gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider. bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında. yanlış adreslerdeydik, kimliksizdik belki. sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar. biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı. üşür müydük nar çiçekleri ürperirken? gidersen kim sular fesleğenleri, kuşlar nereye sığınır akşam olunca? sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu. sustuğun yerde bir şeyler kırılıyor. bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun. adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına, öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor. bir de seni ekliyorum susuşlarıma. selamsız, saygısız yürüyelim sokakları. belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar. geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar. adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız. yüreğimize alırız onları, ısıtırız. gardiyan olmayız kendi ömrümüze her akşam. gidersen kar yağar avuçlarıma, üşürsün. bir ceylan sessizliği olur burda aşklar. fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında. durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde. menekşeler, nergisler yerine kuş ölüleri. bir su sesi, bir fesleğen kokusu, şimdi uzak yangınları anımsatıyor genç ölülere artık. bulvar kahvelerinde arabesk bir duman. sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere. bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun isyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim? sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın. devriyeler basıyor karartılmış evleri yine. gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da ölür. bir tufan olurum sustuğun her yerde.
Mevsim bahar, Peygamber çiçekleri açmış bak yine !... Bir vahyin ağırlığında yeni umutlara kapı aralıyor ; Umut Allah'ın sonsuz anahtarı... Umudunu sakın yitirme, Allah'ın kudreti gibi güçlü , azameti kadar yüce , rahmeti gibi sonsuz olsun.
Sana kapanmış her kapının arkası kış olsa da, bahçesinde Nevbahar yakındır. Kır çiçekleri baharın lisanı, her çiçek baharı kendi diliyle anlatır.
Tabiat bakmayı bilenler için çok şey öğretir cancağızım.
Kardelenler, çiğdem çiçekleri kar altında açar, zambaklar ıssız yerde !... Papatyalar yüreğinde ki saf sevgiye benzer ; sahte sevgilere, hoyrat sevmelere inat kökü sağlamsa etrafa dağılır, kokusu buruk olsada düştüğü yerden çoğalır. Sen yeter ki yüreğinde açan sevda gülünü soldurma, gelincik çiçeği misali naifçe tutun ; Her isyanında inkarın eşiğine düşmüşse dilin nefsine uyma, yüreğini vahye açacak Peygamber çiçeklerine bak.
Kalbinle kucakladığın fırtına elbet bir gün Nevbaharla dinecek ;
‘‘dipsiz bir uçurum kenarında annesi ve kız kardeşi için kır çiçekleri toplayan bir adamın ıslak yanaklarına düşen, ölünceye kadar nefesinde saklanacak kar tanesi.. ‘‘ idin..
Yokluğunun en zemheri vakitlerinde, avuçlarımda kar çiçekleri büyütürüm. Ben hayra yorduğum için bu hasreti, ilişmez yurduma kirli çakallar. 𝙏ü𝙢 𝙙üş𝙠ı𝙧𝙖𝙣 𝙙üşü𝙣𝙘𝙚𝙡𝙚𝙧 𝙗𝙞𝙡𝙢𝙚𝙙𝙞ğ𝙞𝙢 𝙗𝙞𝙧 𝙮𝙤𝙧𝙩𝙪𝙙𝙖 𝙠𝙖𝙫𝙪ş𝙩𝙪 𝙠𝙖𝙧𝙖𝙣𝙡ığı𝙣𝙖. 𝘽𝙚𝙣 𝙗𝙞𝙧 𝙗𝙚𝙡â𝙣ı𝙣 𝙤𝙧𝙩𝙖𝙨ı𝙣𝙙𝙖 𝙠𝙖𝙡𝙨𝙖𝙢 𝙣𝙚 çı𝙠𝙖𝙧, 𝙗𝙚𝙣 𝙗𝙖𝙩ı𝙡 𝙗𝙞𝙧 𝙞𝙝𝙩𝙞𝙡𝙖𝙡𝙞𝙣 𝙜ö𝙡𝙜𝙚𝙨𝙞𝙣𝙙𝙚 𝙠𝙖𝙡𝙨𝙖𝙢 𝙣𝙚 çı𝙠𝙖𝙧.... Kırgınlıklar, kırk bin yerinden kırık aynalar gibi bakar bana. Hangi fermanda hangi cümleyim. Bir binbir gece masalının son cümlesiyim belki de... Belki de yasaklanan bir romanda adı sıkça anılan bir efsaneyim.... Can deva bulmakta her ah deyişlerimde. Çünkü bir isyan bayrağı değil cümlelerime asılan... Mahir bir hasretin yüreğe zâhiri dokunuşudur.... Boş kafiyelerle israf etmediğim şiirlerin, ötelere salınan çığlığıdır. En keskin merhem teskin etmez bu bekleyişi. Bekleyişim bir çağın matemini gizlemiş gönlün kuytusuna... Pes etmek ağır bir mağlubiyettir bundan sonra. 𝘽𝙞𝙡𝙞𝙧𝙞𝙢 𝙠𝙞 𝙖ğı𝙧 𝙫𝙖𝙯𝙞𝙛𝙚𝙡𝙚𝙧𝙞𝙣 𝙢𝙞𝙖𝙙ı 𝙙𝙤𝙡𝙢𝙖𝙯 𝙖𝙨𝙡𝙖.
💜@kelamhanee
🍁Güz Sürgünleri isimli romanım çok yakında sizlerle. Eserde yer alan şiir tadında bir kısmı sizlerle paylaşmak istedim. Desteğiniz için şimdiden teşekkür ederim. Sevgi ve muhabbetle.
Yıl 62 Mart 28 Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım akşam oluyor dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen ben sürmedim Platonik biricik sevdam da buymuş meğer. meğer ırmağı severmişim ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin ister uzasın göz alabildiğine dümdüz bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa bilirim benden önce duyulmuş bu keder benden sonra da duyulacak benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere benden sonra da söylenecek gökyüzünü severmişim meğer kapalı olsun açık olsun Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın kulağıma sesler geliyor gök kubbeden değil meydan yerinden gardiyanlar birini dövüyor yine ağaçları severmişim meğer çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi İzmir’in kavakları dökülür yaprakları bize de Çakıcı derler yar fidan boylum yakarız konakları Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına ucu işlemeli yolları severmişim meğer asfaltını da Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e asıl adı Göktepe ili bir kapalı kutuda ikimiz dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır bunu bir kere daha yazdımdı çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi önde körüklü kaat fener belki böyle bir şey olmadı …. çiçekler geldi aklıma her nedense gelincikler kaktüsler fulyalar İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı ağzı acıbadem kokuyoryaşım on yedi kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı çiçekleri severmişim meğer üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948 yıldızları hatırladım … severmişim meğer gözümün önüne kar yağışı geliyor ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de meğer kar yağışını severmişim güneşi severmişim meğer şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın meğer denizi severmişim hem de nasıl ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana bulutları severmişim meğer ister altlarında olayım ister üstlerinde ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası severmişim yağmuru severmişim meğer ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider yağmuru severmişim meğer ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde yanında pencerenin altıncı cıgaramı yaktığımdan mı bir eski ölümdür benim için Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye saçları saman sarısı kirpikleri mavi zifiri karanlıkta gidiyor tren zifiri karanlığı severmişim meğer kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften kıvılcımları severmişim meğer meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek
NÂZIM HİKMET 19 Nisan 1962