartesiydi ve öğle saatleri olduğundan salonda çok kişi yoktu. Hepsi de arka taraflarda kalmıştı. Refiye ile bize gösterilen yere oturduk. Işıklar kararıp da film başlayınca kolumu omzuna attım, o da bana yaslandı. Çok sevdiğim parfümünün kokusunu çektim içime.
Film beni sarmadı, ilk 10-15 dakika içinde sıkıldım. Ancak filmden sıkılsam da halimden memnundum. Elimin altında onun yuvarlak, biçimli omzunu, kolunu hissetmek çok hoşuma gidiyordu. Omzuma başını koyup yaslandığında ipek eşarbının yumuşaklığını yanağımda hissediyordum. Parfümüyle ise ciğerlerim bayram ediyordu. Tüm bunlara ilaveten dolgun memesini göğsüme yaslamıştı. İnce penye pardesüsü ve kadife elbisesine rağmen sutyeninin yumuşaklığını hissedebiliyordum.
Yarağım ufak ufak hareketlenmeye başladı tüm bunlar bir araya gelince. Külotuma ve kot pantolonuma karşın sinema salonunun karanlığında çadırı dikmiştim. Refiye kendini filme vermiş, büyülenmiş gibi koca ekrana bakıyordu. O anda bendeki değişikliği fark etmiyordu hiç.
Sağ elim omzunda, kolunda geziniyordu sürekli. Kolunun dolgun ve yumuşak etlerine avucumla bastırıyordum. Kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı. Salonda kimse olmasa ve kimse görmese, ekranda film oynamaya devam ederken onu oracıkta, koltukların üzerinde çatır çatır sikmek istediğimi fark ettim.
Bir saat kadar sonra ışıklar yandığında nihayet Refiye durumu anladı. Pantolonumun önündeki şişkinliği gördü. Yanımızdan diğer seyirciler geçerken durumu anlamasınlar diye hemen alışveriş poşetlerinden birini kucağıma koydu. Fısıltılı bir sesle, “Bu halin ne böyle?” dedi. Bunu söylerken şaşkınlığı yüzünden okunuyordu, utanmış gibiydi ayrıca.
Kulağına iyice yanaştım. “Ne bileyim, sana sarılınca birden canım çekti seni!” dedim. Adetliyken benimle birlikte olamamanın verdiği üzüntü ona yetiyordu. Bir de ben böyle söyleyince daha da üzüldü. “Biliyorsun durumumu!” dedi. “Tamam, biliyorum ama elimde değil!” dediğimde bir süre bir şey söylemedi. “Hadi çıkalım!” deyince, “İzlemek istemiyor musun?” dedim. Refiye bu soruma, “Hayır!” dedi kesin ve sert bir sesle.
Önümdeki şişkinliğin inmesi için bir süre daha oturduktan sonra kalktık. Refiye duruma hem üzülmüş, hem sinirlenmişti. Adetli olduğu için kendisini suçladığımı düşünüyordu belki de. Oysa böyle bir şey yoktu. Sivri, yüksek topuklu ayakkabıları ile mermer zemine sert sert basarak yürüyordu. Çıkan 'Tak tuk' sesleri koca katta yankılanıyordu.
Anlamsızca dolaştık bir süre. Sonra, “Benim tuvalete gitmem lazım!” deyince, “Tamam sen git, ben beklerim!” dedim. O gidince mağazaların vitrinlerine bakındım. O ara arkamdan bir kadının, “Osman Bey?” demesiyle geriye döndüm. Günün ikinci sürprizi tam karşımdaydı. İnternetten tanışıp siktiğim Moldovalı Natalya karşımda duruyordu.
Elinde birkaç alışveriş torbası vardı. “Ben gördüm seni. Yanında bayan vardı, onun için gelmedim yanına!” dedi kendine has kırık Türkçesiyle. Uzun siyah bir etek giymişti, üstünde ise çiçekli uzun kollu bir bluz vardı. Sarı saçları omuzlarına dökülüyordu yine. Ayağındaysa siyah yarım botlar vardı.
“Nasılsın, iyi misin?” diye sordum. “İyiyim, sen nasılsın, aramadın hiç?” dedi sitem eder gibi. Cep telefonunu vermiş, ne zaman istersem arayabileceğimi söylemişti, ama o geceden sonra ne aramış ne sormuştum. Arada kaynayıp gitmiş, hatta unutmuştum Natalya’yı. “Kusura bakma, iş güç, arayamadım!” deyince, “Hadi hadi, siz Türkler hep aynısınız!” dedi gülerek.
“İzinli misin?” diye sorduğumda, “Niet!” dedi Rusça. Sonra da, “Benim hanım var, onunla geldim alışverişe!” dedi elindeki torbaları gösterip. O bunu söylerken mağazadan bir kadın çıktı ve elindeki torbayı uzatarak, “Şunu alsana!” dedi Natalya’ya. Natalya torbayı alırken kadın bana baktı ve “Aaa, Osman Bey, merhaba, nasılsınız?” dedi gülümseyip. Bir başka sürpriz daha karşımdaydı, ama bu kadının kim olduğunu bilmiyordum.
