Tumgik
#neden gerek var mı ya bunun için
cokuntu · 7 months
Text
biri sizi reddettiğinde neden hemen vicdan mastürbasyonu yapmaya başlıyorsunuz
6 notes · View notes
bunudaburayayazdim · 10 months
Text
İyi Olmanın Formülü ve Maskeli Balo
Bu yazıyı nerede paylaşırım ya da paylaşır mıyım bilmiyorum. Biraz rastgele bir karalama olacak çünkü. Selamsız sabahsız girdiğim, kendime dahi yabancı bir yazı olacak biraz. Palyaço şiirinde de dediği gibi;
Biraz birazdım her şeyden dün biraz sinirlenmiştim mesela yarın bir kadını seveceğim biraz biraz biraz kör oldum bugünlerde
Nasılsın sorusuna en içten gelmeyen "iyiyim"leri sıraladığım zaman dilimindeyim sanırım 25 yıllık sürecin bilincinde olduğum kısmını düşündüğümde. İyiyim ama ne anlamda iyiyim, kime göre iyiyim, nedir iyi olmanın gereklilikleri, var mıdır bir formülü?
Bazen de böyle şeyler takılır işte aklıma. Hoş, bunu okuyorsan biliyorsundur zaten, eğer okuyorsan ya da. Bazen de gidip bir geyiğin neden boynuzlu bir şekilde evrildiğine kafa yormaya çalışabilirim. Şimdi bu aklıma gelince yazıya ara verip gidip araştırdım biraz. 17 milyon yıl öncesine ait bir fosilde bu boynuz yapısının bir örneği bulunmuş. Bulunmuş en eski örneğiymiş daha doğrusu. Ufak ve iki daldan ibaretmiş. Yani bir çift keçi boynuzu gibi bir yerde düşününce. Zaman içinde boyutunun büyümesi ve boynuzların dallanıp budaklanması ortaya çıkmış. Neyse ne anlatıyordum ben? Heh, iyi olmanın gereklilikleri, eğer varsa formülü.. Her şeyi ülkeye yıktığımız bu süreçte tek sorun orada mı emin değilim. Kabul çok sebebi ülkeden kaynaklı. Ekonomi başta olmak üzere bir çok konuda darlanmamızın, rahatsız, huzursuz, uzak hissetmemizin, kendimizden uzaklaşmamızın sebebi bu ülke ve bu konuda bir şey yapmamakta ısrarcı uyuşmuş bir halk ama sadece bunu suçlu göstererek, kendimizi aklayarak iyi olabilsek çoktan olmuştuk diye düşünüyorum. Ben artık sıkıldım bahanelerin arkasına sığınıp farklı maskelerle etrafta gezmekten. Saçma sosyal oyunları oynamak adına olmadığım bir ruh halini yansıtmaya çalışmak çok yorucu bir şey. Bunu belki sen de yapıyorsun, yaptığının ne kadar saçma olduğunu ve karşındakinin de muhtemelen senin gibi hissettiğini bilmene rağmen. Çünkü toplum böyle bir şey, birbirine iyi olduğunu kanıtlamaya çalışan, kanıtlamak istemeyeni öteleyen insan topluluğu. Neticede kim toplumdan soyutlanmak ister, di mi? Özellikle de beraber mutlu görünen bir topluluk olarak bir imaj yansıtıyorken. Sorun içine girip irdelemeye başladığında ortaya çıkıyor ve fark ediyorsun ki toplu bir maskeli balo gibi toplumla bütünleşmek. Bak bu benzetme başlığı bulmama da yardımcı oldu. İyi olmadığını söylemek ayıp bir şeymiş gibi bize çocukluktan beri dayatan ne kadar insan varsa karşıma alıp uzun uzun anlatmak istiyorum bunun ne kadar sorunlu ve toksik bir davranış, düşünce biçimi olduğunu. İyi olmamak da en az iyi olmak kadar normal ve hayatın parçası olarak kabul edilmesi gereken bir şey. İnsanlar iyi olmamanın sonsuz bir olay olduğunu düşünüyor sanırım, o yüzden bu maskeler, bu gerçeği öteleme isteği. Onu kabullendikten sonra karanlığın onu çekip alacağını düşünüyor olsa gerek. İyi olan her şey bu evrenden sökülüp alınacakmış ve asla gelmeyecekmiş gibi. Güzel haber, böyle bir şey yok. Hayatın boyunca iyi olacaksın, kötü olacaksın, bazen hissiz olacaksın ve bunlar hayatının belirli dönemlerinde tekrarlayacak farklı sürelerle. Önemli olan bunların varlığını reddetmeyip, kabul ederek altında yatan sebepleri keşfedebilmek ve gelişebilmek. "Bazen iyi olmamak da iyidir." dediğim zaman salak bir kült lideri gibi görünüyor olabilirim. Belki de salakça bir cümledir bilmiyorum ama şunu biliyorum. İyi olmamayı lanetlemek, gizlemek mutluluğu getirmiyor. O yüzden üstteki cümleyi bir kez daha okumanı istiyorum. Üstüne düşündüğümde biraz da zihnim Mark Manson'ın Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı kitabındaki şu kısımdan arakladı sanırım bu cümleyi özetlemeye çalışırken:
Daha pozitif bir deneyimi arzu etmenin kendisi negatif bir deneyimdir. Ve paradoksal olarak, insanın negatif deneyimini kabul etmesinin kendisi pozitif bir deneyimdir.
O yüzden eğer iyi değilsen, bunu söylemekten çekinmemelisin ve sana dediğimi önce ben yapmalıyım sanırım. Uzun bir süredir taşıdığım bu iyiyim maskesi ağırlık yapıyor çünkü, fazla büküldü sırtımız tüm bu sahtelikte. Biraz yüklerimizi atalım. Bizi yoran insanlarla iletişimi kesmek, kesemiyorsak da mümkün mertebe mesafeli kalarak kendimizi koruyalım ya. Herkesin canı kendine tatlı olmalı biraz, onu koruyup kollamadıktan sonra neden yaşıyoruz neticede? Ortalama 60-70 yıl yaşadığımız bu hayatta, o kadar zamanımıza değmeyecek şeyleri önemseyip, dert edinip kendimize eziyet ediyoruz ki.. Biraz da yapı meselesi sanırım bu, insan bir anda bırakamıyor her şeyi. Daha doğrusu bırakmıyor, bir bağımlılık gibi çünkü bunlar artık insanın vücudunda ve her bağımlılık gibi bırakmaya çalışma süreci acılı, sancılı oluyor. İyi olmanın formülü demiştik yazının başında, epey konuştum yine biliyorum, üzgünüm. Epeydir yazamamıştım böyle, onun karışıklığı sanırım. Merak etme bir şarkı bırakacağım sana yine başlangıca. Sadece bunu sen şu an öğreniyor olacaksın ama şşhh, aramızda. Neyse neyse. İyi olmanın formülü..
İyi olmanın formülü sanırım iyi olmadığını kabul etmek, bunu değiştirmek için ne yapabileceğini düşünmek ve bu doğrultuda hareket etmekten ibaret. Çok kısa bir formül gibi duruyor ama çok sabır isteyen adımlar maalesef ki. Kendine hak ettiğin değeri göstereceğine ve bunu korumak için elinden geleni yapacağına söz vermeni istiyorum tam şu an, burada. Bana değil, kendine vermelisin bu sözü. Unutma, önemli olan sensin! Seni çok tuttum biliyorum. Teşekkür ederim vaktini ayırdığın ve benim gibi bir delinin saçmalarını okuduğun, düşüncelerini benimle paylaştığın için. İyi olduğumuz kadar, iyi olamadığımız günlerin de uğruna, kendine çok dikkat et!
37 notes · View notes
kaybolansonsayfa · 2 months
Text
-bazı duraklarda dinlenmek gerekir(miş)-
Anlatmak istediğim onca satır var ki nereden başlayacağımı bilemiyorum. Hatta anlattıktan sonra bunu yeniden okuyabilecek gücüm var mı onu da bilmiyorum. (Zaten bir şeylerin anlatılarak atlatılmadığını öğrenmiştik kaybolan.) Yaşam karmakarışık yolları içerisinde barındıran uzun bir yolculuk. Ben bu yolculuk için diğer birçok insan gibi sayısız hayal kurup gerçekleşmesi için öyle ya da böyle emek verdim. Ulaştığım hayallerim de oldu çok şükür, hatta bir çoğu hayallerimden bile daha güzel oldu. Zaman geçti, büyüdüm ve birkaç şey de öğrendim bu süreçte. Mesela ne kadar istersek isteyelim, ne kadar emek verirsek verelim bazı şeyler olmayınca olmuyormuş. Uğruna verdiğimiz tüm savaşların bizim için çok anlamı olsa da sonucu olmayabiliyormuş. Ama insanız işte, üzülüyoruz. Vardır bunda da bir hayır demeyi, nasip değilmiş demeyi öğrendim sanıyordum ama o kadar çok üzüldüm ki öğrenememişim galiba tam anlamıyla. Kendimi aynanın karşısına alıp hırpalamak da bir çözüm değildi zaten. Amacım suçu mu, suçluyu mu bulmak bilmiyorum. Hatta suç ya da suçlu var mı ortada onu da bilmiyorum. Hayatım boyunca sebepler ve sonuçları üzerinden ilerledim. Çokça düşünüp ufak adımlarla ilerlemeye çalıştım. Çoğu kez düştüm, yeniden doğrulmaya çalışırken yine bir şeyler öğreniyorum diyerek devam etmeye çalıştım. Günün sonunda içimdeki kaybolana hep iç muhasebesi yaptırdım. Çalışmak bana hep iyi geldi mesela. Zihnim hep arka planda birden fazla işle meşgul olmalıydı. Her şeye ben koşmalıydım. Çünkü başarmam gerekiyordu. Neden kendime böyle koca koca görevler edindim, taşımakta zorlandığım yükler aldım bunun cevabını kendime veremedim uzunca bir süre. Böyle bir şeye gerek var mıydı? Sonra dönüp baktığımda fark ettim ki ben bu görevleri bir nişan gibi taşımıştım omuzlarımda. Çünkü kaybolan olmak demek bunları yapmak demekti. Başka türlüsünü hiç öğrenmemiştim ki. Bunlar yoksa ben ben olabilir miyim? Mecburiyet mi dersiniz buna yoksa zorlamak mı ya da adı her ne ise beni motive eden her düştüğümde kaldıran gücümdü bu benim aynı zamanda. Hala da öyle. Her düşüşümde kendimi "senin yapman gerekenler var" diyerek kaldırdım. Bazı düşüşler sert oluyor. Sanırım bu da onlardan biri. Bugün erkenden kalkıp kendime olmayanda da vardır bir hayır vardır demeyi öğretmek istedim. Kalbimi daha fazla örselemeden "bu da geçecek" demek istedim. Öğreneceğiz inşallah kaybolan, her ne kadar üzülsek de "bu benim için daha hayırlıdır belki" demeyi öğrenceğiz. Allah büyük. İnşallah güzel şeyler olacak. Sonunda çok çabaladık ama başardık diyeceğiz.
10 notes · View notes
cninzihni · 11 months
Text
Discord nedir? Discord, tıpkı bir Whatsapp grubu gibi insanlarla etkileşim kurabileceğiniz bir platform. Burada sunucu açarak, metin ve ses kanalları ile konuşmaları gruplama şansınız bulunuyor. Metin kanalları adından belli olduğu gibi sadece yazı/görsel barındırıyor. Ses kanalları ise toplu bir şekilde sesli ve görüntülü sohbet edilebilen, beraber film/dizi izleme, müzik dinleme gibi aktiviteler gerçekleştirilebilen bir kanal türü.
Neden Discord? Bunun birkaç sebebi var; -Herhangi bir kişisel veriniz açıkta değil, sadece kullanıcı adınız diğerleriyle paylaşılıyor. Numaranız, mailiniz gibi detaylar size özel, bu da gizliliği sağlıyor -Çok çeşitli medya desteği ve aktivite olasılığı var. Botlar ile oyunlar oynayabilir, müzik dinleyebilir, çok saçma aktiviteler dahi gerçekleştirebilirsiniz. -Aynı anda birden fazla konu birbirine dolanmadan, farklı gruplarda konuşulabilir ve isteyen istediği yere, istediği an ulaşabilir.
Katılmak için ne yapmam gerek? Eğer daha önce hiç kullanmadıysan, Discord bir uygulama. Bilgisayarda ya da telefonunda yükleyip direkt kullanmaya başlayabilirsin. Bir hesap açmanı isteyecek, o hesap ile giriş yaptıktan sonra, yukarıdaki linke tıklayıp aramıza katılabilirsin!
Benim aklımda başka sorular da vardı ama ya diyenler de bu postun altına ya da iletiden akıllarına takılanları sorabilir. Elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırım.
24 notes · View notes
hamiraa · 5 months
Note
Selamünaleyküm kardeşim. Sabah namazına kalkmak için alarm kuruyorum, uyanabilmek için dua ediyorum. Bazen kolaylıkla uyanıp namazımı kılıp tesbihatımı vs huzurla yapabiliyorum. Bazen de bunları yapsam da namaza uyanamıyorum. Hangi günahımdan dolayı huzura alınmadım diye düşünüp tövbe ediyorum. bir kusurdan dolayı mı huzura alınmadım diye düşünmenin yanında aklıma şu da geliyor. Huzura alındığım zamanlarda da kusurlarım günahlarım oluyor. Ama Allah Teala namaz kılmayı nasip ediyor yine de. yani işin aslı sabah namaza uyanmak için neler yapabilirim? nasıl bir yol izlemem gerek? hamd olsun diğer vakitleri eda edebiliyorum ama sabah namazı rutinim olmaması beni çok üzüyor.
Aleykümselam verahmetullah kardeşim.
Şimdi kalmak istiyorsunuz ama hiçbir şekilde alarmı duymuyorsanız ya da vakit geçtikten sonra uyanıyorsanız, evde namaz kılan birisinin sizi uyandırması gerekir ama mesela alarmı duydunuz ya da ezan okunurken uyandınız lakin sıcacık yataktan kalmak zor geldiğinden ya da uykunuzu bölmek istemediğinizden kaçırıyorsanız burada imani bir zafiyet vardır. Bunun için de ahiret, cennet cehennem ile ilgili bol bol tefekkür etmemiz faydalı olacaktır. Ayrıca irademizi sağlamlaştırmalı ve Kuranî ahlâkı kendi benliğimizde inşa etmemiz gerekir..
Kardeşim, bu bahsettiklerim bir süreç ama şunu düşünmek sizi daha çabuk sonuca götürür; beni okuduğum zaman dehşete düşüren bir hadis var o da Rasûlullah aleyhisselamın ölüm döşeğindeyken ümmetine vasiyeti:
Ali radıyallahu anh şöyle demiştir: Rasûlullah aleyhisselamın son sözleri, "Namaz, namaz! Bir de sahip olduğunuz köleler hakkında Allah'tan korkun!" oldu. Ebu Davud, 5158
Subhanallah, insan ölüm anında ne vasiyet eder? Onun için ne önemliyse ya da sevdiklerine son ne söylemek istediyse onu yani en en en mühim meseleleri. Bu ümmetin peygamberi aleyhisselam da namaz diyor. Bu yüzden, kendinizi bir yoklayın namaz sizin hayatınızda hangi konumda? Mesela, 5 deki namaza kalkmakta zorlanıyorsunuz ama 8 deki dersinize,işinize yetişmek için 7 de kalkabiliyorsanız burada bir sorun var demektir. Yani derse, işe ya da çok önemli bir sınava, toplantıya geç kalmamak için gösterdiğimiz çabayı Allah'ın huzuruna çıkmak için neden harcamıyoruz? Kuranda münafıkların özelliklerinde bahsederken, namazlarına değinir, o ayetleri araştırıp tefsirlerine bakmanızı tavsiye ederim.
