Tumgik
#hikaye değil de ozan
gundemarsivi · 6 months
Text
Tumblr media
İntihal, Ticari Bir Meseledir
✍🏻 Sinan Kemal
https://www.gundemarsivi.com/intihal-ticari-bir-meseledir/
Yetmez amaçları popüler bir yazarın, popüler olmayan bir romanının intihal olmasının kesinleşmesi, resmen hepsini paniğe sürükledi. Gene yüz küsür kişilik toplu bir bildiri hazırladılar. Aralarına eski besteci, uzun zamandır da romancı olan eski CHP mebusu Livaneli’yi aldılar. Neymiş, bu hırsızlık cezalandırılırsa, yaratıcılıkları zedelenirmiş. Vah vah vah. İmzaya katılan bay Nobel’in Beyaz Kale ve Livaneli’nin Mutluluk romanları da düpedüz aşırma. Livaneli’nin romanı, Nobel ödüllü Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un, Dilenci romanına çok benziyor.
Bu fikir hırsızlarının savunmaları ise çok komik. Başka yazarların fikir haklarının korunması, bunların yaratıcılığına engelmiş. Sorun şu ki, intihal davaları, ticari ve mali davalardır. Akademik intihal davaları da ticaridir. Bu ticarilik, akademisyenlerin (asistan ya da profesör) biz dar gelirlerin gözüne çok görünen maaş ya da ikramiyeleri değil, bu unvanların halka verdiği güven duygusu ve söz söyleme yetkisidir. Şimdi ben profesör olsaydım, böyle blog köşelerinde mi yazardım, yoksa önemli yayınevleri kitabımı basmak için (hadi her profesörün kitabı içinde sıraya girmesinler) direk para mı talep ederlerdi? Sonuçta bu bloğun da okunma oranları bu seviyede gezmedi.
Matbaa ve fikir-sanat ürünlerini çoğaltıp, satmanın bu kadar kolay olmadığı, bu işlerden çok para kazanılmadığı zamanlarda, bu tür intihallere fazla dikkat edilmezdi. O zamanlar sanattan para kazanmak (mimar bile olsanız) kendinize zengin, tercihen kral, sadrazam, vezir ya da vali ayarında devlet görevlisi bir koruyucu bulmanızla mümkündü. Yoksa hikaye anlatıcısı olarak kahvelerde, tiyatrocu-meddah olarak sokak köşelerinde, şair olarak zaten saz çalan bir ozan olarak düğünlerde, bayramlarda, ressam-yontucu-nakkaş olarak arada bir çıkan süsleme işlerinde üç-beş kuruş kazanırdınız. Konak yaptıracak kadar zengin biri değilseniz, ev yaptırmak için duvarcı ustası tutardınız, mimar değil. Behçet Mahir, Erzurum, Atatürk Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı (Türkoloji) profesörü Mehmet Kaplan tarafından keşfedilip, üniversite kadrosuna özel dekan odacısı olarak alınana kadar, geçimini kahvelerde hikaye anlatarak sağlıyordu. Kaplan, Köroğlu başta olmak üzere, pek çok destanı ondan derledi. Hatta anlattığı destanda Köroğlu, Ayvaz’ı, dekanın kendisini çağırdığı gibi, ziline basarak çağırır.
O zamanlarda bile intihal, ciddi bir suç, kusur olarak görülmüştür. Adını hatırlamadığım bir divan şairi, uykusuz geceler ve günler sonucu bulduğu dizenin, mevcut kalıplara uymayıp, hiç kimselere benzememesinden dolayı beğenilmediğini; başka bir uykusuz gecelere mal olan bir şiirinin de unutulmuş bir şaire benzediği için beğenilmediğini yazmıştır. Şeyh Galip, Mevlana’dan çok aşırma yaptığı suçlamalarına, çaldımsa mirimin (önderimin-büyüğümün) malını çaldım, elin malını çalmadım ya diye kendisini savunmuştur. Buna rağmen özellikle şair ve müzisyenler, aşırdıkları eserleri uzak yerlerde icra etmişlerdir. Örneğin, Kalenin Dibinde Taş Ben Olaydım türküsü, Özbekistan’dan başlayıp, tüm Türkçe konuşan toplumlarda değişik versiyonları söylenmiş, bir varyantı Arnavutça omuş, Avusturyalı besteci Brhams, orkestraya uyarlayıp, Persian Marsh (İran Marşı) yapmıştır. Balıkesir’e ait, iki keklik türküsü, az farkla Elazığ’da ortaya çıkar. Yazsak ve araştırsak onlarca örnek çıkar.
Fakat dedim ya, o zamanlar sanat-bilim işlerinde çok para yoktu. Öklid (Pisagor’da olabilir) bu işlerden kaç para kazanacağını soran bir öğrencisinin eline para verip, sınıftan kovmuş. Thales, bu felsefeden kaç para kazanılacağını soranlara kızıp, sert-soğuk bir kışta, zeytin yağı sıkma aletlerini ucuza satın alıp, yazın, zeytin rekoltesi çok artınca yüksek fiyata satıp, çok para kazanmış. Farabi, yaşadığı yıllarda da şimdiki kadar ünlü olduğu halde, ayetleri para karşılığında satan durumuna düşmemek için, anlattığı derslerden para almamış, duvarcı uztalığı yapmış, yetmiş yaşından sonra bir devlet görevlisi ona emekli maaşı vermiştir. (Bakara suresi 174. ayet: Allah’ın indirdiği kitabın bir bölümünü gizleyenler ve onu az bir şey karşılığında satanlar yok mu, onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacak! Onlar için elem verici bir azap vardır. Kaynak: Diyanet.gov.tr) https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/farabi-tipi-baskanlik-sistemine-gazali.html
https://onbinkitap.blogspot.com/2023/06/ibni-sinanin-muslumandir.html
Günümüzde ise telif haklarını, sanatçı yada fikir insanı affetse, işletmeler affetmez. Herkes ya da çoğu insan, fikir-sanat eserleri ile ilgili kanunlarda asıl sorunun, eser sahibi olduğunu sanır. Oysa kapitalizm için sorun, emekçi fikir insanı değil, o emeği atın alan işletmenin yani kapitalin haklarıdır. Patent, marka ve fikir-sanat mülkiyeti yasalarını biraz dikkatli incelerseniz, aslında fikri satın alan işletmeyi düşündüğünü daha iyi anlarsınız. Yani aslında dava iki yazarın değil, iki yayınevinin davası.
Diğer yandan çok kazanan fikir sanat sahibi de bir burjuva, hatta işletmeye dönüşebilir. Meşhur mucit Edison, aynı zamanda General Electiric’in de kurucusudur. Pek çok kere üretici, sadece emeğini-fikrini-sanatı satmakla kalmıyor, pazarlamasını da kendisi yapıyor.
Günümüzde ise anonim şarkılara, hikayelere ya da desenlere yer yoktur artık. Böyle şeyler kapitalistler için sahipsiz maden, deniz ya da arazi anlamına gelir. Sanatçılar, düşünürler, artık bir koruyucu bulmak, onun sarayına sığınmak, onun ihsanları ile geçinmek zorunda değiller. Bunun bedeli olarak da artık alıntı yaparken, en azından hukuki sınırlara dikkat etmek zorundadır. Böyle davalar yaratıcılığı düşürdüğü iddiası ile komikten öte, utanmazlıktır.
Yoksa ben de Böcek Köşkü romanını yazarım.
Sinan Kemal
#intihal #hirsizlik #fikirhirsizligi #yayinevleri #sanatcilar #yazarlar
0 notes
gelbikahveyapayim · 3 years
Text
Yağmur biriktiren adamın kanatlı ata üzüldüğünü hatırladım, bacakları varken kanatlara da ihtiyaç duyacak kadar çaresizmiş diye. Ben bunun çaresizlik değil de yetmeme olduğunu düşündüm hep. Yeryüzüyle sınırlı kalamayan biri, hızla, daha uzağa, en uzağa; koşmak, uçmak, gitmek üzerine tasarlanmış. Geride bıraktığı iz, kör edici bir ışık. Seni çok özledim. Seni burada özlemenin yasal bir yanı var ya da ben bu ara okuduğum o hikayenin etkisinden çıkamıyorum ve aklımın iplerine kusurlu bahaneler asıyorum. Bilmiyorum. Sen olsaydın anlatmama izin verir, arkama sakladığım iplerimi bile çözerdin, onu biliyorum. Seni çok özlüyorum.
2 notes · View notes
jotem · 2 years
Text
Bu gecenin hikayesi
Malum okuma kültürümüz yok uzun yazılara ayıracak vaktimiz de yok.O yüzden ben önce bir cümle özet yapayım sonra merak edenler evvelden okumamışsa bu muhteşem hikayeyi okusun.
Özet:
Paris'ten bale pabucu alan ırgat sürücüsünü öldürdüler.
Şimdi esas hikaye :
Anadolu'nun bağrından kopar kahramanımız , yolu Paris'e düşer .Bi başına. Karnı aç. Elleri cebinde dolaşırken, bakar ki, sokak çalgıcıları var, müzik yapıyorlar, para topluyorlar. Çöker bi köşeye, cura'sını tıngırdatmaya, yanık yanık söylemeye başlar:
"Aç kulaklarını dinle sözümü,
yalan söz gerçeğe tuzak değil,
insan hakkını hak bilen kişi,
özünde nur doğar yalan ateşi,
kamili taşlamak cahilin işi,
cahilden kötülük hiç uzak değil..."
*
Tesadüfen ordan geçerken, durup, dinleyenler arasında Abidin Dino da vardır. Çağdaş Türk resminin öncülerinden, ressam, karikatürist, yazar, yönetmen... Entelektüel çevrede büyüyen, Robert Kolej mezunu, bizzat Mustafa Kemal tarafından resim ve sinema eğitimi için Rusya'ya gönderilen... ABD'de Fransa'da sergiler açan, Fransa Plastik Sanatlar Birliği
Onursal Başkanı olan, Fransa Kültür Bakanlığı'ndan Altın Şövalye Nişanı alan, New York Dünya Sanat Sergisi Danışmanlığı yapan... Siyasi görüşleri nedeniyle ordan oraya sürgüne gönderilen Abidin Dino.
*
Tanışırlar... Kasketli, pala bıyıklı, buram buram Anadolu kokan ozan'ın kalacak yeri olmadığını öğrenir, koluna girer, evine davet eder. Dilbilimci, yazar, Paris Ulusal Bilim Merkezi'nde görev yapan, öğretim üyesi doçent eşi Güzin Dino, sofrayı kurar. Otururlar, sohbete koyulurlar. Laf lafı açar, ozan der ki, beni yarın çarşıya götürür müsünüz?
Hayrola derler, ne lazımsa biz sana alalım... "Bale ayakkabısı alacağım" der! Dino'lar şoke olur. Kara yağız ozan, o şahane şivesiyle devam eder: "Benim oğlan balet de... Ona göndereceğim."
*
Çünkü...Nesimi Çimen'dir o.
*Türkü derleyen, ilk plak çalışmasını 1964'te yapan, Almanya'da Fransa'da İsveç'te albümler çıkaran, dünyanın en önemli müzikhollerinde sahne alan, Türkiye'de ha bire gözaltına alınan, işkence gören, sürüm sürüm süründürülen, yılmayan, ömrünün sonuna kadar hiç sosyal güvencesi olmayan, yurtdışından gelen teliflerle mütevazı yaşamını sürdürmeye gayret eden... Sazın, sözün, üç telli cura'nın ustası.
*
Aslen Tunceli Hozatlı. Kayseri'de ırgatlık yaparken, aşiret ağasının kızı Dilber'e aşık olur, Dilber de ona, kaçarlar, Adana'ya... Evlatları olur. Almanya'ya işçi yazılır, nefes darlığı olduğu için kabul edilmez. Kalaycılık filan yaparken, Yaşar Kemal'le tanışır. Onun yardımıyla İstanbul'a göçer, gecekondu kiralar, mozaik fabrikasında işe girer. Fabrika greve gider,
Nesimi'yi kovarlar. Ayazda kalır. Dokuz yaşından beri çalıp söylediği cura'sına bakar, ekmeği senden çıkaracağız der, ozan'lığa başlar. Tek kelimeyle, müthiştir. Anında tanınır. Efsane haline gelmeye başlayan bu gariban'ın tek göz oda gecekondusuna gelip gidenler arasında, Yaşar Kemal'in yanısıra, gazeteci İlhan Selçuk, sosyolog siyasetçi Behice Boran, caz-pop
divası Tülay German, Yılmaz Güney, heykeltıraş Kuzgun Acar, yönetmen Atıf Yılmaz, Aşık Mahsuni Şerif vardır... Ve, kurban olduğum, Can Yücel.