“Merhaba!” dedim utana sıkıla. Ardından, “Kusura bakmayın, çıkartamadım sizi?” dediğimde, kadın gayet kibar ve alttan alır bir şekilde, “Ben Fikriye, geçen sabah görmüştüm sizi, Ayşe Hanım’ın görümcesiyim!” dediğinde bende jeton anca düştü. “Çok özür dilerim, kusura bakmayın!” dedim ayıbımı kapatmaya çalışarak. “Ne demek, estağfurullah, olur böyle şeyler!” dedi gülümseyerek.
Demek Natalya Fikriye hanımın yanında çalışıyor, onun hasta ve yatalak kaynanasına bakıyordu. Dünyanın ne kadar küçük olduğunun bir kanıtıydı bu durum. Fikriye Hanım ile Ayşe Hanım karşılıklı oturuyorlardı. O gece Natalya’yı eve bıraktığımda tam karşıdaki villanın bahçesinde Ayşe hanımın kullandığı cipi görmüş, Natalya’ya orada oturanları tanıyıp tanımadığını sormuştum. Natalya da hiç düşünmeden Ayşe hanımın adını vermişti.
“Nasılsınız, iyi misiniz, Özge nasıl?” diye sorunca ne diyeceğimi bilemedim. Özge’nin annesinden fena bir dayak yediğini, yüzünün gözünün morardığını söyleyemezdim elbette. “İyi, nasıl olsun!” dedim herhangi bir şey çaktırmamaya çalışarak. “Aradım ama ulaşamadım kendisine, selamlarımı iletirsiniz!” dediğinde, “Ne demek, tabii ki!” dedim.
Ayşe hanımdan hariç Fikriye Hanım da Özge ile görüştüğüne göre durum oldukça ciddi demekti. Özge her ne kadar Ahmet’i sevmediğini söylese de, Ahmet’in ailesinin Özge’yi pek sevdiği belliydi.
Fikriye hanımı o gün ayaküstü görmüştüm ve aklımda yer etmemişti, ama şimdi daha dikkatle baktığımda gayet hoş ve zarif bir kadın olduğunu fark ettim. Uzun boyluydu. Dizlerinin altına inen krem renkli bir pardesü giymişti. Pardesünün altından kahverengi eteğinin uçları görünüyordu. Bordo renkli yüksek topuklu çizmeleri ile zaten uzun olan boyu daha da uzamıştı. Başındaki desenli türbanı ve elinde tuttuğu çanta da bordoydu ve oldukça pahalı bir markaydı. Yüzünde çok hafif bir makyaj vardı. Yüzündeki ve alnındaki çizgiler ona ayrı bir hava ve güzellik katıyordu. Bu haliyle en fazla 40 yaşında gösteriyordu.
Natalya’ya bakarak, “Siz tanışıyorsunuz galiba?” dediğinde, Natalya, “Da, Osman bey eski arkadaş benim!” dedi. Natalya bir yabancı olarak bunu söylemekte herhangi bir sakınca görmemişti, ama Fikriye hanımın yüzündeki ifade tam tersini işaret ediyordu. Zoraki bir gülümsemeyle, “Ne güzel!” dedi. Evli bir erkekle, yabancı, yalnız bir kadının ne tür bir arkadaşlık yaptığını düşünüyordu muhtemelen. Belki de beni yanında çalışan yabancı kadınla karısını aldatan biri olarak görüyordu.
Konuyu değiştirmeye çalışıp, “Ayşe Hanım nasıl, Mümtaz Bey nasıl?” diye sordum. “İyiler sağ olun, aslında yengem de gelecekti benimle, ama başka bir işi çıkmış, gecikeceğini söyledi!” dedi gülümseyen yüzüyle. Fikriye Hanım, “Bir gün buluşalım ailecek, eşinizle de tanışmak isterim!” dediği sırada bir anda Refiye bitiverdi yanımda. Tam konuşmanın üzerine denk gelmişti. Beni iki kadınla konuşurken görmenin verdiği şaşkınlık ve siniri yüzünde görebiliyordum.
“Eşim Refiye!” diyerek kendisini tanıştırdığımda, Fikriye Hanım, “Merhaba, biz de tam sizden bahsediyorduk!” dedi gülümseyerek. Fikriye Hanım Refiye’yi Özge’nin annesi sanmıştı. Refiye sinirden uzun deri cüzdanını koparırcasına sıkarken hiçbir şey söylemedi karşılık olarak. Bir Fikriye hanıma, bir Natalya’ya bakıyordu.
Refiye’nin gelmesi ile oluşan soğukluğu benim gibi Fikriye Hanım da fark etmişti. “Peki, bize müsaade, iyi günler!” diyerek yanımızdan ayrılırken, “İyi günler!” dedim. Onlar giderken Refiye’nin siniri bana yönelmişti. “Kim bunlar?” dedi dişlerini sıkarak. “Özge’nin bir arkadaşının halası, öbürü de yanında çalışan hizmetlisi!” diye cevap verdim. Sonra da, “Çok ayıp ettin insanlara!” dedim. “Başlarım senin ayıbına!” dedi sinirli sinirli. O sırada yanımızdan çocuğuyla geçen bir kadın bakışlarını bize yöneltti.
