Tumgik
#unutulmuş hikayeler
oalgar · 8 months
Text
Tumblr media
Hayat Pahası Bir Sır Bu galaksideki en iyi kar rüzgarın rızasıyla düşüp bayılır yığılır bu noktaya. –Kimseye söyleme bir “sır” bu– Aç gözleri, bir tünel var çıkan oraya. Utahlılar bilir bunu. Küçükkavak Kanyonunda. Tünelin içinden bir bant yürür. Seni karanlığın içinden …yavaşça… doğruca taşır bilinmeyene ve bir ışığa. Karşına çıkabilecek …ya çıkarsa… inanılmaz kar, dağ ve ihtimaller karşısında heyecanla döner durur, o sona yaklaşır. Ne yazık ki, dışarı çıkınca ilk anda bir şey göremez nazlı gözler. O kar, o bulut ve fırtına kendini beyazlığın içinde gizler. Belki senin şansına veya hali hala kör devam etmeye razı olana şans gözlerini yumar, başlarsın güzel hikayeler yazmaya unutulmuş serüvenler –karnıyarığı fırında– düşler. Tıpkı boynunu uzatana kendini güvendiren zülfikar gibi sevgiyle varmanla işine başlar. O yokluğun içinde bizim ona onun da geri sarılmasına bayılır hayatın güzelliği. Bazen bıçak gibi, bir soruyla, çıkarken bulur kendimiz o tünelden dışarıya –yaşasın– yaşatır. Orda buluşmak birlikte yaşamak içine o yokluğa sarım sarmaş paylaşmak umuduyla.
A Life-Saving Secret Best snow in the galaxy if wind consents onto this point falls faints synapses. –Don't tell anyone ‘tis a "secret"– Open your eyes, a tunnel leads to it. Utahns know, you bet Little Cottonwood Canyon commences it. Through the tunnel a belt conveys you. Through darkness straight …slowly… up it carries you to the unknown, to a light. With what may …what if… for you awaits incredible snow, mountains and before you possibilities excitedly spins and spins, that end it finds. Unfortunately, when into that light you first come –that snow, that storm and cloud– your moody eyes can see none –themselves in whiteness shroud–. Maybe it's just lucky you or still in a blind mood who knows why for whom by thyself willing to continue chance closes its eye, you thyself writing find beautiful stories, dreams -your karnıyarık baked just fine- of long forgotten adventures. Just like zulfiqar gaining confidence of a neck as you lovingly arrive it starts its work back. In midst of that absence you hug it and it back as such, all this hugging sense the beauty of life enjoys much. Sometimes, with a question, self wills itself, out like a knife, out of that tunnel may find -hurray- it wakes you up alive. To meet there, be hugged, share a hug, live into that nothingness together is the hope.
Notes:
Previously at the end of the same tunnel.
You can’t believe it even if you see it, hear it or become it.
Ve daha önce gitme zamanı geldiğinde aynı zevkin rakımları hakkında.
Görsen de, duysan da, olsan da inanamazsın.
0 notes
kaldesemgitmesen · 8 months
Note
O bahçeye ne oldu lavinia, hangi şiirin şairi mezar taşı getirdi oturduğumuz çimlere, suladigimiz güllere ?
O bahçe, geçmişin izlerini taşıyan bir hayalet gibi sessizce bekliyordu. Yaprakların hafif esintide fısıldadığı hikayeler, zamanın dokusuna işlemiş izlerdi. Mezar taşları, unutulmuş aşkların sessiz tanıklarıydı. Bizim suladığımız güller, bir zamanlar neşeli bir dansa katılmıştı, şimdi ise solmuş yapraklarının altında saklı, kaybolmuş zamanın izleriyle dolu.
1 note · View note
dear-milena · 5 years
Text
"Yaşam geçmişi unutturup,yıkarak ve yeniden yaratarak yorulmaz adımlarla yürüyor..."
27 notes · View notes
uyumsuzvedengesiz · 4 years
Photo
Tumblr media
Bitmeyen bir sonbaharı yaşıyorum hiç durmadan...
Dökülen yaprakları saymayı bıraktım, kuruyan ağaçların ardından ağıt yakmayı da... Ölenle ölünmediğini kabullendim ama kalanla da kalınmadığını yeni yeni fark ediyorum. Kendi kendime bir odanın içinde bir masaldan diğerine koşarken aslında bir adım bile atmadığımı, çok uzun zamandır yerimde saydığımı fark ediyorum...
Kaleme kağıda dokunmadan, düşündüklerimi dile getirmeden... İçimden, susarak... Dilimin ucuna gelenleri durmadan yutarak. Duvarların yıkılmasa da esneyebildiğini görüyorum ama içerisi hala çok dar... Nefes almak zor, görüş mesafesi hala çok kısa. Gördüklerimle yetiniyorum, duyamadıklarımı hissetmeye çalışıyorum. Bir hikaye yazıyor, sonuna gelmeden vazgeçiyorum. Hiç cesur olmadığımı kabul ediyorum her seferde. Bir fotoğrafa uzun uzun bakmayı öğreniyorum... Vakit varken, herkes hayattayken ve henüz hiç kaybetmemişken söyleyemediklerimi anlatıyorum hiç durmadan. 
Zamanla her şey çözülüyor, kapanmasa da yaralar artık o kadar göze batmıyor. İzlerle yaşamaya alışıyor insan. Geç kalınmışlığın çaresi henüz bulunamadı sadece. Vakit varken yapmadıklarımın, söylemediklerimin ve hatta içimden dolup taşacak kadar yoğun olan hislerimi hiç göstermemiş olmanın pişmanlığı var üzerimde. Ne zaman gülsem hep eksik hissederim sırf bu yüzden. 
Çiçek bakmaya çalışıyorum... Güzel pek çok şeyi öldürdükten sonra bu defa yaşatmaya uğraşıyorum. Bazı yapraklar kuruyor hala. Çok su verdiğim için ölüyor bazen hatta... Her pişmanlığa bir yeni yeşil yaprak... Her geç kalınmışlığa dökülen bir yeni kuru dal... Çiçeklere anlam yüklüyorum Konuşmadan... 
İçimden konuşuyorum, hiç durmadan... Kafamın içi mezarlıkları andırıyor artık... Ne yana dönsem bir anı, bir yarım hikaye... Biraz uyuyabilsem geçer belki... Ne zamandır uyumadığımı bilmiyorum. 
Kısa uykular, yarım hikayeler, bardakta soğumuş unutulmuş kahveler...  Hiç tadına varamadığım balkon sohbetleri... Yeni bir şarkı keşfetmenin heyecanı ama paylaşamamanın burukluğu... Ne yapsam paylaşamam artık.. Yeni çıkan şarkıları, en sevdiğim yazarın en sevdiğim cümlesini... Hepsiyle baş başa oturuyorum bir odada.
Zaman durmuyor... Ben uzun zamandır duruyorum...
Saatleri sayıyorum...
Birbirinin aynı olan günleri ipe diziyorum...
Ağaçları hala çok seviyorum,
Bir de bulutlara anlam yüklemeyi...
Ama en çok....
-
12.20
19 notes · View notes
nazenderr · 5 years
Text
Tumblr media
Sahaflar eski sararmış fotağraflarla dolu. Unutulmuş hikayeler, silinip gitmiş simalar... Hani fotağraflarımız olmasa bizi kimse hatırlamaz diye düşünerek çılgınca fotağraf çektiriyorsak bilelim, işe yaramıyor. Bütün o fotoğraflar unutulmanın fotoğrafı oluyor. Hatırlanmak için hayatta ve insanda izler bırakmak gerekiyor. Öyle ya, hiç unutamadıklarımızın pek çoğunun tek bir fotağrafı bile yok.
57 notes · View notes
pdrneokur · 5 years
Photo
Tumblr media
PDR NE OKUR? | Şermin Yaşar - Gelirken Ekmek Al ° ° Yüklüğe kaldırılmış ipek yorgan arasında bekleyeyim istersen, varlığı unutulmuş paltoların cebinde kilidi kaybolmuş çekmecelerde bekleyeyim. Bin yıl açılmayacak kitapların arasında kurutayım mı kendimi? . . Kitabın son satırlarını okuduğumda hem mutluluk hem de bitirmenin verdiği hüznü bir arada yaşadım. Her bir öykü o kadar güzeldi ki hiçbirini birbirinden ayıramıyorum. Hikayeler o kadar tanıdık ki yüzünüzü hangi yöne dönseniz mutlaka aşina olduğunuz bir olaya rastlarsınız. Şermin hanım o kadar güçlü bir gözlem yeteneğine sahip ki ağaçta, yaprakta kuşta, börtüde böcekte, bulutta , yağmurda ve hatta çamurda bizim göremediğimiz ayrıntıları gönül gözüyle görüyor, kıvrak zekasıyla analiz edebiliyor, çok isabetli çıkarımlar yapıyor ve bunu sözcükleriyle içimize nakşedebiliyor. Tavsiyem olsun🌾 . . . . . #şerminyaşar #gelirkenekmekal #okudumbitti  #okumahalleri #bookaddict #books #like4likes #kitap  #okumahalleri #autumn #vsco #dailybook #currentlyreading #coffee #goodreads #vscobook #instagram #instabook  #kadrajımdan #bookstagram #igbooks #manipulation #booksonbooks #goodshot #followme #bookholic #vscocam - #regrann https://www.instagram.com/p/B8hD1JpgB04/?igshid=uuraiq5oztzi
3 notes · View notes
the-mustache-guy-la · 5 years
Text
P.5. Tolkien Road Podcast İncelemesi
Tumblr media
JRR Tolkien sadece İngiliz değil dünya edebiyatı içinde oldukça önemli bir mihenktaşı. Yalnızca önemli bir akademisyen değil aynı zamanda, belki de yaşarken çok da değeri bilinmeyecek, bir yazardı. Genel okuyucu kitlesi kendisini Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi gibi kitaplarıyla tanırken, daha derinlemesine takip etme eğiliminde olan okurları öncelikle Silmarillion ile Orta Dünyanın yaratılışına ve binlerce yıllık tarihine hakim olurken, önce ki iki hikayeye ek olarak devasa sayıda yeni karakter mekan ve olay hakkında bilgi edinirler. Bu Silmarillion okunurken kimi zaman öyle bir noktaya gelir ki bazı okuyucular, bir iki tanıdığım da dahil, bir deftere şemalar çizerek ve notlar alarak hikayenin akışını takip edebilmeye devam etmeye çalışmıştır. 
JRR Tolkien’in mükemmeliyetçi duruşu ve özellikle kendisi yaşarken yayın evlerini  Silmarillion’u basmaya ikna edememesinden kaynaklı, Orta Dünya tarihi ve mitolojiyle ilgili yazdığı metinleri dağınık kopyalarda defalarca elden geçirmiş karakter ekleyip çıkartmış, hikayenin akışını değiştirmiş ve hatta bazı hikayelerde, Hurin’in Çocukları gibi, düz yazıdan manzume şekline çevirip kafiyelerden faydalanarak metinine ayrı derinlikler katmıştır.
Lakin, ömrü vefa etmediği için bu notların epey bir kısmını yayınlayamadan terk-i diyar eylemiştir 1973 yılı güzünde. O vakitten beridir de, kendisi gibi yazarlık ve editörlük işlerine bakan oğlu Christopher Tolkien babasından kalan el yazması notları okuyup, ayırıp, sıralayıp yayınlanabilir hale getirmiştir. Ve aslında bu da JRR Tolkien’e ve Orta Dünya’ya çok büyük katma değer eklemiştir. Christopher Tolkien 1975 ve 2018 yılları arasında babasının notlarından 26 adet kitabın editörlüğünü yapıp basıma hazır hale getirmiş ve Tolkien okuyucularına okuyacak yeni materyaller sağlamaya devam etmiştir. Özellikle düzenlemesini yaptığı son iki kitabın, Beren ve Lúthien, Gondolin’in Düşüşü, önsözlerinde artık, sırasıyla, 93 ve 94 yaşında olduğunu dile getirip bunların elinden çıkacak son çalışmalar olduklarını dile getirmiştir. Nitekim Christopher Tolkien’de bu sene Ocak ayında aramızdan ayrılıp Gri Limanlarda babasının ve diğer Elf Lordlarının yanına katılmıştır.
Tolkien’in çalışmaları yeni bir edebiyat türü yaratmasının yanında, ulaştığı geniş takipçi sayesinde ilginç işlere de sebep olmuştur. Bu ilginç işlerden birisi de bu yazının konusu olan ilk başta ‘Talking Tolkien’ adıyla başlayan fakat şu an  ‘The Tolkien Road’ adıyla devam eden ve karı koca olan John ve Greta tarafından Şubat 2015′ten bugüne devam eden bir podcast serisi. Bu seriye John ve Greta başında hobi olarak başlıyorlar ve ‘Silmarillion’daki her bölümü bir veya duruma göre iki bölümde detaylıca inceliyorlar. Silmarillion bitince, sırasıyla, ‘Yüzüklerin Efendisi’ ve ‘Hobbit’ ile devam ediyorlar podcaste. Şu an ise ‘Unutulmuş Diyarlardan Öyküler’ kitabındaki hikayelerle devam ediyorlar.
John ve Greta’nın kurdukları yapı ise oldukça ilginç bir yapı. Sıkı bir podcast dinleyicisi olarak diyebilirim ki genelde böyle daha bilgilendirme içerikli podcastler (tarih, mitoloji, edebiyat vs) bir sunucu ile yapılır ve o kişi hikaye anlatıcısı görevini görür. ‘Talkin Tolkien’de ise John’un Greta’nın Orta Dünya tarihi ve mitolojisi konusundaki eğitmeni gibi bir rol üstlendiğini görüyoruz. Bu yapının tesadüfen mi yoksa taktik olarak mı böyle kurulduğunu bilemiyorum. Lakin, Greta’nın bu hikaye evreni hakkında çok az şey biliyor olması dinleyici olarak kaybolup cesaretiniz kırılmaya başlayacak gibi olursa, sizin moralinizi korumak için güzel bir örnek oluyor. Ve aynı hikayeler ve karakterler arasındaki ilişkiler ve bağlantılar defalarca tekrar edildiği için kafanızda yer edinmeye başlıyor. 
Çok keyifli ve olumlu bir diyalog ortaya koyan çift dinlerken sizin de modunuzu olumlu yönde değiştirmenin yanında eğlenceli bir hikaye anlatımıyla sizi bölümün başından sonuna podcastin içinde aktif olarak tutmayı başarıyorlar. Yapabileceğim tek eleştiri, ki buna da eleştiri demek ne kadar doğru tartışılabilir, bölümlerin 30, 40 dakika ile 2.5 saat alışılmışın dışında uzunluklarda sürebilmesi. Belli bir noktadan sonra, ki benim için bu 40-45 dakika civarında, insan ne yapılırsa yapılsın ya kafa yorgunluğundan ya da sıkılıp anlatıdan kopmaya başlıyor. Dediğim gibi bu genel geçer bir eleştiri olmaktan ziyade, bireysel bir serzeniş. 
An itibariyle 187 bölüm yayınladılar. Ve Tolkien külliyatını düşünecek olursak 300 bölümü görmeleri işten değil. Buna bir de ‘Amazon’un üzerinde çalıştığı ve tahminimce çekimleri yakında başlamış veya başlayacak olan ‘Orta Dünya’ dizisini de ekleyince 400-450 gibi hafzalaları zorlayacak sayıda bölüme ulaşmaları olası görünüyor. Daha önce sizlere tanıttığım podcastlerde olduğu gibi bu podcast de İngilizce olarak yayınlanıyor. İnternette Türkçe olarak oldukça fazla içerik olmakla beraber, olan kaynakların çoğunun İngilizce olduğunu düşününce aslında imkanlar el veriyorsa, daha geniş bir bilgi yelpazesine ulaşmak ve farklı kaynaklardan okumalar/dinlemeler yapmak için İngilizce bilmek zaruri bir hal alıyor. 
Tolkien özellikle Lise yıllarımda çok içine düşmüş olduğum fantastik kurgu edebiyatı için kurucu öge olmanın yanında halen zirveyi temsil etmektedir bir sürü sebepten ötürü ve O’nun yaptığı işlere güzel insanlar tarafından bu şekilde saygı duruşlarını görmek de beni bir okuyucusu ve hayranı olarak fazlasıyla mutlu ediyor. Tolkien hakkında çok daha detaylı ve uzun bir yazı ilerleyen aylarda gelecek. Beklemeye devam edin.
Bu hafta ki yazının da sonuna geldik, umarım keyifli bir okuma olmuştur. Haftaya görüşene kadar esenlikler ve keyif sizinle olsun.
tmg
2 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Her acının bizde bir hissesi var
Düşünüyorum da arkadaşım, bazen yaparım bunu, insanı kişilik sahibi yapan daha çok acılar. Yoksunluklar üzerinden kendimize daha net bir alan tarifi yapabiliyoruz. Ve onları 'iyi şeylerden' daha iyi hatırlıyoruz. Evet. Acılar, ruha atılmış kesikler gibi, kalıcı izler bırakıyorlar. Barışmış olsanız, hatta aştığınızı düşünseniz bile, anımsıyorsunuz. Sancısı azalmış olsa da tecrübesi kalıyor. (Bir acıyla barışmak, onu yoketmek değildir zaten, izlerini kabullenmektir.) Peki ya mutlu günler? Mutlu günler de böyle değil mi? Hayır. Mutlu günler yılları bile 'an'laştırıyor.
Bana yaşadığım sıkıntıları, hatta hepsini değil yalnız büyüklerini, sorsanız size bir seferde düzine kadar şey sayabilirim. Ama mutlu günler üzerine daha çok düşünmem gerekecektir. Yaşamadığımı söylemem elbette yalan olur. Çünkü, hamdolsun, Allah'ın birçok ikramını gördüm. Birçok neşeyi tattım. Elhamdülillah. Fakat hafızam üzerlerine ne bina edebildi? Hatta ne kadarını tutabildi, kaydedebildi, saklayabildi? Peki ruhuma ne kadarını taşıyabildi duygularım? Onların ne kadarı beni şu anki ben yaptı? Tuhaf. Çok tuhaf. Kesinlikle eşitlik yok. Galiba mutluluğu daha kolay unutuyoruz. Keder neşeden daha zor geçiyor. Yani demem o ki güzel arkadaşım: 'Güzel günler diviti' daha silinir bir mürekkep kullanıyor. Hüznünkiyse inatçı, kalıcı, tinerle dahi geçmez.
İbrahim Erkal'ın "Unutulanlar unutanları asla unutmaz!" diye bir cümlesi vardı. Hangi şarkısında geçtiğini unuttum. Fakat duyduğumdan beri hakveririm. Hakvermemin sebebi de yukarıdaki düşünüşümdür. Güzel birşeyin farkındalığına davet ediyor bizi bu ifade. Unutan neşesinden unutur. Unutulan kederinden unutmaz. O unutmayı başarmışsa neşesindendir. Sen unutmayı başaramamışsan kederindendir. Belki en çok alındığın da budur: Unutulmuş olmak. Bu hakkında kederlenilecek kadar kalıcı olmadığını gösterir. Demek ki iz bırakamamışsındır. Yokluğun umursanmazdır. Boşuna kalem oynatmışsındır. Aslında yazılmamışsındır. Yazılmamak yaşamamak gibi gelir. Yani gerçekten yaşamamak. Demek hakikatte senin kederlendiğin şeyler yaşanmamıştır. En azından karşı tarafta durumun asl-ı sireti budur. Bu da unutamamayı katmerler.
Duygularımız yaşadıklarımızın ruhumuza dokunmasını sağlıyor. Güzel şeyler güzellikle, kötü şeyler kötülükle ruhumuza dokunuyorlar, iz bırakmaya çalışıyorlar. Karakterin kendi ellerinde şekillenmesi için bir yarış içindeler sanki. Anne rahminde şekillenecek çocuk için koparılan bir yarış gibi. Kim daha çok varırsa o daha çok şekillendirecek. Fakat, pek yazık, keder makasının hüneri neşenin fırçasından üstün. Nasıl? Bir karton düşünün mesela. Bu kartondan bir adamcık yapacaksınız. Fırça üzerinde işlemeye başlıyor ve güzel bir adamcık çiziyor. Sonra makas geliyor. O da ondan bir adamcık kesiyor. Makasın kestiği adamcığı neşe artık tekrar kartona döndüremez. Fakat neşenin boyadığı yeri makas görmezden gelebilir. İşte böyle bir tesir farkları var sanki.
Yazı uzuyor. Buraya neden geldik ona da dokunalım. Şualar'ı okurken birşey farkettim bu yakınlarda. Soru şöyle: "Cemîl-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Ale'l-Itlak, nasıl oluyor ki, bîçare cüz'î ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe müptelâ ediyor?" Yani özetle sorgulanan şu: Allah öyleyken eyledikleri neden böyle? Neden güzeller güzeli çirkinlik yaratıyor? Neden merhametliler merhametlisi acı çektiriyor? Bu enteresan sorunun cevabı ise şöyle:
"Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemîl ve Rahîm-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve herbir şeyin herbir işi, onun meşîetine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tâbi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; Esmâ-i Hüsnânın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla ve hem, şerli cüz'î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır."
Arkadaşım, belli ki çok anlayamadın, o halde buradan benim anladığımı 'En doğrusunu Allah bilir' kaydıyla söyleyeyim. Hatta misallendireyim: İki türlü ziyafet olduğunu düşünelim bir yemekhanede. 'Fix menü' tabir edilen, herkese aynı yemekten, eşit miktarda pay edilmesi esasına dayanan bir düzenle dağıtılıyor öncelikle yemekler. Bütün insanlık da, elbette mecburdur, yiyeceğini oradan alıyor.
Sözgelimi bir gün ıspanak çıktığını düşünelim. (Ben pek barışık olmadığımdan onu örnek verdim.) Siz de, başka şansınız yok, alıyorsunuz. Tattığınız an mutsuz oluyorsunuz. Sevdiğiniz bir yemeği özlüyorsunuz. Sonra birden sıradışı birşey yaşanıyor. Bir garson elinde tam da istediğiniz yemekle geliyor ve masanıza bırakıyor. O zaman şuna uyanıyorsunuz: Bu yemekhanenin sahibi benim farkımda. Üstelik neyi sevdiğimle de ilgileniyor. Sevdiğim şeylerden göndererek beni sevindiriyor. Beni sevindirdiğine göre kendisini de bana sevdirmek istiyor. Ben bu tecrübeyi ancak sevmediklerimi de tadarak yaşayabiliyorum. Böylelikle bir hikaye sahibi oluyorum.
Evet. "(...) küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder!" cümlesinin arkasına uzanmanın yolu bence bu örnekten geçiyor. Yemekhane yemekhaneliğinin gereğince yemek vermek zorunda. Yoksa insanlar aç kalacak. Ispanak da çıkması lazım. Çünkü onu da sevenler var. Hem de hergün aynı şey yenmez. Çeşitliliğin lüzumu da bir kanun. Ancak bu umumi kanunun ezdiği bireyler de var. Mesela sen-ben ıspanak sevmiyoruz. Ne olacak peki bizim halimiz?
İşte o zaman şu cümle devreye giriyor: "Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir."
Elhamdülillah. Hayatımız boyunca belki bin kere şahit oluyoruz ki yetişti, yetişiyor, yetişir. Gün doğmadan neler doğar. Alınanların yerine ne mucizeler verilir. Peki bu önce mutsuzluğu/yoksunluğu tadıp sonra mutlu edilmekte ne fayda var? İşte onun da cevabı metnin şurasında:
"(...) Ve fâil-i muhtar olduğunu ve herbir şeyin herbir işi, onun meşîetine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tâbi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; Esmâ-i Hüsnânın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla ve hem, şerli cüz'î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır."
Yani, arkadaşım, bir hikayemiz olması lazım gerçekten 'yaşadık' diyebilmemiz için. Farklı bir hikaye. Bize özgü bir yaşanmışlık. Kainata bizimle katılmış bir orijinalite. Eğer Rahmaniyet düzleminde kalsaydık 'zaten herşeye yapılan ikramlara mazhar olmuş herhangi birşey' olarak kalacaktık. Fakat bırakılmadık. Rahimiyete de taşındık. Yoksunluklara da uğradık. Bu yoksunluklar aslında 'bize özgülükler'in ortaya çıkması için gerekliydi. Ahmed ıspanağı tatmalı ama sevmemeliydi.