*
Yurtdışında eğitim için devlet bursunu bileğinin hakkıyla kazandığı halde "torpil yaptı dedirtmem, seni gönderemem" diyen Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in oğlu... Biriktirdiği harçlıkları, kendi yerine gönderilen ve beyin cerrahisinde çığır açan, canciğer arkadaşı
Ordinaryüs Profesör Gazi Yaşargil'e veren... Alnı açık yürüyen, Cambridge Üniversitesi'ne gitmeyi başaran, zırt pırt içeri tıkılan, oralı bile olmayan, tınmayan... Bana göre, Türkiyemin en heyecan verici şairi Can Yücel.
*
Bi gün, Nesimi'nin henüz bebekken eline cura verdiği oğluna bakar şöyle Can Yücel... "Bu çocuğu Konservatuara göndersene birader" der. Nesimi de "peki" der.
*
Girer sınava oğlan, doğuştan kabiliyet, İstanbul Devlet Konservatuarı'nı birincilikle kazanır. Keman bölümüne yazarlar. Yazarlar ama, keman alacak parası yok. Okul hediye eder... Hediye kemanla dört sene okur. Öbür masrafları Can Yücel tarafından karşılanır. Ancak...
Ciddi bir sorun vardır. Akşamları evde ders çalışması mümkün değildir. Tam eline kemanı aldığında, sofra kurulur, eş dost, türkü başlar, oğlan da mecburen cura'sına sarılır, babasına eşlik eder. E böyle olmayacak, sonunda karar verir, ev ödevi olmayan bir bölüme geçmelidir... 14 yaşında giyer taytını, Bale bölümüne geçer. Önceleri gizler babasından... Sonra öğrenir baba... Dedim ya, koca yürek, gülümser, evladına şöyle der: "Nerde mutluysan, orda yaşa!"
*
Geceleri pavyonlarda bağlama çalarak cep harçlığını çıkarır, babasıyla köy köy dolaşır,
derleme çalışmalarına katılır, Orhan Gencebay'ın arkasında çalar, neticede Konservatuar'dan mezun olup, İstanbul Devlet Opera ve Balesi'ne girer.
*
Mazlum Çimen'dir o
*
Nesimi'nin, zulüm görmüş, haksızlığa uğramış manasında "Mazlum" adını koyduğu oğlu...
Adının hakkını verircesine, henüz sekiz yaşındayken babasıyla birlikte gözaltına alınan, babasının işkence görmesine şahit olan Mazlum.
*
20 sene klasik eserlerde, Yedi Kocalı Hürmüz'den Hisseli Harikalar Kumpanyası'na sayısız müzikalde dans etti. Edip Akbayram'a Fatih Kısaparmak'a besteler verdi. Film müzikleri yaptı, Altın Portakal ve Altın Koza'nın yanısıra, Almanya'dan Fransa'dan İsviçre'den ödüller kazandı. Dizi film müzikleri yaptı, mesela, Orhan Kemal'in ölümsüz eseri Hanımın Çiftliği
gibi... Kendisinin çalıp söylediği, albümler çıkardı. Oğluyla birlikte Çimen Müzik'i kurdu.
*
Oğul da, Saki Çimen...Nesimi'nin torunu. Piyanist.
*
Dedesinin türküleriyle büyüdü, 13 yaşındayken ilk bestesine imza attı. Kendisine ait 11 besteyle Rastgele albümünü çıkardı. Saki piyano çaldı, Cem Yılmaz bateriyle, Kürşat Başar saksafonla, Cahit Berkay yaylı tamburla, Nebil Özgentürk bağlamayla, Erdem Akakçe gitarla, Sırrı Süreyya Önder cümbüşle eşlik etti.
*
Bale ayakkabısına dönersek... Paris'ten geldi Nesimi, bale ayakkabılarını oğluna verdi, orda biriyle tanıştım dedi, gitar çalıyor, çok önemsiyorlar adamı... Kim acaba? Bilmiyorum dedi, yağmurlu bi havaydı, curamı ceketimin içinden çıkardım, adam çok şaşırdı bunu mu çalıyorum diye, ben çaldım, o adam sanki küçüldü küçüldü curanın içine girdi, ööyle dinledi.
*
Senelerce bunu anlattı. Gel zaman git zaman... Paris bavulunun içinde bir fotoğraf buldu Mazlum... Babası cura çalıyor, "o adam" adeta büyülenmiş gibi, nefesini tutmuş dinliyor.
Vayyy dedi, koştu babasına, fotoğrafı gösterdi... O adam, bu adam mıydı? Evet dedi Nesimi...
*
Peter Gabriel'di.
*
Progressive rock denince ilk akla gelen, Genesis'in kurucusu... Grup ve solo albümleri 250 milyon satan, altı Grammy'si ve Oscar adaylığı bulunan, İngiliz kült müzisyen.
*
Ve...
Yaktılar o Nesimi'yi!
Sivas'ta yakılanlardan biri.
*
Ve, değerli gençler... Ne salt Alevilerdir kıyılan aslında, ne hukuk garabetidir, ne de güvenlik zafiyeti...
*
Anadolu kültürünü muhafaza ederek, müzikle baleyle resimle sinemayla, akılla bilimle eğitimle, Batı'ya yelken açan yolculuk'tur asıl önlenmek istenen...
Yobazlığı hâkim kılmaktır.
Kaynak: picgra
Murat Demirocak pyl alınmıştır
Tumblr media
3 notes · View notes
hbkultursanat · 4 years
Text
VAN-DİLOP GAZATESİNDE ÇIKAN YAZININ BÜYÜTÜLMÜŞ HALİ.
Maraşlı bilge kadın Atê Elîf
"Mina hase tamûran kêm nawi," demişti. Yani yaygın Kürtçe ile söyleyecek olursak “bila dengê tembûran kêm nabe” demişti. Fakat Maraş toprağı tıpkı 1915 de Ermenisizleştirildiği gibi bu son 40 yılda da giderek Alevisiz ve Kürtsüzleştirildi. Devrimcilerinden arındırıldı. Geride başına gelenlerin ağıdını yakamayacak, yaksa bile ağıdından süzülen göz yaşını içine akıtan bir kitle bıraktı. Bugün hangi Alevi köyüne gitseniz çocuk doğum oranı sıfıra yakındır. Ama taziyesi boldur. Sanırım son yaşlı anıtlarımızı da toprağa verirken onların mezarlarını kazacak kimseyi bulamayacağız. İşte Ali Rıza Aksın Maraş'ın insansızlaştırılma sürecine giden dönemin tarihi arka planını anlatıyor. Anlatırken aslında kendisini anlatıyor. Bizse yazdıklarının fonundan bir film gibi bir toprak nasıl çoraklaştırılırmışın hikayesini okuyoruz.
Ali Rıza Aksın Maraş/ Pazarcıklı. Seydo Dedenin oğlu. Kendisi Mürşit ocağına mensup Alevi dedesi. Kişisel hikayesine gidecek olursak, dedesi Sadık Dede Arguvan'ın Germişli (Ermişli) köyünden çıkmış. Oğlu Seydo Dedenin son yurdu da Pazarcık’ın Kelo yurdu Kelibişler (Kelan) olmuş.
Ali Rıza Aksın kendisini Kürt, Alevi, solcu olarak tanımlar. Bu sıralayışta en çok yok sayılan kimliğinin bir etkisi var sanki.
Aksın'ın ilk kitabı Kırmızı Fare Ozan Yayınlarından (2014) çıkmış. Kırmızı Fareyi onun devamı niteliğinde Zuzu Kitspta çıkan Çarpı izlemiş. Elbette bir kitapta ilk dikkati çeken şey kitabın ismidir. Yazar gerçekten ilgi çekici iki isim bulmuş. Elbette dikkat çekmek istemediğini kitapları okuyunca daha net anlıyoruz. Kırmızı Fare isminin metaforik bir anlamı var. Yazarımız ileride de değineceğim gibi öğretmenlik yıllarındaki bir anıdan yola çıkarak bu ismi vermiş. Öğrencileri tarafından tepelenilerek öldürülen, üzerine yangın kovalarının kırmızı boyasından sıçramış zavallı bir fareden alıyor hikayesini. Kırmızı Fare bu ülkenin yok sayılan, sürgün edilen, üzerine basılan kimliklerini temsil ediyor. Çarpı kitabının ismi ise sakıncalı görüldüğü için mimlenmiş adeta sırtına çarpı konmuş kişilerini temsil ediyor âdeta.
Aksın ilk kitabı olan Kırmızı Farede adeta bir hikaye anlatıcısı tadında çocukluğundan başlayıp öğretmen olarak Maraşın bir dağ köyüne çaresizce gittiği bir süreci anlatıyor.
Tabi bu çerçeveyi oldukça hareketli bir anı zenginliği ile dolduruyor. Bunu yaparken de bir Yaşar Kemal, Orhan Kemal tadı bırakıyor damaklarda. Yöre şivesine hakimiyeti hayranlık uyandırıyor insanda. Maraşlı bir Kürt dil konusunda hünerlidir. Hem Maraşta konuşulan Kürtçeye hakimdir. Hemde başka bölgelerin Kürtçesine hakimdir Maraşlı. Ve Maraşlı bir Türkten de daha iyi konuşur Türkçeyi. Aksın da bu hünerini ustaca sergilemiştir her iki kitabında da. Ancak Aksın her ne kadar konuşma diline hakimse de romanını daha geniş kitlelere Maraşlının derdini anlatabilmek için yazı dili olarak Türkçeyi tercih etmiş. Dili akar gider, bazen pos bıyıklı tütün içmekten tengi turuncuya dönmüş bir dedenin öksürüğü karışır diline, bazen de kafasına kofisini sarmış astımlı, nefesi ıslıklı bir ninenin soluğu yankılanır romanında. Âdeta Pazarcık/Narlı ovasının aşiret köylerinin tomografisini çekmiş hissi verir okuyana Aksın.
Çocukluk yıllarında bizi güldürür.
Bir Alevi Dedesi olan babası ile tartışmalarında düşündürür.
Hele bir de anne ve babasının tanrılarını tanımlama biçimi var ki, Kızılbaş Aleviliğin Tanrı biçiminin kalıba sığamayacağının kanıtı gibidir.
"Annemin Allah'ı harabatî kılığında bir erkek olabileceği gibi bir kadın, bir çocuk, bir deli de olabilirdi. Bu yüzden deli divanelere, ne dedikleri anlaşılmayan akıl fukaralarına, masumpak dedikleri çocuklara, korkuyla karışık derin bir sevgi beslerdi. Onların naifliğine, bozulmamış saflığına kutsal anlamlar yükler, yedirir içirir olmadık dileklerde bulunurdu. Babamın Tanrısı ise kutnu kumaşlar içinde gezen, şıklığı ve zerafetiyle dikkati çeken, her türlü olanağı olan, tüm sırlara vakıf, bütün ilimleri hatmetmiş, kainatı adamlarıyla yöneten, içmeyi, eğlenmeyi seven, güzelligi ile göz kamaştıran, şakacı, hazır cevaptı. Büyük olasılıkla da erkekti. Ama kafası hoşken 'benim Allah'ım dişidir' dediği de az olmamıştır babamın" diye izah eder Tanrı inançlarını.
Gençlikte dünya meselelerine kafa yoran her birey o anda en yakınında kim varsa yada ona kim temas etmişse o partiye ya da fraksiyona sempati duymaya başlar. Aksın da ilk gençliğin verdiği heyecanla kendisiyle ilk temasa geçen PDA’cılar olduğu için onlara ilgi duyar ve onlara katılır. Tabi bunu çok bilinçsizce tamamen gençliğin verdiği heyecanla belki de topraksız bir köylü çocuğu olmanın verdiği öfke ile yapar. Yoksulluğa öfkelidir. Aksın babasına da kızar yer yer. Babası bir Alevi Dedesi olduğu için taliplerini ziyareti sırasında ona verilen lokmaları eve getirmesine kızar. Babasının insanların dini duygularını sömüren bir insan olduğunu düşünür.
Henüz Maraş katliamı olmamıştır. Ama yükselen faşizmin ayak sesleri yaklaşmaktadır. Taraftarı olduğu parti birkaç bireysel çaba haricinde Maraş katliamında tamamen pasiftir. Halkı savunmak için hiçbir şey yapmamıştır.
Aksın kendisi dahil olmak üzere bundan tiksinir.
Hatta kendisine Maraş olaylarını soran bir gazeteciye " Anlatmam, ben kendim yazacam Maraşı" der ama diğer yandan da kendi kendisine kızar. Katliam sırasında bir korkak gibi bir evde saklanmış olmasına öfkelenir. Maceracılıkla küçümsedikleri grupların halkın savunmada daha aktif olabilmelerine imrenir içten içe. Dahil olduğu hareketi belkide ilk mahkum edişi burada başlar.
