Ayla, uyurken yanına birinin süzüldüğünü hissetti usulca. Bu Kenan olamazdı, Kenan'la nice zamandır görüşmüyordu. "Cemre?" dedi.
Cemre, elbisesini çıkarmadan öylece sarıldı annesine. "Anne, bu gece seninle yatabilir miyim?"
Ayla şaşırsa da, "Tabii bebeğim," dedi. Ve ondan sonra uykusuna geri döndü, ama bu kez de kızının hıçkırıkları neden oldu uyanmasına.
"Cemre, n'oluyor sana?" diye sordu.
"Anne..." dedi Cemre. "Ben çok pişmanım... neden Ali'yi daha evvel fark etmedim? Ali'yi daha evvel tanımış olsaydım, bütün bunlar yaşanmazdı..."
"Cemreciğim sence de bu... çok saçma bir soru değil mi? Ben de, babandan evvel Kenan'ı fark etseydim diye mi sızlanmalıyım yani? O zaman sen doğmayacaktın bebeğim, bütün yaşananlardan pişman olmamız değil, ders çıkarmamız gerekmez mi...?"
"Evet ama... ya düzeltilemeyecek yanlışlar yapıldıysa? Ya hiçbir telafisi olmayan hatalar... günahlar işlendiyse?"
"Bunları yarın konuşalım mı?" Ayla, kızını dinlemeyi çok istiyordu ama, son zamanlarda bilinmeyen bir nedenden uykuları ağırlaşmaya başlamıştı... Cemre'yi, düşüncelerinde geçmişi hatırlamaya bıraktı.
Cemre, bundan altı ay kadar öncesini anımsıyordu. Berk'in kendisini aldattığını anlayıp, gönlünün Vefa'ya kaymaya başladığı zamanları... Berk ve Hazal'dan intikam almayı kafasına koymuştu evet, ama bu, Vefa'nın Instagram profiline bakmayacağı anlamına gelmezdi. Cemre o gün, Instagram gönderilerinde fark etmişti Ali'yi, ama bakmakla görmek arasında çok fark vardı... Zeyno'yla çok samimi olduğu fotoğraflardı bunlar. O zamanlar, ikisi de bir kafede çalışıyorlardı yarı-zamanlı. Cemre, bu kafeyi biliyordu ama, Ali'nin Berk'in radarına girdiğini ancak Berk kolejlileri o kafeye götürdüğünde anladı.
Ege'yle Çağrı da; Berk'in davetini duyduklarında, Berk'in bu varoş kafesinde ne işi olabileceğini sorgulamaksızın teklifine evet dediler. Berk'in iki dudağından çıkan her heceye emir gözüyle bakmak, ve onu ikiletmemek lazımdı. Bahçesine adımını attıkları kafeye Berk'le sevgilisinden evvel gelmiş olmaları şaşırtıcı değildi, Berk daima insanları bekleten türden bir arkadaştı; ama bunun için Cemre'yi suçluyordu.
"Cemrecim, o kadar makyaj yapmana gerek yoktu, ben doğal halinle daha çok beğeniyorum seni..." diyen Berk'in sesi üzerine masadan kalktılar, Berkleri karşıladılar. Berk, Ali'nin hafta sonları çalıştığından emindi, ama belki de öğleden sonra gelecekti. Kimse onu beklemekten ve ona gününü göstermekten alıkoyamazdı Berk'i. Tam altı ay evvel, Berk şimdikinden de intikamcı birisi idi... Tam ortadaki sandalyeye oturarak menüyü eline aldı.
Berk, aslında kasa tarafında esmer bir kafa fark etmişti. "Sipariş vermeden evvel beni beklemeniz artı puan doğrusu, Ege'yle Çağrı, Çağrı'yla Ege..." Yirmi beş yaşlarında gösteren garsona ise, "Siparişimizi kasadaki beye vereceğiz," oldu bütün dediği. Çağrı'yla Ege, ister istemez kendisinden aşağı-yukarı on yaş büyük bir insanla konuşma şeklini yadırgadılar.
"Ali'yi çağırırım," dedi. "Ama asıl görevi kasada durmaktır."
Berk, "Bu bahşişi çok konuştuğun için değil, dediğimi harfiyen uygulayacağın için veriyorum," dedi.
Garson zoraki sırıttı çünkü ne zamandır böylesi gelmiyordu kafesine. "Ali'yi göndersem elime mi yapışır canım," diye içinden geçirdi. "Yolunmak isteyen tavuğu yolmayayım da ne yapayım?"
Ali, hayretle garsonu takip etti. "Bir sorun mu var," diyerek gayet kibar olmaya çalıştı, tam altı aydır görmediği Berklere.
"Sorun sensin," diye eğlence malzemesi çıkardı Berk. "Mesai saatinde karşıma üniformasız çıkmaya utanmıyor musun?"
"Genelde kasada durduğum için misafirlerimizin pek dikkatini çekmem, siparişini arkadaşıma vermemen şart mıydı?"
"Bu ne biçim bir üslup böyle," diye konuştu Berk. "Bu garsonlara bahşişi bol tuttukça şımarıyorlar."
"Harçlığımı çıkarmak ve annemin omuzlarına yük olmamak için böyle bir kafede çalışmak zorunda olan ben miyim şımarık olan; yoksa insanlara buyurmayı, üstelik onların işleriyle alay etmeyi vazife edinen sen misin?"
"Patronunu çağır!"
"Patronum şu anda meşgul, ben nasıl yardımcı olabilirim?" diye araya girdi Ali'nin iş arkadaşı, Berk yakasındaki isme ancak dikkat etmişti: Bilal. "Kendisi yenidir, lütfen acemiliğine bağışlayın."
"Ben ortada bağışlanacak bir şey göremiyorum Bilal."
"Şu rezile de bir bakın!"
"Ben kendisiyle ilgileneceğim," diye Ali'yi çekiştirdi Bilal. "Oğlum, sen n'aptığının farkında mısın?" diye dişlerini gıcırdatıyordu. "Böylesi bir kuş ayda yılda bir kez düşer kafemize, patron bizi ayın elemanı bile seçebilecekken, senin yaptığın, hakikaten iş mi?! Tamam, Yangın Ali'sin ama, bu kadar da yanma be oğlum! Bilsem seni değil kardeşimi sokardım bu işe ha, ama torpilli demesinler dediydim..."
"Kusura bakma," diye omuzlarını silkti Ali. "İşimi kaybedecek bile olsam beni böyle aşağılamasına müsaade etmeyeceğim."
"Seninle ilgili yapmak zorunda kalacağım şeyi söylemiş bulunuyorsun."
"Bu konuda vicdan azabı çekmen gerekmez," diye kollarını sıyırdığı görüldü Ali'nin. "Patronu tazminat vermek zorunda bırakmıyorum, ona istifamı iletirsin Bilal abi."
Adam, belki vicdan azabı denilen ses, müşterisini yokluyordur diye omuzlarının üzerinden geri döndü, ama... Yine orta yolu kendisi bulmaya karar verdi:
"Oğlum, bu senin ilk iş deneyimin... böyle işsiz kalmana razı olamam. Hem senin olmadığın yerde, Zeyno da durmaz. Ben iki elemanımı birden kaybetmek istemiyorum... sizi bu işe ben soktum lan. Patrona mahcup etmeyin beni!"
"Asıl ben oyuncak olmaya razı olmuyorum," diyen Ali, kafenin bahçe kapısına yöneldi.
"Geri adım atmak olsaydı kişiliğimde," diye fısıldadı kendine, "Ayağıma gelen bu golü ben ve benim gibiler adına ağlara atmaktan geri dursaydım eğer; bugün işimi kaybettiğimi açıklamak zorunda kalmayacaktım, ama kaderde bu da varmış." Tam altı ay boyunca Berk'in pusuda bekleyen hamleleri... Berk'le bir güç savaşına girmesi düşünülemezdi. Hem de Cemre'nin gözleri önünde...! Bu, Berk'in oyundan alacağı zevki artırabilir ve Ali'nin hayatını zaten olduğundan daha büyük bir Cehennem'e çevirebilirdi...
