Tumgik
#iyi bir karar mı emin değilim
bozusuruz · 2 years
Text
İsrayla barıştık
1 note · View note
orenyeri · 2 years
Text
Sıradanlığımda kayboluyorum
Parmağımın basamadığı notalarda
Kendimi arıyorum
Gidemediğim yerleri haritalarda
Bir bir unutuyorum
Bu yaşlar uçurum kenarı
Kenarları takip ediyorum
Dönüp bakmaya korktuğum
Boşluk mu yanıbaşımda
Ya da olanlar mı bana
Karar veremiyorum
Zaten demeye değmez ya
Zaten içten içe
Zaten biliyorum
İzlediğim ağaçlar bana
Ben onlara bakıyorum
Köküm dalım belli
Emin değilim
Neyi bekliyorum
Hala dokunuyor yürüyemediğim yollar
Dinlediğim şarkılar
Kalbimi kırıyorum
Dalga geçercesine
Kasım güneşi doğuyor
Bir karabatak suya dalıyor
Sanırım suyun altında
Bambaşka bir hayat yaşıyorum
Sıradanlığım kanat oluyor
Her sabah yatağımdan
Akşam işimden geceyse rüyalardan
Havalanıp çıkıyorum
Bir karabatak sudan çıkıyor
Ne su aynı su
Ne kuş aynı kuş
Sıradan olmakla beraber
Her sıradan şey gibi
Sıradanlıktan çıkıyorum
Dalıyorum çıkıyorum
Sanırım henüz
Ne olduğumu bilmiyorum
Ağaçlar biliyor beni
Benden daha iyi
Soramıyorum
Ağaçlar görüyor beni
Benim onları gördüğüm gibi
o.y.
7 notes · View notes
biredebi · 1 year
Text
Dün gece o kadar güzel uyuyamadım ki; düşündüm seni ve sensizliğimi. Peki dedim kendime seninle olmak neden bu kadar önemli benim için. Güzelliğin mi yoksa bilgeliğin mi beni etkileyen. İşine duyduğun aşk mı ve yahut soyut bir olguya duyabildiğin aşkı bir adama verebileceğin öngörüsü mü. Zaten bu aşkı bir adama verebilmiş olman da önemli benim için. Benim gibi satırlarda değil kalbinin en derinin de hissedebiliyor olman da etkiledi beni sanırım. 
Yalnız bu noktada kendime bir açıklama yapma gereği hissediyorum. Bu bir aşk değil! Hani vardır ya bir dizi de senarist öyle güzel bir senaryo yazmıştır ki, iki iyi oyuncu o senaryoyu şaha kaldırır. Sende imrenirsin dizilerde ki aşklara. Bir hayranlık beslersin o oyuncu adama ve kadına. Belki dersin içinden, belki bir gün bende yaşarım böyle bir sevda. İşte böyle bir hayranlık bu beslediğim. Seninle olmaktan çok seninle olamamak daha farklı bir özgürlük hissiyatı veriyor bu faniye.
Seninle olmak veya olamamak aslında aynı şeyler benim için. Seninle neden olmak istediğim sorusunun cevabı yok bende. En başta saydığım soruların cevabını veremiyorum kendime. Duygularımın ne adını ne sanını bilmiyorum. Zaten sorularıma cevap verebilseydim duygularımın adını koyabilirdim diye düşünüyorum. Sorulara cevap bulamadığım için bunun bir hayranlık olduğunu söyleyebiliyorum en azından kendime. 
Ve emin ol sana bir adım atmayacağım. Ortada başka bir adama verilmiş bir söz varken araya girip işi bozmaya çalışan adam ben olmayacağım. Böyle bir ihaneti ne kendime ne de başkasına yapacak bir adam değilim ben. Geçmiş ilişkilerinde çokça sözlü ve fiziksel olarak aldatılmış bir adam olarak, yaşadıklarımı başkasına yaşatamam; yaşatmam.
Bu arada sanki haberin olmadan, haberim olmadan bana karşı bir şeyler hissediyormuşçasına yazdım son paragrafı. Şundan eminim ki benimle daha fazla zaman geçirirsen senin de gönlün bir noktadan akabilir bana. Bunu egoist bir düzlemden alma lütfen lakin kendimi az buçuk tanıyan bir adam olarak, yeteneklerimin ve çekiciliğimin farkındayım. Hadi kendimi övmeyeyim sana ama benimle kaliteli zamanlar geçirebileceğini bildiğim için senin de o güzel ve saf kalbin başka yönlere gidebilir diye düşünüyorum. Kalbin ne zaman, nasıl ve kime karşı ne hissedebileceğine biz karar veremiyoruz ya ondan bu sözlerim. Senin sadıkiyetini sorgulamak değil niyetim. 
Ben yazılarımı yazarken düşünmeden yazıyorum. Parmaklarım ve klavye beni nereye götürürse. Zamansızca, canım dert anlatmaya ne zaman ihtiyaç duyarsa. Kendime itiraf edemediğim şeyler birikince ya psikoloğa gidiyorum ya da buraya döküyorum içimdekileri. -uzattığımın farkındayım ama işte içi taşıyorsa bir adamın, çok arkadaşı da yoksa ne yapsın zavallı fani- Sana hiçbir zaman göndermeyeceğim, göstermeyeceğim bu mektubu bitirirken şunu da söylemem gerekiyor. Yazdığım yazılar genelde kısa ve özdür. Bu kadar uzun bir yazı yazdığımı hiç hatırlamıyorum. Bunun da sebebi sensin. Sana yazıyorum; zamansızca, hoyratça, aşık, hayran, sevdalı...
4 notes · View notes
Text
kadın olduğunuzu türkiyede bir kadın olduğunuzu hatta dindar bir aileyle yaşayan bir kadın olduğunuzu düşünün :) umarım bu saydıklarıma sahip değilsinizdir yanlış anlamayın kadın olmak kötü bir şey değil aksine çok güzel hissi güzel her şeyi güzel ama çok zor gerçekten zor özellikle insanların size bir malmışsınız gibi davranması biz mal değiliz kimsenin malı değiliz beni sahiplenemezsiniz aranızda alıp veremezsiniz ne yapacağıma ne giyeceğime nereye gideceğime nasıl yaşayacağıma karar veremezsiniz haddinize değil asla.ama gerçekten çok kötüyüm.ağlamaktan gözlerim şişiyor bunu söylerken çok utanıyorum ağlıyor bir de günlüğüne mi yazıyor ezik gibi cümleler dönüyor kafamda.şu anda tek istediğim bir tatlı o kadar iyi gelirdi ki.evet diğer yazımı okuduysanız yine bu yazımda da burdan itibaren kafamın içinde kaybolacaksınız.ve evet konudan konuya atlarım ben.çok kötüyüm.ailemin laflarını,arkadaşlarımın davranışlarını,ülkemin gidişatını,sevgilimin beni terk etmesini atlatamıyorum.benim güzel sevgilim hayatımın anlamı beni terk etti iğrenç bir adam ondan midem bulansın diye uğraşıyorum ama şu an karşımda olsa boynuna atlayabilirim.hayır ergen bir aptal değilim cidden emin olabilirsiniz.ben seni sevmekten başka bir şey yapmadım sevgilim senin için ilişkimiz için her şeyimi verdim dahasını da vermeye hazırdım.bir boka yaramadı sıçtım.ama şu an daha büyük dertlerim var.bir dönüm noktasındayım geleceğim belli olacak ama sevgili ailem geleceğimin kocama meyve soyup parasını yiyip çocuklarını doğurmakla güzel olacağını sanıyor.evet bir hayat arkadaşı istiyorum evet bebekleri çok severim evet ona seve seve bıçağın ucuyla meyve uzatırım.ama her şeyimi ona bağlayamam o efendi ben köle olamam olmam.sevgili ailem beni rahat bırakın uçmama izin verin.kız çocuğu her gün sokakta mı olurmuş.seni her gün sokaktan topluyoruz.cart curt gibi boktan kelimeler etmeyin ve siktirin gidin:) çünkü yanımdayken hiçbir boka fayda sağlamıyorsunuz amacınız ne anlamıyorum,size ağlamam,size konuşmam yaramıyor.çıkmazdayım.
2 notes · View notes
serbestcagrisiir · 1 month
Text
Hakkında yeterince konuşmadığımız şeyler var. Sanırım üstüne konuşamadığım için konuşmamış oluyorum. Yazdıklarımı da beğenmiyorum artık. Ama bir şeyler hissetmiyor değilim. Kimi zaman da çok şeyler hissettiğim için yazamıyor ya da konuşamıyorum. Her şeyi adlandırmak imkansız neredeyse. Adını bilsem de karar veremediğim de oluyor.
Hep derin konuşmak zorunda değiliz ama yüzeysellikten de sıkılıyorum. Adımın nasıl okunduğu kadar girip seviyesindeki bilgileri 5 kere söylemek yoruyor. Kendimi anlatmak istemiyorum artık. Birkaç kelime söyleyeyim ve herkesin beni kategorize etmesine yetsin. Sıfırdan kategoriler tanımayıp onlardan birine kendimi koymayayım.
Her şeyi sormak güç. Bazen de bazı cevapları başka şeyler sorarak alırım mesela. Bazen hayır denilmeyenleri evet kabul ederim.
Geçmişimden utanırım kimi zaman. Artık hislerimden utanmak istemiyorum, geçmiş hislerimden. Hisler çünkü bunlar, gelir geçer.
Bazen bazı insanların yanında nasıl davranacağımı bilmiyorum. Bir şeyler arada garip kalıyor. O garipliği ne yapacağımı bilemiyorum.
Bazen geçmiş bitmiş şeyler hala bugünü etkiliyor. Bitti işte, çok sular aktı onun üstünden demek istesem de takılan takılıyor. Ben de yani şimdi napıyoruz dememiş oluyorum. Napacağımı bilmeden kalıveriyorum.
Bazen özlüyorum. Bazen çok özlüyorum. Ağlıyorum sonra. Çünkü özlem duyduğum şey uzakta. Erişilemeyecek kadar uzakta değil. Olanaklar var. Yine de uzakta işte. Her istediğimde gidip göremiyorum. Bu bana acı veriyor. Oysa farklı olabilirdi. Bunda benim suçum yok, onun da suçu yok. Bazen de suçumuzun olmadığı şeylerin sonuçları bizi ağlatıyor işte.
Bazen o burada olsa her şey yolunda olurdu diye düşünüyorum. Aslında olmazdı. Yine ufak tefek şeyler olurdu. Ya da küçük orta ölçekli şeyler de olabilirdi. Ama bu sefer ayrı yerlerde iki yalnız insan olmazdık. Birlikte olurduk. Bu bize iyi gelmez miydi? Yoksa aptal gibi yalnızlığımı mı özlerdim? Bunu bilemiyorum. Belki de bilemeyeceğim deneyene kadar.
İnsan bazı şeylerden nasıl emin olur? Denemeden bilme şansımız olabilir mi? Biz şimdi bir imkansızı oldurma gayretine odaklanarak ortak düşmana doğru savaşıyoruz. Bir gün aynı çatı altında toplandığımızda savaşacak düşman kalmadığında birbirimizi yer miyiz? O zaman ben ne yapacağım?
Bazı insanlar aileleri ile her şeyi paylaşır. Kimi insanlar kısıtlı paylaşır. Ben sanırım artık bir şey paylaşmıyorum. Belki ailemi görmek bile istemiyorum. Ben yabani bir kurt yavrusu muyum? Yabani bir kurt yavrusu olsam yanında evcilleştiğim kişiler olmazdı ki. Belki de damara göre şerbet misali ben de adamına göre oynuyorumdur farkında olmadan.
Kendime yardım etmek istiyorum. Yine de kendimi kendime acımaktan alıkoyamıyorum. Bir zavallı gibi hissediyorum. Çok yorgun hissediyorum. Çok dayanaksız, güvensiz hissediyorum. Yapmam gereken çok önemli konuşmalar var ve ben onlardan kaçıyorum. İtiraf etmek istediklerim var ama artık vakti geçti. Şimdi ne yeri ve ne de zamanı.