Bir yandanda yükselen bir Kürt mücadelesi vardır. İçten içe onlara sempati duysa da yöntem olarak devrimcilere yönelik şiddet kullanmalarindan (ki o dönem yani 70 li yıllar devrimci hareketlerin birbirine şiddet uyguladığı yer yer birbirinden insan öldürdükleri ve egemenlerin de bunu zevkle seyrettiği bir dönemdir) dolayı onları anlamakta zorlanır. Ve antiemperyalizm konusunda kendisini tatmin edecek bir tutum için de olmamaları da onu Kürt özgürlük hareketinden koparır.
Yıllar sonra 12 Eylül’de tutuklandığında, ayırt etmeksizin bütün devrimcilere şiddet uyguladığını gördüğünde bir başka gerçek ile yüzleşir. Buna ikinci kitabı Çarpı’da değinir.
Dönemin Kürt hareketi kurucularından Mustafa Yönden ile lise yıllarında ev arkadaşıdır. Yine öğretmenliğe başladığı yıllarda yaylada bir çadırda karşılaştığı Şixo Dirlik, 80 sonrası bütün yapıların dağıldığı, herkesin bir yere savrulduğu bir dönemde Aksın'ın tekrar moral bulmasına "Mücadele eden birileri hâlâ varmış, her şey henüz bitmemiş" dedirtir kendisine.
Aksın aynı zamanda bir eğitim emekçisidir. Kamuoyunda 1402’likler olarak bilinenlerdendir. 12 Eylül’ün 1402 sayılı kanun ile kamuda sakıncalı görülüp görevine son verilenlerdendir. Yıllarca çeşitli işlerde çalışır, 6 yıl sonra mahkeme kararı ile görevine tekrar iade edilir. Bugünün KHK zulmüne ne kadar benziyor değil mi? Ancak bu bir iadeden ziyade adeta birbsürgündür. Maraşın uzak bir köyüne gönderilir. Gittiği köyde kendisine " Kürt öğretmen" ismi verilir. Sistemin gerici politikalarının karşılık bulduğu o köyde sosyalist kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılır. Kendi toplumundan uzak tutulmaya çalışılır. Belliki de Kürtlüğünden ve Aleviliğinden uzakta asilimile olması beklenir kendisinden.
Kürt olması belkide en çok bu öğretmenlik yıllarında ona hatırlatılır.
Aksın, rejimin ezberci dayakçı eğitim sistemine kafa tutar orada. Tazecik çocuklara önce birbirlerini sevmeyi ve cinsiyet eşitliğini öğretmeye çalışır.
Oynattığı bir müsamerede oynattığı çocuklara kahramanlığı ve yurdunu sevmeyi öğretir. Kitabın ileri kısımlarında o toprakların yok edilmiş halklarına yer verir. Ermenilere ait ören yerlerinde, bütün benliğiyle duymaya çalıştığı sesleri hissettirir bize.
Tabi öğretmenliği de eften püften meseleler yüzünden soruşturmalara uğrar. Sonunda devletin peşini bırakmayacağına kanaat getiren Aksın, tüm hafızası, birikimi ve bu topraklara katacaklari ile gönüllü sürgünü seçmek durumunda kalır ve birçok Maraşlı gibi doğduğu yerden binlerce kilometre uzakta Maraşın sesi olmaya çalışır. Yollar sonra Çarpı kitabında "Nedir Maraş?” sorusuna cevap arar. “Bağ evi keyfi mi? Zemherinin poyrazı mı? Şov yapma, küfretme, namaz kılma, sahura kalkma, tespih çekme, vaaz dinleme, ot atma alışkanlığı mı? Mutsuzluğunu; din, millet, bayrak, üzerinden giderme kompleksi mi? Övünme hastalığı mı? Kalaycılığın, semerciliğin, terziliğin, dericiliğin, sedefçiliğin, oymacılığın, bakırcılığın tükenişi mi? Umutsuz zanaatçıların, torun ve akrabalarıyla şehre üfledikleri uğursuz enerji mi? Şehri burgaç gibi saran Ermeni çığlığı mı? Gavur, Kürt, Alevi düşmanlığı mı? İklimi ve doğasıyla çelişen lanetliler çukuru mu?" Peki sizce nedir Maraş?
Ali Sinemilli 
2 notes · View notes
gulindede · 4 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
Sezonun yükselen yıldızı ‘Dansöz’ü, Sezen Keser ve Şâmil Yılmaz ile konuştuk.
https://www.timeout.com/istanbul/tr/tiyatro/baktirmak-ya-da-baktirmamak-iste-butun-mesele-bu
https://www.timeout.com/istanbul/tr/tiyatro/dansoez
Gülin Dede Tekin|Yayın tarihi: 23 Aralık 2019
Suratımıza tokat gibi çarpan oyunların ekibi Ankaralı ‘Mek’an Sahne’, bu yıl Kadıköy Theatron’un yapım desteğiyle karşımıza çıktı. Ötekileştirileni, yok sayılanı, üzerine konuşulmak istenmeyeni sokağın ruhuyla anlatan; ‘Artık Hiçbi'şii Eskisi Gibi Olmayacak Sil Gözyaşlarını (Avzer)’, ‘Seher ile Ali’ ve ‘Kadınlar, Aşklar, Şarkılar’ gibi üzerimizdeki etkisini hâlâ koruyan metinleri kaleme almış bir yazar Şâmil Yılmaz. ‘Dansöz’ ise Yılmaz’ın hem yazıp hem yönettiği bir yapım. Oyunun dramaturjisi Ozan Utku Akgün’e ait. Sezen Keser’in performansıyla Ankara’nın göbeğinde bulunan bir pavyondaki dansözün sesi oluyor ekip. Ağırlaşmış, tutuk bedeni oryantalle tanışınca hafifleyen, annesinin bile kendisine sarılmadığı, yalnız büyüyen Meryem’in sesi… Meryem’in, Mısırlı oryantal Haifa ile tanışmasıyla hayatına gelen anlam ve sevgiye şahit oluyorsunuz. Aynı zamanda oryantalin felsefesine de kapı açıyor metin. Bu felsefeyle hikayeye dahil olan ‘bakma’ konusu da oyunun iskeletini oluşturuyor. Dans ederken seyirciye, “Sizle bi’ işim yok ki benim. N’apayım sizi görüp,” diyen ve yaptığı işe tutkuyla bağlı olan Meryem’i annesi, sevdiği Murat ve patronu İhsan, günden güne kimine göre bir başkaldırıya, kimine göre bir cinnete sürüklüyor. Meryem’in hikayesini anlatırken yine toplumsal yaşamdaki ilişkilerin acımasızlığını da metne yansıtmış; kadına, zayıf olana ve hayvanlara gösterilen şiddeti ve baskıyı, sarsıcı ama sakin bir dille kelimelere dökmüş Yılmaz. Keser’in seyirciyi arabesk bir yöne kaymadan bir saat boyunca koltuğuna mıhlayan performansı oyunun gücüne güç katan unsurlardan biri. Hikaye biraz hızlı aksa da, metnin derinliği ve çok katmanlılığı, kolaycılığa kaçmayan, dansı hikayenin bir parçası haline getiren rejisi ve Keser’in bakışlarıyla delip geçen performansı sayesinde ‘Dansöz’ bu yılın en çok konuşulan işlerinden biri olacak şüphesiz.  
‘Dansöz’ü kaleme almanın, seyirci ile buluşturmanın yolu nasıl açıldı?
Şâmil Yılmaz Oryantalin sahnede teatral anlamda etkileyici olabileceğine dair fikir Sezen’den çıktı. Tabii sahnede oryantal fikri üzerinden bir evren kuramıyorsunuz. Onu benim meselem haline getirebilecek aralığı araştırmaya başladım. Murathan Mungan’a bahsettim projeden. O da bana oryantaldeki ekollerin kapısını açtı. Bir Mısır ekolü var. Seyirci ile herhangi bir erotik ilişki kurmadan, bakışı çağırmadan, bedenin cinsel imasını mümkün olduğunca minimumda tutan bir ekol. Bir de Çingene dansı dedikleri, daha çok düğünlerde, kutlamalarda, televizyonlarda gördüğümüz bir dans etme biçimi var. Murathan bunları anlatınca küçük bir aydınlanma yaşadım: Bakış meselesi tam olarak bu hikayeyi anlatmamı sağlayacak felsefi zemini kuruyordu. Bir tarafıyla tiyatroya içkin bir mesele. Tiyatronun da temel meselesi bakış. Oyuncunun ne yaptığı, malzemesinin ne kadarını gösterdiği, oyun alanının bakışa ne kadar açıldığı... Bütün bu katmanlar hep bizim meselemiz aslında. Çünkü iyi hikaye anlatmak demek bir tarafıyla bütün o düzeyleri iyi inşa etmek demek. Bizim meselemiz Meryem’in hikayesiydi. Meryem’in hangi sınıfa ait olduğu belli. Nasıl bir çevrede yaşadığı, yaşadığı dönemdeki Türkiye’nin geçirdiği değişim de belli. Çünkü bir taraftan da pavyon üzerinden bir modernizasyon sürecini anlatıyoruz. Aşağı yukarı Türkiye’deki bütün pavyonlar bir dönem tabelalarını indirdiler ve turistik ‘night club’ tabelaları asmaya başladılar. Bu, içerideki mekansal düzenlemeyi de, programları da değiştirdi.
Ankara, pavyonları ile de meşhur. Ankaralı olmanız yazım sürecinizi etkiledi mi?
Şâmil Ömrümde hiç pavyona girmedim. Ama bir yıl Konur Sokak’ta bir tiyatro işlettik.  Yan tarafımızda bir pavyon vardı. Çok içli dışlıydık onlarla. Samimiyet anlamında değil ama. Bizim alanımızı işgal etmeye dönük güçlü bir irade taşıyorlardı. O ara şunu fark ettik: Genelde pavyon belgesellerinde gördüğünüzde ışıltılı bir dünya açılıyor önünüze.  Tamam, bir kültür var orada ama entelektüel bilinç için onu sulandırıp çekici hale de getiriyorlar.  Öyle değil ama. Bir saate kadar orası normal bir gece kulübü gibi işliyor, sabaha karşı ise Teksas’a dönüşüyor. Müşteri ile çıkmak istemeyen kadınları döverek arabalara tıkıştırdıklarını görüp müdahale edemedik. Ortalık bir karışıyor, çuvallarla silahları yükleniyorlar. Çok kirli ve karanlık bir dünya aslında. İçeri girmeden dışarıdan tanıma fırsatımız oldu yani.
Meryem’in nasıl bir hikayesi var?
Sezen Keser Talihsizliğe doğmuş bir çocuk. Çocukluğunda hep yalnız kalmış. Annesi pek yanında yok. Yaşadığı mahalle annesini de onu da dışlıyor. İnsanlarla temas etmediği için ağır bir çocuk. Sonra duyduğu bir müzikle hayatı değişiyor, hafifliyor. Kendi içinde keşfettiği şey ona yol arkadaşı oluyor, yalnızlığına da çare oluyor. Ona oryantalin ritüel kökenleriyle bir bağ kurmayı öğretecek olan Haifa ile tanışmasıysa her şeyi değiştiriyor.
Şâmil Annesinin pavyonda çalışmasından dolayı mahallede dışlanmış. Kendi sınıfının bile dışına sürülmüş bir çocuk yani. Bedeninde bir ağırlıkla yaşamaya başlıyor. Kimseyle konuşmuyor. Bedenimizi başka bedenlerle tanıyoruz. Başka bedenlerle iletişim içine girmezsek bedenimize yabancılaşıyoruz. Meryem’inki biraz öyle bir ağırlık. ‘Yer tutmuş, toprak çekmiş’ gibi diyor. Birinin tutup yukarı çekmesi lazım haliyle bu çocuğu.  O çekiliş anı da oryantal müziği duyduğu an. O andan sonra bir hafifleme süreci başlıyor Meryem için. Birçok kız çocuğunun geçtiği bir yol muhtemelen. Oryantal, kendi kendine dans etme, annenin kıyafetlerini giyme... Sezen çok anlattığı için biliyorum bunları da.  O yoldan yürüseydi belki Meryem için her şey daha kolay olurdu. Bir yaşa kadar dans edecekti. Bir yaştan sonra annesi yeteneğini fark edecekti ve pavyona götürecekti. Haifa ile yolu kesiştiği anda dramatik anlamda bir baht dönüşü gerçekleşiyor bu çocuk için. Orada oryantalin felsefesi de içine yerleşmeye başlıyor. Oryantal ritüel köklerinde başka gözler için yapılan bir şey değil. Hep kendi bedenini tanımak için, oradaki başka kapıları açmak için girdiğin bir yol aslında. Oryantali böyle bir yerden tanıdığında, Meryem için karşı tarafla bakış ilişkisi kurmak zor hale gelmeye başlıyor. Hikaye de buradan açılıyor.
Oyundaki yer yer duygusal, yer yer de oldukça sert olan kırılma noktalarını, baht dönüşlerini belirlerken nelerden beslendiniz? Metni masaya yatırdığımızda ülkenin küçük bir özeti gibi de aslında.
