Heavenly Blessing – 175. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 175: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor
Onun bu kadar alındığını görünce Xie Lian kafa yordu ve yol gösterici bir tavır almaya karar verdi. “Aslında, o kadar da abartılacak bir şey değil…”
Mu Qing dudak büktü. “Haklı olduğumu biliyordum! Eğlendin mi? Benim rol yapmamı izlemek hoşuna gitti mi? HA???”
Artık birbirlerine karşı dürüst oldukları için, yepyeni ama gerçek bir tavırla saldırıyordu. Diğer kenardaki Nan Feng, hayır, Feng Xin de ilk başta utanmış görünmüştü ama artık Mu Qing’i dinlemeye dayanamıyordu. “Laflarına dikkat et!”
Mu Qing solgun yüzlü ve utangaç birisiydi, kanın başına sıçradığını görmek çok kolaydı ve şimdi tüm yüzü kızarmıştı. Başını hızla ona çevirdi. “Neye dikkat edeyim? Seninle de dalga geçtiğini unutma! Ben senin kadar cömert değilim, bunca zaman birisinin eğlendirip sonra şikayet etmeden duramam!”
“Kendinizi rezil etmenizi falan izliyor değildim.” Dedi Xie Lian.
Feng Xin de ekledi. “İnsanları kendin kadar dar fikirli sanma. Bulaştığım boktan işler seni Cennet’in Hapishanesine attığı zaman bile Ekselansları sana yardım etmeye çalıştı…”
“HA! Vay be, çok teşekkürler. Ama benim hapse düşmemin tek sorumlusu senin oğlundu! NE! DÖVÜŞMEK Mİ İSTİYORSUN?! OĞLUN OLMASINDAN KORKMUYORSUN DA BAHSİNİN GEÇMESİNDEN Mİ KORKUYORSUN??”
Oğlunun konusunu açtığı için Feng Xin sahiden ona bir tane geçirmek istiyordu. Ne yazık ki üçü de örümcek ağlarıyla sarılmış durumdaydılar, bu nedenle kılını bile kımıldatamıyordu ve tek yapabilecekleri birbirlerine küfretmekti, tüm nezaket kuralları ve zarafetleri yok olmuştu.
Xie Lian Feng Xin’in yüzünün öfkeden kızarmaya başladığını fark etmişti ve kendisini kaybettiği anda savaş tanrılığını bırakıp sokak ağız dalaşlarına düşeceklerinden korkuyordu. Bu nedenle biraz kımıldandı, birkaç kez döndü ve Mu Qing’in yanına gitti. “Mu Qing, Mu Qing? Biraz dönebilir misin?”
Mu Qing bağırmayı bıraktı ve bir nefes aldı. “Ne istiyorsun?”
“Feng Xin çok uzakta, oraya kadar gidemem, ama bu örümcek ağları dişlerle kesilebildiğine göre deneyip senin ellerini serbest bırakmaya çalışacağım.” Diye açıkladı Xie Lian.
Mu Qing bir an ona ters ters baktı, yüz ifadesi bir anda cenneti izleyen ölü bir balık kadar soğuk hale gelmişti. “Hayır teşekkürler.”
“Sahiden yardım etmek istiyorum.” Dedi Xie Lian çaresiz bir şekilde.
“Ekselansları bin altınlık bir beden taşıyor, yüceliğini böyle bir şeyle lekeleyemem.” Dedi Mu Qing soğuk bir şekilde.
Feng Xin küfretti. “NE SAÇMALIYORSUN SEN! BÖYLE BİR DURUMDA BİLE KİNAYELİ KONUŞMASAN OLMUYOR MU?? SANA YARDIM EDİYOR, SENİ KURTARMAYA ÇALIŞIYOR, SANA NASIL BİR BORCU OLABİLİR HA?!”
Mu Qing başını kaldırdı. “Kim ondan yardım istedi? Xie Lian! Her seferinde böyle şartlarda mı karşılaşmak zorundayız??”
Xie Lian geriledi ve aniden belli belirsiz bir şekilde uzun zaman önce Mu Qing’in ona aynı soruyu sorduğunu hatırladı. O zaman ne cevap vermişti? Hatırlamıyordu.
“Böyle zamanlarda gelmem bir problem mi?”
Mu Qing sırt üstü uzandı. “Her şekilde, senin yardımına ihtiyacım yok.”
“Neden?” Xie Lian sorguladı. “Bazen ayağa kalkmak için başkalarından yardım almamız gerekir.”
“Onunla nefesini tüketme.” Dedi Feng Xin. “Sadece bir gösteriş budalası, senden yardım alırsa utanacağını düşünüyor.”
Mu Qing ve Feng Xin bir yanda birbirlerine düşmüşken, diğer tarafta hayalet kelebek Xie Lian’ın yanında sakince dans etmekteydi, soluk ışığıyla parlıyordu, acele etmiyor ve sakindi. Bu da Xie Lian’ın aklına bir şey gelmesine neden olmuştu, bu yüzden hemen konuyu değiştirdi. “Kavga etmeyi kesin, ikinizde. Eğer başkaları sizi böyle görürse artık komik olmaz. Birazdan birisi bizi almaya gelecek.”
Mu Qing alayla güldü. “Bu cehennemde ne cennet ne dünya sesimizi duyar, bizi kurtarmaya kim gelecek? Tabi bir…”
Sözlerini bitiremeden aklına birisi gelmişti ve düşüncesini sonlandıramadan ansızın durdu.
Feng Xin ise doğrudan sordu. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru yanında mı?”
Mu Qing şüpheliydi. “Ona bu kadar mı güveniyorsun? Geleceğinden emin misin?”
Xie Lian emindi. “Gelecek.”
Her ne kadar Hua Cheng tüm yol boyunca tuhaf davranmış olsa da, ve birkaç kez de onun sahte Hua Cheng olduğunu düşünmüşse de, içgüdüleri ona bunun imkansız olduğunu söylüyordu.
Mu Qing ekledi. “Gelse bile, bu mağarayı bulabilir mi?”
Feng Xin öneride bulundu. “Neden biraz bağırmıyoruz? Ne kadar çok kişi bağırırsak sesimiz o kadar gider.”
“Gerek yok.” Dedi Xie Lian. “Sadece oturup bekleyeceğiz. Hayır, uzanıp bekleyin. Hua Cheng ve beni bağlayan kırmızı bir ip var…”
Cümlesini tamamlayamadan Feng Xin ve Mu Qing’in yüzlerinin titrediğini gördü, sanki kulaklarına böcek kaçmış gibiydiler.
“…Neyiniz var?” Diye sordu Xie Lian. “Yanlış anlamayın. Bahsettiğim kırmızı ip ‘kaderin kırmızı ipi’ gibi bir şey değil, bir ruhani eşya. Sadece bir ruhani eşya.”
Ancak o zaman yüzleri tekrar normale döndü.
Feng Xin cevapladı. “Ah, anlıyorum.”
Diğer yandan Mu Qing ise şüpheliydi. “Ne tür bir ruhani eşya bu? Ne işe yarıyor?”
