Tumgik
#feridun andaç
rukennizz · 2 months
Text
O gün orada çok güçlü durdum ama köşeyi dönünce yere çöktüm.
-Feridun Andaç-
2 notes · View notes
kirmizikebelek · 5 months
Text
O gün orada çok güçlü durdum ama köşeyi dönünce yere çöktüm. Bazı köşeler senin zırhınmış.
Feridun Andaç
4 notes · View notes
mltmdgci · 8 months
Text
Gezegenin Etrafındaki Kadınlar’ın yazarları anlatıyor-Edebiyat Haber
Hazırlayan: Meltem Dağcı *Türkiye’nin dijital kitap platformu Kitap Cumhuriyeti, Edebiyat Haber’in tescilli markası olarak Eylül 2020’de kuruldu. Kitap Cumhuriyeti’nin Yayın Kurulu’nda Müge İplikçi, Ömer Turan, Tuğba Dedeoğlu Demir, Emrah Polat ve Feridun Andaç bulunuyor. kitapcumhuriyeti.net ve edebiyathaber.net üzerinden tüm türlerde kitap yayımlayan Kitap Cumhuriyeti’nin kitapları dijital ve…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
listemakale · 2 years
Text
Metin Uca'nın sunumuyla İzmir Mizah Festivali yarın başlıyor
Metin Uca'nın sunumuyla İzmir Mizah Festivali yarın başlıyor
6. İzmir Uluslararası Mizah Festivali yarın başlıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği festivalin açılış töreni Metin Uca’nın sunumuyla yapılacak. Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ndeki törende, Feridun Andaç Aziz Nesin, Zeynep Oral Haldun Taner hakkında konuşacak. Festival kapsamında “2022 Aziz Nesin Mizah Ödülleri”nin ödül töreni de yapılacak. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yeryuzugokyuzu · 3 years
Text
Sözün dönencesinde (2): Suretinin izleri | Feridun Andaç
1./ İmgen senin
Günlerdir bakışlarımı alamıyorum fotoğraflardan. Buruk, ezgin, yaralı birinin sızısını hissettiriyor her biri. Gülüşlerde kalan derin bir kederin izleri…
Sonra, dönüp baktım yüzüne…Orada da bu vardı. Kaçışın ve sığınışın diliyle konuşuyordu bakışların. İnsanı tüketen sürüklenişlerin adı olmalıydı: sürgün ve yalnız. Hem kopuş çağrıştıran, hem de içindeki ıssızlıkları anlatan. Bir dönemeçteydik biz seninle; yazmak yaşamaktı bana…Gördüm ki; gitmek de senin için öyle.
2./ Parmak uçlarımda sen…
Ulaşmak için sana gezindim parmak uçlarımla. Görmek istedim yüzünü bir kez daha.
Baktım ki; dünyanın merkezi orada, her şey bir ânda yer değiştiriyordu, bakışlarına tutulduğumu anladığımda… Tutup öptüm parmak uçlarımı sen diye!
3./ Öngörüsüz hayat
Kapandığım yerden çıktım seninle.
Bir tutulma hâli bu, biliyorum. Uzaklığını yakın eden ne varsa derledim gözlerimle, sana tutulu kalmanın iyi gelebileceğini düşünerek.
Öngörüsüz hayat da bu olsa gerek.
4./ İçimdeki yoksullaşma
Kimdin sen? Düşünmedim bunu. Adının dillerde kaldığını söylediler, umursamadım. Dönüp yalnızca baktım sana. Bir ayma ânıydı o ân bana. Anlatıyordu dostum, senden söz edercesine arada bir. Aklım yüzündeydi; ezinçli bir hayatı yansıtan, duygularının tutsağı olan birinin hiçleşme serüvenini anlattığın anılarına bakıyordum…
Ne çok sendin o, ne çok içimizdeki yoksulluk…
O ân kalkıp sana geldim işte. Kalemimin ucuyla, o yoksunluk örtüsünü kaldırmaktı dileğim.
5./ Tutunuyorum sana
Bir yerde adını görsem kalakalıyorum. Söz edilmiş olsa senden içime alev düşüyor. Görsem fotoğrafını bir yerlerde yelkenlerim kabarıyor. Sesini duysam başka hayatlarda bir limana dönmek, senlenmek istiyorum. Bakışlarına tutunup seni yurdum bilmek istiyorum.