0 notes
harfzen · 3 months
Text
merdiven 8
🔵 Dini düşüncemin yıllar içinde değişimine tanık olunca arada bir şimdi ben neye inanıyorum deme ihtiyacı duyuyorum. 🔴 Neye inanıyorsun ve tabii neye inanmıyorsun? 🔵 Neye inanmıyorum? Bu da önemli bir soru, belki inandığımdan daha önemli bir soru. Birincisi sanırım artık insanın bir kullanım kılavuzu var inancımı kaybettim 🔴 Bu önemli bir inanç mıydı? 🔵 Bazıları için evet, neticede eğer doğru bir inanç olmasa belki de kendini nasıl olduğundan daha iyi sunamayacaksın 🔴 Hayatını nasıl yaşaman gerektiğini belirlemek için kullandığın bir kısa yol bu. Aslında insanların dine çekiliş tarafları da bu, hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini bilmiyorlar. Nasıl yaşamaları gerektiğini onlara arkasına Allah'ı da alan bir otorite tabii ki çekici geliyor. 🔵 İnsan kaybolmuştur ve kendine tutunacak bir dal arar. Demek hayatını nasıl yaşayacağını bilmiyorsun -- Daha doğrusu bunun o kadar da iyi bir yolu olduğundan emin değilsin 🔴 Değilim, evet. Daha doğrusu buradaki kısa yolların çoğunun tembellikten kaynaklandığını düşünüyorum. Nasıl yaşayacağının gerçekte kimse bilmiyor ve bunu öğrenmek konusundaki beceriksizlik bize kendimin bir kullanım kılavuzu olsa dedirtiyor. 🔵 Kaybettiğin inanç bu kullanım kılavuzunun olmadığı mı? 🔴 Evet. Bir noktada böyle bir kullanım kılavuzunun varolabileceğine inancımı kaybettim. Onun için hayatın durumları arasında şöyle yaparsan böyle olur diyen kimsenin, bu konuda aşırı net olan insanların kendilerinden ve hayattan haberdar olduğunu sanmıyorum. 🔵 Bu kullanım kılavuzu konusu aslında vahiyle tam olarak alakalı. Yani vahyin varlığına inanmıyorsun? 🔴 Hayır, vahyin varlığına inanıyorum ancak vahyin imkanına inanmanın bir şeyi çözmediğini görüyorum. Hayaıtımda çok defa minik ilahi müdahalelerle karşılaştım. Bunların ne olduğunu anlatacak değilim ama muhtemelen herkesin hayatında olasılıkla açıklanması zor ve Allah'ın doğrudan müdahale ettiğini hissettiği durumlar olmuştur. Bu durumların varlığı bana vahyin de mümkün olduğunu gösteriyor. Allah bazı kullarına vahyetmiş olabilir. 🔵 O halde bu vahyin insanlara bir kullanım kılavuzu olduğunu kabul etmiyorsun? 🔴 Vahyin amacının bu olduğunu kabul etmiyorum. Toplumsal bir dönüşüm üretmiş, bir gelenek oluşturmuş ve bu gelenek ilahi müdahale ile oluşmuş. Ancak ben bugün faiz konusunda ne yapmam gerektiğini ona bakarak karar vermem. Vermemeliyim hatta çünkü kullanım kılavuzu ezberlemek cihazı iyi kullanmayı sağlamıyor. Ezbercilik. 🔵 Ezbercilik demeyelim de -- şartları araştırmadan, hastalığı görmeden ona ilaç yazmaya benziyor bu reçete / kullanım kılavuzu analojisi. İnsanların, toplumların o an neye ihtiyacı olduğunu görmezden gelip belli bir yerdeki, belli çözümün her yerde, herkes için geçerli olduğunu iddia ediyorsun. Ben bu iddianın ne İslam için, ne başka bir din için, ne de herhangi bir ideoloji ve sistem için geçerli olduğu kanaatinde değilim artık. 🔴 Buradaki tembellik insanların asıl dertlerinin görmezden gelinmesine sebep oluyor. Bir gelenekte statü sahibi olanların, o geleneğin dışındaki dertleri görmezden gelmeleri anlaşılabilir belki -- ancak kendi dertlerinin bütün toplumun en önemli meselesi olduğunu iddia etmek biraz zorlama bir durum. 🔵 Ancak bu bahsettiğin şekilde olacaksa -- kimi dinleyeceğiz? Eğer gelenesksel otoriteyi kabul etmeyeceksen, hangi otoriteyi kabul edeceksin? 🔴 Kendi otoritemi kendim için kabul edeceğim. Geleneksel otoriteyi de kabul edebilirim, edenlerin de bunu kendi tercihleri doğrultusunda yaptığını ve en kolay yolun onlar için bu olduğunu kabul ediyorum. Bununla beraber bu yolların hiçbir zaman herkes için geçerli olduğu kanaatinde değilim. Benim için olanı alırım, benim için olmayanı bırakırım. 🔵 Bunu biraz kendine tapmak olarak görüyorlar farkında mısın? 🔴 Benim şahsi tecrübem yolunu kendin bulmaya çalışmanın Allah'la olan münasebetimi güçlendirdiği şeklinde oldu. Ondan başka güvenecek kimsen olmadığını hayatın her anında farketmenin getirdiği bir mecburi güven hissi belki. Zamansız Mektuplar https://ift.tt/J6Z0KM8
1 note · View note
denemeyenler · 10 months
Text
Bir koltukla başlayan Diderot etkisi
Her şey bu koltuğu almamla başladı.
Tumblr media
Kendime kitap okumak ve dinlenmek için böyle bir, kedi yatağı kıvamında, dinlenme koltuğu aldım. Lakin ne olduysa, Diderot'un dediği gibi koltuk beni ele geçirdi ve efendim oldu. Koltuğun beni ele geçirdiğini, uygun halı arayışına geçince fark ettim ve Diderot'a hak verdim ama nasıl oluyordu bu..
Diderot'a (söylenen o ki) bir sabahlık hediye edilir. Sabahlığıyla çalışma masasında çalışırken, masanın sabahlığa uymadığını düşünür ve ilk ateşi orada yakar ve sabahlığa uyan bir masa alır. Tabi bunu yeterli hissetmez bu defa masaya ve sabahlığa uygun bir halı alır ve sanki diğer eşyalar isyan etmiş gibi Diderot'un gözüne batmaya başlar ve bütün evin eşyalarını değiştirmeye başlar. Diderot bunu fark edince o ünlü sözü söyler:
"“Eski sabahlığımın efendisi iken, yenisinin kölesi oldum.” der..
Peki Diderot'un sabahlıktan yola çıkarak gerçekleştirdiği değişim eylemi, anlatıla gelen bir tüketim çılgınlığı mı yoksa Diderot'un içsel olarak aradığı uyum ve değişim arzusu mu?
Bu durumun aynısını deneyimlediğim için kendime sordum bunu.. Ben uyum aradım, kendimde gerçekleşen değişimi etrafımda da görmek istedim. O zaman bu kötü bir şey değil, belki de içsel gerçekleşen doğal bir süreç..
Sanırım ince çizgiyi aşmadıkça..
Halı bakmaya devam edeyim mi... şu an emin değilim ama bu bakış açısıyla gerçekten gerekli mi bunu tekrar düşünerek, uyuma bakarak karar vereceğim. Benim gibi tez canlılar için iyi bir egzersiz olacak :)
0 notes
ellridjtl · 11 months
Text
RET
Yalnızlıktan geberiyorum. Bir itirafla başlamak iyi oldu. Gerçekleri burada bile dillendirmekten kaçınmam şaka gibi bir durum. Geçmişte ne yazdıysam üstü kapalı ya da sembolik şekilde, üstelik ucundan değinerek, geçtiğim biraz vicdan mastürbasyonu biraz alışkanlıktan ibaret şeyler. Çoğu yazıyı görmemek için farklı bir blogta bırakmış olmama ise diyecek şey yok. Gerçekleri saklama isteğimin arkasında bunları dillendirmenin, belki de yaşımdan dolayı, oldukça ıı, itici durduğu – sanırım doğru ifade bu – kanısındayım sanırım. Yazarken utandığıma göre, olsa olsa, durum budur. İsmimden bahsetmiyor olmam ise ya formattan dolayı ya da bir gün tüm bunları inkar edebilmeme imkan tanımasından.
O kızdan ret yemeyi kaldıramamamdan bahsedelim. Bayağı net bir giriş oldu. Tebrik edelim beni.
–     Teşekkür ederim. Olay şöyle başlıyor: Bir şubat günü. Tam olarak zaman vermek gerekirse Sevgililer Günü. Hikayenin gelişiminde bu günün herhangi bir etkisi yok. Büyükçe bir tesadüf ya da kozmik bir mesele. Aklımın ereceğine ya da buna kafa yormamaya gerek olduğuna dair şüphelerim var. Bu sebeple kaldığımız yerden devam edelim.
–      Sadece günden bahsetmiştik halihazırda. Bizden bir tepki almamanıza rağmen değinmek istediğinize göre bu günün kozmik de olsa – kesinlikle kafa yormayacağımız – bir mesaj olduğunu düşünmeniz ihtimalini değerlendiriyoruz. O gün, günün farkında mıydınız?
–     Tarihin farkındaydım. Ayın on dördünde olduğumu biliyordum ancak özel günlere önem veren biri değilim. Sırf o gün Sevgililer Günü diye konuşmaya karar vermedim. Hem öyle olsa dahi “Yemeğe çıkalım.” ya da “Şu formaliteden gösteriye biletim var, öncesinde ya da sonrasında bir şeyler yaparız. Hem saçma şakalar hazırladım sana çünkü güldüğünde hep gül istiyorum.” demiş değilim. Fısıltıyla “Saçlarını da asla değiştirmezsin, değil mi?” diye de sormadım. Sadece yardım edebilir miyim, dedim – hem de onun uzmanlığı olan bir alanda. Belki aramızdaki bir ortak nokta yakalamanın heyecanıyla o an ona sıkı sıkı tutundum, hünerlerimi göstermek istedim ama Allah aşkına bunun o günle ne alakası var. O gün, kahretsin bugün neden sevgilim yok, diye uyandığımı mı sanıyorsunuz?
–     Haklısınız. Yine de bu rastlantının kozmik bir müdahale olup olmadığına dair bir soruşturma başlatmaya karar verdik. Böylece şu anki buhranınızdan kurtulmanız için size yeni bir dayanak sunabileceğimizi umuyoruz. Lütfen kaldığınız yerden devam edin.
–     Teşekkür ederim. Kızın yanındaydım artık. Madem açıkça konuşuyoruz… Bir grafik işiyle uğraşıyorduk. Benim mesleğim gereği, esasında seçtiğim alan gereği, sadece yüzeysel hakimiyetimin olduğu bir konu. Gerçi en derininde o işe en temelinden dahilim ama burada estetikten bahsediyoruz aslında. O yüzden ürkekçe ama yabani bir dürtüyle onu etkileme kaygısıyıyla girişmiştim işe ve maalesef, rekabetçi duygulara teslim olarak, fazlaca da ciddiye almıştığım yaptığım işi. Bir süre sonra kızla muhabbet etmiyorduk sanıyorum. Öyle ki yanımdan ayrıldığına dair de hislerim var. O anki hislerim. “Ne yapmaya geldin, ne yapıyorsun?” hissi. Peşinde olduğum şeyin o kızla birliktelik mi yoksa onu elde etmek mi olduğuna dair derin bir şüphe ile bitirmiştim o geceyi. Aslında daha çok salaklığıma kızmıştım.
–     Pek kuvvetli bir hikaye başlangıcı oldu diyemeyiz. Anlatmaya başlamak için bugünü seçmenizin o günün tüm yıl içindeki özel konumundan dolayı olmadığından emin misiniz?
–     Yine döndük demek oraya. Kısa cevabım: tamamen alakasız. Devam ediyorum müsadenizle. O gece ayrıldıktan sonra telefonuma baktığımda beraber çalıştığımız sırada bana bahsettiği birkaç filmi mesaj olarak gönderdiğini fark ettim. Burada durmalıyım. Hikayenin tam o gün başlaması gerektiğine eminim ancak size bahsetmeye değer bir an yokmuş meğer. Şu an fark ediyorum, haklısınız… Ama on dört şubat, Tanrı aşkına! Bir ilişkiye başlamak için daha ideal hangi gün olabilir?
–     Bu duruma artık yorum yapmıyoruz. Daha sonra ne olduğunu anlatır mısınız?
–     Öyleyse, benim de ona tavsiye ettiğim filmlere dair bir mesaj gönderdiğimden bahsetmeme gerek yok. Sonraki güne geçelim. Ortak bir rahatsızlığımıza dair medikal bir tavsiyede bulunmuştum. Ona ilgimi göstermenin muhteşem bir yolu. İnanır mısınız meğer zaten kullanmaktaymış – ülkenin geri kalanı gibi. Ne büyük tesadüf! Aynı rahatsızlık aynı tedavi. Cevabına bakmanızı istiyorum sizden. Bakın gülmüş. Evet, ben de farkındaydım bu diyalogun tuhaflığının ancak gülmüş. Keşke orada olsaydım ve görseydim. O an böyle düşünmüyordum, sadece kötü karşılamamış olmasının rahatlığı vardı üzerimde çünkü bu seviyor olma hali gittikçe artan ve boğuculaşan bir problem benim için, biliyorsunuz. Bir ihtimal bedenimi saran çocuksu bir heyecandan bahsedebiliriz. Daha da ilerlemeden bu sohbetlerin hepsinin üç-dört mesajdan öteye gitmediğinden de bahsetmem lazım. Benim paslanmış flört kabiliyetlerim ya da çekingenliğimden dolayı öyleler. Belki ikisi birden – daha önce iyi flört ettiğimi varsayıyoruz elbette.
–      Elbette, elbette… Şu an heyecanla çok daha sıradan bir anekdot anlatarak bizi şaşırtmanızı bekliyoruz sizden.
–     Ertesi gün, teknik destekte bulunmuştum. O sayılır sanırım…
–     Cidden m– Kahretsin!
0 notes
dreamersscenery · 1 year
Text
Sadece kendime odaklanma gereken bir süreçteyken ben yine çok başka şeyleri fazla kafaya taktım. Deli gibi ağladım, evet. Gözlerim şişti. Akrabalarıma yani aslında tamamiylen kuzenlerime anlattım ve aklımı başıma getirdiler. Bizim tasinmamiz gerekiyor ağustosa kadar ve ben bunu babamdan bile çok taktım kafaya nasıl tasincaz para yetcek mi tarzı ve bunu duusnmekten kafayı bozdugum için para kazanmak icin üniversite okumayıp direkt iş hayatına atılmak gibi bir fikir belirttim ve bundan çok pişmanım 7 aydır gotumu sıka sıka gitmedigim cumartesileri şuan para için geleceğimi söyledim ve dönüşü yok ama sorun değil az kaldı zaten. Dayanabilirim. Sınav mı ? Hala üniversite istiyor muyum mu ? Evet dediğin gibi aklım başıma geldi. Dün kuzenlerimle konuşmanın etkisiyle biraz düşündüm. Durgundum ne yapacağımı ne karar verecegimi düşünüyordum. Ve karar verdim okuyacağim. Kuzdnim şöyle bir cümle kurdu. " Bunlar büyüklerin dusunecegi isler" çok haklı bu kadar düşünmek için çok gencim. Sadece kendi hayatını kurmaya odaklanmaan lazım. Ve evet öyle yapicam. Dün durgunlugumdan sonra kararimi verir vermez odamı yeniledim güzelce temizledim. Masamdaki her şeyi boşaltıp güzelce sildim. Gereksiz duvar şeylerini ciksrtip başka şeyler astım. Masami tekrar düzenledim. Kendime ağda yaptım. Duş aldım. Nevresimleri mi degistirdim yerleri supurdum. Yani tertemiz yepyeni bir sayfa açmış gibiydim. Ve bu beni mutlu etti ve bugün uzun zamandır bosladigim yksye tekrardan geldim. Hiçbir zaman sürekli ders çalışmadım her zaman kesit kesit oldu. Ne kadar etkili oldu hiç bilmiyorum. Yapabilir miyim ondanda emin değilim. Ama açıkçası iş hayatı çok yorucu bundan eminim işte. Tabikide zamanı gelicek ve çalışacağım yorulucam. Ama bunun için çok gencim. Eğlenmem ve gezip görmem yeni insanlar tanımam gerekmez mi? Abimle sahur yaptık az önce. "Oku" dedi "ne olursa olsun oku. Yurt dışına çıkmak için okuman gerek. Sadece taşınırken çok para gider. Sen kazan daha sonra düşünülür." Dedi. Mutlu oldum açıkçası. Çünkü üniversite için o kadar hayallerim var ki ve o kadar çok kafam bunaldiktan sonra çalışmalara geri döndüm ki sayamam size geçen seneden beri kaç kez bunalıma girip kaç kez yksye odaklandım. Allak bullak oldum. Kazanirmiyim bilmiyorum ama deniyecegim. Ve kuzenimle öyle hayaller kurmuştuk ki gerçekleşebilir şeyler. Zor değil. Umarım başarabilirim. Demem o ki vazgeçmeyin. Büyüklerin sorunlarını kafaya takmayın. Size sormadiklari sürece fikrinizi belirtmeyin. Duygusal düşünüpte karar vermeyin. Hani derler ya kalbini mi dinlersin mantığını mi. Mantıkla hreket edin. Duygusal hareket ettikten sonra çoğu zaman pişman olursunuz. En azından ben öyle oldum. Her şeyi herkes başarir. Önemli olan yapabilecek kadarıyla çalışmak. Sonuna kadar ayakta kalabilmek. Bilmiyorum bunları okuyan herhangi biri çıkar mı? Ama olmasa bile yıllar sonrs ben bunu okuduğumda iyi ki vazgecmemisim demek istiyorum. Son kez vazgeçmeyin ve hayalleiniz için lütfen cabalayin. Maalesef usunerek veya bakarak hiçbir şey değişmiyor.
