Tumgik
#talebelerine
zeytinfilizi · 2 days
Text
Tumblr media
canımın yoldaşı yeni yazı yazmayı öğrenen talebelerine yazılarını geliştirsinler diye anne baba hakkında metin yazmalarını istemiş, gelen ödeve bakın Allah için ((:
28 notes · View notes
ilmiyyat1453 · 10 months
Text
Tumblr media
İbn Aclan diyor ki: "Allah ﷻ yeryüzü ahâlisine azap etmek ister, sıbyanda Kur’ân öğrenen talebelerin sesini işittiğinde onlara azap etmekten vazgeçer."
82 notes · View notes
sebperest · 3 months
Text
Kuşlar Bediüzzaman'ı neden heyecanlandırıyor?
Tumblr media
"Acaba, emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acip bir surette, hem kuddüs kuşu garip bir surette gelip bakması, sonra kaybolması (...) hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki bir beşaret-i gaybiye olmasın?" Emirdağ Lahikası'ndan.
Nakış bağlantıları görmekle görülebilen birşeydir. Çünkü nakışta kumaşın tekdüzeliğinden başını çıkarmış ipler/ilgiler vardır. Hikmet okumaları nakışları görünür kılar. Detayları bağlayabilirseniz nakış sahibi olursunuz. Yoksa nakışlar gizlenir. Olmadıklarından değil. Göremediğinizden. Mehirleri dikkattir.
Allah onu nihayetsiz rahmetiyle sarsın sarmalasın. Mürşidim Bediüzzaman Hazretleri kuşlardan çok ümitleniyor. Hatta heyecanlanıyor. Evet. Aynen öyle. Abartmıyorum. Onları birtür uğur sayıyor. Birnevi müjdeci görüyor. Bununla ilgili Emirdağ Lahikası'nda çok misaller var. Mesela birisinde diyor ki:
"Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur oldum, Ceylan'a dedim: 'Pencereyi aç; o ne diyecek?' Girdi, durdu, tâ bu sabaha kadar... Sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım, yarım dakikada döndüm. Baktım, 'Kuddüs, Kuddüs' zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: 'Bu misafir niçin geldi?' Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim, o misafir kayboldu."
Başka birisinde de söylüyor:
"Ben, Berat gecesinden az evvel Asâ-yı Mûsâ tashihiyle meşgulken, bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: 'Müjde mi getirdin?' İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi, hiç ürkmedi. Asâ-yı Mûsâ üstüne çıktı, üç saat oturdu. Ekmek, pirinç verdim, yemedi. Tâ akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Berât gecesinde, tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allahaısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra çıktı gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken, yine geldi, bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş, hem Asâ-yı Mûsâ'yı, hem Berâtımızı tebrik etmek istedi." Üçüncü birisi ise şöyle:
"O mübarek hediyeler odama geldiği zamandan on dakika evvel, serçe kuşuna benzer bir kuş yatağımın ayağı altında gördüm. Halbuki pencereler ve kapı kapalı, hiçbir delik yok ki, o kuş girebilsin. Baktım, benden kaçmıyor. Bir parça ekmek verdim; yemedi. Kalben dedim: Üç dört sene evvel aynı burada kuşların müjde vermesi gibi, bu da müjde veriyor."
Ömrü esarette, sürgünlerde, zindanlarda geçmiş bir ihtiyar âlimin yalnızlığının şiddetinden dolayı kuşlarla bile arkadaşlık etmesi mi dersiniz buna? Alaya mı alırsınız? 'Cık, cık, cık...' mı çekersiniz? Acır mısınız? Fakat sanki fazlası da var. Hatta, ilginçtir, verdiği gıdaları yememelerinden de (önemli bir detaymış gibi) mükerrer bahsediyor. Neden? Niçin? Niye buna ehemmiyet veriyor? Mesela birincide diyor: "Ekmek bıraktım, yemedi." İkincide ekliyor: "Ekmek, pirinç verdim, yemedi." Üçüncü de tekrar altını çiziyor: "Bir parça ekmek verdim; yemedi." Bu mevzuu talebelerine her defada yazmakta acaba ne mana var? Kuşların ekmeği-pirinci yememesi bizler için ne gibi bir hikmet ifade edebilir ki?