Şâmil Hikayedeki sertliği ister istemez içinde geçtiği mekan belirliyor. Biraz önce anlattığım, pavyonla dip dibe bulunma halimiz aslında hikayeyi hangi dilden anlatacağımı önüme koymuştu. Biz o damara yerleştik. Ama onun dışında ülkenin bir özeti olma hali bütün oyunlarımızda var. O konuda yavaş yavaş ustalaşmaya başladık gibi. Çok temelde önümüze bir hikaye aldığımızda kendimize şunu hatırlatıyoruz, bizim yapmak istediğimiz ya da yapmamız gereken şey her zaman bir hikaye anlatmak olmalı. Bu hikayenin geçtiği bir toplumsal fon var. Bu fon arkada akacak biz de o fonun, öndeki karaktere ne yaptığını araştıracağız. Bir kere yolu buradan tarif ettiğinizde diğer taraf kendiliğinden işlemeye başlıyor. Toplumsal bir meseleyi anlatmak için bir karakteri bahane etmiyoruz. İyi kurulmuş bir karakterle yola çıkıyoruz. Arkadaki toplumsal mesele kendiliğinden gelmeye başlıyor zaten.
Sezen Gittikçe katmanlandı metin. Meryem’in hikayesini ilk tasarlamaya başladığında Şâmil’in aklında sevdiğimiz bir işin eziyete dönüşmesi gibi bir mesele vardı. Bu onun için de benim için de gündemde olan bir durumdu. Bence bu ülkede yaşayan birçok insan bu hissi biliyor zaten. Meryem için bu eziyetin yolu ‘bakma, bakış’ ile açılıyor, buradan başladık. Sonra gördük ki bu bakma hali de içinde bir sürü katman barındırıyor. Buradan başlayarak gittikçe katmanlaştı hikaye. Kadına geldi, bedene geldi, oyuncunun bedenine geldi. Şiddete, kadına şiddete geldi.
Meryem’e dönüşme hikayenizi anlatabilir misiniz?
Sezen Yıllardır dans eden, oryantal yapan bir kadın. Ait olduğu yer de sahne. Oranın kodlarını biliyor. Ben de her gün dans çalışıyordum. Üç kere dans dersine gittim sonra hoca “Bence artık gelme, sen dans edebiliyorsun, hareketleri biliyorsun, artık senin sürekli çalışarak Meryem’in nasıl dans ettiğini ortaya çıkarman gerekli,” dedi. Dans edebildiğime uzun süre ikna olmadım. Sonra Meryem’in yolundan gittim. Meryem nasıl kendi içinden çıkardıysa dansı, ben de yapabilirim dedim. Kendi kendime sürekli dans ettim. Sonrasında koreografileri oluştururken de şuna dikkat ettik; dans partisyonlarının hiçbiri şu anda sahnede bir oyuncu dans ediyor gibi tasarlanmamalı çünkü hâlâ hikaye akmaya devam ediyor. Siz dans başladığı andan itibaren oyunun devamını, bir parçasını izliyorsunuz.
Şâmil Çok riskli bir şey yaptığımızın farkındaydık. Oyunun adı dansöz ve yarı çıplak bir kadın var sahnede. Bakışla kuracağımız ilişki bizim için her zaman çok tedirgin ediciydi. Dansöz dediğimiz kimlik, üzerine çok negatif yatırım yapılmış bir şey. Haliyle oyuncuyu sahnede çıplak bir şekilde oryantali icra ederken bırakmak çok zorlayıcı. O bakış açlığı denilen şeyi çirkin bir yerden de besleyebilecek bir tuzak var orada. Şöyle bir yöntem bulduk, Meryem’in her dans ettiği an devam eden bir hikayenin parçası. Murat’a bakarak ilk dans ettiği anda bir hikayeyi izliyorsun. Bir kadının aşık olduğu adama yaklaşma hikayesi. Neyi nasıl yaptığından ziyade onun duygusu, temsil ettiği şey çok daha önemli hale gelmeye başlıyor. Dans etmiyoruz, tiyatronun içinde kalıp bir hikaye anlatmaya devam ediyoruz aslında.
İzlerken nasıl dans ettiğine odaklanmıyor insan.
Şâmil En çok onunla övünüyorum sanırım. Keza ilk kez seyirciyle göz göze gelerek dans edişinde, dans becerisi, hüner gibi şeylerin hepsi ufukta bir yerde kaybolmaya başlıyor. Seyirci bu aralıkta asılı kalsın istedik. “Sana bakamayacağın bir şey izleteceğiz.” Bütünüyle düşünsel olarak bakışa teslim edilmiş bir oyun var fakat oyunun gizli niyeti, izlendikçe flulaşması ve seyirciden uzaklaşması. Seyircinin bakamayacağı bir yere doğru hareket etsin Meryem, hep bir tarafıyla görülemez kalsın. Oyunda yaratmak istediğimiz etki buydu.
1 note · View note
gulgunbasarir-blog · 6 years
Text
PERA’DA İKİ HAKİKAT YOLCUSU PARAJANOV İLE SARKİS
“İncil yazarı Yuhanna. Patmos adasında dünyanın sonuna baktı kıyamet gününde; inşa edilmiş  sonsuz kentin zümrütle, gökzümrütle, yakutla, gökyakutla, yeşimle,alaca akikle parlayan duvarlarına baktı. Oysa Crusoe’nun çevresindeki bütün bu verimli yaratıda bulduğu tek mücevher, bakire kumsalda çıplak  bir ayağın bıraktığı izdi. Bu sonuncusunun ilkinden daha değerli olmadığını kim söyleyebilir?”James Joyce  (İmgenin Pornografisi Zeynep Sayın)
Pera müzesi’ nde farklı kültürleri mecz eden Parajanov ve Sarkis kendi hakikatlerinin rehberliğinde ürettikleri, birbirlerinin varlığından güç alan, işleriyle içimizi ısıtıyorlar.
Sarkis Sergey Yosifoviç  Parajanyan, 1924 de Tiflis’te doğmuş. Dedesi Rus görünmek için soyadını Parajanov olarak değiştirdiği için , sanatçının Sarkis ismi  de Sergey  olarak  değiştirilmiş. Anlaşılacağı gibi Pera müzesinde  birbirinin dilini anlayan birbirleriyle konuşan iki Sarkis var.
Parajanov sinema, şan, keman ve resim eğitimi almış, bale stüdyosuna devam etmiş çok yönlü bir sanatçı. Pera Müzesinde  Parajanov sergisinde, sanatçının plastik sanatlara ilişkin çalışmaları ile filmlerinden bazı sekanslar gösteriliyor.
Parajanov iki kez tutuklanır. ilk tutuklanışı1947 yılında Tiflis’te geç saatte  öğrencilerle birlikte taşkınlık yapma ve eşcinsellik  şüphesiyle tutuklanır. Oysa o biseksüeldir. 1948 yılında serbest bırakılır.İkinci tutuklanışı ise 1973 yılındadır. Ukraynalı tarihçi Valentin Moroz’un davası sırasında bu yazarı suçlu göstermeyi reddettiği içindir. Altı ay yargısız tutuklanır. Beş yıl hüküm giyer.  Önce “islah” olsun diye çalışma kampına, sonra Ukrayna’da ‘katı yönetim’ uygulayan ikinci kampa gönderilir.
Sinema çevreleri bir hafta sonra, Avrupa çevreleri  ondört gün sonra Parajanov’un tutuklandığını öğrenir. Avrupa sinemasının tüm büyük isimlerinin imzasıyla Parajanov’un akıbeti Sovyet yönetiminden sorulur.
1975 yılında SSCB de bir genel af ilan edilir. Kamp şefi gereken iyi hal belgesini vermediği için bu aftan yararlanamaz. Parajanov 1981 yılında serbest bırakılır.
1975  Temmuzunda Moskova Film Festivali sırasında, Fransız Yönetmenler Parajanov için bir dayanışma hareketi başlatır.1976-1982 yılları arasında Fransa’da Parajanov  yaratıcı bir sanatçı olarak savunulur. Eylül ayında Ateş Atları Paris sinemalarında yeniden gösterime girer.
Parajanov’un çekmek istediği filmlerin imgeleri düşlerine sığamazken,  bir de  yoksullukla boğuşur. Kişisel eşyalarını  satarak, komşularının yardımlarıyla geçinir.
Parajanov 1968 yılında bir başyapıt olan Sayat Nova ( Narın Rengi) filmini çeker. Bu fim “anlaşılmaz ve dekadan bir estetikten mustarip” bulunur. Ayrıca Parajanov’un “aşırı geçmiş hayranlığı” olarak nitelenir ve anti-sovyetizm kuşkusu uyandırır. Sovyet ideolojisine aykırı  bulunarak film yasaklanır.
Sergey Yutkeviç tarafından yeniden montajlanarak erotik ya da muğlak bulunan kimi sekanslarından “arındırılmıştır”; özellikle de Ozan ve Prens arasındaki ilişkileri ele alan sahneler, filmin çekildiği Madağ Manastırındaki hayvan kurban etme sahneleri ya da Ermenistan işgalini aktaran bölümler ile üç tane narın patlayıp yayılarak eski birleşik Ermenistan’ın haritasını oluşturduğu simgesel bir plan da filmden çıkarılır. Ancak iki ay gösterimde kalır.
Sayat Nova 18. yüzyılda yaşamış bir ozan. Parajanov’un Sayat Nova ( Narın Rengi ) filmi üç adet narın beyaz bir kağıt üzerinde kırmızı izini bırakmasıyla başlar. İz giderek büyür. Nar, Sayat Nova üzerinden Parajanov’un hakikat aşkının sembolüdür.
İkinci Sekans’ta el yazması bir kitap görülür. Sayat Nova’nın “Ben bütün yaşamı ve ruhu çile dolu bir ruhum” dizesi ard arda, diğer sekanslarda üç kez yinelenir. Tanrının kendisini temsil etsin diye insanı topraktan yaratıp can verdiği, sonra canı alıp insanı cennete koyarak ölümlü yaptığı  filmde alt yazıyla anlatılır.
Film Ozanın Doğumu, alt yazısı ile başlar. Ozanın delikanlı oluşu evlenişi ve savaş simgelerle anlatılır. Filmin fonunda dış ses “Gökyüzünden bu dünyaya gönderildik, keder... keder... keder…” dizelerini okur. Yaşlı kadınlar tanrıdan beyaz atlarıyla  gelip kendilerini sıkıntılardan kurtarması için dua ederler. Beyaz atlılar kadının önünden geçer. Yaşlı kadının dualarının somut ifadesidir bu atlar. Ozan, duaları bile somut olan  gündelik hayatın hakikati aramasına engel olduğunu ve bunlara bir mesafe koyması gerektiğini düşünür. Manastıra kapanır. Ozan manastıra girdikten sonra vaftiz edilişinden başlayarak hayatını sorgular. Çocukluğunda, manastırda üst üste yığılan yüzlerce ıslanmış kitabın  üstüne ağır bir kitap konarak, nasıl özü çıkarılacakmış gibi  sıkıldığını  görmüştür. Islak kitapları kurusun diye manastırın çatısına serdiğini anımsar. Bu doku onun ozan olmasını sağlamıştır. Manastır bir arınma, kendini bulma ve kendini bilme yeridir. Manastırda tüm Ermenilerin partriği Lazarus ölmüştür. Cenaze töreni hazırlanır. ilahiler okunur. Manastırın zeminine mezar kazılır. Yerden çıkan toprak sanki kanla ıslanmış gibi koyu kırmızıdır. Manastırın zemininde üstüne kilim örtülerek bekletilen patriğin etrafını koyunlar doldurur. Bu ozanın gözünden görülen bir sahnedir. Çünkü ozan o sırada elindeki tasla duvardaki minyatürlere ışık tutarak yüzdeki maskenin düşüşünü görmüştür. Onun için artık bütün yüzlerdeki maske düşer. Hakikat ortaya çıkar. Patriğin cenazesi etrafında toplanan  koyunlar manastır cemaatidir. Ozanın gözünde cemaatin maskesi de düşer. Soru sormayan, düşünmeyen ibadet ve itaat eden manastır cemaati kullarının  hakikati ortaya çıkar. Parajanov bu hakikati koyun imgesi ile anlatır. Ozana artık manastırdan halkın arasına inme zamanı geldiği söylenir. Ozan manastırın duvarına dayanmış bir seyyar merdivenden aşağıya halkın arasına  iner.
Özgür bir ruha kavuşmuştur ama, bütün yaşamı ve ruhu çile dolu olarak geçecektir.  Hakikati bilmek ve bununla yaşamak katlanılması zor bir yolculuktur. Son sekansta ozanın ölümü görülür. Dış ses, ozanın “Avare dolaşıyorum, yanmış ve yaralanmış ve bir sığınak bulamıyorum.” “Yaşasam da ölsem de, şarkılarım bu kalabalığı uyandıracak” “Ve son gidişimin gününde, bu dünyada hiçbir şey kayıplara karışamaz.” dizelerini seslendirir. Ozan ölür. Esin perisi yoluna devam ederken  şiir sonsuza kadar yaşamaya devam edecektir.