Eğer kendisinin Cemre'yi düşündüğü kadar, Cemre de kendini düşünseydi, bugün bütün bu yaşananlar geri alınmış olacaktı... Cemre ne yazık ki, yanlış Tozluyakalının peşine düşmüştü ve bugün bu haldeydi.
Ve Cemre, Berk'in bu leş tavırları üzerine, Instagram'dan Vefa'ya yazmaya karar verdi. "Vefa sen misin?" sözcükleriyle...
"Kaç tane Vefa tanıdığınıza bağlı," diye yazdı Vefa.
"Sanırım yanlış Vefa'ya yazıyorum," oldu karşıdakinin cevabı. "Ama senin için de sorun değilse, sohbetin boşa gitmesini istemem."
"Hayhay," diye cevap verdi Vefa,"İşe gitmeden evvel seninle muhabbet etmek için zamanım olacaktır."
"İş mi? Kaç yaşındasın ki çalışmak zorundasın?"
"On altı... ama arkadaşım işini kaybetti. Onu işe sokan kişi bizim tanıdığımız. Onu mağdur etmemek için, Ali'nin yerine ben alındım..."
"Arkadaşın Ali'nin işini kaybetmesine üzüldüm, istersen onun için arayabilirim bazı yerleri. Sen bilmiyorsun ama, benim bağlantılarım geniştir..."
"İnan çok makbule geçerdi, ama Ali bunu asla kabul etmez," diyen Vefa'nın, kendisiyle yazışan kişinin Hazal olduğunu düşündüğünden, haberi bile yoktu...
"Ooo, kim bu gizli hayran!" diye ensesine bir şaplak yedi Vefa.
"Ya kaç kere söyledim bu hareketinden hoşlanmadığımı..."
"Bugün Cuma, enseyi kapa..."
"Bilmiyorum, Sirenetta nick'li birisi..."
"Vefa senin neyin var, cins cins cevap veriyo'sun..."
"Meşgulüm ve sen kızla arama giriyorsun!"
"Tamam, ben de Bilal abi işimi sana kakaladı diye kızdın sandım... istemezsen çalışmazsın oğlum, zorla değil ya..."
"Hayır, aslında sana sinirliyim... Berk'in o kafeye takıldığını neden söylemedin bana? Zeynep ötmeseydi ruhumuz duymayacaktı!"
"Sadece bir kerelik bir şeydi. Bir daha olmayacaktır... gelmez o kafeye yani, cesaret edemez... sana artık saramadığı için, bana kafayı takıyor... hepsi bu..."
"Şimdi böyle diyorsun..."
"Vefa bu ne demek?"
"Ya iler'de bir gün... Berk'le kanka olursan?"
"Ne alaka ya? Ner'den çıkardın böyle bi' şeyi? Bu, herifle altı ayda ikinci karşılaşmamız..."
Vefa, telefonu elinden bırakarak, elini Ali'nin göğsüne koydu. "Kalbin..." dedi. "Kalbin çok hızlı atıyor. "Önce onu sustur."
"Cemre'yi diyorsan, ben onu..."
"Bu ne o zaman?" diyen Vefa, bir kâğıt gösterdi. Ali'nin, kasada çoğunlukla sıkılırken karaladığı bir defterdendi... üzerinde bir sürü bomboş çizim vardı ama, en çok da, çeşitli şekillerde, çeşitli desenlerde yazılmış "Ali💘Cemre" sözcükleri göze çarpıyordu...
"Gönül ferman dinlemiyor, biliyorum kardeşim ama..." dedi Vefa. "Bu aşk sana hata yaptırtır. O kızın platonik aşkı bile, seni geri dönüşsüz günahlara sürükleyebilir... O insanlar bize göre değil Ali'm... Cemre... Onunla görüşmeye başlarsan, bu ancak bunu gizli-gizli yaptığında mümkün olabilir..."
"Vefa, yazıyorsun şu anda..."
"Ben onu bunu bilmem kardeşim... ya ucunda ölüm varsa?"
"Vefacığım, rahat olsana... ne negatif kasıyo'sun? Merak etme, benden ne Berk'e kanka olur, ne de Cemre'ye sevgili..."
O sırada, onları dinleyen biri vardı. Zeyno, her şeyi işitmişti. Cemre'nin, şu anda Berk'le çıktığı halde, gözünün dışarıda olduğu peşin hükmüne vardı. Ve Ali'nin, Sirenler tarafından büyülenen gemiciler gibi, zehirli bir aşka kapıldığını anladı...
Sağ eliyle sol elinin bileğinden sıkarak, oradan ayrıldı.
*****
Çağrı, 12 Ekim 2022'yi tarihe bir not olarak düşebilirdi. Bugün, klinikteki en soğuk gündü. Özel bir klinikte bu kadar üşüyen bir Allahın kulu daha yoktu. Özellikle Can... it gibi titrese bile halen dikilebilirdi bir ağaç gibi kliniğin bahçesinde.
"Bu kadar soğuk olması normal mi...?" diye söylenerek, bir görevliye danışıp danışamayacağını merak etti. "Sanki Kutba geldim bir anda...! Başkaları için normal olabilen soğukluk benim için aşırıdır. Yani ben, neticede... saçma sapan mallara bulaştım. Vücudumun bütün metabolizmasını altüst etti."
Fakat gece ilerliyor, nezle iyice gribe çeviriyordu. Evini düşünmeye çalıştı Çağrı. Şimdi evde olsa, annesi ne de güzel bitkisel çaylar yapardı kendine... kat kat yorganlara sarardı babası... Sonra terlerdi Çağrı, sonra da hiçbir şeyi kalmazdı. Ama burada, ne çaylarla yorganlar vardı, ne de annelerle babalar. Nihayet pes edip görevliye danıştı. Görevli, ona sadece sıcak bir bez getirebileceğini söyledi, alnına kompres yapması için. Çağrı, bunun doğru bir yöntem olduğundan bile emin değildi. Görevlinin Hemşire Ratched sendromu yaşadığını düşündü.
"Ha-haaaaa-haaaaa... hapşuuu!"
"Çok yaşa Çağrıcım."
"Sen bana ıslak bezi getiriver en iyisi," diyen Çağrı, doktorların kendilerini gözetleyebildiği kapı deliğinden uzaklaştı.
"Hey, kaçmasana kara çocuk..." dedi görevli. "Sabah da gazete, dergi neyin istemiştin, beni öyle ayak işlerine koşabileceğini mi sanıyorsun? Dingo'nun ahırı değil burası...!"
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diye sordu Çağrı. Ah, ne kadar da saçma bir çıkıştı! Kim olabilirdi ki yani, bu küçücük klinikte, hap kadar odada, görevlinin karşısında, bir böcek kadar önemli değildi. Ama görevlinin, her gün bunca saçma cümleye alışkın olduğunu düşündü.
Görevli, fazla alınmamıştı bu söze. "Camını açtırırım, biraz oksijen girer içeriye. Oksijen de iyi gelir sana... bu saatte yapabileceğim başka bir şey yok, kusura bakma."
Kliniğin misafirleri, odalarının pencerelerinden kaçmaya çalışmasınlar diye, camlar sadece dışarıdan açılabilecek şekilde yapılmışlardı, ve görevliler izin vermediği müddetçe misafirler buradan hava alamazlardı. Önce, cam açıldı. Sonra, kapıda bir tıkırtı işitildi. Sanki Çağrı içeriden açabilirmiş gibi, izin istiyordu görevli şimdi de.
"Şaka ediyorsun herhalde!" diye seslendi. "Kapıyı aç, gir içeri!"
Açan kişinin, hayal olduğundan emindi.
"Zeyno... senin ne işin var burada?"
"Halüsinasyon görüyorsun galiba..." diyen Ege'nin sesini duydu. Görüntü, şimdi düzelmişti Çağrı'nın gözlerinde. Ege, "hemşire" kıyafetleri içindeydi. "Çok affedersin benim..." dedi. "Ateşim yükseliyor da, Ege."
"Ben de onun için geldim zaten. Paranın çözemeyeceği iş yok," diyen Ege, kapıyı arkasından örterek, Çağrı'nın yatması için işaret etti. Ondan sonra da ıslak bezi alnına koydu.
"Bu soğuk..." dedi Çağrı.