11/04/23
0 notes
sazolane · 2 years
Text
Kendimle hiç bu kadar yüzleşmemiştim galiba. Son iki gündür yaşadıklarım, duygu değişimlerim, tesadüfler..beni inanılmaz bi farkındalığa itti. Farklı kararlar, yeni ve geçmişten gelen insanlar, çok da eski olmayan hedefler, hayatımın dönüm noktasıymış gibi hissediyorum. Bu hissiyatı kendime ben ve çevremdeki insanlar hissettiriyor. Mesela bu gece iki şeye karar verdim. Birinden çok emin değilim ama, diğerinden çok eminim; bir psikologla görüşmeye karar verdim ve bu konuda çok eminim artık. Araştırıp bir an önce başlayacağım terapiye. Bunu kötü bir durum olarak görmüyorum asla hatta aksine bana çok iyi geleceğini düşünüyorum. Emin olmadığım kararım ise vücuduma minik bir dövme yaptıracağım. Bunu yıllardır hep isterdim ama her zaman yaptıracağım dövmenin benim için çok önemli bir şeyi temsil etmesini istediğimden bir türlü karar veremiyordum. Şimdilik nasıl bir şey olacağına karar verdim gibi. Galiba minik bir *kırlangıç* yaptıracağım. Ama dediğim gibi emin değilim. Geçimi kalıcı mı, nereme yaptıracağım ne şekilde olacak vesaire bunları henüz düşünmedim. Zaten çok çok yeni bir karar bu kırlangıç fikri. Sebebini daha sonra anlatacağım..şimdilik bu kadarı gerçekten kafi..
0 notes
costantinoble · 2 years
Text
rakun
Evet yeniden birisini tamamen aklımdan çıkarabilmek için tumblr hesabımı açtım ve yazıyorum.
Bu seferki tam anlamıyla platonik denebilir çünkü beni tanımıyor, tanımak içinde pek bir şey yaptığını söylemem ama aynı zamanda bunun için onu suçlayamam.
Zamanını tam olarak hatırlayamıyorum, daha erken yada geç... 8. sınıf, ortaokul son olduğum dönem evimin çevresinde ve Kadıköy bölgesinde somon ve rakun adında iki grafiticinin grafitilerini görmeye başladım. Yürüdüğüm her yolda neredeyse denk geliyordum. Dikkatimi fazla çekmeye başlamıştı. Lisenin ilk yılı daha fazla görmeye başlamıştım yada fark etmiştim artık onların çizimlerini görmek beni nedensizce mutlu etmeye başlamıştı. Okul yolunda serviste dışarıya bakarken duvarlarda rakun ve somon imzası görüp, ah burdalarmış diyip nedensizce mutlu olduğumu hatırlıyorum.
Benim için çizimlerini görmek sevinç uyandıran bir durum olmaya başlamıştı. Arkadaşlarıma onlardan bahsettiğimde onlarda fark etmeye başlamıştı artık onlarda onları sürekli görüyordu.
İronik olan şey asla yüz simalarını bilmiyor olmamdı ama pek ihtiyaç duymuyordum aslında çünkü büyünün benim için bozulacağını düşünüyordum.
Arada katıldıkları etkinlikeleri duyuyordum ve hepsinde gitmediğim için pişman oluyordum.Onlarla tanışmak çok uzun zamandır istiyordum çünkü yaptıkları şeyler hatta isimlerini görmek bile bana korkunç zevk veriyordu. Ama gitmemek daha iyi gibiydi.
Tanımadığım insanların takma adlarını görüp sevinmek komik mi bilmiyorum ama bunu sorgulamak istemiyorum.
....
Bu konuyu çok uzun tutmak istemiyorum sadece olayı yazıp kafamda tamamen bitirmek istiyorum ama bunu böyle düz yazmaya müsait değilim.
Arkadaşlarımın aklıma girmesiyle beraber telefonuma Bumble denen bir randevu aplikasyonu indirdim.
Benlik bir olay olmadığının kesinlikle farkındaydım ama denemekten zarar çıkmaz gibiydi. Bir sürü kişiyle eşleştikten ve konuştuktan sonra uygulamanın kesinlikle benlik olmadığını anlamıştım ama hala insanlara bakarken önüme birisi çıktı. Fotoğraflarına bakarken Kadıköyde bir ayakkabı mağazasında çalışan bir çocukla beraber olan fotoğrafını gördüm. Çocuğu tanımıyordum ama Kadıköy ortamında mı denmeli bilmiyorum ama oranın içinde olduğunu düşündüğüm ve siması tanıdık olan birisiydi. Kendiside Kadıköy ortamında olabilirdi ve nedensizce kadıköyde yeni arkadaşlar edinmek adına iyi olabileceğini düşünüp onu yana kaydırdım. Konuşmak için mesaj attım ve nedenini bilmediğim bir şekilde kafamda onunla buluşmak istediğime karar verdim. Bu yüzden ona sürekli bana tanıdık geldiğini söyledim fakat aslında hiçbir yerden bana tanıdık gelmiyordu.
Daha sonrasında saçma bir istekle instagram hesabını bulmaya yöneldim. Ortak tanıdık birileri belki çıkabilir diye. Önce Kadıköyde ayakkabıcıda çalışan çocuğun hesabını buldum ondan sonra takipçilerine girip Burak adını arattım. 3-4 tane Burak çıkmıştı ama hiç birisi ona benzemiyordu ama bir tane hesabın profil fotoğrafı dijitalde çizilmiş bir çizimdi. Çizime dikkatli bakınca üzerinde rakun'nun imzasını gördüm. Hesabı rakun ve somon takip etmiyordu ama ayakkabıcıda çalışan çocuğu ediyorlardı. Şüphelenmeye başlamam için yeterli bir sebepti. Burak'ın bumble hesabına geri girip koyduğu fotoğraflara bakmaya başladım. Fotoğraflarının birisinin arkaplanında rakun'nun imzasıyla beraber olan bir resim gördükten sonra kafamda onun rakun olduğuna emin olmuştum. Fakat ona bunu sorduğumda red etmişti. Kesin bir bilgiye ulaşmak adına Google üzerinden rakun'u arattım. Gerçek adının Burak olduğu yazıyordu... Burda benim kafamın içinde her şey yerine oturmuştu. Onla karşılaştığım için şokun içerisindeydim çünkü yaklaşık 5 yıldır hep tanışmak istediğim birisiydi ve onunla saçma bir uygulamada denk geliyordum ayrıca onun rakun olduğunu anlıyordum; bir nevi kitap konusu gibiydi. Onunla denk geldiğim için çok mutluydum çünkü gerçekten tanışmak istediğim birisiydi. Onunla sevgili olmak gibi bir şeyi aklıma getirmemiştim bile sadece cidden onu tanımak istiyordum. Ama uygulamayı dalgasına indirdiği çok belliydi çünkü benimle asla ciddi bir şekilde sohbet etmiyordu buda beni üzen kısımdı. Uzun süre mesajlarıma cevap vermedi ama ben mesaj atmaya devam ediyordum en sonunda instagramından @rakunart hesabından konuşmaya başladık. Onunla instagramdan ekleştikten sonra Bumble hesabımı kapattım. Hem benlik bir uygulama olmadığını anlamıştım hemde kafamda çok büyüttüğüm birisi olduğu için ondan daha havalı ve iyi birisiyle eşleşemeyeceğimi düşündüm. Instagram üzerindende konuşurkende beni pek takmıyordu ama ben onunla tanışmak istediğim için sürekli buluşalım diye mesaj atıyordum. Onun gözünde çok farklı bir şekilde bu lanse olmuş olabilir ama pekte umursamıyorum çünkü kötü bir şey derse aklımdan onu silip yine sadece onu çizimlerini olarak görmeye başlıyacaktım.
Bu yazıyı yazmamın en büyük sebeplerinden birisi sadece çizimlerinden dolayı çok tanışmak istediğim birisinin benimle buluşmaya yada konuşmaya pekde hevesli olmaması ama ben bunun farkındayken hala arkadaşlarımı bu konu hakkında sıkmam. Her girdiğim ortamda artık olayı anlatıyor olmam, ondan mesaj bekliyor olmam, ve sürekli hesabına girip bakmam; artık takıntıya dönüşen bir şey olucak gibi. Belkide takıntı değil sadece yaz tatilinin verdiği boşluk olabilir bu. Daha önce asla bir erkekle bu şekilde yüz yüze tanışmak istememiştim fakat uzun bir süredir çizimlerini takıp edip bu istekle dolduğum içinbu durumdan vazge��mek daha zor oluyor.
...
Sevgili Burak,
Ortaokuldan itibaren çizimlerini görmeye başladım. Yaptığın işte çok iyi olduğunu söylemeliyim. Kendimi her zaman çizimlerine yakın hissettim. Küçükken kurduğun ağaçtan ev hayalleri vardır ya tek başına oturup kendinle oynadığın yada orda yağan yağmuru izleme düşüncesinin içindeki sıcaklık ve huzur gibiydi. Fazla abartıyorum belki de.. evet sana bile bu kadar bir şey hitap etmiyor olabilir ama maalesef bazen girdiğim bir kitapçının bile kokusunun sıcaklığının hasretini yada sevincini uzun bir süre boyunca hissediyorum.
O yüzden tam olarak bunu nasıl anlatabilirim sana bilmiyorum.
Artık daha fazla uzatmamalıyım, Seninle internet ortamında denk geldiğim için çok mutluyum fakat senin için internetteki diğer insanlardan pekde bir farkım olmadığı için üzgünüm.
Gerçek hayattada seninle tanışmak için çabaladım çünkü senden çoğu insandan almayacağım sıcaklığı ve büyüyü nedensiz bir şekilde alacağımı düşünüştüm. İşler bu şekilde gitmediği için üzgünüm.
Artık sana yazmayı bırakıyorum, arkadaşlarımın kafasını sürekli ne kadar seninle tanışmak istediğimi söylemekle pişirmeyi bırakıyorum, yürüdüğüm her yolda imzalarını görmeye çalışmaktan vazgeçiyorum, ama çizimlerini görünce mutlu olmaya devam ediyorum. Belki bir gün bir şekilde tanışırız ve umarım iyi geçen bir tanışma olur.
Bana kendini tanıtmamayı seçtiğin için sana kızgın değilim sadece kendi içimde biraz kırgınım. Seni bir süre daha kafamın içindeki senaryoya uygun bir şekilde yaşatmaya büyük ihtimalle devam edicem. Elbet bir gün bunu yapmaktanda vazgeçicem...
Seni her zaman çevremde görmüyor olsaydım tanışma isteğim daha çabuk sönebilirdi fakat yapılabilecek bir şey yok.
Bu arada sana bir playlist yapmıştım fakat onu parkenin üzerinde tavana bakarken dinleyebileceğimizi sanmıyorum ama yinede onu buraya bırakmak istiyorum.
Yaptığın işi umarım sürekli görmeye devam edip bir gün seni tanıyabilirim. Şimdilik görüşürüz.
0 notes
Text
Yeni Ay’da 5. Gün
Yeni Ay’da bir gün daha. Geçmek bilmeyen zamanda aynı evrede kaldım. Yeniay bitmiyor. Halen daha karanlık her yer. Bu karanlığı ben haketmişimdir ama biz haketmedik. Oysa çokça kez beni aramanı söylemiştim. Ama şimdi bir tribün bestesinden öte değilim; “Kendimi esir aldım, çalmadı yine telefonlar” diye mırıldanıyorum öylece. Çaresizlik başka bir şey. Gurur yapamıyorum pek. Ama gururu terk etmemin altında yatan “Onurlu” bir mücadelem var. Bunun ne demek olduğunu herkesin bilmesini beklemiyorum. Çünkü İnsan kendini biliyor ve en basit hatalarının farkına geç olsa da varabiliyor. Bir örnek vererek ilerlemek isterim;
Kıskançlık. Sanırım seni kıskanmak çok ayrı bir olay. Gökyüzünden bulutları kıskanmaktan farksız. Öyle bir ayarı var ki ben bunu tutturamadım. Evet o elbisen sana mükemmel yakıştı, gerçekten melek oldun gözümde ama mezuniyetin zaten en güzel kızı olacaktın. Sadece biraz açık olmasın diye seni kıskanmak istedim ve elime yüzüme bulaştırdım.(Açıkta değildi) Sen bana “Biraz kıskan beni ya” dediğinde ben aslında içimden hep kıskanıyor ama sana belli etmiyordum. Sadece bunun dışavurumunu o kadar kötü yaptım ki seni üzmekten başka hiçbir adım ileri gidemedim. Şimdi aynı fırsatım olsa, emin ol çok daha farklı davranırdım. Ayakkabını beraber alacaktık. Benim sana sınırsız kredim var unutma… Sen kendini güzel ve iyi hisset benden iyisi olmaz. Halen daha ortak olabilirim…
Diğer bir yaptığım hata ise ilişki anlamında kişisel sorumlulukları ikimize mâl ettim. “Bandırmaya senin için geldim” “Senin için kazanıyorum” “Senin için geleceğimizi düşünüyorum” gibi söylemlerin senin üstünde ne denli büyük bir sorumluluk yarattığını düşünemedim. Evet ben ayrılık ihtimalini çok düşünmedim hayatımda. Ama bundan pay edip sana sorumluluklar vermem saçmaydı. Bunu ikimiz karar verip bireysel sorumluluklarımızın bilincinde olarak yapmalıydık.