“Oldukça faydalı bir şey.” Dedi Xie Lian. “Her ikimizin de ellerine görünmez bir şekilde bağlanmış kırmızı bir ip. Birbirimizi bulmak için kırmızı düğümü kullanabiliyoruz, diğer taraftaki kişi nefes aldığı sürece ip hiç kopmuyor…”
Sözlerini tamamlayamadan, ikisi de daha fazla dinlemeye dayanamayarak lafını kestiler.
“BUNUN ‘KADERİN KIRMIZI İPİ’NDEN NE FARKI VAR? TAM OLARAK AYNI ŞEYLER!”
Xie Lian şaşırdı. “Hayır, hiç sanmıyorum… farklılar!”
“Biraz düşün lütfen, nesi farklı? Tamı tamına aynı şey, değil mi?!” Mu Qing haykırdı.
Xie Lian bir süre düşündü ve bunun doğru olduğunu fark etti! Düşünmeye devam ettikçe bu ruhani eşyanın anlamı ve fonksiyonun ‘kaderin kırmızı ipi’yle oldukça benzer olduğunu anlıyordu. Tam kafa yormaya devam edecekti ki yukarıdan bir ses yükseldi.
“Gege? Aşağıda mısın?”
Sesi duyduğu anda Xie Lian rahatladığını hissetti ve hemen başını kaldırdı. “SAN LANG! BURADAYIM!” Ardından çukurdaki diğer ikisine döndü. “Gördünüz mü? Size gelecek demiştim.”
Onun ne kadar mutlu göründüğü fark edince, hem Feng Xin’in hem Mu Qing’in yüzü karmaşık bir hal almıştı. Hua Cheng başını çukura uzatmamıştı ama hepsi onun çaresiz sesini duyabiliyorlardı. “Gege, sana koşma demiştim. Şimdi ne yapacağız.”
Onun ses tonunu duyunca Xie Lian şaşırdı ve sevinci kursağında kaldı. “Ne? Bu örümcek ağı o kadar güçlü mü? E-Ming kesemez mi?”
Sanki Hua Cheng’in kısık bir sesle “Zor olan ağ değil…” Dediğini duyar gibi olmuştu ama emin değildi.
Kısa bir süre sonra Hua Cheng yumuşak bir sesle konuştu. “E-Ming şu anda iyi bir durumda değil.”
Xie Lian bunu tuhaf bulmuştu, E-Ming en son gördüğünde gayet iyi ve enerjiyle dolu değil miydi? Nasıl şimdi kötüydü?
Hemen yanında Mu Qing homurdandı. “Artık sormana gerek yok. Nasıl E-Ming’i kötü bir durumda olabilir ki? Açık açık bahane üretiyor.”
“Öyle söyleme.” Dedi Xie Lian.
E-Ming’in cezalı olduğunu ve Hua Cheng’in onun dışarıya çıkmasına izin vermediğini düşünmek daha makul geliyordu. Tam aklından bunlar geçerken yukarıda siyah bir gölge belirdi ve bir an sonra kırmızıya bürünmüş bir figür Xie Lian’ın hemen yanına sessizce indi ve elini tutmak üzere uzandı.
Xie Lian bakışlarını ona çevirdi ve aceleyle konuştu. “San Lang, neden sen de atladın? Örümcek ağlarına dikkat et!”
Sahiden de çukurun dibindeki beyaz ipek iplikler saldırıya geçmişlerdi. Hua Cheng başını çevirmeye bile tenezzül etmedi. Öylesine elini salladı ve yüzlerce hayalet kelebek belirerek arkasını korudu, kelebeklerden bir zırh oluşturmuş ve yorulmadan örümcek ağlarıyla savaşıyorlardı. Hua Cheng, Xie Lian’ı saran beyaz ipek bağları kesti ve sol kolunu onun beline doladı, sağ elinde ise kırmızı şemsiye belirdi.
“Hadi gidelim!”
Geride kalan ikili ise onları kurtarmaya hiç niyeti olmadığını fark ettiler ve şaşkına döndüler. “İkiniz bir şey unutmadınız mı?”
Xie Lian daha konuşamadan Hua Cheng arkasını döndü. “Ah, sahi.”
Ardından sımsıkı sarılmış Fang Xin doğrudan eline uçtu. Hua Cheng kılıcı Xie Lian’a uzattı. “Gege, kılıcın.”
“…”
Unuttuğu bu muydu?
Feng Xin ve Mu Qing aynı anda haykırdılar. “HEY!!!”
Hua Cheng Xie Lian’ı daha da yakınına çekti, sağ elini savurarak şemsiyeyi açtı. “Gege, sıkı tutun.”
Ve şemsiye yükselmeye başladı, ikisini yukarıya taşıyordu. Xie Lian söylendiği üzere ona sımsıkı tutundu ve tam yerden altı metre kadar yükselmişlerdi ki diğer ikisinin haykırışları yükseldi ve Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. “Unutmadım!”
Ardından sağ eliyle RuoYe’yi serbest bıraktı. İpek sargı kendisini iki devasa kozaya birkaç kez sardı ve onları da beraberlerinde çukurdan çıkarttı. Yarı yolda Feng Xin seslendi. “BEKLE! Bekle! Geride bir şey bıraktım!”
“Ne?” Dedi Xie Lian.
“Bir kılıç!” Feng Xin haykırdı. “Köşeye düştü!”
Xie Lian aşağıya baktı ve sahiden köşedeki beyaz ipeklerin arasında bir kılıç kabzanın durduğunu gördü. Bu nedenle RuoYe’nin biraz daha uzamasını sağlayarak kılıcı da sardırdı, onu da beraberlerinde getirdi. En sonunda dördü de yüzeye varmışlardı.
RuoYe iki koca kozayı yere bıraktı ve kendisini hemen Xie Lian’ın kollarına doladı, hafifçe titriyordu, sanki beyaz ipeğin kendisine çok benzemesinden ama çok saldırgan ve kötü olmasından korkmuş gibiydi. Xie Lian Fang Xin ile diğer ikisini serbest bırakırken onu sakinleştirdi. Feng Xin ve Mu Qing hareket edebilmeye başladıkları zaman ikisi de ayağa fırladılar ve ağlardan geriye kalanlardan kurtuldular. Xie Lian RuoYe’nin yukarıya çıkardığı kılıcı Feng Xin’e uzattı ama aşağıya baktığı zaman şaşkına dönmüştü. “Bu… HongJing mi? Nan Feng, generalin kılıcı tamir mi etti?”
Farkında olmadan konuşmuştu, ama kelimeler dudaklarından döküldüğü anda ne kadar yanlış olduklarını fark etmişti. Feng Xin ve Mu Qing hala ‘Nan Feng’ ve ‘Fu Yao’ formundaydılar, bu nedenle Xie Lian bir anlığına kimliklerinin ifşa olduğunu unutarak rol yapmaya devam etmişti. Esas amacı düşünceli davranmak olsa da, bu düşünceli davranışın etkisi hiçte olumlu olmamıştı ve her ikisi de tuhaf bir sessizliğe gömüldüler.