"Evet, sıcak olması gerektiğini söyleyen görevliye saçmalamaması gerektiğini söyledim... Hemşire Ratched midir nedir?"
Çağrı, gülmesini engellemeye çalıştı. Ondan sonra, Ege'nin diğer elinde tuttuğu bardağa dikkat etti. Dumanı tütüyordu.
"Bana hazır çorba mı yaptın?" diye sordu.
"Evet. Çok kolay, sen bile yapabilirsin burada."
"O işler o kadar kolay değil..."
"Ha'di hüplet, iyileşmek için..."
"Ege bu kadar yakın durursan... mikroplarım bulaşacak sana."
"Hasta olmayı umursamam. Kolay da hasta olmam zaten, biliyorsun."
Ne kadar zıt olduklarını düşündü Çağrı. Çorbadan bir yudum aldığında, hiçbir tat alamadığını fark etti. "Eğer bu koronaysa... kendin için endişelenmelisin, gerçekten."
Ege, pencereye bakıyordu. Çağrı, alnına yapışmış olan bezi çekti. Çorba gerçekten işe yaramış, canlanmaya başlamıştı.
"Sen ağlıyor musun?"
"Hayır be! Soğuktan..." diye kısa bir cevap verdi Ege.
"Az önce ağzımdan kaçırdığım isimden dolayı, değil mi?" diyen Çağrı, elini uzatıp Ege'nin gözlerindeki nemi aldı. "Şimdi çok saçma bir şey söyleyeceğim... Leyla'dan sonraki ikinci kavga nedenimiz Zeyno'ya hislerimin daha kuvvetli olduğunu düşünmekte haklısın..."
"Gerçekten de saçma..."
"Evet, kuvvetli duygulardı, ama geçmişte kaldı. HAPŞUUUUU!"
Ah be, çok ciddi bir konuşma sırasında gribi nüksetmişti yine. Daha da fenası, midesine ulaşan çorbanın midesine dokunmasıydı... Ege, Çağrı'daki en ufak değişikliği hemen fark ederdi.
"Miden mi rahatsızlandı senin?"
"Hayır, çorbada fıstık olmayacağına göre..."
"Evet, aşure değil sonuçta."
"Önemli bir şey değildir."
"Yine de öyle tedbirsiz olmaz, ben gidip bir nane-limon ayarlamaya çalışayım, iyi gelir."
"Gitme."
Çağrı, Ege'nin gitmemesi için onu durdurmamıştı, fiziksel hiçbir şey yapmamıştı ama tek bir sözü, Ege'nin durması için yetmişti. Ama Ege halen arkasını dönmüyordu.
"Ege..." dedi Çağrı. "Beni salaklaştırıyorsun... ve bu durumu seviyorum. Çünkü bana iyi geliyor. Aslında... Bana iyi gelen sensin... göremiyor musun? Leyla, Zeyno... bunlar, benim sana giden yolumda basit kaldırım taşlarından başka bir şey olamaz. Ben seni seviyorum, ve bunu kanıtlayabilirim de."
O kadar ani bir aşk itirafıydı ki, Ege ne tepki vereceğini bilemedi. Sadece, arkasını dönerek, anlamsızca başını salladı. Çağrı,
"Öp beni," dedi...
"Tamam, ama kapa gözlerini," diyen Ege, yaklaştı.
Çağrı dediğini yaptıktan sonra, Ege dudaklarını da yaklaştırdı, yaklaştırdı, tam da grip virüslerini bu dudaklardan almak üzereydi ki, gözetleme penceresi "gardiyan" tarafından sürüldü.
"Sadece yarım saat demiştin sarı çocuk!" diye seslendi "Hemşire Ratched".
Kendini hızlıca uzaklaştıran Ege'nin, az önce yapmakta olduğu şeyi anlayamamıştı, çünkü çok karanlıktı ve böyle bir şeyi tahmin bile edemezdi. Ege,
"Çok güzel bir akşamdı Çağrı..." dedikten sonra hareketlendi. "Bizim papağana selamını söylerim."
Ege için, bu gece bundan daha iyi sonuçlanamazdı gerçekten. Çağrı'yı bütün tamamlanmamış arzuları, yarım kalmış tutkuları, Ege'nin dudaklarının tadının neye benzediği merakını asla cevaplayamayacak heyecanıyla geride bırakmıştı.
Ve bu sevgi, çoktan aşka dönüşmediyse bile bu gece dönüşmüştü kesin olarak; ve de Ege biliyordu bunu.
Ege seviliyordu, hem de çok.
*****
"İyi ki doğdun, Haziş!"
Hazal, içeri getirilen doğum günü pastasına baktı. "Şimdi mumları üfleme zamanı," dedi annesi. "Ne dileyeceksin?"
"Anne, her sene aynı şey oluyor..." dedi Hazal. "Hep dileğimi soruyorsun, ben de sana, seninle paylaşırsam gerçekleşmeyeceğini söylüyorum."
Hazal, hep yalnızdı. Aslında zengin bir ailenin kızı olmadığını saklamak için söylediği yalanlar yüzünden, doğum günleri de yalnız geçerdi. Ve on yedinci yaş günü, hayatının en kötü doğum günüydü. Geçen yılki bile bundan güzel geçmişti. Berk'le o gece...
Berk'i yakın geçmişe kadar bu kadar takıntı yapmasına sebep neydi? Gerçekten âşık olması mı, çoğunluğun düşündüğü gibi para mı, yoksa Hazal'ın, hiç kimsenin haberinin olmasına müsaade etmediği o sır mı... hamilelik... On altı yaşına girdiği gün gebe kalması rezaletini, Efe amca olmasaydı asla temizleyemezdi.
Kürtaj, hayatındaki en büyük sır değildi aslında. Kürtajdan sonra geçtiği dönemdi asıl koyan. Yapayalnızdı ama, şimdiki kadar yalnız hissetmiyordu... Fakat Hazal, bu yaş gününün, son yalnız doğum günü olduğunu bilmiyordu...
"Dileğin bu muydu bilmiyorum ama..." diye, koridordan seslenen annesi şaşırttı. "Bir misafirin var."
Hazal'ın dalgınlığı, kapının zilini işitmesine bile müsaade etmemişti. Annesinin kapıyı açmaya gittiğini fark etmesine bile... Efe amca mıydı acaba? "Size layık değil ama..." sesi üzerine koridora koşturdu...
"Evladım, ilk defa doğum günü çocuğunun annesine çiçek alındığını görüyorum..." diyordu annesi Arap'a...
"Papatyalar, Derya teyzeden... Hazal'ın hediyesi burada..." Elini cebine attı. Telefonunun, Yıldız şeklindeki şifresini çözdü. Gülümseyerek, "Şifremi annemin adı şeklinde yapmıştım..." dedi. "Hepimiz ana kuzusuyuzdur Hazal, bunu inkâr edemezsin. Ama senden, daha cafcaflı bir doğum günü partisi beklerdim açıkçası."
"Bu benim resmim...!" dedi Hazal. "Bunları ner'den buldun?"
"Üzümünü ye, bağını sorma..."
"Bizi biraz yalnız bırakır mısın," dedi Hazal, annesine. Arap, Hazal'ın bu teknolojik fotoğraf albümüne bu kadar çabuk yumuşayacağını düşünmemişti... Telefonu geri cebine soktu kızıl delikanlı. "Arap..." dedi Hazal, annesi çıktıktan sonra. "Bunu bize niye yapıyo'sun?"
"Çünkü benim yol göstericim olmanı istiyorum," dedi Arap. "Aynı zamanda sırdaşım, yoldaşım... bu hayattaki akıl hocam olur musun Hazal?"
Sonra Arap, sözlerindeki saçma sapanlığı fark etti. "Ben şu anda sana seni sevdiğimi itiraf edemezsem gözlerim açık gider"den daha saçma salak bir ilanıaşka imza atmıştı. Ama Hazal, karşılığında onu öpmeyi filan bir kenara bırakın, sadece şunu söyledi:
"Çok uykum var Arap."
Arap, bunun "evet" mi "hayır" mı demek olduğunu anlayamadı. "Sanırım, beni kovuyorsun şu anda..." dedi.