Eğer herkes gibi ıspanağı sevseydi Ahmed'in bir nüansı kalmazdı. Herşey içinde birşey olurdu. Ispanak kanunundan zarar gördüğünde aslında kimliğinin bir köşesi açığa çıktı. Milyonlarca yıldır yağıp canlıları hayatta tutan yağmur geçen gün onu sırılsıklam etti. Ama bu sırılsıklamlıkla sığınmaya koştu. Birisiyle tanıştı. Bir başkalık yaşadı. Belki sonraki hayatını etkileyecek birşey gördü. Kimliğinin bir köşesi daha açığa çıktı. Yine mesela milyonlarca yıldır hayatın devamını sağlayan ölüm geldi babasını da aldı. Canı yandı. Ama ondan da çok başkalıklar ortaya çıktı. Bambaşka bir Ahmed olarak varlığını devam ettirdi.
Dikkat ediniz, her yoksun kalışımızın, acımızın, musibetin arkasında umumi kanunların izleri var. Evimiz yansa ateşin kanuniyetinden. Sele uğrasak yağmurun kanuniyetinden. Yıkılsa binalarımız depremin kanuniyetinden. Ve bu kanunlar aslında o yemekhanedeki gibi 'fix menü' işliyor. Düzen bu şekilde devam ediyor. Arada ezilenlere ne oluyor peki?
Onlar da kendilerine özgü hikayeler/ikramlar sahibi oluyorlar. Acılarına bedel 'kendilerine özel tecrübeler' ile mükafatlandırılıyorlar. Bazen bir acı bir deha doğuruyor. Bazen bir yoksunluk bin varlığa evriliyor. Newton'un kafasına elma düştü de fena mı oldu? Şimdi herkesin bildiği bir hikayesi var. Yani, arkadaşım, her acının şuanki bizde bir hissesi var. Sadece neşeyle karakter sahibi olamazdık. Neşenin makası yoktur çünkü.
7 notes · View notes
zamansatandukkan · 5 years
Photo
Tumblr media
Bugün üst rafları karıştırırken karşılaştım kendisiyle. Kim bilir ne zamandır oradaydı. Unutulmuştu. Parçalanmıştı. 1943 yılından bu yana neler geçmişti başından. İndirdim raftan, kaybolmuş, unutulmuş bir hazine bulmanın keyfiyle. Dokundum, sevdim. Yaralarını tamir etmeye çalıştım elimden geldiğince. Yeniden hayata döndü. O mutlu ben mutlu. Acaba bundan sonraki hayatında hangi kitaplığın rafını süsleyecek merakla bekliyoruz. . . #sabahattinali #yenidünya #hikayeler #remzikitabevi #ilkbaskı #koleksiyon #kitap #aşk #ada #heybeliada #istanbul (Heybeli Sahaf, Zaman Satan Dükkan) https://www.instagram.com/p/ByiOdhPpOSO/?igshid=12kiw5pxlpmfw
1 note · View note
sonbaharinilkayi · 2 years
Text
İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ
 Charles Dickens yüz yıl kadar önce bunun orijinalini yazmış, ismini aldım… Ben daha farklı şeyler anlatacağım.Bir kaç gün sonra yaz mevsimi yerini sonbahara bırakıcak. Sevdiğim mevsimlerdendir, insanı hafiften melankoliye sürükler ama  gri günler,yollarda ki sararmış yapraklar nedense bana hem hüzün hem huzur verir, romantizmimi körükler… Bekir Coşkun yıllar önce yazmıştı ve hala etkisinden kurtulamadım… Severim böyle hüzzam makamlarını, tam benim depresifliğime ve melankolikliğime uygundur.
“Şöyle demiş üstat…
Benim en çok dalından kopup düşen şu yapraklara canım sıkılır…
“Durun şurada “ diye…
Toplayıp toplayıp dallarına koyasım gelir...
Güz hüzün mevsimidir…
Bu ayrılıklar bana göre değil…
Elimde beyaz mendil…
Peşlerinden koşup “ağlamayın…” diye diye…
Tüm ıslak gözleri silesim gelir…
 Bir başka yazısında da şöyle der ;
Ne çok giden olur…
Ne çok el sallanır bu mevsimde…
O ne çok vedadır…
Bu mevsimde ne çok “beni unutma!...” vardır…
Ayrılık mevsimidir bu aylar…
Aklında bir hüzzam şarkı…
Bir de ayrılıkların sızısı kalır…
“Bütün kuşlar vefasız , mevsim artık sonbahar…”
 Geçenlerde  yazmıştım hatırlarsın… Bir şey insana mutluluk verirken aynı anda nasıl mutsuz edebilir? İnsan ruhu bazen böyle çelişkide kalabiliyor. Psikolojik açıdan bakıldığında insan çelişkide kaldığında huzursuz olur ama bu durum biraz farklı. Ben burada sonbaharın gelmesinin bana derinlik kattığından mutluyum ama yazın bitişiyle beraber canlılığımızı da yitirdiğimizi fark ediyorum.Bilmiyorum daha önce anlattım mı  yahut yazdım mı? Bazen köprüyü görebileceğim bir yer bulurum, gelip geçen arabaları izlerim.Her araba benim için bir hikayedir. X arabasında ilerleyen kişi bir düğüne giderken ,W aracındaki sürücü belki sevdiği insanı son kez görmeye gidiyordur, F kişisinin arabası gereksiz şekilde gezmek amacıyla kullanılırken ,T kişisinin arabası belki birini hastaneye yetiştirmeye çalışıyordur.Farklı hikayeler farklı hayatlar... Farklı arabalar, farklı insanlar...Ne çok hikaye var aslında dinlenmesi gereken. Benim ise sen gittiğinden beri anlatacak hikayem kalmadı. Konuşmak istemiyorum ama yazabiliyorum hala.
Charles Baudelaire’nin dediği gibi ;
“Sisli bir sahranın dibinde bağdaş kurmuş
Köhne bir sfrenksin çöllerde unutulmuş
Yapın vahşi,akşamları yükselir sesin.
Şarkını batan güneşlere söylersin.”
Ben de şarkımı batan güneşlere söylerim.Yıllar önce birkaç arkadaş bir blog açmıştık,farklı türlerde farklı yazılar yazıyorduk, 150-200 kişi de okuyordu.Bir gün birisi yazdığım yazının altına mail adresini yazmış.Geri dönüş yaptım,psikologmuş ve belirtmek istemiş… “Siz çok hassas bir insansınız,bazı yazılarınızda satırlar ilerledikçe sertleşiyorsunuz ama üç nokta koyan insanların satır araları vardır bunu belirtmek istedim” demiş. Hoşuma gitti, bunu fark etmemiştim mesela. Evet satır aralarımın olmasını seviyorum.
Der ki Mevlana “Misafirsin bu hanede ey gönül, umduğunda değil bulduğunda gül” … Bir diğeri de demiş ki “Gönül umduğuna küser ,sitem sevgiden doğar”… Daha önce de söylediğim gibi… Benim sana bir şey söyleyecek yüzüm yok. Özür dilemekle falan olmaz bu iş, yap yap özür dile…Davranışını değiştirme yine yap yine özür dile… Hayatta kimsenin sonsuz hakkı yok, kimse benim anam/babam değil ,kimse böyle bir tarzı çekmek zorunda değil, kimse böyle bir durumu sonsuza kadar tolere edemez. Düşünüyorum da ben hangi insanın derdine ne kadar eğiliyorum?Birisi bana aşk meşk anlatırsa klasik cümlelerle geçiştirir götümü döner giderim ama ben insanlara bunu saatlerce aylarca yıllarca anlatıyordum..Böyle durumlarda insanları geçiştirdiğimde olmuştur. Bugüne kadar yaptığım hiçbir yanlışı savunmadım, savunmamda.Bir hatayı anlamışsam en ağır eleştiriyi kendime getirebilecen bir insanım.Özeleştiri yapmayı bilirim.Bazı davranışlarım bazı tutumlarım son derece hatalı, aşırı tahammülsüzüm, her şeye sinirleniyorum bu durum normal bir duygu durumu değil. Paul Ekman’a göre insan engellendiğinde , kırıldığında ya da kişisel alanına müdahale edildiğinde kızarmış. Bugün ki seminerde de adam aynı şeyleri söyledi. Hiç bakmadığım bir yere baktım ve bir şey keşfettim.
Sürekli dik durmaya çalışmaktan “kırıldığım” durumları söylemeyi  hiç düşünmüyorum.Aslında ben de etten kemikten bir insanım.Derim kalın diye insanlar hiç kırılmayacağımı düşünüyor.Tepkilerimi öfke ile verdiğim için haklıyken haksız duruma düşüyorum, söylemlerim sertleşiyor ve ses tonum yükseliyor.Şimdi o gece ki durumda sana kalkıp “ya Burcucum benim daha farklı planlarım vardı, şimdi kedileri özlediğini söyleyince kendimi kedilerden değersiz hissettim” deseydim bu durumlar olmayacaktı ve belki sen kırıldığımı anlayacaktın.Ben kalktım ayı gibi bağırdım.Benim üslubumu değiştirmem lazım.Ben aslında çok kırılırım, birisi beni ekince, doğum günüm unutulduğunda,ya da bir şekilde değersiz hissettirildiğimde…Ama bunu asla dile getiremem,eksilirim diye düşünürüm.O yüzden söylemem.Bu yazdıklarımla beraber her şeyi anlatmış oluyorum.Evet çok kırılıyorum ben, bir dostum şey demişti bana “en sert olan en çabuk kıırılır”… Bak sen beni yere yıktın. Yıllardır içerim,  bugüne kadar kimseye bir şeyimi anlatmadım, bu durumlara düşmedim.Kendimi yanında güvende hissettim.Ve şunu anladım, bugüne kadar eşimle dostumla hiç sorun yaşamadım, sevgililerimle çok nadir problem yaşardım ve anladım ki hiç birini gerçekten sevmemişim, değer vermemişim,hiç birini önemsememişim. Hiçbir şeyin acısı babamın vefat acısının yanına yaklaşamaz diyordum…Sen gittiğinden beri anladım ki o günlerin bile altına düşmüşüm. Sonra diyor ki ; öfkesini kontrol edemeyen insanlar diğer duygularını göstermekte zorlanırmış.Bu durum bende yok.Ben sevgimi,üzüntümü, keyifli olduğumu gayet iyi gösterebiliyorum. Ben pek çok şeyi içime atarım, anlık tepki vermem gereken yerlerde genelde biriktiririm,sonra hiç olmadık yerde bu durum patlar.Mesela seninle geçirdiğimiz iki günü dakika dakika düşündüm.
Mesela ben evden çıktığımda odada garip garip konuşmalar yapmana kırıldığımı,gururumu incittiğimi söyleseydim, iş için çıktığımda paylaşımlarının beni endişelendirdiğini söyleseydim bazı şeyler daha net anlaşılırdı.Ya da birikmemiş olurdu ve böylece en son olay hiç yaşanmamış olabilirdi.Bu anlık tepki vermeyip biriktirmeyi de neden yaptığımı buldum.Bir insan illa ki hata yapabilir,hemen bu tepkiyi vermektense biraz daha şans vermek için yapıyordum ama yanlış yapıyormuşum.Bir diğer öfkelendiğim durum ise söylediğim şeyle alakasız konularda cevaplar almak.Bunu genel olarak annem de yapıyor.Buna alışacağız artık.Burada da aklıma şu geliyor. Ben insanlar için değişmeyi göze alıyorum da peki bu uğuruna değiştiğim insanlar benim için ne kadar değişecekler? Sanırım benim böyle bir soru sorma hakkım yok.Çünkü bu sorunun cevabı bende varken genel olarak bunu belirttiğim insanlardan aldığım cevap “ben böyleyim” oluyor. Genelde böyle cevaplar aldığım için de üstüne üstüne gidiyorum durumların. Aslında durum tam olarak şöyle; ben genelde uyumlu olmaya, ilişkiyi yürütmeye çalışan tarafım fakat uyumlu oldukça isteklerin,taleplerin ardı arkası kesilmiyor.Bu da bir yerden sonra tam olarak “kullanılmış “ hissettiriyor. (sen böyle hissettirmedim, sadece bazı noktalarda kırıldım ve seni daha beter kırdım.Benim kırılmamın bir önemi yok burada ) Yani içimden diyorum ki “ya ben bunu bunu değiştiriyorum, e karşımdaki  beni adam yerine koyup hiçbir şey yapmıyorsa ben neden değişeyim”…  (bu durum alışveriş gibi değil,bir denge, değerli hissetme durumu. Ben onun için şunu değiştirmiştim , aa bak o da benim rahatsız olduğum bir şeyi değiştirdi diyerek daha da dört elle sarılmak istiyorum ilişkime) İşte buradan sonra dozajım artıyor.Bence her ilişki mutlu olmak için var olmalıdır,eğer taraflar birbirini mutsuz ediyorsa ilişki olmamalıdır.Şimdi ben seni mutlu etmeye çalışıyorum, sen de beni mutlu etmeye çalışıyorsun. %99 oranında dillerimiz aynı, düşüncelerimiz aynı,bakışaçılarımız aynı, hayata aynı perspektiften bakmak çok önemli.Ben her ilişkime başlarken şunu söyledim. “Bana cilve yap,naz yap ama kapris yapma”…  Senin son olayda yaptığın kapris değildi,sonuna kadar haklısın hayvanlık ettim. Özür dilemekten öte bir şey yapmaya çalışıyorum ve başaracağım. Bir diğer taraftan da şöyle bir durumu belirtmek istiyorum. Ben karşımdaki insanlar için belli konularda esneklik sağlıyorsam karşımdaki insanlardan da aynı esnekliği bekliyorum. Göremediğim zaman da işte sinirleniyorum. Bu bakkal alışverişi gibi bir şey değil, trafikte birine yol verirsin adam eliyle işaret yapar ya da korna çalar.Bu tam olarak şu demek aslında “ya bu insan normalde bunu yapmaz,bunu sadece benim için yapıyor,ben olduğum için yapıyor, beni sevdiği için yapıyor.  bu bir esnekliktir ve ben de belli durumlarda bu kişiye bu esnekliği tanımalıyım”… Ben buna bir isim taktım “ilişkide merhamet”… Karşımdakinin canı yanmasın, şunu söylersem üzülür,şunu yaparsam kırılabilir.Ben de bunu yapmaya çalışıyorum.
Mesela geçen gün Avcılardan dönerken şurada şunu yaptım, burada bunu yaptım sözlerin beni baya incitti, orospuluğu seviyorum dediğinde kırıldım mesela.Çünkü ben seni asla o gözle görmedim. Diyeceksin ki “ulan hayvan görmedin de o gece kavga ederken bunu söylemiştin”… Beyin otomatik çalışıyor bazen hani erkek olunca “ibne” dersin kadın olunca “orospu” sözü refleks olarak çıkar ya. Yoksa bile isteye, üstüne basarak,seni kırmak için söylenmiş bir sözcük değildi.Bir diğer nokta da “bazı durumlar vardır sözler dayaktan ağırdır” demiştin. Sonuna kadar haklısın.Ben bazen o kadar sert konuşurum ki karşımdakinden “keşke dövseydin de böyle konuşmasaydın” der gibi bir bakış alırım.
Konu Charles’lardan giderken araya Freud sıkıştırmak istedim. Diyor ki ; birine duyduğunuz öfke ve sevgi doğru orantılıdır, en çok sevdiğinize en çok kızarsınız… Şimdi o gece herhangi bir X kadını bu evde olsaydı, aynı ortam olsaydı ve ben gidiyorum deseydi “siktir git” derdim.Ki demişliğim vardır,keyfimi kaçırdı diye kovduğum insanlar da oldu.Ben seninle keyifli,kaliteli aşk dolu zamanlar geçirmek istiyorum…Herhangi bir insanın gidişine delirmedim ben, senin gidişine delirdim.Sürekli kalmayacağını biliyordum ama bir şekilde plan yapmıştım…Zaten bombok ettim her şeyi…Bu durumun içerisinde planlardan ve senin gidişinden daha önemli birkaç nokta var.Kaç gündür düşünüyorum onları buldum ve sanırım bu yazı tahmin ettiğimden çok daha uzun olacak.Pek çok şey aklıma geliyor, bunları aklımda tutacağıma seninle paylaşmak istiyorum.
Şimdi senin belli konularda travmaların var, bunlar hiç hoş durumlar değil.Sana sesimi yükseltmemem lazımdı,bir şekilde kolunu ya da oranı buranı tutmamam, cinsellikte istiyorsun diye bile sert davranmamam lazımdı.Bunlarla ilgili gerekli önlemleri alacağıma emin olabilirsin.Bir insanı sevmek ona her şeyi yapma hakkını bana ,bize hiç birimize tanımıyor.Bunu idrak ettim.Ben hiçbir ilişkimde karşı tarafa istediklerini yaptırmaya çalışan taraf olmadım. Ben her türlü açık iletişim taraftarıyım.Kişiler ilişkide bulundukları insanlara istek ve taleplerini,sınırlarını belirtse ve bir uzlaşı sağlansa…Çünkü bazı durumlarda anlamak çok zor olabiliyor.Senin sadece şunu anlamanı ve buna inanmanı istiyorum… Sen 2 Ağustosta “ben seni kalbime aldım amk” dedin ve ben 4 Ağustosta seni görmeye geldim ya… O günden beri yerde yürümüyorum,bulutların üstündeyim,aklım,fikrim,mantığım,analiz yeteneğim falan orada kaldı… Sen de kaldı. Seni yanımdayken bile özlüyorum,gözlerine baktığımda içimde fırtınalar kopuyor,avuçlarının içini öptüğümde kutsal bir şeye dudağımı değdiriyormuşum gibi hissediyorum,sana dokunduğumda yeni doğmuş bir bebeğe dokunuyormuşum gibi his kaplıyor içimi…Benim yollarım seninle tanışıncaya kadar hep çıkmaz sokaklarla doluydu ama seni tanıdıktan sonra o çıkmaz sokaklarda ki duvarları yıkmaya başladım ve her yıktığım duvarın ardından ya masmavi bir deniz, ya nadide çiçeklerle bezeli bir bahçe,ya koskocaman masmavi bir gökyüzü çıktı karşıma.Seninle beraberken saatler su gibi akıp geçiyor,hayatım boyunca hiç kimseye bu kadar derin bir tutkuyla aşık olduğumu, duygularımın bu kadar derin olduğunu hatırlamıyorum.Çünkü kimse yüzüme senin gibi bakmadı,kimse de sende ki utangaçlığı görmedim.Sen hala değer yargılarına önem veren, bunları sonuna kadar özümsemiş ve yaşamaya çalışan bir kadınsın.Bu tarafına da çok saygı duyuyorum. Tekrara düşmeyi sevmesem de söylemek zorundayım.Beni bugüne kadar kimse senin gibi tımar edip törpüleyemedi.Ben kimse için değişmeyi göze almadım, istemedim.Ama her şeyi senin için yapacağım.  Seni korkuttuğum için, kırdığım için, travmalarına yeni bir travma eklediğim diğerlerini de tekrar açığa çıkarttığım için çok üzgünüm.Böyle olsun istememiştim.
Öfke kontrol seminerinin ikinci gününde şöyle bir şey anlattılar. Eğer gelişme şansımız elimizden alınıyorsa,bulunduğumuz ilişkide değer göremiyorsak,hakkımız yeniyorsa,kıskançlık,üzüntü,yalnızlık,merak,itilmişlik hissi,kaygı ve hayalkırıklığı öfkeye neden olabiliyormuş ve ikinci gün anlatılanlarda dilimizi değiştirmemiz gerektiği bize öğretildi.  “Sen dili” yerine “ben dili” kullanmamız lazımmış.Bunu uygulayacağım.Ve başlıyorum.
Kendini benim yerime koymanı istiyorum.Ben evine geliyorum şu kadar kalacağım diyorum ve içinden planlar yapıyorsun.Şurada yemek yeriz,şuraya denize gideriz,bir gün sahilde yürürüz,şöyle severim, böyle öperim, böyle koklarım,beraber uyuruz,onun yanımda olması bana huzur verir diye içinden geçiriyorsun ve birden kalkıp gitmek istediğimi söylüyorum ve diyorum ki “kedilerimi özledim,bu gece de beraber uyumayalım”. O anda ne hissedersin? Birine çok aşıksın,çok seviyorsun her şeyi değiştirmeyi göze alarak bunu bir düşünüp çıkarım yapmanı istiyorum.Aynısını yapsaydım nasıl hissederdin?Ben aynı evde yaşadığım kadınla 1.5 ay farklı yataklarda yattım,bir tek gün tek kelime etmedim.Seninle ilgili duygularımda cinsellik 5/6. Sıralara bile denk gelmiyor, daha aşağılarda.
Hayal kırıklığına uğradım, kendimi değersiz hissettim,seninle güzel günler geçirme hakkımın çalındığını hissettim.Giden normal birisi değil ki, sevdiğim kadın, aşık olduğum, uğruna öleceğim bir kadın, yanımdayken bile özlediğim insan, gözlerine baktığımda mutlu olduğum,bir tanrıça gibi kutsallaştırdığım insan gidiyor.Ben bugüne kadar kimseyi alnından öpmedim mesela,beni bir kere öğretmenim alnımdan öpmüştü. Yine bugün değişik bir adamdan bahsettiler.James Averill isminde.Bu ismi hiç duymamıştım ve bu vatandaş şöyle diyor…Aşağı yukarı Freudyen bir bakışacısı var..
“Daha çok sevdiğimiz ya da tanıdığımız kişilere öfke duyarız bunun nedeni ise tepkileri kestirebilmekle “ilişkisi olduğunu söylemiş. Öfke ve korkunun fizyolojik etkileri aynı; kalp hızının artması, ellerde terleme,göz bebeklerini büyümesi,terleme vs…Bu seminerlerde şunu öğrendim ve anladım ki “ben senin gitmenden, sensiz kalmandan korktuğum kadar hiçbir şeyden korkmamışım bugüne kadar”. Öfke nedenlerinden birisi de yoksun kalmakmış. Senden yoksun kalacağımı düşünmüşüm demek ki… (hayatımda ilk defa ne düşündüğümü bilemeyecek durumdayım.Ben normalde ne düşündüğümü bile düşünürüm) Çünkü insan pek çok şeyden yoksun kalabilir,ekmek,su,bazen az havalı ortamlarda da kalırız,zor durumlarda da kalırız.Bunların hepsiyle bir şekilde başedilir ama senin yoksunluğunla baş edebilmek imkansız.Gittiğinden beri bu evde durmak istemiyorum,her yerde bir izin bir hatıran var.Senin kahkahaların ve sesin olmadan bu ev bir hapishaneden farksız, burada olmaktan,sensiz olmaktan,sensiz aldığım nefesten ve yaptığım her eylemden nefret ediyorum.Yapmamam gereken iki hata yaptım.En sonuncusu bomboktu. Yakaladığımız çok güzel bir şeyin bu şekilde bitmesi ve bunun nedeninin ben olmam kendimden yeterince nefret ettiriyor zaten.
Tedavi işine hızlı bir giriş yaptığımı düşünüyorum ve maksimum verimi alacağımı düşünüyorum ve bunun için elimden geleni yapacağımdan şüphen olmasın.Ben senden değer gördüğümde çok ama çok mutlu oldum, sana da yeterince değer verdiğimi düşünüyorum ve belli bir süre sonra bana birden böyle değersiz hissettirince öfkelendim. Çünkü senden böyle bir şey beklemiyordum. O anda kendimi nasıl değersiz hissettiğimi öfkeyle dışa vurdum. Senin gözünde kedilerin kadar bile değerim olmadığını düşündüm, senden yoksun kalacağımı düşündüm. Çok kötü hissettim ve bunu böyle dışa vurdum.Tamam ben öfkeli bir insanım ama asla bir insana fiziksel şiddet uygulayacak birisi değilim,Senin travmaların olduğunu, tekrar bağırmamam gerektiğini sana olan aşkımdan sevgimden kendimi değersiz hissetmemden çok çok fazla tepki verdiğimin farkındayım. Yaptığımın hiçbir şekilde bahanesi olamaz, ben bunu ne şart altında olursa olsun yapmamalıydım.Şimdi aklından geçenleri biliyorum “televizyonda kadınları öldürenlerde bu argümanlarla konuşuyorlar” diyeceksin.Ben sana kıyamam, ben sana böyle bir şey yapamam.Kendimden bu kadar emin olmasam bu kadar net cümleler kurmazdım.Beni az çok tanıdın ben biraz tezcanlı bir insanım, birini seviyorsam ya da sevmiyorsam net olarak söylerim, bütün her şeyi ifade ediş biçimlerim nettir benim. Sana duyduğum sevgiyi bu  kadar derin hissetmesem, senden hiçbir beklentim olmasa, benim için sıradan birisi olsan bu kadar öfkelenmez, gideceğin zaman deliye dönmez,bu kadar büyük acılar çekmezdim. Seninle olan her şeyin masal gibi gitmesini hayal ediyordum hiçbir şey istediğim gibi olmadı. Belki de bu kadar güzelliklere  yönelik düşünmemeliydim bilmiyorum. Her şey olacağı gibi olmalıydı.