Senden yaptığım tüm hataların listesini yapmanı beklemiyorum. Ama gerçek anlamda neyden rahatsızlık duyuyorsan bilmek istiyorum. Çünkü bazen bizi düşüneceğim diye inanılmaz bencil biri oldum. Senin yerine oy kullandım, senin yerine karar verdim. Oysa biz japon figürü olan “Ying-Yang” gibiydik. Birbirimizi tamamlıyorduk. Benim eksik olduklarımda sen artıda senin ekside olduklarında ben artıdaydım. Bunu çok güzel ilerletirken verdiğim yanlış kararlar neticesinde yarın 3.5’yılımızı kutlayamayacağız. Hoş ben kutlarım, seni sevmenin ay dönümünü neden boş vereyim ki? Tüm bu hatalarımın bilincinde senden af dileyeceğim tekrar ve tekrar. Ah Kehribar gözlüm, bu satırları okuyorsan elimi saçlarında hisset. Sana motivasyon olsun şu önemli zamanında…
Aslında her şey bu gözlerin yüzünden başlamadı mı? İlk kez burdur dağlarından Antalya’ya inerken tanıştım ben o gözlerinle. Kar görmek istiyordun bir çocuk gibi… Antalya kaleiçinde asansöre binmeden önce ise aşık oldum. Ne güzeldi gözlerin… Gözlerin gözlerime değdiğinde o 3 saniyede beni alıp götürdün bambaşka bir galaksiye. Sadece “Gözlerin çok güzel” diyebildim. Mütevazi oldun, “Teşekkür ederim” dedin bana. Ben o güzel gözlere çok hata yaptım. Kendimi affetmekte zorlanıyorum ama sen beni affet sevgilim. Bağışla beni. Seni üzmek istemedim inan ki. Bize olan düşkünlüğüm bizi bu hale getirdi. Ben o güzel gözlerinden hiç vazgeçmedim. Vazgeçmeyeceğimde. Hüseyin Nihal Atsız’ın Geri Gelen Mektup şiirinden bir dörtlük paylaşmak istiyorum seninle;
“Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,

Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,

Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;

Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!”
Ah güzelim, konu sen olunca ben de karalamak istiyorum biraz. Şairin oldum hep. Aşk insanı ne denli aptallaştırıyor demiş Cemal Süreya. Benim kalemimin mürekkepi oldu göz yaşlarım. Bırakta yazayım kehribar gözlüm. Bırak ta yazayım;
Kısa zamanda bertaraf oldum
Seni ne çok sevdiğimi bilmez misin?
Uzun saçlarında bedbaht oldum
Kollarımı açsam gelmez misin?
Yol ayrımlarında yanlış yola saptım.
Ne denli pişmanım görmez misin?
Gözlerine düştüm, aklımı sana taktım.
Affetsen beni yine çok sevmez misin?
Bir kum fırtınasında,
Yalnız bir adamım artık.
Ay’ın son tutulmasında
Yalnız bir yıldızım artık.
Gelsen bana,
Yıldızlar sana gelmeyecek mi?
Bir Ayla’nın ışığında
Dünya bizi sevmeyecek mi?
İstemeyecek mi?
Gecenin gündüz olmasını…
İstemeyecek mi?
Hilalin parıltısını…
İlk dördün başlasın artık.
Gözlerim gözlerinden ayrı kalmasın,
Almasın!
Bizi bir kara delik gibi kader,
Yakmasın!
Güneştende beter…
Akmasın!
Göz yaşın yağmurla bir,
Yağmasın!
Dünya, Ayrı kaldığımıza utansın!
Ne yaptıysam seni üzmek için yapmadım.
Şiirlerim iyi geliyorsa bilki;
En güzel sözlerimi ben
Dolunay’a sakladım.
Yıldızlararası bir konumdan galaksinin en güzel kadınına.
Salı 21. Haziranmış gibi ama değil. 2022.
Tumblr media
1 note · View note
kilometrelerolmasa · 4 years
Text
Hepinize selam. Rahatsız olduğum bir durum var birkaç cümle ile açıklamaya çalışacağım.
Öncelikle, mesafe ilişkisi reklam edilecek ne bileyim özenilecek bir durum değil. Birçok tumblr blogu genelleme yapmıyorum fakat 3391 kilometre kitabını okuduktan sonra mesafe ilişkisine özenmeye başladı özellikle egenin incisi gelmemeye giden bilmem ne hesapları. Tabii ki beni hiç alakadar etmez gayet haklısınız fakat o tarz hesaplar yüzünden genellemenin içine eklenmekten bıktım.
3391 kilometre kitabını enesle tanıştıktan çok çok sonra bana arkadaş çevrem " böyle böyle bir kitap var ordaki ege ve izmir gibi hikayeniz çok benziyor" tarzı cümleler kurdular ve merak edip kitabı aldım. Beyza alkoç hayranı değilim wattpad kitaplarını da okumuyorum. Ayrıca şahsi fikrim beyza alkoçun sadece 3391 kilometre kitabını okudum ve abartılacak kadar bir yeteneği olmadığını düşünüyorum sadece konu ilgi çekici olduğu için okunduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi sadece 3391 kilometre kitabı için konuşuyorum belki diğer kitaplarında anlatımı çok daha iyidir bilemem. Her neyse.
Mesafe ilişkisi sandığınız gibi değil arkadaşlar. Okuduğunuz kitaplardaki gibi değil hiçbir şey. Bizzat içindeyim durumun yani kulaktan dolma şeyler değil bizzat yaşıyorum bu durumu.
Enesle kitaplardaki ve filmlerdekinden daha gerçekçi ve güzel bir aşk yaşadık. Mesafe ilişkisi yaşadığım için pişman değilim yani. O ayrı bir konu enesi çok ama çok seviyorum. Ben pişman değilim ancak sizin pişman olmayacağınız ne malum?
Mesafe ilişkisi havalı değil, her mesafe ilişkisi ege ve izmirde olduğu gibi veya enes ve benim ilişkim gibi değil. 5 yıllık mesafe ilişkisi olan arkadaşım bir kere bile sevgilisiyle buluşamadı çünkü sevgilisi onu kandırıp başkasının fotoğraflarını atmış. Bakın gerçekten sırf mesafe ilişkisi yapmak için her önünüze gelen uzaktaki kişiye aşıkmış gibi yapanlar var biliyorum. Bunu okuyan kişiler, siz öyle olmayabilirsiniz ama emin olun ki gördüm. Gerçekten var. Bizzat tanıdığım da var. Sonra terk edildikten sonra "zaten sevmemiştim onu" demişti hem de. Çünkü gerçekten sevmedi. Sadece adı mesafe ilişkisi olsun diye. Aralarında yalnızca 70-80 kilometre vardı üstelik. (Isim ve blog vermeyeceğim bunu okuyorsa anlar zaten.)
Kendi ilişkimi üstün görmüyorum gerçekten yanlış anlaşılmasın, yarası olan gocunur zaten üzerine alınmaması gerekenler alınmasın lütfen. Çok harika ilişkiler de var burda bildiğim gördüğüm.
Gerçekten sevgilinizi mi seviyorsunuz, yoksa "mesafe ilişkisi" kavramını mı seviyorsunuz buna bir karar verin. Çünkü gerçekten mesafe ilişkisi fazlasıyla yoran ve can yakan bir şey. Güzel yanları da var ama eğer gerçekten seviyorsanız çok can acıtıyor. Kitaplarda okuduğunuz gibi uçağa bin atla gel olmuyor yani. Her şey gül gülistan değil.
Kitaplardaki gibi filmlerdeki gibi olmuyor gerçekten bu yazıyı sizi eleştirmek için değil uyarmak için yazıyorum. Harika bir bağımız var birbirimize çok aşığız dediğiniz kişi gerçek hayatta 70 kişiyle birden flörtleşiyor olabilir veya ne bileyim sizi cinsellik için kullanıyor olabilir. Sanal seks seven bir sürü insan var bunları zaten eminim ki biliyorsunuzdur. (Dediğim gibi genelleme değil yalnızca çok belirgin olan karakteri belirgin ve göze batan kişilerden bahsediyorum herkes öyle diye bir kaide yok.) Sadece söylemek istediğim şey bunları göze alıp mesafe ilişkisi yapın. Mesafeler aşılır fakat birisi size çok derin yaralar açarsa işte bu kolay kolay aşılmaz. Özellikle 13-14 yaşındaki kardeşlerim, arkadaşlarım. Sizin için yazıyorum bu yazıyı en çok da. Bu konuda daha dikkatli olun. Kitabı okuduktan sonra gelip burda egenin şuyu izmirin bilmemnesi diye blog açıp biri artık uyu yazsa da onla sevgili olsam diye bekleyen var gerçekten. Lütfen yapmayın. Kullanılmanızı istemiyorum. Herkese inanmayın burası sanal bir ortam.
Sizleri önemsediğim ve üzülmenizi istemediğim için yazıyorum. Ve gerçekten beyza alkoç hayranı değilim wattpad kitaplarını da okumuyorum. Dediğim gibi sadece 3391 kilometreyi okudum -ki kitabın sonunu bile bilmiyorum yarım bıraktım- Kötü bir şey de demiyorum yani evet güzel umut verici bir kitap. Ama yemin ederim ki o kitapta yazılan her şey sizin başınıza gelmeyecek. Perdenin arka tarafını görebilmeniz için yazıyorum bu yazıyı. Umarım dikkatli olursunuz. Ve beni yanlış anlamazsınız. Genelleme yapmıyorum yalnızca gördüğüm birkaç kişiden bahsediyorum. Rahatsız ediciydi ve sizlerle paylaşmak istedim umarım anlatabilmişimdir sormak istediğiniz bir şey varsa sorabilirsiniz anlamadığınız size ters gelen bir cümle ettiysem açıklamaya çalışırım. Okuduğunuz için çokça teşekkür ederim kendinize iyi bakın ❤
90 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 175. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 175: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor
Onun bu kadar alındığını görünce Xie Lian kafa yordu ve yol gösterici bir tavır almaya karar verdi. “Aslında, o kadar da abartılacak bir şey değil…”
Mu Qing dudak büktü. “Haklı olduğumu biliyordum! Eğlendin mi? Benim rol yapmamı izlemek hoşuna gitti mi? HA???”
Artık birbirlerine karşı dürüst oldukları için, yepyeni ama gerçek bir tavırla saldırıyordu. Diğer kenardaki Nan Feng, hayır, Feng Xin de ilk başta utanmış görünmüştü ama artık Mu Qing’i dinlemeye dayanamıyordu. “Laflarına dikkat et!”
Mu Qing solgun yüzlü ve utangaç birisiydi, kanın başına sıçradığını görmek çok kolaydı ve şimdi tüm yüzü kızarmıştı. Başını hızla ona çevirdi. “Neye dikkat edeyim? Seninle de dalga geçtiğini unutma! Ben senin kadar cömert değilim, bunca zaman birisinin eğlendirip sonra şikayet etmeden duramam!”
“Kendinizi rezil etmenizi falan izliyor değildim.” Dedi Xie Lian.
Feng Xin de ekledi. “İnsanları kendin kadar dar fikirli sanma. Bulaştığım boktan işler seni Cennet’in Hapishanesine attığı zaman bile Ekselansları sana yardım etmeye çalıştı…”
“HA! Vay be, çok teşekkürler. Ama benim hapse düşmemin tek sorumlusu senin oğlundu! NE! DÖVÜŞMEK Mİ İSTİYORSUN?! OĞLUN OLMASINDAN KORKMUYORSUN DA BAHSİNİN GEÇMESİNDEN Mİ KORKUYORSUN??”
Oğlunun konusunu açtığı için Feng Xin sahiden ona bir tane geçirmek istiyordu. Ne yazık ki üçü de örümcek ağlarıyla sarılmış durumdaydılar, bu nedenle kılını bile kımıldatamıyordu ve tek yapabilecekleri birbirlerine küfretmekti, tüm nezaket kuralları ve zarafetleri yok olmuştu.
Xie Lian Feng Xin’in yüzünün öfkeden kızarmaya başladığını fark etmişti ve kendisini kaybettiği anda savaş tanrılığını bırakıp sokak ağız dalaşlarına düşeceklerinden korkuyordu. Bu nedenle biraz kımıldandı, birkaç kez döndü ve Mu Qing’in yanına gitti. “Mu Qing, Mu Qing? Biraz dönebilir misin?”
Mu Qing bağırmayı bıraktı ve bir nefes aldı. “Ne istiyorsun?”
“Feng Xin çok uzakta, oraya kadar gidemem, ama bu örümcek ağları dişlerle kesilebildiğine göre deneyip senin ellerini serbest bırakmaya çalışacağım.” Diye açıkladı Xie Lian.
Mu Qing bir an ona ters ters baktı, yüz ifadesi bir anda cenneti izleyen ölü bir balık kadar soğuk hale gelmişti. “Hayır teşekkürler.”
“Sahiden yardım etmek istiyorum.” Dedi Xie Lian çaresiz bir şekilde.
“Ekselansları bin altınlık bir beden taşıyor, yüceliğini böyle bir şeyle lekeleyemem.” Dedi Mu Qing soğuk bir şekilde.
Feng Xin küfretti. “NE SAÇMALIYORSUN SEN! BÖYLE BİR DURUMDA BİLE KİNAYELİ KONUŞMASAN OLMUYOR MU?? SANA YARDIM EDİYOR, SENİ KURTARMAYA ÇALIŞIYOR, SANA NASIL BİR BORCU OLABİLİR HA?!”
Mu Qing başını kaldırdı. “Kim ondan yardım istedi? Xie Lian! Her seferinde böyle şartlarda mı karşılaşmak zorundayız??”
Xie Lian geriledi ve aniden belli belirsiz bir şekilde uzun zaman önce Mu Qing’in ona aynı soruyu sorduğunu hatırladı. O zaman ne cevap vermişti? Hatırlamıyordu.
“Böyle zamanlarda gelmem bir problem mi?”
Mu Qing sırt üstü uzandı. “Her şekilde, senin yardımına ihtiyacım yok.”
“Neden?” Xie Lian sorguladı. “Bazen ayağa kalkmak için başkalarından yardım almamız gerekir.”