"Evet," diye cevap verdi Hazal, "Ben uyuyunca, yanımda uyumanı, bir de bana masal anlatmana izin verir mi sandın annem...?"
"Annenin çok iyi sır saklayacağını düşünmüştüm..." Arap gülümsedi. "Masal mı dinlemek istiyorsun Hazal?"
"Doğum günü kızı değil miyim, istediğimi dileyemeyeceksem ne anlamı var doğum günlerinin...?"
"Peki, sana nasıl masal anlatabilirim?"
"Eve git, telefonunu açık tut. Ben seni görüntülü arayacağım..."
Arap, Hazal'la ne zamana kadar gizli-saklı görüşeceğini merak ederek, "Sana hangi masalı anlatmamı istersin?" diye sordu.
"Ci-Cinderella," diye kekeledi Hazal. Arap, masal seçiminden mi, yoksa kendi Külkedisi hayatından mı utandığını kestiremedi. "Sana bir şey söyleyeceğim ama inanmayacaksın," dedi Hazal'a.
"Söyle, ben masallara inanıyorum, sana mı inanmayacağım..."
"Söyleyeceğim şey tam da bununla alakalıydı," dedi Arap. "Ben iler'de hep bir çocuğum olsun isterim... kız olsun ve de adı Masal olsun."
"Çok güzel bir hayal..." dedi Hazal da. "Ve biz konuştukça, masallara inancım eskisinden de güçleniyor..."
*****
13 EKİM 2022
Taksim, İstanbul'un en iğrenç mekânıydı. Bu konuda, Tozluyakalılar da, kolejliler de hemfikirdi. Belki, onların doğduğu yıllarda güzel bir yer olabilirdi, ama zengin-yoksul hiç fark etmez, 2005'ten sonra Taksim'i beğenen, cindi.
Berk, İstiklal Caddesi'nde yürümekten dolayı tiksiniyordu. Fakat, kardeşi için yapacağı ilk iyilikti bu. Arap ve Zeyno'dan gelen çağrılar susmamıştı. "La sincap, Ali çok kötü," diyordu Arap. "N'olduysa, içine kapanıyor çocuk. Hiç böyle değildi, Tozluyakalı bebeler arasında, morali bozulunca köşe-bucak saklanan ben olurdum, kendine bir şey yapmasından korkuyorum."
İstanbul'da kuş uçsa haberini Kenan'a ulaştıran adamlar, nihayet Berk'in bir işine yaramıştı. Ali'nin, Beyoğlu'nda bir barda olduğunun havadisini veriyordular. Berk önce, "Nasıl ya, on sekiz yaşının altında değil mi bu herif, nasıl kabul edebildiler bardan içeri?" diye sormuştu. Ama Kenan Yağızoğlu'nun adını verdiğini anlaması çok uzun sürmedi. Ali de, Kenan'ın ismini kullanarak yolunu bulan bir evlat olmaya yelken açmıştı çoktan...
Berk, böyle ışıklı ve çok gürültülü mekânlara gelmeyeli uzun zaman oluyordu. Yaşının bir önemi yoktu, gerçekten de böyle mekânlarda, para ve isim geçerdi. Ali'yi, içeridekilerle bağdaşmayan kıyafetleriyle, dans pistinin ortasında, kelimenin tam anlamıyla "tepinmekteyken" buldu. Ali, Berk'i görür görmez, hızla edindiği arkadaşlarına, "Ooo, bakın, işte abim geldi," diye gösterdi. "Benim üvey kardeşim... aslında öz... aslında her ikisi de..."
Berk, Ali'ye kızacağını düşünürken, kendini ona yumuşakça, "Ha'di gel," derken buldu. "Çıkalım kardeşim. Gidelim buradan." Ege de, Çağrı'yı böyle çok kurtarmış olmalıydı, böyle zamanlarda, mağdur kişiye karşı içinde bir sempati, bir merhamet uyanıyordu insanın. Hele de bu kişi sizin "yarı-kardeşinizse".
"Berk, kalmak istiyorum ben..."
"Ali, yapma..." Berk, bunu ağlamaya başlayan kardeşine söylemişti. "Bak birader, bu yalnız başına kaldırabileceğin bir yük değil... benimle paylaş, olur mu? Seni sevenleri merakta koyma daha fazla..."
"İyi, öyleyse benimle bir içki paylaş," diyen Ali, barmenlere doğru adeta sekiz çizdi. Berk, onu burada daha iyi kontrol edebileceğine sevinerek, peşine takıldı. Ali, "Ne ısmarlayayım sana?" diye sordu, kelimeler ağzında yuvarlanarak.
"Ben bir 'nar şerbeti' alayım, arkadaşa da sade bir Türk kahvesi, şöyle acı olsun..."
"Saçmalama... alkol sipariş etsene..."
"Cemre'yi çok seviyorsun, öyle değil mi?" diye sordu Ali'ye.
"Ah, abi... şimdi ben n'apacağım? Bir daha hiç, bi' kıza nasıl güvenebilirim?!"
"Annene güveniyor musun?"
"Dünyadaki herkesten daha çok..."
"Öyleyse başka bir kadına güvenmene gerek yoktur."
Ali, ne ara Berk'in göğsüne yasladığını bilmediği başını istemsizce hareket ettirdiğini fark etti kendi kendine. Geçirdiği bu sinir krizine benzer durum, tamamen enerjisini tüketmiş, yığılıvermek üzereydi esmer delikanlı. "Berk..." dedi.
"Efendim?"
"Ben kusmak üzereyim, beni bi' tuvalete götürüversene."
Berk, dediğine uydu. Ali'nin koluna girdi tuvalete kadar, ondan sonra içeride öğürmelerini diledi, onların bir süre sonra kesildiğini gözlemledikten sonra, "Ali, iyi misin kardeşim?" diye sordu içeriye.
Cevap yoktu.
Berk, kapının kulpunu zorladı ama, açılmıyordu kilitten dolayı elbette. Hafif bir omuzla, Ali'yle arasındaki engelden kurtuldu. Tahmin ettiği gibi, kabinin içindeki pencereden tüyüp gitmişti Ali.
"Ah be kardeşim... ne gerek var bu kadar 'drama'ya?" diye kendini tuvaletten dışarı attı. Bu barı çok iyi bildiği için, yönünü derhal tuvaletin penceresinin gördüğü tarafa çevirdi. Orada, Ali yerine birkaç güvenlik buldu.
"Abicim, buradan geçen böyle varoş bir tip gördünüz mü?"
"Evet, şu tarafa koştu."
"Neden engel olmadınız ya?"
"İçtiği alkolle rezillik çıkaracağına, uzaklaşsın barımızdan istedik..."
"Hay ben sizin kalıbınıza tüküreyim..." diyen Berk de, gösterdikleri yöne doğru koşmaya başladı. Ali fazla uzaklaşamamıştı, bara yakın bir bahçedeki birkaç serseriye taş atıyordu...
Berk'in sesli uyarıları, kendisini göstermeden evvel, ancak Ali suratına bir yumruk yiyince ulaşabildi serserilere. "Çocuğu bırakın!" diye bağırıyordu. "Çocuk benimle birlikte!"
"Aaaaa, bu Berk Yağızoğlu muymuş?" diye soran bir serseri, aslında gücü sarhoş sivillere yetebilecek delikanlılıktaydı. Berk'i tanıyınca çekindi, arkadaşlarına da uzaklaşmalarını işaret etti. Fakat arkadaşları olan ızbandutlar, Berk'i o ilk ızbandut kadar iyi tanımıyordular. Ya da önemsemiyordular.
"Kimse kim, bu tıfıldan korkan, bunun gibi olsun!" diyen biri, bir yumruk da Berk'e indirmeye çalıştı ama, Berk alkollü olmadığı için, bunu kolayca savuşturdu, adamı kıskıvrak yakaladı; ondan sonra ona sertçe bir kafa çaktı. Adam, kolayca etkisiz hale geldiğinden, arkadaşları çok kızmıştı. Berk, Ali'yi oradan sürüklemeye çalıştı.
"Ha'di, şoklarının etkisi geçmeden tüyelim bur'dan!" diye onu koşturdu.