Soruları yazdım ama cevabı bende de yoktu arkadaşlar. Ta ki 'İbrahim aleyhisselamla misafir melekleri' kıssasını bu mektuplarla bağlayana kadar. Evet. Kur'an'da Hicr ve Hûd sûrelerinde aktarılan bu kıssada ilginç detaylar var. Mesela: İbrahim aleyhisselam, ziyaretine gelmiş bu mübarek misafirlerin melek olduklarını bilmiyor, en azından başlarda bilmiyor. Ve, o yüce cömertliğine yakışır şekilde, onlara ikramda bulunmaya niyet ediyor. Hâdiseyi ilgili ayetlerin kısacık bir meali üzerinden takip edelim:
“Andolsun ki elçilerimiz İbrahim’e bir müjde ile geldiler ve 'Selam!' dediler. O da 'Selam' dedi ve hemen gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi. Fakat ellerinin o buzağıya uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku hissetti. Onlar da: ‘Korkma’ dediler! 'Biz Lût kavmine gönderildik.' O sırada İbrahim’in hanımı ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshâk’ı ve İshâk’ın arkasından da Ya’kub’u müjdeledik.” (Hud, 11/69-71)
İşte burada benim dikkatimi çeken incelik: İbrahim aleyhisselamın yaptığı 'kızartılmış buzağı' ikramına meleklerin ellerini uzatmaması. Gerçi İbrahim aleyhisselam bu hareketsizlik karşısında önce endişeleniyor. Zira misafirlerinin dost olmama ihtimali de var. Bir insanın ikramını reddetmek ona karşı duyulan husumetten kaynaklanabilir. Nitekim, enteresandır, bugün de müslümanlar ikramlarının reddedilmesini tuhaf karşılarlar. Hele İbrahim aleyhisselamın hemşehrileri (yani Urfalılar) daha tuhaf karşılar. Redd-i ikramdan hakaret manası çıkaranlar bile vardır. Osmanlı'da ihsan-ı şahaneyi (yani padişahın hediyesini) reddetmek suçtur. Yine mesela: Seferîlikte namazın kasredilmemesi Cenab-ı Hakkın ihsanını reddetmek sayıldığından hoşgörülmez. Hülasa: Nakış gibidir ahlakımız. Her yere uzanır.
Yalnız burada, Allahu a'lem kaydıyla, şöyle bir hikmet okuması da yapılabilir: Firavunlar çağında bakarperestlik o coğrafyada yaygın olduğundan, İbrahim aleyhisselam, ellerini uzatmamalarını muhataplarının 'buzağı ikramını hoşgörmeyecek itikatta olduklarına' yormuş olabilir. (Belki de onlar bakarperesttirler?) Bugün de Hindistan coğrafyasındaki müslümanlar, sırf kurbanda sığır kestiklerinden dolayı, zulümlere maruz kalmaktadırlar. İbrahim aleyhisselamı da endişelendiren belki buna benzerdir.
Mürşidim, 20. Söz'ünde, hayvanlara tapma hastalığının İsrailoğullarına da tesir ettiğini, bunun delillerinden birisinin de 'icl hâdisesi' olduğunu söyler. Yani, Sâmirî'nin, Musa aleyhisselamın yokluğunda, İsrailoğullarından bir kısmını buzağı heykeline taptırabilmesi, onların seciyelerine kadar işlemiş işte bu HAYvanlara TAPma (büyük harfler klavye hatası değil) teolojisinden kaynaklanmaktadır:
"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder. Buna kıyasen bil ki, Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır."
Konuyu dağıttık. Geri dönelim. Ve hemen soralım: Kur'an bize İbrahim aleyhisselamın kıssası üzerinden de başka düsturlar/sırlar öğretiyor olabilir mi? Mesela? Mesela: Melekler başka canlıların, örneğin insanların, sûretlerine girebilirler. Ancak insanlar gibi yeme-içmeleri olmadıklarından ikramları bizim gibi tüketemezler. Peki sadece insanların sûretlerine mi girer melekler? Hayır. Fazlası da var elbette. Mesela: Mürşidim, 15. Söz'ünde, kuşların da meleklerin binekleri olabileceklerini söylüyor:
"Bazı rivâyâtın işârâtıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler. Onlar bunlara izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı hayvaniye, hadiste 'tuyûrun hudrun' tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyran edip o cesetlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mucizât-ı fıtratı temâşâ ederler." Eh, evet, toparlayalım: İbrahim aleyhisselamın ikramına dokunmayan misafirleri akabinde ona müjdeler getirmişlerdi. İşte bu dersten hareketle diyorum ki: Bediüzzaman da umulmadık şekillerde misafiri olmuş kuşları ikramlarıyla sınıyordu belki. İkramını reddettiklerindeyse umutlanıyordu. Çünkü hayvanlığın seciyesinde ikramı reddetmek yoktur. Melekliğin seciyesinde vardır. Onlar bir haneye teşrif ettiklerinde arkası müjdedir. Mürşidimin böylesi küçük heyecanları bile ne güzeldir. Arkasını tefekkür etmek Kur'an'a götürür. Elhamdülillah. Cenab-ı Hüda ona gökteki kuşlar adedince rahmet eylesin. Kabrinde kıyamete kadar müjdelerle meşgul kılsın. Bizi de şefaatine kabul buyursun. Âmin. Âmin. Âmin.
5 notes · View notes
muhibbi · 2 years
Text
Tumblr media
"Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever." (Âl-i İmran, 3/134).