6./ Zaman ellerinde
Kopamıyorum imgenden. Seni anlatan ne varsa bunları arıyor bakışlarım. Sesinin tınısından yansıyanlarda zamanın mevsimlerini hatırlatan gamı yakalıyorum.
Oysa öylesine uzak, öylesine de yakınsın ki bana; zamanın ellerinde olduğunu düşünüyorum.
7./ Kaçışın dili
Aşk savurur, bir o kadar da kapatır. Bir yer, bir yurt, bir liman gibidir tutunulan bakışlar. Sonra avuntu başlar, ardından aşınma. Geldiğimiz kıyıda sözün tükendiğini anlarız. Ya gitmeyi seçeriz, ya da sığınmayı. Düşünmeyiz kaçışın da bir dili olabileceğini.
8./ Yüzünden geçtim
Hep yüzün vardı karşımda. Baktığım her yerdeydin sanki; gazetelerde, dergilerde, ekranda, fotoğraflarda…
Bir yanın ezgin, bir yanın uçarı. Gene de saklı duran yanını anlatıyordu bakışların. Tutulunca bunlara, yüzünden geçen mevsimleri düşündüm.
9./ Sana gelmek
Sözlerimle sana geldiğim gerçek. Olmadığın, görmediğin bir zamanda yazıyorum üstelik. Başka bir dile dönüşüyor imgen.
Değişmeceli bir dili de yeğlemiyorum üstelik. Göz göze geldiğimizde “nerede kalmıştık” diyeceğimizi sezinliyorum şimdiden.
10./ Gerçekleşmek
Aşk, biraz da budur. Birinin ötekinde gerçekleşmesi; duygularının onda açığa çıkması.
Bu yüzdendir doludizgin sana gelmem.
11./ Anlamlar devşiriyor bakışların
“Güneş yoksa, buzda olgunlaşmasını bil,” diyor Henri Michaux.
Uzakta kalan bakışlarına sığınırken de avuntum oluyor bu sözler.
İyicil olan da bu; seni hem güneşim, hem de ayım bilmem.
12./ Uyum
Ne zordur bunun dilini kurmak… Beklemek gerek bir süre. Tanımak ve anlamak için çaba ise kaçınılmaz. Gene de sesin sese dokunması, bakışların ruhu kuşatması ilk adım gibi gelir. Öyleyse, önce uyumsuzluğun alfabesinden başlamalı.
13./ Sende kalmak
O kuşatıcı yolculuğun renklerini düşünüyorum. Bekleyişlerle biriktirdiğim sözlerin yetmeyeceği bir çağın kapısını madem ki birlikte aralıyoruz; öyleyse kalmanın dilini öğretelim birbirimize.
14./ Yaşamalı bakışlarında
Çıkıp gelmeyi bekledim sana. Uzaklığına gittiğim ânları hatırladıkça, bir avuntu barınağı olmaktan çıktı yüzün.
Şimdi yakınında bir yerlerdeyim. Sesinin algına çeviren rengini keşfetmek iyicil geliyor bana. Şimdi, yaşamak mevsimini anlatan bakışlarının çağrısına hazırlıyorum kendimi.
15./ Arka bahçede
Kapandı kapılar. Rüzgâr yön değiştirdi. Bekleyişleri dindirdik aramızda. Avunuşun dilini unuttuk birlikte. Burada yeni zamanın rengini kurmak için sesimizi sınıyoruz gölgesinde hayatın.
16./ Tufan
Her sözün savruntusundaydınız geçilen yerlerde görüp gözlediklerinizle. Bir ülkeyi baştan sona geçerken size anlatılan tarihin başka bir yüzüyle karşılaşıyordunuz. Ne dil o dildi, ne yaşam uzaktan bakılan yaşamdı. İnsanın ömrünü tufana dönüştüren bırakılmışlık her yerde izleriyle çıkıyordu karşınıza. Unutuyordunuz işte o ân içinizin ezingicin, başka bir tufanın rüzgârına kapılıyordunuz.
17./ Ateşlerde
Zaman burçlarına taşınan gözlerin bakışı olmak zordu. Ellerinde gül devşirenlerin kokusu vardı, sanılan öyleydi. Oysa korlu ateşlere banmıştın, parmak uçlarındaki izler anlatırdı bunu. Bir de bilirdin ki, açılan yaralar ancak doğduğun yerde iyileşir.