Ali, nereye sürüklendiğini bilmeksizin kaçıyordu Berk'in peşinden, bu karanlık ara sokakları hep birbirine benzetmeye başladığından, menzilini bilemiyordu. Berk, kendisini depo gibi bir yere getirmişti.
"Berk..." dedi Ali. "Araştırdım ben."
"Neyi araştırdın?"
Berk, cevabını alamadan kardeşi bayıldı.
*****
14 EKİM 2022
"Ali, hişt, Ali!"
Nerede olduğunu hatırlamaksızın, sesin sahibine cevap verdi: "Berk?"
"İyi misin sen? Uyan artık, da... kargalar kahvaltı yapıyor."
"Ben, hiçbir şey anımsamıyorum..."
Hemen yanı başında duran ecza çantasından çıkardığı pamuğu tentürdiyoda bulayıp Ali'nin kaşına kompres yaparken, "Kaderde kardeşimin hemşireliğini de yapmak varmış..." diye mırıldandı Berk. "Seni elinden kurtardığım serserileri hatırlıyor musun?"
"Beni getirdiğin bu yer de neresi?" diye doğrulmaya çalıştı Ali. Sağ eliyle göğsünden bastırarak, "Pansumanımın önüne geçiyorsun," diye Ali'nin yüzünde oksijenli suyu gezdirdi. Etrafı inceledi Ali...
"Bu depo benim mekânım," dedi.
"Senin, Kuytu Köşe'den başka mekânın da mı varmış Berk?"
"E, her'alde yani... her mekânı seninle paylaşmak zorunda mıyım? Bana bak Ali, iyi misin sen, cevaplamadın halen."
Ali'nin gözleri, bir tepsi içinde taze sıkılmış nar suyu ve "donut"ları kesiyordu. Gözlerini nar suyu dolu bardağa dikip, kendini olanları hatırlamaya zorladı.
"Ben, hatırlamak dışında iyiyim..."
"Ha, canın dayak istiyo'muş yani... yalnız şunu iyice yaz kafana, seni benden başkası dövemez... Yani canın dayak isteyince n'apıyosun, beni arıyo'sun..."
"Bu arada..." dedi Berk'e. "Allah aşkına peynir-zeytin yesen şaşardım."
"Neyli 'donut' seversin?"
"Fındıklı."
"Ben de... genlerdense demek..."
Ali acı acı güldü. "Ben çikolatalısını da yerim, fark etmez aslında." Bir "donut"a uzandı... "Bu mecralarda nar suyunu nasıl buldun peki?"
"N'oldu, beğenemedin mi?" Berk sırıtmaya engel olamamıştı. "Kusura bakma, elimizde senin gibi bir ayıya layık ayvanın suyu yoktu..."
"Ayılar ayva sevmez ki, armut sever..."
"Ha, ayı olduğunu kabul ediyorsun yani...?"
"Ayva sevdiğimi kabul etmekten iyidir," diyen Ali gülümsedi. Ama buruk bir tebessümdü bu. "Özür dilerim..." dedi Berk'e. "Her şeyi mahvettim."
"Neden böyle düşünüyorsun?"
"Sen benim yerimde olsan... bir duruşun olurdu. Ya en yakın dostunu öldüren kızı net bir biçimde reddederdin, ya da seviyorsan sahip çıkardın... ki yaptığın da tam olarak buydu... Onu senin de sevdiğini düşününce... o saati paramparça ettin... bense omurgasız davrandım... Düşünsene, senle ben kardeşiz... biliyorsun... üvey... öz... yarı... Ama senin bir belkemiğin var... benimse yok."
Berk, ilk defa birisinin kendisini gömerken, Berk'i yücelttiğine şahit oluyordu. Kenan'dan genelde, DNA'sının bozuk olduğu, damarlarında akan kanın pis olduğu, bok herifin teki olduğu gibi şeyler işittiği için... "Beni gözünde bu kadar büyütme," dedi.
"Ben seni büyütmüyorum ki... kendimi küçültüyorum."
"Ama senin durumun benden kötü... Vefa senin manevi kardeşindi, benimse hiçbi' şeyimdi. Belki o nedenle Cemre'ye yardım etmem o kadar kolay oldu..."
"Birisi senin yakının değilse... ölümüne o kadar da vicdan yapmazsın. Mesela Emre'yi ele alalım. Emre bizim hiç kimsemizdi. O yüzden Cemre'nin onu öldürmüş olmasının üzerinde o kadar da durmadık. Psikolojiyle, çocuklukla açıkladık durumu... oysa katil, başından beri gözümüzün önünde duruyordu. Birinci cinayeti işleyen kişi, ikincisini de işledi..."
"Tıpkı önce rakibini, sonra kralın ta kendisini temizleyen Macbeth gibi," diye düşündüyse de Berk, bunu dile getirmedi. "Haklısın," dedi sadece. "Her şey gerçekten de gözümüzün önünde duruyordu. Şaka gibi ama... Katil, ikimizin de sevdiği biri olduğu için, gerçeğe göz yummak istedik..."
"Peki, pişman mısın Berk?"
"Cevabını işitmeye hazır olmadığın soruları sorma," dedi Berk. "Ha'di, indir şu nar suyunu mideye de, O'na gidelim."
"Hayatta olmaz."
"Ama uykunda, 'Cemre, Cemre,' diye sayıklıyordun?"
"Yalan söyleme, ben rüyamda seni görüyordum."
Bir başkasının rüyalarını dinlemek, dünyanın en sıkıcı işiydi. Ama Ali anlatırsa, Berk için sıkıcı olmaktan çıkıyordu. Rüyasında, bir roman gerçek oluyormuş. Bu romanın kahramanları onlar imiş. Sanki iki yüz elli sayfalık bir romanın sayfaları arasında onlar varmış. Ali ile Berk... Ama edebi bir roman değilmiş bu, basit bir dedektif romanıymış. Berk dedektifmiş, Ali de suçlu. Bir mayın tarlasının içinden Ali'yi kovalıyormuş, bir de ona yardım eden bir kız varmış. Ama yüzünü hatırlayamıyormuş...
Peki, o kız kimdi? Bunu sormaya gerek yoktu aslında. "Senden bir şey rica edebilir miyim?" dedi Berk.
"Buyur?"
"Bundan sonra kendini dağıtmak istersen, en azından nerede olduğunu bana haber verebilir misin? Hem Derya Hanım'ı, hem Arap'ı, hem de Zeyno'yu sakinleştirmek çok zor oluyor da..."
"Sözüm söz... benim de bir sorum var sana bu arada."
"Dinliyorum?"
"Nar suyu ne alaka, hak'katen?"
"Aaaaa, taktı bu da nar suyuna... nar şerbetsiz bir gün bile geçiremem oğlum, yaz mevsiminde olsak dâhi yurtdışından getirttiririm, iki elim kanda olsa dâhi nar susuz bırakılmam!" diye yanlış bir deyim kullandığı için kendine kızdı. "İki eli kanda olmak mı... Berk, ben kafana senin...!"
"Boşuna maymunluk yapmana gerek yok Berk... nar şerbetinin de annenle ilgili olduğuna kalıbımı basarım."
Fakat Berk, "maymunluk" yapmaya devam etti: "Uzmanlar meyve suyunda hiçbir besin değerinin kalmadığını söylüyor... Neyse, sen... çıkarsana ağzındaki baklayı."
"Cemre'yle bir dahaki karşılaşmamız için gerginim... işte," dedi ama sonra, bundan pişman oldu o da. Berk'e Cemre'den bahsetmeye devam etmek, ateşle oynamaya benziyordu. Berk'le Cemre'yi konuşmak, her zaman zor olmuştu ama şimdi, her zamankinden de beterdi.
"Sana, yüklerini benimle paylaşmanı söylemiştim ya..." diye konuşan Berk oldu. "Cemre konusunu tamamen bana bırak. Senin omuzlayabileceğin bir konu değil, görüyorum ki... Cemre'ye bir keresinde, onu da, babamı da kurtaracak bir çözüm üretmeye çalıştığımı söylemiştim... şimdi kurtarmam gerekenler listesine sen de eklendin..."