Daha önce Refiye’yi kıskançlık ederken hiç görmediğimden şimdi bu hali çok tuhaf geliyordu. Kendi yatağında Elif’le sikişmeme sesini çıkartmazken, iki kadınla ayaküstü konuştuğum için kıyameti kopartacaktı nerdeyse. “Sakin olsana, derdin ne senin?” dedim, ama beni dinlemeden hızlı hızlı yürüyordu. Kolundan tutup, “Nereye gidiyorsun, beklesene!” dediğimde, “Bırak beni, eve gidiyorum!” dedi. Çok güzel başlayan günümüz bir anda bombok hale gelmişti.
Garaja inip arabaya bindik. Kapıları kapatır kapatmaz Refiye sinirden kendinden geçmiş bir halde, “Hangisini siktin daha önce, kapalı karıyı mı, yoksa hizmetçisini mi?” dedi. “Sen manyak mısın, bu nasıl konuşma?” dedim, ancak Refiye beni dinleyecek halde değildi.
“Tabii, beyefendi ne de olsa genç, yakışıklı. Kalkıp sadece bana bakacak hali yok. Adetliyim diye daha şimdiden gözünü elin karılarına kızlarına dikmiş bile!” dedi sinirden titreyen sesiyle. “Refiye kendine gel. Aptal aptal konuşma, sana dedim, kadın Özge’nin bir arkadaşının halası, istersen aç telefonu sor!” dedim. Ancak Özge’nin adının geçmesi ateşin üzerine benzin dökülmüş gibi Refiye’nin sinirini ve kızgınlığını artırdı.
“Haa, tabii bir de Özge Hanım var. Onu unuttuk. Beyefendinin genç aşkı, tabii. Salaklık işte, nasıl unuttum bunu. Ne zamandan beri o götçünün arkadaşlarının akrabaları ile görüşmeye başladın sen? Artık o götçü de sana yetmez oldu demek ki, arkadaşlarına falan sulanmaya başladın!” dediğinde sinirimden ağzının ortasına bir tane vurmamak için kendimi zor tuttum.
Arabayı çalıştırıp yola koyulurken içimden (Ya sabır, ya sabır!) diyordum sürekli. Ancak Refiye’nin açılan çenesi pek kapanacağa benzemiyordu. “Ana kız nikâhımın içine sıçtılar. Dün senin için kavga ettiklerini bilmiyorum sanki!” dedi elini çantasına götürürken. Bu sırada Özge ve Özlem’e epey bir küfür savurdu. İnce sigaralarından birini çıkardı ancak çakmağını bulamıyordu bir türlü. Uzattığım çakmağımı elinin tersiyle iterken sonunda çakmağı buldu ve sigarasını yaktı.
Elleri titriyordu sinirinden. Parmaklarının arasındaki sigara da düştü düşecek gibiydi. Üst üste birkaç derin nefes çektikten sonra, “Beni ilerde indir!” dedi. “Nerde, nereye gidiyorsun?” diye sordum. “Sana ne, nereye istersem giderim! Sen de koş git o karıların peşinden!” dedi. Bunları söylerken ağlamaya da başlamıştı.
“Refiye abartma lütfen, iki kadınla ayaküstü konuştum, merhabalaştım sadece, ne var bunda?” dedim, ama Refiye beni dinleyecek durumda değildi. Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı iyice. “İndir şurada!” deyince, “Nereye gideceksin?” dedim bileğinden kavrayarak. “Hüsniye’nin yanına!” dedi bileğini kurtarmaya çalışırken. “Sen manyak mısın, Hüsniye burada oturmuyor!” dedim ve gaza bastım. “Ben taksiyle giderim, indir beni!” dediyse de onu dinlemedim.
Yengem ve Hüsniye’nin oturduğu binanın önüne gelene kadar hiç konuşmadık. Refiye arabadan indi, binadan içeri girene kadar bekledim orada. O gözden kaybolunca sürdüm arabayı. Ancak nereye gideceğimi hiç bilmiyordum.
Trafikte öylece araba sürdüm bir süre. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşünüp durdum. Hiç beklemediğim, ummadığım bir tepkiyle karşılaşmıştım. Kafam allak bullak bir haldeydi. Son birkaç gündür yaşananların üzerine tuz biber ekmişti bu durum. Daha evliliğimin ilk gününde kavga etmiştim.
İşe mi gitsem diye düşündüm, ama gitmek istemiyordum hiç. O sırada telefonum çaldı. Sabit bir numaraydı. Açınca karşıdan Hüsniye’nin sesi geldi. Nasılsın, iyi misin muhabbetinden sonra, “Merak etme, Refiye iyi, sinirleri bozulmuş biraz. Gelsene bize, konuşmuş oluruz!” deyince, “Şimdi gene kavga başlatır filan, boş ver!” dedim, ama Hüsniye ısrar edince, “İyi, tamam, geliyorum!” dedim ve geri döndüm.