"Mallarını Allah yolunda sarfedip sonra sarfettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eza etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara, 2/262)
Kıymetli ailem öncelike Rabbimin izniyle sonra sizlerin vesilesi ile güzel bir kitapliğım oldu
@caninbabasi @limonluuukek @tevekkulcicegii @birzarifhasre-t @hayaali @latahzen ve daha adıni sayamadığım Rabbimin bildiği kardeşlerim sayesinde ilimden uzak kalmadım Tesekkürü sizlere borç bilerek kütüphanemin adı @tevekkulcicegii kütüphanesi olmuştur ben fakirin göçüp gitmesi ile ilim talebelerine vakfedilecektir dua eder dua beklerim🌼
62 notes · View notes
Text
Psikolojinin Allah'ı yok mu?
Tumblr media
"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır.” Mesnevî-i Nuriye’den.
Allah amellerini mübarek etsin. Geçenlerde ODTÜ mezuniyet töreninde “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” ayet mealinin pankart olup gezdirildiğini gördük. Cenab-ı Hak, kelamullahından nur alan böyle sineleri çoğaltsın, müslüman memleketini müslümansız bırakmasın. Âmin. Fakat elbette yarasa tabiatlıların bu nurdan gözleri kamaştı. Hemen başlarını mâbâdlarına çevirdiler. Hatta mırıldandılar: “Böyle birşeyi savunmak akademinin/psikolojinin değerlerini aykırıdır!” Neden efendim? Onlar açık açık söylemezler ya. Biz çekinmeyip deyiverelim: Zira kafalarındaki bilimin Allah’ı yoktur. Yani Allah varsa bilim yoktur. O yüzden yanlarında ‘Allah’ denildiğinde ‘Euzü’yü duyan İblis’e dönerler. Şeytanlarından önce kendileri çarpılırlar. Kaçacak mağaralar ararlar.
Will Smith’in, yaşanmış bir hikâyeye dayanan, dişe dokunur, mesaj içerir filmlerinden Doğruyu Söyle’de (Concussion/2016) buna benzer bir sahne olduğunu izleyenler hatırlar. (Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim.) Nijeryalı dindar bir hristiyan olan Dr. Bennet Omalu ABD’de adlî tabiblik yapmaktadır. Amerikan futbolu yıldızlarının emekliliklerinin ardından intihara kadar varan psikolojik sorunlar yaşamaları dikkatini çeker. Böyle vakalardan birisini, cebinden de para harcayarak, özel olarak incelemeye tâbi tutar. Teşhisini kesinleştirir. Durum apaçıktır. Futbolcuların oyunun sertliği içinde kafalarına aldıkları darbeler beyinlerinde hasara neden olmaktadır. Ve bu hasar ilerleyen yaşlarda kendini iyice belli etmektedir. Dr. Omalu’nun asıl mücadelesi bu teşhisten sonra başlar. Kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışır. Bulgularını yayınlamak ister. Bir bilimsel derginin editörüne verileri aktardıktan sonra şöyle bir cümleyle sunumu bitirir: “Tanrı insanı futbol oynasın diye yaratmamış!” Editörün bu finale tavrı gariptir: “Tamam. Güzel. Tanrıyı çıkar. Elindekileri makaleye dönüştür. Bunu dergide yayınlayalım.”
“Tanrıyı çıkar!” dindarlığın, sahadaki bilimsel muvaffakiyeti ne olursa olsun, titri/yetki sahibi Nemrutlardan gördüğü muamelenin özüdür. Belki biraz da bu yüzden, Bediüzzaman, “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar!” diye yakınan lise talebelerine şöyle cevap vermiştir: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz.” Devamında birçok misalle bu uyanışın yöntemini de belirtir mürşidim. Teberrüken birisini alıntılayalım: “Meselâ, nasıl mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”
Bu meselede yukarıda zikredilenlerden daha garibi de şudur bence arkadaşım: Bu sekülerizm kaselislerinin din düşmanlığındaki gayreti, bönlüğü, basitliği, iptidaîliği, hamlığı vs. Batılı pirlerinde dahi bulunmaz. Mesela: Psikolojinin Freud ve Jung ile birlikte ‘üç kurucu babasından biri’ sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı isimli eserinde, ‘ben merkezciliğin’ psikolojik sağlığa verdiği zararı izah sadedinde, sözü ilginç bir yere getirip der ki:
“Gelişmiş bir toplumsallık duygusunu içinde barındıran ve ‘Başkalarına ne verebilirim?’ sorusunu soran biri tüm karşıtlığıyla kendini beğenmiş kişiyle yanyana getirildiğinde arasında ne büyük bir değer farkının bulunduğu hemen anlaşılacaktır. Bu da ulusların binlerce yıl önce müthiş bir kesinlikle sezdiği ve İncil’in o bilgelik dolu ‘Vermek almaktan daha hayırlıdır!’ sözünde dilegelen bakış açısına götürür bizi. Alabildiğine eski bir insanlık deneyiminin dışavurumu sayılan bu sözün anlamı üzerine düşündük mü görürüz ki: Burada anlatılmak istenen ruhsal bir durumdur; vermenin, kollayıp gözetmenin, yardım elini uzatmanın insanın ruhunda yarattığı havadır; bu hava, ruhsal yaşamda kendiliğinden bir denge ve uyum sağlar, veren kimsenin kendiliğinden ele geçirdiği bir Tanrı armağanıdır adeta. Daha çok almaya eğilimli kimse ise çoğu zaman dağınık ve tutarsız biridir. Hoşnut olmak nedir bilmez. Tam bir mutluluğa ulaşabilmek için elindekiler dışında daha nelere kavuşması ve neleri kendisine maletmesi gerekeceği düşüncesiyle oyalanıp durur hep. ‘Gözlerimi çevirip başkalarının gereksinimlerine bakayım’ demez. Başkalarının mutsuzluğunu kendi mutluluğu saydığından, bir uzlaşmanın sağlayacağı huzur düşüncesine kafasında yer yoktur. Dikkafalılığıyla yarattığı yasalara başkalarının boyun eğmesini ister amansız bir tutumla, varolandan başka bir gökyüzü ister, bir başka türlü düşünce ve duygu ister. Kısaca: Onda gördüğümüz herşey gibi hoşnutluk ve alçakgönüllülük duygusundan uzaklığı da dehşet vericidir.”