Son olarak da sabah kalkabilmeniz için uykunuzun kaliteli olması lazım, iyi bir uyku da;
rahat bir kalp, rahat bir mide, rahat bir zihin, rahat bir gün ile mümkündür. Bundan dolayı kalbinizi gün içinde ne ile meşgul ettiğinize, (Allahın razı olacağı şeyler mi yoksa boş şeyler mi), ağır ve çok yemek yememeye, ahiretinize fayda vermeyecek şeyler için zihninizi yormamaya ve de gününüzü farzları eda ederek, sünnetlere önem göstererek geçirmeye dikkat ederseniz uykunuz daha verimli olur, Allahın izniyle kolay kalkarsınız.
- Uyku öncesi zikirleri, duaları da çok önemli ihmal etmeyin inşaallah.
Ve de Allah'tan dua ile yardım isteyin. Çünkü ibadet edecek güç kuvvet ancak O'nun yardımıyladır.
اللهم أعني على ذكرك وشكرك وحسن عبادتك..
"Allahım, Seni anmak, Sana şükretmek ve güzelce kulluk etmekte bana yardım et."
Ebu Davud, Salât 361
Duasını da her namazdan sonra özellikle secdelerde yapın inşaallah.
Rabbim O'na yönelmeye engel olan günahlarımızı bağışlasın. Bizi ibadetin lezzetini alanlardan, namazlarıyla kaim olanlardan eylesin. İbadetlerimizdeki kusurlarımızı da bağışlasın. Selametle..
8 notes · View notes
venaamoris1 · 2 months
Note
Bence çok gösterişe dayalı bir ilişkiniz var
"Bence sen konuşmamalısın dostum, bence, fikrimce" diyen Çağrı gibiyim şu an sana karşı. Şimdi ne alaka yani? Ne saçma sapan sorular bunlar ya? Of bu söylemine karşı çok fazla replik var beynimde susturamıyorum. Neyse. Öncelikle; benim ilişkim kimin umurunda olsun ki ben bunun gösterişini yapayım? Ha benim ilişkim bizden başkasının umurundaysa bu çok daha garip. Dışarıdaki hayatımızda sadece oturup bir masada sohbet ederken bile insanlardan onay alıyoruz. Dümdüz kendi çapımızda eğlenirken keza öyle. Ya da hiçbir şey yapmadan sadece yan yana görünsek bile iltifat alabiliyoruz. Bak verdiğim bütün örnekler aşırı sıradan, fark ettin mi? Çünkü ayrı olarak özel yaptığımız hiçbir şey yok. Ki gündelik hayatımızda bizi sürekli gören kişiler, yakınlarımız. Onlara bir gösteriş yapmamıza gerek yok diye düşünüyorum, tabi senin o şahsi düşüncelerin ne yöndedir bilemem. Bunun dışında biz beraber dans ederken hiç tanımadığım bir kadın kulağıma eğilip "sizi izlemeye doyamadım maşallah size" diyebiliyor ve ben kadınla göz göze dahi gelmemişim. E ben zaten hiçbir şey yapmadan methedilen bir ilişkinin içindeysem, ben zaten insanları umursamadan kendi yaşadığım şeyle tatmin olabiliyorsam bunun dışarıdan nasıl göründüğünü neden önemseyeyim ki? Burada genel olarak yapmacık "seni çok seviyorum aşkım iyi ki varsın" naraları atmıyoruz gördüğünüz üzere. Hatta 2 arkadaş gibi dalga geçiyoruz bütün gün, yarınlar yokmuşçasına. Gösteriş gibi bir amacımız olsa, inan bunu yapabileceğimiz zibilyon farklı seçenek var. Yapmıyoruz çünkü ihtiyaç duymuyoruz. İstesek yapar mıyız şüphesiz evet. Ama buradaki hiç kimse çabalamamıza değecek kadar önemli değil bizim için. Ayrıca çocuk değiliz. Bir seviyeye gelmiş kişileriz. İkimiz de olgunluğumuzla anılıyoruz. Kendi tatminliğimizde gözümüz, başkasının gözünü doyurmak bizim görevimiz değil. Yani bir de ilişkisini kendi çapında yaşayan ve eğlenen kişileri sürekli böyle yorumlarla darlıyor musunuz merak ediyorum açıkçası. Mutluluklar size batıyor. Kaostan zevk alıyorsunuz. Kötü düşünceler sizi öylesine besliyor ki, iyilikleri görmek için alan bırakmamışsınız kendinize. At gözlüğünüzü çıkarmayı deneyin derim. Aptal magazin sayfaları gibi gelip ona buna bana sarmayı bırakın. Ha bu arada, bana göre de fevvkkaallaaddeee bir ilişkimiz var oh sefam olsun, gösteriş yapayım biraz oh. Yani kısacası BEN ŞU SAÇMA YERDE AŞKIMI HAYKIRACAK KADAR ÖZGÜR OLAMAZ MIYIM, DAĞLARA SULARA YAZAMAYACAK MIYIM AŞKIMI????
@egotangoo armağanım olsun cimcimem ;)))
3 notes · View notes
yesiliris · 6 months
Text
"Dünyadaki varlıkların varoluşlarının hakikati onların sonlu olmasıdır"
Sevgi biter, arkadaşlık biter, aşk biter, nefret geçer, sinir geçer. Duygular geçer ama bıraktığı izleri ne yapmalı?Ölüme mahkum olan insan, neden kendinde olan izleri başkasına açmaktan geri durmuyor?Ben empati duygusu olan biriyim. Bilirim acısını ben de olan yaranın ve başkasına açmamak için elimden geleni yaparım. Ama öyle insanlar var ki Kırmak,dökmek ve anlamamak için her şeyi yapıyorlar.
Şu Dünya'da Bi bana merhamet edilmedi. Ben gösterdiğim affediciliği bir insanoğlunda görmedim. Hep ilk hatamda çizip attılar. Hatta bazen hiç bir suçum yoktu ve dediler ki "kurunun yanında yaş da yanıyor" Benim günahım yokken cehenneme atılmam ne kadar doğru?Biliyorum bu yazıyı okuyanların arasında da var insanları kırmak bu kadar kolay mı? "Beni de çok kırdılar" düşüncesi ardına sığınmak ne kadar doğru? Sen başkasını kırarak seni kırandan farkın var mı sanıyorsun?Ben anlamıyorum şikayet ettiğimiz her şeyi biz de yaparsak, neden Bi başkasından bize şikayet ettiğimiz şeyi yapmamasını istiyoruz?
Yaşıtlarıma göre daha olgun görüşlerim var. Ama Bi canlıya sevgi göstermeyi Bi bebek de ya da bi kedi de görebilirsiniz. Bunun için üstün Bi düşünceye sahip olmamak gerek.
Herkesin sevgiyi harcadığı bir devirde sevgi göstermek ne kadar doğru?
Herkesin sevgiye muhtaç olduğu bir devirde sevgi göstermemek ne kadar doğru?
Dünya sonlu,İnsanoğlu sonlu,hayat sonlu. Değer mi kırmaya senden olanı ya da kırmak mı lazım illa senden olmayanı?
4 notes · View notes
Text
Her insanın hayatından sayısız insan geçer. Sayısız yüzler, unutulan isimler, animsanmayan ses tonları. Peki neden bazı kişileri özellikle hayatımızda tutmak isteriz? Ben henüz bunun cevabina ulaşamadım ya da ulaşamadığımı sandım, içten içe bildiğimi bilmemek istedim belki. Evet bilimsel olarak bağlantı,saplanti, takıntı gibi terimler kullanılabilir tabi ki . Fakat bence bu alışkanlık, yani sadece alışkanlık diyerek geçmek mantıksız, olur. Nedenleri sonuçları da tartışılmalı pek tabi.
Bu konuyu biraz romantize edersek bir insanı ekmeginiz suyunuz yapmak... Sürekli karsinizdaysa sizden şanslısı yoktur. Onun kokusu varlığı sizi doyurur. Tabi ki birkaç gün eksik kalsa da ölmezsiniz açlıktan. susuzluktan ama ya birkaç gün geçer gider ve karşınızdaki masada ne ekmek ne su hiçbir şey kalmamışsa.
Bende düşündüm çıkarım dışarı alırım ekmeğimi suyumu ne olacak sanki. Evet ne olacak sanki. Ama o öyle olmuyor. Belki içimizden birilerinin favori fırını vardır sadece onu seviyordur. Ekmeği daha kitirdir. Anıları vardır orada belki ekmeği sadece somutlastirmistir. Oradan alması gerekir sadece.
Yani anlayacağınız benim ekmeğimi aldığım fırınım yıkıldı. Kalmadı. Yerinde koskocaman bir boşluk var. Başka fırına da gidemiyorum içim el vermiyor. Gerek de duymuyorum zaten. Ekmek yemeyi çok sevsem de yemedim , yiyemedim baska ekmek .
Gene konu saçma bir yere geldi evet. Anlatmak istediğim bu değildi. Aklımdan şu an sadece bu gecti. Gene de yakın aslında uzak değil anlatmak istediklerim yazdıklarıma karşı.
Siz siz olun kimseyi ekmeginiz suyunuz yapmayın hele ki favori firininizi mumkunse hic bulmayin.
Vaz geçin insanlardan sizi kıran üzen yarı yolda bırakan. Evet çok zor geliyor ben yaptım mı hayır yapamadım. Fakat yapanlara felaket imreniyorum.
Bazen aç susuz kalmak bir şeyi de ifade etmez işte. Sadece aç susuz kalınır ve bunu sadece siz bilirsiniz.
Oyle iste benn açım, susuzum. Belki Yıkılan yere tekrar Bi fırın acarlar ve aynı kişi işletir diye bekliyorum. Şimdi diyeceksiniz otekisiyle aynı mı olur diye?
Olmaz... Ama daha güzelinin cikmayacagi ne malum. Belki bambaşka lezzet alacağım.
Kötü çıkarsa peki ne olacak. Aç kalicam gene ekmek yiyemeyecegim ve belki Bi daha hiç.
Son yazdığımda detaylı bir yer var. Kötü yapan benim favori firinimdi kötü yaptı. Artık başka fırınları keşfe çıkabilirim. İsteyerek mi peki yoksa hayatımı sürdürebilmek için mi?
Favori fırınım olmaz o ekmeğin tadı olmaz. Fakat aç kalmamak için hayata uyum sağlamak için yemek zorunda kalirim
Diğer ekmeğin tadını sonsuza kadar damağımda aklımda zihnimde her şekilde her türlü tutarım.
Eğer gerçekten aç kalmaya raziysaniz bir insanı ekmeginiz yapın. Fakat kendinizi doyurmak için başka fırınlar aramaya girisirseniz. Saçma Bi zaman diliminde aç kalmanız kendinizi enayi yerine koymanizdjr.
Gene de tavsiyem favori firininiz hiç olmasın.
02.51
3 notes · View notes
carmillalia · 11 months
Text
senden çok hoşlanıyorum.
ve seviyorum.
aşk mı, büyük bir beğeni mi bilmiyorum ama iki gündür durmadan seni düşündüğümden uyuyamıyorum 1 saatim var kafayı toparlamak için. 1 saat sonra ders için hazırlanacağım fakat olmuyor. heyecandan uyuyamıyorum. böyle hissetmeyi özlediğimi fark ettim. bu gece 3-4 saat seninle konuşurken ve sana her şeyi anlatırken bunun nasıl hissettirdiğini bilmeni isterdim çünkü sende asla yargılama yoktu. bana sevdiğin şarkıları açtın, beni dinledin. ve inanıyorum ki beni anladın. beni başından beri anladığını biliyorum. sadece korktuğunu da. çünkü çok sıradansın, çok sakinsin ama bir o kadar da delisin. bunların hepsini iki kelimeye sığdırdım, o da "seni seviyorum." olabildi. sana, seni anlatabilmek için yeni bir devlet kurup, onu özgünleştirme planlarımla bir alfabe yaratıp ortaya yeni kelimeler falan çıkartmam gerek herhalde. bana attığın güzel fotoğrafardan, resimlerini çizdim. ve hafta sonu sana vereceğim. güleceksin, ya da belki mimik oynamayacak. ama hissedeceğini ve donuk suratına rağmen dudaklarının kıvrılacağına eminim. yanında olamayacağım için bana bir video kaydetmeni istedim. onu anlamadın, "yanımda birisi yok nasıl yardım alıp çekeceğim tepkimi?" ben de sana "kamerayı masaya düzgünce koy çek işte!" dedim. güldüm. ama senin gülmediğine eminim. fazla ciddi, salak ve şapşal geliyorsun bana. ama bu zekâsal bir şey değil. saf diyebilirim ama saf da değilsin. bunu tanımlayamıyorum çünkü bu sana özel. bir kelimesi yok. bu özelliğin Türkçeye geçmemiş. sana has ve sende bulunabilir sadece. "hallederiz kızım ne bağırıyorsun?" dedin. güldüm sadece ama sesimi ayarladım tabii. sen güldüğümü anlamadım. çok sevimlisin. uykularımı kaçırıyorsun. aklımı karıştırıyorsun. sana bakarken uyuyamıyorum. sürekli sana hediye almak ve hazırlamak istiyorum. sen de bana, "senin paranı mı yiyeceğim?" diyip duruyorsun. salaksın işte. ama çok güzel olduğunu inkâr edemem. muhtemelen arkadaşlarım kısa sürede adını bu kadar duymaktan bıkmışlardır. seninle aynı sayfadayız. bu akşam 'a little death'ın bir sevişme şarkısı olduğunu öne sürdüğümde bana, "hayır, bu şarkı kafayı manyak bulduğun bir gecede, duman altı bir mekandan çıkıp boş sokakta salınırken çarpışıp, bakıştığın o kişiye yazılmış." dedin. ben de gülerek, "tamam işte, bakıştıktan sonra sevişmişler!" dedim. yine beni reddettin. en çok konuyu kapatmayıp ısrarla kendini açıklamana bayılıyorum. sonra kaşlarımı çatıp sana dedim ki, "o zaman dokun bana kısmı ne anlatıyor?", "ne bekliyorsun ki, gözleriyle dokunuyor işte! bakışıyorlar ya.." dedin. muazzamsın. sıradansın ama seni sıradanlaştıramıyorum. hissettiklerini anlattığında, neden sana kapıldığımı tekrar anladım. sanırım seni sevmek bana iyi geliyor. ayrıca i.o'nı yedi kez izlediğimi söylediğimde, herkesin içinde hiç utanmadan bana "sekizinci benimle olsun." dedin. öyle birisin ki.. sana bir şey alacağımı söylediğimde, 106 kişinin önünde bana "kendini de getir." diyebilecek kadar.. ah cidden. bana tanrı'ya inanıyor musun diye sorduğunda, yokladığını anlamıştım. sen beni kilise duvarına yaslayarak öpebilecek türden bir katolik olabilirdin. sigarayı elimden çektiğinde, "sanki sen içmiyorsun." deyip dik dik baktım. bırakmışsın, bunu bilmiyordum. biraz daha romantik, kafa açacak bir açıklama beklerken, "bir de bu boka mı harcayacağım? keyfii bırakmadım." dedin. ağzın bozuk ama sana yakışıyor. hayır kaba insanlardan hoşlanmıyorum. sadece sana yakışıyor muhtemelen.chase açıp durdun tüm gece, neighbourhood'da değil bunda sevişilir diyerek de üstünlük kurdun. pek tabii, kabulümdür. hızlıca hediyeni hazırlayıp vermek ve o an ki suratını görmek istiyorum. ayrıca bana hayran olduğun ve güçlü olduğum konusunda da bir şeyler mırıldandın, pek inanmadım. ama kelimeler senden çıktığında zulmün biteceğine, tanrı'nın adil olacağına ve dünya barışına kadar bir ton saçmalığa inanırım gibi hissediyorum. iyi ki varsın. bu bir klişe değil. yıllar sonra yaşıyor gibi hissettirdin/iyorsun. ayrıca bana her kızdığında sana dikleniyorum ve ortamı yumuşatmaya bile çalışmıyorsun. daha da kızıştırıyorsun. dik kafalarımız bizi öpüşmeye itiyor.