10-15 dakika sonra yengemin dairesinin önündeydim. Zile bastım. Az sonra Hüsniye açtı kapıyı. “Hoş geldin, buyur!” dedi gülümseyerek. Beni gördüğüne çok sevinmiş gibiydi. Siyah, dizlerinin üzerine gelen dar bir etekle, açık pembe V yakalı bir bluz vardı üzerinde. Bluzun altından siyah sutyeni belli oluyordu. Derin V yaka ise memelerinin çatalını meydana çıkartmıştı. Ayağında yüksek topuklu ayakkabıya benzer terlikler vardı.
Salona geçtim, ancak Refiye görünmüyordu. “Refiye nerde?” diye sorunca, “Gel!” diyerek önüme geçti ve koridora yöneldi. Yüksek topuklu terlikleri ile takır tukur sesler çıkarta çıkarta ve fena halde götünü sallayarak yürüyordu. Götünün dolgun yanaklarının siyah eteğin altında sağa sola sallanışlarını fark etmemek mümkün değildi. Külot giymemiş gibiydi Hüsniye. Bu manzara karşısında yarağım ister istemez sertleşirken, arkadaki odalardan birinin kapısını açtı.
Açılıp yatak haline getirilmiş bir koltukta yatıyordu Refiye. Derin bir uykudaydı. Bir süre izledim kendisini, ama beni fark edecek halde değildi. Ara ara ufak horultular çıkartıyordu. Hüsniye, “Sinirleri çok bozulmuş, anlattı bana meseleyi. Merak etmene gerek yok, ilaç verdim. Daha birkaç saat uyanmaz!” dedi. Kapıyı kapatırken, “Hımm, kokun da çok güzelmiş!” dedi gülerek. “Refiye’nin hediyesi!” dediğimde, “Zevkli kadındır bilirim, erkeğinin güzel görünmesi için her şeyi yapar!” dedi. Aynı şekilde götünü çalkalayarak önümden salona geçti.
“Otursana, çekinmene gerek yok!” dedi koltuğu işaret ederek. Koltuğa otururken, “Yengem nerde, görünmüyor?” dedim. “Size gitti, annenle beraber işleri mi ne varmış, baban gelip götürdü sabahtan!” diye yanıtladı. Refiye’yi saymazsak, ki o da horul horul uyuyordu, evde ikimizden başka kimse yoktu. Hüsniye karşıma geçip bacak bacak üstüne attığında kaymak gibi bacakları ve kalçaları açığa çıktı. Çok rahat davranıyordu. Bu rahatlığı teşhirciliğinden ileri geliyordu.
Sarı, dalgalı ve uzun saçlarının uçları ile oynarken, “Refiye biraz kıskançlık yapmış, haksız da sayılmaz hani!” dedi. Hüsniye de Refiye gibi mi düşünüyordu bu konuda bilmiyordum. “Kıskançlık yapacak bir şey yok ortada. Tanıdığım iki kadınla merhabalaştım, hepsi bu!” dedim.
Hüsniye saçlarının uçlarıyla oynarken üstteki bacağını da sallamaya başlamıştı hafifçe. “Ben onu demiyorum!” deyince, “Sen neyi diyorsun?” dedim. Sırtımı yasladım koltuğa iyice, onun gibi bacak bacak üstüne attım. Hüsniye, “İnsanın senin gibi genç, yakışıklı kocası olunca değil başka kadınlardan, dişi sinekten bile kıskanır!” dedi. Hüsniye’nin amacı yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu bu sözleriyle. Yengem evde yoktu, Refiye de uyuyordu.
Hiç beklemediğim bir zamanda elime altın bir fırsat geçmişti ve bunu kaçırmaya hiç niyetli değildim
27 notes · View notes
koyusiyahli · 7 years
Text
Gerçekten öyle mi?
Son birkaç zamandır gel-git yaşıyorum, sonuçta bende insanım. Çağımızın hastalığı olan her şeyi eleştirme hastalığından yakamı sıyırmak için can hıraş uğraşsam da en azından sorunun temeline faili yani kendimi koymayı karar verdim. Asıl sorunumuz; bu merkezde biz yokuz. Hep etrafımızdakiler hep diğerleri var. Ay ben eleştirdiğimi yapmam diye diye eleştirilen biz olduk.
Her şey bize gösterildiği gibi mi sanıyoruz? değil. Sosyal medya tüm alanlarımızda söz sahibi artık biriyle konuşurken dahi; vakti gelse de instagram, Twitter adresimi versem orada popülerliğimi görse bana ona göre muamele etse diye pusuda yatan avcılar olduk. Herkesin yazar, herkesin bir söz sahibi olduğu kendi kendimize oluşturduğumuz bir zaman algısında gel- git yaşıyoruz.