Tumblr media
Adler bu hususta daha birçok önemli şey söylüyor. Fakat yazıyı daha fazla uzatmayalım. Yalnız şu noktaya bir dikkat çekelim: Adler’in bahsettiği bilgelik, sadece İncil’de değil, hadis-i şeriflerde de bulunuyor. “Veren el alan elden hayırlıdır!” buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz de bize mezkûr duruşu bir anlamda tavsiye ediyor. Biz; Bediüzzaman’ın ifadeleriyle; hodbin, hodgam, hodendiş bakanlardan değiliz varlığa. Olmamalıyız. Kainatı kendi merkezimizde şekillenmeye zorlamamalıyız. Bu yalnızca ‘nazarımızda pek fena bir memlekete’ düşmemize sebep olur. Halbuki memleket fena değildir. Nazarımızda öyledir. Mü’mine yakışan hüdabinliğinden kaynaklanan bir “Herşeyle beraber birşeyim!” neşesine sahip olmaktır. Tevhide iman tevhidle yaratılmış herşeye bağlar bizi. “İman bir intisabdır.” Artık bu zeminde, varlığın merkezini Allah’ın esmaü’l-hüsnası şekillendireceğinden, mü’min ben merkezciliğin vartalarından kurtulur. İnsaniyetini bütünün amacına kattıklarında arar. Kendi varlığına kapanmaz. 
Aman, neler söylüyoruz, çenemiz düştü, Adler Efendi bizi tehlikeli(!) sularda yüzdürdü. Psikoloji adına cür’et edip İncil’e gittik, hadis-i şeriflere uğradık, Allah’lı-Kur’an’lı lâflar ettik. Cık, cık, cık. Oldu mu hiç? Şimdi Allahsız bilimcilerimiz böyle şeylere müsaade ederler mi? “Çaaat!” diye tanrıyı çıkarmazlar mı aradan? Bir antidepresan yazıp yollayacaklarken müşteriyi camiye yönlendirirsek elbette ekmeklerine kan doğramış oluruz. Kalpler Allah’ın zikriyle tatmin olur, tamam, ama bazılarının gözü maddeden başka şeylerle tatmin olmaz. O yüzden ne Adler’e, ne Bediüzzaman’a, ne hadis-i şeriflere, ne de Kur’an’a uyup böyle lâflar edilmesin dilerler. Bunların psikolojisinin Allah’ı yok çünkü. Eh, evet, ODTÜ’de ayetli bilim yürek ister. Kardeşlerimizin yüreğini tekrardan tebrik ediyoruz.
25 notes · View notes
dareyynn · 2 months
Text
Bennnn arrrtıkkk kapıyı açmadan ,telefonla konuşmadan, kapının çalınmasını duymadan ,talebelerin velisiyle muhatab olmadan ve daha başka uykumun bölünmesine neden olacak sebepler olmadan bir sabah uykusu çekmek istiyorum 🥱
Resmen sabah uyumanın tadını unuttum
4 notes · View notes
sermerii · 11 months
Text
TALEBELERİN HATIRINA RIZIKLANIYORUZ
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri (ilim öğrenmek için) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelir; diğeri de (geçimlerini temin için) çalışırdı.
Bir gün) çalışan kardeş, ötekini Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e şikâyet etti. Peygamber aleyhisselâm da: “Belki de sen, onun yüzünden iş buluyor, rızıklandırılıyorsun” buyurdu. (Tirmizî, Zühd; 33)
9 notes · View notes
derdiderun · 2 years
Text
Tumblr media
"Ebu Hanife (Rahimehullah), fakir olan talebelerine yardım ederdi. Öğrenimleri bitene kadar hem onların hem de ailelerinin geçimlerini sağlardı. Bir talebesinin öğrenimi bittiği zaman ise ona şöyle derdi: “Sen, helal ve haram ilmini öğrenerek en büyük zenginliğe ulaştın”
[Kerderi, Menâkıb]
35 notes · View notes
g2-0-2-3 · 4 months
Text
Tumblr media
Gönenli Mehmet Efendi, Sultan Ahmet Camii’ne tayin edilince çevreyi incelemiş. Fakir ve düşkün kimseleri bulup alâkadar olmak istemiş. O civarda oturan âmâ (kör) bir kimse olduğunu öğrenince ziyaretine gitmiş.