2 notes · View notes
ekip · 2 years
Text
Dikkat! Gelecek hafta bir şeyler oluyor! Varsayılan Tumblr temasını kullanan tüm bloglarına bir güncelleme geliyor!
"Tumblr Resmi" temasını varsayılan ayarlarıyla, üst seviye hiçbir özelleştirme olmadan kullanan tüm bloglar sunduğumuz yeni masaüstü blog önizlemesine geçiyor. Neden mi?
Hediyelere, bahşişlere, iletilere ve blogunda açık olan birbirinden güzel tüm özelliklere daha kolay erişim
İstikrar! Mobil uygulamalarımıza görsellik ve deneyim açısından daha çok benzeyen bir görünüm
Varsayılan URL'ler de değişiyor! Artık bloguna blogununismi.tumblr.com üzerinden değil, tumblr.com/blogununismi üzerinden erişilecek
İsteğe bağlı olan ve blog ayarlarından açıp kapatılabilen bu güncelleme, özel tema kullanan kimseyi etkilemeyecek. Varsayılan temayı kullananların ise yeni önizleme görünümü şöyle olacak:
Tumblr media
Buna ne gerek vardı? Bana faydası nedir?
Hediye, bahşiş ve ileti gibi hem yeni hem de eski özelliklerin yer aldığı konum farklı platformlar ve görünümlerde aynı olacak. Böylelikle kullanıcılar hangi blog olursa olsun gezerken zorlanmayacak ve aradığını rahatça bulabilecek. Ayrıca bir gönderiye dair tüm konuşmaların filtrelenebilmesini sağlayan son iyileştirmelerimiz sayesinde notlar görünümünü kullanmak da daha kolay hale geldi.
Bu durumda özel temalara yavaş yavaş elveda mı diyoruz?
Hayır! Tumblr'ın en vazgeçilmez yanlarından biri, sunduğu engin seçeneklerle kullanıcıların kendini özgürce ifade etmesine imkan sağlıyor olması. Özel HTML ve CSS kullanımına izin veren son platformlardan biri olmaktan gurur duyuyoruz; kullanıcılarımız bu sayede tam anlamıyla kendilerini yansıtan bloglar oluşturabiliyor veya isterlerse hazır bir sürü tema arasından seçim yapabiliyor. Tekrarlamakta fayda var: Özel tema kullanan hiç kimse bu güncellemeden etkilenmeyecek.
Peki özel tema kullanıyorsam yeni varsayılan önizlemeyi nasıl etkinleştirebilirim?
Masaüstünden blog ayarlarına gidip "Özel tema" seçeneğini kapat. Artık bloguna bakanlar, tumblr.com/blogununismi URL'sinde yer alan yeni blog önizlemesiyle karşılaşacak. Blog ayarları, soru sorma düğmesi, arşiv, hediyeler ve blog düzeyinde bahşiş seçenekleri, bu yeni önizlemede üst kısımda, yani takipçilerinin ilk bakacağı yerde duracak. Blogunun eski görünümüne gidenler buraya yönlendirilecek.
Tumblr media
Blogumda özel tema kullanmak için ne yapmam gerek?
Blogunu özelleştirmek istiyorsan masaüstünde blog ayarlarına gidip "Özel temayı etkinleştir" seçeneğini açık hale getir. Ardından "Temayı düzenle" ya da "İnternet sitesini görüntüle" gibi işlemlerle devam edebilirsin. Özelleştirdiğin blog, artık blogununismi.tumblr.com adresinde ve seçtiğin temayla görünür. Bunun yanı sıra blogun, tumblr.com/blogununismi adresinde varsayılan yeni blog önizlemesiyle görüntülenebilir; bu görünümde, bahsi geçen bütün o özellikler takipçilerinin ilk bakacağı yerde, yani üst kısımda hemen ulaşılabilecek bir konumda yer alır.
Aklına takılan bir şeyler mi var? İstersen önce Yardım Merkezindeki şu sayfaya göz at; aradığın cevapların birçoğunu muhtemelen orada bulabilirsin. Bulamazsan Pazartesi günleri 06:00 - 18:00 EST arasında Üzerinde Çalıştıklarımız bloguna (İngilizce olarak) sorularını yöneltebilir ya da yaşadığın belirli bir sorun varsa bunu Destek ekibine anlatabilirsin.
20 notes · View notes
billkill · 1 year
Text
Ayla, uyurken yanına birinin süzüldüğünü hissetti usulca. Bu Kenan olamazdı, Kenan'la nice zamandır görüşmüyordu. "Cemre?" dedi.
Cemre, elbisesini çıkarmadan öylece sarıldı annesine. "Anne, bu gece seninle yatabilir miyim?"
Ayla şaşırsa da, "Tabii bebeğim," dedi. Ve ondan sonra uykusuna geri döndü, ama bu kez de kızının hıçkırıkları neden oldu uyanmasına.
"Cemre, n'oluyor sana?" diye sordu.
"Anne..." dedi Cemre. "Ben çok pişmanım... neden Ali'yi daha evvel fark etmedim? Ali'yi daha evvel tanımış olsaydım, bütün bunlar yaşanmazdı..."
"Cemreciğim sence de bu... çok saçma bir soru değil mi? Ben de, babandan evvel Kenan'ı fark etseydim diye mi sızlanmalıyım yani? O zaman sen doğmayacaktın bebeğim, bütün yaşananlardan pişman olmamız değil, ders çıkarmamız gerekmez mi...?"
"Evet ama... ya düzeltilemeyecek yanlışlar yapıldıysa? Ya hiçbir telafisi olmayan hatalar... günahlar işlendiyse?"
"Bunları yarın konuşalım mı?" Ayla, kızını dinlemeyi çok istiyordu ama, son zamanlarda bilinmeyen bir nedenden uykuları ağırlaşmaya başlamıştı... Cemre'yi, düşüncelerinde geçmişi hatırlamaya bıraktı.
Cemre, bundan altı ay kadar öncesini anımsıyordu. Berk'in kendisini aldattığını anlayıp, gönlünün Vefa'ya kaymaya başladığı zamanları... Berk ve Hazal'dan intikam almayı kafasına koymuştu evet, ama bu, Vefa'nın Instagram profiline bakmayacağı anlamına gelmezdi. Cemre o gün, Instagram gönderilerinde fark etmişti Ali'yi, ama bakmakla görmek arasında çok fark vardı... Zeyno'yla çok samimi olduğu fotoğraflardı bunlar. O zamanlar, ikisi de bir kafede çalışıyorlardı yarı-zamanlı. Cemre, bu kafeyi biliyordu ama, Ali'nin Berk'in radarına girdiğini ancak Berk kolejlileri o kafeye götürdüğünde anladı.
Ege'yle Çağrı da; Berk'in davetini duyduklarında, Berk'in bu varoş kafesinde ne işi olabileceğini sorgulamaksızın teklifine evet dediler. Berk'in iki dudağından çıkan her heceye emir gözüyle bakmak, ve onu ikiletmemek lazımdı. Bahçesine adımını attıkları kafeye Berk'le sevgilisinden evvel gelmiş olmaları şaşırtıcı değildi, Berk daima insanları bekleten türden bir arkadaştı; ama bunun için Cemre'yi suçluyordu.
"Cemrecim, o kadar makyaj yapmana gerek yoktu, ben doğal halinle daha çok beğeniyorum seni..." diyen Berk'in sesi üzerine masadan kalktılar, Berkleri karşıladılar. Berk, Ali'nin hafta sonları çalıştığından emindi, ama belki de öğleden sonra gelecekti. Kimse onu beklemekten ve ona gününü göstermekten alıkoyamazdı Berk'i. Tam altı ay evvel, Berk şimdikinden de intikamcı birisi idi... Tam ortadaki sandalyeye oturarak menüyü eline aldı.
Berk, aslında kasa tarafında esmer bir kafa fark etmişti. "Sipariş vermeden evvel beni beklemeniz artı puan doğrusu, Ege'yle Çağrı, Çağrı'yla Ege..." Yirmi beş yaşlarında gösteren garsona ise, "Siparişimizi kasadaki beye vereceğiz," oldu bütün dediği. Çağrı'yla Ege, ister istemez kendisinden aşağı-yukarı on yaş büyük bir insanla konuşma şeklini yadırgadılar.
"Ali'yi çağırırım," dedi. "Ama asıl görevi kasada durmaktır."
Berk, "Bu bahşişi çok konuştuğun için değil, dediğimi harfiyen uygulayacağın için veriyorum," dedi.
Garson zoraki sırıttı çünkü ne zamandır böylesi gelmiyordu kafesine. "Ali'yi göndersem elime mi yapışır canım," diye içinden geçirdi. "Yolunmak isteyen tavuğu yolmayayım da ne yapayım?"
Ali, hayretle garsonu takip etti. "Bir sorun mu var," diyerek gayet kibar olmaya çalıştı, tam altı aydır görmediği Berklere.
"Sorun sensin," diye eğlence malzemesi çıkardı Berk. "Mesai saatinde karşıma üniformasız çıkmaya utanmıyor musun?"
"Genelde kasada durduğum için misafirlerimizin pek dikkatini çekmem, siparişini arkadaşıma vermemen şart mıydı?"
"Bu ne biçim bir üslup böyle," diye konuştu Berk. "Bu garsonlara bahşişi bol tuttukça şımarıyorlar."
"Harçlığımı çıkarmak ve annemin omuzlarına yük olmamak için böyle bir kafede çalışmak zorunda olan ben miyim şımarık olan; yoksa insanlara buyurmayı, üstelik onların işleriyle alay etmeyi vazife edinen sen misin?"
"Patronunu çağır!"
"Patronum şu anda meşgul, ben nasıl yardımcı olabilirim?" diye araya girdi Ali'nin iş arkadaşı, Berk yakasındaki isme ancak dikkat etmişti: Bilal. "Kendisi yenidir, lütfen acemiliğine bağışlayın."
"Ben ortada bağışlanacak bir şey göremiyorum Bilal."
"Şu rezile de bir bakın!"
"Ben kendisiyle ilgileneceğim," diye Ali'yi çekiştirdi Bilal. "Oğlum, sen n'aptığının farkında mısın?" diye dişlerini gıcırdatıyordu. "Böylesi bir kuş ayda yılda bir kez düşer kafemize, patron bizi ayın elemanı bile seçebilecekken, senin yaptığın, hakikaten iş mi?! Tamam, Yangın Ali'sin ama, bu kadar da yanma be oğlum! Bilsem seni değil kardeşimi sokardım bu işe ha, ama torpilli demesinler dediydim..."
"Kusura bakma," diye omuzlarını silkti Ali. "İşimi kaybedecek bile olsam beni böyle aşağılamasına müsaade etmeyeceğim."
"Seninle ilgili yapmak zorunda kalacağım şeyi söylemiş bulunuyorsun."
"Bu konuda vicdan azabı çekmen gerekmez," diye kollarını sıyırdığı görüldü Ali'nin. "Patronu tazminat vermek zorunda bırakmıyorum, ona istifamı iletirsin Bilal abi."
Adam, belki vicdan azabı denilen ses, müşterisini yokluyordur diye omuzlarının üzerinden geri döndü, ama... Yine orta yolu kendisi bulmaya karar verdi:
"Oğlum, bu senin ilk iş deneyimin... böyle işsiz kalmana razı olamam. Hem senin olmadığın yerde, Zeyno da durmaz. Ben iki elemanımı birden kaybetmek istemiyorum... sizi bu işe ben soktum lan. Patrona mahcup etmeyin beni!"
"Asıl ben oyuncak olmaya razı olmuyorum," diyen Ali, kafenin bahçe kapısına yöneldi.
"Geri adım atmak olsaydı kişiliğimde," diye fısıldadı kendine, "Ayağıma gelen bu golü ben ve benim gibiler adına ağlara atmaktan geri dursaydım eğer; bugün işimi kaybettiğimi açıklamak zorunda kalmayacaktım, ama kaderde bu da varmış." Tam altı ay boyunca Berk'in pusuda bekleyen hamleleri... Berk'le bir güç savaşına girmesi düşünülemezdi. Hem de Cemre'nin gözleri önünde...! Bu, Berk'in oyundan alacağı zevki artırabilir ve Ali'nin hayatını zaten olduğundan daha büyük bir Cehennem'e çevirebilirdi...
Eğer kendisinin Cemre'yi düşündüğü kadar, Cemre de kendini düşünseydi, bugün bütün bu yaşananlar geri alınmış olacaktı... Cemre ne yazık ki, yanlış Tozluyakalının peşine düşmüştü ve bugün bu haldeydi.
Ve Cemre, Berk'in bu leş tavırları üzerine, Instagram'dan Vefa'ya yazmaya karar verdi. "Vefa sen misin?" sözcükleriyle...
"Kaç tane Vefa tanıdığınıza bağlı," diye yazdı Vefa.
"Sanırım yanlış Vefa'ya yazıyorum," oldu karşıdakinin cevabı. "Ama senin için de sorun değilse, sohbetin boşa gitmesini istemem."
"Hayhay," diye cevap verdi Vefa,"İşe gitmeden evvel seninle muhabbet etmek için zamanım olacaktır."
"İş mi? Kaç yaşındasın ki çalışmak zorundasın?"
"On altı... ama arkadaşım işini kaybetti. Onu işe sokan kişi bizim tanıdığımız. Onu mağdur etmemek için, Ali'nin yerine ben alındım..."
"Arkadaşın Ali'nin işini kaybetmesine üzüldüm, istersen onun için arayabilirim bazı yerleri. Sen bilmiyorsun ama, benim bağlantılarım geniştir..."
"İnan çok makbule geçerdi, ama Ali bunu asla kabul etmez," diyen Vefa'nın, kendisiyle yazışan kişinin Hazal olduğunu düşündüğünden, haberi bile yoktu...
"Ooo, kim bu gizli hayran!" diye ensesine bir şaplak yedi Vefa.
"Ya kaç kere söyledim bu hareketinden hoşlanmadığımı..."
"Bugün Cuma, enseyi kapa..."
"Bilmiyorum, Sirenetta nick'li birisi..."
"Vefa senin neyin var, cins cins cevap veriyo'sun..."
"Meşgulüm ve sen kızla arama giriyorsun!"
"Tamam, ben de Bilal abi işimi sana kakaladı diye kızdın sandım... istemezsen çalışmazsın oğlum, zorla değil ya..."
"Hayır, aslında sana sinirliyim... Berk'in o kafeye takıldığını neden söylemedin bana? Zeynep ötmeseydi ruhumuz duymayacaktı!"
"Sadece bir kerelik bir şeydi. Bir daha olmayacaktır... gelmez o kafeye yani, cesaret edemez... sana artık saramadığı için, bana kafayı takıyor... hepsi bu..."
"Şimdi böyle diyorsun..."
"Vefa bu ne demek?"
"Ya iler'de bir gün... Berk'le kanka olursan?"
"Ne alaka ya? Ner'den çıkardın böyle bi' şeyi? Bu, herifle altı ayda ikinci karşılaşmamız..."
Vefa, telefonu elinden bırakarak, elini Ali'nin göğsüne koydu. "Kalbin..." dedi. "Kalbin çok hızlı atıyor. "Önce onu sustur."