Ama ben her şeye rağmen hala seni çok seviyorum, hala sana tapıyorum, seni herkesten ve her şeyden çok istiyorum.Bu söylediklerimin cinsellikle falan alakası yok.Biz birbirimizi çok iyi tamamlıyoruz,çok iyi anlıyoruz.Sen benim  eksik yanlarımı tamamlıyorsun, birbirimizi iyileştirebiliriz, başka yardımlar alabiliriz, masal gibi başlayan hiçbir şey bu şekilde sonuçlanmamalı. Biz birbirimizin hayallerindeki insanlarız.Ben tedavi olacağım, beraber tedavi olacağız ve her şey muhteşem olacak.Buna olan inancım hala devam ediyor, hala seni deli gibi seviyorum, senden asla vazgeçmedim ve vazgeçememde.Şuna inan bugüne kadar hiçbir kadına karşı sana hissettiklerimi hissetmedim, hiçbir insanı seni kaybetmekten korktuğum kadar korkmadım. Bir vazo alırsın, kırılmaması için en kuytulara saklarsın,korumaya alırsın ve gider oraya çarpar kırarsın.Olan tam olarak buydu. O günden beri düşünüyorum da biz nasıl  o duruma geldik?
Dönüp dolaşıp aynı şeyleri yazmak ve sana okutmaktan ziyade daha başka şeyler yazmak istiyorum.Bugüne kadar sana söylediğim o “kaba söz” dışında söylediğim tüm sevgi sözcüklerini içimden gelerek söyledim, hepsi kalbimin ufacık kalmış kırılmamış noktasında hayat buldu ve nefesimle birleşip ağzımdan döküldü, yazıya dönüştü.Bir hayalim vardı benim,sana bile anlatmadım.Belki bana deli dersin, belki daha çok uzaklaşırsın bilmiyorum.
Bir kadın sevmeli dedim,ama böyle sadece güzelliği için falan diye değil. Deli olduğu için çok sevmeliyim,gözlerine baktığımda kalbimin ritmi değişmeli, ellerini tuttuğumda ruhumda ateşler yanmalı,beni öyle sevmeli ki bunaltmalı,bugüne ne kadar kimseyi onun gibi sevmediğimi gözlerimden anlamalı,derinlere inince keşfetmeliyiz birbirimizi,canımı yakmalı sevgisi,nefes aldırmamalı, ölümüne kıskanmalı ama canımı da yakmamalı.Gözüm sadece onu görmeli, sadece birbirimize ait olmalıyız. Birgün otobüste yaşlı bir çift gördüm, ikisinin de kamburu çıkmıştı.Yaşlı adamda fötr bir şapka, kadının boynunda ise bir fular vardı.İkisi de eski İstanbul insanları olduklarını belli ediyorlardı, yaşları 85’in üstündedir sanırım.Onlara bakarken sonradan fark ettim yüzümdeki gülümsemeyi.Bunun neden olduğunu anlamlandıramadım. Benim jetonum bazen çok sonra düşer… Evet o insanlarda neyi bulduğumu anladım. Düşünsene 85 yaşın üstündesin ve hala el ele yürüyorsun.İşte o anda anladım ki benim yıllar yılı düşündüğüm şey tam olarak buymuş.Beraber yaşlanacağım, yaşlandığımda bile beraber yürüyeceğim,beni o zaman bile sevecek, birbirimize o aşkla bakacağımız bir aşk.Ben bunu senin gözlerinde buldum,sesinin ahenginde, ellerinin sıcaklığında,kızgınlığında buldum,gözlerinin dolmasında.İnsanları iyileştirmeye çalışmanda, bir şekilde ayakta kalmaya çabalamanda. Ben hayatı seninle gördüm, bir hayat varmış dışarıda, sen varmışsın ya. Seni  tanıdığım ilk günden beri kendime kızıyorum “neden seni daha önce arayıp bulamadım, buldum da bu hale getirdim” diye.Bunun tek sorumlusu benim.Sen varmışsın ya, Burcu diye bir kız varmış, 150 cm boyunda ama dimdik böyle,mangal gibi yüreği olan, içinde çıkmazları olan ama direnen. Karşısındakine erkek gibi hissettiren ama sonra onu yerden yere vurabilen. Ben kolay kolay dağılmam, senin gidişin dağıttı beni. Senin gülüşün var etmişti, varlığın, sevgin. Ben sana hiç inanamadım be, ne yaptım da bu kızı hak ettim diye düşünüyordum hep. Hala düşünüyorum.Ve ben bilmiyorum artık var mısın yok musun? Ben hayatımda bir kere babam için her şeyi değiştirmeyi  göze almıştım. Şimdi senin için değişmeyi göze alıyorum.  Ben bilemedim seni kaybetmemek için ne yapmam gerektiğini,ne yapsam kırılmaz derken, bu kadar çok severken, mantıklı davranayım derken her şeyi berbat ettim.Ah Burcu keşke sana kalbimin için gösterebilsem.Bana bunu ister çok gör, ister çok görme bir şey diyemem ama ben kimse tarafından senin gibi sevilmedim, kimseyi senin gibi sevmedim.Böyle bir durumu bulduğumda kaybetmemek için ne yapmam gerektiğini çözemedim ki. Ben senin elinden tutup ölene kadar yürümek istedim,gözlerinde dinlenmek, kokunla sakinleşmek, varlığınla var olmak, sevginle hayata tutunmak, sesinin büyüsünde kaybolmak,ruhunun en derinlerindeki acıları bulup onları söküp almak istedim ve bilmeden o acılara bir yenisini ekledim. Böyle midir aşk? Şunu sorgularken buluyorum kendimi ; acaba her şey düzenli giderse bu aşk mıdır? Aşk biraz da kavga,kargaşa,karmaşa değil midir? Bu kadar fırtınalı bir şey gerçek,saf ve katıksız aşk değil midir? İnsan hiçbir şey hissetmediğine öfkelenir mi? Şiirde dediği gibi “hiç gerekmeyen yıllarda huzur,çok gereken yıllarda da fırtına/nasıl yaşanır onu anlatacağım”… demiş şair… Keşke çok gerekli yıllarda huzur olsaydı… Şunu da düşünmedim değil…  Ben gelecekte yani yaşlandığımızda  senin ellerini tutmak istiyorum, senin saçlarını taramak, iki büklüm de olsam bastona tutunarak bile senin ayakkabılarını giydirmek,saçlarını kurulamak ve taramak,kırışmış yüzlerimizde birlikte geçtiğimiz yerleri görebilmek, herhangi bir köyde , ülke de ya da şehirde sadece seninle olmak istiyorum.Seninle olduktan sonra nerede olduğumun bir önemi yok , sen olduktan sonra hiçbir şeyin önemi yok, benim senden başka kaybedebileceğim bir şey yok.Bugüne kadar kimseye yapmadığım bir şeyi yaptım ve sana güvendim, benim insanlara güvenmem 5/6/7 belki de daha fazla senemi alıyor ama seninle ilk karşılaştığımızda telefonu düşürmüştüm.Böyle hissettiren kadına güvenilmez mi be?Doğru yaptığıma eminim, senden korkuyordum korkmuyorum artık. Senden utanıyorum, sana yaptıklarımdan utanıyorum ve sana dair tek korkum kaybetmek.Ben seninle olan her şeyden mutluyum, mutluydum.Hep mutlu olacağım.Keşke seninle daha mutlu günler yaşama imkanımız olsa.Elimde olsa da tarihi tekrar 16 Temmuz 2022 saat 10:00 sularına getirebilsem ve her şeyi daha farklı yönetebilsem. Burcu ben seni kaybetmek istemiyorum.Ben bu ilişkiyi yönetemedim, al sen yönet.Beni istediğin gibi tımarla.Ama bu hayatın içinde seninle var olmalıyım ben.
 Ben seni tanıdıktan sonra bazı şeyler keşfettim.Seninle ve benimle ilgili.Senin sevgiye,benim umuda ihtiyacım var. Sen gelene kadar benim hiçbir şeye dair umudum yoktu, hiç olmadı, olmayacaktı. Sevileceğime inanmıyordum, hele senin gibi bir kadının seveceğine hiç inanamadım, inanmadım.Birden hayatıma sen girdin.Ben sana sevgimi belki yeterince gösteremedim, belki çok gösterdim bunalttım bilmiyorum.Ama sen benim umudumsun, sen benim sevgimi verdiğim en doğru en olması gereken kadınsın..Ben seni tanıdığım günden sonra sensiz geçen günlere,sensiz aldığım nefese,senin dışındaki insanlara ilgi gösterdiğim, zaman geçirdiğim için her gün lanet ettim. Benim bütün hayatım boyunca görmek istediğim, mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım,tekrar kazanmak için bir şans elde etmek için çabalayacağım tek ama tek kadınsın.Senin bana dönmen için ne yapmam lazım bilmiyorum, beni sevdiğini yazmışsın not kağıdına ona inanmak istiyorum.Seni tekrar görecek miyim bilmiyorum, tekrar dokunabilecek miyim bilmiyorum… Cinsellik falan umurumda değil sesini duyabilecek miyim?gözlerinin içine tekrar bakabilecek miyim? Aramızdaki bu büyük aşk ve sevgi böyle mi nihayete erecek?Böyle olmamalı, hiçbir şey bu kadar çabuk bitmemeli…Birbirimizi tanıma aşamasında bunları çözebilmeliyiz.Ben artık senin sınırlarını biliyorum. Ben sensiz nefes alamıyorum Burcu
Sana bağırmamam,ağzıma sıçsan da sesimi çıkartmamam gerektiğini, asla kötü bir söz söylememem gerektiğini,sürekli mıç mıç yanına sokulmamam gerektiğini,yanımdayken bile bazen uzaktan sevmem gerektiğini,içinde ki terk edilme korkusunu ve bunu tekrar yaşarsan bir daha toparlanamayacağını düşündüğü, benim her tartışmadan sonra profili kapatmamın sende bunu hissettirdiğini,sürekli hata yaptığım için “bu nereye kadar devam edecek” diye düşündüğünü,senin huzur ve sükunet istediğini,bazı durumlarda sessiz kalmam gerektiğini, yoksa sensiz kalacağımı anladım.
 Ben senin bana “Burcu” olarak geldiğini anladım,gittiğinde de dönüşümünü anladım.Bunun için özür dilerim.Belki sana bunu anlatmamam lazım belki çok kızacaksın ama söylemeliyim içimde kalmasın.Sen hep kendi istediklerin olsun istiyorsun,zaten genelde bir ilişkide genelde kadının dediği olur.Sen de istediğin her şeyin olmasını en çok hak eden kadınsın.Hem benim sevgilim olduğun için, hem seni her şeyden çok sevdiğim için,hem de tarzın böyle olduğu için…Ama 100 konudan %95’i senin dediğin gibi oluyorsa 5 tanesi de benim istediğim gibi olsun ki ben de kendimi “adam” sanabileyim.Bu %5’e cinsellik dahil değil.Yani cinsellikle ilgili isteklerim bu %5 kotasının içine dahil değil.Cinsellikte sen ne istiyorsan o olmalı, senin bu konuda sonsuz hakkın var ve rahat etmen,hazır hissetmen lazım.Yani o gece sen “ya tamam, bir gün fazladan kalayım” desen yine bu olmazdı.Bende bir parça değer gördüğümü anlardım.Orada çok kırıldım mesela.Bunu bana başka birisi yapsa önemsemezdim, senin tarafından bu duruma maruz kalınca çok öfkelendim…Sensin ya, sen… Sen  bana böyle bir şey yapmazsın ki.Ve ben de yapmamam gereken bir şeyi yaptım.
Bundan sonra ne olur bilmiyorum,ben hayatımda ki en mutlu günleri seninle geçirdim, bundan sonra da senin yönettiğin bir ilişkide , ikimizin de mutlu olduğu bir ilişkide beraber olmayı her şeyden çok isterim.Ben seni kaybettiysem kaybedeceğim başka bir şey kalmamıştır.Ayrıca bizim birbirimizi tanımamız için birlikte zaman geçirmemiz lazım.Benim farklı planlarım vardı.Denize gideriz, lunaparka gideriz,işte farklı şeyler yaparız,deniz kenarında kitap okurum,bir gün Ağvaya gideriz, şarap içeriz,bir yerde otururuz, doğa ile birleştirip Burcunun resmini yazıyla çizerim gibi pek çok planım vardı.Aniden kendimi  çok değersiz hissettirdiğin için çok öfkelendim…Ama sen gittiğinden beri halim itten beter,kendimi saçak altına sığınmış ıslak kedi yavrusu gibi,çaresiz,kimsesiz ve ürkek hissediyorum.
     Aşka gönül ile düşersen yanarsın, zeka ile düşersen kavrulursun, akıl ile düşersen çıldırırsın,
Duygu ile düşersen gülünç olursun… aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın; ezilirsin. Sersem sersem bakıp durma;  bir yol seç demiş üstad. Hal bu ki ;hayatta bir yolu var mıdır seçmemenin? aşktan kaçmamanın? kim demiş kalabalıkların ezdiğini…  biçare biçtiğini… Akıl mıdır aklı selim? zeka mıdır kalbi ferah? duygu mudur komik? Aşk mıdır gerçek? Düşmenin kalkmakla eş değer olduğunu öğrenmedi mi kalp? onaylamadı mı beyin? Ya seni gördüğümde yanan alevler nedir? sen bana bakarken kavrulan ten…  ezilmenin verdiği rahatlık,  gönülün koyduğu sitem gülünçlüğün verdiği şüheda… söyle kim karşı durabilir ki bunlara? Hem kim bilebilir ki sersemlikten sarhoş olduğumu? Öyle değil midir gençlik? hani hani iki nokta vardı konulan ardına.. Ben tam olduğumdan beri yuvarlaklı değil midir köşelerim? sen şimdi hiç bunlara kafanı yorma. İki eşitti bir değil mi sonuçta?
 Ben istiyorum ki ;nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım sabah uyandığımda sana uyanayım,seninle nefes alayım,ellerini tutup gözlerine baktığımda kalbim deli gibi çarpsın,ruhum çalkalansın,seni düşünmekten çıldırıyorum zaten, aklımı tamamen sana teslim edeyim, sadece senin tenini tanıyım,başka tenler aramıza girmesin,senden başka bir duygu istemiyorum.Bütün benliğimi sana esir ettim ben… Bir sonbahar elele yürürken yapraklar üzerimize dökülsün,beraber yağmur altında kalalım ıslanıp hasta olalım,saçlarını kurulayayım,saçlarını tararken yanaklarına dokunabileyim,gözlerine baktığım her an bana yeni bir umut ol, sana her dokunduğumda sevgim ruhuna işlesin,gökyüzü gibi özgürlük, denizler gibi ürperti ver… Ruhum,bedenim,kalbim,aklım,mantığım,düşüncelerim,damarımda akan kan bile senin olsun istiyorum.Böyle çok severken… Beni böyle koyup gitme ne olur… Her şey ama her şey düzeltilebilir… Zaman kaybolmaz Burcu…Bu zamanı boşa harcamayalım,birbirimizde sevgiyi bulduk,birbirimizi tanıma aşamasındayız ve seninle beraberken aşamayacağımız hiçbir sorun yok.Sen çok güçlü bir karaktersin, bende çok güçlü bir karakterim.Bütün zaaflarımı,hassas noktalarımı biliyorsun ve bana buralardan vurmayacağını biliyorum.Sen benim ailemden bile yakın oldun bana.Ben de sana zaaf noktalarından vurmam, vuramam.Sen benim için şu hayatta ki her şeyden değerlisin, herkes gitsin sen kal, dünyada kimse kalmasın ama sen kal,ben öleyim ama sen kal,her ne olursa olsun hiçbir şey bitmek zorunda değil…Sen gitmek zorunda değilsin,ben hasta olmak zorunda değilim.Ölüm olmadığı sürece her şeye bir çare bulunur.Ben bir çare buldum,senin kırgınlıklarına travmalarına da bir çare buluruz.Ben buna eminim,seninle beraber olduktan sonra aşılmayacak zorluk yok,sen olduktan sonra başarılmayacak hiçbir şey yok, sen olduktan sonra kazanılmayacak hiçbir savaş yok.Sen varsan var dünya sen yok o da yok.
İki farklı şehirde aynı durumdan dolayı farklı acılar çeken insanlar.İşte bu iki şehrin hikayesi…Bir şehirde hayat hızlı içinde yaşayan yorgun,çaresiz,umutsuz,aldığı nefesten bıkmış, oturduğu koltuktan kalkamayacak durumda bir adam. Bugün Erdal defalarca aradı,sonunda açtım.Bir şeyler söyledi ama anlamadım. Bir şey kötü bişeyin kötü gibi laflar söyledi.Kötü olduğumu bilmiyordum öğrenmiş oldum.Bilmiyorum ne diyim.Diğer şehirde ise hayat sakin,içindeki kadın kırgın,kırılgan,bulduğunu sandığı şeyin gerçek olmadığını düşünüyor, o da diğerleri gibi diyor mesela…Sonra bir savaştan daha mağlup çıktığını düşünüyor,kaçmak için elinden geleni yapıyor, hem son yaşadığı durumdan hem de aşktan korkuyor.Cesaret etsem daha farklı olur muydu diye düşünüyor.Bu adam benim için gerçekten savaşan tek kişi diye düşünüyor.Ama tekrar kırılmaktan da ölesiye korkuyor.Oysa ki samimiyet ve güven bulduğunu düşünüyordu…Tekrar adım atabilmek için kaderin bizi bir araya getirmesini bekliyor,ağırdan alıyor…  Yorgun adam ise kaybedilecek bu zamanı her şeyi düzeltmek, tamir etmek ve bir daha bozulmayacak hale getirmek için kullanmak istiyor.Çünkü bunun son savaşı olduğunu biliyor.Evet sen benim son savaşımsın.Senden başkası için savaşmayacağım, ben ya bu savaşı kazanırım ya da kaybederim.Duyguların zor bulunduğuna ve kolay kaybedildiğine inanıyorum,hayatın akışı içerisinde bir şekilde bir araya geldik,çok masalsı şeyler yaşadık. Senin beni kalbine aldığının farkındayım,ben ise sana bütün benliğimi verdim.Ben seni kazanmak için verdiğim savaşı kaybetmek istemiyorum.Eğer bu savaşı kaybedersem…Bir daha savaşacağım bir durum olmayacak.Gel birbirimizin yaralarını saralım,ben senin gözlerinde bulduğum şeyi kaybetmek istemiyorum,sesindeki ruhu istiyorum,içindeki kırılganlığı,fotoğraflara bakarken dolan gözlerini.Çıkmaz sokaklarımın kapılarını açtığın gibi , ikimize de iyi gelmeni istiyorum. Eskiden hep “ben öğrenmem öğretirim” derdim.Senden çok şey öğrendim,daha pek çok şey öğreneceğim.Hocam sen olursan ben çok kolay öğrenirim. Hangi şehirde olursak olalım,hangi maddi manevi imkana sahip olursak olalım , ne yaparsak yapalım birbirimizde bulduğumuzu başkalarında bulamayız.Buna eminim ve her ne olursa olsun senin olmadığın her yer eksiktir,senin sesin ,nefesin,bedenin yoksa orası değersizdir.
 Ben seni çok ama çok seviyorum,bu sevgimizi kaybetmeyelim.Ben en büyük cezayı seni kaybederek,sesini duyamayarak çekiyorum zaten.Bundan bir fazlası ölüm.Eğer hayatımda sen olmayacaksan zaten yaşamanın da anlamı yok.Bu dünyada senden önemli, senden yaşanmaya değer hiçbir rüya yok.Sen benim hayallerimsin,şarkılarımsın…
1 note · View note
intiharsalegilimler · 2 years
Text
dün orada olmayan bir duvar
dün orada olmayan bir karartı
dün oradan bakınca
kuşların çırpınışına ve ağaçların öldüğüne dair
acıya... derin acıya dair
şaşkınlık ilmiyle yazılmış
yani kısa kader. uzun yara.
yerin altında isyan bir demir
isyan bir sessizlik obruklar dolusu
pabuçları yalan ayakları kadar
yalan yamaları dizlerinde
gerçek karnında bir bıçak
ve karnında kıyam
ve gün dediği,
puslu gözlerinde hep ağrıyarak.
yani gözleri yeşil değil aslında karadır.
iki kanama arasında hiç ölmeyen
yara bere içinde bir çocuk
deniz diyorsa eğer, mavi değil
hiç kabarmayan bir karadır.
rayların ertesidir kül benizli atları
dün orada olmayan bir ihtiyaçla
kül benizli çocukların taş ağızlı atları
bulut bir kaybolmak
sızı bir unutulmak
tokat bir pişmanlık.
vakti gelmeden.
her yaranın bir kutusu var
sürgülü ve kırık
ve keskin
ve yüzüne sığdığı kadar
yaraları taranmak ister
yaraları görülmek.
-yaralar hep aynı karanlık-
sırtını karayan çapraz bir anıyla
adını şehvet koyacak kadar
kendi hesabına olmayla.
olacak kadar.
adamlar tanımadıkları hisli göğüsler hakkında
adamlar yazılmış kısa hikayeler.
hep yalan mı!
kül benizli çocukların
uyanık kalmak için
dinlediği hikayeler.
göğsünde tanımadığı adamlar
göğsünde yalanlı toprak izleri
göğsünde analı yalnızlık
gitmediği yerler
kendinden koparcasına
yuttuğu inkarı doğrularcasına
yetim!
ayağını kaldırsa
ayağı karınca yuvası.
her ölümle ayrı hemhal
en çok bir sevilme sonrası.
trensiz.
yani hiç gidememiş.
hele arkasında bir baba var
öyle ışıksız. kuytu ve damarsız.
yani unutulmuş
yaratılmış geceye.
ve güne yarım bırakılmış.
ki kadın
o adam
o her şeyi bilen taşlar
geceye hep eğri
ve keskin
yağmaya başlar.
bunu daha çok unuttum.
acıtmayalı.
ve hikmet. ıslak hamur kokusu.
ve halvete çeyrek ten ayıbı.
çeyrek kan. kanamadan.
kabil'i anlamadan
iyi de
nasıl?
0 notes
yazarkisisi · 3 years
Photo
Tumblr media
koca kıçlı hayaller 
... 
Bir sağa, bir sola koca kıçını devire devire elinde iki mumla cama doğru yaklaştı. Her akşam muhakkak iki mum yakar daha sonra da koca kıçını camının önündeki koltuğuna yerleştirirdi. Kimseyle muhabbeti olmaz, selamı olmaz, şikayeti olmaz kendi halinde, yaşlanmaya yüz tutmuş bir kadındı. Sesini bir kere olsun duyacak olsam öleceğimi düşünürdüm ama bakışlarıyla çok karşılaşmışlığım vardı. Hiç mi konuşmazdı, iki kelam etmezdi. Belki de unutmuştu var olan tüm kelimeleri, bilinmezdi ama konuşmamasına rağmen çok güzel hikayeler yazdığı söylenirdi. İşte geceleri de o iki mum ışığının altında elinde bir kalem, bir defter başlardı yazmaya. Gençliğinde çok okunmuş olan hikayelerinin olduğunu duyardım ama şimdilerde yazdıklarını bile sadece kendine saklardı. Ben ise meraklı gözlerle karanlığın çökmesiyle camdan cama izlerdim. Başını eğmesiyle ne beni görürdü, ne de unuttuğu dünyayı. Daha da unuturdu, daha da buradan, bu yaşamdan uzaklaşırdı o tuttuğu kalemle birlikte.