Selâm verip :
– Efendim ben Sultan Ahmet Camii’ne imam geldim. Hem sizi ziyaret etmek hem de üzerime düşen bir vazife varsa onu ifa etmek isterim, demiş.
Âmâ adam:
– Hoş geldiniz Hocaefendi.. Allah razı olsun, demiş.
Hocaefendi:
– Maaşınız falan var mı? diye sormuş.
– Hayır, yok, cevabını vermiş adam.
Hocaefendi:
– Peki, başka yerden geliriniz falan? demiş.
Âmâ adam:
– Hayır, herhangi bir gelirim yok! demiş.
– Peki, neyle geçiniyorsunuz, diye sorunca; âmâ adam öfkelenmiş:
– Bundan size ne efendi? Bir de imamsınız. Rızık kimden hoca? Gidebilirsiniz!. diye terslemiş.
Hocaefendi çıkmak zorunda kalmış. Lâkin o gece gözüne uyku girmemiş. Ertesi gün sabah yine gitmiş ve kapıyı çalmış. Âmâ adam içeriden:
– Kimsin? diye seslenmiş. Hocaefendi:
– Dün kovduğun yüzsüz imam, cevabını vermiş. Âmâ adam kapıyı açmış:
–Gene neye geldin? diye söylenmiş.
Hocaefendi:
–Hiç efendim, ziyaretinize geldim. Beni bin defa kovsanız da yine geleceğim demiş.
Âmâ adam:
– Adın ne senin? demiş.
Hocaefendi:
– Adım Mehmet Öğütçü, efendim. Gönenli Hoca diye tanırlar beni, diye karşılık vermiş. Âmâ adam bunu duyunca:
– Buyur gir içeri, konuşalım, diyerek içeriye buyur etmiş. Hocaefendi içeri girince âmâ adam:
– Kusura bakma hoca, dün kalbini kırdım.
Hakkını helâl et, demiş. Hocaefendi:
– Estağfirullah efendim. Sizin gözleriniz görmez, kimsenin yardımına ihtiyaç duymuyorsunuz bu nasıl oluyor. Sırrınız nedir, meraktayım. deyince Âma adam :
– Benim sırrım şu Hocaefendi. Ben her gün kuşluk namazını kıldıktan sonra ;
“Ya Rabbi! Kuşluk senindir, güzellik senindir, nimet ve her şey senindir. Eğer rızkım gökte ise, yere indir. Yerde ise, çıkar. Uzakta ise, yaklaştır. Haram ise, helâl et. Dar ise, genişlet ve elime ilet.” diye dua ederim.
Sonra ellerimi yüzüme sürer sürmez, biri gelir sağ dizime vurur. “Aç elini!” der. O günkü ihtiyacımı verir gider. Kuşluk namazı kıldığım her gün bu böyle devam eder.
Aynı zat bugün de geldi ve sağ dizime vurarak benim kısmetimi verdikten sonra, sol dizime vurarak, “Bunu da Gönenli Mehmet Efendi’ye ver.” dedi. Al kısmetini!…
Bu sözlerin duyan, Büyük âlim, fakirlerin ve talebelerin mânevî babası Gönenli Hocaefendi “İlâhî ya Rabbi! Hikmetinden sual olunmaz.” diyerek içli içli ağlamaya başlamış..!
Hocaefendi bu hatırasını naklederken şunu ifade etmiştir : “O âmâ adamdan bu mübarek kısmeti aldıktan sonra ömrü hayatımda hiç darlık ve sıkıntı çekmedim.
Ben hep acınacak insanları gezerdim..
Meğer acınacak o insan benmişim...
4 notes · View notes
yakazakalb · 5 months
Note
hocam sizin de anneler gününüz kutlu olsun, en çok da talebelerinize anne olduğunuz için 💖😽
çok teşekkür ederim çok incesin güzel kardeşim. 🤗🌷
3 notes · View notes
e-yyup · 2 years
Text
Sahn-ı Seman Medresesi
Fatih Sultan Mehmet 1470/istanbul
Medreselerin önemi!!
Tumblr media
Fatih Sultan Mehmet Han;”medresenin kapısını önüne bir kuyu açın ve mazgal ile kapatın. Talebelerin ayaklarında ki toz toprak biriksin,benim mezarımı bu toprakla örtün” diye vasiyet etmiştir.
Umulur ki Cenab-ı Hak,onların yüzü suyu hürmetine bizlere merhamet eder.. 🤲 🤲
21 notes · View notes
ilmiyyat1453 · 1 year
Text
TALEBELERİN HATIRINA RIZIKLANIYORUZ
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri (ilim öğrenmek için) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelir; diğeri de (geçimlerini temin için) çalışırdı.