"Cemre'yi diyorsan, ben onu..."
"Bu ne o zaman?" diyen Vefa, bir kâğıt gösterdi. Ali'nin, kasada çoğunlukla sıkılırken karaladığı bir defterdendi... üzerinde bir sürü bomboş çizim vardı ama, en çok da, çeşitli şekillerde, çeşitli desenlerde yazılmış "Ali💘Cemre" sözcükleri göze çarpıyordu...
"Gönül ferman dinlemiyor, biliyorum kardeşim ama..." dedi Vefa. "Bu aşk sana hata yaptırtır. O kızın platonik aşkı bile, seni geri dönüşsüz günahlara sürükleyebilir... O insanlar bize göre değil Ali'm... Cemre... Onunla görüşmeye başlarsan, bu ancak bunu gizli-gizli yaptığında mümkün olabilir..."
"Vefa, yazıyorsun şu anda..."
"Ben onu bunu bilmem kardeşim... ya ucunda ölüm varsa?"
"Vefacığım, rahat olsana... ne negatif kasıyo'sun? Merak etme, benden ne Berk'e kanka olur, ne de Cemre'ye sevgili..."
O sırada, onları dinleyen biri vardı. Zeyno, her şeyi işitmişti. Cemre'nin, şu anda Berk'le çıktığı halde, gözünün dışarıda olduğu peşin hükmüne vardı. Ve Ali'nin, Sirenler tarafından büyülenen gemiciler gibi, zehirli bir aşka kapıldığını anladı...
Sağ eliyle sol elinin bileğinden sıkarak, oradan ayrıldı.
*****
Çağrı, 12 Ekim 2022'yi tarihe bir not olarak düşebilirdi. Bugün, klinikteki en soğuk gündü. Özel bir klinikte bu kadar üşüyen bir Allahın kulu daha yoktu. Özellikle Can... it gibi titrese bile halen dikilebilirdi bir ağaç gibi kliniğin bahçesinde.
"Bu kadar soğuk olması normal mi...?" diye söylenerek, bir görevliye danışıp danışamayacağını merak etti. "Sanki Kutba geldim bir anda...! Başkaları için normal olabilen soğukluk benim için aşırıdır. Yani ben, neticede... saçma sapan mallara bulaştım. Vücudumun bütün metabolizmasını altüst etti."
Fakat gece ilerliyor, nezle iyice gribe çeviriyordu. Evini düşünmeye çalıştı Çağrı. Şimdi evde olsa, annesi ne de güzel bitkisel çaylar yapardı kendine... kat kat yorganlara sarardı babası... Sonra terlerdi Çağrı, sonra da hiçbir şeyi kalmazdı. Ama burada, ne çaylarla yorganlar vardı, ne de annelerle babalar. Nihayet pes edip görevliye danıştı. Görevli, ona sadece sıcak bir bez getirebileceğini söyledi, alnına kompres yapması için. Çağrı, bunun doğru bir yöntem olduğundan bile emin değildi. Görevlinin Hemşire Ratched sendromu yaşadığını düşündü.
"Ha-haaaaa-haaaaa... hapşuuu!"
"Çok yaşa Çağrıcım."
"Sen bana ıslak bezi getiriver en iyisi," diyen Çağrı, doktorların kendilerini gözetleyebildiği kapı deliğinden uzaklaştı.
"Hey, kaçmasana kara çocuk..." dedi görevli. "Sabah da gazete, dergi neyin istemiştin, beni öyle ayak işlerine koşabileceğini mi sanıyorsun? Dingo'nun ahırı değil burası...!"
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diye sordu Çağrı. Ah, ne kadar da saçma bir çıkıştı! Kim olabilirdi ki yani, bu küçücük klinikte, hap kadar odada, görevlinin karşısında, bir böcek kadar önemli değildi. Ama görevlinin, her gün bunca saçma cümleye alışkın olduğunu düşündü.
Görevli, fazla alınmamıştı bu söze. "Camını açtırırım, biraz oksijen girer içeriye. Oksijen de iyi gelir sana... bu saatte yapabileceğim başka bir şey yok, kusura bakma."
Kliniğin misafirleri, odalarının pencerelerinden kaçmaya çalışmasınlar diye, camlar sadece dışarıdan açılabilecek şekilde yapılmışlardı, ve görevliler izin vermediği müddetçe misafirler buradan hava alamazlardı. Önce, cam açıldı. Sonra, kapıda bir tıkırtı işitildi. Sanki Çağrı içeriden açabilirmiş gibi, izin istiyordu görevli şimdi de.
"Şaka ediyorsun herhalde!" diye seslendi. "Kapıyı aç, gir içeri!"
Açan kişinin, hayal olduğundan emindi.
"Zeyno... senin ne işin var burada?"
"Halüsinasyon görüyorsun galiba..." diyen Ege'nin sesini duydu. Görüntü, şimdi düzelmişti Çağrı'nın gözlerinde. Ege, "hemşire" kıyafetleri içindeydi. "Çok affedersin benim..." dedi. "Ateşim yükseliyor da, Ege."
"Ben de onun için geldim zaten. Paranın çözemeyeceği iş yok," diyen Ege, kapıyı arkasından örterek, Çağrı'nın yatması için işaret etti. Ondan sonra da ıslak bezi alnına koydu.
"Bu soğuk..." dedi Çağrı.
"Evet, sıcak olması gerektiğini söyleyen görevliye saçmalamaması gerektiğini söyledim... Hemşire Ratched midir nedir?"
Çağrı, gülmesini engellemeye çalıştı. Ondan sonra, Ege'nin diğer elinde tuttuğu bardağa dikkat etti. Dumanı tütüyordu.
"Bana hazır çorba mı yaptın?" diye sordu.
"Evet. Çok kolay, sen bile yapabilirsin burada."
"O işler o kadar kolay değil..."
"Ha'di hüplet, iyileşmek için..."
"Ege bu kadar yakın durursan... mikroplarım bulaşacak sana."
"Hasta olmayı umursamam. Kolay da hasta olmam zaten, biliyorsun."
Ne kadar zıt olduklarını düşündü Çağrı. Çorbadan bir yudum aldığında, hiçbir tat alamadığını fark etti. "Eğer bu koronaysa... kendin için endişelenmelisin, gerçekten."
Ege, pencereye bakıyordu. Çağrı, alnına yapışmış olan bezi çekti. Çorba gerçekten işe yaramış, canlanmaya başlamıştı.
"Sen ağlıyor musun?"
"Hayır be! Soğuktan..." diye kısa bir cevap verdi Ege.
"Az önce ağzımdan kaçırdığım isimden dolayı, değil mi?" diyen Çağrı, elini uzatıp Ege'nin gözlerindeki nemi aldı. "Şimdi çok saçma bir şey söyleyeceğim... Leyla'dan sonraki ikinci kavga nedenimiz Zeyno'ya hislerimin daha kuvvetli olduğunu düşünmekte haklısın..."
"Gerçekten de saçma..."
"Evet, kuvvetli duygulardı, ama geçmişte kaldı. HAPŞUUUUU!"
Ah be, çok ciddi bir konuşma sırasında gribi nüksetmişti yine. Daha da fenası, midesine ulaşan çorbanın midesine dokunmasıydı... Ege, Çağrı'daki en ufak değişikliği hemen fark ederdi.
"Miden mi rahatsızlandı senin?"
"Hayır, çorbada fıstık olmayacağına göre..."
"Evet, aşure değil sonuçta."
"Önemli bir şey değildir."
"Yine de öyle tedbirsiz olmaz, ben gidip bir nane-limon ayarlamaya çalışayım, iyi gelir."
"Gitme."
Çağrı, Ege'nin gitmemesi için onu durdurmamıştı, fiziksel hiçbir şey yapmamıştı ama tek bir sözü, Ege'nin durması için yetmişti. Ama Ege halen arkasını dönmüyordu.
"Ege..." dedi Çağrı. "Beni salaklaştırıyorsun... ve bu durumu seviyorum. Çünkü bana iyi geliyor. Aslında... Bana iyi gelen sensin... göremiyor musun? Leyla, Zeyno... bunlar, benim sana giden yolumda basit kaldırım taşlarından başka bir şey olamaz. Ben seni seviyorum, ve bunu kanıtlayabilirim de."
O kadar ani bir aşk itirafıydı ki, Ege ne tepki vereceğini bilemedi. Sadece, arkasını dönerek, anlamsızca başını salladı. Çağrı,
"Öp beni," dedi...
"Tamam, ama kapa gözlerini," diyen Ege, yaklaştı.
Çağrı dediğini yaptıktan sonra, Ege dudaklarını da yaklaştırdı, yaklaştırdı, tam da grip virüslerini bu dudaklardan almak üzereydi ki, gözetleme penceresi "gardiyan" tarafından sürüldü.
"Sadece yarım saat demiştin sarı çocuk!" diye seslendi "Hemşire Ratched".
Kendini hızlıca uzaklaştıran Ege'nin, az önce yapmakta olduğu şeyi anlayamamıştı, çünkü çok karanlıktı ve böyle bir şeyi tahmin bile edemezdi. Ege,
"Çok güzel bir akşamdı Çağrı..." dedikten sonra hareketlendi. "Bizim papağana selamını söylerim."
Ege için, bu gece bundan daha iyi sonuçlanamazdı gerçekten. Çağrı'yı bütün tamamlanmamış arzuları, yarım kalmış tutkuları, Ege'nin dudaklarının tadının neye benzediği merakını asla cevaplayamayacak heyecanıyla geride bırakmıştı.
Ve bu sevgi, çoktan aşka dönüşmediyse bile bu gece dönüşmüştü kesin olarak; ve de Ege biliyordu bunu.
Ege seviliyordu, hem de çok.
*****
"İyi ki doğdun, Haziş!"
Hazal, içeri getirilen doğum günü pastasına baktı. "Şimdi mumları üfleme zamanı," dedi annesi. "Ne dileyeceksin?"
"Anne, her sene aynı şey oluyor..." dedi Hazal. "Hep dileğimi soruyorsun, ben de sana, seninle paylaşırsam gerçekleşmeyeceğini söylüyorum."
Hazal, hep yalnızdı. Aslında zengin bir ailenin kızı olmadığını saklamak için söylediği yalanlar yüzünden, doğum günleri de yalnız geçerdi. Ve on yedinci yaş günü, hayatının en kötü doğum günüydü. Geçen yılki bile bundan güzel geçmişti. Berk'le o gece...
Berk'i yakın geçmişe kadar bu kadar takıntı yapmasına sebep neydi? Gerçekten âşık olması mı, çoğunluğun düşündüğü gibi para mı, yoksa Hazal'ın, hiç kimsenin haberinin olmasına müsaade etmediği o sır mı... hamilelik... On altı yaşına girdiği gün gebe kalması rezaletini, Efe amca olmasaydı asla temizleyemezdi.
Kürtaj, hayatındaki en büyük sır değildi aslında. Kürtajdan sonra geçtiği dönemdi asıl koyan. Yapayalnızdı ama, şimdiki kadar yalnız hissetmiyordu... Fakat Hazal, bu yaş gününün, son yalnız doğum günü olduğunu bilmiyordu...
"Dileğin bu muydu bilmiyorum ama..." diye, koridordan seslenen annesi şaşırttı. "Bir misafirin var."
Hazal'ın dalgınlığı, kapının zilini işitmesine bile müsaade etmemişti. Annesinin kapıyı açmaya gittiğini fark etmesine bile... Efe amca mıydı acaba? "Size layık değil ama..." sesi üzerine koridora koşturdu...
"Evladım, ilk defa doğum günü çocuğunun annesine çiçek alındığını görüyorum..." diyordu annesi Arap'a...
"Papatyalar, Derya teyzeden... Hazal'ın hediyesi burada..." Elini cebine attı. Telefonunun, Yıldız şeklindeki şifresini çözdü. Gülümseyerek, "Şifremi annemin adı şeklinde yapmıştım..." dedi. "Hepimiz ana kuzusuyuzdur Hazal, bunu inkâr edemezsin. Ama senden, daha cafcaflı bir doğum günü partisi beklerdim açıkçası."
"Bu benim resmim...!" dedi Hazal. "Bunları ner'den buldun?"
"Üzümünü ye, bağını sorma..."
"Bizi biraz yalnız bırakır mısın," dedi Hazal, annesine. Arap, Hazal'ın bu teknolojik fotoğraf albümüne bu kadar çabuk yumuşayacağını düşünmemişti... Telefonu geri cebine soktu kızıl delikanlı. "Arap..." dedi Hazal, annesi çıktıktan sonra. "Bunu bize niye yapıyo'sun?"
"Çünkü benim yol göstericim olmanı istiyorum," dedi Arap. "Aynı zamanda sırdaşım, yoldaşım... bu hayattaki akıl hocam olur musun Hazal?"
Sonra Arap, sözlerindeki saçma sapanlığı fark etti. "Ben şu anda sana seni sevdiğimi itiraf edemezsem gözlerim açık gider"den daha saçma salak bir ilanıaşka imza atmıştı. Ama Hazal, karşılığında onu öpmeyi filan bir kenara bırakın, sadece şunu söyledi:
"Çok uykum var Arap."
Arap, bunun "evet" mi "hayır" mı demek olduğunu anlayamadı. "Sanırım, beni kovuyorsun şu anda..." dedi.
"Evet," diye cevap verdi Hazal, "Ben uyuyunca, yanımda uyumanı, bir de bana masal anlatmana izin verir mi sandın annem...?"
"Annenin çok iyi sır saklayacağını düşünmüştüm..." Arap gülümsedi. "Masal mı dinlemek istiyorsun Hazal?"
"Doğum günü kızı değil miyim, istediğimi dileyemeyeceksem ne anlamı var doğum günlerinin...?"
"Peki, sana nasıl masal anlatabilirim?"
"Eve git, telefonunu açık tut. Ben seni görüntülü arayacağım..."
Arap, Hazal'la ne zamana kadar gizli-saklı görüşeceğini merak ederek, "Sana hangi masalı anlatmamı istersin?" diye sordu.
"Ci-Cinderella," diye kekeledi Hazal. Arap, masal seçiminden mi, yoksa kendi Külkedisi hayatından mı utandığını kestiremedi. "Sana bir şey söyleyeceğim ama inanmayacaksın," dedi Hazal'a.
"Söyle, ben masallara inanıyorum, sana mı inanmayacağım..."
"Söyleyeceğim şey tam da bununla alakalıydı," dedi Arap. "Ben iler'de hep bir çocuğum olsun isterim... kız olsun ve de adı Masal olsun."
"Çok güzel bir hayal..." dedi Hazal da. "Ve biz konuştukça, masallara inancım eskisinden de güçleniyor..."
*****
13 EKİM 2022
Taksim, İstanbul'un en iğrenç mekânıydı. Bu konuda, Tozluyakalılar da, kolejliler de hemfikirdi. Belki, onların doğduğu yıllarda güzel bir yer olabilirdi, ama zengin-yoksul hiç fark etmez, 2005'ten sonra Taksim'i beğenen, cindi.
Berk, İstiklal Caddesi'nde yürümekten dolayı tiksiniyordu. Fakat, kardeşi için yapacağı ilk iyilikti bu. Arap ve Zeyno'dan gelen çağrılar susmamıştı. "La sincap, Ali çok kötü," diyordu Arap. "N'olduysa, içine kapanıyor çocuk. Hiç böyle değildi, Tozluyakalı bebeler arasında, morali bozulunca köşe-bucak saklanan ben olurdum, kendine bir şey yapmasından korkuyorum."