"Vedat abi de var..." Ali, kendinden iğreniyordu. Vefa'yı öldüren kişiyi affettiği için kendini suçluyordu, ama Vefa'yı asıl öldüren kişiye de muhtaçtı şimdi. Evet, Berk'e. Berk, o saati paramparça ederek, Vefa'yı gerçekten öldüren kişiydi, ve Ali, şu anda onun deposundaydı; O'nun babasının -aslında babalarının- ismini vererek, kendini barlarda dağıtmıştı Ali, ve kendisinin, dünyanın en tiksinç varlığı olduğunu düşündü.
Taksim'den bile iğrenç.
18. BÖLÜM SONU
2 notes
·
View notes
"İNSANLAR, KÖPEKLER VE DUVARLAR"
Babamın zorlu ameliyatından haftalar sonra kafamın içinde yaşam ve ölüm kavramları cirit atmaya başlamıştı. Bu iki kavram dönüp dolaşıp karşıma dikiliyorlar, dikkatle gözümün içine bakıyorlar ve suçlu muamelesi yapıyorlardı bana. Sonra bir sessizlik giriyor araya ve zihnimin içinde mahkemeler kuruluyor, kararlar veriliyor, verilen kararlar kırlardan yeni gelmiş bir papatya demeti tarafından tebliğ ediliyor. Kendimi The Angelopoulos sinemasının içinde buluyorum bir an; sonsuzluğa uzanan, yer yer siyah beyaz, yer yer gri, gizemli ve sisli yolculuklar…
Son zamanlarda tekrar tekrar soruyordum kendime, bu uçsuz bucaksız bozkırı kim koydu buraya diye. Buraya derken içimdeki tenha bir yeri kastediyorum. Okuduğum bütün kitaplarda, dalgın dalgın dolaştığım sokaklarda, başka insanların bana hissettirdiklerinde, kayboluşlarımda, yıllarca bu sorunun yanıtını aradım. Hep başka yerlere baktım, başkalarının yüzlerine… Uzak düşlere… Yakın gerçeklere... En sonunda o karmaşık imgelerle dolu bozkırı oraya koyanın kendim olduğunu anladım. Kendim. "Kendim" tehlikelerin en büyüğü… Son kez kim olduğumu haykırdım saygıdeğer boşluğa, ismim bağırıldı bir duvarın içinden; yaşamak için anlam peşinde koşturup duran çözümsüz bir serüvenciymişim ben.
Öyle dalmıştım ki bu serüvene, bütün bu düşselliğe zil sesinin de eşlik ettiğini son anda fark ettim. Akşam saatleriydi. Akşamın en güzel saatleri… Bileğim ağrıyordu, çok sert vurmuştum sanırım, üstelik defalarca, parmaklarımda yer yer kızarıklar, kanamalar ve deformasyonlar vardı. Polis arabasının hareketli mavi ışığının pencereye vuruşunu görebiliyordum. Dışarıda bir vukuat mı var diye düşündüm bir an için ama çalınan benim kapımdı. Polislerle aram iyi değildir. Onların, yani o mesleğin bu dünya için gereksiz olduğunu –sorunun asıl kaynağının onların varlığı düşüncesinde yattığını- düşünüyorum. Çünkü önce onlar oluşturulmuştur, sonra suç kavramı topluma yerleşmiştir. Kapıyı açmadan önce o küçük mercekten mavi soluk noktaya bakar gibi baktım; ellerinde telsiz, sivil giyimli sabırsız iki bey. Bu toplum polisleri nedense hep iki kişi giderlerdi suçluların kapılarına. O halde, ben de bir suçlu oluyorum burada ya da şüpheli? Kapıyı açtım ve karşımda ikisi de benden uzun ve kalıplı; biri göbekli, uzun ama seyrek saçlı ve saçlarını arkadan bağlamış, arkadaki açıklığı ustaca kapattığı belli, diğeri ise top sakallı, gözlüklü ve kısa gür saçlı ama rüküş giyinmiş, kendini açık eden bir sivil polis.
“Sarp Akın, siz misiniz?” dedi uzun seyrek saçlı olan. “Evet, benim” dedim.
“Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor”
“Neden?”
“Hakkınızda bir şikâyet var, beyefendi”
Şikâyetin içeriğini biliyordum tabi, neden diye sormam lafın gelişiydi. Olayın ardından kısa bir süre geçmişti, önünde sonunda kapıma dayanacaklardı. Bir anlık sessizlikten sonra üstümü değiştirmem gerektiğini söyledim memurlara. Altımda evin içinde giyilen türden bir şort, üstümde ise siyah atlet vardı. İzin verdiler, sağ olsunlar. Ellerime kelepçe takmadılar, bu da olumlu bir davranıştı onlar adına. Ama ne kadar kibar olurlarsa olsunlar hiçbir şekilde hoşlanmayacaktım onlardan. Bu önyargı değil, genel olarak sistemin işleyişindeki piyonların, halkın değil sistemin çıkarları için kullanılabilirliğinin bilgisidir.
Sitenin en alt katındaki meraklı komşusu Necip ile göz göze geldik polis arabasına binerken. “Hayrola komşu, bir durum mu var, yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” dedi, yok anlamında başımı yukarı kaldırdım. Mahallenin çocukları, ölümden kaçabilmiş köpekleri ve kedileri de toplanmıştı. Arabaya binmeden önce hepsine kısa cümlelerle gülümsedim. Daha sonra o gülümseme bütün bedenimde gezinmeye başladı.
Bu tür anların negatifliğinin beynimi kemirmesini düşsel ekrandan silmek için hep bir planım olurdu. Bu mavi ışıklı arabanın arka koltuğunda yaklaşık on dakikalık bir yolculuk yapacağım. Bunun için henüz kullanılmamış bir düşünce paketini heba etmeye gerek yoktu. Giderken sadece dışarıyı izledim; mahallenin, her gün yanından geçtiğim halde dikkat etmediğim noktalarını gördüm. Şu büyük trafonun yanındaki iki ağacın çağla ağacı olduğunu (badem de derler), yan yana sıralanmış akasya ve iğde ağaçlarının senkronik dizilişini... Az ileride dükkânının önüne attığı küçük taburenin üstünde oturan şişko Büfeci Samet’in bıyıklı olduğunu önlerinden geçerken ilk defa fark ettim. Kırmızı yanan trafik ışığında durduk, zihnim de durdu ve hiç beklemiyorken negatifliğin saldırısı başlayıverdi. Ekran karıştı, kontrol altında tutamıyordum artık cümle parçacıklarını.
“Sokakların, caddelerin, kafelerin ve pazar yerlerinin dolu olduğuna bakıp ‘hani ekonomik kriz nerede?’ diyen zavallılar, herkes hayat standartlarını düşürdü, zombi gibi dipte dolaşıyor ve bir şekilde uzatmaları oynuyor. Herkeste birden fazla (en az üç) kredi kartı var ve her biri yakında ayrı ayrı devlet merasimiyle patlayacak. O zaman yürekler de patlayacak, gönüller de, hatta hayaller de… Hiper enflasyona doğru gidiyoruz, belki de o girdabın içindeyiz. Bu durum yasal hırsızların, bankaların umurunda bile değil, onlar bütün krizlerden avantajlı çıkmayı bilir. Yaşanan trajedilerin, toplumsal çürümenin, kokuşmuş siyasetin, ahlaksızlığın, utanmazlığın kuşatmasında boğulmuş bir ülkede yaşamak... İşte bizim gerçekliğimiz bu. Sahtelikle iç içe girmiş müjdeler ve yalanlar, fışkıran petroller, Gabar’lar ve bitmek tükenmek bilmeyen gaz rüyaları… Bütün bu aldanışlar körlük sözleşmesi imzalamış büyük çoğunluğun en sevdiği oyuncağı olmuştur her zaman. Bu çürümeden herkes payını alacak. Özellikle kendini ezene sonsuz sadakati ve itaatiyle ülkeyi uçurumun kenarına getiren sayın ezilmişler sınıfı. Bu iğrençliğin yükselmesinin en büyük nedeni onlar.”
“Ne diyorsunuz beyefendi, ne saçmalıyorsunuz?” dedi başının arka bölümündeki açıklığı uzun saçlarıyla kapatan polis.