Feng Xin yüzünde beliren ifade ve utanmışlık hissini gizleyemiyordu. Gerçek haline büründü ve kılıcı aldı. “…Evet, tamir edildi. Tong Lu Dağında pek çok hayalet var sonuçta, onu kullanmak işleri kolaylaştırıyor.”
Xie Lian hemen yanında durmakta olan HongJing’in parçalanma sebebine baktı ve hafifçe boğazını temizledi. “Zahmet verdiğim için üzgünüm.”
Sonuçta, paramparça olmuş bir kılıcı onarmak hiçte kolay bir iş değildi.
Mu Qing de kendi gerçek görüntüsünü aldı ve geriye kalan örümcek ağlarını uzaklaştırdı. “Tamir olması iyi bir şey. Sonuçta pek çok canavar ve iblis kendisini gizler, bu nedenle kişi eğer aklını kullanamıyorsa tek umudu HongJing’le kandırılmaktan korunmak olur.”
Feng Xin sinirlendi. “Sen kime pasif-agresif halinle aptal diyorsun? Anlayamaz mıyım sanıyorsun?”
Yine başlamışlardı. Xie Lian başını iki yana salladı ve Hua Cheng’e döndü. “San Lang, öncesinde çok hızlı koştum, seni geride bıraktığım için üzgünüm.”
Hua Cheng şemsiyeyi kaldırdı ve cevapladı. “Endişelenme. Gege bir daha öyle kaçmadığı sürece sorun yok.”
Xie Lian sırıttı, ama tam konuşacaktı ki aniden Mu Qing’in Hua Cheng’e doğru baktığını gördü. Bakışları durdu ve onda sabitlendi, yüzünde tuhaf bir ifade vardı.
Bu nedenle Xie Lian yön değiştirdi. “Mu Qing? Sorun ne?”
Sorusunu duyunca Mu Qing hemen kendine geldi ve ona bir bakış attı. “Hiç. Çiçeğe Uzanan Kan Yağmurunu daha önce hiç böyle görmemiştim bu yüzden merak ettim, hepsi bu.”
Xie Lian onun açıklamasına inanmıyordu. Her ne kadar bu sahiden Mu Qing’i Hua Cheng’in gerçek halini ilk görüşü olsa da, Hua Cheng’in on altılı yaşlardaki halini görmemiş değildi, o zaman da çok farklı görünmüyordu. Neden öyle bakmıştı ki?
Dördü mağaradan ayrıldılar ve sadece birkaç adım sonra Feng Xin şaşkına dönmüştü. “…Bu yer de ne böyle?”
Mu Qing de donmuştu. “Neler oluyor?”
İkisi ağlı çukurun içinde hapsolmuşlardı bu nedenle de çevrelerini incelemeye hiç fırsatları olmamıştı. Bu nedenle de dışarıya çıktıkları gibi kendilerini karlı dağın altında, son derece gizemli, hatta uhrevi ilahi heykellerle dolu bir mağarada bulunca çok şaşırmışlardı.
“Burası On Bin Tanrının Mağarası.” Diye açıkladı Xie Lian.
Mu Qing etrafı inceledi ve mırıldandı. “Böyle bir yeri inşa etmek kim bilir kaç yıl, ne kadar kan ve ter aldı. Burası sahiden… sahiden…”
Tanımlamak için bir kelime bulmakta zorlanır gibiydi. Xie Lian onu anlayabiliyordu. Sonuçta kendini geliştirmek ve tanrılara tapınmak için adanmış bir taş mağaraydılar, ve geçmişte ailesi de Xie Lian’ın bu tür mağaralar inşa etmişti. Hangi cennet mensubu böylesine devasa bir On Bin Tanrı Mağarası karşısında şaşırmazdı ki? Böyle bir yerde kendi heykellerine tapınılsaydı, ilahi güçlerinde müthiş bir fark yaratırdı.
Feng Xin şaşkındı. “Bu mağarada hangi tanrıya tapınılıyor? Neden hepsinin yüzleri örtülü?”
“Doğal olarak, buraya gelenlerin görmesine engel olmak için.” Diye cevapladı Xie Lian.
“Bu tuhaf işte.” Dedi Mu Qing. “Heykellerin kafalarını yok edebilecekken neden bunca zahmete girilmiş? Eğer sahiden görmek istersen böyle ince tüller hiçbir engel teşkil etmez.”
Konuşurken sahiden en yakındaki ilahi heykelin yüzünü görmek üzere hareketlenmişti. Xie Lian daha onu durdurmaya fırsat bulamadan, Mu Qing’in parmaklarının bir santim kenarında gümüş bir bıçağın ucu belirdi.
Bu ani öldürme isteği dördünün etrafındaki havayı bir anda değiştirmişti.
Feng Xin tetikteydi. “Ne yapıyorsun sen?”
Önündeki kılıç karşısında bile Mu Qing korkmuş görünmüyordu. “Eğri kılıcın gayet iyi görünüyor, öncesinde neden ‘iyi değil’ demiştin?”
Hua Cheng hemen arkasındaydı ve tembelce konuştu. “Kimse sana başka insanların bölgesindeki eşyalara kafana göre dokunmaman gerektiğini söylemedi mi?”
“Burası sana ait değil, neyin adaletini arıyorsun?” Mu Qing karşı çıktı.
Hua Cheng düz bir şekilde konuştu. “Gereksiz sorunlar çıkmasını istemiyorum sadece. Tong Lu Dağındayız sonuçta, tüller kaldırılırsa neler olacağını kim bilebilir.”
“Günün birinde Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru gibi küstah bir kişinin gereksiz sorunlara yol açmaktan korkacağını söyleseler hayatta inanmazdım.” Dedi Mu Qing.
Ardından eli aşağıya indi, bu kez de heykelin cübbesine dokunmaya çalışıyordu. E-Ming hemen ardından gitmiş ve bir kez daha onu tehdit ediyordu. “Bu kez sadece heykelin neyden yapıldığını incelemeye çalışıyorum, tülü kaldırmayacağım, neden Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru beni yine durdurmaya çalışıyor?” Mu Qing sorguladı.
Hua Cheng sahte bir şekilde gülümsedi. “Sorun çıkartmana engel oluyorum.”
Xie Lian ikisinin arasına girdi ve konuştu. “Durun, durun. Burada tapınılan tanrının kim olduğunu bilmemize gerek yok. Uzun süre burada oyalanmamalıyız, hadi gidelim. Unutmayın, hala bir görevimiz var.”
Hua Cheng Mu Qing’in eline bakıyordu. “Gege böyle dediyse, o zaman hepimiz ellerimizi çekip yola koyulalım.”
“Mu Qing, geri çekil, olur mu?” Xie Lian neredeyse yalvaracaktı.
Mu Qing ona ters ters baktı. “Delirdin mi sen? Neden önce o geri çekilmiyor? Ya ben geri çekildiğimde o hamle yaparsa?”
Bir cennet mensubu ve hayalet söz konusu olunca, Feng Xin doğal olarak cennet mensubunun tarafını tutmayı seçmişti. “En azından her iki taraf aynı anda geriye çekilmeliler.”