İstanbul'da kuş uçsa haberini Kenan'a ulaştıran adamlar, nihayet Berk'in bir işine yaramıştı. Ali'nin, Beyoğlu'nda bir barda olduğunun havadisini veriyordular. Berk önce, "Nasıl ya, on sekiz yaşının altında değil mi bu herif, nasıl kabul edebildiler bardan içeri?" diye sormuştu. Ama Kenan Yağızoğlu'nun adını verdiğini anlaması çok uzun sürmedi. Ali de, Kenan'ın ismini kullanarak yolunu bulan bir evlat olmaya yelken açmıştı çoktan...
Berk, böyle ışıklı ve çok gürültülü mekânlara gelmeyeli uzun zaman oluyordu. Yaşının bir önemi yoktu, gerçekten de böyle mekânlarda, para ve isim geçerdi. Ali'yi, içeridekilerle bağdaşmayan kıyafetleriyle, dans pistinin ortasında, kelimenin tam anlamıyla "tepinmekteyken" buldu. Ali, Berk'i görür görmez, hızla edindiği arkadaşlarına, "Ooo, bakın, işte abim geldi," diye gösterdi. "Benim üvey kardeşim... aslında öz... aslında her ikisi de..."
Berk, Ali'ye kızacağını düşünürken, kendini ona yumuşakça, "Ha'di gel," derken buldu. "Çıkalım kardeşim. Gidelim buradan." Ege de, Çağrı'yı böyle çok kurtarmış olmalıydı, böyle zamanlarda, mağdur kişiye karşı içinde bir sempati, bir merhamet uyanıyordu insanın. Hele de bu kişi sizin "yarı-kardeşinizse".
"Berk, kalmak istiyorum ben..."
"Ali, yapma..." Berk, bunu ağlamaya başlayan kardeşine söylemişti. "Bak birader, bu yalnız başına kaldırabileceğin bir yük değil... benimle paylaş, olur mu? Seni sevenleri merakta koyma daha fazla..."
"İyi, öyleyse benimle bir içki paylaş," diyen Ali, barmenlere doğru adeta sekiz çizdi. Berk, onu burada daha iyi kontrol edebileceğine sevinerek, peşine takıldı. Ali, "Ne ısmarlayayım sana?" diye sordu, kelimeler ağzında yuvarlanarak.
"Ben bir 'nar şerbeti' alayım, arkadaşa da sade bir Türk kahvesi, şöyle acı olsun..."
"Saçmalama... alkol sipariş etsene..."
"Cemre'yi çok seviyorsun, öyle değil mi?" diye sordu Ali'ye.
"Ah, abi... şimdi ben n'apacağım? Bir daha hiç, bi' kıza nasıl güvenebilirim?!"
"Annene güveniyor musun?"
"Dünyadaki herkesten daha çok..."
"Öyleyse başka bir kadına güvenmene gerek yoktur."
Ali, ne ara Berk'in göğsüne yasladığını bilmediği başını istemsizce hareket ettirdiğini fark etti kendi kendine. Geçirdiği bu sinir krizine benzer durum, tamamen enerjisini tüketmiş, yığılıvermek üzereydi esmer delikanlı. "Berk..." dedi.
"Efendim?"
"Ben kusmak üzereyim, beni bi' tuvalete götürüversene."
Berk, dediğine uydu. Ali'nin koluna girdi tuvalete kadar, ondan sonra içeride öğürmelerini diledi, onların bir süre sonra kesildiğini gözlemledikten sonra, "Ali, iyi misin kardeşim?" diye sordu içeriye.
Cevap yoktu.
Berk, kapının kulpunu zorladı ama, açılmıyordu kilitten dolayı elbette. Hafif bir omuzla, Ali'yle arasındaki engelden kurtuldu. Tahmin ettiği gibi, kabinin içindeki pencereden tüyüp gitmişti Ali.
"Ah be kardeşim... ne gerek var bu kadar 'drama'ya?" diye kendini tuvaletten dışarı attı. Bu barı çok iyi bildiği için, yönünü derhal tuvaletin penceresinin gördüğü tarafa çevirdi. Orada, Ali yerine birkaç güvenlik buldu.
"Abicim, buradan geçen böyle varoş bir tip gördünüz mü?"
"Evet, şu tarafa koştu."
"Neden engel olmadınız ya?"
"İçtiği alkolle rezillik çıkaracağına, uzaklaşsın barımızdan istedik..."
"Hay ben sizin kalıbınıza tüküreyim..." diyen Berk de, gösterdikleri yöne doğru koşmaya başladı. Ali fazla uzaklaşamamıştı, bara yakın bir bahçedeki birkaç serseriye taş atıyordu...
Berk'in sesli uyarıları, kendisini göstermeden evvel, ancak Ali suratına bir yumruk yiyince ulaşabildi serserilere. "Çocuğu bırakın!" diye bağırıyordu. "Çocuk benimle birlikte!"
"Aaaaa, bu Berk Yağızoğlu muymuş?" diye soran bir serseri, aslında gücü sarhoş sivillere yetebilecek delikanlılıktaydı. Berk'i tanıyınca çekindi, arkadaşlarına da uzaklaşmalarını işaret etti. Fakat arkadaşları olan ızbandutlar, Berk'i o ilk ızbandut kadar iyi tanımıyordular. Ya da önemsemiyordular.
"Kimse kim, bu tıfıldan korkan, bunun gibi olsun!" diyen biri, bir yumruk da Berk'e indirmeye çalıştı ama, Berk alkollü olmadığı için, bunu kolayca savuşturdu, adamı kıskıvrak yakaladı; ondan sonra ona sertçe bir kafa çaktı. Adam, kolayca etkisiz hale geldiğinden, arkadaşları çok kızmıştı. Berk, Ali'yi oradan sürüklemeye çalıştı.
"Ha'di, şoklarının etkisi geçmeden tüyelim bur'dan!" diye onu koşturdu.
Ali, nereye sürüklendiğini bilmeksizin kaçıyordu Berk'in peşinden, bu karanlık ara sokakları hep birbirine benzetmeye başladığından, menzilini bilemiyordu. Berk, kendisini depo gibi bir yere getirmişti.
"Berk..." dedi Ali. "Araştırdım ben."
"Neyi araştırdın?"
Berk, cevabını alamadan kardeşi bayıldı.
*****
14 EKİM 2022
"Ali, hişt, Ali!"
Nerede olduğunu hatırlamaksızın, sesin sahibine cevap verdi: "Berk?"
"İyi misin sen? Uyan artık, da... kargalar kahvaltı yapıyor."
"Ben, hiçbir şey anımsamıyorum..."
Hemen yanı başında duran ecza çantasından çıkardığı pamuğu tentürdiyoda bulayıp Ali'nin kaşına kompres yaparken, "Kaderde kardeşimin hemşireliğini de yapmak varmış..." diye mırıldandı Berk. "Seni elinden kurtardığım serserileri hatırlıyor musun?"
"Beni getirdiğin bu yer de neresi?" diye doğrulmaya çalıştı Ali. Sağ eliyle göğsünden bastırarak, "Pansumanımın önüne geçiyorsun," diye Ali'nin yüzünde oksijenli suyu gezdirdi. Etrafı inceledi Ali...
"Bu depo benim mekânım," dedi.
"Senin, Kuytu Köşe'den başka mekânın da mı varmış Berk?"
"E, her'alde yani... her mekânı seninle paylaşmak zorunda mıyım? Bana bak Ali, iyi misin sen, cevaplamadın halen."
Ali'nin gözleri, bir tepsi içinde taze sıkılmış nar suyu ve "donut"ları kesiyordu. Gözlerini nar suyu dolu bardağa dikip, kendini olanları hatırlamaya zorladı.
"Ben, hatırlamak dışında iyiyim..."
"Ha, canın dayak istiyo'muş yani... yalnız şunu iyice yaz kafana, seni benden başkası dövemez... Yani canın dayak isteyince n'apıyosun, beni arıyo'sun..."
"Bu arada..." dedi Berk'e. "Allah aşkına peynir-zeytin yesen şaşardım."
"Neyli 'donut' seversin?"
"Fındıklı."
"Ben de... genlerdense demek..."
Ali acı acı güldü. "Ben çikolatalısını da yerim, fark etmez aslında." Bir "donut"a uzandı... "Bu mecralarda nar suyunu nasıl buldun peki?"
"N'oldu, beğenemedin mi?" Berk sırıtmaya engel olamamıştı. "Kusura bakma, elimizde senin gibi bir ayıya layık ayvanın suyu yoktu..."
"Ayılar ayva sevmez ki, armut sever..."
"Ha, ayı olduğunu kabul ediyorsun yani...?"
"Ayva sevdiğimi kabul etmekten iyidir," diyen Ali gülümsedi. Ama buruk bir tebessümdü bu. "Özür dilerim..." dedi Berk'e. "Her şeyi mahvettim."
"Neden böyle düşünüyorsun?"
"Sen benim yerimde olsan... bir duruşun olurdu. Ya en yakın dostunu öldüren kızı net bir biçimde reddederdin, ya da seviyorsan sahip çıkardın... ki yaptığın da tam olarak buydu... Onu senin de sevdiğini düşününce... o saati paramparça ettin... bense omurgasız davrandım... Düşünsene, senle ben kardeşiz... biliyorsun... üvey... öz... yarı... Ama senin bir belkemiğin var... benimse yok."
Berk, ilk defa birisinin kendisini gömerken, Berk'i yücelttiğine şahit oluyordu. Kenan'dan genelde, DNA'sının bozuk olduğu, damarlarında akan kanın pis olduğu, bok herifin teki olduğu gibi şeyler işittiği için... "Beni gözünde bu kadar büyütme," dedi.
"Ben seni büyütmüyorum ki... kendimi küçültüyorum."
"Ama senin durumun benden kötü... Vefa senin manevi kardeşindi, benimse hiçbi' şeyimdi. Belki o nedenle Cemre'ye yardım etmem o kadar kolay oldu..."
"Birisi senin yakının değilse... ölümüne o kadar da vicdan yapmazsın. Mesela Emre'yi ele alalım. Emre bizim hiç kimsemizdi. O yüzden Cemre'nin onu öldürmüş olmasının üzerinde o kadar da durmadık. Psikolojiyle, çocuklukla açıkladık durumu... oysa katil, başından beri gözümüzün önünde duruyordu. Birinci cinayeti işleyen kişi, ikincisini de işledi..."
"Tıpkı önce rakibini, sonra kralın ta kendisini temizleyen Macbeth gibi," diye düşündüyse de Berk, bunu dile getirmedi. "Haklısın," dedi sadece. "Her şey gerçekten de gözümüzün önünde duruyordu. Şaka gibi ama... Katil, ikimizin de sevdiği biri olduğu için, gerçeğe göz yummak istedik..."
"Peki, pişman mısın Berk?"
"Cevabını işitmeye hazır olmadığın soruları sorma," dedi Berk. "Ha'di, indir şu nar suyunu mideye de, O'na gidelim."
"Hayatta olmaz."
"Ama uykunda, 'Cemre, Cemre,' diye sayıklıyordun?"
"Yalan söyleme, ben rüyamda seni görüyordum."
Bir başkasının rüyalarını dinlemek, dünyanın en sıkıcı işiydi. Ama Ali anlatırsa, Berk için sıkıcı olmaktan çıkıyordu. Rüyasında, bir roman gerçek oluyormuş. Bu romanın kahramanları onlar imiş. Sanki iki yüz elli sayfalık bir romanın sayfaları arasında onlar varmış. Ali ile Berk... Ama edebi bir roman değilmiş bu, basit bir dedektif romanıymış. Berk dedektifmiş, Ali de suçlu. Bir mayın tarlasının içinden Ali'yi kovalıyormuş, bir de ona yardım eden bir kız varmış. Ama yüzünü hatırlayamıyormuş...
Peki, o kız kimdi? Bunu sormaya gerek yoktu aslında. "Senden bir şey rica edebilir miyim?" dedi Berk.
"Buyur?"
"Bundan sonra kendini dağıtmak istersen, en azından nerede olduğunu bana haber verebilir misin? Hem Derya Hanım'ı, hem Arap'ı, hem de Zeyno'yu sakinleştirmek çok zor oluyor da..."
"Sözüm söz... benim de bir sorum var sana bu arada."
"Dinliyorum?"
"Nar suyu ne alaka, hak'katen?"
"Aaaaa, taktı bu da nar suyuna... nar şerbetsiz bir gün bile geçiremem oğlum, yaz mevsiminde olsak dâhi yurtdışından getirttiririm, iki elim kanda olsa dâhi nar susuz bırakılmam!" diye yanlış bir deyim kullandığı için kendine kızdı. "İki eli kanda olmak mı... Berk, ben kafana senin...!"
"Boşuna maymunluk yapmana gerek yok Berk... nar şerbetinin de annenle ilgili olduğuna kalıbımı basarım."
Fakat Berk, "maymunluk" yapmaya devam etti: "Uzmanlar meyve suyunda hiçbir besin değerinin kalmadığını söylüyor... Neyse, sen... çıkarsana ağzındaki baklayı."
"Cemre'yle bir dahaki karşılaşmamız için gerginim... işte," dedi ama sonra, bundan pişman oldu o da. Berk'e Cemre'den bahsetmeye devam etmek, ateşle oynamaya benziyordu. Berk'le Cemre'yi konuşmak, her zaman zor olmuştu ama şimdi, her zamankinden de beterdi.
"Sana, yüklerini benimle paylaşmanı söylemiştim ya..." diye konuşan Berk oldu. "Cemre konusunu tamamen bana bırak. Senin omuzlayabileceğin bir konu değil, görüyorum ki... Cemre'ye bir keresinde, onu da, babamı da kurtaracak bir çözüm üretmeye çalıştığımı söylemiştim... şimdi kurtarmam gerekenler listesine sen de eklendin..."
"Vedat abi de var..." Ali, kendinden iğreniyordu. Vefa'yı öldüren kişiyi affettiği için kendini suçluyordu, ama Vefa'yı asıl öldüren kişiye de muhtaçtı şimdi. Evet, Berk'e. Berk, o saati paramparça ederek, Vefa'yı gerçekten öldüren kişiydi, ve Ali, şu anda onun deposundaydı; O'nun babasının -aslında babalarının- ismini vererek, kendini barlarda dağıtmıştı Ali, ve kendisinin, dünyanın en tiksinç varlığı olduğunu düşündü.
Taksim'den bile iğrenç.
18. BÖLÜM SONU
2 notes · View notes
Text
"İNSANLAR, KÖPEKLER VE DUVARLAR"
Babamın zorlu ameliyatından haftalar sonra kafamın içinde yaşam ve ölüm kavramları cirit atmaya başlamıştı. Bu iki kavram dönüp dolaşıp karşıma dikiliyorlar, dikkatle gözümün içine bakıyorlar ve suçlu muamelesi yapıyorlardı bana. Sonra bir sessizlik giriyor araya ve zihnimin içinde mahkemeler kuruluyor, kararlar veriliyor, verilen kararlar kırlardan yeni gelmiş bir papatya demeti tarafından tebliğ ediliyor. Kendimi The Angelopoulos sinemasının içinde buluyorum bir an; sonsuzluğa uzanan, yer yer siyah beyaz, yer yer gri, gizemli ve sisli yolculuklar…
Son zamanlarda tekrar tekrar soruyordum kendime, bu uçsuz bucaksız bozkırı kim koydu buraya diye. Buraya derken içimdeki tenha bir yeri kastediyorum. Okuduğum bütün kitaplarda, dalgın dalgın dolaştığım sokaklarda, başka insanların bana hissettirdiklerinde, kayboluşlarımda, yıllarca bu sorunun yanıtını aradım. Hep başka yerlere baktım, başkalarının yüzlerine… Uzak düşlere… Yakın gerçeklere... En sonunda o karmaşık imgelerle dolu bozkırı oraya koyanın kendim olduğunu anladım. Kendim. "Kendim" tehlikelerin en büyüğü… Son kez kim olduğumu haykırdım saygıdeğer boşluğa, ismim bağırıldı bir duvarın içinden; yaşamak için anlam peşinde koşturup duran çözümsüz bir serüvenciymişim ben.