Gençliğinden tanıyanlardan duyduğum kadarıyla hayata küskünlüğü çok gençken başlamış. Hayattaki şansızlığını ise yanlış bir aşka tutunarak anlamış. Oysaki hayalleri ise hep bir Türk filmiymiş. Şimdilerde komik ve değersiz hatta imkansız gibi gözüken o filmlerdeki duyguları aramış, bulamamış. Hep çok sevmiş, hep çok emek vermiş ve hep koşmak zorunda kalmış. Sevginin yüceliğine o kadar inanmış ki sevmeden yapamamış hiçbir şeyi. Sevgiymiş onun kalbini büyüten, yaşamda tutan, umut veren... Bu yüzden de çok kırılmış. Ne zaman çok sevse kaybetmiş, unutulmuş, yok sayılmış, seçilmemiş ya da önemsenmemiş. Sevgisinin yüceliğinin gerçek değerini hiç bulamamış. Her gelen; "Seni seviyorum" demiş ve gitmiş. Duygular ve kelimeler ve hatta hayalleri bile zamanla anlamını yitirmiş, yorgun düşmüş. Yaşadıkları sayıyla ölçülmez belki ama kalbinin yorgun düşmesine sebep çok olmuş. Her şey bir yana duyduğum hikayelerinde hep bir adamdan bahsetmiş. Neredeyse tüm hikayelerinde aynı adamı tasvir etmiş. Tutulduğu yanlış aşkın adamıymış. Oysaki o adam ne kadar şanslıymış bu sevgi karşısında ama adam hiç sevmemiş. Senelerini, gençliğini, ruhunu, bedenini, kişiliğini her şeyini bu adam uğruna vermiş ve ondan sonra da başlamış hayattan geri çekilmeye. Kalbini yoran sevgisizlik karşısında çaresiz kalmış. Elbette başka adamlar girmiş hayatına ama tek bir yanlış adam peşin sıra yanlışları getirmiş. Yanlışların içinde güzel hayallerinin olduğu hikayeler çok yazmış ama çoğu zaman bunlara kendisi bile inanmamış. İşte o zaman yazmaktan daha da zevk almış. Belki başka bir dönemde yaşasaymış beslendiği acının getirdiği sefaletle çok ünlü bir yazar olabilirmiş. Şansızlık bu ya! Şimdi ölümüyle beraber bile biz insanlar bu duyguların önemini anlamayacağız.
Neden ona koca kıçlı derlerdi? Bu soruyu ilk çözemedim ama zamanla kulaktan kulağa gelen hikayeleri, hayata küskünlüğü ve ölümü dört duvar arasında bekleyişiyle bu sorunun cevabını buldum. Aslında koca bir kıçı yoktu sadece kendini hayata karşı kapadığı, yenildiği ve var olmayan hayallerine küstüğü ve şanssız olduğu için koca kıçlı derlerdi. Bu söyleminde gayet farkındaydı. Öyle bir tavrı vardı ki zaten bunu çok önceden kendisi için ısmarlamış gibiydi. "Koca kıçlı" İster miydi böyle olsun, ister miydi neşesi, umudu kaçsın, yorgun düşsün istemezdi. Seçtikleri karşısında hep aynı sonla karşılaşmak da istemezdi ve sonra yalnız kalmak da... Yaşadığı her ne varsa kafasından kurmaca olduğunu, gerçek olmadığını bilmesi de onu bu hale getirmiş olmalıydı.
Ben bu düşüncelerle yoğunlaşmışken kafasını birden kaldırdı bana baktı, ben karanlığın içindeydim ama beni görebildiğini hissettim ve bu bir ilkti. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki sanki kendimle karşılaşır gibiydim. Bana gel dercesine bir hareket yaptı. Tedirgin oldum, kimseyle konuşmayan bu kadının benimle iletişime geçmesi ellerimi terletti ama merakıma yenik düştüm ve koşar adımlarla, evden hızlıca çıktım. Kadının kapısının önüne geldiğimde bir çuval kağıt yığını vardı ama kendisi yoktu. Zili çaldım, kapı duvar açan olmadı. Beni yanına çağırmasıyla bunları almam gerektiğini düşündüm ve çuvalı kucakladım. Birikmiş eşya kokusu ve acının kokusu vardı çuvalın içinde. Hangisi daha ağır basıyordu bilmiyorum ama cama koşup gidip baktığımda artık o, camda yoktu. Zifiri karanlıktı. Çuvalın içindeki kağıtları bir bir çıkarmaya başladım. Karalamalar, hikayeler, çizimler hepsi karışmıştı. Öyle bir şeydi ki bu sanki iki cam arası bir köprüydü artık bu hikayeler. Okumadan önce hepsini evin her köşesine yaydım. Son kalan birkaç kağıt parçasının altında bazı notlar vardı. Bana yazılmıştı ve notlarda bu hikayelerin artık bana vasiyet edildiğini ve ölümsüzlüğe ulaştırmam gerektiğini yazmıştı. Ne demek olduğunu anlamadım ve hikayeleri okurken çuvaldan çıkan acıların kokusu arasından sızdım kaldım.
Sabah olduğunda gözlerimi sokaktan gelen uğultu sesleriyle açtım. Boynum ve hatta bedenimin her yanı uyuşmuştu. Sürüne sürüne cama doğru ilerledim. Sokağın ortasında duran ambulans ve çevresini saran meraklılar oluşturuyordu bu uğultuyu. Kime ne olmuş, nasıl olmuş diye düşünemeden koca kıçlı kadının evinin camından gördüm ki ölmüştü. Dona kaldım. Ölmüştü ve hikayelerini, acılarını bana bırakmıştı. Biliyordu beni hep onu seyrettiğimi ve ben onun farkında olduğum için beni seçmişti. Artık onu yazdıklarıyla ölümsüzleştirmek, anlamlandırmak zorda olsa benim elimdeydi. Bende bu hayallerinin en inandığı bir parçasıydım.
İlayda DEMİRKAN
0 notes
ranaozkan · 4 years
Photo
Tumblr media
67/365 Dunya Kadınlar Gunu🤔 ''Bir Muhteşem Güneş''adlı bir kitap'ta bir cümle vardı.Bu ülkede herşeyin suçlusu kadındır diye! Ülke Türkiye değildi ama bir farkı yok,kadınlarin çektikleri heryerde aynı! Konuşursak darp ediliriz, dışarı çıksak adımız '' orospu'' olur, tecavüzu hak etmiş oluruz. Öldürülürüz, suçlanip, katilde haklı yön ararız. Birde utanmadan yok anneler günü yok, kadınlar günü kutlarız😤 --- Birçok paylaşım gördüm hepsi çok değerli ama hep bir başlık unutulmuş gibi 😿Soramazsın adlı bir YouTube kanalı var.Bir bölümünde ''Ensest Mağduru'' bir kadını,konuk alıp sordular.Ensesti anlatacak kelime yok, bulmak mümkün değil. Ama bu hikayede ensest kadar beter bir şey daha var.Enseste uğrayan kadının annesi ve yengelerinin tutumu! Ensesti yapan kişi(baba), maddi kaynak sağladığı için hickimse o adama birşey demezken,onlar mutlu mutlu kocalariyla hayatlarına devam ederken, mağduru '' orospu'' yerine koymuş bu kadınlar, üstüne dövmüşler ve hakaret etmişler, yapmadıkları eziyet kalmamış!! 😿Benzer bir hayat öyküsü ''Ayşe Tükrükcü'' nün yaşamında da görüyoruz. Çocuk yaşında tecavüze uğramış ve annesi kızını koruyacağına ona ''orospu''değip, asagilamis. Sonra hayat hikayesi erkeklerin kandirmalari, geneleve satılması daha sonra ise bir sivil toplum örgütü kurması şeklinde devam ediyor. Kadını dinlerken kadının gücünden gurur mu duysak yoksa yaşadıklarına üzülüp, utansak mi bilmiyorsunuz! 😿Üçüncü bir hikayem daha var. Tecavüz eden, kadınları dövüp sonra öldüren erkekleride kadınlar yetiştiriyor. Bir erkeğin, kadınlar para yemenin derdinde, o nedenle çalışmıyorlar dediğini duydum. Annesinide ''sülük'' olarak görüyor bu açıdan ve muhtemelen eşinide. Kendimizi neden bu kadar ezdirdik, nasıl bu hale geldik bilmiyorum ama bildiğim bir şey vardiysa ezik ve zayıf olarak görülüyorsan, herkesin seni ezdiği bir dünyada yaşıyoruz. 3 farklı senaryoda ortak olan şey ''Kadının Tavri'' ve eminim bu tavır farklı olsaydı bu hikayeler degisebilirdi. Konusulacak yerde susmamiz, susup yara sarmamiz gereken yerde bağırıp cagirmamiz nedeniyle kendi kendimizin cehennemine birkaç odun da biz atıyoruz farkında mıyız? Birbirimize önce bizim destek olmamiz lazim! (at Ankara, Turkey) https://www.instagram.com/p/CMIcIyvA3JE/?igshid=1xhj4k7pvm0u2
0 notes
bersidara · 7 years
Photo
Tumblr media
Müsveddeler. “Tekirdir tekerlenir bir saranı bulunmaz” diyen o adama....1- Anlatarak bitiriyorum hayatımı Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat Bir çiçek çizdim bu akşam avcuma İsmini herşey koydum. Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan. Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım Yıldızlı bir gecenin.Yıl 2000 Tekke ve zaviyeleri kapatıldı kalbimin Tombul güvercinler dolaşırdı kiremit çatısında Bulutlar akardı paçalarından, uğuldarlardı. Kuşların şarkılarından anlarım. Kimse hayra yormaz beni Kuşbaz ve uçmaya meraklı, Ütüsüz giyerim karabasanlarımı Sakarım, sık sık çarpar deviririm yazgımı İçimdeki suyu döktükten sonra işte, ondan sonra Şikayetim yok, rahatım. Taşralı ve safım. Yağmurda unutulmuş bir Tanrı’yla ahbabım Balkonda asılı kalır günlerce gökkuşağım, Deterjan reklamına çıkacağız biz ikimiz Tanrı’yla Ben böğürtlen lekeli çocuğu oynayacağım, O kirli beyaz gömleğim. Ah bir de şu gömleğe, göynek diyecek kadar Cesur olaydım.Teyzem öldü. Kırkı yeni çıktı En iyi hikayeleri ölüler anlatır Ölülerin anlattığı hikayeler İnşirah suresi gibi insanı ayartırKırmızı günleriyim ben takvimlerin Okullar tatil oluyor ben söz konusu olduğumda Şeker istemeye geliyor çocuklar. Oyun oynuyoruz, Sağlam bir halatla çekiyorum acıyı kendime doğru. Siyah iş günleri müdahale ediyor hayatıma Mor bir köşe yastığı gibi isyankar oturmak istiyorum, Ben oysa divanın en ucunda. Çorba pişirmek istiyorum, Sonra kalkıp ekmek kızartmak, Bıçağın ucuyla kazımak aşkı fazla kızardığında. Söyleyin ateşe, Ruhunu üflemesin benden gayrısına. Çiçek silindi bu sabah ellerimi yıkadığımda “Ellerim bomboş...” Kötü şiirlerden koru beni Tanrım Amin! Bir Doğuş şarkısı söyletiyorum bazen hayatıma: “Aramızda uçurumlar söz konusuyken” Uçurumlarda tenzilat varken hazır Uçalım, hadi uçalım Ben nasıl olsa Bu müsveddelerin ortasında yalnızım. ///Didem MADAK//// (Adıyaman, Turkey)
5 notes · View notes
gajder · 5 years
Text
Korku Hikayeleri Yazarı Genesis'ten Yine Etkileyici Bir +18 Hikaye "UYANDIRICI"
Tumblr media
Korku Hikayeleri Yazarı Genesis'ten Yine Etkileyici Bir +18 Hikaye "UYANDIRICI" Daha öncede başarılı anlatım tarzı ile korku ve aşk hikayelerini zevkle okuduğumuz GENESİS'ten yeni bir hikaye daha. Sitemizin değerli yazarı GENESİS'in "UYANDIRICI" isimli yeni +18 korku hikayesini bizler çok beğendik. Her birisi bir film senaryosu olabilecek güzellikte, yazıları ile bizleri büyüleyen ve giderek takipçisi çoğalan yazarımız GENESİS'e teşekkür ederiz. Bu etkileyici hikayeyi sonuna kadar okumanızı tavsiye ediyoruz. Genesis'in diğer etkileyici yazılarına da buradan ulaşabilirsiniz. Korku Hikayeleri Yazarı Genesis'ten Yine Etkileyici Bir +18 Hikaye "UYANDIRICI" Toprak ana öyle vefalı bir dosttur ki insanı ne hayatta ne de ölümde yalnız bırakır; nice cansız tohuma hayat vererek, yeşil dokunuşlarıyla yaşama yaşam katar ve yine o öyle büyük bir nimettir ki hiçbir fani gözün asla görmemesi gereken nice dehşet verici şeyi bağrına basarak, sonsuza kadar orada saklar. Çevresinde başka hiçbir yerleşim yeri olmayan bahçe evimizi köye bağlayan tek şey, yaklaşık bir kilometre uzunluğunda, etrafı sık kavak ağaçlarıyla çevrili, bakımsız ve dolambaçlı bir araç yoludur. Köyden bu yola çıkan biri; verimli yeni topraklara göç etmiş sahipleri tarafından uzun yıllar önce kaderlerine terk edilmiş ve kırık camlarının ardındaki karanlık odalarında, artık unutulmuş anıların hayaletlerinin sessiz adımlarla gezindiği yıkık dökük kerpiç evlerin arasından geçerek, çevresindeki hışırtılı kavak ağaçlarının koyu gölgelerinin, üzerinde ağır ağır dans ettiği kanal yoluna ulaşır. İçinde akan bulanık suyun yosunlu yüzeyinde iri kurbağaların tuhaf seslerinin yankılandığı sulama kanalı, tıpkı dilsiz bir yol arkadaşı gibi yol boyunca, yolcuya sol tarafında eşlik eder. Çok nadir olsa da belki kimi zaman, yanından geçilen yabani vişne ağaçlarının ötesinde su yollarını değiştiren, görünmeyen bir çiftçinin küreğinin takırtıları duyulur. Altındaki çakıl taşlarını gıcırtılarla ezen adımlar ilerledikçe ağaçlar seyrelir ve bir süre sonra yerini tamamen, çok uzaklardaki dağ yamaçlarına kadar uzanan geniş buğday tarlalarının kapladığı dümdüz ovaya bırakır. Sol tarafta kalan, mavi renkli sıra dağların üzerinde hafif bir yay çizerek yükselen güneş tüm ovayı sıcak bir ışık seline boğarken; yerden yükselen enerji yansımaları, içinde yabanıl yaratıkların hışırtılar çıkararak dolaştığı ekin tarlalarının üzerindeki görüntüleri eğip bükerek dalgalandırır. İlerledikçe bir süre sonra kavak ağaçları tekrar yolun iki yanını sarmaya başlar. İçi, birbirine dolanmış böğürtlen bitkileriyle dolu olan, kuru bir dere yatağının üzerindeki köprüden geçince; evimizin, tahta malzemeden yapılmış, iki kanatlı, bahçe kapısı görünür. Gıcırtıyla açılan kapıdan içeri girince, sol tarafta sıra sıra dizilmiş, güneş ışığını yansıtan sac kapakları insanın gözlerini kamaştıran, beyaz renkli, ahşap arı kovanları ve onların gerisindeki sebze tarlaları, meyve bahçeleri göze çarpar. Sağ tarafta ise önünde eski bir su kuyusunun ve üç gövdeli bir ceviz ağacının bulunduğu, sac çatısının saçaklarında parlak tüylü kedilerin güneşlendiği, küçük bahçe evimiz görünür. Şimdiki huzurlu günlerinin aksine Karayazı Köyü, adından da anlaşılabileceği üzere, bugün çoktan unutulmuş olan ama hala köyün bazı yaşlıları tarafından, yarım yamalak da olsa, kulaktan kulağa fısıldanan birtakım karanlık hatıraları geçmişinde barındırır. Bölgede yaşanılmış olduğu ileri sürülen, eski zamanlara ait bu söylentiler çoğunlukla cadılar ve büyülerle ilgilidir; ama yetişkinlerin, yaramazlık yapmamaları için çocuklarına anlattığı bu korku hikayeleri, bu küçük çocuklar ve yaşlılar dışında artık kimse tarafından pek ciddiye alınmaz. Buraya gelen insanları köyün girişinde, böğürtlen çalılarının etrafını çevrelediği, oldukça eski bir mezarlık karşılar. Kuru otların ve sarı dikenlerin arasında boğulmuş birçok mezar taşının yüzeyindeki yazılar silinmiştir ve bu taşların kime ait olduğuna dair kimsenin en ufak bir fikri yoktur. Mezarlığın önünden geçip köye inen ve her iki yanını da kavak ağaçlarının çevrelediği yolda ilerleyince, altında, içi sazlarla ve böğürtlen çalılarıyla dolu olan bir derenin aktığı köprüden geçilir ve içinde köy kahvesinin de yer aldığı köy meydanına ulaşılmış olunur. Bir zamanlar ölümün ve dehşetin kol gezdiğine inanılan bu köyün sokakları, artık çelik çomak oynayan neşeli çocukların cıvıl cıvıl sesleriyle dolup taşar ve yol kenarlarında, koyunlarını otlaklara götüren kaygısız çobanlar görülür. Kahve önündeki dut ağaçlarının gölgesinde oturan yaşlılar ise tüm gün boyunca tarım ve hava durumu hakkında konuşur; ama laf dönüp dolaşıp da evimizin kuzeydoğusundaki Dilek Dağı'nın eteklerinde bulunan tarlalara gelince, önce yüzlerindeki derin çizgilerde belli belirsiz bir endişe gezinir; sonra da laf, gayet başarılı bir şekilde değiştirilerek başka bir konuya geçilir. Çünkü bölge halkının, kötü şeyler hakkında konuşmanın kötülükleri davet edeceğine ve Dilek Dağı’nın şeytani bir mekan olduğuna dair bazı tuhaf batıl inançları vardır. Bu tepeye bu ismi verebilecek kadar bölge halkının kolektif bilincinde yer etmiş olayların, şimdilerde konu hakkında kimsenin net bir şeyler söyleyemeyeceği kadar uzun zaman önce yaşanılmış olduğuna inanılır. Aralarında ufak tefek farklılıklar olsa da söylentilerin hepsi aynı hikayeyi anlatır: Günün birinde köye genç bir şifacı kadın gelir; fakat köylüler, bu kadının birtakım bitkileri ve duyulmamış bir dildeki duaları kullanarak, o zamanın en amansız hastalıklarını bir çırpıda tedavi etmesinden o kadar çok etkilenirler ki onun kim olduğuyla ya da nereden geldiğiyle pek ilgilenmezler; çünkü hikayenin bir diğer versiyonunda, onun insan değil, cehennemden gelmiş bir şeytan olduğundan bahsedilir. Aslında bu gizemli kadının uçabilme yeteneğine sahip olduğuna ilişkin söylentiler de oldukça gariptir; hatta öyle ki bugün bile bazı yaşlı insanlar gece saatlerinde bir kanat sesi duyduklarında gökyüzüne hala ürpertiyle bakarlar. İnsanlar, köyde kalması için bu kadına çok dil dökerler ve Dilek Dağı’nda onun için bir kulübe inşa ederler. Günümüzde bazı kişiler bu kulübe meselesine şiddetle karşı çıkarlar ve ısrarla, bu yerin aslında doğal süreçlerle oluşmuş bir mağara olduğunu savunurlar; ama her iki görüş de bu yerin, Dilek Dağı’nda bir yer olduğunu kesin olarak ifade eder. Hikayeye göre bu yeri, şifacının ya da cehennemden gelmiş olan şeytanın kendisi seçmiştir; çünkü kendisi, insanların arasında yaşamaktan hoşlanmamaktadır. Yabancı, öncelikle kendisi için bir sunak yapılmasını ister ve insanlar, yabancının tarifleri doğrultusunda, hayvan kemiklerini birbirine sabitleyerek, görünüş itibariyle büyük bir ağacı andıran bir sunak yaparlar. Daha sonraki süreçte, hastalıklarına şifa arayanlar, dağın yamaçlarını tırmanarak esrarengiz yabancıyı ziyaret ederler ve yanlarında getirdikleri çeşitli hediyeleri ona sunarlar. Bu hediyeler genellikle kurban edilmek üzere getirilmiş olan büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar olur. Hayvanlar sunağın önünde kurban edildikten sonra etlerinden ayrılan kemikleri sunağın dallarının uçlarına sabitlenir ve böylelikle her kurbanla birlikte sunak biraz daha büyür. Kurban merasiminden sonra insanlar, gerçekleşmesini istedikleri dileklerini yazmış oldukları küçük kağıt parçalarını çaputlara sararlar ve bu bez parçalarını sunağın dallarına bağlarlar, sonra da dileklerinin gerçekleşmesini umarak evlerine dönerler. Şifacı gerçekten de hastalıkları iyileştirme konusunda yeteneklidir ve daha sonra köylüler, onun, hastalıkları iyileştirmenin çok daha ötesinde birtakım güçlere sahip olduğuna şahit olurlar; fakat köylüler ilerleyen zamanlarda daha akılalmaz ve yaratılışın doğasına aykırı isteklerde bulunmaya başlarlar ve yabancının gerçekleştirebildiği bu şeyler karşısında dehşete kapılırlar. Bir süre sonra bölgede korkunç olaylar yaşanmaya başlar ve bunlar o kadar kan dondurucu şeylerdir ki bugün bile bu konu açılacak olsa, bu hikayeleri anlatan yaşlıların gözlerinin dehşetle yuvalarından dışarı fırlamasına ve kırışık dudaklarının büzülerek, ağızlarının sımsıkı kapanmasına neden olur. Hikayeye göre bu yabancı yüzünden bu topraklar ve üzerinde yaşayan tüm canlılar lanetlenmiştir. Halk bir yaz günü dağın yamacında toplanır ve yüzeyindeki kuru otları tutuşturarak, önce yamaçlardaki korulukları, sonrasında ise tüm dağı ateşe verirler. Kimse, gözüyle görecek kadar, kadının öldüğünden emin olamamıştır; ama bu olaydan sonra köyde hayat normale dönmüştür ve o karanlık günler artık geçmişin sararmış, tozlu sayfalarında kalmıştır. İlerleyen yıllar boyunca yaşlı insanlar, geçmişte ataları tarafından işlenmiş günahların bağışlanması için camilerin avlularını doldururlar ve Yüce Yaratıcıdan af dilerler. Günümüzde gençler bu korku hikayelerinin, eski insanların safsatalarından başka bir şey olmadığını düşünürler. Bir noktada onlara hak vermek doğrudur; çünkü çoğu zaman, insanların zihinlerinde derin izler bırakacak kadar önemli olan birtakım olaylar dilden dile dolaştıkça, her anlatıcı tarafından üzerlerine yeni bir şeyler eklenir ve böylelikle orijinal hikayeler zamanla fantastik özellikler kazanarak, günümüzde efsane ve mitos olarak tanımladığımız anlatıları oluşturur. Bugün Dilek Dağının yamaçlarındaki koruluklar, geçmişte gerçekleşmiş olduğu ileri sürülen o yangından en ufak bir iz dahi taşımamaktadır. Böyle bir yangın gerçekten yaşanılmışsa bile, zarar gören koruluklar, dağın bir yanında kıvrılarak akan nehrin üzerinde sonradan inşa edilmiş sulama barajının bölge iklimini ılımanlaştırıp, yağış miktarını arttırmasıyla yaralarını kısa sürede sarmış ve eskisinden daha gür bir bitki örtüsü haline gelmiş olmalıdır. Aslında korulukların ıssızlığı insan psikolojisi üzerinde bu kadar ürkütücü bir etki bırakmasa, barajın manzarası ve yeşil yamaçların doğal güzellikleri, kendilerine piknik alanları arayan şehirli insanları kendine çekmekte oldukça başarılıdır; ama bu insanların buraya gelişleri genellikle tek seferlik bir ziyaret olur. Dağın eteklerindeki tarlalarını işlemeye giden çiftçiler bu insanlara göre çok daha huzursuzlardır ve oradaki işlerini bir an önce tamamlayıp köylerine dönmek için ellerini çabuk tutmaya özen gösterirler; çünkü bazen korulukların içinde yankılanan tiz çığlıklar ve şeytani kahkahalar duyduklarına yemin ederler ama çoğu kişi bu durumu, çocukken ebeveynlerden dinlenen ve şimdilerde yaşlıların ağızlarında dolaşan korku hikayelerinin şartlandırdığı zihinlerdeki algı yanılsamalarına bağlar. Yamaçlardaki korulukların birinde, hikayelerde bahsi geçene çok benzeyen bir sunak, ben kendimi