“Kokunun farkında değil misiniz?” dedim işaret parmağıma bütün bedenimle yüklenerek.
“Ne korkusu, beyefendi?”
“Korku değil memur bey, koku, lağım kokusu, ama evet aynı zamanda korku da eşlik ediyor o kokuya.”
“Konuşacak bir şeyiniz varsa sorgunuzda konuşursunuz, bence siz bu işten nasıl kurtulacağınızı düşünün, böyle boş sözlerle enerjinizi harcamayın.”
Yüksek sesle düşünüyordum ve bu yaşıma kadar biriktirdiğim öfke olur olmaz zamanlarda ortaya saçılıyordu. Böyle durumlarda zaman ve mekânın önemi yoktu. Bir anda ağzımdan dışarı fışkırıverdi bu kusmuklar; arabanın koltukları, yanımdaki polisin yüzü, arabayı kullanan öbür polisin kafasının arka kısmı sözcük kusmukları içinde kaldı. Açıklığı gerçek kapatma böyle olur. Aslında biliyoruz, bu dünyada herkes kusmuk içindedir; insanlar, otomobiller, şehir içi minibüsleri, alışveriş merkezleri, AVM’ler, yollar, iş hanları, kamu binaları, gösterişli müdür odaları, partilerin genel merkezleri, bekleme salonları, hastaneler, vergi daireleri, bankalar, en çok da bankalar… Duygusuz bankalar… Gökyüzünü ve yeryüzünü karartan bunca kusmuğa karşı insanların neden başkaldırmadığını anlamıyorum, asıl güç onlarda olmasına rağmen işçilerin neden greve gitmediklerini anlayamıyorum. Orta tabakada kümelenmiş romantik emekçilerin neden burjuvazi taklidi yaparak yaşadıklarını anlamıyorum. Wilhelm Reich’in şu sözü geldi aklıma: ’’Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.”
Polis karakoluna gelmiştik. Aklımın kıyılarını döven düşünce parçacıklarını usulca, incitmeden bir kenara itip arabadan indim. İfademi almak için bir memur hazır bekliyordu. Göz göze geldik, yüzü oldukça esmer ve ıssızlıktan yapılmıştı. İfademi alan polis memuru hakkımdaki iddiaları hızlı bir şekilde anlattı ve şikâyetçi olan Halil Toynak adlı şahsın dilekçesinden bahsetti. Durup dururken tenha bir yerde onu dövmüşüm. Bu koca bir yalan, çünkü onun hayalini dövdüm, hem de fena halde. Şiddete karşıyım, şiddeti asla bir araç olarak görmem, çünkü ben aydın bir kişiyim. Düzenli bir kitap okuyucusu ve aynı zamanda, tiyatro ve sinemaya da düzenli olarak vakit ayıran biriyim. Bir de düzenli ve onurlu yenilgilerim var, her şeye karşı olduğum için. Kim birine karşı şiddet kullanıyorsa o sevgisizlik çölünde kaybolmuş zavallının tekidir. Ne olup bittiğini kısaca anlatmamı istedi, otuz beş yaşlarındaki yüzü ıssızlıktan oluşan esmer memur.
***
“Kötülük, ancak tam hızla giderken dengede kalabiliyordu, bisiklette olduğu gibi.” demiş Jan Paul Sartre, Akıl Çağı adlı kitabında. Konumuzla ne alakası var, o öyle demiş bu böyle demiş, bana ne kardeşim, konuya dönelim diyebilirsiniz, ancak dememelisiniz. O üstatlar boş konuşmazlar. Olayın olduğu gün evdeydim ve elimde Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ kitabı vardı. Yirmi beş yıl sonra tekrar okumaya karar vermiş, ruhsal yapımın bozulması pahasına on günde bitirmeyi başarmıştım. O tuğla kalınlığındaki kitabı yıllar önce ilk okuyuşumda ne yalan söyleyeyim fazla bir şey anlamamıştım. Bu kez kitabın içine tamamen girmiş ve orada kendime en yakın bulduğum karakter olan Razumihin ile dostluk kurmuştum. Kitabı düzenli olarak okumam ve sonuna kadar hem keyif alıp hem huzursuz bir ruhla ilerlemem onun sayesinde olmuştu. Razumihin’e buradan şükranlarımı sunuyorum.”
"Öğle saatleriydi, bitirdiğim kitabı rafta ait olduğu yere (bitirilmiş kitaplar mezarlığı) özenle yerleştirdim. Sonra markete alışveriş yapmaya çıktım evden. Yürüyüş yapma bahanesiyle yolu uzatarak başka sokaklara, oradan başka ara sokaklara girdim. Neredeyse boş olan büyükçe bir parkın yanından geçiyordum. Kırk beş yaşlarında, şapkalı, orta boylu daha önceden konuşmuş olmasam da siması yabancı gelmeyen bir adam (şu adını söylediğiniz Halil Toynak), pembe plastik bir selenin içinde getirdiği çiğ tavuk etlerini, detone sesiyle mırıldanarak sokak köpeklerine yediriyordu. Bu çok hoşuma gitmişti. İnsanların çoğunun sokak hayvanlarına acımasız davrandığı, bu dünya sanki sadece insanlara ait ve diğer canlıların yaşam hakkı yokmuş gibi, o canım varlıklara sürekli şiddet uyguladığı bir zamanda bu arkadaşın şefkatle onları beslemesi beni duygulandırmıştı. Yanına gittim ve gülümseyerek selam verdim.
“Ne iyi ediyorsunuz, köpekleri seviyorsunuz sanırım, ben de çok severim, bizim o taraflarda da çok var, mahallenin güvenlik görevlileri gibi hiç ayrılmazlar oradan.”
“Yaaa, sevmez miyim, ne güzel hayvanlar,” dedi zoraki bir tebessümle ve yüzüme bakmayarak.
Yüzüme bakmamasından ve kısa kesmesinden sohbeti seven biri olmadığını düşündüm. İyi günler dileyip yoluma devam ettim. İnsanlarla iletişimim çok iyi sayılmaz, bunun nedeni çevremde fazla insan olmasını istemiyor olmamdır. Yarım asırlık yaşamımda bende yer etmiş en belirgin düşüncelerden biridir bu. Çünkü insan düşmüştür. Defalarca tanık oldum insan kavramının düşüşüne. Gösterişli apartman altlarını ele geçirmiş şu üç harfli marketlerden birine girdim. Listemde ilk sırada peynir vardı. Yoğurt, ayran, yumurta, domates, biber ve salatalık şeklinde devam ediyordu liste. Hepsinin aynı anda ve kısa aralıklarla bitmesinin nedeni, hepsinden de azar azar alıyor olmamdı. Çünkü ülkenin itaatkâr ezilenleri “en büyük ekonomist bizim ekonomist!” diye tezahürat yapıyorlardı çeyrek yüzyıldır. “Hem eziliriz hem vazgeçmeyiz reisimizden, soğan ekmek yeriz, yine de vazgeçmeyiz!” düşüncesi bütün felsefe kitaplarını altüst etmiştir… En son diş macunu almak için o bölüme doğru yöneldim. Karşı apartmanın orta yaşlı balkon güzeli Pakize ile karşılaştım orada. Selamlaştık. Yüzünde bir tuhaflık vardı. Yüzü gözü ve burnu ufalmıştı, aslında tam olarak öyle değildi, dudakları balon gibi şiş olduğu için yüzünün diğer organları küçük görünüyordu.
“Nasıl olmuş, Sarp bey?” dedi dudaklarına yaptırdığı dolguyu göstererek. Gülümsemek isteyip de gülümseyemeyerek. Belki de gülümsedi içten içe, ben göremiyordum. Ben içten gülümsemeleri göremeyen biriydim.
“Bu ne hal kız Pakize, eşek arısı mı soktu dudaklarını, davul gibi olmuş” dedim şaşkınlık içinde.
“Ne eşek arısı, ne davulu ayol, sen ne anlarsın güzellikten, görme özürlüsün sen, zaten neyi gördün ki bugüne kadar, karın bile gitti senin bu kabalığın yüzünden,” diyerek kızgınlıkla ayrıldı yanımdan. Ah Pakize, ah seni kronik dul…
***
“Nereden nereye getirdi mevzuyu Pakize. Görüyorsunuz değil mi, memur bey.”
