Tumgik
#salim şengil
okuryazarlar · 1 month
Text
Tumblr media
26 Mart Dünya Ölmeme Günü:
Masada bulunanlar: Can Yücel, Salim Şengil, Edip Cansever, Tomris Uyar, Muhteşem Sünter, İsa Çelik, Mehmetcan Köksal, Turgut Uyar, Dürnev Tanseli, Nezihe Meriç, Ömer Uluç, Tunga Uyar.
📷: İsa Çelik Arşivi, 26 Mart 1981
26 Mart 1981’de, Can Yücel, Salim Şengil, Nezihe Meriç, Edip Cansever, Tomris Uyar, Turgut Uyar, Tunga Uyar, Muhteşem Sunter, Mehmetcan Köksal, Dürnev Tunaseli, Pertev Tunaseli, Ömer Uluç ve İsa Çelik‘in bir araya geldiği ve Dünya Ölmeme Günü’nün adının konduğu ilk sofrada oturan isimlerden önemli bir kısmı hem kendi kuşağını hem de takip eden kuşakları kelimeleri üzerinden hüzünle, bireysel varoluşun efkarı bol sorunlarıyla, yalnızlıkla, rakı sofralarıyla ve şiirin yepyeni bir haliyle tanıştıran İkinci Yeni şairlerinden oluşuyordu.
Hikayesiyse; 1981 yılının 26 Mart gecesi bahsi geçen ustalar Rumelihisarı'nda bir meyhanede oturup dertleşmişler. Konu ölümden açılınca Turgut Uyar masaya bir şişe rakı daha söylemiş ve rakı gelince o an orada bulunan herkese isimlerini şişenin üstüne yazmalarını istemiş.
Ardından,
“Bakın, seneye tekrar 26 mart gecesinde burada buluşacağız. Bu şişeyi içeceğiz. Öyle ölmek, eksilmek falan yok.” demiş.
Ardından bu bir geleneğe dönüşmüş. Tüm o şairler nerede olurlarsa olsunlar her 26 Mart akşamında aynı meyhaneye gidip, senede bir kez de olsa dostlarının hala hayatta olduğunu görmeye devam etmişler.
Ta ki Turgut Uyar’ın ölümüne dek. Turgut Uyar gittikten sonra bu geleneği sürdürmeyi bırakmışlar. Aralarında oynadıkları bu tatlı ve hüzünlü oyunun ismi ise “Ölmeme Günü” olarak kalmış.
65 notes · View notes
yurekbali · 4 years
Text
Tumblr media
“Cahit Sıtkı Tarancı“ anısına... (2 Ekim 1910, Diyarbakır - 13 Ekim 1956, Viyana, Avusturya) * * * Cahit Sıtkı Tarancı ile ne zaman, nerede, nasıl tanıştığımı anımsamıyorum. 1947’den sonra yakınlığımızın başladığını, giderek dostluğa dönüştüğünü iyice biliyorum. O sıralar Cahit bekârdı. Onu görmek isteyenler, akşamları -Ankara’nın Yenişehir semtinde, Sakarya caddesinden Bayındır sokağa sapınca sağda, bahçe içinde, yeşillikli- Missuri Lokantası’nda bir iki kadeh atıp yemeğini yerken, ya da -Ziya Gökalp’ten Selanik caddesine dönünce orada, yine bahçe içinde- Buket Lokantası’nda düşünür, bir yandan demlenir, bir yandan da şiir yazarken bulurlardı. Biz daha çok Ulus’ta, Posta caddesine girerken solda ‘Kürdün Meyhanesi’nde, kimi de, arası bir apartman kapısı ile ayrılan ‘Şükran Lokantası’nda toplanırdık. Sonraları Cahit Sıtkı da buraya sürekli gelmeye başladı. O, Şükran Lokantası’nın kapısından içeri girince, solda camın önünde bir masa edinmişti kendine. Hep orada oturur, tül perdenin arkasından Posta caddesini seyrederdi sanki!.. Çoğu zaman onu elinle koymuş gibi yerinde bulurdun. Bir akşam, çok sıkışık bir duruma düştüğüm bir sırada, onu orada bulmam beni zor durumdan kurtardı. Hızır gibi imdadıma yetişti. O gün, yayınlamakta olduğum Seçilmiş Hikâyeler dergisinin matbaa hesabını kapatmıştım. Şimdilerde gülünç gibi görünen, o tarihte önemli bir para sayılan ikiyüz, belki de üçyüz lira ödemiştim. Sonradan farkına vardım ki cebimde bir otobüs bileti alacak para bile kalmamıştı. Kendi kendime, ‘Nasıl olsa bir arkadaşı görür, ondan bir günlüğüne ödünç para alırım.’ diye düşünmüştüm. ‘Kürdün Meyhanesi’ne gittim, aksiliğe bakın kimsecikler yoktu, oturmadım. ‘Şükran’a bakayım,’ dedim. Daha içeriye girmeden Cahit’in camın önünde, tül perdenin arkasında bir masada oturduğunu gördüm. Her zamanki yerinde, güleç bir yüzle sarmaş dolaştı. Yeni dizeler düşünüyor olmalıydı. Onu görünce birdenbire ferahladım. Rahat bir soluk aldım. Dışarıdan camı tıklattım. Beni görünce, ‘Ne var’ anlamında baktı. İşaret ettim, ‘Dışarıya gel’ diye. Merak içinde kalkıp geldi. Kısaca durumu anlattım, onyedibuçuk kuruş otobüs parası ödünç istedim. Cahit rahatlar gibi oldu: “Ben de bir şey oldu sandım, merak ettim, gel, bir kadeh atarsın.” diyerek gülümsedi. “Sağ ol, gitmem gerek.” dedim. Bunun üzerine hemen çıkarıp birkaç lira vermek istedi: “Hayır,” dedim, “bana onyedibuçuk kuruş ver, yeter. Evde param var.” * Gecelerden birinde ‘Kürdün Meyhanesi’nde toplanmıştık. Orhan Veli, Cahit Sıtkı, İlhan Tarus, Şahap Sıtkı, Fethi Giray. Sanırım Mehmed Kemal ile Suphi Taşhan da vardı. Yedi sekiz kişiydik. Orhan Veli, Cahit Sıtkı, İlhan Tarus, üçü sosyal güvenlik konusunu tartışıyor, biz de dinliyorduk. Konunun iyice kızıştığı bir sıra, meyhanenin sahibi Kürt Mehmet, bizim masanın bir ucunda, kapkara saçları, diş fırçasını andıran kaşları, iyice morarmış yüzüyle belirdi. Ondan hiç beklenmeyen yavaş, yumuşak bir sesle: “Orhan Veli Bey, Cahit Bey, biraz dolaşın, bütün masaları polisler tuttu. Yer yokluğundan gidiyor müşteriler.” dedi. Birdenbire zehirlenmişe döndüm. Bedenimin her yanını ateşler bastı. Şakaklarım zonkluyordu. Şaşırdım kaldım. Polis bizi neden izliyordu? Suçumuz neydi? Sol yanıma, meyhanenin derinliğine doğru baktığımda, ilk önce masaların altındaki çizmeler, sonra da gri kilot pantolonlar gözüme çarptı. Bakışlarımı şaşkınlıkla biraz daha yukarıya kaldırınca, beş altı masanın çevresinde, birer ikişer, lacivert ya da gri ceketli, şapka veya kasketli kişilerin oturduğunu gördüm. Masalarında boş bira şişeleri ile bardaklar duruyordu.  Bir şey yiyip içmediklerine göre, Kürt Mehmet’in polis dediği bunlar olmalıydı. Bir kâbus görmüş gibiydim. Onların bizi izlemeleri ağırıma gitmişti. Ne satacak önemli bilgiler vardı elimizde, ne de ülkemizin çıkarlarıyla ilgili önemli yerlerde görevliydik. Hepimiz birbirimizi çok iyi tanıyorduk. Edebiyatı sevmekten, onunla uğraşmaktan başka bir suçumuz yoktu. Eğer bu suç ise... Hesaplarımızı ödedik, kalktık. Ne var ki, konuşma en heyecanlı yerinde kalmıştı. Kürdün Meyhanesi’nin bir üstündeki ‘Şükran Lokantası’na girelim’ denildi. Camın kenarında bir masaya oturduk. Konuşma bırakıldığı yerden başladı. Benim aklım polislere takılıydı. Konuşmayla hiç ilgilenmiyordum. Polisler bizim arkamızdan -çakılır düşüncesiyle- hemen dışarı çıkamadıklarından, izimizi yitirmiş olacaklar ki Posta caddesinin bir yukarısına, bir aşağısına koşmaya başladılar. Buraya girebileceğimizi bir türlü akıl edemediler anlaşılan. Tül perdenin arkasından onları izliyordum. Gecenin sessizliği içinde, Posta caddesinde çizme sesleri yankılanıyordu. * Cahit Sıtkı, ince yapılı, kısa boyluydu. Duygulu, sessiz, çekingendi. Böyle olmasına böyleydi ama, şiir ya da sanat konularındaki tartışmalarda acımasız olduğunu çok görmüşümdür. İyi Fransızca bilirdi. Dünya edebiyatını, özellikle Fransız sanatını yakından izlerdi. Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü Etüd ve Organizasyon Kurulu’nda birlikte çalıştık. O çevirmendi. Uzun çuha kaplı bir masanın çevresinde otururduk. Cahit de bu masanın bir ucunda çeviri yapar, boş zamanlarında yeni dizeler üzerinde çalışırdı. O dönemde Seçilmiş Hikâyeler’e gelen şiirleri Cahit okur, yayınlanacak olanları seçerdi. Öykülere ise, derginin ilk yayınlandığı 1947 yılından beri Esendal’la birlikte bakardık. Bunu Cahit de bilirdi. Sonra O, Çalışma Bakanlığı’na geçti. Şimdiki Dışişleri’nin bir bölümündeydi çalıştığı yer. Sık sık ona uğrardım, görüşürdük. Orada bir kızla ilişkisi oldu. Bunu uzun zaman bizlerden gizledi. O, her ne kadar aklıyla, çirkin bir adam olmanın burukluğundan kendini kurtarmış olsa da, zaman zaman bu acının içine düştüğü olmuştur. Kızla ilişkisini saklayışı da bu yüzden olabilirdi. Oysa Cahit’in altın gibi bir yüreği vardı. Onun ince, küçük yapısı alkole pek dayanıklı değildi. Bunu bildiği için de fazla içmezdi. Ama ender de olsa, ölçüyü kaçırdığı olurdu. Ankara’da Tandoğan Meydanı’ndan sonra gelen, o zamanki adıyla Mebus Evleri’nde otururdu. Böyle ölçüyü kaçırdığı gecelerde onu evine ya Sunullah Arısoy, ya da ben götürürdük. İkimiz de Bahçelievler’de oturuyorduk. Başka geceler evlerimize dönerken ya otobüsle ya da dolmuşla giderdik. Ama Cahit olunca bunu uygulamak olanaksızdı. Üstelik, biz taksiyle gidecek olsak ikibuçuk lira yazardı. Ama Cahit olunca bu, üçbuçuğa, kimi de daha çoğuna patlardı. İyi ki bu sık sık olmazdı. Yoksa buna bizim bütçe dayanamazdı. Mebus Evleri denilen mahallede tüm yapılar birbirine benzerdi. ��ç sokağı vardı ki, onların da ayrılıklarını seçmek çok güçtü. Cahit’i evine götürdüğüm geceler, sokağın birinde rastgele taksiyi durdurturum, O, arabanın camından uykulu bir bakışla bakar, sonra: ‘Sava!..’ der. Bu sözcük bazen ‘Evet.’, bazen de ‘Hayır.’ anlamına gelir. Cahit’i tanıyorsan nerede ne anlamda kullandığını bileceksin. Bu bir yerde de zorunludur, delik olan bütçeni kurtarmak için... Yoksa, ha bu sokak, ha şu sokak, bu ev miydi, şu ev miydi derken sabaha dek Mebus Evleri’nde turlar durursun boş yere, Tarancı’nın evini bulacağım diye... Üç sokağı turladıktan sonra, ilk geldiğimiz yerde mi, biraz ötesinde mi, yoksa başka bir evin önünde mi, Cahit gene ‘Sava!..’yı çeker. Dikleşmesi arabadan inmeye hazırlanması demektir. Geceleri hep geç saatlerde, düzensiz aralıklarla yinelenir bu gelişler... Sokakların, evlerin birbirine benzemesi yanıltır insanı. Hangi sokaktı, hangi evdi belleyemezsin. Bu yüzden, getiren taksiye bir, birbuçuk lira fazladan ödemek zorunda kalırsın. * Evlendikten sonra Cahit, artık akşamları çıkamaz, sürekli geldiği yerlere gelemez olmuştu. O’nun yeri boş kaldı oralarda. Sevgiyle beklendi, arandı. Bu duruma mutluluğu için belki eyvallah demişti. Demişti ama bir süre sonra, kırkaltı yılının yarısından çoğunu geçirdiği bu yerler, daha çekici gelir olmuştu ona. Yaşama biçimini bozmak pahasına, konulan yasaklara karşı gelecek bir yapıda değildi Cahit Sıtkı. Boyun eğdi. Akşamüstleri, Bakanlıklar’da O’nu, akpak, tombulca eşinin kolunda asılı giderken gördüğüm çok olmuştur. Göz göze geldiğimizde sıkılırdı. Mahcup olmuş gibi kaçamak bir selam verdiğini anımsarım. Evliliğin zorlamalarıyla, mutlu da olsa, ev ev komşuluklar kuracak bir yaradılışta değildi. Sonunda ters de olsa, bütün bu olan bitenden öç almak istercesine, sabahları erkenden evden çıkar, ‘Çeviri yapacağım.’ diyerek, ‘Şükran’da iki kadeh atıp öyle işine gider olmuştu. Sanırım ki Cahit’in sağlığını bozan da bu davranışı oldu. Bir sefer, gündüz gözüyle Mebus Evleri’ndeki evini gördüm. O da hastalandığı sırada oldu. Sunullah Arısoy’la beraber yoklamaya gittik. Sonra Cebeci’deki bir hastaneye kaldırıldı. Oraya sık sık uğrardık. Bir türlü iyileşemiyor, hastalığı günbegün ağırlaşıyordu. Uzun süre hastanede yattı. Sonra, Samet Ağaoğlu’nun da ilgilenmesiyle, Viyana’da bir hastaneye gönderilmesine karar verildi. O gün havaalanında onu çiçeklerle uğurladık. Oldukça kalabalık bir sanatçı topluluğu, sevenleri vardı. Kim bilebilirdi ki bu gidişin dönüşü olmayacak. 13 Ekim 1956 günü, henüz genç denebilecek, kırkaltı yaşında Viyana’da yaşama gözlerini kapadı Cahit Sıtkı. Edebiyatımız ve Türk ulusu ünlü bir ozanını yitirdi böylece. - Salim Şengil, Cahit Sıtkı Tarancı (1) (Anılarda Kalan Portreler) * * * Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allahım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz; Yıllar yılı dost bildiğim aynalar? Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim. Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan. Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile yabancı gelir. Hayata beraber başladığımız Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız. Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç farkettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış. Ayva sarı nar kırmızı sonbahar! Her yıl biraz daha benimsediğim. Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında. - Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş Şiiri * * * - Görsel: Hakan Arslan (Cahit Sıtkı Tarancı)
22 notes · View notes
viskiyidir · 6 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
“Ertesi gün için bir şey diyemem ama rakı içtiğin gün ölmezsin.’’
Mart'ın 26'sı “Ölmeme Günü”
10 notes · View notes
sdnrwxx · 3 years
Note
Ahmed Arif posta pulu için hamallık yaptı. yazdığı şiir yüzünden dövüldü ve bir çöplükte ölüme terk edildi.
Tumblr media
Ahmet arifin hamallık yapmasının sebebi Leyla'sına mektubu ulaşsın diye 25 kuruşluk posta pulu almak içindir.
Yazdığı şiir “Otuzüç Kurşun”dur.
Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van'da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari guvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı...
Yiğitlik inkar gelinmez
Tek'e - tek döğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
Gel haberi nerden verek
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuzüç kurşunlu yürek
Otuzuç kan pınarı
Akmaz,
Göl olmuş bu dağda... (Aşağıda şiir hakkında başka bilgiler vereceğim çok uzun olmasın diye şiirin sadece ilk kısmını paylaştım şiirin devamına bakın derim ve mutlaka dinleyin.)
Olay 1950 ya da 1951 yıllarında olmuş. Ahmet Arif şiiri yazdıktan sonra hiç bir şekilde yayımlanmamış yayımlanmadığı hâlde Ahmet arif'i dövmüşler.