Öyle dalmıştım ki bu serüvene, bütün bu düşselliğe zil sesinin de eşlik ettiğini son anda fark ettim. Akşam saatleriydi. Akşamın en güzel saatleri… Bileğim ağrıyordu, çok sert vurmuştum sanırım, üstelik defalarca, parmaklarımda yer yer kızarıklar, kanamalar ve deformasyonlar vardı. Polis arabasının hareketli mavi ışığının pencereye vuruşunu görebiliyordum. Dışarıda bir vukuat mı var diye düşündüm bir an için ama çalınan benim kapımdı. Polislerle aram iyi değildir. Onların, yani o mesleğin bu dünya için gereksiz olduğunu –sorunun asıl kaynağının onların varlığı düşüncesinde yattığını- düşünüyorum. Çünkü önce onlar oluşturulmuştur, sonra suç kavramı topluma yerleşmiştir. Kapıyı açmadan önce o küçük mercekten mavi soluk noktaya bakar gibi baktım; ellerinde telsiz, sivil giyimli sabırsız iki bey. Bu toplum polisleri nedense hep iki kişi giderlerdi suçluların kapılarına. O halde, ben de bir suçlu oluyorum burada ya da şüpheli? Kapıyı açtım ve karşımda ikisi de benden uzun ve kalıplı; biri göbekli, uzun ama seyrek saçlı ve saçlarını arkadan bağlamış, arkadaki açıklığı ustaca kapattığı belli, diğeri ise top sakallı, gözlüklü ve kısa gür saçlı ama rüküş giyinmiş, kendini açık eden bir sivil polis.
“Sarp Akın, siz misiniz?” dedi uzun seyrek saçlı olan. “Evet, benim” dedim. “Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor” “Neden?” “Hakkınızda bir şikâyet var, beyefendi”
Şikâyetin içeriğini biliyordum tabi, neden diye sormam lafın gelişiydi. Olayın ardından kısa bir süre geçmişti, önünde sonunda kapıma dayanacaklardı. Bir anlık sessizlikten sonra üstümü değiştirmem gerektiğini söyledim memurlara. Altımda evin içinde giyilen türden bir şort, üstümde ise siyah atlet vardı. İzin verdiler, sağ olsunlar. Ellerime kelepçe takmadılar, bu da olumlu bir davranıştı onlar adına. Ama ne kadar kibar olurlarsa olsunlar hiçbir şekilde hoşlanmayacaktım onlardan. Bu önyargı değil, genel olarak sistemin işleyişindeki piyonların, halkın değil sistemin çıkarları için kullanılabilirliğinin bilgisidir.
Sitenin en alt katındaki meraklı komşusu Necip ile göz göze geldik polis arabasına binerken. “Hayrola komşu, bir durum mu var, yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” dedi, yok anlamında başımı yukarı kaldırdım. Mahallenin çocukları, ölümden kaçabilmiş köpekleri ve kedileri de toplanmıştı. Arabaya binmeden önce hepsine kısa cümlelerle gülümsedim. Daha sonra o gülümseme bütün bedenimde gezinmeye başladı.
Bu tür anların negatifliğinin beynimi kemirmesini düşsel ekrandan silmek için hep bir planım olurdu. Bu mavi ışıklı arabanın arka koltuğunda yaklaşık on dakikalık bir yolculuk yapacağım. Bunun için henüz kullanılmamış bir düşünce paketini heba etmeye gerek yoktu. Giderken sadece dışarıyı izledim; mahallenin, her gün yanından geçtiğim halde dikkat etmediğim noktalarını gördüm. Şu büyük trafonun yanındaki iki ağacın çağla ağacı olduğunu (badem de derler), yan yana sıralanmış akasya ve iğde ağaçlarının senkronik dizilişini... Az ileride dükkânının önüne attığı küçük taburenin üstünde oturan şişko Büfeci Samet’in bıyıklı olduğunu önlerinden geçerken ilk defa fark ettim. Kırmızı yanan trafik ışığında durduk, zihnim de durdu ve hiç beklemiyorken negatifliğin saldırısı başlayıverdi. Ekran karıştı, kontrol altında tutamıyordum artık cümle parçacıklarını.
“Sokakların, caddelerin, kafelerin ve pazar yerlerinin dolu olduğuna bakıp ‘hani ekonomik kriz nerede?’ diyen zavallılar, herkes hayat standartlarını düşürdü, zombi gibi dipte dolaşıyor ve bir şekilde uzatmaları oynuyor. Herkeste birden fazla (en az üç) kredi kartı var ve her biri yakında ayrı ayrı devlet merasimiyle patlayacak. O zaman yürekler de patlayacak, gönüller de, hatta hayaller de… Hiper enflasyona doğru gidiyoruz, belki de o girdabın içindeyiz. Bu durum yasal hırsızların, bankaların umurunda bile değil, onlar bütün krizlerden avantajlı çıkmayı bilir. Yaşanan trajedilerin, toplumsal çürümenin, kokuşmuş siyasetin, ahlaksızlığın, utanmazlığın kuşatmasında boğulmuş bir ülkede yaşamak... İşte bizim gerçekliğimiz bu. Sahtelikle iç içe girmiş müjdeler ve yalanlar, fışkıran petroller, Gabar’lar ve bitmek tükenmek bilmeyen gaz rüyaları… Bütün bu aldanışlar körlük sözleşmesi imzalamış büyük çoğunluğun en sevdiği oyuncağı olmuştur her zaman. Bu çürümeden herkes payını alacak. Özellikle kendini ezene sonsuz sadakati ve itaatiyle ülkeyi uçurumun kenarına getiren sayın ezilmişler sınıfı. Bu iğrençliğin yükselmesinin en büyük nedeni onlar.”
“Ne diyorsunuz beyefendi, ne saçmalıyorsunuz?” dedi başının arka bölümündeki açıklığı uzun saçlarıyla kapatan polis. “Kokunun farkında değil misiniz?” dedim işaret parmağıma bütün bedenimle yüklenerek. “Ne korkusu, beyefendi?” “Korku değil memur bey, koku, lağım kokusu, ama evet aynı zamanda korku da eşlik ediyor o kokuya.” “Konuşacak bir şeyiniz varsa sorgunuzda konuşursunuz, bence siz bu işten nasıl kurtulacağınızı düşünün, böyle boş sözlerle enerjinizi harcamayın.”
Yüksek sesle düşünüyordum ve bu yaşıma kadar biriktirdiğim öfke olur olmaz zamanlarda ortaya saçılıyordu. Böyle durumlarda zaman ve mekânın önemi yoktu. Bir anda ağzımdan dışarı fışkırıverdi bu kusmuklar; arabanın koltukları, yanımdaki polisin yüzü, arabayı kullanan öbür polisin kafasının arka kısmı sözcük kusmukları içinde kaldı. Açıklığı gerçek kapatma böyle olur. Aslında biliyoruz, bu dünyada herkes kusmuk içindedir; insanlar, otomobiller, şehir içi minibüsleri, alışveriş merkezleri, AVM’ler, yollar, iş hanları, kamu binaları, gösterişli müdür odaları, partilerin genel merkezleri, bekleme salonları, hastaneler, vergi daireleri, bankalar, en çok da bankalar… Duygusuz bankalar… Gökyüzünü ve yeryüzünü karartan bunca kusmuğa karşı insanların neden başkaldırmadığını anlamıyorum, asıl güç onlarda olmasına rağmen işçilerin neden greve gitmediklerini anlayamıyorum. Orta tabakada kümelenmiş romantik emekçilerin neden burjuvazi taklidi yaparak yaşadıklarını anlamıyorum. Wilhelm Reich’in şu sözü geldi aklıma: ’’Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.”
Polis karakoluna gelmiştik. Aklımın kıyılarını döven düşünce parçacıklarını usulca, incitmeden bir kenara itip arabadan indim. İfademi almak için bir memur hazır bekliyordu. Göz göze geldik, yüzü oldukça esmer ve ıssızlıktan yapılmıştı. İfademi alan polis memuru hakkımdaki iddiaları hızlı bir şekilde anlattı ve şikâyetçi olan Halil Toynak adlı şahsın dilekçesinden bahsetti. Durup dururken tenha bir yerde onu dövmüşüm. Bu koca bir yalan, çünkü onun hayalini dövdüm, hem de fena halde. Şiddete karşıyım, şiddeti asla bir araç olarak görmem, çünkü ben aydın bir kişiyim. Düzenli bir kitap okuyucusu ve aynı zamanda, tiyatro ve sinemaya da düzenli olarak vakit ayıran biriyim. Bir de düzenli ve onurlu yenilgilerim var, her şeye karşı olduğum için. Kim birine karşı şiddet kullanıyorsa o sevgisizlik çölünde kaybolmuş zavallının tekidir. Ne olup bittiğini kısaca anlatmamı istedi, otuz beş yaşlarındaki yüzü ıssızlıktan oluşan esmer memur.
***
“Kötülük, ancak tam hızla giderken dengede kalabiliyordu, bisiklette olduğu gibi.” demiş Jan Paul Sartre, Akıl Çağı adlı kitabında. Konumuzla ne alakası var, o öyle demiş bu böyle demiş, bana ne kardeşim, konuya dönelim diyebilirsiniz, ancak dememelisiniz. O üstatlar boş konuşmazlar. Olayın olduğu gün evdeydim ve elimde Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ kitabı vardı. Yirmi beş yıl sonra tekrar okumaya karar vermiş, ruhsal yapımın bozulması pahasına on günde bitirmeyi başarmıştım. O tuğla kalınlığındaki kitabı yıllar önce ilk okuyuşumda ne yalan söyleyeyim fazla bir şey anlamamıştım. Bu kez kitabın içine tamamen girmiş ve orada kendime en yakın bulduğum karakter olan Razumihin ile dostluk kurmuştum. Kitabı düzenli olarak okumam ve sonuna kadar hem keyif alıp hem huzursuz bir ruhla ilerlemem onun sayesinde olmuştu. Razumihin’e buradan şükranlarımı sunuyorum.”
"Öğle saatleriydi, bitirdiğim kitabı rafta ait olduğu yere (bitirilmiş kitaplar mezarlığı) özenle yerleştirdim. Sonra markete alışveriş yapmaya çıktım evden. Yürüyüş yapma bahanesiyle yolu uzatarak başka sokaklara, oradan başka ara sokaklara girdim. Neredeyse boş olan büyükçe bir parkın yanından geçiyordum. Kırk beş yaşlarında, şapkalı, orta boylu daha önceden konuşmuş olmasam da siması yabancı gelmeyen bir adam (şu adını söylediğiniz Halil Toynak), pembe plastik bir selenin içinde getirdiği çiğ tavuk etlerini, detone sesiyle mırıldanarak sokak köpeklerine yediriyordu. Bu çok hoşuma gitmişti. İnsanların çoğunun sokak hayvanlarına acımasız davrandığı, bu dünya sanki sadece insanlara ait ve diğer canlıların yaşam hakkı yokmuş gibi, o canım varlıklara sürekli şiddet uyguladığı bir zamanda bu arkadaşın şefkatle onları beslemesi beni duygulandırmıştı. Yanına gittim ve gülümseyerek selam verdim.
“Ne iyi ediyorsunuz, köpekleri seviyorsunuz sanırım, ben de çok severim, bizim o taraflarda da çok var, mahallenin güvenlik görevlileri gibi hiç ayrılmazlar oradan.” “Yaaa, sevmez miyim, ne güzel hayvanlar,” dedi zoraki bir tebessümle ve yüzüme bakmayarak.
Yüzüme bakmamasından ve kısa kesmesinden sohbeti seven biri olmadığını düşündüm. İyi günler dileyip yoluma devam ettim. İnsanlarla iletişimim çok iyi sayılmaz, bunun nedeni çevremde fazla insan olmasını istemiyor olmamdır. Yarım asırlık yaşamımda bende yer etmiş en belirgin düşüncelerden biridir bu. Çünkü insan düşmüştür. Defalarca tanık oldum insan kavramının düşüşüne. Gösterişli apartman altlarını ele geçirmiş şu üç harfli marketlerden birine girdim. Listemde ilk sırada peynir vardı. Yoğurt, ayran, yumurta, domates, biber ve salatalık şeklinde devam ediyordu liste. Hepsinin aynı anda ve kısa aralıklarla bitmesinin nedeni, hepsinden de azar azar alıyor olmamdı. Çünkü ülkenin itaatkâr ezilenleri “en büyük ekonomist bizim ekonomist!” diye tezahürat yapıyorlardı çeyrek yüzyıldır. “Hem eziliriz hem vazgeçmeyiz reisimizden, soğan ekmek yeriz, yine de vazgeçmeyiz!” düşüncesi bütün felsefe kitaplarını altüst etmiştir… En son diş macunu almak için o bölüme doğru yöneldim. Karşı apartmanın orta yaşlı balkon güzeli Pakize ile karşılaştım orada. Selamlaştık. Yüzünde bir tuhaflık vardı. Yüzü gözü ve burnu ufalmıştı, aslında tam olarak öyle değildi, dudakları balon gibi şiş olduğu için yüzünün diğer organları küçük görünüyordu.
“Nasıl olmuş, Sarp bey?” dedi dudaklarına yaptırdığı dolguyu göstererek. Gülümsemek isteyip de gülümseyemeyerek. Belki de gülümsedi içten içe, ben göremiyordum. Ben içten gülümsemeleri göremeyen biriydim. “Bu ne hal kız Pakize, eşek arısı mı soktu dudaklarını, davul gibi olmuş” dedim şaşkınlık içinde. “Ne eşek arısı, ne davulu ayol, sen ne anlarsın güzellikten, görme özürlüsün sen, zaten neyi gördün ki bugüne kadar, karın bile gitti senin bu kabalığın yüzünden,” diyerek kızgınlıkla ayrıldı yanımdan. Ah Pakize, ah seni kronik dul…
***
“Nereden nereye getirdi mevzuyu Pakize. Görüyorsunuz değil mi, memur bey.” “Sarp bey, bütün bunların konumuzla ne alakası var, lütfen asıl konuya dönün, siz bu adamı tehdit edip dövdünüz mü, dövmediniz mi?” diyerek araya girdi ifade alma uzmanı ıssız esmer memur. “Olmaz olur mu, çok alakası var efendim konumuzla. Ayrıca geleceğim o kısma. Az kaldı.” dedim.
Market alışverişimi bitirmiş, elimde iki poşetle eve dönüyordum geldiğim güzergâhtan. Toynak’ın, köpekleri beslediği parka doğru yaklaşıyordum, köpekler oradaydı, karınları doymuş, mutlu ve huzurla yatıyorlardı çimenlerin üzerinde. Biraz daha yaklaşınca köpeklerin hiç hareket etmediklerini fark ettim. Ağızlarının etrafında beyaz köpükler vardı. Dokununca fark ettim, dört köpek, dört can ölmüştü. Az önce ölmüşlerdi. Bir ruhu çirkin tarafından zehirlenerek öldürülmüşlerdi. İnsanın düşüşüne bir kez daha tanık olmuştum. Yanlarına oturup ağladım. Bir yandan da belediyeden bir yetkiliyi arayıp durumu anlattım. Onlar gelene kadar bekledim o sevimli canların başlarında. Bu sokaklar kötülük akan derelere dönüşmüştü gözümde. Düşüncelerime öfke doluşmuştu ve bu öfkeyi kontrol altına alamıyordum. Belediyeden gelen görevliler dört canın cesedini römorka yükleyip götürdüler, uzak ve ıssız bir yerde yakmak için.