Sayat Nova’nın hikayesi ayni zamanda Parajanov’un hikayesidir. Belki de bütün özgür ruhların, hakikat yolcularının hikayesidir.
Film mekanı olarak seçilen manastır, siyah beyaz ve kırmızı rengin kullanılışı, otantik kostümler, zum yapılan anlar ve sanki bir kanon  gibi ard arda gelen sekanslar, semboller ve metaforik anlatım Parajanov sinemasını benzersiz kılar.
Parajanov Mayıs 1984 yılında oyuncu arkadaşı Dodo Abaşidze ile Gürcü halk masalının uyarlaması olan Suram Kalesi Efsanesi filmini çeker. Filmi yirmidokuz  günde gerçekleştirir. Bu film, hayatlarını vatanları uğruna feda eden tüm zamanların cesur Gürcü savaşçılarına ithaf edilmiştir.
Efsaneye göre Gürcüler, bir kale inşa  etmek zorundadır. Ne var ki ne zaman çatı yapmaya sıra gelse yapı yıkılır. Kahin duvarın tutması için yakışıklı canlı bir gencin duvara gömülmesi gerektiğini söyler. Ülkesini ve inancını terk edip bir tüccarın koruyucusu olan adamın oğlu ülkesine geri döner ve kalenin inşa edilmesi için kendini kurban eder. Bu bir metafordur. Aslında kalenin çatısı iktidarı ve onun bekasını ima ederken bir hakikati de görünür kılar. Bu hikaye sonsuza kadar yaşayacaktır. Çünkü bugün kurban etme eylemi savaşa gönderilen yakışıklı gençlerin ölümü ile sürmektedir. Ancak, kurban etme eylemi için her zaman bir gerekçe yaratılacaktır. Ta ki bu yakışıklı canlı gençler, kurban olmak istemeyinceye kadar. Kurban olmayı istemedikleri için de kurban edilecekler. Bedeli ödeninceye kadar.
Parajanov, Azerbaycan’ın Çrili köyünde, Alber Yavuryan’ın görüntü yönetmenliğinde nihayet Aşık Garip’in çekimlerine başlar. 1987 Noeli’nde çekimler tamamlanır.
Parajanov, filmi yakın dostu Andrei Tarkovsky’ e adar. Film,1988 Avrupa Film Akademisi Felix Ödülleri’nden En İyi Sanat Yönetimi ödülü ile ödüllendirilir
Parajanov, yasakçı zihniyetler nedeniyle, hapiste geçirdiği yıllarda, en imkansız şartlarda bile yaratmaya devam ederek çoğunluğu kolajlar, oyuncak bebekler, şapkalar, kuklalar çizimler, mozaikler, seramikler, asamblajlar veya üç boyutlu kolajlardan oluşan  
çalışmalarını gerçekleştirir. Bu çalışmalara bakıldığında birbiriyle uyumsuz parçaların yan yana getirildiği görülür. Sanatçı hiç bir zaman bu malzemeleri nasıl düzenleyeceğini asla düşünmez.Tamamen kendiliğinden ve bütün naifliği ile gerçekleştirir. Mualif değil, özgür bir ruha sahip olan Prajanov’un “sesinin” kesilmesinin bir  tezahürüdür bu  çalışmalar. Çünkü o özgür bir ruhun “ozanıdır.” Çektiği acıları  sanatın diline çevirir inançla. Her bir   çalışması özel bir ilgiyi ve incelemeyi gerektirir. Sembollerle yoğrulmuş olan bu çalışmalar  hem içinde yaşadığı ortamın, hem hissediş ve sezişlerinin tezahürüdür.
Pera Müzesinde Parajanov’un hapiste geçirdiği yıllarda ve sonrasında ürettiği Kafkasya’daki çok kültürülüğün izlerini tasıyan işleri sergileniyor.  Bu sergi  Ermenistan  Cumhuriyetinin  Erivan’da açılan müze-evden  getirilmiş. Parajanov sergisi Bülent Erkmen’nin  tasarımı ile gerçekleştirilmiş.
Parajanov, sanat tarihinin önemli eserlerine müdahale ederek o eserl kendisinin kılar. Çünkü o  artık  dünyada saf bir kültürün olmadığının, bütün kültürlerin ortak mirasımız olduğunun bilincindedir. Bu eserlerden biri Leonardo’nun Son Akşam Yemeği tablosu, diğeri ise Leonardo’nun Mona Liza’sıdır.
Tumblr media
Parajanov Son Akşam Yemeği röprödüksiyonuna yaptığı  müdahaleyle, resmin mekanına uyumlu ve uyumsuz ögeler yerleştirir. El sallayan Kruşçev ile Stalin’in resimleri o mekanla uyumsuzdur ve o mekanı dönüştüremez. Siyah beyaz küçük boyda Stalin, masanın önünde oturacak bir yer bulmuş, renkli Kruşçev ise geçip giderken bütün politikacıların yaptığı gibi halkı selamlar. Parajanov İsanın Havarilerinin yanına şapkalı fularlı bir figür ekler. Bu figür mekanla uyumludur. Her yerde  var olabilecek tebdili kıyafet etmiş, hiç bir seyle ilgilenmiyormuş gibi duran bir ajan olabilir. İsa’yı ele veren Juda’sın elinin yerinde kocaman kanlı canlı bir el, kolunda da modern bir saat durmaktadır. Muhtemelen asli görevini hep sürdürüyordur. Bu figür de mekanla uyumludur. Resmin üzerinde solda elinde körüklü eski fotograf makinalarını düşündüren bir alet olan melek, sanki o anı tespit edecek gibi duruyor. Sağda ise parmak izini tutan bir başka melek yer alır Bu melekler resme müdahale edilerek konmuş olmasına rağmen mekanla uyumludur. Çünkü bütün dinlerde melekler her yerdedir ama görünmezler. Parajanov melekleri görünür kılmıştır.
Parmak izi muhtemelen Parajanov’un elinin parmak izidir. İsanın üstünde pembe renkli ve taşlı bir evlilik yüzüğü durmaktadır Parajanov’un inanca ve kutsal olana bağlılğının göstergesi olan bu yüzük üstüne, parmak izini bırakmıştır. Yüzük ve parmak izi  de bu mekanla uyumsuzdur. Çünkü Parajanov bir dine ait olmaktan çok inanca ve kutsal olana bağlıdır. Masanın önünde bir kalp elektrosu durmaktadır. İsanın önündeki kalple birlikte parmak izi düşünüldüğünde, kutsal olana inancın, maddi ve manevi bedelinin ağırlığı hissedilir. Masanın önüne yerleştirilen kırmızı yılbaşı ağacı süsü, sıradan insanların sadece yıl başlarında hatırladıkları İsa’nın doğumununa gönderme yapar. Parajanov  bu kolajla hem içinde bulunduğu ortama ilişkin hissettiklerini hem kendi hakikatini görünür kılar.
Parajanov Leonardo’nun Mona Liza’sını fahişeye dönüştürür. Onun el ve kol
hareketlerinin yerini değiştirerek Mona Liza ‘nın masum bakışını, şuh bir bakışa çevirir. Mona Liza tablosu Fransız İhtilalinden sonra Louvre müzesine getirilmiştir. Louvr’a gelinceye kadar pek çok saraya götürülür, bunların arasında bir de Napolyon’un metresi Jozephine ‘nin yatak odası da vardır. Parajanov Mona Liza’nın yüzünde jozephine’i görmüştür.
Sarkis, Pera Müzesinde Parajanov’a saygı niteliğindeki sergisi ile yer alır. Sanatçı "Serginin Parajanov filmlerinin kompozisyonunu andırmasını" istediğini söyler.
Tumblr media
Sarkis, Parajanov’un yaşadığı coğrafyaya ait kilimleri televizyonlara sarıp, Pera müzesinin bir katına yayar. Parajanov’un Sayat Nova (Narın Rengi) filminde zum yapılarak gösterilen genç kızların halhallı ayaklarıyla yıkadıkları; patrik Lazarus’un cenazesi üstüne, gök gürültüsünden korkan çocuğun gök gürültüsü duymasın diye üst üste örtülen, filmin her sekansında, farklı anlamları üstlenen kilimlerini anımsatır. Kilimlere sarılan farklı yönlere dönük ekranların her biri Sayat Nova filminin bir sekansını gösterir. Bu filmler Parajanov’un kendi ülkesinde yasaklanan Sayat Nova’nın  yer altında izlenebidiği gerçeğini  görünür kılarken o coğrafyadaki örten, ısıtan, koruyan anlamı ile  kilimler Televizyon ekranlarını korur örter ve ısıtır.
Her bir ekrandan ortama yayılan sesler, mekanda yankılanıp çoğalarak bir orkestra oluşturur. Filmde kullanılan  dış sesler kulağınıza takılır. “ Ben bütün yaşamı ve ruhu çile dolu bir ruhum”, “Avare dolaşıyorum yanmış ve yaralanmış ve bir sığınak bulamıyorum” cümlelerini  Parajanov kendi dilinde söylese de Sarkis’in mekanında  Türkçe algılanır.
Kilimler ve televizyon ekranlarıyla yapılan bu mekan düzenlemesi üzerinde geleneksel dokuma kumaştan dikilmiş, içine farklı kültürlere ait elbiselerin yerleştirildiği, etekleri ışıklı  uzun kaftan, tavandan yere kadar uzanır. İnsanın köklerinin bir tezahürü  olan bu kaftan, aidiyetin olduğu kadar farklı kültürlerin izlerini de taşır ve  özellikle sanatçıların dünyasını  aydınlatır.
Pera Müzesi sergisinde Sarkis’in ikonaları anlamlarını çerçevenin içinde bulur. Çünkü çerçeve içinde düşünülmüş ve tasarlanmıştır. Bir ikonasında   ahşap ve sedef kakmalı  boş Osmanlı çerçevesinin ortalarına birer  küçük beyaz kağıt üzerine suluboya  ile mühür imajı boyar.  İkonaların yasaklanışını anlatır. Bir başka ikonasında alçak kabartma üç figür bulunan Rum ikonasının yüzlerine sarı mum döker, mumun üzerini kırmızı sulu boya ile boyayarak mühür imajı yaratır. Bu ikona ile suret yasağını bir başka dini materyel üzerinden görünür kılar.
Parajanov’un kolajları ise tıka basa doludur. Çerçeveyi zorlar.  Onun için sadece yapmak önemlidir. Tutukluluğunun  sıkıntısını, ruhundaki baskıyı ancak böyle avutabilir. Ya da içinde hissettiği dayanılmaz öfkeyi  böyle sönümlendirir. Başkaldırısını sevdiği şeyler yaparak dizginler. Filmleri de  kolajları düşündürür. Ya da birbirini besler. Düşündüğü  ve çalıştığı pek çok filmi  sistematik engeller yüzünden gerçekleştiremez.
Parajanov için şöyle denebilir. O hem ruhun şairidir hem de bedenin /Cennet tatları onunla. onunla cehennem azapları./ İlkini katar kendine,çoğaltır kendini/ Yeni bir Dile çevirir ikincisini. (uyarlama)
Gülgün Başarır
1 note · View note
marmalaise · 3 years
Photo
Tumblr media
A Milli Futbol Takımı Teknik Direktörü Şenol Güneş, 2022 Dünya Kupası Elemeleri'nde yarın oynanacak Karadağ maçı öncesi düzenlenen basın toplantısında açıklamalarda bulundu. 30 Ağustos Zafer Bayramı'nı kutlayarak sözlerine başlayan Güneş, "Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını, tüm şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Güzel bir ülke bıraktılar, biz huzur içerisinde yaşayabiliyoruz. İnşallah biz de gelecek nesillere güzel bir Türkiye bırakırız. Bu topraklar hepimizin, birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Biz de kendi işimizi yaparak olumlu katkılar yapmak istiyoruz. Zaman zaman başarılı, başarısız dönemler geçirdik" diye konuştu.
"Bu dönemden lider olarak çıkmak istiyoruz
Geride bir Avrupa Şampiyonası bıraktıklarını hatırlatan Güneş, "Bizim için Avrupa Şampiyonası'na katılmak ve Dünya Kupası'na katılmak hedefler arasındaydı. Maçlarımız yarın başlayacak. 3 maçımız var. İlk 3 maç da zordu ama 7 puan çıkardık. 9 puan kazanabilirdik ama elimizden kaçırdık. Tekrar bu 3 maçta da hedef 9 puan. Lider olarak girdiğimiz bu dönemden lider olarak çıkmak istiyoruz. Taraftarın yanımızda olacağı bir maç olacak. Onların sıcak, coşkulu, olağanüstü desteğine ihtiyacımız var. Aynı duyguları paylaşıyoruz. Tek vücut, tek nefes olup, heyecanla maçı kazanmak için var olacağız. Birlikte çok işi başardık, yarın da öyle olacağını düşünüyorum" şeklinde konuştu.