Bu insanlar akıp giden hayatlarında sıkıntı çekmiyorlar mı, ağlamıyorlar mı sorusu arasında sıkışıp kaldık. Evlilik gibi kutsal bir müessese dahi orada tüm çıplaklığıyla sergileniyor. Öyle birşey mi evlilik? Canımlar, cicimler, çiçekler böcekler. Gözünüzü seviyim yada banane gözünüzden. Gerçekçi olalım öyle değil arkadaşım öyle yapmayın. Evlilik muazzam bir sorumluluk, sabır, şükredebilme istiyor. Hadi gel şu fotoğrafa gülelim de bizi sorunsuz, best couple ilan etsinler. Yazık. Hadi çok iyisiniz, iyiyiz nasıl oluyor da nazar almıyor bu mükemmel aşkınız, ben oraya takılıyorum. Ben anneme bile anlatırken duraksıyorum Annem kötü düşüneceğinden değil, nazardan ablacım nazardan. Hele ki yuva kem gözlere şiş. Şimdi bunu yazdık ya evliliğimiz kötü değil, kötü de olabilir evlilik bu. Hiç kimsenin eşine elindeki telefonu burnunun dibine sokarak “bak onun kocası- hanımı neler yapmış” diyerek eşini bir şeylere mahkum edip, kalıplaştırma hakkına sahip değil. Sorarım o zaman amacınız nedir? Mutluluğu paylaşmak mı? Yoksa çevrenizdekileri beklenti altına sokup hayatlarını zehir etmek mi? Abartıyor muyum kesinlikle hayır. Binlerce örneğini gördüm. İrade çok önemli irademize hakim olalım birde halimize.
Çocuklarımızın bile özel hayatları bizim elimizde. Aman o çocuk demeyin bir gün yetişkin olacak şuan mudahale etmiyor olabilir ama gün gelip ederse o zaman dedi dersiniz. İzni olmadan her anını paylaştığım evladımın hakkına girmiş olmuyor muyum? Benim anam, analarımız böyle değil ve hayatlarımızdan hiçbir şey eksilmemiş. Osmanlı döneminde hanımlar hamilelikleri belli olmasın diye 2-3 beden bol giyinirlermiş. Şimdikiler instagram da Doğum yapıyor. Bebeğin cinsiyetinden, şeklinden, mamasından hatta neredeyse altının temizlenmesinden her anına kadar çocuk WhatsApp da instagramda büyüyor. Eğer faydası olacak bir şey varsa bizimle paylaş yok eğer yoksa evladınla uğraş. Tabi bu sözlerim herkes için değil. Siz hangi gruptan bahsettiğimi anladınız umarım o gruptan olmazsınız,olmayız.
Tamam koyu yeter sen bi kendine bak diyorsunuz. Kendime bakmasam yazamam zaten. Eleştirdiğim şeyleri yapmamak için sınırlarımı zincirlemiş haldeyim sosyal medyanın bu hali,bu durum sadece üzüntü hissi veriyor. Yani başkalarının tecessüsünü bu kadar bilmek beni rahatsız ediyor. O insanla aynı evde yaşıyoruz adeta yada Benimle de böyle olabilirsiniz. Her ne kadar dikkatli olsam da son zamanlarda daha fazla üstüne düşüyorum bu meselenin. Alkışşşşş Şşşşşş.... Nefsimizi uyandırmayalım.
Benim derdim başkaları değil, biziz. Biz ne zaman bu hale geldik demeyeceğim bir şekilde geldik bundan sonraki süreçte ne yapayım ne edeyim bu aktardığım kimliğimi geri alayım çabası olmalı.
Herşey sosyal meyda olamaz, olmamalı. Benim için evvelde böyleydi çok yol katettim ediyorum da.
http://koyusiyahlii.blogspot.com.tr/2017/12/her-seyli-bir-yazi.html
Size faydalı olmaya karar verdiğimden beri en azından böyle. Başından beri, hayatım, şahsi özelliklerim, sevdiklerim sevmediklerimi sakınmaya çalışsam da bir şekilde sıçradı buralara önemli olan bundan sonrası değil mi? Her derde deva olacak bir çıkışımız bir kutumuz olsun içinde buraya aktarmayacağım o anlar biriksin. Çok mu polyonaca oldu? Olduysa kalsın, içimde biriksin.
İnsan olmanın sınırlarından çıkmamak için insan gibi yaşayalım sosyal medyadaki gibi değil. Sevdiğim , sevmediğim, giydiğim, beğendiğim, okuduğum, izlediğim her şey oradaki bir grup tanımadığım insan tarafından yönetilemez. Normal hayatta böyle bir şeye asla müsade etmeyiz en sevdiğimiz dahi olsa hele ki annemiz, kıyafetimize, izlediğimize bir laf söz etse kavga kıyamet. Ama sosyal medya da hiç tanımadığım birinin her giydiği kombine ''bunu nerden aldın?'' diyerek bana müdahalesine zaten izin veriyorum , acaba gerçekten özgür müyüm? Her şey iradedir. İradenize güvenin ama kibirlenmeyin. Malum hadisin zümresine dahil olmamak için.
sosyal medya beni bu kadar ele geçirmişse ; black mirror nosedive çok yakın bir zamanda gerçekleşecek mi demektir? Bunu kim yaptı. BEN.
https://www.youtube.com/watch?v=kJhmz-nM-cQ
13 notes · View notes
erbilekk · 6 years
Text
Ya bak çok canım yanıyor çok üzülüyorum ve ağlıyorum belki çocukça geliyor sana belki de öyle ama sen benim en keyif aldığım oyun,en sevdiğim çikolata,en beğendiğim kıyafetim,sen benim en’imsin nolur gel seni çok özledim.