Hua Cheng hiçte geri adım atacakmış gibi görünmeyerek onayladı. “Nasıl istersen.”
İkisinin de geri çekilmeyeceğini fark eden Xie Lian bir elini Mu Qing’in koluna koydu ve nazik bir şekilde teşvik etti. “Mu Qing, bırak hadi. Sonuçta, ilk öne çıkan sendin, bu yüzden ilk geriye çekilen de sen olmalısın, tamam mı? Bunu bana bir iyilik yapıyormuşsun gibi düşünsen? Sana söz veriyorum sen geri çekildiğinde San Lang da sözünü tutacak.”
Mu Qing her ne kadar istekli olmasa da, bir süre tereddütte kaldıktan sonra yavaşça elini indirdi ve böylece tekrar yola koyuldular. En sonunda gerginlik gevşemişti ve Xie Lian da rahat bir nefes almıştı. Bu esnada ise bir diğer çatala ulaşmışlardı ve Hua Cheng’e döndü. “Bu kez hangi taraftan gitmeliyiz sence?”
Hua Cheng öylesine seçmiş gibi göründü. “Bu taraftan.”
Feng Xin ve Mu Qing hemen arkalarındaydı ve görünüşe göre tekrar birbirlerinin boğazına atlamak üzereydiler, ama laf dalaşlarına ara verdiler, Mu Qing buyurdu. “Nasıl seçtiğiniz? Neden bu taraftan?”
Öndeki ikili başlarını çevirdi. “Rasgele seçtik.”
Feng Xin kaşlarını çattı. “Nasıl rasgele seçersiniz? Körlemesine gitmeyelim yoksa başka bir çukura düşeriz.”
Hua Cheng gülümsedi. “Eğer çukura düşsek bile ben Ekselanslarını kurtarmak için bir yol bulurum. İsterseniz takip edin, eğer istemezseniz kendi başınıza gidebilirsiniz. Ama dürüst olmam gerekirse, sizi bir daha kurtarmak istemiyorum.”
“SENİ –!”
Ama Hua Cheng böyle konuşurdu. Yüzünde her ne kadar bir gülümseme olsa da, her ne kadar sesi son derece nazik olsa da, kulağa inanılmaz sahte geliyordu. O sahte gülümsemesi büyüdükçe de, insanlar daha da kadar sinirleniyordu, öyle ki Feng Xin yayına bir ok sürmüştü.
Xie Lian onun sahiden oku bırakmayacağını biliyordu. “Kusura bakma Feng Xin. Ama şu anki durumumuzda hangi yönü seçtiğimiz bir şey değiştirmiyor.”
Hua Cheng içten bir şekilde güldü. “Aah, çok korktum. Sanırım en iyisi sizden uzak durmam olacak.”
Xie Lian’a kaşlarını kaldırdı ve sahiden de biraz uzaklaştı. Xie Lian diğer ikisini geride bırakmaya çalıştığını biliyordu ve gülümseyerek başını iki yana salladı, peşinden gitmeye hazırdı ki aniden Mu Qing uzandı ve onu tutarak durdurdu. Xie Lian arkasına baktı, şaşkındı. “Mu Qing? Sorun ne?”
Ancak beklenmedik bir şekilde Mu Qing cevap vermedi. Xie Lian’ı tuttu de doğrudan diğer yola doğru koştu, bağırdı. “ŞİMDİ!”
Önlerindeki Hua Cheng de bir tuhaflık olduğunu fark etmiş ve bakmak için dönmüştü. Ancak Feng Xin çoktan duvara bir yumruk atmış ve kayalar düşerken gürlemeye başlamıştı, yol tamamen kapatılmıştı. İkisi hızla öne çıktılar ve göz açıp kapayıncaya dek kayaları tılsımlarla örtmüşlerdi. Böylece de Hua Cheng ve diğer üçü kaya yığınlarıyla birbirlerinden ayrılmışlardı.
Görünüşe göre ikisi biraz önce arkalarında kavga etmiyor, nasıl saldıracaklarını planlıyorlardı! Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Siz ne yapıyorsunuz?”
Kıvranarak Mu Qing’in elinden kurtuldu, arkalarında kalmış Hua Cheng’i kontrol etmek istiyordu ama Feng Xin onu durdurdu. Mu Qing’le birlikte ikisi de birer kolundan tutarak onu sürüklemeye başladılar, koşuyorlardı.
Feng Xin bağırdı. “Hadi çabuk ol, çabuk! Tılsımlar uzun süre dayanmaz!”
Mu Qing azarladı. “Ve ne yaptığımızı sormak zorunda mısın? Ne kadar tuhaf davrandığını fark etmemiş miydin?”
“Nasıl tuhaf?” Diye sordu Xie Lian.
“Bence sahiden inanılmaz aptallaştın. Her tarafı tuhaftı, kör olan sendin!” Diye haykırdı Mu Qing.
Feng Xin kükredi. “KONUŞMAYI KES VE KOŞ!!! SİKTİR, SANIRIM HAYALET KELEBEKLER BİZE YETİŞTİ!”
Mu Qing bağırdı. “MAĞARA GİRİŞİNİ KAPAT!”
Böylece Feng Xin koşarken yumruk attı ve pek çok mağara girişi tümüyle devasa kayalarla yıkıldı. İkisi Xie Lian’ı sürüklediler ve sonsuz uzunluktaki yeraltı koridorlarında koşmaya devam ettiler ve Xie Lian’ın tüm bu olanlardan başı dönmeye başlamıştı.
Bağırdı. “DURUN! DURUN!”
Bu kadar uzun bir süre koştuktan sonra ikisi en sonunda nefeslenmek için durdular.
Fırsattan istifade eden Xie Lian hemen konuştu. “Hayır, demek istediğim, ikiniz neden beni aniden kaçırıyorsunuz? Bir şey mi fark ettiniz?”
Feng Xin’in iki eli de hala dizlerindeydi, soluk soluğa kalmıştı. “Bir daha, anlatsın.”
Mu Qing doğruldu ve Xie Lian’a döndü. “Bu kadar bariz ama göremiyor musun? O inci! İnciyi hatırlıyor musun?”
“Ne incisi?” Dedi Xie Lian.
Mu Qing her kelimeyi vurguladı. “ShangYuan Kutsal Töreninde Tanrıyı Memnun Eden Savaşçı kostümünün bir parçası olan koyu mercan kırmızısı inci küpeler, senin tekini kaybettiğin!”
“…”
Xie Lian uzunca bir süre duraksadı ama hala hatırlayamıyordu, kulak memesini çekiştirdi, kaybolmuş gibiydi. “O zamanki küpelerin koyu mercan kırmızısı mıydı? Birini kayıp mı ettim?”
Mu Qing’in dudaklarının kenarı titredi ve öfkeyle konuştu. “Küpeni çalmakla beni bile suçlamıştın, böyle bir şeyi nasıl unutursun?”
“Sekiz yüz sene geçti sonuçta…” Diye başladı Xie Lian, ama Feng Xin onu susturdu. “Bir şeyler saçmalamayı bırak, kimse seni suçlamadı, kendi kendine bir şeyler hayal eden sendin!”