"Kalitemiz, inancımız, enerjimiz var"
Şenol Güneş, kadroda eksikler olduğunu belirterek, "Çağırdığımız ama bizim dışımızdaki şartlarla gelemeyen oyuncular bunlar. Ozan Kabak, Ozan Tufan, Çağlar ve Halil İbrahim. Dün takımında sakat gelen Halil vardı, onu da kadrodan çıkardık. Stoperlerin olmaması sebebiyle de Alpaslan'ı dahil ettik. Şu an durumumuz bu. Oyun olarak da sonuç olarak da olumlu bakıyorum. Takımın heyecanını biliyorum, yeteneğini biliyorum. Başarıyı başarısızlığı gören bir grubumuz var. Her şey daha iyi olacak yola çıkan genç bir kadro olarak. Dünya Kupası'na katılım sağlarsak, uzun yıllar tecrübeli şekilde yarışmalarda olacak bu kadro. Kalitemiz, inancımız, enerjimiz var. Akıllı, sabırlı oynamak zorundayız. Rakibimizin fizik durumu iyi. İyi pas yapabilen bir takım. Yurt dışında olan oyuncularına baktığımız zaman yetenekli oyuncuları var. Kendi oyunumuzu oynamak durumundayız. İyi bir hikaye yazmak için lider olduğumuz bu guruptan lider bitirip, birinci çıkmak her zaman lehimize olacaktır. İlk 3 maçı unutarak, başarıyı, başarısızlığı unutarak, yeni bir heyecanla yarına hazırlanacağız. Bugüne kadar bize destek veren yönetim, başkanımız, tüm taraftarlara, Türk halkına teşekkür ediyorum. Türkiye'nin Katar'da olacağını düşünüyorum” açıklamasını yaptı.
"İngiltere'nin uygulaması hukuki olarak takip ediliyor"
İngiltere'de oynayan oyuncuların karantina uygulaması sebebiyle Türkiye'ye gelişine izin verilmemesini değerlendiren Güneş, “Hukuki olarak takip ediliyor. Doğru bulmadığımız, tartışmaya açılması gereken bir konu. Milli maçların tarihlerinin buna göre düzenlenmesi gerekiyor. Pandeminin verdiği birçok sorunun futbolu nasıl etkilediğini görüyoruz. Burada ayrımcılık oluyor tabi. Ülkelerin kararlarına bağlı. Bizim için böyle bir sıkıntı var, burada sıkıntı yaşıyoruz. Transferlerin sürmesi de bunu etkiliyor. Olmuş, bitmiştir. Biz gelen oyuncularımızla en iyisini yapacağımızı düşünüyoruz. Gelemeyen oyuncular değerli oyuncular ama elimizde de değerli oyuncular var. Ülkemizde de diğer ülkelerde de futbol organizasyonu yapılırken her şeyin düşünülmesi lazım. Sonraki maçlar için de ben yazıyı yazdım, gelirler büyük ihtimalle. Ben 3 maç için çağırdım, 15 gün önce çağırdım oyuncularımı. Hukuki boyutları takip ediliyor. Ben bu maçta da bekliyordum ama diğer maçlarda da aynı yazı geçerli. Yarın da başka bir şey bulurlar mı bilmiyorum” ifadelerini kullandı.
"Dorukhan hala toparlayamadı"
Tecrübeli teknik adam, Dorukhan Toköz'e ilişkin daha önce yaptığı 'Aklı transferde' açıklamasının hatırlatılması üzerine, “Benim alanım belli; Milli Takım. Yarınki müsabaka çok önemli. Oyuncularla alakalı tartışma açmayı doğru bulmuyorum. Dorukhan benim sevdiğim bir oyuncu. Hala toparlayamadı. Transferin geç yapılmasının sıkıntısı. Transfer tabii ki oyuncuyu etkiler. Hakan da yaptı, Ozan da yaptı. Ben bunlardan mutluluk duyarım. Zamanlamayı da iyi bilmek lazım. Bir yerden kaybınız olur ama her yerden kaybınız olmasın. Şimdi Ozan'dan bahsedeyim örnek olsun diye. Ozan için biz Schalke'ye başvuru yaptık, benim oyuncum değil diyor. Transfer bugüne kalınca öyle oluyor. Ozan Tufan da aynı şekilde. Kulüp muhatabımız belli değil. Oyuncu kulübündeki şartlara göre bırakıp gelse mi gelmese mi diye düşünürüz. Rest çekip ben gidiyorum dese, kulübü kurallarıma uymadın dese futbol hayatı belki bitecek. Tartışılması gereken konular bunlar. Düşün Messi'yi çağırsa Arjantin, son anda başka takıma gitse kulübe mi gitmesi lazım milli takıma mı? Ait olduğunuz bir işyeri var, bir de milli takım var. Milli takım her şeyin üstünde diyoruz ama bazen her şeyin üstüne çıkmıyor. Transfer önemlidir, bunu iyi yönetmek lazım. Sık sık kulüp değiştiren oyuncuların bu sıkıntıları var. En çok kazanan menajerler oluyor” açıklamasında bulundu.
"Başarılı oyuncularımız var"
Şenol Güneş, bazı oyuncuların takıma katılamamasının sıkıntıya neden olup olmayacağı yönündeki soruyu ise, "Şu an çıkacak 11'imiz var. Bir sıkıntı olacağını düşünmüyorum. Elimizde başarılı oyuncularımız var. Yarın oynayacak oyuncular da daha önce gördüğünüz oyuncular. Stoper olarak bakarsak Ozan ile Çağlar stoper olarak düşünüyorsunuz ama Alpaslan'ı alma sebebim bu yönde oldu hatta sağ bek oynayabilecek bir oyuncu. Son müsabakasını canlı seyrettim beğendim, iyi de oynadı, umarım katkı yapar. Halil İbrahim genç bir arkadaşımız, o da oynamıyor, başkasını alabiliriz ama Burak var, Kenan var, Enes var Bunlar oynayabilecek oyuncular. İki üç oyuncunuz Allah korusun bir şey olursa o zaman tabi riskler artabilir” şeklinde cevapladı.
"Salih çağrıldığına göre düşünülen bir oyuncu"
Milli kadroda yer alan Salih Uçan ile ilgili soru üzerine Güneş, "Salih yetenekli bir oyuncu. Alanya'da da takip ettiğimiz bir oyuncuydu. Geldiğimizde ufak bir sıkıntısı vardı, darbeden kaynaklı. Yenileme idmanı yaptı. Oynayıp oynamaması için takımın tümüne bakacağız. Çağrıldığına göre düşünülen bir oyuncu. Asıl önemli olan, oyuncuların kulüplerinde iyi oynamaları. Salih'e hoş geldin dedik, hayırlı olsun dedik. İnşallah tüm oyuncularımız en iyisini yaparlar" dedi.
"Emre Belözoğlu şu anda olmadı"
A Milli Takım Yardımcı Antrenörlüğü için görüşülen Emre Belözoğlu ile ilgili de açıklamada bulunan Güneş, şu ifadelere yer verdi:
"Emre'yle görüşüyoruz dedim, aldık diye konuşmadım hiçbir zaman. Çünkü açık ve samimi olmak lazım. Çok beğendiğim, taktir ettiğim, yetenekli bir insan. Aynı zamanda liderlik vasfı olan bir insan. Hala da görüşüyorum. Önünde daha çok zaman var. Şartlar itibariyle şu an olması mümkün değil. Beklentilerimizde farklılıklar vardı. En iyi uyum sağlayacak, kişisel uyum itibariyle Emre'yi düşünmüştüm. Kaptan olarak da katkı yapıyordu oynamadığı zamanda bile. O manada onu düşünmüştüm. Burası hem onun hem de bizim için iyi olacaktı. Şu anda olmadı, katılmadı bize. Başka antrenör de alabilirdim ama almadım. Bana biraz daha yük binsin. Yanımda da Bayram hoca ve diğer hocalar var. Burak ve Hakan'ı önde tutarak, takımda onu değerlendirmek istiyorum. Bu takım benim değil, hepimizin takımı. Oyuncu olarak işlerini yapacaklar, aynı zamanda da takıma liderlik yapacaklar. Katkılarını bekliyorum ve bunları yapacaklarını düşünüyorum. Hem Emre için hem takım için, gelecek için iyi olacaktı. Emre'yi onun için düşünmüştüm."
0 notes
okuryazarlar · 7 years
Photo
Tumblr media
Yerli dizi yersiz uzun!
Sektörün en önemli sorunlarından biri olan dizi süreleri konusunda SenDer üyesi yazarlar sonunda örgütlenmeye karar verip bir bildiri yayınladılar. 97 aktif senaristin imzasını taşıyan metinde senaryo yazarlarının 60 dakikalık bölümler yazmak üzere örgütlendiklerinin altı çizilmiş. Bu eylemin Hollywood'da gerçekleşen direnişe dönüşüp dönüşmeyeceğini önümüzdeki günlerde sektörün alacağı pozisyon belirleyecek. Bilindiği üzre 5 Kasım 2007'de Amerikan Senaryo Yazarları Birliği (WGA) üyesi toplam 10 bin 500 yazar grev başlatmıştı. Üç ay süren grev sürecinde WGA ile sektör arasında anlaşmaya varılmış ve 13 Şubat 2008'de greve son verilmişti. Grev sürecinde ise sektörün en önemli ödül törenlerinden olan Oscar ve Golden Globe iptal edilmiş, kazananlar bir basın toplantısıyla açıklanmıştı.
İşte ülkemizde 97 senaristin imzaladığı o bildiri!
İLAN EDİYORUZ: #YerliDiziYersizUzun
Türkiye dizi sektöründe, senaryo yazarları olarak mutsuzuz.
Dünyanın hiçbir yerinde örneği olmayan, sadece hakkıyla üretme sürecini değil, izleme sürecini de imkansız kılan 120-150 dakikalık diziler yazmaktan dolayı şiddetli mutsuzluk içindeyiz...
140 dakika, çarpı 30 küsür hafta boyunca, hikâye anlatmaya çalışırken, dramanın gereği olan tüm temel ögelerden verdiğimiz tavizlerden ötürü, temposuz, akmayan, uzun bakışmalar, müzik-altılar ve flashbackerle şişirilmiş bölümler yazmaktan ötürü mutsuzuz.
Her hafta 140 dakikalık metin üretmek için, hayatımızda başka hiçbir şey yapmaya fırsat vermeyecek şekilde çalışmaya mecbur olmaktan ötürü mutsuzuz.
Mesleğimize olan aşkımız, tutkumuz mevcut durumu devam ettirme gücünü bize verirken, bu tempoya ayak uyduramadığı ya da uydurmak istemediği için mesleği bırakmış pek çok ustamız, meslektaşımız adına mutsuzuz.
Yazdığımız dizilerin her bir bölümünün, yurt dışına satılırken üçe bölünmesi ve çarpı 3 bölüm para kazandırması uğruna, sinema dilinden uzak, günlük hayat ritminde akan senaryolar yazdığımız için mutsuzuz.
Bir hafta içinde 140 dakika, tempolu ve sürükleyici bir bölüm yazmanın imkansızlığına rağmen, arada hasbel kader iyi yazdığımız bölümlerin de zamansızlıktan ötürü deforme edilmesi ya da etkisiz çekilmesi yüzünden mutsuzuz...
Dünyanın hiçbir yerinde bu sürelerde dizi yazılmaz ve üretilmezken; yıllar önce 90 dakikaya hayır dediğimiz ‘Yerli Dizi, Yersiz Uzun!’ eyleminden bu yana yayın süreleri 150 dakikalara çıkmış olduğu için; mesleğimiz, işimize olan saygımız, hikaye ve senaryo üretirken sahip olduğumuz profesyonel görüşler ve insani şartlarda çalışma arzumuz yok sayıldığı için mutsuzuz.
Bu tempo yüzünden çok hızlı yıprandığımız, yıprandığımız için de, yapımcıların kolayca senarist değiştirebilme halinden ötürü mutsuzuz.
Süreler yüzünden hikayelerimizi hızlı tükettiğimiz, sonrasında top çevirerek kendi hikaye ve karakterlerimize ihanet eder duruma düştüğümüz için mutsuzuz...
Uzun süreler yüzünden hikayesini sezon finalinden önce tüketen, tükettiği için de sezon ortasında final yapan diziler ve işsiz kalan bütün dizi çalışanları adına mutsuzuz.