0 notes
bokvardiokudun · 7 years
Text
"En Yalanı
  Bir insanın gerçekten de "en sevdiği rengi" olabilir mi? Benim yok da. Buna nasıl karar verilebiliyor? "Benim en sevdiğim renk kırmızıdır" diyebilmek için hangi koşullar bir araya gelmelidir? Peki ya bu renk neden mavi değildir?   Ya en sevilen şarkılara, en sevilen filmlere ne demeli? Gerçekten de insanın en sevdiği şarkısı olabilir mi? Bu şarkı ömür boyu bu özelliğini taşır mı, yoksa bir süreliğine mi böyle şımartılır? Yok, ne yazık ki yok. Benim ne en sevdiğim rengim, ne en sevdiğim şarkım ne de en sevdiğim filmim var.   Diyelim ki "The Dreamers" benim en sevdiğim film. Ne yapmalıyım? Her gün, hadi hadi haftada iki üç kez bu filmi mi seyretmeliyim? Repliklerini mi ezberlemeliyim filmin? Yahut en sevdiğim renk yeşilse örneğin; her şeyim, her kıyafetim, evimin duvarları, saç jölemin rengi, kalemlerim yeşil mi olmalıdır?   Ben bunların hiçbirine inanmıyorum. En sevilen şarkıdan bir müddet sonra sıkılınıyorsa, tartışmanın da bir alemi yok aslında.   Belki de ben katıyımdır. Ya da ruhsuzum. Kabul. Ki "benim tipim şudur" diyebileceğim bir kadın rengi de yok. Kızılı da severim, sarışını da, esmeri de. Yani tipi sarışın olanlar, sarışın olmayan diğer tüm kadınları yok sayıp görmezden gelmediğine göre bu da bir yalan ve ben buna da inanmıyorum.   Kafanızı şişirmeyeyim daha da. Sizler, en sevdiğiniz filmi seyrededurun. En sevdiğiniz şarkıyı yıllar sonra aynı beğeniyle dinleyedurun, sahilde bir kafede ruzgar saçlarınızı dağıtıyorken, denize, ufka daldığınız bir anda. Tipiniz tayin ettiğiniz özellikleri taşıyan o insanla karşılaştığınızda yüreğiniz hop etsin. Bu insanın gözleri de mavi olsun hadi, en sevdiğiniz renk! Sizden mutlusu olmasın anasını satayım. Tanışın da bu insanla. En sevdiğiniz yemeği yiyin beraber, en sevdiğiniz lokantada. En sevdiğiniz birayı için kumlara uzanıp sahilde, yıldızları sayarken. Olmadı bir de sevişin. Sonra, sonra arayıp en sevdiğiniz arkadaşınızı uyanıp uyanmaz, anlatın olup biten her şeyi.   Ulan! Benim en sevdiğim arkadaşım da yok. Ya ben sevemiyorum, yani ben beceriksizim, ben kendimi tanımakta yetersizim; ya da siz, hepiniz, abartmaya bayılıyorsunuz.   Ruzgar esti. Perde şişti. Köpek havlamaları sessizliği bozdu. Ben, en sevdiği hiçbir şey olmayan ruhsuz ve bu hayattaki tek insan, en azından geceyi gündüzden daha çok sevdiğimi biliyorum. Çünkü yalnızca geceleri yalnız kalabiliyorum. Hasan Ozan Elma
0 notes
sosyalmedyablog · 8 years
Text
New Post has been published on Edebiyat Kulübü
New Post has been published on http://edebiyatkulup.com/60-yil-once-bugun-aramizdan-ayrilan-cahit-sitki-tarancinin-18-guzel-siiri/
60 Yıl Önce Bugün Aramızdan Ayrılan Cahit Sıtkı Tarancı'nın 18 Güzel Şiiri
35 yaşı yolun yarısı olarak nitelendirmesine rağmen 13 Ekim 1956’da, daha 46 yaşındayken aramızdan ayrılan Cahit Sıtkı Tarancı, Türk edebiyatına bıraktığı şiirleriyle edebiyat dünyasına adını altın harflerle yazdırdı. 60 yıl önce bugün hayata gözlerini kapatan Tarancı, Otuz Beş Yaş, Memleket İsterim gibi çoğu kesim kadar bilinen eserlerinin yanı sıra, bıraktığı diğer şiirleriyle de Türk edebiyatının en manâlı şairlerinden.