18./ Ezeli ve ebedî
Karşılaşma zamanlarına döndünüz gitmeden önce. Aranızdan ırmaklar akıyordu. Diyordu ki sana: Suretinin izlerini gördüm rüyamda. Şimdi bana yorumcusu gerek. Dilsizdin, lâl sanmıştı seni sözcüklerini hecelemeye başlayana kadar. Sonsuzluğun dilini ancak böyle kurabilirsiniz demişti Derviş.
19./Dokunan Gün
Başlayan günün ilk ipiltilerini taşıyan turna katarlarının kanat vuruşuna bakmıştınız birlikte. Şafağın rengine bulanmıştı gönlünüz. Gitmeyi seçmişti o. Ötede, Kuzey’e giden bir yol var diyerek, birkaç Haiku çıkarıp okumuştu cebindeki kâğıttan. Sormamıştın kim kimin için yazmış diyerek…
gözlerin kapandı acı, tanımlanamaz
geceyi gör dese de inanma
unutma ateşlerde
kimsesizleşen bakış neredeyiz şimdi
susuz çeşme hani gözlerin
bekleme kılavuzdu
20./ İçinden sevmek
Bir ezgiydi artık şairin sözleri. Tanımlar getirmek yerine imgenin rengi soluğuna dönüyordunuz her adımda. Yalnızca sözler vardı aranızda, sözler. Ummanların ötesine gidip gidip gelen. Her bakışı yansıtan söz, duvarlara yansıyan renklerdeydi artık.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (27 Mart 2018)
19 notes · View notes
goddamnwhywasiborn · 4 years
Text
".. Günlerdir kaçaktım! Karanlığa kalmadan dönmeliyim, diyordum içimden. Ama buralardan kopamıyordum bir türlü. Beni tutan, buraya çeken bir şeyler vardı. Çıkıp o balkonu görmek, beyaz perdenin gerili olduğu açık alanı seyretmek, çocukluğumun yitik yurduyla buluşmak istiyordum. Kulağımda dikiş makinesinin tıkırtıları vardı. Çayın yanına katık ettiğim simide ise annemin çöreklerinin kokusu sinmiş sanki. Geceyi bu otelde geçirmeye karar verdim."
Gönlümün Yitik Yurdunda ~
Feridun Andaç
2 notes · View notes
albay34-blog · 2 years
Text
ESRA OFLAZ’DAN CİNAYET ROMANI: YEN!
ESRA OFLAZ’DAN CİNAYET ROMANI: YEN!
ESRA OFLAZ’DAN CİNAYET ROMANI: YEN! İlk kitabı Geçit: Hikayem ve Ötesi ile uzun süre, en çok satanlar listelerine adını yazdıran iş insanı Esra Oflaz; roman türündeki ikinci kitabı “YEN” ile yeniden okuyucunun karşısında. Yazar’ın bir gaip cinayet romanı olarak tanımladığı, Feridun Andaç’ın ise edebiyat danışmanlığını yaptığı YEN sevginin, bekleyişin ve arayışın romanı. Yen, dünya diyarında…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
malumatfurusorg · 2 years
Text
Mark Twain'e Atfedilen "Politikacılar Ve Bebek Bezleri Aynı Nedenden Ötürü Sık Sık Değiştirilmeli" Sözü
Mark Twain’e Atfedilen “Politikacılar Ve Bebek Bezleri Aynı Nedenden Ötürü Sık Sık Değiştirilmeli” Sözü
“Politikacılar Ve Bebek Bezleri Aynı Nedenden Ötürü Sık Sık Değiştirilmeli” Sözünün Mark Twain’e Ait Olduğu İddiası Doğru Değil   Daha önce, ABD’li yazar Mark Twain’e (1835-1910) yanlışlıkla atfedilen “Eğer oy vermek bir şeyi değiştirseydi oy vermemize izin vermezlerdi”, “Gerçek, ayakkabılarını giymeden yalan, dünyayı 3 kez dolaşır”, “Gemi, limanda güvendedir; ama gemiler bunun için…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
barissehri · 6 years
Photo
Tumblr media
1 note · View note
masumcetin · 8 years
Photo
Tumblr media
Aragon’un Paris Köylüsü’nü okuyordu genç kadın. Fotoğraf makinesini okşayıp duruyordu bir eliyle de. Beyoğlu’nun sokaklarını gezinip gelmiş hali vardı.