“Onunla nefesini tüketme.” Dedi Feng Xin. “Sadece bir gösteriş budalası, senden yardım alırsa utanacağını düşünüyor.”
Mu Qing ve Feng Xin bir yanda birbirlerine düşmüşken, diğer tarafta hayalet kelebek Xie Lian’ın yanında sakince dans etmekteydi, soluk ışığıyla parlıyordu, acele etmiyor ve sakindi. Bu da Xie Lian’ın aklına bir şey gelmesine neden olmuştu, bu yüzden hemen konuyu değiştirdi. “Kavga etmeyi kesin, ikinizde. Eğer başkaları sizi böyle görürse artık komik olmaz. Birazdan birisi bizi almaya gelecek.”
Mu Qing alayla güldü. “Bu cehennemde ne cennet ne dünya sesimizi duyar, bizi kurtarmaya kim gelecek? Tabi bir…”
Sözlerini bitiremeden aklına birisi gelmişti ve düşüncesini sonlandıramadan ansızın durdu.
Feng Xin ise doğrudan sordu. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru yanında mı?”
Mu Qing şüpheliydi. “Ona bu kadar mı güveniyorsun? Geleceğinden emin misin?”
Xie Lian emindi. “Gelecek.”
Her ne kadar Hua Cheng tüm yol boyunca tuhaf davranmış olsa da, ve birkaç kez de onun sahte Hua Cheng olduğunu düşünmüşse de, içgüdüleri ona bunun imkansız olduğunu söylüyordu.
Mu Qing ekledi. “Gelse bile, bu mağarayı bulabilir mi?”
Feng Xin öneride bulundu. “Neden biraz bağırmıyoruz? Ne kadar çok kişi bağırırsak sesimiz o kadar gider.”
“Gerek yok.” Dedi Xie Lian. “Sadece oturup bekleyeceğiz. Hayır, uzanıp bekleyin. Hua Cheng ve beni bağlayan kırmızı bir ip var…”
Cümlesini tamamlayamadan Feng Xin ve Mu Qing’in yüzlerinin titrediğini gördü, sanki kulaklarına böcek kaçmış gibiydiler.
“…Neyiniz var?” Diye sordu Xie Lian. “Yanlış anlamayın. Bahsettiğim kırmızı ip ‘kaderin kırmızı ipi’ gibi bir şey değil, bir ruhani eşya. Sadece bir ruhani eşya.”
Ancak o zaman yüzleri tekrar normale döndü.
Feng Xin cevapladı. “Ah, anlıyorum.”
Diğer yandan Mu Qing ise şüpheliydi. “Ne tür bir ruhani eşya bu? Ne işe yarıyor?”
“Oldukça faydalı bir şey.” Dedi Xie Lian. “Her ikimizin de ellerine görünmez bir şekilde bağlanmış kırmızı bir ip. Birbirimizi bulmak için kırmızı düğümü kullanabiliyoruz, diğer taraftaki kişi nefes aldığı sürece ip hiç kopmuyor…”
Sözlerini tamamlayamadan, ikisi de daha fazla dinlemeye dayanamayarak lafını kestiler.
“BUNUN ‘KADERİN KIRMIZI İPİ’NDEN NE FARKI VAR? TAM OLARAK AYNI ŞEYLER!”
Xie Lian şaşırdı. “Hayır, hiç sanmıyorum… farklılar!”
“Biraz düşün lütfen, nesi farklı? Tamı tamına aynı şey, değil mi?!” Mu Qing haykırdı.
Xie Lian bir süre düşündü ve bunun doğru olduğunu fark etti! Düşünmeye devam ettikçe bu ruhani eşyanın anlamı ve fonksiyonun ‘kaderin kırmızı ipi’yle oldukça benzer olduğunu anlıyordu. Tam kafa yormaya devam edecekti ki yukarıdan bir ses yükseldi.
“Gege? Aşağıda mısın?”
Sesi duyduğu anda Xie Lian rahatladığını hissetti ve hemen başını kaldırdı. “SAN LANG! BURADAYIM!” Ardından çukurdaki diğer ikisine döndü. “Gördünüz mü? Size gelecek demiştim.”
Onun ne kadar mutlu göründüğü fark edince, hem Feng Xin’in hem Mu Qing’in yüzü karmaşık bir hal almıştı. Hua Cheng başını çukura uzatmamıştı ama hepsi onun çaresiz sesini duyabiliyorlardı. “Gege, sana koşma demiştim. Şimdi ne yapacağız.”
Onun ses tonunu duyunca Xie Lian şaşırdı ve sevinci kursağında kaldı. “Ne? Bu örümcek ağı o kadar güçlü mü? E-Ming kesemez mi?”
Sanki Hua Cheng’in kısık bir sesle “Zor olan ağ değil…” Dediğini duyar gibi olmuştu ama emin değildi.
Kısa bir süre sonra Hua Cheng yumuşak bir sesle konuştu. “E-Ming şu anda iyi bir durumda değil.”
Xie Lian bunu tuhaf bulmuştu, E-Ming en son gördüğünde gayet iyi ve enerjiyle dolu değil miydi? Nasıl şimdi kötüydü?
Hemen yanında Mu Qing homurdandı. “Artık sormana gerek yok. Nasıl E-Ming’i kötü bir durumda olabilir ki? Açık açık bahane üretiyor.”
“Öyle söyleme.” Dedi Xie Lian.
E-Ming’in cezalı olduğunu ve Hua Cheng’in onun dışarıya çıkmasına izin vermediğini düşünmek daha makul geliyordu. Tam aklından bunlar geçerken yukarıda siyah bir gölge belirdi ve bir an sonra kırmızıya bürünmüş bir figür Xie Lian’ın hemen yanına sessizce indi ve elini tutmak üzere uzandı.
Xie Lian bakışlarını ona çevirdi ve aceleyle konuştu. “San Lang, neden sen de atladın? Örümcek ağlarına dikkat et!”
Sahiden de çukurun dibindeki beyaz ipek iplikler saldırıya geçmişlerdi. Hua Cheng başını çevirmeye bile tenezzül etmedi. Öylesine elini salladı ve yüzlerce hayalet kelebek belirerek arkasını korudu, kelebeklerden bir zırh oluşturmuş ve yorulmadan örümcek ağlarıyla savaşıyorlardı. Hua Cheng, Xie Lian’ı saran beyaz ipek bağları kesti ve sol kolunu onun beline doladı, sağ elinde ise kırmızı şemsiye belirdi.
“Hadi gidelim!”
Geride kalan ikili ise onları kurtarmaya hiç niyeti olmadığını fark ettiler ve şaşkına döndüler. “İkiniz bir şey unutmadınız mı?”
Xie Lian daha konuşamadan Hua Cheng arkasını döndü. “Ah, sahi.”
Ardından sımsıkı sarılmış Fang Xin doğrudan eline uçtu. Hua Cheng kılıcı Xie Lian’a uzattı. “Gege, kılıcın.”
“…”
Unuttuğu bu muydu?
Feng Xin ve Mu Qing aynı anda haykırdılar. “HEY!!!”
Hua Cheng Xie Lian’ı daha da yakınına çekti, sağ elini savurarak şemsiyeyi açtı. “Gege, sıkı tutun.”
Ve şemsiye yükselmeye başladı, ikisini yukarıya taşıyordu. Xie Lian söylendiği üzere ona sımsıkı tutundu ve tam yerden altı metre kadar yükselmişlerdi ki diğer ikisinin haykırışları yükseldi ve Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. “Unutmadım!”
Ardından sağ eliyle RuoYe’yi serbest bıraktı. İpek sargı kendisini iki devasa kozaya birkaç kez sardı ve onları da beraberlerinde çukurdan çıkarttı. Yarı yolda Feng Xin seslendi. “BEKLE! Bekle! Geride bir şey bıraktım!”
“Ne?” Dedi Xie Lian.
“Bir kılıç!” Feng Xin haykırdı. “Köşeye düştü!”
Xie Lian aşağıya baktı ve sahiden köşedeki beyaz ipeklerin arasında bir kılıç kabzanın durduğunu gördü. Bu nedenle RuoYe’nin biraz daha uzamasını sağlayarak kılıcı da sardırdı, onu da beraberlerinde getirdi. En sonunda dördü de yüzeye varmışlardı.
RuoYe iki koca kozayı yere bıraktı ve kendisini hemen Xie Lian’ın kollarına doladı, hafifçe titriyordu, sanki beyaz ipeğin kendisine çok benzemesinden ama çok saldırgan ve kötü olmasından korkmuş gibiydi. Xie Lian Fang Xin ile diğer ikisini serbest bırakırken onu sakinleştirdi. Feng Xin ve Mu Qing hareket edebilmeye başladıkları zaman ikisi de ayağa fırladılar ve ağlardan geriye kalanlardan kurtuldular. Xie Lian RuoYe’nin yukarıya çıkardığı kılıcı Feng Xin’e uzattı ama aşağıya baktığı zaman şaşkına dönmüştü. “Bu… HongJing mi? Nan Feng, generalin kılıcı tamir mi etti?”
Farkında olmadan konuşmuştu, ama kelimeler dudaklarından döküldüğü anda ne kadar yanlış olduklarını fark etmişti. Feng Xin ve Mu Qing hala ‘Nan Feng’ ve ‘Fu Yao’ formundaydılar, bu nedenle Xie Lian bir anlığına kimliklerinin ifşa olduğunu unutarak rol yapmaya devam etmişti. Esas amacı düşünceli davranmak olsa da, bu düşünceli davranışın etkisi hiçte olumlu olmamıştı ve her ikisi de tuhaf bir sessizliğe gömüldüler.
Feng Xin yüzünde beliren ifade ve utanmışlık hissini gizleyemiyordu. Gerçek haline büründü ve kılıcı aldı. “…Evet, tamir edildi. Tong Lu Dağında pek çok hayalet var sonuçta, onu kullanmak işleri kolaylaştırıyor.”
Xie Lian hemen yanında durmakta olan HongJing’in parçalanma sebebine baktı ve hafifçe boğazını temizledi. “Zahmet verdiğim için üzgünüm.”
Sonuçta, paramparça olmuş bir kılıcı onarmak hiçte kolay bir iş değildi.
Mu Qing de kendi gerçek görüntüsünü aldı ve geriye kalan örümcek ağlarını uzaklaştırdı. “Tamir olması iyi bir şey. Sonuçta pek çok canavar ve iblis kendisini gizler, bu nedenle kişi eğer aklını kullanamıyorsa tek umudu HongJing’le kandırılmaktan korunmak olur.”
Feng Xin sinirlendi. “Sen kime pasif-agresif halinle aptal diyorsun? Anlayamaz mıyım sanıyorsun?”
Yine başlamışlardı. Xie Lian başını iki yana salladı ve Hua Cheng’e döndü. “San Lang, öncesinde çok hızlı koştum, seni geride bıraktığım için üzgünüm.”
Hua Cheng şemsiyeyi kaldırdı ve cevapladı. “Endişelenme. Gege bir daha öyle kaçmadığı sürece sorun yok.”
Xie Lian sırıttı, ama tam konuşacaktı ki aniden Mu Qing’in Hua Cheng’e doğru baktığını gördü. Bakışları durdu ve onda sabitlendi, yüzünde tuhaf bir ifade vardı.
Bu nedenle Xie Lian yön değiştirdi. “Mu Qing? Sorun ne?”
Sorusunu duyunca Mu Qing hemen kendine geldi ve ona bir bakış attı. “Hiç. Çiçeğe Uzanan Kan Yağmurunu daha önce hiç böyle görmemiştim bu yüzden merak ettim, hepsi bu.”
Xie Lian onun açıklamasına inanmıyordu. Her ne kadar bu sahiden Mu Qing’i Hua Cheng’in gerçek halini ilk görüşü olsa da, Hua Cheng’in on altılı yaşlardaki halini görmemiş değildi, o zaman da çok farklı görünmüyordu. Neden öyle bakmıştı ki?
Dördü mağaradan ayrıldılar ve sadece birkaç adım sonra Feng Xin şaşkına dönmüştü. “…Bu yer de ne böyle?”
Mu Qing de donmuştu. “Neler oluyor?”
İkisi ağlı çukurun içinde hapsolmuşlardı bu nedenle de çevrelerini incelemeye hiç fırsatları olmamıştı. Bu nedenle de dışarıya çıktıkları gibi kendilerini karlı dağın altında, son derece gizemli, hatta uhrevi ilahi heykellerle dolu bir mağarada bulunca çok şaşırmışlardı.
“Burası On Bin Tanrının Mağarası.” Diye açıkladı Xie Lian.
Mu Qing etrafı inceledi ve mırıldandı. “Böyle bir yeri inşa etmek kim bilir kaç yıl, ne kadar kan ve ter aldı. Burası sahiden… sahiden…”
Tanımlamak için bir kelime bulmakta zorlanır gibiydi. Xie Lian onu anlayabiliyordu. Sonuçta kendini geliştirmek ve tanrılara tapınmak için adanmış bir taş mağaraydılar, ve geçmişte ailesi de Xie Lian’ın bu tür mağaralar inşa etmişti. Hangi cennet mensubu böylesine devasa bir On Bin Tanrı Mağarası karşısında şaşırmazdı ki? Böyle bir yerde kendi heykellerine tapınılsaydı, ilahi güçlerinde müthiş bir fark yaratırdı.
Feng Xin şaşkındı. “Bu mağarada hangi tanrıya tapınılıyor? Neden hepsinin yüzleri örtülü?”
“Doğal olarak, buraya gelenlerin görmesine engel olmak için.” Diye cevapladı Xie Lian.
“Bu tuhaf işte.” Dedi Mu Qing. “Heykellerin kafalarını yok edebilecekken neden bunca zahmete girilmiş? Eğer sahiden görmek istersen böyle ince tüller hiçbir engel teşkil etmez.”
Konuşurken sahiden en yakındaki ilahi heykelin yüzünü görmek üzere hareketlenmişti. Xie Lian daha onu durdurmaya fırsat bulamadan, Mu Qing’in parmaklarının bir santim kenarında gümüş bir bıçağın ucu belirdi.
Bu ani öldürme isteği dördünün etrafındaki havayı bir anda değiştirmişti.
Feng Xin tetikteydi. “Ne yapıyorsun sen?”
Önündeki kılıç karşısında bile Mu Qing korkmuş görünmüyordu. “Eğri kılıcın gayet iyi görünüyor, öncesinde neden ‘iyi değil’ demiştin?”