bildim bileli aynı yerde duruyor; fakat bu, hikayelerde anlatılan sunağın ta kendisi mi, yoksa doğaüstü olaylara meraklı birtakım kimseler tarafından yapılmış bir taklidi mi, bu konuda kimse kesin bir şey söyleyemiyor. O kış günü onu gördüğümde bir hayli korkutmuştum ve oraya bir zorunluluktan dolayı gitmiş olmasaydım, muhtemelen oranın yakınından bile geçmezdim. Geçen yıl arılar kış uykusundan oldukça erken uyanmıştı ve bu kesinlikle beklenmedik, sıra dışı bir durumdu; fakat toplu halde kovanlarını terk etmeleri çok daha ilginç bir olaydı. Ocak ayının sonlarına doğru, güneşli bir öğen vakti tüm arılar yuvalarından çıkıp uçmaya başladı. Kapkara bir bulut gibi havada toplanan koloniler, sığırcık ya da balık sürüleri gibi sağa sola yön değiştirerek, korkunç bir uğutuyla akıyordu. Eşime ve altı yaşındaki oğluma eve girmelerini, tüm kapı ve pencerelerin kapalı olduğundan emin olmalarını ve ben aksini söyleyene kadar dışarı çıkmamalarını tembih ettim. Sonra, benim anlam veremediğim bu doğa olayı hakkında bir fikir alabilmek için, benden daha tecrübeli bir arıcı olan, yakın arkadaşım Erhan'ı telefonla aradım ve durumu ona anlattım. Telefonu açmadan önce yorucu bir şeylerle uğraştığı, bitkin ses tonundan anlaşılan Erhan'ın duydukları karşısında yaşadığı şaşkınlık, titrek sesine yansımıştı. “Hemen geliyorum.” dedikten sonra telefonu kapattı. Havada deli gibi dönenip duran arı bulutunun hareketlerini izlerken, bir süre sonra çıplak iğde ağaçlarının ötesindeki kanal yolunda bir traktör sesi duyuldu ve ses yaklaşıp, bahçe kapımızın önünde durdu. Kapıya vardığımda traktöründen güçlükle inmeye çalışan Erhan’ı gördüm. Ayakları yere basar basmaz, tek kelime dahi etmeden, alelacele kovanlara doğru yöneldi. Onun bu ani hareketleri havada dolaşmakta olan birkaç agresif arının dikkatini çekmiş olmalı ki aniden başına üşüştüler. Erhan ellerini başının üzerinde deli gibi sallayarak, kafasının üzerinde bir anafor gibi dönenip duran ve onu kaçacağı yere kadar kovalamakta oldukça kararlı görünen arıları savuşturmaya çalışıyordu. Erhan, zehirli iğnelerini kendisine saplamaya çalışan arılardan kurtulmak için önümde yalpalaya yalpalaya koşarken, şişman bedenini taşımakta zorlanan kısa ayakları, traktörle yeni sürülmüş tarlanın yumuşak toprağında bata çıka ilerliyor; ara sıra tökezleyip düşüyor; sonra tekrar kalkıp koşmaya devam ediyor ve o haliyle tıpkı arazide yuvarlanmakta olan bir mazot varilini andırıyordu. Kovanların önünde durduktan sonra başına, yüzüne ve ensesine öfkeyle konan arıları tokatlayarak öldürdü ve kendisini sokan arıların iğnelerini, tırnaklarıyla kazıyarak derisinden çıkardı. Eğilip, ellerini dizlerine koydu ve soluklanmaya çalıştı. Tekrar doğrulurken sol elini, sıkışan kalbinin üzerine götürdü ve bir süre öylece kaldı. Yüzünde beliren acı bir ifadeyle dudaklarını açtı ve huysuz bir çakal gibi, dişlerini gösterdi. Bir süre sonra, kalbinde hissettiği ağrı dinince, yıpranmışlığıyla ve genişliğiyle bir saman çuvalından farksız olan, gri, kumaş pantolonunun cebinden çıkardığı mendiliyle önce alnını ve kıpkırmızı olmuş tombul yanaklarını, sonra da gözünden çıkardığı çerçevesiz gözlüğünün tozlu camlarını sildi. Gözlüğü tekrar gözüne taktı ve cepheyi gözetleyen bir komutan edasıyla başını kaldırıp yukarı baktı. Daha net görebilmek için bir elini güneşe siper ederek alnına götürdü ve bir şaşkınlık ifadesi olarak, vurgulu, hatta abartılı denebilecek kadar uzun bir ıslık çaldıktan sonra şöyle dedi: “Daha önce hiç bu kadar kalabalık olanını görmemiştim, hele ki bu mevsimde... İnanılır gibi değil. Anlaşılan burayı terk edecekler. Onları takip etmeliyiz. Haydi bir an önce boş kovanları traktöre yükleyelim.” Erhan, anlaşıldığı kadarıyla bir zamanlar bordo ya da kırmızı olan, fakat şimdiki soluk rengi hiçbir şeye benzemeyen kirli montunu üzerinden çıkarıp, gerisindeki şeftali ağacının bir budağına astıktan sonra, birlikte, boş kovanları ve diğer arıcılık malzemelerini traktörün römorkuna taşımaya başladık. Bu esnada arı bulutu yavaş yavaş kuzeydoğu istikametine doğru kaymaya başlamıştı. Bunu fark ettiğimde “Boş ver Erhan. Baksana, çoktan yol almaya başladılar. Onlara yetişebilmemiz imkansız.” dedim. Erhan başını kaldırıp, bizden hızla uzaklaşmakta olan arı bulutuna baktıktan sonra gayet kendinden emin bir ses tonuyla “Merak etme. Nereye gittiklerini çok iyi biliyorum. O istikamette onlar için, Dilek Dağı’nın koruluklarından daha iyi bir yer mi var? Hem sen, bu kadar çabuk pes eden bir adam olmaktan ne zaman vazgeçeceksin? Haydi biraz acele et de bir an önce bitirelim bu işi.” dedi. Yaklaşık on beş dakika sonra malzemeleri römorka yüklemeyi tamamladık ve Erhan, bir aslanın ağzından çekilip kurtarılmış kadar yırtık olan montunu sırtına geçirirken; ben de eşime, Dilek Dağı’na gitmem gerektiğini söyledim. Sonrasında ise sürücü koltuğunu Erhan’ın tıknaz bedeninin doldurduğu traktörle, Dilek Dağı'nın ıssızlığa terk edilmiş yollarında ilerlemeye başladık. Arı bulutuyla aramızda bir hayli mesafe olmalıydı, çünkü görünürde tek bir arı bile yoktu. Adı günahkarlıklarla anılan o topraklara gitmenin iyi bir fikir olup olmadığı konusunda karar vermekte zorlandığım gibi, Erhan’ın külüstür traktörü de derin tekerlek izleriyle oyulmuş ve kuru çalıların dikenli iskeletleri tarafından kuşatılmış yollarda ilerlemekte oldukça zorlanıyordu. Batıdaki sıradağlara doğru alçalmakta olan kızıl renkli güneşin sihirli ışınlarının, Dilek Dağı’nın perili koruluklarının yeşil tonları üzerinde nasıl da büyülü bir ahenkle titreştiğini görünce, Erhan’ın aslında ne kadar zeki bir adam olduğunu bir kez daha anladım. Bölgede arılar için, o mevsimde yapraklarını dökmüş olan diğer tüm ağaçların aksine, dalları her daim yemyeşil olan Dilek Dağı’nın meşe koruluklarından daha korunaklı bir yer olamazdı herhalde. Filizlenmeyi bekleyen ekin tohumlarının toprak altında uyuduğu boş tarlaları ardımızda bıraktıkça, dağın dibinde kurulu olan barajın sularının yüzeyindeki gümüş renkli ışıltılar ve bölgeyi bir örümcek ağı gibi sarıp etrafa yayılan sulama kanalları daha net seçiliyordu. Nihayet bir süre sonra, medeniyetin izlerinin daha ileri gidemediği dağ yamacına ulaştık. Erhan traktörün kontağını kapattıktan sonra kepçe kulaklarını tıpkı avını dinleyen bir tilki gibi korulukların derinliklerine dikti. Ben tam ağzımı açıp da “Umarım onları hava kararmadan bulabiliriz.” demeye yeltenmiştim ki Erhan bir elinin işaret parmağını dudaklarının önüne götürdü ve lafımı bitirmeme fırsat vermeden, yılan ıslığına benzer bir ses çıkararak sessiz olmamı ima etti. Erhan'ınki kadar hassas olmayan kulaklarımı bir şeyler duyabilmek için zorladım, fakat koruluğun güneş vurmayan topraklarını kendine mesken edinmiş yırtıcı hayvanların ürpertici çığlıklarından başka bir şey duyamadım. Etrafıma şaşkın şaşkın bakınırken, bir gürültüyle traktöründen atlayan Erhan’ın şişman bedeninin ağırlığının yere çarpma gümbürtüsüyle irkildim. Yerde çürümekte olan kuru yaprakların ve dalların üzerinde parmak uçlarıyla yürüyen Erhan’ı takip ederken kulaklarıma arı kolonilerinin uğultuları ilişti ve yamacı tırmandıkça seslerin şiddeti de artmaya başladı. Bir süre sonra Erhan eliyle yaşlı meşe ağaçlarının dallarını işaret etti ve “Görüyor musun? İşte oradalar. Anlaşılan o ki geceyi burada geçirmeye karar vermişler; ama gün ışığında ne yaparlar, bilemem. Gidip traktörü buraya gelebildiği kadar yaklaştırmaya çalışalım, sonra da boş kovanları ve malzemeleri buraya taşırız.” dedi. Erhan iyi bir arkadaştır ama yaptığı her işte çıkarını gözetmekte oldukça özenli davranır. Bana yardım etmek için yaptığı bu yorucu iş karşılığında benden bir şeyler beklediği konusunda da beni yanıltmadı. Traktörün olduğu istikamete doğru heyecanlı bir şekilde koşan Erhan, arıları bulduğumuza benden daha fazla sevinmiş gibi görünüyordu. “Bu işi bitirdikten sonra bana üç kovan arı verirsin artık.” dedi soluk soluğa ve sözlerini laubali bir sırıtışla noktaladı. Kaçan yirmi kovan arıma kavuşmak karşılığında üçünü gözden çıkarmak aslında pek de fena bir anlaşmaya benzemiyordu, zaten pazarlık yapacak durumda da değildim. Arazinin engebesinden dolayı traktörü ancak iki yüz metre kadar daha ilerletebildik ve geriye kalan yüz elli metrelik yol boyunca, malzemelerimizi sırtımızda taşımak zorunda kaldık. Boş kovanların ve araç gereçlerin hepsini taşıdıktan sonra açtığım malzeme sandığının içindeki en yeni ve en sağlam koruyucu maskeleri seçerek giydik. Erhan tahta merdiveni, arı topluluklarının birbirleri üzerine konarak irili ufaklı birçok arı salkımı oluşturduğu dalların birine dayadı ve merdivene tırmandı. Daha sonra kendisine bir boş kovan uzatmamı söyledi. Arıların uğultuları o kadar şiddetliydi ki bağırarak konuştuğumuz halde birbirimizi zor anlayabiliyorduk. Erhan kendisine uzattığım kovanın kapağını açarak, onu arı salkımının altına tuttu ve bir kenarını merdivenin üst basamağına, bir kenarını da en az kovanın kendisi kadar büyük olan göbeğine dayayarak sabitledi ve o an Erhan’ın işe yaramaz devasa göbeğinin aslında sandığım kadar da işe yaramaz olmadığını anladım. Erhan “Bak görüyor musun, tüm koloni nasıl da kraliçe arının üzerine konarak ona etten bir kalkan oluşturmuş? Çünkü onlar da çok iyi biliyorlar ki kraliçe olmadan, koloni hiçbir şeydir. Kraliçe nereye, koloni oraya...” dedi ve dalı silkeleyerek arı salkımını kovanın içine çırptı. Arıların bir kısmı uçarak dağıldı, fakat büyük çoğunluğu korkunç bir uğultuyla kovanın içine döküldü. Erhan “Kraliçenin kovanın içinde olduğundan emin olmalısın. Sonrasında işçi arılar zaten onu takip edecektir.” diyerek kovanı bana doğru uzattı. Daha sonra diğer her salkım için bu işlemi tekrarladık ve bütün arıları kovanlara çırptıktan sonra, sağa sola dağılmış olan bazı arıların da kovanda toplanması için beklemeye başladık. Erhan maskesini çıkardı ve koca bedenini, yerdeki kuru meşe yapraklarının üzerine sırt üstü devirdi. Bu, arıların bizim için artık herhangi bir tehdit oluşturmadığı anlamına geliyordu. Bu yüzden ben de maskemi çıkarak onun yanına oturdum, fakat istirahatim fazla uzun sürmedi; çünkü Erhan’ın şom ağzının sarf ettiği “Akreplere dikkat et. Bu bölgedekilerin zehirleri çok ağrılı ölümlere neden olur. Renkleri Karayazı'dakilerin aksine siyahtır ve yetişkinleri en az bir serçe kadar büyük olur. Gerçi şu anda derin bir kış uykusu çekiyor olmaları gerek ama tıpkı arıların gibi vaktinden önce uyanmış olan birkaç sersem akrep şu anda yerdeki kuru yaprakların altında, mahmur gözlerini ovuşturarak geziniyor olabilir.” demesi üzerine yerimden sıçrayarak ayağa kalktım. Erhan ise akrepleri pek umursuyormuş gibi görünmüyordu ve bunda pek de şaşılacak bir şey yoktu; çünkü Dilek Dağı’nın dev akrepleri bile, onun patoz kayışı gibi sert derisinin altında bulunan kalın yağ tabakalarını delebilecek kadar büyük iğnelere sahip olamazdı. Erhan montunun iç cebinden çıkardığı bir poşetin düğümlü ağzını açıp, içinden aldığı kocaman bir dilim peynirli börekten bir ısırık aldı ve ağzındaki lokmayı iğrenç şapırtılar eşliğinde çiğnerken konuşmaya başladı, daha doğrusu konuşmaya çalıştı; çünkü karşısında, onu benim kadar iyi tanıyan biri olmasaydı, muhtemelen söylediklerinden tek bir kelime dahi anlamazdı. “Şevket Amca'yı hatırlamıyor musun? Onu öldüren şey, işte bu akreplerden biriydi. O yaşını başını almış adamın, yerde, acı içinde çırpınışları gözümün önüne geliyor da ensemdeki tüylerim diken diken oluyor.” dedi; fakat göründüğü kadarıyla, anlatmaya çalıştığı hisler konusunda pek de samimi değildi; çünkü bu kelimeleri sarf ederken, peynirli böreği tutmayan sol eliyle, tüylerinin diken diken olduğunu söylediği ensesini değil, bir tümülüsü andıran göbeğini sıvazlıyordu. “Biliyor musun?” dedi Erhan “Şevket Amca’nın ölümünün, sandığımızdan çok daha korkunç bir şekilde gerçekleşmiş olabileceğini söyleyenler de var.” diyerek sözlerine devam etti. “Nasıl yani?” dedim. Erhan “Yani hala hayattayken mezara konulmuş da olabilirmiş. Bilirsin, güçlü zehirler vücuda girince solunumu ve kalbi durdurarak kurbanını öldürür; fakat çok nadir de olsa bazen kalp kendi kendine tekrar atmaya başlayabilir. Anadolu’da bunun örneklerine rastlamak mümkün. Şevket Amca’nın defnedildiği gün, akşama doğru, bizim Mustafa'nın küçük oğlu, köyden birkaç çocukla birlikte böğürtlen toplamak için mezarlığa gitmiş. Söylenen o ki çocuklar Şevket Amca’nın mezarından gelen boğuk çığlıklar, uğultular ve patırtıya benzer sesler duymuşlar. Mustafa’nın oğlu koşup durumu babasına anlatmış, fakat Mustafa belki bir çocuğun söylediklerini dikkate almayacak kadar ilgisiz biri olduğundan, belki de korktuğundan dolayı bundan kimseye söz etmemiş. Üçüncü ihtimali ise düşünmek bile istemiyorum; hatırlarsan Şevket Amca ile Mustafa arasında tarla meselesi yüzünden husumet vardı. Acaba Mustafa bilerek mi bu konu hakkında kılını bile kıpırdatmadı ve bununla ilgili konuşmak için olayın üzerinden birkaç yıl gibi, Şevket Amca’nın mezarında öldüğünden emin olunabilecek kadar bir zaman geçmesini bekledi?” dedi. “Çocukların hayal güçleri çok geniştir; bu yüzden her söylediklerini ciddiye almamak gerekiyor, hele ki bunlar hayaletler ve hortlaklarla ilgiliyse...” diye yanıt verdim. Erhan “Zavallı adam, buraya sadece odun kesmek için gelmişti, ama yaptığı bu hatayı canıyla ödedi.” diyerek sözlerine devam etti. “Evet, odun kesmek için pek de uygun bir yer değil. Burada insanın başına ne geleceği hiç belli olmaz.” dedim etrafa şöyle bir göz gezdirerek. Çökmeye başlayan alacakaranlık, koruluğun uzak köşelerinde yer alan küçük detayları çoktan yutup yok etmeye başlamıştı. Aşağıdaki ovayı yol yol işleyen sulama kanallarını, üzerinde aktıkları kara topraklı tarlalardan ayırt etmek artık bir hayli güçleşmişti; ama buna rağmen, sarı ışıkları teker teker yanmaya başlayan Karayazı'nın bacalarından ağır ağır tüten dumanlar hala seçilebiliyordu. Ara sıra üstümüzden uçan alıcı kuşların kanat sesleri duyuluyordu; fakat bunlar öyle hızlı, öyle sinsi yaratıklardı ki onları uçarken görebilmek bir yana dursun, ürpertici çığlıklarının ne yönden geldiğini kestirebilmek bile mümkün değildi. Etrafta gezinen tedirgin bakışlarım, bir an ağaçların arasında gözüme çarpan kemik rengi, büyük bir objeye çivilendi. Gördüğüm o umulmadık şey karşısında öyle ürpermiştim ki Erhan’a “O beyaz şeyi sen de görüyor musun?” derken, korkudan titreyen dizlerim gibi, sesim de titriyordu. Bunu duyan Erhan peynirli böreğinden arta kalan son parçayı da ağzına tıkıştırdı ve yattığı yerden kalkıp, yağlı ağzını montunun koluna, ellerini ise pantolonunun dizlerine sildikten sonra sinir bozucu bir kahkaha attı. Alaycı bir ses tonuyla “Bu kadar korkmana gerek yok, o şey belki de Şevket Amca'nın hayaletidir.” dedi ve ellerini ağzının iki yanına koyarak “Hey! Şevket Amca, buralarda odun kesmekten vazgeçmen için seni daha kaç akrebin sokması gerekiyor?” diye bağırdı. Sonra aklı sıra beni sakinleştirmek için pis elini omzuma koydu ve “Şaka, şaka... Seni bu kadar korkutan şey, o aptal sunak işte. Yoksa onu daha önce hiç görmemiş miydin?” dedi. O an Erhan’ın o meymenetsiz suratının ortasına sıkı bir yumruk patlatmayı o kadar çok istedim ki bunu yapmamak için kendimi zor tuttum. Sunağa doğru yürüdükçe, şeklinin ana hatları gittikçe belirginleşiyor ve bir süredir burnuma çarpmakta olan iğrenç koku da aynı oranda keskinleşiyordu. O şey bana bir şekilde tanıdık geliyordu ve durduğu yeri de hayal meyal hatırlıyordum ya da hatırladığımı sanıyordum. Ya ben küçük bir çocukken o şeyi görmüştüm ya da çocukluğumda dinlediğim korku hikayelerinden dolayı bana tanıdık geliyordu; ama kesin olan bir şey vardı, o da o iğrenç şeyin bana kötülüğü çağrıştırdığıydı. Sanki cehenneme ait bir şeymiş gibiydi; çünkü böyle mide bulandırıcı bir yapı, insan aklının ürünü olamazdı. Topraktan çıkan ve büyükbaş hayvanlara ait olduğu anlaşılan birçok ayak kemiği, kurutulmuş hayvan bağırsaklarıyla bir araya getirilip sıkıca bağlanarak ve uçlarına başka kemikler sabitlenerek, bir buçuk metre kadar bir uzunluğa sahip olan ana gövdeyi oluşturuyordu. Gövdenin üstünde yine kemik dallar çatallaşarak ayrılıyor, uçlara doğru incelerek yayılıyor ve böylece yaklaşık üç metre uzunluğunda bir ağaç görünümünü alıyordu. Kaburga kemiklerinden oluşan uç kısımlarına, boynuzlu ve boynuzsuz olan birtakım hayvanlara ait bazı kafatasları asılmıştı. Kemiklerin ve hayvan başlarının bazıları oldukça yeni gibi görünüyordu ve çürümüş de olsa, hala üzerinde et bulunan kısımlarında yüzlerce küçük beyaz kurtçuk, kımıl kımıl oynaşıyordu. Birilerinin, böyle ucube bir eser meydana getirebilmek için bu kadar vakit ve emek harcamış olduğunu görmek çok ilginçti. Yapımında kullanılan malzemelerin ve etrafa yaydığı kötü kokunun iğrençliği bir yana dursun, batıl inancın ve kötülüğün bu denli cisimleşmiş halini görmek bile insanı huzursuz etmeye yetiyordu. Dallarına renk renk çaputlar bağlanmıştı ve bu da demek oluyordu ki burası gizli gizli dilek dileyen birileri tarafından ziyaret ediliyordu. Kendi kendime “Kim böyle bir şeyden medet umabilecek kadar aklını kaçırmış olabilir ki?” diye mırıldandım. Erhan “Bu çaputları köylüler bağlamış olmalı, belki bunu gören birkaç piknikçi de heveslenip dilek dilemiştir. Bak ne diyeceğim, madem buraya kadar geldik, biz de bir şeyler dileyelim. Bu yıl çok bal olmasını dileyebiliriz mesela.” dedi ve gömleğinin cebinden çıkardığı, muhtemelen arılarla ilgili notlar tutmak için kullandığı küçük bir defterin sayfalarını karıştırdıktan sonra kalemle içine bir şeyler karaladı. Defterin içinden yırtıp aldığı kağıdı birçok kez katlayarak küçülttü ve daha önce içinden börek çıkardığı poşetin yarısını yırtarak, bunu onun üzerine iyice sardı. “Haydi sıra sende.” Dedikten sonra not defterini ve kalemi bana doğru uzattı. Bu saçmalıktan o kadar çok bunalmıştım ki daha benim bir şey söylememe gerek kalmadan vücut dilim ve oflayışım sanırım kendimi ifade etmeme yetti; fakat Erhan “Haydi, ne kaybedersin ki? Şu kağıda istediğin bir şeyi yaz.” diyerek ısrar etti. Bunun üzerine defterdeki boş bir sayfaya o an aklımdan geçen şeyi yazdım ve onu yırtarak katladım. Kağıdı uzattığım Erhan benim dileğimi de poşete sardı ve sonra sunağa doğru yürüdü. Sonra kısa boyuyla sunağın dallarına uzanabilmek için ayak parmakları üzerinde, ıkınarak yükseldi ve dalın birine benim dileğimi, bir diğerine ise kendi dileğini sarıp bağladı ve “Tamam, işte oldu.” dedi. “Yoksa sen de mi bu hurafelere inanıyorsun?” dedim. “Aslında benim de inandığım söylenemez, ama çok para kazanmanın hayalini kurmak bile beni heyecanlandırıyor.” diye yanıt verdi. Artık hava iyiden iyiye kararmıştı, öyle ki herhangi bir ışık kaynağı olmadan on metre ötemizdeki cisimleri seçebilmemiz mümkün değildi; fakat Erhan’ın, gözlük camlarının arkasında dönen gözleri sanki karanlığın içinde bir şeyler arıyordu. Bir süre etrafa şaşkın şaşkın bakındıktan sonra kararlı adımlarla belli bir yöne doğru yürüdü ve karanlığın içinde gözden kayboldu. Ona “Erhan” diye seslendim, “Efendim” dedi; ama “Neredesin?” sorusunu sormadan önce, elimde tutmuş olduğum el feneri yakıp, onu hışırtıların ve hafif bir şırıltının duyulduğu karanlığa tuttum ve o andan sonra da bu soruyu sormaya gerek kalmadı, çünkü Erhan o anda karşımda belirdi. El fenerinin ışığının aydınlattığı şişman bendeni yere doğru eğiliyordu. Önce dizlerini, sonra ellerini yere koydu ve başını yerdeki pınar gözesine eğip, tıpkı bir sığır gibi, ağzını suya daldırdı. İçtiği su boğazında yol alırken ortaya çıkan ses, bataklık kenarında gırtlağını balon gibi şişiren dev bir kurbağanın çıkardığı sese benziyordu