Merak etmiştin, daha raflarda yerini yeni almış bir kitaba onu götüren duyguyu. Kaldı ki, Fransız gerçeküstücülerinin öncü metnini şunca yıl sonra Türkçede görmek yeterince sevindiriciydi.
Gene de gezgin bir fotoğrafçının okuma odağına girmesi dikkate değerdi.
Tam da masanızı terk edeceğiniz ânda sormuştun:
“Okumaya yeni mi başladınız?”
“Şimdi aldım kitapçıdan…”
Bu yetmişti sana.
Edebiyat tutkunu birisiyle karşılaşmaya göreyim, akan sular durur. Kırk yıllık dostmuşçasına bakarım, gözlerim, böyle de ansızın konuşurum işte!
Yanımdaki dostum biraz sakınımlıydı. Aldığım sevecen yanıtla kısaca sözün ucunu açmamız ise onu biraz duraklatsa da; beni anlayan haliyle çıkıp yolumuza devam etmiştik Aragon’dan söz ederek.
Paris’ten, birçok kitapla birlikte, kalınca bir Aragon albümüyle dönüşümü hatırlamıştım.
Elsa ile yaşadığı evi gezdiğinde karşına çıkan her nesne/obje, yazı/fotoğraf/kitap Aragon ile Elsa aşkının aşkınlık hallerinden izler taşıyordu sanki!
Hatırlamıştım şu dizeleri daha kapısının eşiğinde:
“Ne derinmiş içmeye eğildiğim gözlerin  Gördüm ki güneşlerin yansır oraya tümü  Her umutsuz onlara dalıp bulur ölümü  Ben kendimi yitirdim de dibinde o yerin” (Çev.: Sait Maden)
Tumblr media
Şimdi o yerin uzağında, hatırlanan bir zamandan geçerken, “yeni insan”ın içteki yolculuğunu, mekânsal duruşunu değiştirebileceğinin izlerini buluyorum Aragon’un bu kitabında.
Anlatıcının “yeni” karşısındaki aşkınlık hali ister istemez ona zaman/mekân konusunda da yeni bir bakış kazandırır. Bir yerde duramaz, gitmeyi seçer sürekli. Bir yerlere, içte ve dışta yaşayacağı zamanların aynası olabilecek mekânlara döner yüzünü. Çünkü, yeni bir bakış gerekir aşkı anlama/kavramak için. Tutku yetmez, hele hele kör tutku yönsüzleştirir insanı.
Aragon’un elinden tutan, duygu tınısını yücelten Elsa, bir yurttur aslında ona.
Zaman zaman hatırlayan bellek, ışıyan bakış, tutunulan dil; bazen de “ikimiz kolumuzun sonsuzunda yaşardık” denilen duygululuk halidir.
Bilir ki Aragon, aşk devrim yapmaktır; deri değiştirmektir. İnsan, değişime/değiştirmeye önce kendinden başlamalıdır.
Bir kent gezgini olan gerçeküstücüler kendilerine yeni bir zihinsel mekân yaratma yolunu da seçerler böylece.
Okuyunca Aragon’u, zamansız olduğumuz kadar mekânsız sevmelerin de kör tutkularında yaşadığımızı hatırlarız ister istemez.
Oysa, duyguda süreklilik için bunlar koşulsuzca var olmalıdır iki insan arasında. İğretiliklerimiz, bırakmalarımız, umursamazlıklarımız biraz da bundan. Kopup gitmelerimiz… İçkörlüklerimiz…
Aşk kesinliktir, bir nedendir. Eğer bir yere, zamana bağlanarak varlığının farkına varırsanız bunu hayatınızda kör bir tutku olmaktan çıkarırsınız.
Aragon, şunu hatırlatır hep: Aşk bir zamanla birlikte bir mekân ister sizden. Eğer kendi zamanını yaratamıyorsa bu duygululuk haline “aşk” demek zordur. Hele hele mekân duygusunda kendi varlığını bir yere taşıyamıyor, oraya duyguda/düşünce de bezeyemiyorsa aşk değildir bu.