(Bir gün) çalışan kardeş, ötekini Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e şikâyet etti. Peygamber aleyhisselâm da: “Belki de sen, onun yüzünden iş buluyor, rızıklandırılıyorsun” buyurdu. (Tirmizî, Zühd; 33)
Medreselerdeki, Kur'an Kurslarındaki talebeleri beğenmeyenler, kim bilir belki de, onlar sebebiyle rızıklandırılıyor ve başınıza gelecek belalardan onların hatırına kurtuluyorsunuzdur. (Alıntı)
19 notes · View notes
ah-val · 8 months
Text
Tumblr media
‘’SİZİ ALLAH’A EMANET EDİYORUM!’’ SÖZÜNÜN ÖNEMİ!
İBN-İ MELEK (MELEĞİN OĞLU!) ABDULLATİF EFENDİ (K.S) HAZRETLERİ!
Hanefî Mezhebi Fıkıh âlimlerinden. İsmi, Abdüllatîf bin Abdülazîz bin Emînüddîn’dir. Lakabı İzzüddîn’dir. İbn-i Melek veya İbn-i Ferişte künyesiyle meşhûr oldu. İzmir yakınlarında bulunan Tire’dendir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 801 (m. 1399) senesinde Tire’de vefât etti. Rahmetli Babam Kurra Hafız Mustafa Özdemir Hoca Efendi; Nazilli Kur’an Kursundaki Talebelerine İbn-i Melek (Meleğin Oğlu) (k.s) Hazretlerinin kıssasını sürekli anlatırlardı. İlk defa da; çocukluğumda kendilerinden duymuştum. Daha sonra da; 3 defa Tire’ye gidip Kabr-i Şeriflerini ziyaret ettim, Elhamdülillah. İbn-i Melek (k.s) Hazretlerinin babaları Abdulaziz Efendi, bir Osmanlı Sipahisi, Derviş ve Salih bir zat-ı muhteremdir! Bir gün Sefere (muharebeye) çıkar! Hanımı da; Oğlu Abdullatif’e hamiledir. ‘’Sizi Allah’a (c.c) Emanet ediyorum!’’ deyip, Hamile eşini ve çocuğunu bırakıp, helalleşip sefere çıkar! Seferden döndüğünde bakar ki; Hamile eşi vefat etmiş; Nasıl olsa karnındaki Bebek te vefat etmiştir deyip, ikisini birlikte kabre gömmüşler! Salih bir zat olan Abdulaziz efendi: Allah Allah, ben bunları giderken Rabbime emanet etmiştim, kabri açıp görmem lazım! Diye kalbine ilham gelir! (İbret-i alem olacak ya!) Kabri açar bakar ki: Anne vefat etmiş, kabir de bir kandil, çocuk acıktıkça Annesini emiyor, altı temizleniyor! Bunu da Rabbimizin izniyle, Onun Melekleri vasıtasıyla yapıyor, Elhamdülillah! Sonra çocuğu (oğlunu) kabirden alıyor ve kabri tekrar örtüyor! Sonra bu çocuk (Abdullatif Efendi) büyüyor; Hem Şeriat ve hem de Tarikat (Tasavvuf alanında) Alim ve Evliya oluyor! İbn-i Melek (meleğin oğlu) ismi, Kabirde melekler tarafından yedirilip bakıldığı için kendisine Halk tarafından veriliyor! Bunlar Rabbimizin bizlere bire Mucizesidir! İbret-i Alem olması için! Ashab-ı Kehf kıssası gibi! Rabbimiz hepimizi şefaatlerine nail eylesin, İnşaAllah! Amin, Ya Muin!
4 notes · View notes
mnsrykt · 2 years
Text
"Kızlarımız bir kâğıt parçasından başka getirisi olmayan diplomalar peşinde ömür bitirecek yerde ilerisi Allah'ın rızası ve Cennet olan bir ilim sevdasına dalmalıdırlar. Vakıflarımız ve derneklerimiz de artık ilahiyat talebelerine burs vermeyi çağın en büyük yatırımı gibi görme zamanlarının çok geride kaldığını idrak etmelidirler. Artık bu ümmetin ilim ortamlarını oluşturacak yüzlerce âlim kadın yetiştirmeyi planlayan ve bunun da Şeriat kaideleri ciddiyetinde oluşması için çabalayan vakıflar ve dernekler ümmetimizin gözde vakıfları ve dernekleri olmalıdır."