Xie Lian ellerini salladı. “Kavga etmeyin, kavga etmeyin. Neden bir anda inciden bahsetmeye başladınız?”
“Çünkü inci bulundu!” Diye haykırdı Mu Qing. “Hua Cheng’in saçındaki kırmızı mercanı görmedin mi?”
Xie Lian’ın gözleri ardına dek açıldı. “Yoksa demek istediğin…”
Mu Qing emindi. “Evet!”
“…”
Demek bu yüzden Mu Qing öncesinde Hua Cheng’i gördüğü zaman tuhaf davranmıştı.
Xie Lian sorguladı. “Mercan incinin onda ne işi var? Yanlış hatırlıyor olmayasın?”
Mu Qing sözünü bıçakla kesti. “Bütün bir sene boyunca o küpeyi her yerde aradım ve hiç pes etmedim. Herkes yanlış hatırlayabilir ama ben asla!”
Xie Lian kollarını bağladı ve ellerini kol yenlerine soktu, düşünüyordu, kaşları çatılmıştı. “Yine de yanıldığını düşünüyorum. İncinin onda olmasının hiçbir nedeni olamaz sonuçta? Yüksek kalitedeki incilerin hepsi birbirine benzemez mi? Ayrıca San Lang ender hazineleri toplamayı sever. Binlerce yaşında antikaları bile var.”
Mu Qing başını salladı. “Peki. Tamam. Yanıldığımı mı düşünüyorsun? Peki. O zaman şuna bak.”
Bir kutsal heykelin yanında duruyordu ve konuşurken, aniden heykelin yüzündeki tülü çekti. “Neden heykele bir bakmıyorsun? Bu konuda da mı yanılıyorum yoksa!”
Tül düştüğü anda Xie Lian bir bakış attı ve gözleri ardına dek açıldı.
İlahi heykelin yüzü ne deforme ne de korkunçtu. Neşeli genç bir adamın gülümsemesini taşıyordu, kaşları nazik ve kibardı. Ancak Xie Lian yüzü gördüğü anda iliklerine dek ürpermiş ve tüyleri diken diken olmuştu.
Nasıl şok olmazdı? Bu yüz Xie Lian’ın kendi yüzünün birebir aynısıydı!
Heykele yakından bakmak, tuhaf bir aynadan kendine bakmaya benziyordu ve kibar olması planlanmış o gülümseme bile şimdi rahatsız ediciydi. Xie Lian ürpermekten kendini alamadı. “Bu…”
Mu Qing soğuk bir şekilde konuştu. “Bana yine yanıldığımı mı söyleyeceksin?”
Xie Lian büyük bir zahmetle konuşabildi. “…Burada benim bir kutsal heykelimin ne işi var?”
Mu Qing ise. “Bir tane mi? Sadece bir tane değil. Yakından bak.”
Ardından bir diğer kutsal heykelin tülünü açtı. Bu yüz de hiç şüphesiz Xie Lian’a aitti!
Beş altı tane daha kutsal heykeli açtı, hepsi de birebir aynıydı!
“Burası sahiden On Bin Tanrının Mağarası.” Dedi Mu Qing. “Ama aslında burada sadece tek bir tanrıya tapılıyor!”
Ve o tanrı kendisiydi!
Etrafı kendi yüzleriyle çevrilmişti, Xie Lian gizemli tuhaf bir rüyada gibiydi. Başı o kadar dönüyordu ki bir süreliğine kendine gelemedi ve aniden bir şeyin farkına vardı. “Bekle. Mu Qing. Öncesinde heykelleri görebilmeye fırsatınız olmamıştı, değil mi? Tülü kaldıracaktın ama durdurulmuştun.”
Mu Qing homurdandı. “Heykelin senin olduğunu anlamam için yüzünü görmem gerekmiyor.”
“Nereden anladın peki?” Diye sordu Xie Lian.
Mu Qing ipek tülleri bir top yaparak kenara attı, damarları hafifçe belirginleşmişti. “Nereden mi anladım? Çünkü tüm kıyafetlerin, takıların ve günlük yaşantın eskiden benim sorumluluğumdaydı. Senin için yıkayıp onarıyordum; senin dolabında birbirinin aynısı hiçbir eşya bulunmuyordu, ve bu heykeller inanılmaz detaylı, her şey burada, tümüyle aynı, tümüyle! Elbette kıyafetleri gördüğümde yüzlerin sana ait olduğunu anlayacaktım!”
“…” Xie Lian alnını kapattı ve yol boyunca Hua Cheng’in nasıl tuhaf davrandığını düşündü.
Yanındaki Feng Xin konuştu. “Heykellerin yüzüne bakmamıza izin vermeyişi de bir tuhaflık olduğunu belli ediyordu. Çığ nedeniyle kazara buraya düşmemiz meselesi de muhtemelen bir saçmalıktan ibaret. Burasının ne olduğunu biliyor olmalı.”
Mu Qing ekledi. “Hepsi bu da değil. Bizi örümcek ağlarıyla dolu o çukura atan da o olmalı. Bizi sahiden öldürmeye çalışıyor.”
“Ama… bu heykeller ne için?” Diye merak etti Xie Lian.
Yakından bakınca, her biri heykel sanki canlıymış gibi resmedilmişti, öylesine detaylıydılar ki neredeyse korkutucuydu. Heykeltıraşın ilahi heykeldeki kişiyi ne kadar yakından incelediğini görmek çok kolaydı. Xie Lian geçmişte Xian Le’nin en tanınmış heykeltıraşlarının bile bu kadar muhteşem eserler oraya koyamayacağını düşünüyordu. Heykeltıraşın tüm düşünceleri bu kişi üzerindeydi ve gözleri sadece onu görüyordu.
Üçü aynı yüze sahip heykellerle çevrelenmişlerdi ve Feng Xin şiddetle titredi. “Sahiden… hasiktir… korkunç… çok aşırı gerçekçi.”
Ve çok fazlaydılar da.
“Bence bu heykeller bir tür korkunç bir büyü için gerekiyorlar, onları yok etmemiz gerek.” Dedi Mu Qing.
Ardından birinin parçalamak üzere elini kaldırdı. Xie Lian hemen daldığı düşüncelerden sıyrıldı ve onu durdurdu.
“DUR!”
Mu Qing ona baktı. “Emin misin? Bu büyünün hedefi sensin.”
Xie Lian bir süre düşündü ama nihayetinde konuştu. “Aceleci davranmayalım. Bence kötü bir büyü yapılıyor olma ihtimali oldukça düşük.”
“Bence oldukça yüksek.” Dedi Feng Xin. “Sahiden, hasiktir… bu şeylere bakınca korkmuyor musun?”
Mu Qing Xie Lian’a baktı, ki o da kendisine bakmaktaydı. “Ve bu teorin neye dayanmakta?”
“Hiç.” Dedi Xie Lian. “Ama bu ilahi heykeller oldukça iyi bir şekilde yapılmış, titiz bir şekilde oyulmuş. Hiçbir şey bilmeden onları yok edersek, pişman olabiliriz.”
Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “San Lang… bana bir konuda yalan söylemiş olabilir, ama bence, bana zarar verecek hiçbir şey yapmaz.”
Mu Qing kulaklarına inanamıyordu. “…Zihnini bulandırmak için sana büyü falan mı yaptı? Bence yüzünün ortasına ‘şüpheli’ yazsa bile sen aniden okuma yazmayı unutursun.”
İkisi konuşurlarken, Feng Xin’in yüzü aniden sanki korkunç bir düşmanla karşılaşmış gibi değişti. “DİKKAT ET!”
Xie Lian ve Mu Qing gerildiler. “Ne var?”
“Örümcek ağları yine üzerimize geliyor!” Diye haykırdı Feng Xin.
Sahiden de, avuç meşalesi önlerindeki duvarı aydınlatıyordu ve duvarın üzerinde kalın beyaz iplikler diziliydi. İçlerinden lanet ettikten sonra, kendilerini bir diğer saldırıya hazırladılar. Ancak beklenmedik bir şekilde, sanki çukurdaki saldırgan ipekler onlar değilmiş gibi, bu ipekler ne hareket etti ne saldırdı, sıradan bir iplikten hiçbir farkları yoktu.
Üçü bir süre beklediler, ve Xie Lian konuştu. “Bu ipek ağlar canlı değil gibiler.”
“Eğer canlı değillerse ne işe yarıyorlar?” Diye sorguladı Feng Xin.
Artık Xie Lian’ın da canını sıktıkları için öne çıktı ve bir süre inceledi, ardından onayladı. “Bence bir şeyi koruyorlar.”
Üçü taş duvarın önüne geldiler. Xie Lian çekmeyi denedi ve beyaz ipeklerin büyük bir kısmını yırttı. Beyaz ipek oldukça güçlüydü ve yırtması kolay sayılmazdı, ama imkansız da değildi.
Tüller ilahi heykellerin gerçek yüzünü gizlemişti. Peki taş duvarda ne saklıydı?
Diğer ikisi de ona katılarak ipek ağları yırtmaya başladılar, her biri farklı bir bölgeyi seçmişti. Kısa bir süre sonra Xie Lian’ın tarafındaki taş duvar açılmaya başladı. “Bir duvar resmi!”
Taş duvarın üzerinde, örümcek ağları devasa bir duvar resmini gizliyorlardı. Tüm duvar yüzeyi kalın çizgiler, renkler ve küçük şekillerle sarılıydı. Küçük kısımlara bölünmüşlerdi, her biri farklı bir tarzdaydı; kimisi kaba saba ve vahşiydi, kimisi narin, kimisi seçkin, kimisi ise tuhaftı.
Bir süre inceledikten sonra, Xie Lian konuştu. “…Bunu o çizdi.”
“O mu?” Mu Qing’in sesi yankılandı. “Hua Cheng mi? Emin misin?”
Xie Lian yumuşak bir sesle konuştu. “Evet. Buradaki kelimeler ve şuradakiler, onun tarafından yazılmış.”
Duvardaki kan kırmızısı küçük şekli işaret etti ve hemen yanında bir sürü dağınık, seçilmez çarpık harf vardı, sanki trans halinde veya acı çekerken yazılmış da yazar kendini ifade eder gibiydi. Harflerden yola çıkarak Xie Lian çizilmiş kan kırmızısı şeklinde Hua Cheng’in kendisi olduğunu çıkartmıştı, ama bilinmeyen bir nedenle kendisini son derece çirkin ve çarpık resmetmişti.
Feng Xin bir bakış attı ve yorum yapmaktan kendisini alamadı. “Bu yazı… o kadar çirkin ki gözlerim kanadı. Ben bile ondan daha güzel yazarım.”
Feng Xin’inkinden daha çirkin bir yazı sahiden kurtarılamayacak bir seviyede demekti. Xie Lian’ın gözleri ise tüm o renkler nedeniyle şaşkına dönmüştü; o kadar çok şey vardı ki nereden başlaması gerektiğini bilmiyordu, ama bu yazının Hua Cheng’e ait olduğunu kanıtladıktan sonra aniden devasa bir hazineye kavuşmuş gibiydi, öyle ki parmakları hafifçe titriyordu. Tam bu sırada Mu Qing bir şey keşfetmiş gibiydi ve seslendi. “…Ekselansları, çabuk gel. Gel ve bak!”
Ancak o zaman Xie Lian kendine geldi. “Ne var?”
Feng Xin ve Mu Qing’in çoktan dili tutulmuştu, tek yapabilecekleri duvardaki bir yeri işaret etmekti. Duvar resmi oldukça büyüktü ve tam ortasında yüksek bir kale kulesi vardı. Altında bir grup insan gösterişli bir sahnenin önünde toplanmışlardı. Çizgiler oldukça basitti, ancak sadece birkaç çizikle sahnenin aynısı canlandırılmıştı.
Mu Qing resmin merkezini işaret etti ve titreyen bir sesle konuştu. “Demek… o… oydu?”
Xie Lian da onların baktığı yere odaklanmıştı.
Tüm resim renksizdi ve sadece iki şekil renklendirilmişti. En altta küçük bir şekil vardı, bembeyazdı ve ışıldıyor gibi görünüyordu. Ellerini uzatmış gökyüzüne bakıyordu, kaledeki kuleden düşmekte olan diğer küçük şekli yakalamak üzereydi.
Ve bu küçük şekil kırmızısıydı, kan kırmızısı.
Mu Qing mırıldandı. “…O muydu? O muydu? ShangYuan İlahi Geçit Töreninde kuleden düşen o küçük çocuk? Nasıl o olabilir? İnanamıyorum? Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru? O mu???”
Feng Xin delirmiş gibi vurdu ve diğer tarafı işaret etti. “Dahası da var!”
Xie Lian oraya yürüdü ve diğer resme baktı, bakımsız küçük bir mabet vardı ve sunağın üzerindeki ilahi heykel de soluk beyaz bir ışıkla parlıyordu. Bir elinde bir kılıç vardı ve diğer elinde ise aşağıya doğru eğilmiş kırmızı bir şemsiye. En altta ise çirkin küçük kırmızı şekil, ellerini uzatmış heykele çiçek sunuyordu.
Xie Lian aniden başının ağrıdığını hissetti, elini zonklamaya başlayan şakaklarına götürdü ve bakmaya devam etti.
Bir sonraki resim bir savaş meydanını tasvir ediyordu. Büyük askeri birlikler zırhlarını kuşanmış saldırmaya hazırlardı ve gökyüzünde küçük beyaz bir şekil vardı, bir elinde uzun kılıcıyla güçlü ve göz kamaştırıcıydı. Aşağıda ise karanlık birliklerin arasında bir diğer küçük kırmızı şekil vardı, başını kaldırmış, gökyüzündekine bakıyordu.
Xie Lian düşüncelere gömülmüştü ki Feng Xin’in kuşku dolu sesi çınladı. “Bu kırmızılı, hepsi tek bir kişi değil mi? Hepsi o mu??? Bu Hua Cheng mi? Hasiktir… Bunca zamandır seni mi takip ediyordu?!”