Sinirden ve sıcaktan bunaltı gelmişti. Çevreme baktım, evleri tek tek gözden geçirdim, düşündüm ki bir katil kurbanların cesetleri kaldırılırken mutlaka bir yerden izliyordur. İki blok ötede bir apartmanın ikinci kat balkonunda Toynak’ın çirkin ruhunu gördüm. Konuşmayı sevmeyen çirkin ruhunda geveze akrepler dolaşıyordu. Gördüm. Düşüncelerime yapışan düzensiz öfkeyi yıkadım ve yürüyüp yoluma gittim. Gittim ama sonra geri döndüm. Tekrar gidip tekrar döndüm. Pusuya yattım gölgelik bir yerde, çirkin ruhundaki kötülüğün kokusu hâlâ taptazeydi, hissedebiliyordum. Kırk beş dakika bekledim. Toynak dışarı çıktı ve stadyum tarafına doğru yürümeye başladı, gayet sakin ve birkaç saat önce dört canlıyı o öldürmemiş gibi rahattı. Onun gölgesi oldum, beni fark etmesi mümkün değildi. Kör bir bölgede yakaladım onu ve arkadan boyun kısmından tutarak köhne bir duvarın dibine sürükledim. “N’oluyozzzz lan!” diye hırıltılı bir çığlık attı. Kimse duymadı çığlığını, çığlık gökyüzünde kaybolup gitti. Aynı keskinlikte ona “Kes lan sesini, pis katil!” diyerek karşılık verdim. Sırtını duvara yapıştırdım, bir elim gömleğinin yakasında, diğer elim de havada asılı haldeydi.
“’Bir gün hayvanlarla konuşabilsek bize tek bir şey soracaklardır: Neden?’ diye yazmış bir kitabında Anthony D. Williams adında araştırmacı bir yazar,” dedim yüzümü iyice yüzüne yapıştırdığım Toynak’a. Tabii o zaman adının Toynak olduğunu bilmiyordum. Titriyordu ve sesler ağzından çamurumsu ve hırıltı olarak dökülüyordu. “O da kim abi, sen kimsin, ne istiyorsun?” dedi şaşırmış ve korkmuş olarak.
“Açlıklarından yararlanarak zehirlediğin o köpekleri, beslediğini düşündüğüm için yanına gelip selam vermiştim, seni takdir etmiştim, o an yüzüme bakmış olsaydın şimdi kim olduğumu bilirdin alçak herif!”
Evet, şiddet yanlısı değilim, hiç olmadım. Olmayacağım. “Şu duvarı görüyor musun, pislik herif?” dedim, “o duvar senden daha anlamlı.” Yukarıda asılı ve vurmaya hazır olan yumruğumu duvara defalarca vurdum, ona vurduğumu hayal ederek. Defalarca vurdum. Defalarca vurdum gözünün içine bakarak. “Neden lan, neden, neden öldürdün o canları?” diyerek her kelimede yumruğum duvara bir balyoz gibi çarpıp geri dönüyordu. Öyle ki ben duvara vurduğum halde Toynak kendisine vurulmuş gibi acı çekip ağlıyordu.
“Abi o köpekler mahallede herkesi rahatsız ediyorlardı. Çocuklar için tehlike onlar.” dedi ağzından aşağıya kelimelerle birlikte salya ve irin akıtarak. “Asıl tehlike sensin, senin gibi alçaklardır.”
Ellerim ve beyaz tişörtüm kan içinde kalmıştı. Bıraktım adamı, ellerim boşta kaldı, gömleğinin düğmeleri kopmuştu. Düşünsel acılar içinde yığılıverdi yere. Evet, memur bey, çok dövdüm onun hayalini, ruhunu paramparça ettim. Zaaflarım var bu tür konularda, nerede bir alçaklık görsem bir şey beni oraya götürüyor. Beni oraya götüren şey vicdan veya merhamet değil; tek gerçek tanrı olan sevgiye ve büyük insanlığa olan inancımdır.
“Neden yetkilileri aramak yerine, böyle bir yola başvurdunuz, herkes kendi işini kendi görmeye kalkarsa kaos oluşmaz mı?” dedi anlattıklarımı can kulağıyla dinleyen memur. “Sonsuz bir kaosun içinde yaşıyoruz zaten, öyle değil mi? Haksızlığa, adaletsizliğe ve kötülüğe karşı tavır almayan bir insan onurlu ve erdemli bir insan değildir. Dünyaya hasbelkader atılmış olmanın zavallılığı ile ömrünü tamamlar. Nefes alıp gider.” “Neyse, söylediğiniz her şeyi yazdım ifadenize, şu Pakize hanım dâhil. Anlattığınıza ve hastane raporundan da anlaşıldığına göre Halil Toynak’a fiziksel bir müdahaleniz yok ama duvara vurduğunuz her yumruk o yumrukları kendi yemiş gibi psikolojik olarak onu yerle bir etmiş. Gerçekte dayak yemekten beter olmuş. Dosyanın akıbeti hakkındaki gelişmeler size bildirilecektir, sonra tekrar çağrılmak üzere şimdilik gidebilirsiniz.”
***
Suç ve Ceza’nın bitiminde yaşanan bu şeyler oldukça ironik. İnsan her şeye birkaç kelime uzakta… Birkaç kırılış… Birkaç hileli adam... Ve pişkince gülümseyen illüzyonlar çağı hep peşindedir. Bu çağa ve bütün çağlara Sartre’ın bir sözü var: “Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu ama aynı zamanda onun tam tersi.” Eve döndüğümde hava kararmış ve gece yeni sunumlar için sahnesini hazırlamıştı. Görünmeyen bir Shakespeare figürü şöyle sesleniyordu hafızanın soğuk odasından buz çölüne:
insan kendi kıyametini kendi yazmıştır bütün çağlarda ve inandığını söylediği tanrısına yüklemiştir bütün suçu tarihin en zengin menüsüdür: savaş, salgın, ölüm ve kıtlık sofradan hiç eksik olmamıştır mahşerin bu dört tatlısı
yaşama sevinci de öyle; yenilginin tarihi kadar eskidir avuç içi kadar yer kaplar, kırılgan ve savunmasız ama duygular treninde yolculuklara çıkan hislerin lideridir o ışıkların söndürüldüğü sayfalarda smokiniyle ortaya çıkıp yeniden başlatır hafızanın soğuk odasındaki yankıyı
Metin Akdeniz
(Buz Çölü)
5 notes · View notes
kachatorianpresents · 2 years
Text
Daha önce de yazmıştım sana. O zaman sanırım çok ciddiye almamış, alkollü ve heyecanlı diyreke sallamıştın muhtemelen. Mevzuyu veyahut cesaretimi, içtiklerime bağlayıp geçiştirmiştin o zaman. Haklıydın, ama bunun o zaman da anlamı yoktu tek başına, şimdi de yok. Yeterince içtiğim vakit olanları biliyorsun. Yeterinden fazla içince olacakları bir düşün. Korkma, şu an sönmeye başlasa da içimin al sancakları, iki halin tam ortasındayım. Yine o zaman yalnızlıktan şikayet etmiştim, senin oradaki, benim de buradaki yalnızlığımdan şikayet etmiştim. Hatta sitem etmiştim biraz kadere. Oysa yalnızlıkla kimsesizliğin aynı şey olmasığını, yalnızlığım bilinçli bir şekilde elde edilen bir tür konfor, kimsesizliğin de delirten bir lanet olduğunu anlatmıştım. Bir konuşmamızda sana pek çok dersteki çocukları da anlatmıştım. Kimsesiz olmadığımızı bile bile neden bu kadar sitem ettin diyeceksin. Dertten be kuzum, vallahi derten... Biz kimsesiz değiliz. En azından birbirimiz varız birbirimize. Mesafe, ıssızlık yormuştu belki de beni. O yüzden sitem etmiştim belki, bilmiyorum.
Tepemde enteresan bir bulut kümesi vardı. Önce koyuna, sonra yorgana, sonra da ne olur ne olmaz diye sana benzettim. Bir şeyleri seninle ilişkilendirmeyince kötü hissediyorum kendimi. Demiştin ya hani, ben burada öylece duruyorum, sen ise hayatla beraber akıp gidiyorsun diye. O öyle değil be kuzum. Öyle görünse de öyle değil. Yazdığım her satırda göz kırptım sana. Annemin kurduğu sofralarda içimden hep bir tabak ekledim. Şarkılarda seni dinledim. Şirlerde seni söyledim. Allah şahidim, bir gün beraber yeriz diye dört kıştır hiç nar yemedim. Melankolik bir orta yaş bunalımlısı mı dersin, bıçkın bir kenar mahalle külhanı mı bilmem. İmanın en sevdiğim şartı meleklere iman dediğimde şartsız bir refleksle söylemiştim, ciddiyim. Ciddiyeti her halta sulanan bünyeme yakıştıramasan da. Olsun, parktaki bütün ağaçlar şahit. En az birkaç dostum, en az birkaç yüz şişe, en az birkaç bin kitap, en az birkaç milyon saat kefilimdir. Şarkılardan en çok uçurtmayı, saatlerden en çok 12 yi, ve kadınlardan en çok seni sevdim. Görüşememek ne ki? Ben seni bir gün kavuşuruz diye sevmedim. Ben seni o gün hiç gelmese de vazgeçemeyecek kadar sevdim. Allah gülerse yüzümüze amenna oturu nar yer, narı severiz. Olmazsa da ben yine ne olur ne olmaz diye gördüğüm her güzel şeyi sana benzetirim. Tüm bunlara rağmen olmazsa da eğer, olursa çok güzel olacak. Olmazsa da eğer, uzun bir zaman önce kötü bir şairin yazdığı kötü dizelerle bağlarız mevzuyu. Boktan bir hayata katlanabilmemiz için değil mi kelimeler, yoksa ne işe yarayacaklar? Ben seni severim belki de rabbim buna hazır değil. Her şeyin güzelini sever o, ideal birliktelikler ister. Seninle benim yanyana oturacağımız çekyata ne ilahi adalet sığar, ne de diyalektik. İçime çöreklenmiş sığ bir sığır var benim. Ben seni severim sevmesine de, iş çıkarmasana şimdi, ne gerek var güzelim?
Ali Lidar - Bilinmeyen Bir Adamın Mektubu 2 (2016)
Tumblr media
8 notes · View notes
93rosyln · 1 year
Text
bir şeylere nasıl başlasam bilmiyorum ben seneler önce de buraya seni yazdım seneler sonra bugün de seni yazıyorum sadece sana bazı şeyler söylemek istiyorum ama beni dinlemediğin için buraya yazıyorum hoş nereye yazarsam yazayım yüzyüzeyken tanımıyorsun buradan mı tanıyacaksın neyse bana gideceğini söyledin çok uzağa yurt dışına o gün yüzüne hayırlı olsun dedim ama bilmiyosun ne kadar fırtına kopardım içimde çünkü kimse sevilmediğini bile bile bi kalpte 5 yıl durmak istemez ama ben senin bırak kalbini bi kelimene cümlene hasret kaldım yıllarca bazı insanlar kokusunu özledim der ben senin kokunu bilmiyorum senin kokun nasıl sahi bi kere bana içten sarılmadın bir kere göğsünde uyuyamadım sen gidince bilmediğim kokuna daha da hasret kalıcam sen beni görmek istemesen de seni sürekli görmek için o parka geliyorum balkona çıktıgında camına o çok sevdiğin sigaranı içmeye çıktıgında seni nasıl ağlayarak uzaktan bakıyorum bilemezsin sen şimdi çıkıp diyorsun ki gidicem gitme diyemiyorum aramızdaki bağları paramparça ettin mutlu ol diyemiyorum çünkü sen beni 5 sene boyunca yastıklara sarılıp bağırmaya yorganlara yapışıp ağlamaya mecbur bıraktın bugün gözümün önünde sana araba çarpıyordu ve o anki korkumu kimse anlayamaz nasıl elim ayağım tutmaz oldu o korna sesleri arasında ama sen bilmiyorsun hiçbir şeyi bilmene de gerek yok dün telefonla aradıktan sonra sesindeki soğukluk haziran ayında beni öyle üşüttü ki tek sen sarıl tek sen ısıt istedim beni en çok sen anla istedim herkese gittiğim için mi gelmesini istediğim sen gittin inan içimde öyle kara bulutlar dönüyor ki içimde öyle kargaşalar var ki sürekli elim gidiyor telefona eski mesajlara konuşmalara bakıyorum o zaman da sanki bir şeyler zorla oluyordu şuan da zorla oluyor senden vazgeçemiyorum senelerdir ne olursa olsun yollarımız bir şekilde kesişiyor tekrar konuşuyoruz bir şey olmamış gibi sen kavgaları unutuyorsun belki ama ben kavgalarımızı bile anılarımızdan sayacak kadar hasret kaldım sana seni her zamankinden daha çok özlüyorum gördükçe lütfen yollarımız tekrar kesişsin bi bakkala giderken ya da yine bisikletle ya da ben pijamalarımla gece markete çıktıgımda sen geç yine sokaktan gitmeden önce bir kez öpeyim seni herkesten uzakta sen bana öyle bi sarıl ki kimse sarılmamış gibi bir mucize olsun ve bana 5 senedir gösterdiğin soğukluğa inat öyle bi sarıl ki hiç olmadığımız gibi çift olalım son anlarımızda sana sevgilim demeyi günaydın yazmayı her sabah heyecanla telefona bakmaya o kadar ihtiyaacım var ki sahi biz neden bittik ki senin hırsların senin sonu gelmez isteklerin senin karşındakinin bi kadın olduğu unutuşun ve benim her seferinde aynı sevgiyle dönmemle milyonlarca anı biriktirdim 5 senede koskoca yıllar geçti ve sen bana sadece 3 kez sarıldın ben senin kollarımı sardığım sırtının şeklini ezberledim ama sen koskoca 5 senede bana 3 kez sarıldın o sarıldığın zamanlarda öylesine sarılmak isteyip sarılmamıştın sadece eve geçtiğin için görüşürüz diyip sarılmıştın sıradan bi arkadaşına sarılır gibi ama biliyor musun ben hayatıma giren kimsede o sarılmadaki kadar güvende hissetmedim ve bu seneler içinde birlikte çekindiğimiz sadece 1 fotoğrafımız var bunun ne kadar acı olduğunu bilemezsin sen ve sen seneler geçtikçe daha da acımasızlaşıyorsun bunu birine söylesem güler koca 5 senede bir fotoğraf mı diye ama gerçek bu bende isterdim senle fotoğraflarımız kare kare olsun ama sen o kadar bahane üretiyordun ki yanıma gelmemek için o 1 fotoğraf bana yetiyor ne güzel yan yanayız orada şimdi asla olamadığımız gibi neyse asla elini tutamadığım sevgilim gittiğin ülkede bunları kimse yaşamasın bizim miladımız buraya kadarmış
5 notes · View notes
mearadri · 1 year
Text
“Çok yorgunum. Öyle bir yorgunum ki bunun sonu var mı bilmiyorum. Canım o kadar yanıyor ki kelimelerin bu acıya tercüme olabileceğini sanmıyorum. Biliyorum, yemin ederim ki biliyorum. Abartığımı, elimde olan imkanların farkında olmam gerektiğini ve her şey için şükretmem gerektiğini çok iyi biliyorum ama sorunum kendimle değil. Sorunum insanlar. Insanlardan nefret ediyorum. Hepsinden. Tüm dünyada tek kalsam inan hiçbirini aramam çünkü ben yaşarken hiçbiri beni aramadı. Önceliğim olan onlarca insan sayabilirim belki ama hiçbiri beni hayatının herhangi bir yerinde görmüyor bunu biliyorum. Sen sormadan söyleyeyim, neden tüm bunları bildiğim halde onlara değer veriyorum biliyor musun? Çünkü ben kalbi kocaman olan aptal bir insanım. Sevginin herkesi ve her şeyi kurtaracak kadar güçlü bir duygu olduğunu sanan bir zavallının tekiyim. Ben olmayacak bir hayalin peşinden sürükleniyorum ama kimse beni durdurmuyor. Çünkü gerçekten güvenebileceğim tek bir arkadaşım yok. Verdiğim sevginin karşılığını aldığım tek bir an yok. Ben işte tamda böyle bir hayatın içinde sürükleniyorken sen gelip benden, sana empati yapmamı ya da sana zaman ayırmamı isteyemezsin. Ben sana güvenmiyorum, seni sevmiyorum, senin hiçbir duygunun gerçek olduğunu düşünmüyorum. Neden senin için çabalamamı istiyorsun? Sen benim için çabalamazsın ki. Ben neden senin için uğraşıp durayım? Sen benim hayatımda geçici bir duraktan başka bir şey değilsin. Hayatımda yerin yok ve asla olmayacak çünkü sen bencilsin. Varlığından nefret ediyorum, bana iyi gelmiyorsun. Hiçbirinizi hayatımda istemiyorum. Bana iyi gelmiyorsunuz bunu çok iyi biliyorum. Hayatımda olmasını istediğim tek insan vardı, o da beni bir güzel terk etti. Yani bu saatten sonra kimsenin yokluğu bana koymaz. Kimsenin yokluğu beni yıkmaz, kimsenin yokluğu beni parçalamaz. Ben büyüdüm. Ben gerçekten büyüdüm. Ben büyürken de tek başımaydım, bundan sonra da tek başıma gayet yaşarım. Hiçbir zaman kimseye ihtiyacım olmaz çünkü benim en büyük varlığım kendim. Ben bana güvendiğim sürece kimse için tek bir gözyaşı dökmeme gerek yok. Siz ruh emici, menfaat uğruna nefes alan soyut varlıklar hiçbir zaman hayatım için anlam ifade etmeyeceksiniz.”