Hercailik biraz da budur. Geçici gönül oyunları…
Oysa, aşkın semti vardır; yeri yurdu, zamanı vardır. Buralardan geçmeden bir başkent de kuramazsınız ona.
Tumblr media
Öyleyse, derim ki; ilkten Aragon’un Elsa’ya Şiirler’ini okumaya verin kendinizi. Sonra da Paris Köylüsü’ne geçin. Önce kendiniz için okuyun. Sonra aşkınız. Eğer aşksızsanız, yavanlığınıza küsmek yerine Aragon’la yol almaya devam edin derim sevgili okurum.
Aşksız insan sessiz soluksuzdur, renksiz kokusuz. Ve o ıssızlıkta çeker gider yaşanan zamandan yaşamayan biri olarak.
Aragon’u yaşamda tutan, ona  o iki akkor gözle hayata ve sanata bakmasını öğreten Elsa değil miydi? Şu dizelerin boşuna yazılmadığı bilinir elbette:
“Sana büyük bir sır söyleyeceğim Zaman sensin”
Ve alıp gider kendini o söz ırmağında. Der ki:
“Sana büyük bir sır söyleyeceğim Bilmem ben  Sana benzeyen zamandan söz açmayı  Bilmem senden söz açmayı bilir görünürüm  Tıpkı uzun bir süre garda  El sallayanlar gibi gittikten  sonra trenler  Bilekleri sönerken yeni ağırlığından gözyaşlarının  Sana büyük bir sır söyleyeceğim Korkuyorum senden  Korkuyorum yanın sıra gidenden pencerelere doğru akşamüzeri  El kol oynatışından söylenmeyen sözlerden  Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden  Sana büyük bir sır söyleyeceğim Kapat kapıları  Ölmek daha kolaydır sevmekten  Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam  Sevgilim” (Çev.: Sait Maden)
Tumblr media
Ve kapanırken  o “aşk zamanı”na, bütün benliğiyle çıkar karşısına Elsa’nın gözleri:
“Bu radyumu uranyum taşından elde ettim
Yaktım elimi onun yasak alevinde ben
Sen ey cennetim benim yüz kez bulunup yiten
Gözlerin Peru’m benim Hint’teki altın kentim” (Çev.: Hüseyin Demirhan)
Aragon, işte o kapalı zamanlardan geçip kentin açık mekânlarına çıkar aşk için. Paris Köylüsü’nde bir aşk magmasını yakalar. Zamanın kırılgan yanlarıyla yürür buna doğru. “Açıklanamaz olan”ı açıklar, yaşanmayan zamanın dilini kurar orada. Sizi kendi zamanınıza döndürür üstelik.
1928’de Elsa ile tanıştığında, bu kitabını yazmıştır. Elsa’nın mecnunu olan Aragon, Elsa’nın Gözleri’ni (“Les Yeux d’Elsa”) bir aşk bakışı olarak kurar. Zamanın ruhu, insanın insana olan umudu vardır orada. Bağlanmanın ve adanışın şiiri olarak da adlandırabiliriz bunu.
Paris Köylüsü’nü yazan şairin kurulmuş düştense yaşanan düşün ardına düştüğünü de görmek mümkün burada.
Düzendeki düzensizliğe bakarken saflığın ve masumiyetin giderek yitimindeki mutlaklığı sorgular. Anlatısını bir kült kitap yapan da hem düşüncenin akkorlaşması hem de duygunun saflaştırılarak anlatılmasıdır diyebiliriz.
Aşk bir vazgeçmeme, yürüme, yeniden doğuş halidir. Buna birçok yanıyla da bakar. Şunun da altını çizer üstelik:
“Aşkın idealizmin başarısızlığını ortaya koymuş olsam da, zihnin işleyişinin zorunlu bir evresi olarak, insanoğlunun düşlediği bu en yüce girişimi selamlarım. Somut olana doğru ilerleyişinde, bir sistemi geçici olarak onaylamış olmasını dert edinmesin kendine. Sisifos için durup dinlenmek yoktur fakat onun taşı tekrar aşağı yuvarlanmayacak, tırmanacaktır, tırmanmaktan da asla vazgeçmemelidir.”
Geçip gittiğimiz zamanla, içinde yaşadığımız bunu bize daha iyi anlatmaktadır.