Yapım şirketlerinin, aynı saatte diğer kanalda yayınlanan diziden daha uzun süre yayında kalma hırsı uğruna, daha uzun bölüm talep etmesinden; hikâye süresini, hikayenin kendisinin belirlemesi gerekirken, bu rekabetin mevcut süreyi belirler duruma gelmesi saçmalığından ötürü külliyen mutsuzuz!
Dizi sürelerinin kısalmasının, Türkiye dizi sektöründe çalışan her birim ve her birey için, daha insani şartlarda yazmak, üretmek, çekmek, oynamak ve daha evrensel, daha kaliteli işler yapabilmek için hayati olduğunun altını çizerek,
Biz aşağıda ismi bulunan senaryo yazarları olarak 60 dakikadan uzun süren diziler yazmamak için bir araya geldiğimizi, güç birliği oluşturduğumuzu ve görmezden gelinemeyecek, gözden çıkarılamayacak bir çoğunluğa ulaşmak için çalıştığımızı sektöre ve kamuoyuna ilan etmek isteriz.
Dizilerin ve kanalların gelir kaynağı olan reklam bütçelerinin, bu sürelere göre revize edilmesini, tüm birimlerin bu konuda iş birliği içinde olmasını ve el birliğiyle, hızla bir batağa doğru giden Türkiye dizi sektörünün intiharına mani olmak için bu karar ve eylemimizin desteklenmesini bütün oyuncu, set çalışanı, yönetmen arkadaşlarımız ile yapımcılarımıza rica ile beyan ederiz.
Senaryo Yazarları
1. Selcan Özgür 2. Ezgi Özcan (Seviyor Sevmiyor) 3. Zeynep Küçükerciyes (Adını Sen Koy) 4. Nuran Evren Şit (Vatanım Sensin) 5. Ali Aydın (Vatanım Sensin) 6. Funda Alp 7. Meriç Demiray 8. Cem Görgeç 9. Cenk Boğatur 10. Derem Çıray (Paramparça) 11. Berfu Ergenekon (Anne) 12. Ercan Mehmet Erdem (46 Yok Olan) 13. Ceylan Güleç (Kiralık Aşk) 14. Sinan Biçici (Hayat Bazen Tatlıdır) 15. D. Gülden Çakır 16. Melih Çam (Hayat Şarkısı) 17. Özlem Elginöz (Kırgın Çiçekler, Aşk ve Mavi) 18. Mahinur Ergun (Hayat Şarkısı) 19. Ozan Yurdakul (Arka Sokaklar) 20. Erkan Birgören (Kırlangıç Fırtınası) 21. Kerem Deren 22. İlker Arslan (Tatlı İntikam) 23. Deniz Akçay (Bana Sevmeyi Anlat) 24. Birol Elginöz (Kırgın Çiçekler, Aşk ve Mavi) 25. Ayça Üzüm (Paramparça) 26. Özlem Yılmaz (Kara Sevda) 27. Burcu Görgün (Kara Sevda) 28. Pınar Bulut 29. Ethem Özışık (Poyraz Karayel) 30. Cüneyt Bolak 31. Barış Erdoğan 32. Ayşenur Sıkı (Vatanım Sensin) 33. Melek Seven (Poyraz Karayel) 34. Deniz Gürlek (Poyraz Karayel) 35. Melih Özyılmaz (Poyraz Karayel) 36. Gökhan Horzum 37. Cansu Çoban (Yüksek Sosyete) 38. Serap Gazel (Dayan Yüreğim) 39. Sinan Yurdakul (Arka Sokaklar)   40. Murat Özdemir (Adını Sen Koy) 41. Deniz Dargı (Güneşin Kızları, Güneşi Beklerken) 42. Murat Aras (Seksenler) 43. Güliz Kucur 44. Didem Ayberkin 45. İlker Barış(Kiralık aşk) 46. Gül Abus (Kırgın Çiçekler, Aşk ve Mavi) 47. Berrin Tekdemir 48. Nilgün Öneş 49. Neşe Cehiz 50. Elif Usman Ergüden (Cesur ve Güzel)   51. Nergis Otluoğlu Akoğlu (Vatanım Sensin) 52. Nuriye Bilici (Vatanım Sensin) 53. Sema Ali Erol 54. Mahir Erol 55. Ercan Durmuş 56. Hakan Bonomo 57. Aksel Bonfil 58. Serdar Soydan (Cesur ve Güzel) 59. Alphan Dikmen (Hangimiz Sevmedik) 60. Başak Angigün 61. Hazan Toma (Adını Sen Koy) 62. Teoman Gök (Adını Sen Koy) 63. Münevver Yıldız (Adını Sen Koy) 64. İnan Güngören (Adını Sen Koy) 65. Eren Azak (Adını Sen Koy) 66. Elif Yılmaz (Adını Sen Koy) 67. Pınar Ordu (Tatlı İntikam) 68. Feza doğru 69. Burcu Över (Kırgın Çiçekler, Aşk ve Mavi) 70. Deniz Madanoğlu (Bu Şehir Arkandan Gelecek) 71. Korcan Derinsu (Deli Sevda) 72. Cihan Çalışkantürk (Deli Sevda) 73. Yılmaz Şahin 74. Yeşim Çıtak (Kırgın Çiçekler) 75. Ozan Aksungur 76. Yelda Açıkgöz 77. Onur Ünlü 78. Orçun Okşar 79. Gözde Baykara 80. Sevgi Saygı 81. Sinan Tuzcu 82. Bilal Babaoğlu 83. Pınar Uysal (Seni Kimler Aldı) 84. Betül Yağsağan (Karagül) 85. Fikret Bekler 86. Şahika Erkıran Çakırca 87. Ayşe Günsu Teker 88. Sevgi Yılmaz 89. Aylin Alıveren (İstanbullu Gelin) 90. Ayşin Akbulut (Evlat Kokusu) 91. Gülsüm Öz 92. Gözde Baykara 93. Burak Acar (Elif) 94. Atasay Koç (Evlat Kokusu) 95. Yekta Torun (Umuda Kelepçe Vurulmaz ) 96. Onay Durgun (Kardeş Payı) 97. Tufan Bora (Seni Kimler Aldı)
111 notes · View notes
futbolaegemen · 3 years
Text
EURO 2020 Türkiye Değerlendirmesi
Adı Euro 2020 düzenlendiği yıl olarak Euro 2021 olan farklı bir turnuva bizi bekliyor. Türkiye’nin de turnuva da yer almasıyla bizim için bambaşka bir heyecan yaşatacak olan, tutacak takım aramadığımız ve belki de başlangıç da en iddialı olduğumuz turnuva olsa gerek. Katılmaya hak kazandığımız ilk turnuva 1950 Dünya Kupası’na maddi sebepler dolayısıyla katılmamıştık. Sonrasında ilk katıldığımız turnuva 1954 Dünya Kupası’dır.
Tumblr media
Bu turnuvaya baraj maçında veda ettik. Sonrasında uzun bir aradan sonra katıldığımız ilk turnuva Euro 1996 oldu. Bu turnuva galibiyet alamayarak hatta gol dahi atamayarak kötü bir performansla turnuvaya veda ettik.
Tumblr media
Sonrasında Euro 2000’e de katılma hakkı kazandık. Bu turnuvada ilk golümüzü, ilk galibiyetimizi aldık ve ilk defa üst tura yükseldik. İlk başarılarımızı elde ettiğimiz bu turnuvaya çeyrek finalde Portekiz’e elenerek veda ettik.
Tumblr media
Hemen sonrasında Türk futbolunun belki de en başarılı dönemlerini geçirdiği o yıllarda 2002 Dünya Kupası’na şuanda da başımızda bulunan Şenol Güneş yönetiminde katıldık. Bu turnuvada dünya üçüncüsü olarak Milli Takım tarihimizin en büyük başarısına imza attık.
Tumblr media
Bu turnuvanın ardından 2008 Avrupa Şampiyonası’na katılma hakkı kazandık ve tarihe geçecek geri dönüşlerin, son dakika gollerinin yaşandığı turnuvada ‘’Türkler bitti demeden bitmez.’’ sözünü tüm dünyaya söyletmiş olduk.
Tumblr media Tumblr media
Belki her turnuvanın içerisinde sürpriz başarılar, peri masalları, farklı hikayeler yer alır ancak bizim 2008 yılında yaptıklarımız kesinlikle Avrupa Şampiyonaları tarihinde yer alacak bir hikaye oldu. Sonrasında katıldığımız Euro 2016 ise başarısız olduğumuz, kavgalar ve skandallarla gündemde olan unutmak istediğimiz bir turnuva oldu. Şimdi ise belki de birçok kişiye ve bana göre de altın jenerasyonumuzu yakaladığımız turnuvaya yani Euro 2020’ye gelelim.  İlk defa iddialı olduğumuz bir turnuvaya çıkıyoruz. Tüm dünya basınında genel olarak favori gösterilen takımların ardından sürpriz şampiyonluk adayları arasında gösterilen bir ülkeyiz. Genç ama tecrübeli bir kadromuz var.
Tumblr media
Eleme maçlarında Belçika’yla birlikte en az gol yiyen iki takımdan biri olarak geliyoruz turnuvaya.
Tumblr media
Bunun en büyük sebebi Milli Takım tarihimizin belki de en iyi stoper hattına sahip olmamızla birlikte Şenol Güneş yönetiminde topun arkasına geçildiğinde yapılan harika takım savunmasıdır. Birkaç yıl önce stoper bulamadığımız için Mehmet Topal’ı stoper oynattığımız kadrodan Liverpool’da fazlasıyla süre alan stoperimizin yedek kaldığı bir kadroya dönüştük. Kaleci havuzumuzun gerçekten üst düzey olduğu da bir gerçek. Turnuvada büyük ihtimalle as kalecimiz olması beklenen Uğurcan Çakır kendi yaş grubunun en potansiyelli kalecilerinden biri olarak gösterilmektedir. Bununla birlikte savunmanın önünde oynaması beklenen Okay Yokuşlu İngiltere’ye transfer olduğundan beri temposunu ve oyun alanını çok yükselten bir isim. İspanya’daki zamanında daha temposuz ve kısa bir alanda oynayan Okay şuanda stoperlerin arasına da giren, savunmadan top çıkartırken önündeki oyuncularla pas bağlantısı da olan bir isim. Alternatifi olan Taylan ise bu sezonla birlikte futbola 8-10 numara başlamasının verdiği etkiyle pas kalitesi çok yüksek bir 6 numaraya dönüştü. Sağ bek mevkiimizin as oyuncusu olan Zeki Çelik Lille’in Fransa şampiyonluğunda kilit isimlerdin biri oldu.
Tumblr media
Hücumda toplu koşuları ve skor katkısı yüksek bir bek. Bununla birlikte hücumu kadar etkili olmasa da yeterli ve dengeli bir savunma performansına da sahip. Topsuz koşular belki de tek eksiği olarak görülebilir. Genel olarak kadromuza da baktığımızda Hakan, form durumu düşünüldüğünde Cengiz yerine ilk 11’de olması beklenen Yusuf topsuz koşudan çok topla oynamayı seven oyuncular. 35 yaşından sonra dönüştüğü komple 9 numara performansıyla daha az savunma arkasına koşu yapan ancak takım oyununa katkısı çok daha fazla olan bir Burak Yılmaz’ı da düşündüğümüzde takımızın en büyük eksiği bu topsuz koşu yapacak oyuncu sayısının eksikliği gibi gözüküyor. Mevcut 11’imize baktığımızda bu işi en çok başarılı ve çok yapacak isim Ozan Tufan gibi gözüküyor. En büyük artısı yaptığı topsuz koşularla skor katkısı bulunan bir 8 numara oluşu. Bunları çok iyi yapan bir isim ancak kendisinin en büyük eksiği temposu yeterli olan ancak tercihi konusunda hatalar yaşadığı geri dönüşleri. Rakibi takip etmek ya da döndüğünde doğru oyuncuyu savunmak konusunda eksikleri olan bir isim. Bu konuda da belki de ilk 11’de olmasına genel olarak en çok şaşırılan isim olan Kenan Karaman’ın varlığı en büyük artı. Hücumda savunmayı başlatan ilk isim olması, savunmaya dönüşlerdeki temposu ve zekası Şenol Güneş’in ilk 11 tercihi olmasını sağlıyor. İlk 11 düşünüldüğünde en soru işaretli bölgemiz sol bek gibi duruyor. Şenol Güneş de bu mevkide birçok deneme de yaptı. Rıdvan Yılmaz pozisyonunun en potansiyelli Türk ismi olsa da şuanda yeterli tecrübe ve düzeyde değil. Genel olarak baktığımızda turnuvadaki kulüp takımı hissi veren nadir takımlardan biriyiz. Grupta üçüncü değil ikinci olmak da sonrasındaki eşleşmelerde yolumuzu belirlemek için çok önemli gözüküyor. A grubunun ikincisi b grubunun ikincisiyle eşleşiyor ancak üçüncüsü ölüm grubu olarak nitelendirilen f grubuyla eşleştiği için ikincilik kritik gözüküyor. https://gaming.uefa.com/en/uefaeuro2020tournamentpredictor/main sitesinin simülasyonunu da sizinle paylaşıyorum.