Mu Qing de şaşkın görünüyordu. “Sadece takip etmekle kalmıyor, aynı zamanda izliyor. Çok yakından. Hem de çok. Her yerde! Bak, burası ana cadde, Buyou ormanı, bu ne? BeiZi Tepesi mi? Tanrım… heykelleri de yapan o muydu?!”
Feng Xin duvar resimlerine bakarken artık titremeye başlamıştı. “Sikeyim… o kim? Sekiz yüz yıldır seni mi izliyor?! Ve hala, şimdi bile? Hasiktir! Büyülenmiş falan mı? Ne istiyor amacı ne? Normal inananlar bile böyle şeyler yapmaz, ne istiyor bu??”
“Bir tuzak olmalı… olmalı!” Mu Qing haykırdı. “Bakmaya devam edelim, bir yerlerde bir ipucu olmalı!”
Xie Lian çoktan iliklerine dek sarsılmıştı. Duvardaki küçük kan kırmızısı figüre bakıyor, anlamakta güçlük çekiyordu. Unutmadığı ama hiç üzerinde durmadığı pek çok, pek çok anı olduğunu hissediyordu ve zorla zihnine doluşuyorlardı, o kadar çoklardı ki neredeyse nefes alamıyordu. Tam bu sırada diğer taraftaki ikilinin bağırdığını duydu ve Xie Lian kendine geldi. “Ne oldu?”
Feng Xin ve Mu Qing bir taş duvarın önünde durmuş, son derece berbat bir şey görmüş gibi görünüyorlardı. Xie Lian’ın onlara doğru geldiğini görünce ise Feng Xin hızla döndü ve onu durdurdu, geriye itiyordu. “Siktir, BAKMA!”
“? Ne?” Xie Lian şaşkındı. “Ne var? Neden bakmayayım?”
Mu Qing’in yüzü de karanlıktı. “…Artık bakmayalım. Burada iyi bir şey yok, en hızlı şekilde kaçmamız gerek!”
İkisi de birer koluna girdiler ve tüm yol boyunca koştular. Xie Lian sürüklenirken bir yandan şikayet ediyordu. “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Duvar resimlerinin daha hepsine bakmamıştım!!”
Feng Xin koşarken öfkeyle bağırdı. “ARTIK BAKMANA GEREK YOK! O ŞEYLERİ GÖRMEMELİSİN! SİKEYİM BÖYLE İŞİ! TÜM HAYATIM BOYUNCA HİÇ BÖYLE BİR ŞEY GÖRMEDİM! NASIL BİR İNSAN O!!!”
Xie Lian tümüyle şaşkına dönmüştü. “Ne gördünüz? San Lang ne yapmış?”
Mu Qing azarladı. “NE YAPIYORSUN SEN, NEDEN HALA ONA SAN LANG DİYORSUN? KES ŞUNU! YETERİNCE HIZLI ÇIKARTAMADIK SENİ! ARTIK ONUN YANINA BİLE YAKLAŞMA, O NORMAL DEĞİL, DELİRMİŞ, DELİRMİŞ!!!”
Xie Lian daha fazla dinlemeyecekti. “Neden ona böyle küfrediyorsunuz? Hiçbirimiz tümüyle normal değiliz tamam mı?”
“SORMAYI BIRAK!” Feng Xin haykırdı. “ANLAMIYORSUN! O BİZİM GİBİ DEĞİL! DELİRMİŞ! SANA KARŞI, O, O… O…”
“Bana karşı ne!” Xie Lian bilmek istiyordu. “Lütfen beni bırakın. Geri dönmeme ve kendim görmeme izin verin tamam mı?”
Birisi geri dönmek istiyor diğer ikisi ise tüm güçleriyle çekiyorlardı. Üçü bir anlığına hareket edemediler, ardından önlerinden tüyler ürpertici soğuk bir ses yükseldi.
“Başkasının bölgesindeki eşyalara kafanıza göre dokunmayın dememiş miydim?”
Üçü de dondu ve başlarını çevirdiler. Önlerinde kırmızı bir şekil duruyor. Hua Cheng taş duvara yaslanmış, yollarını kapatmıştı ve gülümsüyordu. “Yoksa neler olacağını kestirmek güç olur.”
Yüzü gülümsüyor olsa da, gözlerinde bir parça neşeden iz yoktu, onun yerine karanlık ve bulanıklardı. Bir eli koluna sarılmıştı , boştaki diğer eli ise tembel bir şekilde küçük bir şeyle oynuyordu.
Bu koyu mercan kırmızısı inciydi, saçındaki küçük bukleye sarılmıştı. Mercanın nazik kırmızı ışıltısı parlak ve göz kamaştırıcıydı, tıpkı parmağındaki kırmızı düğüm gibi.
Çevirmen: Nynaeve
145 notes
·
View notes
umut... yok
13 mayıs 2020 çarşamba
118. Gün
Merhaba;
Açıkçası klavyenin başına geçerken ne yazmam gerektiği hakkında o kadar çok düşündüm ki...
Sanırım insan çok dürüst olması gerektiğinde planlayamıyor söyleyeceklerini.
Sahi sana kullandığım ilk kelime neydi?
Hatırlamıyorum ki...
Aklımda tutamayacağım kadar mı önemsizdi?
Büyük ihtimalle ilk defa bir merhaba ile girdim hayatına...
'Merhaba ben Elif...'
Anılarım çok bulanık ama tanıyorum kendimi, muhtemelen böyle gerçekleşti...
Bir merhaba ile hayatına girdiğimden sanırım, planladığım tek kelime bundan ibaretti.
Merhaba ile başlayan bir dolu sözcükle veda ediyorum şimdi...
Şaşırdığını zannetmiyorum, muhtemelen bekliyordun.
Sen de biliyorsun,
Sana hiç yalan söylemedim, seni hiç aldatmadım ama abarttım.
Çok abarttım sevgili...
Biz şairlerin en büyük özelliği ne bilir misin?
Havalı sözcüklerle beylik laflar edip, kalbe dokunacak mısralar yazmak.
Basitçe yazılan 'seni özledim' yada herkesin diline pelesenk olmuş 'seni seviyorum' cümlesi asla tatmin edemez bizi
Beni etmedi.
Seni düşünerek 50 küsür şiir yazdım
Hatta sana yazdığım son satırlar bu veda mektubundan ibaret belki
Bil ki, yanında olduğum da her şey çok güzeldi
Kırık bir kızdım ve hayatıma aniden girdin
ama bana hiç düşünme fırsatı vermedin.
Ben sadece, sadece sevmek istedim.
Benim sevgime değecek birini deli gibi sevmek...
Yine de aşka hiç inanmadım biliyor musun?
Ama dedim ki, eğer aşk varsa sadece bu adam sayesinde uğrar bana.
Düşünceli, sevecen, benim için her şeyi göze alan, beni hak etmediğimden fazla seven...
Maalesef ki uğramadı sevgili...
Aşkın olmadığına gerçek manada eminim şimdi.