Hua Cheng hemen arkasındaydı ve tembelce konuştu. “Kimse sana başka insanların bölgesindeki eşyalara kafana göre dokunmaman gerektiğini söylemedi mi?”
“Burası sana ait değil, neyin adaletini arıyorsun?” Mu Qing karşı çıktı.
Hua Cheng düz bir şekilde konuştu. “Gereksiz sorunlar çıkmasını istemiyorum sadece. Tong Lu Dağındayız sonuçta, tüller kaldırılırsa neler olacağını kim bilebilir.”
“Günün birinde Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru gibi küstah bir kişinin gereksiz sorunlara yol açmaktan korkacağını söyleseler hayatta inanmazdım.” Dedi Mu Qing.
Ardından eli aşağıya indi, bu kez de heykelin cübbesine dokunmaya çalışıyordu. E-Ming hemen ardından gitmiş ve bir kez daha onu tehdit ediyordu. “Bu kez sadece heykelin neyden yapıldığını incelemeye çalışıyorum, tülü kaldırmayacağım, neden Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru beni yine durdurmaya çalışıyor?” Mu Qing sorguladı.
Hua Cheng sahte bir şekilde gülümsedi. “Sorun çıkartmana engel oluyorum.”
Xie Lian ikisinin arasına girdi ve konuştu. “Durun, durun. Burada tapınılan tanrının kim olduğunu bilmemize gerek yok. Uzun süre burada oyalanmamalıyız, hadi gidelim. Unutmayın, hala bir görevimiz var.”
Hua Cheng Mu Qing’in eline bakıyordu. “Gege böyle dediyse, o zaman hepimiz ellerimizi çekip yola koyulalım.”
“Mu Qing, geri çekil, olur mu?” Xie Lian neredeyse yalvaracaktı.
Mu Qing ona ters ters baktı. “Delirdin mi sen? Neden önce o geri çekilmiyor? Ya ben geri çekildiğimde o hamle yaparsa?”
Bir cennet mensubu ve hayalet söz konusu olunca, Feng Xin doğal olarak cennet mensubunun tarafını tutmayı seçmişti. “En azından her iki taraf aynı anda geriye çekilmeliler.”
Hua Cheng hiçte geri adım atacakmış gibi görünmeyerek onayladı. “Nasıl istersen.”
İkisinin de geri çekilmeyeceğini fark eden Xie Lian bir elini Mu Qing’in koluna koydu ve nazik bir şekilde teşvik etti. “Mu Qing, bırak hadi. Sonuçta, ilk öne çıkan sendin, bu yüzden ilk geriye çekilen de sen olmalısın, tamam mı? Bunu bana bir iyilik yapıyormuşsun gibi düşünsen? Sana söz veriyorum sen geri çekildiğinde San Lang da sözünü tutacak.”
Mu Qing her ne kadar istekli olmasa da, bir süre tereddütte kaldıktan sonra yavaşça elini indirdi ve böylece tekrar yola koyuldular. En sonunda gerginlik gevşemişti ve Xie Lian da rahat bir nefes almıştı. Bu esnada ise bir diğer çatala ulaşmışlardı ve Hua Cheng’e döndü. “Bu kez hangi taraftan gitmeliyiz sence?”
Hua Cheng öylesine seçmiş gibi göründü. “Bu taraftan.”
Feng Xin ve Mu Qing hemen arkalarındaydı ve görünüşe göre tekrar birbirlerinin boğazına atlamak üzereydiler, ama laf dalaşlarına ara verdiler, Mu Qing buyurdu. “Nasıl seçtiğiniz? Neden bu taraftan?”
Öndeki ikili başlarını çevirdi. “Rasgele seçtik.”
Feng Xin kaşlarını çattı. “Nasıl rasgele seçersiniz? Körlemesine gitmeyelim yoksa başka bir çukura düşeriz.”
Hua Cheng gülümsedi. “Eğer çukura düşsek bile ben Ekselanslarını kurtarmak için bir yol bulurum. İsterseniz takip edin, eğer istemezseniz kendi başınıza gidebilirsiniz. Ama dürüst olmam gerekirse, sizi bir daha kurtarmak istemiyorum.”
“SENİ –!”
Ama Hua Cheng böyle konuşurdu. Yüzünde her ne kadar bir gülümseme olsa da, her ne kadar sesi son derece nazik olsa da, kulağa inanılmaz sahte geliyordu. O sahte gülümsemesi büyüdükçe de, insanlar daha da kadar sinirleniyordu, öyle ki Feng Xin yayına bir ok sürmüştü.
Xie Lian onun sahiden oku bırakmayacağını biliyordu. “Kusura bakma Feng Xin. Ama şu anki durumumuzda hangi yönü seçtiğimiz bir şey değiştirmiyor.”
Hua Cheng içten bir şekilde güldü. “Aah, çok korktum. Sanırım en iyisi sizden uzak durmam olacak.”
Xie Lian’a kaşlarını kaldırdı ve sahiden de biraz uzaklaştı. Xie Lian diğer ikisini geride bırakmaya çalıştığını biliyordu ve gülümseyerek başını iki yana salladı, peşinden gitmeye hazırdı ki aniden Mu Qing uzandı ve onu tutarak durdurdu. Xie Lian arkasına baktı, şaşkındı. “Mu Qing? Sorun ne?”
Ancak beklenmedik bir şekilde Mu Qing cevap vermedi. Xie Lian’ı tuttu de doğrudan diğer yola doğru koştu, bağırdı. “ŞİMDİ!”
Önlerindeki Hua Cheng de bir tuhaflık olduğunu fark etmiş ve bakmak için dönmüştü. Ancak Feng Xin çoktan duvara bir yumruk atmış ve kayalar düşerken gürlemeye başlamıştı, yol tamamen kapatılmıştı. İkisi hızla öne çıktılar ve göz açıp kapayıncaya dek kayaları tılsımlarla örtmüşlerdi. Böylece de Hua Cheng ve diğer üçü kaya yığınlarıyla birbirlerinden ayrılmışlardı.
Görünüşe göre ikisi biraz önce arkalarında kavga etmiyor, nasıl saldıracaklarını planlıyorlardı! Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Siz ne yapıyorsunuz?”
Kıvranarak Mu Qing’in elinden kurtuldu, arkalarında kalmış Hua Cheng’i kontrol etmek istiyordu ama Feng Xin onu durdurdu. Mu Qing’le birlikte ikisi de birer kolundan tutarak onu sürüklemeye başladılar, koşuyorlardı.
Feng Xin bağırdı. “Hadi çabuk ol, çabuk! Tılsımlar uzun süre dayanmaz!”
Mu Qing azarladı. “Ve ne yaptığımızı sormak zorunda mısın? Ne kadar tuhaf davrandığını fark etmemiş miydin?”
“Nasıl tuhaf?” Diye sordu Xie Lian.
“Bence sahiden inanılmaz aptallaştın. Her tarafı tuhaftı, kör olan sendin!” Diye haykırdı Mu Qing.
Feng Xin kükredi. “KONUŞMAYI KES VE KOŞ!!! SİKTİR, SANIRIM HAYALET KELEBEKLER BİZE YETİŞTİ!”
Mu Qing bağırdı. “MAĞARA GİRİŞİNİ KAPAT!”
Böylece Feng Xin koşarken yumruk attı ve pek çok mağara girişi tümüyle devasa kayalarla yıkıldı. İkisi Xie Lian’ı sürüklediler ve sonsuz uzunluktaki yeraltı koridorlarında koşmaya devam ettiler ve Xie Lian’ın tüm bu olanlardan başı dönmeye başlamıştı.
Bağırdı. “DURUN! DURUN!”
Bu kadar uzun bir süre koştuktan sonra ikisi en sonunda nefeslenmek için durdular.
Fırsattan istifade eden Xie Lian hemen konuştu. “Hayır, demek istediğim, ikiniz neden beni aniden kaçırıyorsunuz? Bir şey mi fark ettiniz?”
Feng Xin’in iki eli de hala dizlerindeydi, soluk soluğa kalmıştı. “Bir daha, anlatsın.”
Mu Qing doğruldu ve Xie Lian’a döndü. “Bu kadar bariz ama göremiyor musun? O inci! İnciyi hatırlıyor musun?”
“Ne incisi?” Dedi Xie Lian.
Mu Qing her kelimeyi vurguladı. “ShangYuan Kutsal Töreninde Tanrıyı Memnun Eden Savaşçı kostümünün bir parçası olan koyu mercan kırmızısı inci küpeler, senin tekini kaybettiğin!”
“…”
Xie Lian uzunca bir süre duraksadı ama hala hatırlayamıyordu, kulak memesini çekiştirdi, kaybolmuş gibiydi. “O zamanki küpelerin koyu mercan kırmızısı mıydı? Birini kayıp mı ettim?”
Mu Qing’in dudaklarının kenarı titredi ve öfkeyle konuştu. “Küpeni çalmakla beni bile suçlamıştın, böyle bir şeyi nasıl unutursun?”
“Sekiz yüz sene geçti sonuçta…” Diye başladı Xie Lian, ama Feng Xin onu susturdu. “Bir şeyler saçmalamayı bırak, kimse seni suçlamadı, kendi kendine bir şeyler hayal eden sendin!”
Xie Lian ellerini salladı. “Kavga etmeyin, kavga etmeyin. Neden bir anda inciden bahsetmeye başladınız?”
“Çünkü inci bulundu!” Diye haykırdı Mu Qing. “Hua Cheng’in saçındaki kırmızı mercanı görmedin mi?”
Xie Lian’ın gözleri ardına dek açıldı. “Yoksa demek istediğin…”
Mu Qing emindi. “Evet!”
“…”
Demek bu yüzden Mu Qing öncesinde Hua Cheng’i gördüğü zaman tuhaf davranmıştı.
Xie Lian sorguladı. “Mercan incinin onda ne işi var? Yanlış hatırlıyor olmayasın?”
Mu Qing sözünü bıçakla kesti. “Bütün bir sene boyunca o küpeyi her yerde aradım ve hiç pes etmedim. Herkes yanlış hatırlayabilir ama ben asla!”
Xie Lian kollarını bağladı ve ellerini kol yenlerine soktu, düşünüyordu, kaşları çatılmıştı. “Yine de yanıldığını düşünüyorum. İncinin onda olmasının hiçbir nedeni olamaz sonuçta? Yüksek kalitedeki incilerin hepsi birbirine benzemez mi? Ayrıca San Lang ender hazineleri toplamayı sever. Binlerce yaşında antikaları bile var.”
Mu Qing başını salladı. “Peki. Tamam. Yanıldığımı mı düşünüyorsun? Peki. O zaman şuna bak.”
Bir kutsal heykelin yanında duruyordu ve konuşurken, aniden heykelin yüzündeki tülü çekti. “Neden heykele bir bakmıyorsun? Bu konuda da mı yanılıyorum yoksa!”
Tül düştüğü anda Xie Lian bir bakış attı ve gözleri ardına dek açıldı.
İlahi heykelin yüzü ne deforme ne de korkunçtu. Neşeli genç bir adamın gülümsemesini taşıyordu, kaşları nazik ve kibardı. Ancak Xie Lian yüzü gördüğü anda iliklerine dek ürpermiş ve tüyleri diken diken olmuştu.
Nasıl şok olmazdı? Bu yüz Xie Lian’ın kendi yüzünün birebir aynısıydı!
Heykele yakından bakmak, tuhaf bir aynadan kendine bakmaya benziyordu ve kibar olması planlanmış o gülümseme bile şimdi rahatsız ediciydi. Xie Lian ürpermekten kendini alamadı. “Bu…”
Mu Qing soğuk bir şekilde konuştu. “Bana yine yanıldığımı mı söyleyeceksin?”
Xie Lian büyük bir zahmetle konuşabildi. “…Burada benim bir kutsal heykelimin ne işi var?”
Mu Qing ise. “Bir tane mi? Sadece bir tane değil. Yakından bak.”
Ardından bir diğer kutsal heykelin tülünü açtı. Bu yüz de hiç şüphesiz Xie Lian’a aitti!
Beş altı tane daha kutsal heykeli açtı, hepsi de birebir aynıydı!
“Burası sahiden On Bin Tanrının Mağarası.” Dedi Mu Qing. “Ama aslında burada sadece tek bir tanrıya tapılıyor!”
Ve o tanrı kendisiydi!
Etrafı kendi yüzleriyle çevrilmişti, Xie Lian gizemli tuhaf bir rüyada gibiydi. Başı o kadar dönüyordu ki bir süreliğine kendine gelemedi ve aniden bir şeyin farkına vardı. “Bekle. Mu Qing. Öncesinde heykelleri görebilmeye fırsatınız olmamıştı, değil mi? Tülü kaldıracaktın ama durdurulmuştun.”
Mu Qing homurdandı. “Heykelin senin olduğunu anlamam için yüzünü görmem gerekmiyor.”
“Nereden anladın peki?” Diye sordu Xie Lian.
Mu Qing ipek tülleri bir top yaparak kenara attı, damarları hafifçe belirginleşmişti. “Nereden mi anladım? Çünkü tüm kıyafetlerin, takıların ve günlük yaşantın eskiden benim sorumluluğumdaydı. Senin için yıkayıp onarıyordum; senin dolabında birbirinin aynısı hiçbir eşya bulunmuyordu, ve bu heykeller inanılmaz detaylı, her şey burada, tümüyle aynı, tümüyle! Elbette kıyafetleri gördüğümde yüzlerin sana ait olduğunu anlayacaktım!”
“…” Xie Lian alnını kapattı ve yol boyunca Hua Cheng’in nasıl tuhaf davrandığını düşündü.
Yanındaki Feng Xin konuştu. “Heykellerin yüzüne bakmamıza izin vermeyişi de bir tuhaflık olduğunu belli ediyordu. Çığ nedeniyle kazara buraya düşmemiz meselesi de muhtemelen bir saçmalıktan ibaret. Burasının ne olduğunu biliyor olmalı.”
Mu Qing ekledi. “Hepsi bu da değil. Bizi örümcek ağlarıyla dolu o çukura atan da o olmalı. Bizi sahiden öldürmeye çalışıyor.”
“Ama… bu heykeller ne için?” Diye merak etti Xie Lian.