ve bu ses o kadar şiddetliydi ki herhalde yutkunmakta olan bir dinozor bile onun yanında sessiz kalırdı. Erhan su içme senfonisini, çıkardığı içli bir “Ehh” sesiyle noktaladı ve başını kaldırıp, yüzünü bana döndüğünde kenarlarından sular süzülen ağzı hala, içine aynı anda iki adet peynirli börek sığabilecek kadar açıktı. Bana “Dikilme öyle karşımda, gel sen de iç.” dedikten sonra bunun iyi bir fikir olup olmayacağı konusunda bir süre düşündüm; fakat o an çok susamış olduğum ve eve ulaşmamızın bir hayli zamanımızı alacağı gibi bir gerçek vardı ortada. Pınar gözesine doğru yaklaşıp, el fenerini suya tuttuğumda gördüğüm manzara bir anlığına midemi ağzıma getirdi. O bulanık suyun üzerinde ve içinde kıpır kıpır yüzen böceklerin ocak ayında orada ne işleri olduğu sorusunu ise ne kendime ne de Erhan’a sordum; fakat Erhan kısa süre sonra “Bu yıl gerçekten de çok tuhaf şeyler oluyor. Bu aralar sıcak giden havalar, senin arıların da dahil, börtü böceği canlandırmış anlaşılan.” diyerek bu durumu kendince açıklamaya çalıştı ve “ Benim arılarım ise seninkilere göre biraz tembel olmalılar ki hala uyanamamışlar. Senin şu çalışkan arılarından alacağım üç kovan arı da benimkilere örnek olur umarım.” diye ekledi. Ben Erhan’ı dinlerken ya da en azından dinliyormuş gibi davranırken bir elimle feneri suya tutuyordum, diğer elimle de su yüzeyinde ritmik bir şekilde kayarak hareket eden uzun bacaklı böcekleri, suyun içmeyi düşündüğüm kısmından uzaklaştırmaya çalışıyordum. Elimi suya daldırdıktan sonra elimle, bulanık suyun içinde yıldırım gibi bir hızla oradan oraya yüzen siyah kınkanatlıları öteledim ve elimi, ince su solucanlarının, üzerinde deli gibi çırpındığı çamurlu zemine fazla yaklaştırmayarak bir avuç su alarak ağzıma götürdüm; ama ağzımın içini dolduran çamur tadı ve ancak boğazımdan geçerken hissettiğim küçük çer çöp parçaları ya da el fenerinin ışığı altındaki bulanık suyun içinde o an fark edilmesi çok zor olan su böcekleri midemi ağzıma getirdi. “Yakın zamanda arıları ilaçlamış mıydın?” dedi Erhan. Midemin bulantısının geçmesi için bir süre başım öne eğik bir şekilde bekledikten sonra “Evet.” diye cevap verdim güçlükle, “Yaklaşık bir hafta önce kovanların içini bir parazit ilacıyla ilaçlamıştım.” Erhan çenesini bilgece ovuşturarak “Hmm.” diye boğuk bir ses çıkardı ve çömelmiş olduğu yerden ukala bir edayla doğrulduktan sonra, kemerinin üstünden taşıp aşağı sarkan iri göbeğinin üstüne bir şaplak attı ve “Solüsyonu hazırlarken ilacın dozajını kaçırmış olmalısın ve bu da arıların rahatsız olup, kendilerine yeni yuvalar aramak amacıyla kovanlarını terk etmeleri için yeterli bir sebep.” dedi elini az önce peynirli börekle doldurmuş olduğu karnının üstünde gezdirerek. Daha sonra “Arılar son derece hassas yaratıklardır. Onlar üzerinde kullanacağın ilaçlara çok dikkat etmelisin. İşte, senin de görmüş olduğun gibi, arıcılık hata kabul etmez. Bir defasında ben de ...” diyerek sözlerine devam etti, daha doğrusu devam etmeye çalıştı; çünkü son cümlesi yarım kaldı. Erhan’ın sözünü kesen şey, o anda ormanın derinliklerinde yankılanan, şeytani bir kahkahayı andıran ve insana ilk etapta bir kadına ait olması gerektiğini düşündüren, ürkütücü bir sesti. Bahse konu sesi duyar duymaz, irkilerek, olduğum yerde sıçradım; fakat bu ses Erhan’ı, benim aniden ayağa fırlayışım kadar ürkütmemiş gibi görünüyordu; çünkü en az, midesine indirmiş olduğu o peynirli böreğin üst yüzeyi kadar girintili çıkıntılı olan uğursuz yüzü korkudan ziyade şaşkınlığın ve merakın izlerini barındırıyordu. Tekrar duyabilmeyi umduğu o sesi teşhis edebilmek için bir süre sessiz kalarak ormanın kendine has uğultusunu dinledi ve daha sonra “Bunu sen de duydun öyle değil mi?” diye fısıldadı, fakat o sesin bana yaşattığı korku ruhumu o kadar ele geçirmişti ki “Evet.” bile diyemedim. Erhan hızlı adımlarla bana doğru yaklaşarak, elimdeki feneri bir çırpıda çekip aldı ve onu, ışığı adeta yutup yok eden karanlıklara, ağaç dallarına ve yapraklarından yoksun çalılıklara tuttuktan sonra yerden bir taş aldı ve onu az önce o garip sesin geldiği yöne doğru fırlattı. Taş yükselip önümüzdeki ağaçların karanlık dallarına doğru yöneldikten kısa süre sonra gözden kayboldu ve hemen ardından, taşın düşerkenki, dallara çarpma takırtıları duyuldu ve bu sesi, kendisini o an için göremediğimiz ama sesin tokluğundan anlaşıldığı kadarıyla çok büyük boyutlara sahip olması gereken, uçan bir yaratığın kanat çırpma sesleri izledi. Erhan'ın elindeki fenerin ışığı, bu gizemli seslerin hareketini takip etti, fakat ağaç dallarından başka bir şey görebilmek mümkün değildi. Sesler yükselip tepemizi bir kubbe gibi örten meşe ağaçlarının karanlık dallarının üzerine bir daire çizdikten sonra bizden hızla uzaklaşarak kayboldu. Erhan'ın başı, az önce tepemizde uçan şey sanki hala oradaymış gibi, yukarı kalkmış bir şekilde kalakalmıştı ve bir süre öylece durduktan sonra, şaşkınlıktan açık kalmış ağzından şu sözler döküldü: “Bu oldukça büyük bir kuş olmalı. Bazı kuşlar doğada duydukları sesleri çok iyi taklit ederler. Bu kuş da böyle tıpkı bir kadın gibi kahkaha atmaya başlamadan önce, bu bölgede piknik yapan ve gayet neşeli olan bir kadının kahkahalarına kulak misafiri olmuş olmalı.” Erhan'ın elindeki feneri sert bir şekilde çekip alarak, ışığı dönüş yolu istikametine tuttum ve “Burada gereğinden çok fazla kaldık. Lütfen artık kovanları traktöre yükleyelim ve bir an önce evimize gidelim.” dedim. Erhan “Haklısın, artık arılar kovanlarına dönmüştür. Gidip kovanları traktöre yükleyelim. Benim de bu ürkütücü yerde sabaha kadar kalmaya hiç niyetim yok.” diyerek karşılık verdi. Geri dönüp arı kovanlarını traktörün römorkuna yüklemeye başladık; fakat o uğursuz yerden bir an önce gitmeye o kadar istekliydim ki yükleme işini ne zaman tamamladığımızı fark edemedim bile, hatta traktörün tekerleğinin üstündeki oturağa nasıl oturduğumu hatırladığım bile söylenemez. Erhan aceleyle traktöre bindi ve bir çırpıda kontağı çalıştırdı. Traktör bayır aşağı sarsılarak ilerlerken, o meşum koruluğun içinden çıkarak, ürkütücü Dilek Dağı’nı ardımızda bırakmaya başladığımızın ferahlığını kalbimde hissetmeye başladım. Normalde çenesi susmak bilmeyen Erhan yol boyunca sus pustu. Saatime bakmak aklıma gelmemişti, fakat vakit bir hayli ilerlemiş olmalıydı. Turuncu bir ateş topu gibi, etrafını gri bir ışıkla aydınlatan dolunay, doğudaki dağların ardından başını çıkarmıştı. Gecenin beraberinde getirdiği amansız soğuk içimi titretirken, ay ışığının aydınlattığı boş ekin tarlalarının ve köyümüze doğru kıvrılarak uzayan yolun üzerine vuran alıç ağaçlarının ve böğürtlen çalılarının uzun gölgeleri de sanki aynı soğuğun etkisiyle titreşiyordu. Traktörün motorunun gürültüsü ve onun peşinden çektiği römorkun mekanik tangırtıları, gecenin sessizliğinin üzerini bir çarşaf gibi örtüyordu. Evimizin bahçe kapısından içeri girer girmez, römorkta yüklü olan arı kovanlarını bahçeye indirmeye başladık. Kucaklayacak taşıdığım kovanların içindeki arıların vızıltıları, bahar aylarında şiddetle akan bir derenin uğultusunu andırıyordu ve onları taşırken, yaşadıkları sarsıntılara göre, bu uğultuların şiddeti artıp azalıyordu. Erhan, biz kovanları römorktan indirirken, içlerinden en ağır olan üç tanesini kendine ayırıp, onları römorkta bıraktı ve biz indirme işlemini tamamladıktan sonra traktörüne atlayarak evinin yolunu tuttu. Kendimi, sanki üzerime dünyalar çökmüş gibi ağırlaşmış ve yorulmuş hissediyordum; hatta o an ayakta duracak halim bile yoktu desem abartmış sayılmam. Eve girdiğimde eşim ve oğlum koyun koyuna uyuyorlardı. Masum bir melek gibi çoktan tatlı rüyalara dalmış olan oğlumun omzundan kaymış yorganını tekrar üzerine örttükten sonra onun pembe yanağına bir öpücük kondurdum ve yatağa girerek yanlarına uzandım. O kadar bitkin bir haldeydim ki başımı yastığa koyar koymaz uykuya dalmış olmalıyım. Uykumda duyduğum, ipeksi tonuyla insanın içini huzurla dolduran bir sesle, “Uyan!” diyen bir kadın sesiyle ve aynı anda omzumda hissettiğim bir elin beni sarsmasıyla uyandım. Gözlerimi açtığımda etraf zifiri karanlıktı. O kadar yorgun bir şekilde uykuya dalmışken, henüz güneş doğmadan uyanmış olmamı garip karşılamıştım; fakat kısa süre sonra ortada çok daha büyük bir garipliğin olduğunu fark ettim: Vakit her ne kadar gece saatleri olsa da ortalığın bu kadar zifiri karanlık olması normal miydi? Hayır, kesinlikle değildi; yıldızlar, gök kubbede tutturulmuş oldukları yerlerinden kopup birer birer yeryüzüne dökülmediyseler; ay, uzayın sonsuz karanlığında dolaşarak, gezegenlerin arasında kıvrılıp süzülen dev bir ejderha tarafından yutulmadıysa ya da en basitinden, bahçemizdeki aydınlatma direğinin lambasının projektörünün ampulü patlamadıysa tabi ki... Eğer bunların hepsi aynı zaman diliminde gerçekleşmediyse, içlerinden biri bu koyu karanlığı bir nebze de olsa yumuşatmalıydı. Ben tüm bunları düşünürken, yatmakta olduğum yerin pek de konforlu bir yatak olmadığını fark ettim, hatta öyle ki bunun bir yatak olduğundan bile şüphe etmeye başladım; ama o an için emin olduğum bir şey vardı, o da ıslak denebilecek kadar nemli bir yerde yatıyor olduğumdu. Sanki etrafta, normalde olması gereken miktarda oksijen yok gibiydi ve bu nedenle hızlı hızlı soluk alıp veriyordum. Yoğun bir toprak kokusunun genzimi yaktığını hissettiğimde, ellerimi, üzerinde yatıyor olduğum sert zeminde gezdirmek istedim; fakat kollarımı sarmış olan ve bir çarşaf olduğunu düşündüğüm bir kumaş, kollarımı istediğim gibi hareket ettirmeme engel oluyordu. Kısa süre sonra bu kumaşın sadece kollarımı değil, başım da dahil, tüm vücudumu kaplıyor olduğunu fark ettim. Toprak kokusuna karışmış olan ağır bir küf kokusu, vücudumu saran kumaşın çürük olması gerektiği konusunda beni yanıltmadı; çünkü kumaş, onu tırnaklarımla delmeye çalıştığımda beni çok da fazla uğraştırmadan yırtıldı. Gece boyunca uyurken yatakta biraz fazla sağa sola dönerim; ama üzerinde uyuduğum çarşafın bedenime bu denli dolanması için, uyurken, kafese kapatılmış vahşi bir hayvan gibi hareket etmiş olmalıydım. Vücudumu saran kumaşı tamamen yırttıktan sonra eşime seslenmeye çalıştım; fakat çenemi sabitlemiş olan bir ip ya da herhangi bir bağ buna engel oluyordu. Ellerimi yüzüme götürdüğümde, alt çenemim bir bez parçasıyla başımın üzerinden sıkıca bağlanmış olduğunu fark ettim ve bu yeni keşfettiğim şey bir hayli paniklememe neden oldu; çünkü bildiğim kadarıyla bu, çenelerinin sarkıp korkunç bir görüntü oluşturmaması için ölülere yapılan bir uygulamaydı; ama yine de bağırmamam için çenemin birileri tarafından bağlanmış olması için dua etmeye başladım; çünkü diğer türlüsü, bundan çok daha korkunç bir durum içinde bulunduğum anlamına geliyordu. Çenemi başıma bağlayan bezi başımdan sıyırarak çıkardım ve ardından, eşimin adıyla seslendim; fakat bu ses öyle boğuk bir ses olarak yankılandı ki ağzımdan çıkan sözcüğü kendim bile anlamakta güçlük çektim. Seslenişlerime cevap alamayınca avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım; fakat boğuk yankılar nedeniyle üst üste binen sesler bir yardım çığlığından ziyade vahşi bir hayvanın kükreyişini andırıyordu. Üzerinde yatmakta olduğum zemini yokladığımda avuç içlerim nemli toprakla buluştu ve ellerimi yanlara doğru ilerlettiğimde her iki yanımda da sert topraktan duvarlar olduğunu fark ettim. O an anladığım kadarıyla yaklaşık bir metre eni olan bir çukurun içindeyim. Ayağa kalkmak için yattığım yerden doğrulmaya çalıştığım esnada, alnımın sert bir nesneye çarpmasıyla birlikte başım tekrar, üzerinde yattığım toprak zemine düştü. Ellerimle, içinde olduğum çukurun üzerini kapatan nesneyi incelediğimde, bunun tahta bir malzeme olduğunu fark ettim. Aslında tahtalar demek daha doğru olur; çünkü çukurun üzeri birden fazla tahtanın yan yana dizilmesiyle kapatılmıştı ve bunlar belirli bir eğimle, sol tarafa doğru daralan bir açıyla yerleştirilmişti; bunun da tek bir anlamı olabilirdi, o da bir mezarın içinde olduğumdu. Uyumadan ya da bilincimi kaybetmeden önce neler yaşadığımı hatırlayabilmek için hafızamı zorlamaya çalıştım. Hatırladığım kadarıyla son olarak Erhan’la birlikte Dilek Dağı’ndan dönmüştük ve arı kovanlarını römorktan indirdikten sonra yatağa girip uykuya dalmıştım. Ama hayır! Puslu hatıralarımın arasında, o ana kadar bir rüya olduğundan hiç şüphe etmediğim birtakım şeyler daha hatırlıyordum: O uykudan sonra sabah uyandığımı ve ilk iş olarak arıların bakımını yapmaya başladığımı... Üzerimdeki koruyucu giysiyle, arı kovanlarının kapaklarını teker teker açıp, kolonilerin durumlarını kontrol ediyordum ve arılar o zamana dek hiç olmadıkları kadar agresif davranışlar sergiliyordu; öyle ki kovan kapaklarını açarken çıkardığım her takırtıyla birlikte koloniler bir çağlayan gibi gürlüyor, kovanlarından çıkan arılar kara bir bulut gibi etrafımı sarıyor ve başımın etrafında dönenip duran her arı, iğnesindeki zehrini damarlarıma enjekte edebilmek için kendisini yüzümün az ötesindeki görüş teline çılgınca vuruyordu. Bir ara eğilirken koruyucu giysimin kumaşı, arkamdaki şeftali ağacının budağına takılmıştı ve sonrasında bir yırtılma sesi duymuştum. Daha sonra ise koruyucu giysimin içine, bir teknenin dibindeki delikten dolan sular gibi dolmaya başlayan arıların bana saldırmaya başladığını ve sonrasında ise dayanılmaz acılar hissettiğimi hatırlıyordum. “Belki de gerçek olan şey, bir rüya olarak hatırladığım bu anılarımdı; belki de asıl rüya olan şey, Erhan’la birlikte Dilek Dağı’na gittiğimdi.” diye düşündüm. Vücuduma saplanan binlerce arı iğnesinin zehri solunum ve dolaşım sistemimi felç etmiş ve kalbimi durdurmuş olmalıydı. Ölmüş olduğum düşünülerek, köylüler tarafından bir mezara defnedildikten sonra arı zehirlerinin zamanla zayıflamasıyla birlikte, bu mezar çukurunun içinde kalbimin tekrar çalışmaya başlamış olması, o an için aklıma gelen tek ihtimaldi. Aslında maruz kaldığım zehir türünün arı zehri olması dışında, başıma gelen şey, Şevket Amca’nın başına geldiği düşünülen şeyle birebir aynıydı. Fakat Şevket Amca’yla aynı kaderi paylaşmaya hiç niyetim yoktu; bu yüzden, diri diri gömülmüş olduğum o mezardan çıkabilmenin bir yolunu aramaya başladım. Aslında mevsim bahar ya da yaz ayları olsaydı, belki mezarlığa böğürtlen toplamak için gelen köylü çocuklara sesimi duyurabilirdim. Şevket Amca, sesini duyan çocuklar sayesinde az daha kurtulacaktı; ama son anda şansı yaver gitmemişti. Benim işim ise Şevket Amca’dan daha zordu; çünkü mevsim kış aylarıydı ve bu aylarda mezarlığa pek gelen olmazdı. Önce ellerimle, mezarın üzerini örten tahtaları itmeye çalıştım, fakat tahtaların üzerindeki toprak, elimle kaldıramayacağım kadar ağırdı. Mezarın sağ tarafında tahtaların yüksekliği zeminden yaklaşık olarak bir buçuk metreydi ve bu yükseklik de tahtaları ayaklarımla itebilmem için yeterli bir yükseklikti. Ayaklarımı mezarın sağ duvarına doğru iyice yanaştırdım ve dizlerimi karnıma doğru çektim. Daha sonra ayak tabanlarımı, tahtaların eğimli yüzeyinde milimetrik adımlar atarak, zemine doksan derece gelecek bir açıyla sabitledim ve ayaklarımla, tahtalara var gücümle yüklendim. Başta bunun da tahtaları hareket ettirme konusunda pek bir faydası olmadı; ama bu hareketi art arda tekrarlayınca tahtaların az da olsa yerinden oynadığını fark ettim. Her yüklenişimde biraz daha hareket eden tahtaların arasından akan ince toprak üzerime ve yüzüme dökülüyor ve zaten oksijenin az olduğu ortamda nefes almamı daha da zorlaşıyordu. Bir ara yüzümde, yukarıdan dökülen toprağın hareketinden başka bir hareketlilik daha fark ettim ve bu hareketlilik bende sanki binlerce küçük bacağın ve duyarganın yüzümde gezindiği hissini uyandırdı. Yaşadığım ani panikle birlikte, yüzümde gezindiğini hissettiğim şeyleri ellerimle bir çırpıda yüzümden süpürdüm. O küçük yaratıkların tam olarak ne olduklarını anlayamamıştım; fakat kıpır kıpır hareket eden ince, uzun ve yumuşak bedenlerinden, tenimin üzerinde gezinen küçük ayaklarından ve acı veren küçük ısırıklarından anlaşıldığı kadarıyla kırkayak ya da çıyan olmalıydılar. Yaşamış olduğum bu kısa süreli panik hali bile bana epey oksijen sarf ettirmiş olmalıydı; çünkü bir an için kendimi boğuluyormuş gibi hissetmiştim. Soluk alışlarımı tekrar eski düzene sokabilmek için bir süre beklemem gerekti ve biraz sakinleştikten sonra kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Oradan çıkabilmek için fazla vaktimin olmadığını çok iyi biliyorum ve bu yüzden ayaklarımla, mezarın üzerini örten tahtaları itmeye devam ettim. O şekilde ne kadar uğraştığımı bilmiyorum fakat bir süre sonra tahtalar kütürdeyerek kırılmaya başladı. Ayaklarıma, hissedilebilir ölçüde bir ağırlığın binmeye başladığı esnada, ayağımı geri çektiğimde mezarın üzerime çökeceğini tahmin etmek benim için hiç de zor olmamıştı. Az sonra gerçekleşeceğini düşündüğüm çöküş esnasında başımın yüzeye mümkün olduğunca yakın olması için, ayaklarım yardımıyla üzerimde tuttuğum kırık tahtaları ellerimle sabitlemeye çalıştım. Tahtalardaki en ufak bir hareketlilik bile, üzerinde bulunan toprağın çatlaklardan ve tahta aralarından içeriye akmasına neden oluyordu. Elimle tahtalara destek verdikten sonra ayaklarımı indirdim ve mezar içerisinde iki büklüm olarak dizlerimi yere koydum. Almış olduğum bu yeni pozisyonda artık kırık tahtaları ellerimden ziyade omuzlarım destekliyordu. Tüm gücümle dizlerimin üzerinde doğrulmaya çalışırken bacak kaslarım, bağlı oldukları kemiklerimden ayrılıyormuş gibi hissettim ve yukarıdan akan toprak başımdan aşağı dökülürken artık ayak tabanlarımı zemine basabilecek kadar doğrulmuş olduğumu fark ettim. Mukavemet gösterdiğim toprak yığınının ağırlığının mümkün olabildiğince hafiflemesi için; yukarıdan dökülen toprak, mezarın zemin seviyesini yükselttikçe, ayaklarımı yeni oluşan seviyenin üzerine basıyor ve bu sayede mezarın içinde kademeli olarak yükselerek, ellerimle desteklediğim tahtaları biraz daha yukarı itiyordum; fakat mezarın üzerindeki toprağın tüm ağırlığıyla, ani olarak üzerime çökmemesi için mümkün olduğunca yavaş ve dikkatli hareket ediyordum. Bir süre sonra, ellerimle desteklediğim ağırlığın bir miktar hafiflemiş olduğunu fark ettiğim anda derin bir nefes alarak, tüm gücümle, ellerimle desteklediğim tahtaları yukarı ittim ve üzerimdeki toprak büyük bir gürültüyle bir anda mezarın içini doldurdu. Başım da dahil tüm vücudum mezarın içine dolan toprağın altında kaldığı için ne nefes alabiliyordum ne de vücudumu hareket ettirebiliyordum; ama ellerim vücudumdan bir hayli yukarıda bulunuyordu ve bu nedenden dolayı ellerimi hareket ettirmemin, vücudumun diğer kısımlarını hareket ettirmekten daha kolay olacağını düşündüm. Kollarım dirseklerimden hafif bir şekilde bükülmüş olsa da göçük sırasında ellerim yukarı doğru uzanan bir pozisyonda kalmıştı. En azından toprak içinde nefes alabileceğim bir baca açabilmek için, yüzeye daha yakın olan sağ elimle yukarı doğru uzanmaya çalıştım. Bunu yapmak epey güç gerektiriyordu ama parmaklarımla toprağı kazıdığımda, elimi toprak içinde daha kolay hareket ettirebildiğimi fark ettim ve bir süre sonra parmak uçlarım ılık bir hava akımıyla temas ettiğinde ellerimin toprak yüzeyine ulaşmış olduğunu anladım. Yaşamak için hala bir umudum olduğunu öğrenmek bana diğer elimi de mezardan dışarı çıkarabilmem için ihtiyacım olan gücü fazlasıyla verdi ve bunu başardığımda, her iki elimi de kullanarak başımın üstündeki toprak yığınını etrafa ötelemeye başladım. Mezarın üzerinde açtığım çukur yavaşça genişleyip derinleşiyordu; fakat oksijensizlikten dolayı bilincimi kaybetmeye başladığımı