Paris Köylüsü, biraz da, bu iç-dış ve sürüklenen zamanın bilgece kurulmuş öyküsüdür.
İşte “aşk düşüncesi” de kitabın tam orta yerinde durmaktadır. Siz de onun ne olduğunu hem okuyup hem de yaşayıp bulacaksınız eminim!
Feridun Andaç, Geçip gidiyoruz bu zamandan [edebiyathaber, 7.3.2017] Fotoğraflar: Elsa Triolet & Louis Aragon. 
23 notes · View notes
ozankemal · 3 years
Text
Tumblr media
Bir öykü yazmak için aklıma bir çok fikir geliyor ama bunları daha ayrıntıları ile düşünmeye başladıktan sonra artık bana yazmaya değer gelmiyorlar çünkü onları şimdiden 'yapmış' gibi hissediyorum kendimi; yani kötü oldukları için değil, daha o andan itibaren geçmişe ait oldukları ve onlara duyduğum ilgiyi kaybettiğim için yazmaya değer bulmuyorum. Düşüncelerim çok çabuk bayatlıyor benim için.
Öykü Yazmak Hikaye Anlatmak, Feridun Andaç
2 notes · View notes
yaziatolyesi · 7 years
Text
Vedat Günyol Deneme Ödülü Feridun Andaç’ın oldu
Vedat Günyol Deneme Ödülü Feridun Andaç’ın oldu
İSTANBUL (DHA) – KARTAL Belediyesi tarafından düzenlenen Vedat Günyol Deneme Ödülü, Üstümüzdeki Gül Yaprağı eseri ile Feridun Andaç’ın oldu.  
Kartal Belediyesi tarafından 4 Mart Pazar günü düzenlenecek Vedat Günyol Ödül Töreni öncesi Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde basın bilgilendirme toplantısı yapıldı. Toplantıda Avukat Celal Ülgen dereceye giren isimleri açıkladı. Jüri seçici kurulunda…
View On WordPress
0 notes
sebperest · 7 years
Text
Bıraktığın ellerle barış
"Gitmek zenginleşmektir" diyor Feridun Andaç Geçen Zamanın İzinde: Kentler kitabında. O bunu 'seyahat etmek' bağlamında kullanıyor fakat ben 'fanilik' bağlamında da kullanabilirim. Çünkü böyle düşünüyorum: Herşeyin yokolup gidiciliğidir ki bizi yeni yeni şeylerle muhatap kılıyor. Kabımız küçük. Dünyamız kocaman. O koca dünyadan daha çok şey biriktirmenin, öğrenmenin, tatmanın, tanımanın ve hatta sevmenin yolu kabımıza bir 'saklama kabı' olarak değil bir 'aktaraç' olarak bakmakta. Yani onu tas değil kaşık kılmakta. O böyle olursa içindekini sonsuza kadar aynı şekilde tutmasına da gerek kalmaz. Hep güzel, hep yakışıklı, hep genç, hep mutlu, hep heyecanlı, hep keyifli hep... olması gerekmez. Yükümüz azalır. Tablonun kendisi değil çerçeve olduğunuzu kabul ettiğinizde 'içinizden geçenler' aslında 'içinize sığanlara' dönüşür. Kayıplar kazançlaşır. Göçebe için taşıyamadığı hiçbirşey zenginlik ölçüsü değildir. Musluk ile havuzun zenginlik ölçüleri bu noktada farklıdır. Ne kadar çok akıtırsanız kalbinizden o kadarı sizin olur. Hem sizi de o sığdırdıklarınız için severler. Çünkü sığdırmak zenginleştirir. Hepsi sizde kalmasa bile. Bir kerecik uğrayıp gitse bile. Kendinizi aslolmaktan kurtararak kaybettiğinizi sananlar tam da bu noktada hata ederler. Aslında kendinizi aslolmaktan kurtararak dair olduğunuz herşey olmuşsunuzdur. Bu borunun zenginliğidir. Bu 'dair olanlar'ın zenginliğidir. Bu harfin zenginliğidir. İsimler bunu anlamaz. İsmine takılan aslında parçalılık içindeki sanal bütünlüğüne takılmıştır. Çünkü kendisine o şey olma hakkı veren bir bütünlüğün namıdır isim. 'O şey' olmak yani 'bizzat mevcut olmak' öyle şehvetli birşeydir ki kainatın bir parçası olmaktan vazgeçirir. 