Yakından bakınca, her biri heykel sanki canlıymış gibi resmedilmişti, öylesine detaylıydılar ki neredeyse korkutucuydu. Heykeltıraşın ilahi heykeldeki kişiyi ne kadar yakından incelediğini görmek çok kolaydı. Xie Lian geçmişte Xian Le’nin en tanınmış heykeltıraşlarının bile bu kadar muhteşem eserler oraya koyamayacağını düşünüyordu. Heykeltıraşın tüm düşünceleri bu kişi üzerindeydi ve gözleri sadece onu görüyordu.
Üçü aynı yüze sahip heykellerle çevrelenmişlerdi ve Feng Xin şiddetle titredi. “Sahiden… hasiktir… korkunç… çok aşırı gerçekçi.”
Ve çok fazlaydılar da.
“Bence bu heykeller bir tür korkunç bir büyü için gerekiyorlar, onları yok etmemiz gerek.” Dedi Mu Qing.
Ardından birinin parçalamak üzere elini kaldırdı. Xie Lian hemen daldığı düşüncelerden sıyrıldı ve onu durdurdu.
“DUR!”
Mu Qing ona baktı. “Emin misin? Bu büyünün hedefi sensin.”
Xie Lian bir süre düşündü ama nihayetinde konuştu. “Aceleci davranmayalım. Bence kötü bir büyü yapılıyor olma ihtimali oldukça düşük.”
“Bence oldukça yüksek.” Dedi Feng Xin. “Sahiden, hasiktir… bu şeylere bakınca korkmuyor musun?”
Mu Qing Xie Lian’a baktı, ki o da kendisine bakmaktaydı. “Ve bu teorin neye dayanmakta?”
“Hiç.” Dedi Xie Lian. “Ama bu ilahi heykeller oldukça iyi bir şekilde yapılmış, titiz bir şekilde oyulmuş. Hiçbir şey bilmeden onları yok edersek, pişman olabiliriz.”
Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “San Lang… bana bir konuda yalan söylemiş olabilir, ama bence, bana zarar verecek hiçbir şey yapmaz.”
Mu Qing kulaklarına inanamıyordu. “…Zihnini bulandırmak için sana büyü falan mı yaptı? Bence yüzünün ortasına ‘şüpheli’ yazsa bile sen aniden okuma yazmayı unutursun.”
İkisi konuşurlarken, Feng Xin’in yüzü aniden sanki korkunç bir düşmanla karşılaşmış gibi değişti. “DİKKAT ET!”
Xie Lian ve Mu Qing gerildiler. “Ne var?”
“Örümcek ağları yine üzerimize geliyor!” Diye haykırdı Feng Xin.
Sahiden de, avuç meşalesi önlerindeki duvarı aydınlatıyordu ve duvarın üzerinde kalın beyaz iplikler diziliydi. İçlerinden lanet ettikten sonra, kendilerini bir diğer saldırıya hazırladılar. Ancak beklenmedik bir şekilde, sanki çukurdaki saldırgan ipekler onlar değilmiş gibi, bu ipekler ne hareket etti ne saldırdı, sıradan bir iplikten hiçbir farkları yoktu.
Üçü bir süre beklediler, ve Xie Lian konuştu. “Bu ipek ağlar canlı değil gibiler.”
“Eğer canlı değillerse ne işe yarıyorlar?” Diye sorguladı Feng Xin.
Artık Xie Lian’ın da canını sıktıkları için öne çıktı ve bir süre inceledi, ardından onayladı. “Bence bir şeyi koruyorlar.”
Üçü taş duvarın önüne geldiler. Xie Lian çekmeyi denedi ve beyaz ipeklerin büyük bir kısmını yırttı. Beyaz ipek oldukça güçlüydü ve yırtması kolay sayılmazdı, ama imkansız da değildi.
Tüller ilahi heykellerin gerçek yüzünü gizlemişti. Peki taş duvarda ne saklıydı?
Diğer ikisi de ona katılarak ipek ağları yırtmaya başladılar, her biri farklı bir bölgeyi seçmişti. Kısa bir süre sonra Xie Lian’ın tarafındaki taş duvar açılmaya başladı. “Bir duvar resmi!”
Taş duvarın üzerinde, örümcek ağları devasa bir duvar resmini gizliyorlardı. Tüm duvar yüzeyi kalın çizgiler, renkler ve küçük şekillerle sarılıydı. Küçük kısımlara bölünmüşlerdi, her biri farklı bir tarzdaydı; kimisi kaba saba ve vahşiydi, kimisi narin, kimisi seçkin, kimisi ise tuhaftı.
Bir süre inceledikten sonra, Xie Lian konuştu. “…Bunu o çizdi.”
“O mu?” Mu Qing’in sesi yankılandı. “Hua Cheng mi? Emin misin?”
Xie Lian yumuşak bir sesle konuştu. “Evet. Buradaki kelimeler ve şuradakiler, onun tarafından yazılmış.”
Duvardaki kan kırmızısı küçük şekli işaret etti ve hemen yanında bir sürü dağınık, seçilmez çarpık harf vardı, sanki trans halinde veya acı çekerken yazılmış da yazar kendini ifade eder gibiydi. Harflerden yola çıkarak Xie Lian çizilmiş kan kırmızısı şeklinde Hua Cheng’in kendisi olduğunu çıkartmıştı, ama bilinmeyen bir nedenle kendisini son derece çirkin ve çarpık resmetmişti.
Feng Xin bir bakış attı ve yorum yapmaktan kendisini alamadı. “Bu yazı… o kadar çirkin ki gözlerim kanadı. Ben bile ondan daha güzel yazarım.”
Feng Xin’inkinden daha çirkin bir yazı sahiden kurtarılamayacak bir seviyede demekti. Xie Lian’ın gözleri ise tüm o renkler nedeniyle şaşkına dönmüştü; o kadar çok şey vardı ki nereden başlaması gerektiğini bilmiyordu, ama bu yazının Hua Cheng’e ait olduğunu kanıtladıktan sonra aniden devasa bir hazineye kavuşmuş gibiydi, öyle ki parmakları hafifçe titriyordu. Tam bu sırada Mu Qing bir şey keşfetmiş gibiydi ve seslendi. “…Ekselansları, çabuk gel. Gel ve bak!”
Ancak o zaman Xie Lian kendine geldi. “Ne var?”
Feng Xin ve Mu Qing’in çoktan dili tutulmuştu, tek yapabilecekleri duvardaki bir yeri işaret etmekti. Duvar resmi oldukça büyüktü ve tam ortasında yüksek bir kale kulesi vardı. Altında bir grup insan gösterişli bir sahnenin önünde toplanmışlardı. Çizgiler oldukça basitti, ancak sadece birkaç çizikle sahnenin aynısı canlandırılmıştı.
Mu Qing resmin merkezini işaret etti ve titreyen bir sesle konuştu. “Demek… o… oydu?”
Xie Lian da onların baktığı yere odaklanmıştı.
Tüm resim renksizdi ve sadece iki şekil renklendirilmişti. En altta küçük bir şekil vardı, bembeyazdı ve ışıldıyor gibi görünüyordu. Ellerini uzatmış gökyüzüne bakıyordu, kaledeki kuleden düşmekte olan diğer küçük şekli yakalamak üzereydi.
Ve bu küçük şekil kırmızısıydı, kan kırmızısı.
Mu Qing mırıldandı. “…O muydu? O muydu? ShangYuan İlahi Geçit Töreninde kuleden düşen o küçük çocuk? Nasıl o olabilir? İnanamıyorum? Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru? O mu???”
Feng Xin delirmiş gibi vurdu ve diğer tarafı işaret etti. “Dahası da var!”
Xie Lian oraya yürüdü ve diğer resme baktı, bakımsız küçük bir mabet vardı ve sunağın üzerindeki ilahi heykel de soluk beyaz bir ışıkla parlıyordu. Bir elinde bir kılıç vardı ve diğer elinde ise aşağıya doğru eğilmiş kırmızı bir şemsiye. En altta ise çirkin küçük kırmızı şekil, ellerini uzatmış heykele çiçek sunuyordu.
Xie Lian aniden başının ağrıdığını hissetti, elini zonklamaya başlayan şakaklarına götürdü ve bakmaya devam etti.
Bir sonraki resim bir savaş meydanını tasvir ediyordu. Büyük askeri birlikler zırhlarını kuşanmış saldırmaya hazırlardı ve gökyüzünde küçük beyaz bir şekil vardı, bir elinde uzun kılıcıyla güçlü ve göz kamaştırıcıydı. Aşağıda ise karanlık birliklerin arasında bir diğer küçük kırmızı şekil vardı, başını kaldırmış, gökyüzündekine bakıyordu.
Xie Lian düşüncelere gömülmüştü ki Feng Xin’in kuşku dolu sesi çınladı. “Bu kırmızılı, hepsi tek bir kişi değil mi? Hepsi o mu??? Bu Hua Cheng mi? Hasiktir… Bunca zamandır seni mi takip ediyordu?!”
Mu Qing de şaşkın görünüyordu. “Sadece takip etmekle kalmıyor, aynı zamanda izliyor. Çok yakından. Hem de çok. Her yerde! Bak, burası ana cadde, Buyou ormanı, bu ne? BeiZi Tepesi mi? Tanrım… heykelleri de yapan o muydu?!”
Feng Xin duvar resimlerine bakarken artık titremeye başlamıştı. “Sikeyim… o kim? Sekiz yüz yıldır seni mi izliyor?! Ve hala, şimdi bile? Hasiktir! Büyülenmiş falan mı? Ne istiyor amacı ne? Normal inananlar bile böyle şeyler yapmaz, ne istiyor bu??”
“Bir tuzak olmalı… olmalı!” Mu Qing haykırdı. “Bakmaya devam edelim, bir yerlerde bir ipucu olmalı!”
Xie Lian çoktan iliklerine dek sarsılmıştı. Duvardaki küçük kan kırmızısı figüre bakıyor, anlamakta güçlük çekiyordu. Unutmadığı ama hiç üzerinde durmadığı pek çok, pek çok anı olduğunu hissediyordu ve zorla zihnine doluşuyorlardı, o kadar çoklardı ki neredeyse nefes alamıyordu. Tam bu sırada diğer taraftaki ikilinin bağırdığını duydu ve Xie Lian kendine geldi. “Ne oldu?”
Feng Xin ve Mu Qing bir taş duvarın önünde durmuş, son derece berbat bir şey görmüş gibi görünüyorlardı. Xie Lian’ın onlara doğru geldiğini görünce ise Feng Xin hızla döndü ve onu durdurdu, geriye itiyordu. “Siktir, BAKMA!”
“? Ne?” Xie Lian şaşkındı. “Ne var? Neden bakmayayım?”
Mu Qing’in yüzü de karanlıktı. “…Artık bakmayalım. Burada iyi bir şey yok, en hızlı şekilde kaçmamız gerek!”
İkisi de birer koluna girdiler ve tüm yol boyunca koştular. Xie Lian sürüklenirken bir yandan şikayet ediyordu. “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Duvar resimlerinin daha hepsine bakmamıştım!!”
Feng Xin koşarken öfkeyle bağırdı. “ARTIK BAKMANA GEREK YOK! O ŞEYLERİ GÖRMEMELİSİN! SİKEYİM BÖYLE İŞİ! TÜM HAYATIM BOYUNCA HİÇ BÖYLE BİR ŞEY GÖRMEDİM! NASIL BİR İNSAN O!!!”
Xie Lian tümüyle şaşkına dönmüştü. “Ne gördünüz? San Lang ne yapmış?”
Mu Qing azarladı. “NE YAPIYORSUN SEN, NEDEN HALA ONA SAN LANG DİYORSUN? KES ŞUNU! YETERİNCE HIZLI ÇIKARTAMADIK SENİ! ARTIK ONUN YANINA BİLE YAKLAŞMA, O NORMAL DEĞİL, DELİRMİŞ, DELİRMİŞ!!!”
Xie Lian daha fazla dinlemeyecekti. “Neden ona böyle küfrediyorsunuz? Hiçbirimiz tümüyle normal değiliz tamam mı?”
“SORMAYI BIRAK!” Feng Xin haykırdı. “ANLAMIYORSUN! O BİZİM GİBİ DEĞİL! DELİRMİŞ! SANA KARŞI, O, O… O…”
“Bana karşı ne!” Xie Lian bilmek istiyordu. “Lütfen beni bırakın. Geri dönmeme ve kendim görmeme izin verin tamam mı?”
Birisi geri dönmek istiyor diğer ikisi ise tüm güçleriyle çekiyorlardı. Üçü bir anlığına hareket edemediler, ardından önlerinden tüyler ürpertici soğuk bir ses yükseldi.
“Başkasının bölgesindeki eşyalara kafanıza göre dokunmayın dememiş miydim?”
Üçü de dondu ve başlarını çevirdiler. Önlerinde kırmızı bir şekil duruyor. Hua Cheng taş duvara yaslanmış, yollarını kapatmıştı ve gülümsüyordu. “Yoksa neler olacağını kestirmek güç olur.”
Yüzü gülümsüyor olsa da, gözlerinde bir parça neşeden iz yoktu, onun yerine karanlık ve bulanıklardı. Bir eli koluna sarılmıştı , boştaki diğer eli ise tembel bir şekilde küçük bir şeyle oynuyordu.
Bu koyu mercan kırmızısı inciydi, saçındaki küçük bukleye sarılmıştı. Mercanın nazik kırmızı ışıltısı parlak ve göz kamaştırıcıydı, tıpkı parmağındaki kırmızı düğüm gibi.
 Çevirmen: Nynaeve
145 notes · View notes
kapanakisilmisruh · 3 years
Text
umut... yok
13 mayıs 2020 çarşamba
118. Gün
Merhaba;
Açıkçası klavyenin başına geçerken ne yazmam gerektiği hakkında o kadar çok düşündüm ki...
Sanırım insan çok dürüst olması gerektiğinde planlayamıyor söyleyeceklerini.
Sahi sana kullandığım ilk kelime neydi?
Hatırlamıyorum ki...
Aklımda tutamayacağım kadar mı önemsizdi?
Büyük ihtimalle ilk defa bir merhaba ile girdim hayatına...
'Merhaba ben Elif...'
Anılarım çok bulanık ama tanıyorum kendimi, muhtemelen böyle gerçekleşti...
Bir merhaba ile hayatına girdiğimden sanırım, planladığım tek kelime bundan ibaretti.
Merhaba ile başlayan bir dolu sözcükle veda ediyorum şimdi...
Şaşırdığını zannetmiyorum, muhtemelen bekliyordun.