by Mearadri
2 notes · View notes
donguanto · 2 years
Text
Tumblr media
bir garip günlük..//
07.02.2023 - incecik kolları olan 22 yaşındaki bir kadının içi mont dolu büyük bir çuvalı sırtına aldığını gördüğünde ‘’yorulma ben alırım’’ dedin. ’’bu yorgunluk değil’’ dediğine şahitlik ettin.
07.02.2023 - giyilebilir kapkalın ve temiz montlara ‘’bunlar çok iyi değil henüz gitmesin’’ dediğinde tokat atmak istedim sana abla. gerçekten. ‘’defol’’ demek istedim.
07.02.2023 - yüzlerce insanın tıra kolileri yüklemek için oluşturduğu zincire kolileri verirken nasıl hiç sızlanmadılarına şahitlik ettin. 15 yaşındaki küçücük kızların boyundan büyük kolileri zincirdeki bir diğer kişiye verirken nasıl mutlu olduklarını izledin.
07.02.2023 - ilk tır çıktı, tüylerin diken diken oldu. alkışları duydun. terini silenleri gördün. bir köşede yere çöküp sigara yakanları. çok güzellerdi. tüm bu çirkinliğin içinde, çok güzel. senin yanında durmasına rağmen, çok güzel.
07.02.2023 - soğuktan titrediğini düşünüyordun. açlıktan olduğunu bir ekmekle fark ettin. ‘’oradakiler nasıldır?’’
07.02.2023 - gönderilen eşyaları ayırırken içinde terlik gördün. terlik. samurai jackin terliği gibi bir terlik. yok ol.
07.02.2023 - yardım merkezinde ismi alınmak istenen amcanın ‘’gerek yok, allah biliyor.’’ dediğini duydun. inanç çok güzel. insanlık çok güzel.
08.02.2023 - rezaletti. başlı başına. yardıma gelen kadınların fotoğraflarını çekmek için gelen erkekleri gördün, kovulurlarken nasıl sırıttıklarını. insanlık bok gibi. çok çirkin.
08.02.2023 - gönderilen eşyaları ayırırken içinde gecelik gördüklerini söylediler ve şikayet ettiler sana bu durumu. böyle incecikmiş, fantezi için giyilirmiş. değiştiremeyeceğin her şeyi şikayet ettiler. bir kadın sana bir teyzeyi şikayet etti. yardım için gönderilen elbiseleri kendisine alıyormuş. ikinizde kahrolun.
08.02.2023 - boş kolileri ihtiyacı olanlara götürmek istediğinde vermek istemeyen sanırım 16-17 yaşlarındaki küçük bir kızla tartıştın. kazanamadın. -‘’hanımefendi nasıl yardım için gidecek kolileri vermezsiniz?’’ +‘’onlar benim, ben hazırladım.’’ sen de toz ol.
08.02.2023 - vali. ısparta valisi. sen de siktir git oğlum. bize o tırları öyle saçma sapan öyle karmakarışık öyle mühim olan eşyalara erişilmesi güç yüklettirdin ya. sen de siktir git. o tırı orda üstüne yalnızca paletlerin üstünde ‘’Isparta Belediyesi’’ yazmadığı için ve bunun düzeltilmesi için beklettirdiniz ya, siktirin gidin oğlum.
08.02.2023 - boş kolileri toplamasını ve ihtiyacı olanlara vermesini istediğin o iki kız. neredeyse üç saat geçti ve her yerde harıl harıl boş koli bulup ihtiyacı olanlara vermeye çalışıyor. siz çok güzelsiniz.
08.02.2023 - hiç tanımadığın bir erkek sırtını okşadı. hiç tanımadığın bir kadın sana çay getirdi, dinlen biraz dedi. insanlık çok güzel.
08.02.2023 - sanırım artık 10′un üzerinde giden tıra şahitlik ettin, neden mutlu olmak yerine ‘’acaba gerçekten götürüyorlar mı?’’ endişesine dönüştü içindeki duygular?
08.02.2023 - yardım merkezinde ismi alınmak istenen başka bir amca da vermedi ismini. ‘’gerek yok, adımın ne faydası var.’’ ellerinden öpüyorum.
08.02.2023 - her şeyden sonra gelip burda tumblr’ın twitter gibi efektif kullanıldığını düşünmediğinden bir kaç post rb’ledin. aptalsın. aptal. belki de birinin bir şeyi görmesini engelledin. gerizekalısın. yok ol. çirkinsin. tanıdığın en zeki ve anlayışlı kadını bile kızdırdın böylece. toz ol.
09.02.2023 - prospektüs okumanın ne kadar etkili olduğunu fark ettin. eczacılar ayırdığın ilaçları görüp sana aferin dediğinde gururlandın, göğsün kabardı. daha çok okumalısın. salı ve perşembeleri. ama daha var. biliyorsun. yine de o eczacılar. iki kadın. son sınıf. 3.28 ve 3.02 ortalamaları varmış. bu ülkeyi ikisi kurtarır, eminim. gözünüz dolmasın hiç.
09.02.2023 - küçücük bir kız. küçücük. 2 tane elleri kadar küçük kedi maması koydu kolinin içine. küçücük bir kız. sen üşüdüysen ceketimi al. istersen ömrümü al. ellerimi al. kollarımı al. gözlerimi al. saçlarımı al.
09.02.2023 - Sude’nin annesi Feride abla hakkınızı savundu. üşüdüğünüz için başına geçtiğiniz elektrikli sobanın önünde bir sigara içtiğinizi gören belediye görevlisi ‘’bunlar bomboş duruyor’’ diye sizi şikayet ettiğinde annesi ortalığı ayağa kaldırdı. ‘’bu çocukların ben günlerdir durduğunu hiç görmedim, kendilerini parçaladılar burda, siz ne hakla böyle konuşursunuz’’ Feride abla kapı komşunmuş. melihle ikinizi evine davet etti. size kahve yaptı. övdü. neye ihtiyacınız olursa dedi. kalbinizi okşadı. abla. beni çok şımarttın. beni çok korkuttun. beni çok üzdün. beni çok mutlu ettin. sude'nin ve babasının deprem olduğunda dizleri titriyormuş. benim bacaklarımı siz alın.
09.02.2023 - ne kadar farklı insanlar bir aradalar? mavi saçlı güzel kız, kaşında piercing olan hafif yırtık erkek, başı kapalı kız, bir sorunu olduğundan emin olduğun o kırık çocuk, sen, transpalet ile gezen çocuk "çıtır", o güler yüzlü teyze, naifliğinden emin olduğun ‘’Sevil abla’’. ah sevil abla. ne güzeldin sen. kalbinin temizliği nasıl gülüşündeydi öyle. adın çok güzel abla dediğimde nasıl da utanarak teşekkür etmiştin. keşke hep hayatımda olsan. atanamayan özel eğitim öğretmeni Hatice. ona Aslı diyorsun. o da sana Görkem Enes diyor. keşke hep hayatımda olsan. iyi niyetli olduğundan ne kadar eminsin. ‘’ben ne yapabilirim, ben ne yapabilirim, ben ne yapabilirim’’. sen her şeyi yapabilirsin Aslı.
09.02.2023 - kirli elleri ve uzun tırnaklarıyla sana elma uzatan o kız. al göğsümdeki elmayı sen ye. teşekkür ederim.
10.02.2023 - neden gitmesine yardımcı olduğum tırlar devrilmiş, yüklediğim koliler paçavra hâline gelmiş, ilaçların yolda tarihleri geçmiş gibi hissediyorum? hiçbir faydam dokunmamış veya dokunmayacakmış bilhassa zarara sebep olduğumu hissettiren bu his neden? neden hep eksik?
10.02.2023 - onca işinin gücünün arasında rica ettiğimden beni hiç yalnız bırakmadın Melih. aç olduğumu öğrendiğinde bana yemek yaptırıp getirdin. her gün benimle beraber geldin, kalabalıklara ilk adımımı atarken ne kadar çekindiğimi bildiğinden belki de. o soğukta saatlerce benimle beraber bekledin otobüs durağında. sen çok iyi bir dostsun. teşekkür ederim. bir tabak yoğurda sekiz diş sarımsak doğramanı engellememeliydim. ben seni hak etmiyorum.
10.02.2023 - depremzedeler Isparta’ya gelmeye başladılar. bizzat Gökkubbe’ye gelip yardımları alan bir ailenin arabasına ihtiyacı olan kolileri yükledim. ama nasıl. sıkılıyor taşımamdan, ona yardım etmemden. dur diyorum yorulma, ben alırım yükü, çekinerek tamam diyor. utanıyor. sen lütfen utanma, seni bu hâle getirenler utansın amca. sen utanma teyze. ben utanayım. - neden götürdüğün her kolide bir sorun varmış gibi hissediyorum? neden hep eksik?
10.02.2023 - belediyede yerinin sarsılmaz bir hâl almasını sağlamak istediği için herkesin yaptığını kendisi yapmış gibi anlatan Süleyman. Defol.
10.02.2023 - bir anne geldi oğluyla. depremden gelmişler. deprem gibi gelmişler. sarışın küçük bir çocuk. elindeki oyuncağı verdi sana. hediye etti. o seni kalbinden, sen onun ellerinden öptün. dudakları kirlenmiş midir? olmasın. olmasın. iki boyama kitabı, iki renkli kalem, iki pastel kalem verdin annesine. ‘’ihtiyacı olanlara ver oğlum’’ dedi. abla, sen tüm ihtiyaçları tek başına karşılarsın. sana bunu söyletenler utansın, ben utanayım, sen değil. ve çocuk, ben oynadığımız o araba yarışında sana hep mağlup olacağım. oyuncaklarının arasına koyduğum gitarla çalacaksın en güzel şarkıları, haberin yok.
-neden bu kalem canını acıtacak hissi veriyor, neden şarkıların hep hüzünlü olacakmış gibi geliyor, özür dilerim.?-
10.02.2023 - sanırım insanlar alıştı. liselilerin sohbet ettiği kafe gibi bir yer hâline geldi artık yardım merkezleri. bir koliyi taç gibi kesip üzerine ‘’KERPETEN’’ yazıp kafasına takan aptal bir çocuk bile gördüm. onu dövmek istedim. yalnızca yemek yemeye gelip kalkıp giden gençler var. garip. çok garip. artık giden tırlar alkışlanmıyor. allahuekber naraları atılmıyor arkasından. belki de bu iyi ki. bilmiyorum. bilmek istemiyorum. bir tır daha gitsin istiyorum. o ilaçlar neden bekliyor bilmiyorum. o sular. o giysiler. bunu bilmek istiyorum. öğrenemiyorum. beni arayıp ‘’geliyoruz’’ diyenler neden gelmediler? bilmiyorum. bilmek istemiyorum. yok olmalıyım. kül.
11.02.2023 - evden çıktım. yardım merkezine gidebilmek için iki vesait yapmam gerekiyor. önce kaymakkapı, ardından gökkubbe. kaymakkapı’ya ulaştığımda telefonum çaldı, ‘’dostum gelmeyin, burası çok kalabalık, insan gücüne hiç gerek yok. günlerdir verdiğiniz emek yeter, kötü hissetmeyin.’’ nasıl bir anda ‘’yardıma gelmen lazım nerde kaldın? cümlesinden, gelme aşırı kalabalık oldu’’ cümlesine evrildi telefonumdaki sesler anlam veremedim. sonradan öğrendim. tesadüftür ki ısparta’ya 20.000 depremzede geldiğinde günlerdir ortalıkta hiç gözükmeyen ak parti gençlik kolları işi devralmış. gönüllülere gerek yokmuş artık. siyaset.. taşların olması gerektiği şekilde hareket etmesine gerek yoktur Türkiye’de, hareket etmesine bile gerek yoktur, hareket ediyormuş gibi görünmesi yeterlidir. biliyorum ki her tercih bir sonuç doğurur. bugünlerin sonucu ise geçmiş günlerin tercihleri tarafından sağlandı. bu sebeple üzüldüm evet fakat öfkem daha fazla oldu hep. hep daha fazla olacak, biliyorum. belki de bundan utanıyorum. bilmiyorum. bildiğim şey şu ki Türk yücedir, her zaman öyle olmuştur. çağlar devirmiştir. ama kendisini hep kendisi yıkmıştır. o yüzden biliyorum ki akıllanmayacağız. önlem? alınmayacak. bir hafta daha sürer maksimum bu gürültü, ardından sessizliğe bırakır kendisini. biliyorum. sokaklarda yankılanan sesler siren sesleriyle yok olur burda.
-her gece geç saatlere kadar bekleyip ‘’evdeyim’’ mesajını atmamı bekleyen annem, ilk sevdam, sen içi umut dolu bir şiirsin okumaya cürret edemediğim.-
https://www.youtube.com/watch?v=csZTPVCLHyk
ek olarak neye öfkeli olduğumu kusmak istiyorum kendi içimde. bu gösterişe öfkeliyim. bu alan el veren eli görsün ve tapsın düşüncesine öfkeliyim. yardım getiren yabancı ülke vatandaşlarının getirdiği yardımların fotoğrafını çekip paylaşmasına öfkeliyim. kurduğum standlara gelen depremzedelerin bizi görmelerine öfkeliyim. beni çıkar ordan. bizi çıkar. girsin, ne istiyorsa alsın, siyah poşetine koysun, kapalı kolisine doldursun. utanmasın beni görmekten. seni görmekten. birilerinin buna şahitlik etmesinden. bizden bir şey istemek zorunda bırakma onu. senin bu görülme arzuna öfkeliyim süleyman. senin bu görülme arzuna öfkeliyim vali. senin bu görülme arzuna öfkeliyim başkan. siktirin gidin.
2 notes · View notes