İşte Cahit Sıtkı Tarancı’nın 18 şiiri…
1. Abbas
Haydi Abbas, süre bitmiş; Akşam diyordun işte oldu akşam. Kur bakalım çilingir soframızı; Dinsin artık bu kalp ağrısı. Şu ağacın gölgesinde olsun; Tam kenarında havuzun. Aya haber sal çıksın bu gece; Görünsün şöyle gönlümce. Bas kırbacı sihirli seccadeye, Göster hükmettiğini mesafeye Ve zamana. Katıp tozu dumana, Var git, Böyle ferman etti Cahit, Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan; Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni yeniden.
2. Bayram Yemeği
Korkarım felekte bir gün Bir bayram yemeğinde. Anam, babam gibi kardeşlerim de, En hoş dalgınlığında ömrün. Beni gurbette sanıp Keşke gelseydi bu bayram Diyecekler. Ve aniden yürekler, Aynı acıyla yanıp Hepsinin gözleri yaşaracak. Öldüğümü hatırlayarak.
3. Otuz Beş Yaş
Yaş otuz beş! yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak beyhude bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allahım bu dolgun yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Niçin böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar? Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim. Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Bu gülen adam ben değilim; Yalandır endişesiz olduğum yalan. Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile yabancı gelir. Hayata beraber başladığımız, Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gitgide artıyor yalnızlığımız. Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç farkettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, alev yakarmış! Her doğan günün bir tasa olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış. Ayva sarı nar kırmızı güz! Her yıl azıcık daha benimsediğim. Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? Neylersin vefat herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında.
4. Bir Ölünün Ağzından
Kabrime çiçek getirenlere gülerim; Gafil kişilermiş şu halk müziği vesselâm; Bilmezler ki, bu kabirle yoktur alâkam; Ben o çiçeklerdeyim, ben o çiçeklerim.
5. Yalnızlığa Dair
Can yoldaşın olmazsa olmasın Yalnızım diye hayıflanmayasın, Eğilmiş üzerine gökyüzü masmavi Bir anne şefkatine müsavi. Üç adım ötede deniz Dosttur, ne öfkesi ne durgunluğu sebepsiz. Bir derdin varsa açabilirsin ağaçlara Ağaç yaprak verir, sır vermez rüzgara Ve kış yaz, Dalda kuş yetkisiz olmaz Dağ başında duman Yalnızlık nedir göreceksin öldüğün vakit.
6. Avuçlarıma Sığmıyor Yıldızlar
Pek dalmışım ama bu akşamüstü, Komşu arsadır gözümde gökyüzü.
Ben dünyadan bihaber bir çocuğum, Kayıp zıpzıplarımı arıyorum.
Koşun çocuklar, koşun komşu kızlar, Avuçlarıma sığmıyor yıldızlar.
7. halbu ki Vakit Akşam
madem ki süre akşam, Madem ne evim barkım,  Ne de bir tek aşinam, Açılsın gizli sofram, Gelsin kadehte rakım,  Dostum, neşem ve şarkım!  halbu ki zaman akşam.
8. Garip Kişi
Bir akşam başlangıçta ağladım,  Bekar odamın penceresinde.  Hani konut bark? Hani çoluk çocuk?  Ne geçti elime bu hayatın  Meyhanesinde, kerhanesinde?  Yatağım her gece böyle soğuk.  Saadet bu ömrün neresinde?
9. Memleket İsterim
Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim Ne zengin yoksul, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim Yaşamak, hoşuna gitmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
10. Bir Kapı Açıp Gitsem
Ben bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben, Ben pek her insandan, öyle uzağım ben. Yine bu gözlerimdir okşanacak şey arar, Yahut içimde başka bir dünya hasreti var.
Uyanır gibi ansızın bir korkulu rüyadan, O içimden sevdiğim, benim olan dünyadan, Bir ses bana: ”gel” dese, ben o sesi işitsem; Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem!
11. Hepsinden Beter
Kimi insan derbeder, Ömrünü heba edip gider. Kimisi maişet derdine düşmüş, Rahattan bihaber. Olmayacak işler ardından, Kimisi taban teper. Kimisi dul, kimisi öksüzdür; kader kahreder. Aklından zoru var kiminin; Acıma ister. Ben sevda çekerim, Hepsinden beter.
12. Sanatkarın Ölümü
Gitti gelmez bahar yeli; Şarkılar yarıda kaldı. Bütün bahçeler kilitli; Anahtar tanrıda kaldı.
Geldi çattı en son ölmek. Ne bir yemiş ne bir çiçek; Yanıyor güneşte petek; Tüm bal arıda kaldı.
13. Gün Eksilmesin Penceremden
Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur; Ah aklımdan ölümüm geçer; Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül tanrısına der oysa: – pervam yok verdiğin elemden; Her mihnet kabulüm, yeter oysa Gün eksilmesin penceremden!