“Otuzüç Kurşun”u yazdım ama, bir hamlık olduğunu biliyorum. Benim için çok yeni bir tarz. Fakat çok seviyorum. “Oku” dediler ya, inat ettim. “Ölürüm okumam” dedim. Ne hakkınız var.Küfür edip dayak attılar sabaha kadar… » Ahmet arif
Ahmet arif olayı anlatıyor «Şimdi konu şu: Bu adamları, 45-50 kişi toplamışlar. Baki Vandemir var, yanılmıyorsam o zaman korgeneral. O diyor ki: “Bunları mahkemeye verelim, biz niye elimizi ateşe sokuyoruz. Mahkeme var, ne yaparsa yapsın.” Veriyorlar mahkemeye. Savcılık ayıklıyor bunları. İçlerinde ufak tefek suçları olanlar var. Hani o zaman yol vergisi var ya, adam altı lirayı verememiş. Altı lirayı vermezsen ya yolda çalıştırıyorlar, ya da hapis yatıyorsun. Ufak tefek hırsızlık olayları var. Böyle adi suçlular ayıklanıyor, 33 kişi kalıyor. Ama bu 33 kişinin hiçbir ilişiği yok mahkemeyle, karakolla, jandarmayla. Sanık bile değil hiçbiri. Bunları bırakıyorlar. Keşke bırakmayaydılar. Onlar da tutuklu kalaydı. Hiç olmazsa ölmezdiler. Öldürülmezdiler. Ötekiler yattılar, çıktılar. Cezalarını çektiler. Bunları salıverince içlerinde bir de kız çocuğu var. Mehmedi Mısto dedikleri bir adamın kızı. Mehmedi Mısto Türk, İran ve Sovyet pasaportu taşıyor. Ve Türk istihbaratının adamı. Yani görevli bir adam. Aynı zamanda bir aşiret reisi. Olay da onun bir mektubuyla çıkıyor ortaya. Adam Türkiye’de değil. Bir mektup yazıyor, “Benim malım mülküm var Türkiye’de, bu yağma ediliyor, kaymakam sahip çıkmıyor” diyor. Adamın bu tür şikayetleri var. Fakat kimse bunları dikkate almıyor. Tersine adama hakaret ediyorlar, ok ağır mektuplar yazıyorlar. “Kızına böyle yaparız, senin karına şöyle yaparız” diyorlar.Bunları zabıtlardan okudum ben. Tahkikat Komisyonu tutanaklarından yani. Olay böyle gelişiyor işte. Ve bir talan gelip geçiyor Özalp’tan. yağma gibi bir şey oluyor. İyi ama bunların hiçbiri yakalanmıyor. Sağdan soldan biçare adamlar toplanıyor. Kişisel düşmanlıklar, başka bir şey olamaz ki… Orada bir arzuhalci var, kör bir adam. Bu çok önemli. Asıl şebekenin, iftiranın başı bu adam. Biri daha var. Şube’de çalışıyor. İşte bunların karaçalmasıyla olay böylece gelişiyor.»
Ve normalde 33 değil 32 kişi. Onlardan birisi kızdı. Yüzbaşı Vahdet Yüzgeç “Türk askeri kadına ateş etmez” diyor. O kızı alıp ötekilere ateş ediyorlar.
«Dayağı yedikten sonra bu şiiri Salim Amca’ya, Salim Şengil’e verdim, o yayımladı. “Bak abi” dedim, “basın yasağı var, başımıza iş açar.” “Sen nene lazım” dedi Salim Amca ve şiiri tefrika etti.Şimdi Allahı var Salim Amca’nın. Her seferinde yüz lira verdi. Yani o zaman ben bir işe girsem bu parayı vermezler bana. Memur olsam alamam bu kadar para. Onu da söyleyeyim, bir Cahit Sıtkı’ya para verirdi. Salim Şengil, bir de bana. Başka kimseye vermezdi. Cahit Abi’ye de 10 lira verirdi.İşte böyle parça parça yayımlandı Salim Amca şiiri, “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinde… şiire baktığınız zaman zaten parça parça olduğu belli oluyor. Ben hepsini paylaşmadim siz bakarsınız. “Otuzüç Kurşun” kitapta yayımlandıktan sonra da buna benzer olaylar oldu.» şiire baktığınız zaman zaten parça parça olduğu belli oluyor.
«Şunu da söyleyeyim: “Otuzüç Kurşun”u bir ağıt olarak yazdım. Bugün de öyle düşünüyorum. Klasik ağıt. Bizim Türkçemizde sözlü ağıtlar var ya, divan. Öyle kaleme aldım. Yayımlayacağım filan hiçbir zaman aklıma gelmedi.»