'Tanınmak için' olan 'ayrılmak için' kullanılır. Bir kitap anlattığı kadardır ama bir harf içinde yeraldığı kelimeler kadardır. Çoktur. Hiçbirşey olmuştur. Ama aynı zamanda herşey olmuştur. Tıpkı Cennet Krallığı filinde "Bu şehir neden önemli?" sorusuna Selahaddin-i Eyyübi karakterinin verdiği cevap gibi: "Hiçbirşey... Herşey." Evet. Hiçbirşey oluruz böyle geçip gitmekle. Fakat evet! Herşey olabiliriz böyle geçip gitmekle. Bir hava zerresi varolduğu ilk günden itibaren milyonlarca canlının vücuduna uğrayabilir. Dünya üzerindeki her dağı görebilir. Her ağaca dokunabilir. Her denizi öpebilir. "Ben buradayım ve hep burada kalacağım!" diyen dağlar yapamaz bunu. Sanki hava kadar geçip giden olmamak taşı sınırlamıştır. Şu dünyada hayat sahibi olmak da geçip gidicilerden olmaktır aslında. Hatta hayatını en çok yaşadığını hissedenler en çok geçip gidenlerdir. Belki yaşadığımız ayrılıklara böyle bir teselli var. Birşeyleri arkamızda bırakarak yeni şeyleri misafir etmeyi başarıyoruz. Büyüyoruz. Olgunlaşıyoruz. Yetişiyoruz. Elbette her ayrılığın bir acısı var. Çünkü insan içinden geçenleri kendisine dair kılmayı duygularıyla başarır. Mesafe böyle alınır. Ve duygular tutucudur. Tutmaya çalışırlar içlerinden geçenleri. Demek ki biz, bir tırtılın yüzlerce dokunacı veya sineğin vantuzları gibi hem yürüyoruz hem tutunuyoruz. Yürümeyi tutunmakla başarıyoruz. İlerleyişimiz bırakmakla oluyor. Sen de seni terkeden güzelliklerle barış arkadaşım. Onlar elini bırakmasa başka elleri tutamazdın.
1 note · View note
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Nesli tükenen bir canlı türü olarak: 'Bilmiyorus diyebilus.
Yazarken yaşadığım rahatlamayı anlatmak için doğru ifadeleri bulmam güç. Fakat en yalın şekliyle şunu söyleyebilirim: Yazmak içimdeki basıncı azaltıyor. Bir tencere için düdüğünden fışkıran buhar ne ise benim için de yazmak o. O, onu dışarıyla paylaşmasa patlar, ben de bunu. Konuşmakta aynı sükûnu bulamadığımı çok tecrübelerimle söyleyebilirim. Konuşmakla kendimi anlatamıyorum sanki. Yeterince kendim olamıyorum. Yahut da daha açık konuşmalı: Konuşmakla ortaya çıkan benden razı değilim. Onu bazen, hatta çoğu zaman, çok sığ buluyorum. Laf salatası yaptığını düşünüyorum. Demek istediklerim onlar değil. O çok basit ifade ediyor. Kuşatamıyor. Hiçbir şeyi benim görebileceğim kadar derin görmüyor. Üzerinde yeterince eğleşmiyor. Daha güzel söyleyebilmek için yeterince beklemiyor. Konuşmakla rahatlayamam ben. Çünkü konuşmak asl-ı Ahmed'i ifade etmiyor.
Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.
Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.
Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.
Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.
Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."
Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."
İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.
Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.
2 notes · View notes
ebesleistigal · 6 years
Quote
Uzaklık kavramının taşıdıklarını görünce, gitmeyi seçmenin nasıl bir zenginlik olduğunu anlamaya başlıyorsunuz.
Paris Bir Yalnızlıktır, Feridun Andaç
1 note · View note
yeryuzugokyuzu · 3 years
Text
Öngörüsüz hayat
Kapandığım yerden çıktım seninle.
Bir tutulma hâli bu, biliyorum. Uzaklığını yakın eden ne varsa derledim gözlerimle, sana tutulu kalmanın iyi gelebileceğini düşünerek.
Öngörüsüz hayat da bu olsa gerek.
• Sözün dönencesinde (2): Suretinin izleri | Feridun Andaç
06.06.2021 03:21
4 notes · View notes