14. Eskisi Gibi Değil
Artık hiçbir şey eskisi gibi yok, Ben de pek. Çok uyarı etmiyorum uzun süredir kendime. Kılığıma kıyafetime. Çorapsız da basıyorum bundan böyle yere. Eskisi gibi de korkutmuyor beni ne grip ne nezle. Nane limonun iyi gelmediği daha büyük sıkıntılarım var cümbür cemaat gibi benim de. Takılmıyorum artık şu her kış ve bahar şişen bademciklere, Çok sıcak ya da soğuk şeyler yiyip içmem, hepsi tümü birkaç gün Geçer, Olur biter, Geçer gider. Ama canımı yaka yaka yutkunduğum şeyler var. Olup bitmeyen Geçip gitmeyen. Zaman vakit uykusuzluk çekiyorum lakin, Fazla da takılmıyorum artık bu uyku konusuna, Uyuyunca geçmeyen şeylerin olduğunu anladığımdan bu yandan..
15. Rüyamız
Bir havuz kenarında yan yana oturmuşuz;  Bu su bizim gölgemiz, biziz saydam ve temiz.  Su sesine uyarak bir şarkı tutturmuşuz,  Açılan güller gibi suda gönüllerimiz. 
Ne vakitten beridir burada oturmuşuz?  Dünden, hatta bugünden bile yok haberimiz.  Yaşamanın en güzel noktasında durmuşuz,  Bir refah ahengine kendini kaptırmış gönüllerimiz. 
Uyanabilir miyiz güya böyle rüyadan?  Asırlar kadar uzun, müphem ve tatlı bir lahza,  Biz o kadar sarhoşuz, o kadar sarhoşuz biz! 
İşte gözlerimizde bu suyun derinliği,  İçimizdedir işte bu suyun serinliği;  Biz o kadar, böylece birbirimiziniz.
16. Desem ama
Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır, Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor, Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini, Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim, Senden kopardım çiçeklerin en solmazını, Toprakların en bereketlisini sende sürdüm, Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için, Hava değin lüzumlu, Ekmek kadar kutsal, Su gibi aziz bir şeysin; Nimettensin, nimettensin! Desem ama…
İnan bana sevgilim inan, Evimde şenliksin, bahçemde bahar; Ve soframda en eski şarap. Ben sende yaşıyorum, Sen bende hüküm sürmektesin. Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,  Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber. Günlerden daha sonra bir gün, Ola Ki sesimi farkedemezsen, Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden, Bil ancak ölmüşüm. Fakat tekrar üzülme, müsterih ol; Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini, Ve niçin sonra Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede, Hatırla oysa mahşer günüdür Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
17. Uzak Bir İklimde
Uzaktan bir iklimin ılık havasında, Güneş, yer, gök, deniz, iç içe kaynaşır; Olgun meyvalarla kuşlar fısıldaşır, Bahar manzarasını dallar arasında.
Uzaktan bir iklimin ılık havasında, Seslerle kokular el ele dolaşır; Renklerle şekiller sevişip anlaşır, Bir mükemmeliyet orkestrasında.
Uzaktan bir iklimin ılık havasında, İnsan kâinatla her an kucaklaşır, Sonsuz bir sevginin endişesiz dünyasında.
Uzaktan bir iklimin ılık havasında, Tüm sevdiklerim hulyamı paylaşır; Bense camlar, camlar gerisinde!
18. Ben Ölecek Adam Değilim
Kapımı çalıp durma ölüm,  Açmam;  Ben ölecek adam değilim. 
Alıştım bir kere gökyüzüne;  Bunca takvim yoldaşımdır bulutlar.  Sıkılırım,  Kuşlar cıvıldamasa dallarında,  Yemişlerine doymadığım ağaçların,  Yağmur mu yağıyor,  Güneş mi var,  Farketmeliyim  Baktığım pencereden.  Deniz görünmeli çıksam balkona.  Tamamlamalı manzarayı  Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.  Ekmekten olamam açık konuşmak gerekirse,  Nimet bildiğim;  Sudan geçemem,  Tuzludur teneffüs ettiğim hava.  Ya nasıl dururum olduğum yerde,  O Kadar upuzun yatmış,  İki elim yanıma getirilmiş,  Durağan,  Sükûta râmolmuş;  Güya devrilmiş bir heykel? 
Ellerim ne der daha sonra bana?  Soğumuş kalbime ne yanıt veririm?  Utanmaz mıyım ayaklarımdan? 
Kalkmalıyım,  Dolaşmalıyım,  Sokaklarda, parklarda.  El sallamalıyım  Dışarı Giden trenlere,  Kalkan vapurlara.  Bilmeliyim,  Gölgelerin boyundan,  Saatin kaç olduğunu…  Islık çalmalıyım.  Türkü söylemeliyim  Yol her tarafında,  Keyfimden ya hüznümden.  Geçmiş günleri hatırlamalıyım,  Dalıp dalıp akarsuya,  Hayaller kurmalıyım,  Hoş geleceğe dair.  Yanımdan geçenler olmalı,  Selam almalıyım;  Robenson’u düşünmeliyim,  Garipliğini:  Şükretmeliyim  Millet aralarında olduğuma.  Nedir ki eninde sonunda ölüm?  Öbür düşmek yok mi aşinalardan? 
Kapımı çalıp durma ölüm,  Açmam;  Ben ölecek adam değilim.
0 notes