Hayatımda olduğun an her şey çok güzeldi
Benimle ilgilenen her şeyimi konuşabileceğim bir arkadaş edinmiştim.
Seni çok sevdim.
Ama şiirlerimdeki gibi değil...
Seni büyük bir arzuyla değil, büyük bir şefkatle sevdim,
Sana karşı hiç tutku hissetmedim, içimde sana dair olan tek şey merhametti
Sende bende bunu sevdin zaten, biliyorum.
Biraz uzak kalınca çok özledim seni,
Hatırlıyorum da o altı gün sanırsın altı asır gibi gelmişti
Ama senden çok uzak kalınca, işte o zaman anladım kendi hislerimi
Alışkanlığımdan kurtulmutum.
Anladım ki kendi hayalimde yarattığım arzularımı şiirlerime doldurmuşum.
Oysa, sen benim güvendiğim limandın!
Kıyına rahatça yaklaşabilir, kavgasız gürültüsüz sakin ve mutlu bir hayat sürebilirdim
Bu beni en çok etkileyen şeydi ama bir şeyler sürekli eksikti...
Sana hep dedim, bana sevmeyi öğret dedim
Ben bilmiyorum dedim
Niye öğrenemedim?
Seni, değer verdiğim biri gibi sevdim,
Senden hoşlandığımı zannediyordum ama bu hoşlantının boyutu korkutuyordu beni.
Çokluğundan değil, azlığından korktum hep.
Sokakta aniden gördüğüm çok yakışıklı bir adamdan nasıl hoşlanırsam öyle hoşlanıyordum senden.
Birbirini tanımayan her erkek ve kadın arasında oluşabilecek bir kimya kadardı sana olan heyecanlı hislerim.
Sana çok değer verdim ve çok sevdim ama romantik bir manada değil
Çok düşündüm.
Senden uzakta kaldığım ikinci aydayım, daha bir ay dolmadan seni gerçekten sevemediğimi anladım.
Ne yapacağım bilmiyorum, ne yapmalıyım bilmiyorum.
İçimde gram heyecan yok artık
Sadece yanına gelince her şeyin düzelmesini umuyorum.
Yalnızlık aklımı başıma getirdi
Kendi hislerimi algılayamadığımdan etrafımdan sürekli yardım istedim.
Arkadaşıma , "ona aşık olduğunu nasıl anladın" dedim sevgilisi için.
"Kendi duygularından, sevdiğinden nasıl eminsin?" dedim.
Bu ömrüm boyunca sürekli kendime sorduğum bir soru oldu çünkü.
Asla tam olarak nasıl sevilir bilemedim
İnsan insanı nasıl sever çözemedim.
Bana ne dedi biliyor musun?
'mesela, yokluğunu düşünüyorum. Onsuz bir hayat canımı o kadar yakıyor ki dayanamıyorum. Yokluğunu düşünmeye bile katlanamıyorum'
Anlamam için onca ipucu varken asıl o zaman dank etti.
Sensiz hayat çok kolay olurdu.
Savaşmam gerekmezdi, merak etmem gerekmezdi, kendimle ilgili rapor vermem veya aileme seni kanıtlamam gerekmezdi.
Sevmediğim özelliklerine göz yummam gerekmezdi.
Yokluğun o kadar kolay geldi ki gözüme, aslında bu olaydan ne kadar sıkıldığımı fark ettim
Seni, nasıl sevdiğimi anlayabildim.
Seninle argolu konuştuğumda yada yanında küfür ettiğimde, ben arkadaşın değilim, benimleyken böyle konuşma derdin.
Bunu çok, bir çok kere söyledin.
Anladım ki, ben seni arkadaşımdan daha öte de düşünemedim.
Aynı evi paylaşabileceğim, ilgili, fedakâr, güvenli, huzurlu olabileceğim, doya doya eğlenebileceğim bir arkadaş...
Özür dilerim
Benim için asla daha fazla bir mana ifade edemedin
Sana defalarca kez bana sevmeyi öğret dedim
Ama bunu sen de öğretemedin
İster ilahi adalet de, ister evrenin karması fark etmez, günün birinde seni reddettiğim için öküzün birine tutulacağım muhtemelen.
Asla istemediğim birine,
Babam gibi birine aşık olacağım belki de.
Peki daha mutlu olacak mıyım?
Biliyor musun, seninle yaşayacağım huzurlu hayattansa, kavgayla gürültüyle ama tüm kalbimle sevebileceğim, çoğu zaman ağlayıp üzüleceğim bir hayat daha cazip geliyor.
Klasik sorudur, sevmek mi sevilmek mi deler
Şair sevildiğinden asla emin olamazsın ama sevdiğinden emin olursun demiş.
O yüzden sevmeyi tercih etmiş.
Ben, ben aşk ile gelen acının bile garip bir haz taşıdığını düşünüyorum.
Ben karşımdaki adamın kusurlu özelliklerini görmezden gelmek istemiyorum.
Ben o özellikleri hiç görmemek ve bana kusursuzmuş gibi gelmesini istiyorum.
Aşkımdan gözlerim kör olsun, aklımda tek bir soru işareti kalmasın istiyorum.
Beynimle düşünmeyi bırakmak, artık kalbimi dinlemek istiyorum.
Tozpembe gözlükleri bir kez olsun takıp, enini sonunu düşünmeden sadece yaşamak istiyorum.
Ben ne kadar itilirsem itileyim yine de o kişinin yanına gelecek kadar çok sevmek istiyorum.
Ben sevmek istiyorum!
Bunları hissedeceğim kişi sen ol istedim
100 küsür gün geçti sevgilim, sevemedim
Üzgünüm beceremedim.
Aslında bu mektubu seni bırakırsam neleri kaybedeceğimi anlamak için yazmıştım.
Şu an seni bırakmayarak nelerden vazgeçtiğimin farkına vardım.
Seni üzmek yapmak isteyeceğim son şey
Dediğim gibi aşık olmak istiyorum ama aşkın varlığına da inanmıyorum.
Bundan dolayı konuyu kadere bırakmaya karar verdim
Eğer aşık olursam, senin yanında kalmak için hiç bir sebebim kalmaz.
Eğer olamazsam hep istediğim mutlu huzurlu ve eğlenceli hayata kavuşurum.
Sonuçta her şeyini bilen bir arkadaşınla koca bir ömür geçirmekten daha iyi ne olabilir ki?
Umarım bu mektubu sana vermeme gerek kalmaz demeyeceğim.
Bencil olmayı çok önceden öğrendim.
Tüm kalbimle bu mektubu sana vermeyi diliyorum.
Tüm kalbimle aşık olmayı diliyorum
Bencil olduğum için affet beni...
Bundan sonra senin için yapabileceğim tek şey, kararım bu kadar kesinken bile, seni üzmemek için bu durumu gittiği yere kadar götürmek olabilir.
Seni üzmeden yanında kalmayı becerebilirsem tabii.
Şu saatten sonra sana aşık olabileceğimi de zannetmiyorum gerçi
Yine de umut işte
Belki bir gün umduğum gibi severim seni...
11 notes
·
View notes