Bir de şöyle bi olay var onuda paylasim
Bir felsefe hocası varmış Ahmet Arif röportajda bahsediyor. Bu felsefe hocası iki arkadaşıyla birlikte Ahmet Arif'in çalıştığı gazeteye gelmisler. Tabi o zamanlar Türkiye öğretmenler sendikası varmış. Ahmet Arif “Yahu bırakın artık böyle işleri. Doğru dürüst öğretmen olun. İş tutun, evlenin, çoluk çocuk sahibi olun” demiş. Felsefe hocası ise “Anam gibi konuşuyorsun” demiş. Bunun üzerine Ahmet Arif “Ben bunu bir tariz, bir hakaret saymıyorum. Anan böyle konuşuyorsa kurban olayım ona. Onun da ellerinden öperim. Benim de anamdır o kadın. Hapishanecilik bir meslek değil ki yani…” demiş. Sonra ise felsefe hocası demiş ki “Bak Ahmed Abi Anamın bir hikâyesi var, sana onu anlatayım. Hapisten çıktık, bizim evde oturuyoruz. Çay, kahve içiyoruz. İşte meyhaneye gidiyoruz geliyoruz 7-8 arkadaş. Hep birlikte hapis yatmışız. Anam, oğlum bırakın bu dedikoduları diyor. Ev-bark sahibi olun, bir işe girin. Arkadaşlardan biri bir gün, `Bak teyze’ dedi. `Sana bir şiir okuyayım.’ Ve senin “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabını çıkardı, başladı `Otuzüç Kurşun’u okumaya. Anam ne dedi biliyor musun: `Girin ulan, hepiniz hapse girin. Ben hepinize bakarım.’ Anam ondan sonra bu olayın hikâyesini anlattı. Hem de çok daha ayrıntılı bir biçimde.” Ahmet Arif tabi şaşırıyor böyle bir şey beklememiş.
Bu arada şundan da bahsedim Ahmet Arif'i dövüyorlar ve çocukların oynadığı bir alan varmış etrafı tellerle çevriliymiş Ahmet Arif'i bu tellerden aşağı atıyorlar. Evet ölüme terk ediyorlar ve Ahmet Arif çok korkuyor ama çöpçüler buluyo Ahmet Arif'i ve eve gidiyor yani Ahmet Arif orada vefat etmiyor. Ahmet Arif kalp yetmezliğinden Ankara'da vefat ediyor.
(Biraz konudan konuya atladım karışık olabilir her şeyi paylaşmak istedim daha çok şey var tabi ama daha fazla uzatmak istemedim. Bu konuyu bence daha kapsamlı araştırabilirsiniz.)
63 notes · View notes
yazardegilim · 7 years
Photo
Tumblr media
26 mart’ın “ölmeme günü” olduğunu biliyor muydunuz? “ölmeme günü” de neymiş demeyin, edebiyatla ilgili kimselerin yakından bildiği, türk şiirinin belki de en önemli isimlerinin farkında olmadan icat ettikleri bir gün bu. tekrarlayalım, adındaki şiir’i de fark edeceksinizdir: “ölmeme günü”
gelelim hikayesine… başını turgut uyar ile edip cansever’in çektiği bir grup şair, bir gün “sevgilileri” ile birlikte rumeli hisarı’ndaki bir meyhanede oturmaktadırlar. her şey yolunda. rakı güzel. muhabbet güzel. dünya güzel.
derken, masadaki hanımlardan biri hastalığından, vücudundaki bir iğneden bahseder; vücudunda dolaşan iğnenin kalbine saplanması korkusuyla yaşadığı endişeyi anlatır. “ölüm” korkusuyla…
bir şişe rakı ister turgut uyar masaya, tüm şairlerin imzalaması için şişeyi, ardından bir geleneği başlatan o cümle gelir: “bu şişeyi al, gelecek sene bugüne kadar sakla, 26 mart’ta burada yine buluşup birlikte içeceğiz bu rakıyı.”
buluşurlar da. rakı güzel. muhabbet güzel. dünya güzel… bu şekilde gelenekselleşen, tesadüf eseri baharın da en güzel günlerine gelen “ölmeme günü”, yetmişlerin sonunda başlayıp 1985’e kadar her yıl yaşatılır.
ta ki turgut uyar 22 ağustos 1985’te “ölüp”, 26 mart 1986 “ölmeme günü” şişesinin boynunu bükük bırakana kadar… rakı güzel. muhabbet güzel. mümkün değil. -ferhan şensoy’un dediği gibi:
"ağustos yirmi iki, dediler "ustan ölmüş", çok komiksin azrail, turgut uyar ölür mü?”
dostlarınızla geçireceğiniz, keyifli bir “ölmeme günü”… kutlamadan.
cemal süreya’nın “ertesi gün için bir şey diyemem ama rakı içtiğin gün ölmezsin” sözünü bugün tekrar düşünmenin keyfi ayrı sadece.
"örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibibir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda"sını edip cansever’in…
"öldüğü gün hepimizi işten attılar" demişti yine cemal süreya, turgut uyar’ın ardından, şüphesiz "ölmeme günü" masasından da.
unutmadan;
can yücel, salim şengil, edip cansever, tomris uyar, muhteşem sünter bir “ölmeme günü” masasında. masanın diğer tarafında ise isa çelik, mehmetcan köksal, turgut uyar, dürnev tanseli, nezihe meriç, ömer uluç, tunga uyar.
- Alıntıdır.
99 notes · View notes
kitapindiroku · 7 years
Text
Kültürümüzden İnsan Adaları Kitabı pdf indir pdf indir
Kültürümüzden İnsan Adaları Orhan Şaik Gökyay – Şefik Bursalı – Zeki Ömer Defne – Ali Avni Çelebi – Haşim Nezihi Okay – Kenan Özbel – Melahat Özgü – Zühtü Müridoğlu – Mehmet Ali Sebük – Vedat Ar – Cevdet Kudret – Mehmet Ali Aybar – Necdet Mahfi Ayral – Rakım Çalapala – Cahit Arf – Burhan Arpad – Füreya – Faruk Kenç – Robert Anhegger – Ziyad Ebüzziya – Cahit Uçuk – Taha Toros – Faruk Erem – Salim Şengil – Ferruh Başağa – Fazıl Hüsnü Dağlarca – Necmi Rıza – Bahri Savcı – Türker Acaroğlu – Melih Cevdet Anday – Cihat Burak – Nuri iyem – Aziz Nesin – Peride Celal – şahap Sıtkı – Tarık Zafer Tunaya – Mina Urgan – ilhan Arakon – Hüsamettin Bozok – Orhan Hançerlioğlu – Tarık Buğra – Avni Arbaş – Salâh Birsel – Burhan Oğuz – Nedim Otyam – Kemal Sülker – Sabahattin Kudret Aksal – Mümtaz Yener – Nermin Abadan-Unat – Bedia Akarsu – Balaban – İlhan Başgöz – Berna Moran – Afif Yesari – Sadun Aren – Orhan Asena – Haydar Kazgan – Turhan Selçuk – Zeyyat Selimoğlu – Semavi Eyice – Neşet Günal – Osman N. Karaca – Arslan Kaynardağ – Kayıhan Keskinok – Hıfzı Topuz – ismail Tunalı – Yaşar Kemal – Faruk Yener – Panayot Abacı – Nedim Günsür – Arif Damar – ismet Zeki Eyüboğlu – Naim Tirali – Adnan Turani – Nermi Uygur – Nuri Abaç – Ali Ulvi – Çetin Altan – Talip Apaydın – Başaran – Kemal Demirel – Doğan Kuban – Memet Fuat – Fikret Otyam – Hakkı Özkan – Can Yücel – Metin And – Asım Bezirci – Sadi Diren – Turan Erol – Şükran Kurdakul – Nijat Özön – Niyazi Sayın – Nihal Yeğinobalı – Semih Balcıoğlu – Erhan Bener – Ara Güler – Selahattin Hilav – Güngör Dilmen – Muzaffer ilhan Erdost – Mahmut Makal
Kültürümüzden İnsan Adaları Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes
htuyar · 12 years
Photo
Tumblr media
Daha önce fotoğrafını koyduğum, "Ölmeme Günü - 26 Mart 1981" masasının öbür baştan görünümü. Sol başta oturanı tanımıyorum, sonra önden arkaya, garson Erol, Can Yücel, Salim Şengil, Edip Cansever, Tomris Uyar, Muhteşem Sünter. Sağ taraf, arkadan öne, İsa Çelik (görünmüyor), Mehmetcan Köksal, Turgut Uyar, Dürnev Tunaseli, Nezihe Meriç, Ömer Uluç, Tunga Uyar.
Düzenleme: Yerin Krepen Pasajı’ndaki Neşe Lokantası olduğunu düşünüyorum. Sol başta oturan kişi lokantaları dolaşırken ilişen Lotaryacı İsmet olmuş olabilir.
63 notes · View notes