“Sarp bey, bütün bunların konumuzla ne alakası var, lütfen asıl konuya dönün, siz bu adamı tehdit edip dövdünüz mü, dövmediniz mi?” diyerek araya girdi ifade alma uzmanı ıssız esmer memur.
“Olmaz olur mu, çok alakası var efendim konumuzla. Ayrıca geleceğim o kısma. Az kaldı.” dedim.
Market alışverişimi bitirmiş, elimde iki poşetle eve dönüyordum geldiğim güzergâhtan. Toynak’ın, köpekleri beslediği parka doğru yaklaşıyordum, köpekler oradaydı, karınları doymuş, mutlu ve huzurla yatıyorlardı çimenlerin üzerinde. Biraz daha yaklaşınca köpeklerin hiç hareket etmediklerini fark ettim. Ağızlarının etrafında beyaz köpükler vardı. Dokununca fark ettim, dört köpek, dört can ölmüştü. Az önce ölmüşlerdi. Bir ruhu çirkin tarafından zehirlenerek öldürülmüşlerdi. İnsanın düşüşüne bir kez daha tanık olmuştum. Yanlarına oturup ağladım. Bir yandan da belediyeden bir yetkiliyi arayıp durumu anlattım. Onlar gelene kadar bekledim o sevimli canların başlarında. Bu sokaklar kötülük akan derelere dönüşmüştü gözümde. Düşüncelerime öfke doluşmuştu ve bu öfkeyi kontrol altına alamıyordum. Belediyeden gelen görevliler dört canın cesedini römorka yükleyip götürdüler, uzak ve ıssız bir yerde yakmak için.
Sinirden ve sıcaktan bunaltı gelmişti. Çevreme baktım, evleri tek tek gözden geçirdim, düşündüm ki bir katil kurbanların cesetleri kaldırılırken mutlaka bir yerden izliyordur. İki blok ötede bir apartmanın ikinci kat balkonunda Toynak’ın çirkin ruhunu gördüm. Konuşmayı sevmeyen çirkin ruhunda geveze akrepler dolaşıyordu. Gördüm. Düşüncelerime yapışan düzensiz öfkeyi yıkadım ve yürüyüp yoluma gittim. Gittim ama sonra geri döndüm. Tekrar gidip tekrar döndüm. Pusuya yattım gölgelik bir yerde, çirkin ruhundaki kötülüğün kokusu hâlâ taptazeydi, hissedebiliyordum. Kırk beş dakika bekledim. Toynak dışarı çıktı ve stadyum tarafına doğru yürümeye başladı, gayet sakin ve birkaç saat önce dört canlıyı o öldürmemiş gibi rahattı. Onun gölgesi oldum, beni fark etmesi mümkün değildi. Kör bir bölgede yakaladım onu ve arkadan boyun kısmından tutarak köhne bir duvarın dibine sürükledim. “N’oluyozzzz lan!” diye hırıltılı bir çığlık attı. Kimse duymadı çığlığını, çığlık gökyüzünde kaybolup gitti. Aynı keskinlikte ona “Kes lan sesini, pis katil!” diyerek karşılık verdim. Sırtını duvara yapıştırdım, bir elim gömleğinin yakasında, diğer elim de havada asılı haldeydi.
“’Bir gün hayvanlarla konuşabilsek bize tek bir şey soracaklardır: Neden?’ diye yazmış bir kitabında Anthony D. Williams adında araştırmacı bir yazar,” dedim yüzümü iyice yüzüne yapıştırdığım Toynak’a. Tabii o zaman adının Toynak olduğunu bilmiyordum. Titriyordu ve sesler ağzından çamurumsu ve hırıltı olarak dökülüyordu. “O da kim abi, sen kimsin, ne istiyorsun?” dedi şaşırmış ve korkmuş olarak.
“Açlıklarından yararlanarak zehirlediğin o köpekleri, beslediğini düşündüğüm için yanına gelip selam vermiştim, seni takdir etmiştim, o an yüzüme bakmış olsaydın şimdi kim olduğumu bilirdin alçak herif!”
Evet, şiddet yanlısı değilim, hiç olmadım. Olmayacağım. “Şu duvarı görüyor musun, pislik herif?” dedim, “o duvar senden daha anlamlı.” Yukarıda asılı ve vurmaya hazır olan yumruğumu duvara defalarca vurdum, ona vurduğumu hayal ederek. Defalarca vurdum. Defalarca vurdum gözünün içine bakarak. “Neden lan, neden, neden öldürdün o canları?” diyerek her kelimede yumruğum duvara bir balyoz gibi çarpıp geri dönüyordu. Öyle ki ben duvara vurduğum halde Toynak kendisine vurulmuş gibi acı çekip ağlıyordu.
“Abi o köpekler mahallede herkesi rahatsız ediyorlardı. Çocuklar için tehlike onlar.” dedi ağzından aşağıya kelimelerle birlikte salya ve irin akıtarak.
“Asıl tehlike sensin, senin gibi alçaklardır.”
Ellerim ve beyaz tişörtüm kan içinde kalmıştı.
Bıraktım adamı, ellerim boşta kaldı, gömleğinin düğmeleri kopmuştu. Düşünsel acılar içinde yığılıverdi yere. Evet, memur bey, çok dövdüm onun hayalini, ruhunu paramparça ettim. Zaaflarım var bu tür konularda, nerede bir alçaklık görsem bir şey beni oraya götürüyor. Beni oraya götüren şey vicdan veya merhamet değil; tek gerçek tanrı olan sevgiye ve büyük insanlığa olan inancımdır.
“Neden yetkilileri aramak yerine, böyle bir yola başvurdunuz, herkes kendi işini kendi görmeye kalkarsa kaos oluşmaz mı?” dedi anlattıklarımı can kulağıyla dinleyen memur.
“Sonsuz bir kaosun içinde yaşıyoruz zaten, öyle değil mi? Haksızlığa, adaletsizliğe ve kötülüğe karşı tavır almayan bir insan onurlu ve erdemli bir insan değildir. Dünyaya hasbelkader atılmış olmanın zavallılığı ile ömrünü tamamlar. Nefes alıp gider.”
“Neyse, söylediğiniz her şeyi yazdım ifadenize, şu Pakize hanım dâhil. Anlattığınıza ve hastane raporundan da anlaşıldığına göre Halil Toynak’a fiziksel bir müdahaleniz yok ama duvara vurduğunuz her yumruk o yumrukları kendi yemiş gibi psikolojik olarak onu yerle bir etmiş. Gerçekte dayak yemekten beter olmuş. Dosyanın akıbeti hakkındaki gelişmeler size bildirilecektir, sonra tekrar çağrılmak üzere şimdilik gidebilirsiniz.”
***
Suç ve Ceza’nın bitiminde yaşanan bu şeyler oldukça ironik. İnsan her şeye birkaç kelime uzakta… Birkaç kırılış… Birkaç hileli adam... Ve pişkince gülümseyen illüzyonlar çağı hep peşindedir. Bu çağa ve bütün çağlara Sartre’ın bir sözü var: “Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu ama aynı zamanda onun tam tersi.” Eve döndüğümde hava kararmış ve gece yeni sunumlar için sahnesini hazırlamıştı. Görünmeyen bir Shakespeare figürü şöyle sesleniyordu hafızanın soğuk odasından buz çölüne:
insan kendi kıyametini kendi yazmıştır bütün çağlarda
ve inandığını söylediği tanrısına yüklemiştir bütün suçu
tarihin en zengin menüsüdür: savaş, salgın, ölüm ve kıtlık
sofradan hiç eksik olmamıştır mahşerin bu dört tatlısı
yaşama sevinci de öyle; yenilginin tarihi kadar eskidir
avuç içi kadar yer kaplar, kırılgan ve savunmasız
ama duygular treninde yolculuklara çıkan hislerin lideridir o
ışıkların söndürüldüğü sayfalarda smokiniyle ortaya çıkıp
yeniden başlatır hafızanın soğuk odasındaki yankıyı
Metin Akdeniz
(Buz Çölü)
5 notes
·
View notes