38 notes · View notes
doriangray1789 · 9 months
Text
İKİ YÜZLÜ BATI ( mı ? )
İRANLI AKTİVİSTLERE "nobel barış" ÖDÜLÜ (daha önce neredeydiniz iran devrimi 1979 yılında oldu. İranlı komünistler bir araya gelerek, “Tudeh (Kitleler) Partisi”ni kurdular. Tudeh Kurtuluş Konferansı 29 Eylül 1941’de Tahran’da Süleyman Muhsin İskenderî’nin liderliğinde düzenlendi. Parti “Gerici diktatörlüğe karşı özgürlükten yana tüm sınıf ve katmanların birleşik mücadelesi ” sloganını öne çıkardı. 1983’te yasa dışı ilan edilen Tudeh’in hapse atılan ve öldürülen birçok üyesi arasında deniz kuvvetleri komutanı ve çeşitli üst düzey askerî kumandanlar bulunuyordu. Siyasî tutukluların yargılanma ve idamları 1988’e kadar devam etmiştir. Bu yıllardan sonra Tudeh ve diğer solcu gruplar İran’daki varlığını yitirmiştir. Şah, koltuğunu Humeyni'ye bırakacağını bilseydi soğuk savaş yıllarındada Tudeh'e bunu yapar mıydı? ya da Afganistan'da Halk Partisi iktidarı aldığında, Afgan Kralı, zamanında ABD'nin baskısıyla açtığı medreselerde yetişen talebelerin, -TALEBAN adıyla, ülkeyi getirdiği noktayı görse! o medresleri açarmıydı? başka bir durumda Pakistanda Ziya Ülhak darbesi!? yeşil kuşağın örülmeye başladığı o yıllar... bizdeki Kenan Evren darbesi gibi.... ülkedeki "sol" un - ki kendilerinde de büyük hatalar var- durumu ortada... neyse efendim bunlar çok uzun hikayeler.... Bu Nobel Barış ödül daha önce Henry Kissinger'a da verilmişti.Siz anlayın artık.. şahsen bana verseler istemem "- ulan ben NATO NUN SOĞUK SAVAŞ artığı ideolojisine hangi hizmeti yaptımda kelebek ödüllerine dönen bu ödülü bana layık gördüler" diye düşünürüm... Neyse efendim BATININ İKİ YÜZLÜLÜĞÜNÜ TÜM ANTİ EMPERYALİST KEMALİSTLER - ATATÜRKÇÜLER BİLİR YA DA BİLMEK ZORUNDADIR (tıpkı, hedef gösterilen batıdan kastın batı hayranlığı olmadığını bilmesi bilmek zorunda olması gibi) ŞİMDİ ÇUVALDIZI KENDİMİZE BATIRALIM
Tumblr media
ÖNCE BİR GAZ VERİLDİ
👉batı bizi, bütün bir asyayı, afrikayı, latin amerikayı, dünyanın lanetlilerini, hepimizi yüzyıllardır sömürendi, geri bırakandı, kültürünü unutturup kendisine yabancılaştırandı, asimile edip kendi kültürünü ve dilini zorla dayatandı. zayıflıktan kemikleri sayılan afrikalı çocukların yüzüne konan sinekti batı, ırak'ın tepesine yağan bombalardı, ruanda'da akan kandı, bosna'ya seyirci kalandı. brezilya favelalarındaki sefaletin adıydı, vietnamlı çocuğu yakan napalm bombasıydı, filistinli çocukların bitmeyen gözyaşlarıydı. daha yüz yıl önce bizi işgal edendi batı, dünyaya adalet ve barış dağıtan imparatorluğumuzu dağıtıp üstümüzde tepinendi. bize bütün yaşattıklarının üstüne bir de utanmadan insan hakları, demokrasi filan gibi şeylerden bahsedendi, bizi maddi manevi aşağılayandı. elimizdeki her şeyi alıp bize hamburger yedirendi, tüm sefaletimizi unutturmak için bize filmlerini izletendi, bir de arsızca bu filmlerde kendisini kahraman gösterendi. daha da kötüsü, bize ezikliği öğretip kendisine özendirendi, her şeye rağmen onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yaşamak istememizi sağlayandı. hatta milyarların hikayesiydi aslında. onca nefretimize rağmen yine de onlara özeniyor, onların seviyesine çıkmak ve hatta geçmek istiyorduk, yüzyıllardır biriken bir öfkeyle yetişen kindar nesiller olarak onlardan intikamımızı alacağımız o adalet gününü hasretle bekliyorduk !!?? bekledikçe öfkemiz daha da bileniyor, daha da katmerleniyordu; - ulan birisi gelsede 21 sene onu seçsek oda batının aq - diyen bi kitle bile yaratıldı ... filmlerde onların mutluluğunu gördükçe, umursamazca dans ettiklerini izledikçe kinimiz gitgide mükemmelleşiyordu. dönüp kendimize baktıkça içimiz eziliyordu hep; kendi filmlerimizi beğenemiyor, kendi geri bırakılmışlığımızı sindiremiyor, kendimizi sevemiyorduk. bir şeyleri iki saatliğine olsun unutmak, oyalanmak için futbol izleyelim desek, ingiltere'den her maçta sekiz tane yiyorduk. bari burada onlar kazanmasın diye brezilya'yı, arjantin'i tutuyorduk hep. ne üretim, ne teknoloji, ne savaş, ne bilim, ne sanat, ne spor, hiçbir alanda onlarla baş edemiyorduk; onlar gibi film çekemiyor, onlar gibi top oynayamıyor, onlar gibi özgürce sevişemiyor, hayattan onlar gibi tat alamıyorduk.... bizimki gibi ülkelerde islamcılıktan solculuğa, solculuktan islama geçişler neden görece daha kolay ve yaygın oluyor? şu an bu durumu kavrarsan islamcıların avrasyacı/ulusalcı kesimle birçok konuda yan yana durması da daha anlaşılır oluyor. "islamcıyken, tutunacağınız tek dal olan ahlaka sarılıyordu, her şeye rağmen onlardan daha vicdanlı, daha ahlaklıydı."kazanmak kirlidir, kaybedelim insan kalırız." varsın dünya onların olsundu" sosyalist devrime inaninca da intikam günü ahiretten çıkıp bu dünyaya döndü. şimdilik kazananlar onlardı, ama elbet bir gün bizim günümüz de gelecekti. tüm ezilenlerin, tüm lanetlilerin yerinden doğrulacağı, dünyaya adaletin hükmedeceği o kutlu gün elbet gelecekti" demi??