hissediyordum. Burun deliklerimi dolduran ve dudaklarıma baskı yapan nemli toprak, soluk alma refleksiyle açtığım ağzımdan içeri dolup, damağımda acı bir çamur tadı bırakıyordu. O an kollarımı olabildiğince iki yana açarak çenemi yukarı kaldırınca, yüzümün toprak yüzeyine çıktığını hissettim ve ağzımdaki çamuru tükürerek derin bir nefes aldım. Uzun bir süreden sonra ciğerlerime yeniden dolan temiz hava, sanki tüm damarlarımda dolaşarak bedenimi yavaşça uyuşturuyor ve beynimde karıncalanmalara neden oluyor gibiydi. Hala toprak seviyesinde olan gözlerimi açtığımda, kollarımın ve yüzümün, mezarın üzerinde açılmış olan ve tıpkı bir koni gibi, yukarı bakan kısmı gittikçe genişleyen bir çukurun içinde olduğu fark ettim; ama vücudumun diğer kısımları hala toprak altındaydı. Karanlık gökyüzünde sadece birkaç parlak yıldız görünüyordu ve ay ışığının vurduğu, şeffaf denebilecek kadar ince bulut süprüntüleri, gökyüzüne rastgele saçılmış gümüş tozları gibi parlıyordu. Kollarımı çukurun dışına doğru uzattım ve ellerimle yumuşak toprağı kavrayarak, vücudumu toprağın içinden çıkarmak için güç uygulamaya başladım. Başımı dışarı çıkarmayı başardıktan sonra, işin geri kalan kısmı benim için çok daha kolay oldu ve çok geçmeden, mezardan dışarı sürünerek çıktım. Uyuşma ve karıncalanma hissi vücudumun her yanını sarmıştı ve ağır ağır hareket eden bedenim, uzun süre hareketsiz ve oksijensiz kalmaktan epeyce etkilenmiş gibiydi. Ayağa güçlükle doğruluktan sonra yalın ayaklarımı yeşil otların üzerinde sürüyerek ve sendeleyerek yürümeye başladım. Mezarlığın çevresini saran böğürtlen çalıları, yeni açmış çiçekleriyle yer yer beyazlara bürünmüştü ve mezarlığın önünden geçip köye inen yolun her iki yanını da saran kavak ağaçlarının yapraklarını hışırdatan ılık bir esinti, çıplak bedenimi okşuyordu. Ağustos böceklerinin çağıltısı ve köyün girişindeki köprünün altından geçen derenin içinde yankılanan kurbağa sesleri, sanırım sırf yaşamın zengin çeşitliliğini ve döngüsel bir süreklilik içinde olduğunu insana hatırlattığı için, bana bir süredir özlemini çektiğim huzuru vermeye başlamıştı bile; fakat doğayı kısa sürede sarmış olan tüm bu canlılık beni oldukça şaşırtmıştı; ama arılarım da dahil, bazı böcek türlerinin ocak ayında kış uykularından uyanmış olmaları da daha önce Erhan’la birlikte bizzat şahit olduğumuz başka bir gariplikti ve en az bunun kadar eşine ender rastlanan bir olaydı. Mezarlığın paslı, demir parmaklıklı kapısını açıp köye doğru yürümeye başladım ve köprüye yaklaştığımda köy meydanındaki kahve önünde oturan insanların, bana tanıdık gelen seslerini duydum; zaten kahvede oturan ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen insanlar hep aynı kişiler olurdu; hatta öyle ki bu kişilerin masalardaki oturma düzenleri bile kolay kolay değişmezdi. Köy meydanına ulaştığımda, kahvenin önünde bulunan masalardan bana en yakın olanının başında her zamanki gibi Hasan Amca oturuyordu ve onun karşısında, tahta taburelerinde oturarak kendisini pür dikkat dinleyen Sedat ve Tahir'e, buğday hasadıyla ilgili tüyolar veriyordu. Yüzünde, günün çay satışlarından oldukça memnunmuş gibi mutlu bir ifade bulunan Kahveci Ahmet, elinde taşıdığı yuvarlak metal tepsinin üzerinde duran dolu çay bardaklarından birini; kahve kapısının hemen önündeki beton merdivenin sağ tarafında oturarak, sırtını, açık mavi renkli sıvası; isimleri telaffuz edilmekte zorlanılan ülkelerin siyasi haritalarını andıran şekillerde dökülmüş tuğla duvara yaslamış olan ve elindeki tesbihi agresif bir şekilde şakırdatarak çeken İbrahim'e servis ediyordu. Onların hemen sol tarafındaki masada karşılıklı oturmakta olan Tarık ve Murat, traktörlerinin motor güçleri hakkında konuşuyorlardı ve onların bu sıkıcı sohbetlerine, önlerindeki masanın üzerinde duran çaylarını karıştırmalarından kaynaklanan şıkırtılar eşlik ediyordu. Ayak seslerimi ilk fark eden kişi olan Hasan Amca beni gördüğünde gözleri, sanki kuvvetli bir el tarafından gırtlağı sıkılıyormuşçasına yuvalarından fırladı ve o an ağzına götürmekte olduğu çay bardağı, nasırlı parmaklarının arasından kayıp düşerek yerde parçalandı. Sanki bağırmaya çalışıyormuş ya da boğuluyormuş gibi, ağzını hızlı hızlı açıp kapatıyordu ama anlamsız iniltiler dışında herhangi bir şey söyleyemiyordu. Kırılan çay bardağının şıngırtısı ve Hasan Amca'nın anormal davranışları, diğerlerinin dikkatini çekti ve gözlerinin, benim bulunduğum yöne çevrilmesine neden oldu. Bir anda kopmaya başlayan histerik çığlıklar gecenin dingin dokusunu; hatta belki de o an orada bulunan ve yaşadıkları dehşetin etkisiyle, oturdukları taburelerinden düşen insanlara ait birkaç kulak zarını yırtarak parçaladı. Hasan Amca benden uzaklaşabilmek için, bir elinin avuç içini yüzüne siper ederek, düşmüş olduğu yerde sırt üstü sürünmeye çalışıyordu; ama aslında olduğu yerde boş yere çırpınmaktan başka bir şey yapmıyordu. Onun yaşlı bedenine göre oldukça atik olan Sedat ve Tahir düşmüş oldukları yerden, sanki zeminde bulunan bir yay tarafından havaya fırlatılmışlar gibi sıçrayarak doğruldular ve hızla, kahvenin arkasındaki ağaçlık bölgeye doğru kaçışmaya başladılar. Tarık koşarken masalara çarpıp düşüyor, az önce ayaklarına takılmış olan taburelerle birlikte yerde yuvarlanıyor, sonra ayağa kalkıp yalpalayarak koşmaya devam ediyordu. Murat ise dört nala koşan Arap atları gibi yerdeki tozu toprağı havaya kaldırarak oradan uzaklaşırken, ayakları yerle temas etmiyormuş gibi görünüyordu. Tam onlara seslenmek için ağzımı açtığım esnada başıma aldığım acı verici güçlü bir darbeyle sarsıldım ve hemen ardından, İbrahim'in ve Kahveci Ahmet'in yerden kaptıkları yumruk büyüklüğündeki taşları acımasızca art arda bana doğru savurmakta olduklarını gördüm. Bu taşlardan birkaç tanesi, yüzüme siper ettiğim kollarıma isabet etti; birkaç tanesi ise kulaklarımda ıslık sesleri bırakarak, başımı ıskaladı. Aslında İbrahim ve Ahmet'in yaşadıkları panik yüzlerinden okunuyordu ve gözlerindeki ifade, nefretten ziyade köşeye sıkıştırıldığında pençeleriyle kendini korumaya çalışan bir kedininkine benziyordu; ama hal böyleyken bile o an kalbimde alevlenen öfkeyle birlikte, onların başlarını koparıp gövdelerinden ayırmak için büyük bir istek duydum ve eğer tam onların üzerine nefretle atılacağım esnada arkamdan gelen silah takırtılarını duymuş olmasaydım, sanırım bunu gerçekleştirecektim. Bağırışları duyarak evlerinden dışarı çıkan köylülerden oluşan bir kalabalık hızla bana doğru yaklaşırken, var gücümle koştum ve kendimi, kahvenin hemen sağ tarafındaki derenin içindeki sazlığa attım. Yalın ayaklarımla, zemindeki balçığın içinde bata çıka ilerlerken; kendime yol açmak için ellerimle yardığım sazların jilet gibi keskin yaprakları önce kollarıma, sonra da çıplak vücuduma kesikler atıyor; böğürtlen çalıları, kancalı dikenlerini bacaklarıma geçirerek, hızımı yavaşlatıyordu. Köyün çevresini dolanan dere yatağı içinde ilerledikçe kalabalığın gürültüsü gitgide zayıfladı ve bir süre sonra yerini tamamen ağustos böceklerinin, kurbağaların ve gece kuşlarının seslerine bıraktı. Köyden bahçe evimize giden yol üzerinde bulunan köprüye yaklaştığımda dere yatağından çıktım ve eve doğru yürümeye başladım. Ay gökyüzünde batıya doğru iyice alçalmıştı ve gümüş renkli ışığı, yol boyundaki ağaçların ve bodur çalıların gölgelerini uzatıyordu. Ne evimizin pencerelerinden herhangi bir ışık sızıyordu ne de bahçemizdeki aydınlatma direğinin projektörü yanıyordu. Evimizin tamamen karanlıklar içinde olması sık rastlanan bir görüntü değildi; ama ara sıra arıza yapan projektörümüz yine yapacağını yapmış gibi görünüyordu ve eşim de tamir işlerinden hiç anlamazdı. Hayatımı kaybettiğimi sanmaları, eşimi ve oğlumu çok üzmüş olmalıydı. Ailemi o kadar çok özlemiştim ki bir an önce eve ulaşmak ve onları, uyudukları yataklarından kaldırıp, ikisine de sımsıkı sarılmak için koşmaya başladım ve kısa süre sonra ulaştığım kilitli bahçe kapımızın üzerine tırmanarak diğer tarafa atladım. Bahçedeki meyve ağaçları tamamen kurumuştu ve evin çevresi de dahil, her yeri yabani otlar sarmıştı. Üstelik arı kovanları da ortalıkta görünmüyordu. Evimizin pencerelerinden perdelerin sökülmüş olduğunu fark ettiğimde pencerelerden birine doğru koştum ve camın dış yüzeyini kaplamış olan toz tabakasını elimle sıyırıp içeri baktığımda evin içinin bomboş olduğunu gördüm. Ben defnedildikten sonra eşim evi terk edip başka bir yere taşınmış olmalıydı. O an için en mantıklı şey, birilerinin telefonunu kullanarak, eşimin akrabalarıyla konuşmak gibi görünüyordu; ama öncelikle üzerime giyebileceğim bir şeyler bulmalıydım. Belki civardaki tarlalarda, üzerine eski bir gömlek ve yırtık bir pantolon giydirilmiş bir korkuluğa rastlayıp, ondan kıyafetlerini ödünç alabilirdim; zaten giysilerini ona iade etmesem bile, birkaç avuç samandan oluşan beyninde bunun bilgisini tutamazdı. Aslında belki Erhan bana yardım edebilirdi, karşılığında benden birkaç kovan arı daha almak koşuluyla tabi ki... Çünkü ne de olsa Erhan karşılıksız hiçbir şey yapmazdı ve eğer işin ucunda küçük de olsa bir çıkarı varsa, gerçek bir hortlakla bile pazarlık yapabilirdi; ama onun evi köyün ortasındaydı ve köylüler beni linç etmek için yanıp tutuşurken köye geri dönmek büyük bir aptallıktan başka bir şey olmazdı. Eşimin nereye gitmiş olabileceği konusunda tahminler yürütmeye çalışırken köylülerin telaşlı seslerini duydum. Geriye dönüp baktığımda, köyü evimize bağlayan yol istikametinde, birçok el feneri ışığının sağı solu tarayarak yaklaşmakta olduğunu gördüm. Anlaşıldığı kadarıyla, bir hortlak olmadığımı bu insanlara ispat etmeye çalışmak, sandığımdan çok daha zor olacaktı ve bana savurdukları taşlar ve arkamdan sıktıkları kurşunlar göz önünde bulundurulursa, bunu denemeye çalışırken bu defa hayatımı gerçekten kaybedebilirdim. Köylüler her yeri didik didik arayarak beni bulmaya çalışıyordu ve beni bulduklarında yapacakları ilk şey, içinden binbir güçlükle çıkmış olduğum o iğrenç mezara beni tekrar, ama bu defa sonsuza dek sokmak olacak gibi görünüyordu. Aslında çocukluklarından itibaren korku hikayeleri dinlemiş ve hurafelerle büyümüş olan bu insanların, elleriyle toprağa gömdükleri birini karşılarında gördüklerinde böylesine, çılgınca denebilecek kadar agresif davranışlar sergilemeleri çok da anormal karşılanmaması gereken bir durumdu; ama bu, onlardan kaçmam gerektiği gerçeğini değiştirmezdi ve onlara izimi kaybettirebileceğim en iyi yer Dilek Dağı'ydı. Vakit kaybetmeden bahçe kapısının üzerinden atladım ve Dilek Dağı’na doğru koşmaya başladım. Oraya ulaşmak için traktör yolunu kullanacak kadar zamanım yoktu ve bu yüzden onun yerine daha kısa zamanda katedebileceğim tarla yollarını tercih ettim. Tarlalarda ekinler diz boyu kalkmıştı ve nadasa bırakılmış arazileri yabani otlar bürümüştü. Dilek Dağı’na doğru ilerlerken, köylülere takip edebilecekleri izler bırakmamak için ekinleri ezmemeye mümkün olduğunca özen gösteriyordum. Ay tamamen batmıştı ve gecenin karanlığı cisimlerin şekillerini çarpıtıyordu. Vücudumdaki uyuşukluk ve karıncalanma hisleri zaman zaman artarak iğneleyici bir etkiye bürünüyordu ve yavaş yavaş tüm bedenime yayılan dayanılmaz kaşıntılara da bakılacak olursa, sinsi tatarcık sinekleri çıplak bedenimden faydalanmayı çok iyi biliyor gibiydi. Başımda hissediyor olduğum kaşıntıyı bir nebze de olsa yok edebilmek için, saçımın içine dolmuş olan toprağı elimle çırptım fakat bunun pek de beklediğim ölçüde bir faydası olmadığını fark ettim. Özellikle de havadaki esintiler yok olduğunda, ara sıra burnuma iğrenç bir koku çalınıyor ve bu koku, mezardan çıktığımdan beri duyduğum açlık hissinin de etkisiyle, midemi ağzıma getiriyordu. Yürüdükçe, Dilek Dağı’nın yanındaki sulama barajından doğup, ölü topraklara hayat vermek için arazi üzerinde bir damar ağı gibi yayılan su kanallarının aralarındaki açılar daralıyor; adı oldu olası kötülükle anılan o dağdaki ürkütücü koruluğa yaklaşıyordum. Dağın yamacındaki araziye ulaştığımda, içinde ilerlediğim yabani bitki örtüsünün boyu göğüs hizama kadar ulaşıyordu; fakat bu toprakların doğanın ellerine terk edilmelerinin nedeni nadasa bırakılmış olmaları değildi. Bu topraklar, köylülerin işlemek için üzerinde iki defa düşündüğü ve genellikle ikincisinde vazgeçtiği topraklardı ve beni bulma pahasına bile olsa, köy ahalisi içinde, bu topraklara adım atabilecek kadar cesur olan çok az insan tanıyordum. Otları yararak, yamaç boyunca tırmandım ve koruluğa ulaşarak, meşe ağaçlarının zifiri karanlık gölgeleri atında el yordamıyla bir süre ilerledim. Koruluk içinde yeteri kadar ilerlemiş olduğuma kanaat getirdiğimde durdum ve eğilerek ellerimle zemini yokladım. Ellerimin, oldukça düz bir zeminde bulunan yumuşak meşe yapraklarının ve ıslak çayırların üzerinde gezindiğini hissettiğimde, buranın dinlenmek için uygun bir yer olduğunu düşündüm ve yere yavaşça uzandım. Dinlemeye çok ihtiyacım vardı ama bitkinliğim fiziksel yorgunluktan ziyade açlıktandı; öyle ki mideme artık kramplar girmeye başlamıştı. Meşe yapraklarının üzerinde kıvrılıp yattıktan kısa süre sonra; vücudumdaki iğnelenme hislerine, dayanılmaz kaşıntılara, hatta ve hatta dönüp dolaşıp burnuma çalınan o iğrenç kokuya rağmen bir süre sonra uykuya dalmış olmalıyım. Yaban bülbüllerinin cıvıl cıvıl sesleriyle uyandığımda, tepemdeki meşe dallarının arasından yüzüme vuran sıcak güneş ışığı hüzmeleri gözlerimi kamaştırıyordu; ama bir süre sonra, beni uyandıran seslerin sadece kuş sesleri olmadığını fark ettim. Neşeli bir çocuğa ait olması gereken sesler duyuyordum; kadifemsi bir kadın sesi “Güneş gözlüğünü arabanın torpido gözüne koymuştum hayatım.” diyordu ve bu sese karşılık veren bir erkek sesi “Tamam canım, kırmızı sepeti de getiriyorum.” diyordu; bunların dışında kısa süreli şırıltılar duyuluyordu ve bunu, çay karıştırırken cam bardağın iç yüzeyine vuran metal kaşığın sesleri izliyordu. O iğrenç koku hala burnumdaydı; ama oldukça etkileyici bir bayan parfümü, bu pis kokuyu bastırıyordu. Ancak bu parfüm kokusundan çok daha güzel ve etkileyici bir koku daha vardı, o da ten kokusuydu. Yattığım yerden doğruldum ve gözlerimi kapatıp, bu hoş kokuyu olabildiğince içime çektim; yüzümü, göğsümü ve sırtımı tüm gücümle yırtarcasına kaşıdım; gözlerimi açtım ve sonra da seslerin ve kokunun geldiği yönü tayin edebilmek için etrafıma bakındım. Seslerin ve kokunun kaynağı, dağın baraja bakan yamacındaymış gibiydi. Çayır, kekik ve yabani çiçeklerin kokuları arasında, bunların hepsinden çok daha güzel olan kokuyu, o ten kokusunu takip ederek ve sesleri dinleyerek, dağın diğer yamacına doğru ilerlemeye başladım. Yürürken, çayırlardan havalanıp başıma üşüşen ve bana bir hayli rahatsızlık veren kara ve yeşil renkli sinekleri kendimden uzaklaştırabilmek için yoğun bir çaba sarf ediyordum. Koruluğun bittiği yerde, bir meşe ağacının dallarının arkasına gizlenerek, etraftı izledim. Bulutsuz gökyüzü masmaviydi ve onunla aynı renk olan barajın kıpırtılı suları, o an tam tepede olan güneşin altın renkli ışınlarıyla ışıl ışıldı. Kıyıdaki kumul yaklaşık yirmi metre sonra yerini, tüm yamacı sarmış olan çayırlara bırakıyordu. Çayırları, kıyıya paralel uzanan bir araç yolu ikiye ayırıyordu ve bu toprak yol üzerinde, beyaz renkli, bagaj kapısı açık, steyşın vagon bir araç park halindeydi. Aracın beş on metre berisinde; üzerine sarı bir tişört ve gri renkli bir şort giydirilmiş, aşağı yukarı üç yaşında olan bir erkek çocuğu, kırmızı renkli plastik topuyla oynuyordu. Onun üç dört metre karşısında bulunan ve anlaşıldığı kadarıyla çocuğun babası olan, beyaz tişörtlü, mavi kot pantolonlu, siyah güneş gözlüklü, esmer bir adam; çocuğun beyaz spor ayakkabılı ayaklarıyla tekmeleyerek yerde yuvarladığı topu elleriyle yakalıyor ve sonra onu tekrar çocuğun ayaklarının önüne atıyordu. Yemyeşil çayırlar, onların berisinde, otların içinde açan sümbüllerle yer yer morarmış; gelinciklerle kısım kısım kırmızı bir renge bürünmüş; beyaz taç yapraklı sarı papatyalarla öbek öbek ağarmıştı. Adam ve çocuğun yaklaşık elli metre berisindeki ve benim yirmi metre ötemdeki çayırların üzerine serilmiş olan kırmızı renkli ve beyaz kare desenli bir kilimin üzerinde, otuzlu yaşlarında, son derece çekici bir kadın oturuyordu. Gözleri en az üzerinde oturduğu çayırlar kadar yeşildi ve ucu kalkık küçük burnunun üzerindeki çiller, göz altlarına kadar yayılıp orada kayboluyordu. Başındaki beyaz renkli disket şapkanın altından uzayan kumral saçları; üzerindeki krem rengi, gül kurusu ve yeşil tonlarında olan çiçekli elbisenin açıkta bıraktığı beyaz tenli omuzlarına dökülüyordu. O, zarif elleriyle, hemen yanında duran kırmızı renkli piknik sepetinden çıkardığı bir kalıp keki dilimlerken; ağzımın, karşımda birileri bir parça limonu ısırıyormuşçasına sulandığını hissettim; ama ağzımı sulandıran şey o dilim dilim kek parçaları değil, kadının ince boynundan yayılan ve beni oraya çeken ten kokusuydu. O an onu daha yakından koklayabilmek için dayanılmaz bir istek duydum. Mezardan çıktığımdan beri hissediyor olduğum açlık duygusu, o an doruk noktasına ulaşmıştı. Ona daha fazla yaklaşabileceğim doğru açıyı yakalayabilmek için ya da tamamen içgüdüsel davranış olarak, meşe dallarının arkasında hızlı hızlı, bir o yana bir bu yana hareket ediyordum ve bunu yaparken, istem dışı bir şekilde gözlerimi ondan ayıramıyordum. O an kendimi, aldığı kan kokusuyla çılgına dönmüş olan aç bir kurt gibi hissediyordum. Kadın elindeki kek tabağını kilimin üzerine koyduktan sonra, piknik sepetinin yanında duran termosu alıp, onunla üç bardak çay doldurdu ve arabanın yanında oğluyla top oynamakta olan eşine “Hayatım, haydi gelin artık.” diye seslendi. Bunun üzerine adam başını yamaca doğru kaldırıp “Tamam hayatım, geliyoruz.” diye yanıt verdi; ama çocukla bir süre daha top oynayacağı her halinden belliydi. Vücuduma konmak için başımda dönenip duran sinek bulutunu ellerimle savuşturup, yüzümü ve sırtımı kaşıdıktan sonra, eğilerek meşe dallarının arkasından çıktım. Ellerimin ve dizlerimin üzerinde emekleyerek ve vücudumu yere olabildiğince yaklaştırarak, ona doğru ilerlemeye başladım. Beni fark ettirecek herhangi bir ses çıkarmamak için, santim santim denebilecek kadar yavaş ilerliyordum. Ses çıkarmamaya o kadar çok özen gösteriyordum ki emekleyişim, içinde ilerlediğim otların arasındaki sarı renkli çiçeklerden polen toplayan bal arılarının ürkerek uçmalarından kaynaklanan vızıltılardan başka bir ses çıkarmıyordu. Ona arkasından yaklaşırken, onun görüş açısının dışında kalmaya dikkat ediyordum; başını sağa sola çevirip, yeşil bakışlarını etrafta gezdirdiğinde, bir süre hareketsiz kalarak bekliyordum ve o tekrar bir şeylerle meşgul olmaya başlayınca, ilerlemeye, kaldığım yerden devam ediyordum. Ben ona doğru yaklaşırken, kadın elindeki çay bardağını yavaşça kilimin üzerine indirdi ve piknik sepetinin hemen yanında duran beyaz renkli deri çantasını alıp dizlerinin üzerine koydu. Bir süre içini karıştırdığı çantayı, içinden kırmızı renkli bir oje şişesi çıkardıktan sonra tekrar eski yerine koydu. Şişenin kapağını açarken, elbisesinin eteğinin diz üstüne kadar örttüğü bacaklarını topladı ve dizlerini karnına yaklaştırarak, çıplak ayaklarını kendine doğru çekti. Dalgalı saçlarını eliyle omzunun arkasına attıktan sonra, oje fırçasını özenle ayak tırnaklarına sürmeye başladı. Ara sıra havayı koklar gibi yapıp, yüzünü ekşitiyor; etrafına bakınıyor; sonra tırnaklarını boyamaya, kaldığı yerden devam ediyordu. Baraj yönünden esen her ılık esintiyle birlikte, onun ten kokusunu daha yoğun bir şekilde hissediyorum ve bu da ona olan iştahımı daha