Sen de biliyorsun,
Sana hiç yalan söylemedim, seni hiç aldatmadım ama abarttım.
Çok abarttım sevgili...
Biz şairlerin en büyük özelliği ne bilir misin?
Havalı sözcüklerle beylik laflar edip, kalbe dokunacak mısralar yazmak.
Basitçe yazılan 'seni özledim' yada herkesin diline pelesenk olmuş 'seni seviyorum' cümlesi asla tatmin edemez bizi
Beni etmedi.
Seni düşünerek 50 küsür şiir yazdım
Hatta sana yazdığım son satırlar bu veda mektubundan ibaret belki
Bil ki, yanında olduğum da her şey çok güzeldi
Kırık bir kızdım ve hayatıma aniden girdin
ama bana hiç düşünme fırsatı vermedin.
Ben sadece, sadece sevmek istedim.
Benim sevgime değecek birini deli gibi sevmek...
Yine de aşka hiç inanmadım biliyor musun?
Ama dedim ki, eğer aşk varsa sadece bu adam sayesinde uğrar bana.
Düşünceli, sevecen, benim için her şeyi göze alan, beni hak etmediğimden fazla seven...
Maalesef ki uğramadı sevgili...
Aşkın olmadığına gerçek manada eminim şimdi.
Hayatımda olduğun an her şey çok güzeldi
Benimle ilgilenen her şeyimi konuşabileceğim bir arkadaş edinmiştim.
Seni çok sevdim.
Ama şiirlerimdeki gibi değil...
Seni büyük bir arzuyla değil, büyük bir şefkatle sevdim,
Sana karşı hiç tutku hissetmedim, içimde sana dair olan tek şey merhametti
Sende bende bunu sevdin zaten, biliyorum.
Biraz uzak kalınca çok özledim seni,
Hatırlıyorum da o altı gün sanırsın altı asır gibi gelmişti
Ama senden çok uzak kalınca, işte o zaman anladım kendi hislerimi
Alışkanlığımdan kurtulmutum.
Anladım ki kendi hayalimde yarattığım arzularımı şiirlerime doldurmuşum.
Oysa, sen benim güvendiğim limandın!
Kıyına rahatça yaklaşabilir, kavgasız gürültüsüz sakin ve mutlu bir hayat sürebilirdim
Bu beni en çok etkileyen şeydi ama bir şeyler sürekli eksikti...
Sana hep dedim, bana sevmeyi öğret dedim
Ben bilmiyorum dedim
Niye öğrenemedim?
Seni, değer verdiğim biri gibi sevdim,
Senden hoşlandığımı zannediyordum ama bu hoşlantının boyutu korkutuyordu beni.
Çokluğundan değil, azlığından korktum hep.
Sokakta aniden gördüğüm çok yakışıklı bir adamdan nasıl hoşlanırsam öyle hoşlanıyordum senden.
Birbirini tanımayan her erkek ve kadın arasında oluşabilecek bir kimya kadardı sana olan heyecanlı hislerim.
Sana çok değer verdim ve çok sevdim ama romantik bir manada değil
Çok düşündüm.
Senden uzakta kaldığım ikinci aydayım, daha bir ay dolmadan seni gerçekten sevemediğimi anladım.
Ne yapacağım bilmiyorum, ne yapmalıyım bilmiyorum.
İçimde gram heyecan yok artık
Sadece yanına gelince her şeyin düzelmesini umuyorum.
Yalnızlık aklımı başıma getirdi
Kendi hislerimi algılayamadığımdan etrafımdan sürekli yardım istedim.
Arkadaşıma , "ona aşık olduğunu nasıl anladın" dedim sevgilisi için.
"Kendi duygularından, sevdiğinden nasıl eminsin?" dedim.
Bu ömrüm boyunca sürekli kendime sorduğum bir soru oldu çünkü.
Asla tam olarak nasıl sevilir bilemedim
İnsan insanı nasıl sever çözemedim.
Bana ne dedi biliyor musun?
'mesela, yokluğunu düşünüyorum. Onsuz bir hayat canımı o kadar yakıyor ki dayanamıyorum. Yokluğunu düşünmeye bile katlanamıyorum'
Anlamam için onca ipucu varken asıl o zaman dank etti.
Sensiz hayat çok kolay olurdu.
Savaşmam gerekmezdi, merak etmem gerekmezdi, kendimle ilgili rapor vermem veya aileme seni kanıtlamam gerekmezdi.
Sevmediğim özelliklerine göz yummam gerekmezdi.
Yokluğun o kadar kolay geldi ki gözüme, aslında bu olaydan ne kadar sıkıldığımı fark ettim
Seni, nasıl sevdiğimi anlayabildim.
Seninle argolu konuştuğumda yada yanında küfür ettiğimde, ben arkadaşın değilim, benimleyken böyle konuşma derdin.
Bunu çok, bir çok kere söyledin.
Anladım ki, ben seni arkadaşımdan daha öte de düşünemedim.
Aynı evi paylaşabileceğim, ilgili, fedakâr, güvenli, huzurlu olabileceğim, doya doya eğlenebileceğim bir arkadaş...
Özür dilerim
Benim için asla daha fazla bir mana ifade edemedin
Sana defalarca kez bana sevmeyi öğret dedim
Ama bunu sen de öğretemedin
İster ilahi adalet de, ister evrenin karması fark etmez, günün birinde seni reddettiğim için öküzün birine tutulacağım muhtemelen.
Asla istemediğim birine,
Babam gibi birine aşık olacağım belki de.
Peki daha mutlu olacak mıyım?
Biliyor musun, seninle yaşayacağım huzurlu hayattansa, kavgayla gürültüyle ama tüm kalbimle sevebileceğim, çoğu zaman ağlayıp üzüleceğim bir hayat daha cazip geliyor.
Klasik sorudur, sevmek mi sevilmek mi deler
Şair sevildiğinden asla emin olamazsın ama sevdiğinden emin olursun demiş.
O yüzden sevmeyi tercih etmiş.
Ben, ben aşk ile gelen acının bile garip bir haz taşıdığını düşünüyorum.
Ben karşımdaki adamın kusurlu özelliklerini görmezden gelmek istemiyorum.
Ben o özellikleri hiç görmemek ve bana kusursuzmuş gibi gelmesini istiyorum.
Aşkımdan gözlerim kör olsun, aklımda tek bir soru işareti kalmasın istiyorum.
Beynimle düşünmeyi bırakmak, artık kalbimi dinlemek istiyorum.
Tozpembe gözlükleri bir kez olsun takıp, enini sonunu düşünmeden sadece yaşamak istiyorum.
Ben ne kadar itilirsem itileyim yine de o kişinin yanına gelecek kadar çok sevmek istiyorum.
Ben sevmek istiyorum!
Bunları hissedeceğim kişi sen ol istedim
100 küsür gün geçti sevgilim, sevemedim
Üzgünüm beceremedim.
Aslında bu mektubu seni bırakırsam neleri kaybedeceğimi anlamak için yazmıştım.
Şu an seni bırakmayarak nelerden vazgeçtiğimin farkına vardım.
Seni üzmek yapmak isteyeceğim son şey
Dediğim gibi aşık olmak istiyorum ama aşkın varlığına da inanmıyorum.
Bundan dolayı konuyu kadere bırakmaya karar verdim
Eğer aşık olursam, senin yanında kalmak için hiç bir sebebim kalmaz.
Eğer olamazsam hep istediğim mutlu huzurlu ve eğlenceli hayata kavuşurum.
Sonuçta her şeyini bilen bir arkadaşınla koca bir ömür geçirmekten daha iyi ne olabilir ki?
Umarım bu mektubu sana vermeme gerek kalmaz demeyeceğim.
Bencil olmayı çok önceden öğrendim.
Tüm kalbimle bu mektubu sana vermeyi diliyorum.
Tüm kalbimle aşık olmayı diliyorum
Bencil olduğum için affet beni...
Bundan sonra senin için yapabileceğim tek şey, kararım bu kadar kesinken bile, seni üzmemek için bu durumu gittiği yere kadar götürmek olabilir.
Seni üzmeden yanında kalmayı becerebilirsem tabii.
Şu saatten sonra sana aşık olabileceğimi de zannetmiyorum gerçi
Yine de umut işte
Belki bir gün umduğum gibi severim seni...
11 notes · View notes
beyzben · 3 years
Text
Dikkat uzun post! geç geç geç 🏃🏃
insanların zihinlerinde çok garip şeyler oluyor buna eminim. "normal" kelimesi anlamsız gelmeye başladı. kimse normal değil. ama tuhaflaşırken bile bazı sınırlarımız var. insanlık mı demeliyiz buna? emin değilim. vahşice olan her davranışı ve düşünceyi "insanlık dışı" diye sınıflandırıyoruz. iyi de bunu nereden biliyoruz ya da kim karar verdi buna? bir davranışın/düşüncenin insan olmaya yakışıp yakışmadığını kim denetliyor? şüphesiz sorunun cevabı ucundan kıyısından toplum ya da kullanmayı sevdiğimiz tabirle elalem olgusuna değecek. mantıklı. örneklere bakalım.
şu anda içinde yaşadığımız toplumda siyahi insanları ayrıştırmak, değersiz görmek ve seni ırkçı yapacak her davranış insanlık dışı, ırkçılar hariç toplumun ortak görüşü bu. fakat geçmişte bu insanlar 'insanat bahçelerinde' sergileniyordu. büzülebilir bir eşyaymış gibi yatay, dikey ya da çapraz konumlarda gemilere depolanıp denizötesine köle olarak satılmaya götürülüyordu. şimdi dönüp bu davranışlara 'insanlık dışı' diyebiliyoruz da o zamanki toplum diyebiliyor muydu? bu işi böyle görmedikleri belli. yoksa niye aileler haftasonları çocuklarının ellerini tutup insanat bahçelerine götürüp kafesin içindeki siyahi çocuklarla fotoğraf çektirsinler ki? hadi ailecek insanlık dışı bir haftasonu geçirelim. pff.
bu zamanla değişen toplumla beraber 'insanlık' kavramının da değişimine örnekti. bir de coğrafyayı işin içine katalım. şu anda bazı afrika ülkelerindeki insanlar kendilerinden farklı olarak bembeyaz doğan albino çocukları öldürmeyi ya da uzuvlarını kesmeyi 'yapılması gereken' bir şey olarak görüyor. dünyanın geri kalanında çoğunluk bunun insanlık dışı olduğunu söyleyecektir. fakat o insanlar için böyle değil işte. ona göre o çocuk uğursuz ve cezalandırılmalı ya da niyetleri her neyse işte. niyetleri kadar başlarına taş düşsün bu arada.
tarihe tekrar dönüp ikinci dünya savaşına bakalım mı? anasını seveyim nazilerin 'bilimsel deneylerinden' daha korkunç korku filmi senaryosu bile yazılamamıştır. daha ne olsun çünkü yani. bir tık üstü ne ki bunun. ya da atom bombası felaketi. göya medeniyetin simgesi amerika bundan yaklaşık yetmiş sene önce içinde az önce doğmuş bebeklerin, savaşın ne olduğunu bile bilmeyen mini mini çocukların, genç/yaşlı milyonlarca insanın, konudan tamamen bağımsız milyonlarca canlının olduğu iki şehrin saniyeler içinde yok olmasını -sanki hiç var olmamış gibi dünyadan silinmesini- sağladı. bu davranışlar insanlık dışı, şu anda kuşkusuz. belki o zaman da öyleydi. ama savaşta her şey mübahtı? anasını seveyim savaşta her şey mühatır cümlesi insanlığa dahil mi şimdi? bu saçmalığın boyutu beni aşar.
mesela şimdilerde bile canımızı çok sıkan hayvanat bahçeleri gelecekte torunlarımız tarafından bizim şimdilerde insanat bahçelerini gördüğümüz gibi mi görülecek? onlar da çocukken bilinçsizce görürülüp çektirildiğimiz maymun kafesinin önündeki fotoğrafa bizim şimdilerde insanat bahçelerindeki minicik kafesin içinde oturan küçük çocuğa baktığımız gibi mide bulantısı ve kalp sancısıyla mı bakacak? umarım öyle yaparlar tabii ama, asıl nokta şu, sen o fotoğraftaki 'insanlık dışı' unsursun. tuhaf değil mi?
şimdilerde gündemimizde hayvan hakları diye bir şey var. onlara sahip olma, düzgünce ilgilenme, kendi hastanelerine götürme, zarar verdiğinde cezasını çekme gibi kanunlarımız yazılıyor yavaş yavaş. gerçi biraz fazla yavaş :/ ama düşünsene bunu 200 yıl önce yaşayan birine anlattığını. seni deli diye akıl hastanesine kapatmazlarsa ben de bir şey bilmiyorum. insanlar 'sevgisiyle' evcilleştirmedi mi bu hayvanları? en başından beri onları seviyorduk. çoğunluğumuz yani. geçmişte de hayvanına saygı duyan onu koruyan insanlar olmuştur kesin. fakat o insanlar için bile hayvanları koruma kanunu saçmalıktı. gelecekteyse anayasasında bu kanunlara yer vermeyen ülkeler geri kalmış sayılacak.
peki bu iyileştiğimiz için mi? her şey cahillikle mi alakalıydı? atalarımız sahiden de o kadar cahil miydi? biz gerçekten yeterli zihin olgunluğa ulaştığımız için mi bu konularda ileri gidiyoruz? anasını seveyim ileri gidiyor muyuz ki? bana sadece şekil değiştiriyormuşuz gibi geliyor.
bu konu akılla alakalı olamaz. geçmişte de zeki insanlar vardı. vicdanla alakalı olamaz. geçmişte de vicdanlı insanlar vardı. geleneklerle alakalı olabilir ama bir yere kadar çünkü o gelenekleri başlatan ve sonlandıran birileri vardı. bu da o insanların aklını ve vicdanını yeniden denkleme sokar.
konu belki de bizzat akıl ya da vicdan değil bunların evrimidir. belki iki asır önceki 150 IQ'lu insan ile şimdiki aynı şey değildir.
kesin bir cevap verilemez sanırım. ya da ben veremiyorum. ama şimdilik kendi çapımda ulaştığım en mantıklı sonuç aklın evrimleşmesi fikri. vicdan da evrimleşiyor olabilir ama sonuçta onun da ucu akla bağlı değil mi? ne oluyorsa beynin içinde oluyor.
bakalım gelecek zihinler neye benzeyecek.
2 notes · View notes