bütün bu eskatolojik kurtuluş, diriliş, yeniden doğuş teolojisinin dünyanın köşe bucağında kalan, kapitalizmin çeperinde sürünen milyarlar açısından türlü çeşit dini veya seküler formla kendisine yer bulması, islam dünyasından tut çin'e kadar bütün kıyı coğrafyalarda kök salması şaşırtıcı değil elbette. insan vicdanı, underdog olan tarafı tutuyor tabi hep, zayıf olanın, güçsüz olanın kazanmasını istiyor bir noktada. rocky gibi imkansızlıklarla mücadele edip, kendisinden iri olan rakibini yenen kahramanların hikayelerini seviyoruz en çok. birkaç yıl önce kanaat getirdim ki, bizi en çok zehirleyen şey, bizzat bu batı düşmanlığıdır sayılan zulümlerin, adaletsizliklerin hepsinin hakikat temeli var, ancak üstüne eklenmiş ve doğrudan nedensellik kurulamayacak bir ton edebiyatla birlikte, bize köstekten başka bir anlam ifade etmiyorlar artık. her şeyi basitçe açıklayıp, bütün sorunlarımızı unutup, bütün suçu kendimizden başka atacak bir sorumlu bulmamızı sağlıyor bu edebiyat; neden yerlerde süründüğümüzü bize kırıcı olmadan açıklıyor, gururumuzu yerden toplamamıza ve başımızı dik tuttuğumuzu sanmamıza imkan tanıyor. kapitalizm dünyaya hakim olmadan önce de hiçbir coğrafyada ne adalet, ne barış, ne özgürlük, ne üretim, ne de refah vardı. .ÇÜNKÜ HERYERDE HAKİM OLAN YİNE İNSANDI.İNSAN DEĞİŞİRMİ? daha da ötesi, bu kavramların içeriğini bile büyük ölçüde batı doldurdu aslında. daha önce eşitlik ve kardeşlikle el ele tutuşup dans ederek yaşamıyorduk, birileri gelip mutluluğumuzu elimizden almadı, saksımızı kırıp soğanımızı çalmadı. bilakis, ortada hiç özlem duyulacak bir geçmiş yoktu. köleliği gayet içselleştirmiş, kadını insan saymadan, muazzam bir cehalet içinde hurafelerle yaşayıp gidiyorduk. bunları kabul etmek zor geliyor evet, afrika'da pek çok yerde kölelikten tut insan kurban etme adetinin, yamyamlıktan tut türlü çeşit saçma sapan büyü ve hurafe ile işlenen vahşetlerin büyük ölçüde batı dominasyonundan sonra ortadan kalktığını öğrenmek istemiyoruz. bizdeki köleliğin de ingiliz baskısıyla ortadan kalktığını kabullenmek incitici bir duygu. bütün bu eziyet dolu batı sömürge tarihinin ilginç çelişkileri üzerine kafa yormaktansa, kendimizi sürekli mağdur hissetmeyi tercih ediyoruz. hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı,yargı bağımsızlığı,ifade ve basın özgürlüğü, idarenin şeffaflığı, rüşvet ve yolsuzluğun önlenmesi, kamu ihale sisteminin şeffaflığı,vb. insanın özgürlük ve refah standartlarını belirleyen her ne varsa sadece batıda mi var? yoksa SEN HALK OLARAK ELİNDEKİ GÜCÜN FARKINDA DEĞİLMİSİN? rekabet hukukundan tut kişisel veri hukukuna kadar her şeyi hala batıdan ithal ediyoruz, onlardan öğreniyoruz, yarım yamalak uygulamaya çalışıyoruz, yarım yamalak haliyle yaşamaya çalışıyoruz. ifade özgürlüğünden tut kadına karşı şiddetin önlenmesine kadar hemen her konuda yaptığımız bir gıdım katkımız var mı? hiç bir şeyi beğenmiyorsun peki senin insanlığın ilerlemesine katkın var mı? batı ikiyüzlü de, bizim samimiyetimiz paçalarımızdan akmıyor
Tumblr media
4 notes · View notes
Text
10 dakikada sahur yaptık. Bügün talebelerin çoğu çok acıkdım diye ağlamazsa onları tanıyamamışım demektir.
8 notes · View notes