da kabartıyordu. Ona bir kol mesafesi kadar yaklaştığımda, birden bir eliyle ağzını ve burnunu kapattı ve birkaç defa öğürdü. O an teninin kokusunu olabildiğince içime çekmek, dudaklarımı boynunun üzerinde gezdirmek ve dişlerimi boynuna saplayarak, beyaz teninin altında hafifçe kabaran yeşilimsi damarlarını parçalamak için karşı konulmaz bir arzuyla yanıp tutuşuyordum. Başını geriye çevirdiğinde bana bakan gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi oldu ve güzel yüzü tarifsiz bir dehşetle çarpıldı. Kulakları yırtan tiz çığlığı yeşil yamaçta yankılanırken, içgüdüsel bir davranışla sonuna kadar açılan çenem, onun zarif boynunu kavrayarak hızla kapandı ve dişlerim ipeksi tenini delerek boynuna saplandı. Delinen derisinden ağzımın içine süzülen kanı damağımda metalik bir tat bıraktığında, sımsıkı kapanmış olan çenemi açmadan, başımı hızla geriye doğru çektim ve böylelikle boynundan koparak ağzımın içinde kalan parçayı çiğnemeden, bir çırpıda yuttum. Aniden yere yığılan bedeni titreyerek can çekişirken, az önceki çığlığı, gırtlaktan gelen sert hırıltılara dönüşmüştü. Dişlerimin, boynunda açtığı çukurdan fışkıran sıcak kan, yüzümü yıkayıp boynumdan aşağı süzülüyordu. Ağzımı boynundaki yaraya dayayıp, tazyikle akan kanı içerken; esmer adamın hızla yamaçtan yukarı doğru koştuğunu gördüm. Beni fark ettiğinde önce aniden durdu ve ardından avazı çıktığı kadar bağırdı; olduğu yerde zıplayıp dururken, elleriyle başını dövdü ve saçlarını yolmaya çalıştı. Sonra bir süre ne yapacağını bilemez şekilde etrafa bakındı ve cesaretini toplayarak, temkinli adımlarla bana yaklaşmaya başladı; fakat ben başımı, yerdeki cesedin boynundan kaldırıp ona doğrulttuğumda ve dişlerimi tehditkar bir ifadeyle gösterip, vahşi bir köpek gibi hırladığımda geriye doğru sıçradı. Bana doğru bir adım daha atıp atmamak konusunda kararsız kalmış gibi, ileri ve geri birkaç adım atarak yerinde saydı. Bir süre sonra, gerisindeki çimlerin üzerinde, kendini yerden yere atarak ağlayan çocuğa dönüp baktı ve hızla ona doğru koşmaya başladı. Çocuğu bir çırpıda kaptığı gibi, toprak yolda park halinde beklemekte olan aracın içine atladı ve hemen sonra araç, ardında kocaman bir toz bulutu bırakarak gözden kayboldu. Aslında adam o an orayı terk etmekle çok doğru bir karar vermişti; aksi halde kadınla aynı kaderi paylaşması işten bile değildi; fakat adamın birileriyle geri dönebileceği ya da oraya başka piknikçilerin de gelebileceği, en aptal beynin bile aklından kolaylıkla geçebilecek ihtimallerdi. Bu yüzden cesedi, sadece üç tırnağının ojeli olduğu ayaklarından tutarak koruluğun içine doğru sürüklemeye başladım. O, yerde sürüklenirken, kanla ıslanmış saçları; yerdeki çeri çöpü topluyor; temas ettiği toprak parçacıklarını yakalayarak, saç tellerinin arasında çamurlaştırıyordu. Tamamen kan kırmızısına boyanmış olan elbisesinin eteği, yerde sürüklenmenin etkisiyle, belinin üzerine kadar sıyrılmıştı. Koruluğun içine girdikten sonra onu, arazinin çukurlaştığı bir yere bıraktım. Ailemi bulabilmek için köylülerden, hatta belki de tanımadığım insanlardan da kaçmam gerektiğini; ne olursa olsun hayatta kalmam gerektiğini; hayatta kalabilmek için de bir şeyler yemem gerektiğini düşündüm ve elimi çabuk tutarak, hissediyor olduğum dayanılmaz açlığımı; önümde yerde yatan ve o an benim için tek besin kaynağı olduğunu düşündüğüm cesedin boyun ve yanaklarındaki etleri kemirerek hafiflettim ve onun göbek hizasına kadar inip, dişlerimle kavradığım bağırsaklarını söküp çıkardığımda yeterince doymuş olduğumu hissettim. Ondan geriye kalan kısımlara daha sonra ihtiyacım olabileceğini düşünerek ya da tamamen, köpeklerin artık kemikleri topağa gömmelerine benzer bir dürtüyle, parçalanmış cesedin üzerini meşe yapraklarıyla kapattım. Artık kendimi eskisine nazaran daha güçlü hissediyordum. Tam oradan ayrılacağım esnada, dev bir kuşa ait olması gerektiğini düşündüğüm bir kanat sesi duydum ve ben daha başımı kaldırıp yukarı bakmaya fırsat bulamadan, kocaman bir gölgenin üzerimden geçip gittiği hissine kapıldım; ama koruluğun alıcı kuşları, o an için ilgileneceğim son şeydi. Karayazı’ya en yakın köy olan Alaca'ya gitmek için Dilek Dağı'nın güney yamacına doğru yürümeye başladım. Alaca'ya ulaşabilmek için Karayazı’nın doğusunda kalan ekin tarlalarını ve işlenmemiş arazileri katetmem gerekiyordu. Alaca köyündeki insanlar beni tanımadıkları için bir hortlak olduğumu düşünmezlerdi ve bu durumda da bana yardım etmemelerini ya da beni linç edip öldürmeye çalışmalarını gerektirecek bir neden bulamazlardı. Gerçi Dilek Dağı’na gelebilecek olan şehirli piknikçiler için de aynı şey geçerliydi ama dağın baraja bakan yamacında, pek istemeyerek de olsa canavarca bir cinayet işlemiştim ve herhangi bir konuyla ilgili olarak buralarda kimseye güvenemezdim. Aklım bu düşüncelerle meşgulken bir kadın kahkahası duyar gibi oldum ve sesin geldiğini sandığım yöne doğru yürümeye başladım. Dağın diğer bölümlerine göre bu istikamette ağaçların çok daha sık olduğu hemen fark ediliyordu, arazi ise ilerledikçe yerini kayalık bir yapıya bırakıyor gibiydi. Bir süre sonra kahkaha sesini tekrar duydum ve sesin, birbirlerine yaslanmış olan birkaç dev kayanın arasında bulunan bir mağaranın içinde yankılandığını fark ettim. Mağaranın girişi yaklaşık bir buçuk metre yüksekliğindeydi ve devamı, dağın derinliklerine doğru ilerliyor gibiydi. Tavanından şıpır şıpır sular damlayan ve duvarları yosun bağlamış olan mağaranın çamurlu zemininde ilerlerken, mağaranın giriş bölümünü aydınlatan gün ışığı gittikçe zayıfladı ve bir süre sonra yerini tamamen derin bir karanlığa bıraktı. Karanlığın içinde, ellerimle ıslak duvarları yoklayarak ilerlemeye devam ettim; çünkü kaynağını bulmaya çalıştığım ses, Dilek Dağı’nda Erhan’la birlikte duyduğumuz sese çok benziyordu ve bunun, o zaman sandığımız gibi, bir kuş sesi olmadığı çok barizdi; çünkü, sesi bu kadar yakından duymak koşuluyla, en dikkatsiz kulaklara sahip biri bile bu sesin dokusunda şeytani bir kötülük barındırdığına yemin edebilirdi. Bir ara karanlığın içinde zayıf, turuncu renkli bir ışık görür gibi oldum. O an, kalın uçlu turuncu bir kalem tarafından karanlığın üzerine çizilmiş dik bir dikdörtgene bakıyor gibiydim. Biraz daha ilerleyince bunun, çevresinden zayıf bir ışık sızdıran bir kapı olduğunu fark ettim. Kapının önüne ulaştığımda o ses tekrar, belli belirsiz duyulmaya başladı ama bu sefer monoton bir şekilde bir şeyler söylüyordu gibiydi. Ahşap kapının yüzeyi kabartmalarla süslenmişti; fakat kapıdan sızan ışık, bu şekilleri, tam olarak neye benzedikleri ya da ne anlattıkları konusunda bilgi edinilebilecek kadar iyi aydınlatmıyordu. Kulpunu indirip, kapıyı, ardını görebileceğim kadar yavaşça aralarken kapı gıcırdamaktan ziyade adeta çatırdıyordu. Kapı, insan ya da hayvan kemiklerinin etrafa rastgele saçılmış olduğu, boş bir koridora açılmıştı. Koridor boyunca, çıplak ayaklarımın sessiz adımlarıyla yürüdüm. Ses artık, bilinmeyen bir dilde okunan bir dua ya da ilahi olduğunu tahmin edebileceğim kadar yakından geliyordu. Koridorun sonu, sol tarafta kalan bir odaya açılıyordu. Duvarın köşesine ulaştığımda durdum ve başımı uzatarak odanın içinde göz gezdirdim. Odanın sağ tarafındaki duvar boyunca uzanan ahşap masanın üzeri; içleri kırmızı, yeşil ve mavi renkte sıvılarla dolu olan şişelerle; hayvan ya da insana ait birtakım kanlı iç organların konulmuş olduğu bakır kap kacaklarla; çeşitli yabani otların taze ve kurutulmuş demetleriyle ve birtakım kemik parçalarıyla doluydu. Karşımdaki duvarda ise tahta raflarına çeşitli kalınlıklarda kitaplar dizilmiş bir kitaplık vardı. Geçtiğimiz birkaç yüzyıldan kalma oldukları kolaylıkla tahmin edilebilen kitapların bazıları kapaksızdı ve sadece, bir şekilde birbirine tutturulmuş, yıpranmış sarı sayfalardan ibaretti; diğerlerinin koyu renkli deri ciltlerinin sırtlarında ise birtakım tuhaf simgeler ve bilinmeyen ya da unutulmuş bir dile ait olduğunu tahmin ettiğim bir alfabeyle yazılmış kelimeler göze çarpıyordu. Sol taraftaki duvara yakın bir yerde bulunan küçük bir çukurun içinde bir odun ateşi yanıyordu ve havaya, çıtırtılarla kıvılcımlar savuran bu ateşin dans eden alevleri, titreşen kırmızı bir ışıkla odanın içini aydınlatıyordu. Ateş çukurunun çevresine belirli aralıklarla sabitlenmiş olan üç adet metal çubuğun diğer uçları yerden yaklaşık bir buçuk metre yukarıda birleşiyor ve birleştikleri noktadan aşağı sarkan zincirin ucundaki bir kanca, içinde bir şeylerin fokurdayarak kaynadığı, dış yüzeyi ise isle simsiyah olmuş metal bir kazanın kulpunu askıda tutuyordu. Kazanın içinde kabarcıklar çıkararak kaynayan, koyu kıvamlı, rengi yeşile çalan garip sıvıyı; ateşin önünde duran bir kadın, elindeki uzun saplı, tahta bir kaşıkla ağır ağır karıştırıyordu ve bunu yaparken sürekli olarak bir şeyler mırıldanıyordu. Çıkardığı o tuhaf ve ürkütücü seslere kelime denilebilirse eğer, bu kelimeler kimi zaman, yemek yerken boğazına bir şey takılmış birinin gırtlağından çıkan sesleri, kimi zaman ise susuzluktan damağı kurumuş birinin çıkardığı ağız şapırtılarını andırıyordu; ama mekandan ve içindeki nesnelerin sıra dışılığından, kadının garip görünüşünden ve davranışlarından anlaşıldığı kadarıyla bunlar uğursuz bir dile ait büyülü sözcüklerdi. Kadının tuhaf görünüşü ise kıyafetlerinin tuhaflığından kaynaklanmıyordu, çünkü üzerinde herhangi bir kıyafet yoktu. Çırılçıplak vücudu, o anki bakış açımla profilden görünüyordu. Keçi kılını andıran, simsiyah ve aşırı derecede kabarık saçlarının bir bölümü omuzlarının önüne uzanıp göğüs uçlarını kapatıyor; geri kalan kısmı ise kalçalarının üzerine dökülüp baldırlarına kadar uzanıyordu. Teni anormal derecede, hatta şeffaf denebilecek kadar beyazdı; öyle ki derisinin altındaki kas grupları ve tüm vücudunu bir ağ gibi saran siyah renkli damar ağı bile belli belirsiz seçilebiliyordu. Oldukça kemikli olduğu fark edilen elleri, uzun ve siyah tırnaklara sahipti, hatta sadece ellerini gören bir kişi, bunların pençe olduğunu sanabilirdi. Ayak parmakları anormal derecede, en az ayak tabanlarının uzunluğu kadar uzundu ve bunlar da tıpkı el parmakları gibi; uzun, siyah, keskin ve uçları kıvrımlı tırnaklara sahipti; ama tüm bunlardan çok daha tuhaf olanı ise topuklarının olması gereken yerlerde birer adet uzun ve keskin tırnaklı ayak parmağının daha olmasıydı. Görüldüğü kadarıyla bu ayaklar düz bir zeminde yürümek için değil de sanki kuşlar gibi, ağaç dallarına ya da benzer yerlere tünemek için yaratılmış gibiydi. Yüzüne bakılırsa yirmili yaşlarındaymış gibi görünüyordu. İri gözleri parlak sarı renkteydi ve karşısında yanan ateşin turuncu ışığıyla, sarı ampullü bir çift el feneri gibi parlıyordu. İnce ve biçimli kaşları, gür ve kabarık saçları gibi siyahtı. Geniş alnının üzerinden, tıpkı boynuzu andıran bir çift küçük kemik çıkıvermişti. Elmacık kemikleri oldukça belirgindi ve iri bir çenesi vardı. Ağzı genişti ve rengi mora çalan dolgun dudaklarının arasından taşan bir çift köpek dişi, üsttekine oranla daha kalın olan alt dudağının üstüne biniyordu. Küçük burnunun sırt kısmı, yumuşak bir içbükey kavisle kıvrılıp, dar burun delikleri ve kalkık bir burun ucuyla sona eriyordu. Avını dinleyen yırtıcı bir hayvanınki gibi birbirinden bağımsız olarak sağa sola hareket eden kocaman kulak kepçeleri, saçlarının içinden çıkıyor ve sivri uçları, başının yaklaşık bir karış üstüne kadar yükseliyordu. Sol kulak kepçesini, sanki üzerine konan bir sineği kendinden uzaklaştırmak ya da üzerinde gezinen bir paraziti düşürmek istermişçesine titreterek silkeledi ve ardından her iki kulak kepçesini de bulunduğum yöne doğru döndürdü ve dudaklarından dökülen büyülü sözcükleri söylemeyi aniden kesti. Başını hızla bana doğru çevirince irkilerek geri sıçradım. Parlak sarı renkli gözlerini gözlerime diktiğinde, başını, sanki yüzünün önünde beni görmesini engelleyen görünmez bir nesne varmışçasına, belirli bir düzenden yoksun olarak ani ve sert hareketlerle sağa sola eğiyordu. "Merhaba." dediğinde, bu sesin beni mezarda uyandıran sesle aynı ses olduğunu fark ettim; fakat beni ona cevap veremeyecek kadar korkutan şey, dudaklarını kımıldatmadan, benimle beynimin içinde konuşuyor olmasıydı. Bana doğru, hızlı, ama peş peşe olmayan birkaç adım atarak yaklaştı ve yaklaşık üç metre ötemde durdu. Sanki ani bir hareketimle birlikte, üzerime atılacakmış gibi yavaşça başını aşağıya doğru eğerken gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. İyice eğildikten sonra durdu. Sırtını kaplayan kabarık saçlarının altında bir hareketlilik olmaya başladı ve her geçen saniye şiddeti biraz daha arttı. Kısa süre sonra, siyah saçlarının altından bir şey ya da bir şeyler çıkmaya başlıyormuş gibi oldu ve hemen ardından, saçlarının arasında; uçlarında, her biri bir kancaya benzeyen sivri uçlu kemik çıktılar bulunan, iki adet, dirsek benzeri organ belirdi. Sımsıkı bükülmüş bu garip, iri kemikli dirseklerin açıları, yavaşça bir miktar açılarak daraldı ve sonra, kabarık saçlarının altında saklı duran yaklaşık iki metre uzunluğundaki yarı şeffaf deri kanatları; korkunç bir hızla, tıpkı rüzgarın fora edilmiş bir yelkeni dövmesi gibi güçlü bir ses çıkararak açtı. O an vücudumdaki tüm tüylerimin, tehlike karşısında kabarmış bir kedininki gibi, diken diken olduğunu olduğu hissettim ve geriye doğru sıçrayarak, sırt üstü yere düştüm. Sonra kendimi, ters dönmüş bir kaplumbağanın kendini düzeltmesi gibi, beceriksizce yüz üstü döndürdüm ve ayağa kalkarak var gücümle, orayı terk etmek için koşmaya başladım. O kadar çok korkmuştum ki mağaranın dışına nasıl çıktığımı anlayamamıştım bile. Nefesim kesiliyor gibiydi ama yine de hiç durmadan, dağdan aşağı doğru koştum ve sonunda iyice bitkin düştüğüm bir yerde tökezleyerek, yüz üstü yere düştüm. Yerde hareketsiz bir şekilde yatarken, yakınlardan bir yerden su şırıltıları duyar gibi oldum ve sesin geldiği yöne doğru emekleyerek ilerlemeye başladım. Bir süre sonra karşımda, Dilek Dağı’na Erhan'la birlikte geldiğimizde su içtiğimiz pınarı gördüm. Artmış olan su miktarı pınarın göletini bir hayli genişletmiş ve derinleştirmişti. Eskiye nazaran oldukça berrak olan göletin kenarına konmuş arılar, uzattıkları minik hortumlarıyla su içiyordu. Biraz su içmek ve mezardan çıktığımdan beri dayanılmaz bir şekilde kaşınan yüzümü, göğsümü ve sırtımı yıkamak için göletin üzerine doğru eğildiğimde; kalbimi durdurtacak, bana aklımı kaçırtacak ve dünyaya gözlerimi açtığım güne lanet ettirtecek kadar korkunç bir görüntüyle karşı karşıya geldim. Suyun yüzeyine vuran yansımamda; siyaha çalan mor bir renk almış olan tenimi; çürümenin etkisiyle kısmen koparak dökülmüş ve altındaki kemiklerin beyazlığı yer yer açığa çıkmış yanaklarımı; ucu düşmüş burnumu; feri sönmüş gözlerimin griliğini; parçalanıp dağılmanın etkisiyle yüzüme, sırıtıyormuşum gibi bir ifade yerleştirmiş olan dudaklarımı ve yüzümdeki çürümüş etlerin arasında kımıl kımıl oynaşan beyaz renkli kurtçukları görünce; Erhan'la birlikte Dilek Dağı'na geldiğim o gün, o uğursuz sunağın kemikten dallarına bağladığımız o ufak kağıtlardan birinin üzerine "Ölümsüz olmayı diliyorum." yazısını yazdığımı hatırladım. GENESİS Read the full article
0 notes
sin-u-san · 7 years
Photo
Tumblr media
Welatê xerîbiyê - Bir hüzündür ayrılık (MEHMED UZUN) Sürgün koşullarının sanatsal yaratıcılık üzerinde oluşturduğu artı ve eksilerde, kuşkusuz eksiler daha fazladır. Sürgünün kendisi büyük bir eksidir. İnsanın yurdundan, dilinden, kültüründen, sevdiği insanlardan, alışık olduğu dünyadan zorla koparılması kadar zor bir şey yoktur. Çocukluğumun peşine takılmış, bir gölge gibi beni izleyen unutulmaz simgelerinden biri de ninemdir. Alımlı uzun boyu, tarihi bir portreyi andıran güçlü yüz hatları, unutulmuş bir tarihe tanıklık eden giysileri, bir coşku ve sıcaklık kaynağı olan gözleri ve ipek gibi yumuşak sesiyle o, yaşamıma mührünü vuran çok az sayıdaki insanlardan biri oldu. Annem altı erkek çocuk doğurmuş olan ninemin tek kızıydı. Ülkemdeki anne-çocuk ilişkisindeki o anlatılmaz sevgi ve sıcaklık  tümüyle annem ve ninem için de geçerliydi; yoğun bir sevgi ve şefkat, dayanılmaz bir koruma ve kollama duygusu, sonu gelmez bir mutluluk pınarı... Ninemler, aynı şehirde, bizden birkaç mahalle uzakta oturuyorlardı, ancak o, her fırsatta bize, geniş bahçeli, içinde şeftali ve nar ağaçlarının bulunduğu evimize koşardı. Koltuğunun altına kızına ve kızından olan ilk torunu bana, getirdiği yığınla hediye ile. Ninem gelir, günlerce, haftalarca bizde kalırdı. Ninemin bizde olduğu günler, bahçemizdeki nar ağaçlarının çiçekleri kadar renkliydi. En güzel yemekler pişirilir, çeşitli güzel ve renkli giysiler giyilerek denenir, ziyaretlere gidilir, ziyaretçiler ağırlanır, o birbirine çok benzeyen günlere bir yenilik katılırdı. Annemin yüzü, o günlerde, bir şeftalinin sayfam ve canlı renkleriyle ışıldardı. Ben ise o unutulmaz günlerin, en çok, kısa süren gecelerini severdim. O geceler renkli destan ve öykülerin geceleriydi. Küçük gaz lambalarının bir türlü aydınlatamadığı geniş pencereli küçük odam, destan ve öykülerle göz kamaştırıcı bir aydınlıkla dolardı. O gecelerin hiç bitmemesini, sonsuza kadar sürmesini isterdim, nineme durmadan uyumak istediğimi, gecenin bitmemesi gerektiğini söylerdim. Ama ben uyur, gece biter, yeni bir gün başlar ve ben sabırsızlıkla yeni geceyi beklerdim. Arzu ve isteklerimin dışında, benden ve isteklerimden çok daha güçlü bir takım kuralların olduğunu çocuk kafam anlamaya başlamıştı... Ninem, bizde olduğu sürece, hemen her gece, ben uyumadan önce gelir, başucuma oturur ve o uzun, damaları neredeyse dışarıda olan elleriyle saçlarımı okşardı. Durumu hemen anlardım; yeni, heyecanlı, renkli bir öykü başlamak üzereydi. Dantelli, beyaz yastığımı bir yana iter, hafifçe başımı ninemin dizine koyar ve sessizce gülümserdim. Bu ince ve sessiz hazırlıktan sonra öykülerin o tarihin derinliklerinden gelen efsanevi sözcükleri art arda gelirdi. Ninem Zerdüşt'ün diline yakın o eski Kürtçenin Zaza lehçesiyle başka bir dünyaya ait olan sözcükleri bir inci gibi dizerek beni aydınlık bir dünyaya götürürdü. Orada renkli ve gizemli sözcüklerden coşkulu bir Fırat nehri, bir Dicle nehri oluşurdu. Ben kendimi Fırat ve Dicle'nin o hafif serin, huzur verici, ferah sularına bırakırdım. Yumuşak ve hafif dalgaların dinginliğiyle rahatça uykunun geçitlerine girerdim... Walter Benjamin bir yazısında şöyle diyordu; "Kim bugün doğru dürüst hikayeler anlatabilen birilerine rastlıyor? Bugün ölmekte olanların ağzından, kuşaktan kuşağa bir yüzük gibi dolaşan sapasağlam sözlerin çıktığı var mı? Bir atasözü bugün kimin yardımına koşuyor?" Bu haklı sözler, zamanı ve toplumsal gelişmeleri yeterince izlemeyen evimiz için geçerli değildi. Orada, sözcükleriyle çocuk ruhumu ve yüreğimi sarsan, doğru dürüst hikayeler anlatan birisi vardı... O zaman çok kısa süren o renkli geceler, şimdi sonsuz hale geldi. Unutulmaz bir anı, beni sürekli izleyen güzel bir gölge oldu. Elbette o gecelerde inci gibi ışıldayan sözcüklerin büyük bir bölümü zamanın azgın dalgaları karşısında dayanamadı; yitti, gitti. Ancak o geceler bir anı olarak, o gecelerin coşkulu sözcüklerinin bir bölümü de kaderimin bir parçası olarak sürekli benimle birlikte kaldı. O unutulmaz deyimlerden biri de welatê xerîbiyê idi. Masal, efsane ve öykülerini anlatırken o masal, efsane ve öykülerden çıkıp gelmiş bir peri haline dönüşen ninemin ağzından sık sık bu iki gizemli sözcük çıkardı; welatê xerîbiyê... welatê xerîbiyê... welatê xerîbiyê... Mehmed Uzun, Nar Çiçekleri Foto :Mustafa Çağan
8 notes · View notes