Tumblr media
Turnuva yolunda beklentim orada da olduğu gibi yarı final. Umarım sonu şampiyonluk olur!
1 note · View note
haberihbarhatti · 6 years
Text
DERGİ - Dünyanın en etkileyici hikayesi
Tüm haber ve son dakika gelişmelerini Haber İhbar Hattı ile anlık takip edin! Haber için önce http://www.haberihbarhatti.com/2018/dergi-dunyanin-en-etkileyici-hikayesi/5472/
DERGİ - Dünyanın en etkileyici hikayesi
Telif hakkı Getty Images
Dünyayı Şekillendiren 100 Hikâye anketinde Homeros’un Odysseia destanı birinci sıraya yerleşti. Binlerce yıldır cazibesini koruyan bu hikâye neden hala etkili?İnsanlığın yarattığı gelmiş geçmiş en iyi hikaye nitelemesini hak ettiği düşünülen eserlerin başında Homeros’un Odysseia destanı geliyor. Yunan destanlarına özgü altılı dizelerden ve toplam 12 bin mısradan oluşan destanda, kurnaz kahraman Odysseus’un Troya Savaşı sonrasındaki maceralarına tanık oluyoruz. Bu destan binlerce yıl boyunca kültürel doruk noktası olarak görüldü.Dante’den James Joyce’a ve Margaret Attwood’a birçok yazar Odysseia destanından ilham aldı. Oysa kahramanı Odysseus, destanada adı geçen çok sayıda tanrının ve canavarın arasında sıradan bir şey başarmaya çalışıyordu. Yapmak istediği yeni veya muhteşem bir şey keşfetmek değil, 10 yıl süren bir savaşın ardından evine dönmekti. Yazılışından 2700 yıl sonra, bugün bile bu eserin kültürümüzde bu kadar önemli bir yeri olmasının nedeni budur. Burada anlatılan hem büyük hem de özel, kapsamı geniş, ama en ufak ayrıntılara bile yer veren bir hikayedir (Kalypso’nun mağarası önünde yetişen çiçeklerin, koyun tüylerinin yumuşaklığının tarif edilmesi vb.)
Telif hakkı WIKIMEDIA
Hikayede, daha önce kendisini var eden şeyleri yitirmiş bir erkek olmanın ne demek olduğu anlatılıyor. Odysseus karısından uzak bir koca, oğullarının büyüdüğünü göremeyen bir baba, savaşı bitmiş bir asker, ülkesinden ayrı bir kral, adamları ölmüş bir lider ve oğlunu yitirdiğini sanıp yürek acısıyla ölen bir annenin oğludur; o bir yolcu, korsan, maceraperest ve mültecidir. Bu destanda ayrıca yalanlar, abartılar ve palavralar orada burada uçuşur ve hikaye anlatmanın özelliği dinleyiciye sorulur. Odysseus’un hikayesi kimi zaman kendisi, kimi zaman ozanlar tarafından, kimi zaman da kendisi ozan yerine geçerek ve maceralarını abartarak anlatılır. Siren’in şarkısını sadece kendisi işitir; adamları kulaklarını balmumuyla tıkamıştır; zira Siren’in şarkısı insanları ölüme sürükler. Odysseia destanı, kahramanı Odysseus’un Troya’dan memleketi İthake’ye dönüşünün anlatıldığı 10 yıllık bir dönemi kapsar. Ama destanda anlatıma 10. yıldan başlanır. Odysseus, deniz perisi Kalypso ile Ogygia adasında yaşamakta, ufka bakarak evine döneceği günü düşlemektedir. Yüzyıllık Yalnızlık Latin Amerika’yı nasıl şekillendirdi? Dünyayı biçimlendiren 40 hikâye
Telif hakkı WIKIMEDIA
Image caption
Odysseus Tepegöz’ü kör ediyor
Yolculuğunun üç yılı, insan yiyen tek gözlü devlerle, Sirenlerle, bir cadı ve ürkütücü Scylla ve Charybdis ile geçer. Bu maceraları geriye dönüşler halinde anlatılır. Bu arada karısı Penelope ve oğlu Telemakhos’un başına gelenleri de öğreniriz. Odysseus’un en ünlü macerası ise adamları ile birlikte Kyklopların adasına varışının anlatıldığı 9. bölümdedir. Burada, insan yiyen Tepegöz onları bir mağarada sıkıştırır. Odysseus adının Outis (hiç kimse) olduğunu söyler ve devi sarhoş edip gözünü kör eder. Destan boyunca Odyssesus’un yalanlarına ve kendisine suni bir kimlik yaratmasına tanık oluruz. Ama denize açılıp Tepegöz’den uzaklaşınca gerçek adını haykırdığını duyarız. Oysa Tepegöz deniz tanrısı Poseidon’un oğludur ve intikamını almak isteyecektir. Ama Odysseus zeka tanrıçası Athena’nın desteğini almıştır. İnsan neden hikayelere ihtiyaç duyar? Damızlık Kızın Öyküsü neden hala güncel?
Telif hakkı WIKIMEDIA
Image caption
Athena ve Poseidon
Odysseia destanındaki fantastik unsurlar birçok yazara esin kaynağı olmuştur. İrlandalı ünlü yazar James Joyce, Ulysses adlı eserini Odysseus’un Latince adından esinlenmiştir. Kanadalı yazar Margaret Atwood ise Penelope adlı eserinde, Odysseus’un eve dönüş hikayesini karısının gözüyle yazmıştır. 1980’lerde Fransız-Japon ortak yapımı Ulysses 31 adlı çizgi filmde Odyssesus ve oğlu Telemakhus’un 31. yüzyıldaki uzay maceraları anlatılııyordu. Nintendo ise Süper Mario Odyssey oyununu hazırlamıştı. ABD yapımı aksiyon dizisi Büyük Kaçış’ta (Prison Break) da bu destan izler görürüz. Michael Schofield’ın yedi yıl tutulduğu cezaevinin adı Ogigie’dir (Kalypso’nun adası). Hatta o da Outis takma adını kullanmış, Poseidon kod adlı bir ajanla çatışmış ve tek gözlü bir adamı kör etmiştir. Ruhların Kaçışı adlı animasyonda filmin kahramanı Chihiro anne ve babasının çok yemek yedikleri için domuza dönüştüğünü görürüz; tıpkı Kirke’nin Odysseus’un adamlarını domuza dönüştürmesi gibi. Odysseia destanı öyle derinlikli, öyle ayrıntılı ve karmaşıktır ki okur burada hep yeni bir şey bulur, yazarlar da ondan ilham alır. 2700 yıl sonra da bu durum değişmeyecek gibi görünüyor.Bu haberin İngilizce aslını BBC Culture sayfasında okuyabilirsiniz. Diğer dergi haberlerine buradan ulaşabilirsiniz.
kaynak: DERGİ – Dünyanın en etkileyici hikayesi
Anadolu Ajansı, DHA, İHA tarafından geçilen tüm yerel haberler bölümünde Haberihbarhatti.com editörlerinin hiçbir editoryal müdahalesi olmadan otomatik olarak ajans kanallarından geldiği şekliyle yer almaktadır. Bu alanda yer alan haberlerin hepsinin hukuki muhatabı haberi geçen websiteleri ve ajanslardır.
Görüş, öneri ya da şikayetiniz paylaşmak isterseniz, İletişim Formunu doldurarak bize ulaştırabilirsiniz. En kısa sürede değerlendirip size geri döneceğiz.
Tüm gelişmelerden haberdar olmak için Facebook sayfamızı takip edin!
Kaynak: http://www.haberihbarhatti.com/2018/dergi-dunyanin-en-etkileyici-hikayesi/5472/
0 notes
marmalaise · 4 years
Photo
Tumblr media
Altay Bayındır, Tam Saha dergisine açıklamalarda bulundu. Fenerbahçe'ye uzun yıllar hizmet etmiş Engin İpekoğlu, Rüştü Reçber ve Volkan Demirel gibi önemli kaleciler olduğunun hatırlatılması üzerine Altay, “Çok başarılı, kariyerli kalecilerin isimlerini saydınız. Gerçekten Fenerbahçe camiasına değer katmış isimler Böyle isimlerin ardından geliyor olmak, gerçekten gurur verici. İçinde yer aldığım camianın, bulunduğum durumun farkına vararak, en önemlisi rehavete kapılmadan, iyi oynadığım maçların devamını getirmek için çok fazla çalışmayı sürdüreceğim. Bu mantaliteyi hiç bozmadan çalışmaya devam edeceğim. Saydığınız isimler çok değerli. Fenerbahçe camiasına maddi-manevi değer katmış kaleciler. İnşallah ben de onlar gibi olarak hatta onların da üstüne çıkarak kulübümüze gerek kupalar kazandırmak, gerek maddi ve manevi değerler katmak istiyorum. İnşallah böyle olur” diye konuştu.
“Öncelikli hedefim Fenerbahçe camiamıza kupalar kazandırmak” Uzun vadeli kariyer planları sorulan Altay, “Ben hep kısa vadeli planlar yaparım. Uzun vadeli planlar kafamda her zaman vardır ama öncelikle kısa vadeyi sağlıklı bir şekilde dolduralım ki uzun vadeyi çıkartabilelim. Geleceğe yönelik planlarım tabiî ki var ama mesela ben biraz sonra çıkacağımız idmanı düşünüyorum. Sağlam, güzel bir idman geçirmek istiyorum. Güzel bir kariyer planına yaklaşabilmek için önce bunları iyi aşmak gerekiyor. Öncelikli hedefim Fenerbahçe camiamıza kupalar kazandırmak, burada şampiyonluklar yaşamak, güzel anılarıma yenilerini eklemek. Sonrasında da kulübümüze maddi-manevi değer katmak amacıyla, başkanımızın da onayıyla farklı bir kulübe gitmek ya da kulüpte kalıp başarılarıma yenilerini eklemek” cevabını verdi.
“Erol Hoca bizlerle abi-kardeş ilişkisi içerisinde” Başarılı kaleci, Teknik Direktör Erol Bulut ile kariyerindeki diğer antrenörleri karşılaştırarak, “Her hocanın kendine ait metotları, disiplin anlayışı ve çalıştırma biçimleri var. Erol Hocanın da farklı bir biçimi var. Sağ olsun abi-kardeş ilişkisi içerisinde bizlerle. Ersun Hocam da öyleydi. Yakın olmayı çok severdi. Doğrusu da bence bu. Sonuçta profesyoneliz. Herkes nerede ne yapması gerektiğini biliyor. Erol Hocam antrenör olarak geldiği camiada sorumluluklarının farkında ve en iyi şekilde ilerliyor. İnşallah yeni gelen oyuncularla birlikte yaptığımız idmanlar sonucunda Fenerbahçe'mize yakışan bir oyun sergileriz. Herkes emek veriyor. Herkes mücadele ediyor. İnşallah herkesin mutlu olacağı bir sezon geçiririz” diye konuştu.
“Savunma dörtlüsüyle daha iyi anlaşabilen bir konumdayım” Bu sene takımda oluşturulan savunma kurgusunu da değerlendiren Altay, “Geçen sene bu konuyla alakalı çok fazla sıkıntı yaşadım. Sakatlıklar oldu. Sezon öncesi düşündüklerimizi sezon içinde uygulayamadık. Mevkii olmadığı halde bazı oyuncular mecburiyetten stoperde oynadı. Burada kimseye bir suç atamaz ya da eleştiri yapamazsınız. Çünkü mevkiinde değil. Yeri geldi orada Jailson oynadı, Gustavo oynadı, Ozan oynadı. Bu sene yenilenen bir defans dörtlüsü var. Herkes iyi niyetli. Zaten Gökhan abi ile Caner abi yıllardır Türk futboluna hizmet ediyorlar. Onlar da elinden geleni yapıyorlar takım için. Şu anda açıkçası ben savunma dörtlüsüyle daha iyi anlaşabilen bir konumdayım çünkü herkes mevkiinde oynuyor” şeklinde konuştu.
“Önemli olan formada ay-yıldız bulunması” Altay Bayındır, milli formayı giymekle ilgili ise, “Milli forma hakkında söylenecek bir şey ne olabilir. Bence bir şey olamaz. Çünkü milli forma bir duygudur, hissiyattır. Söz olarak söyleyebilecek şeylerle bitiremezsin Milli Takım'ı Söz konusu Milli Takım olunca benim için hiçbir yaş kategorisinin önemi yok. Dün U7, U19'daydım. Ümit Milli Takım'ın kalesini korudum. Yarın şans geldiğinde A Milli Takım'da oynarız. Önemli olan kategori değil, formada ay-yıldızın bulunması. Gerisi hikaye” değerlendirmesini yaptı.
0 notes