yazarkisisi
yazarkisisi
ilayda dmrkn
90 posts
kendimden topladığım tüm parçaları buraya yazıyorum.
Don't wanna be here? Send us removal request.
yazarkisisi · 4 days ago
Text
Tumblr media
Siyah kanatlı rüya
Bir rüya gördüm, sevgilim…
Koca siyah kanatlı kelebekler vardı,
Saç tellerimin arasından çıkıp, saç tellerinin arasına kanat çırpıyorlardı.
Bir günlük ömürlerini inkar edercesine,
Uçsuz bucaksız bir yolculuk…
Benden sana, senden bana.
Ama…
Konu sen olduğunda, rüyamda bile sessizsin sevgilim.
Sustun baksana!
Oysaki bu benim rüyam!
Söylesene,
Yollasana bir kelebeğin kanadından bana,
Yıllarca beklediğim o günü!
Ama yok…
Ama yok!
Bu rüya âleminde bile bana sükûtu hayalsin, be adam!
Bak!
Bir kelebek uçmayı reddetti,
Ve oracıkta öldü…
Rüyada ölmek ne korkunç, ne de gerçek bir ölüm.
Siyah kanatları avuç içlerine pul pul düştü.
Bakakaldın öylece!
Korkma sevgilim,
illa biri, bu acıya dayanamayacaktı,
İlla biri, senin bencil kalbine karşı
En ağır bedeli sana ödetecekti!
O güzel avuç içlerine
Dökülen kelebeğin pullarını oraya buraya savurmaya kıyamıyorsun,
Parmaklarını dans ettiriyorsun saçlarının arasında,
Kelebekler korkuyorlar senden,
Kaçıyorlar senden.
Ve ben, yine durmadım…
Bir tane daha yolladım
Bir tane daha.
Bir tane daha!
Bitirmiyorum…
Bitiyorum!
Saç tellerimin arasından, senin saç tellerine
Eşsiz bir kelebek daha
Gözünün renginden çalmış rengini.
Korkuyor, kaçıyor…
Ama sen yakalıyorsun.
Yakalayıp saçlarının arasına, öylesine yerleştiriyorsun.
Sen zaten hep öylesine yerleştirirdin!
Artık uyanmak istiyorum, sevgilim.
Karşımda o kadar güzel, o kadar soluksuz olsan bile
Uyanmak istiyorum!
Katlanamıyorum!
Görüp de, görmemelerine,
Alıp da almamalarına,
Hissedip de hissetmemelerine.
Uyanmalıyım!
Yoksa sonsuz bir ölüme mi evet demeliyim?
Bilmiyorum,
Ama uyanmalıyım.
Ölmeden önce bu rüyayı anlatmalıyım sana.
Ve işte…
Tam uyanacağım anda
Bir siyah kanatlı kelebek daha,
Göğsümün ortasından senin göğsüne süzülecekken
İteledin!
Öyle sert ittin ki…
Kanatları yırtıldı!
Pul pul savruldu.
Artık acıman bile yok, sevgilim.
Bencilce acıman bile yok!
Uzanıyorum…
Geri almak istiyorum…
Alamıyorum!
Ve uyanıyorum…
Gözyaşlarım yastığımı boğmuş.
Bedenim olmuş siyah kanatlı bir kelebek.
Ve sen…
Hiç olmamışsın ki sevgilim…
Gözde İlayda DEMİRKAN
0 notes
yazarkisisi · 13 days ago
Text
Tumblr media
İkinci cinayet
“Beni iki kez öldürdüğünü hiç bilmedi.”
Git, dedi ve gittim. Evlendim! Hem de daha tenimde ıslak dudaklarının izinin kokusu dururken. Bekleyemedim, beklememi istemedi de hemen gitmemi istedi. Bende istediğini yaptım. Evlendim! Bu bilmeden işlediği ikinci cinayetiydi. İlki şöyleydi, beni sevme demesinin hemen ardından, beni öldürdüğünü bilmeden bir yerde bulduğu hazır yuvasıyla sahnede mutluluk oyunu oynarken, ben çoktan artık ruhumu kaybetmiştim. Kaybolduğunu bildiğim yerden ruhumu çıkarmak isterken, ayaklarım buna izin vermiyordu. Islak odunla diz kapaklarımın üstüne, içine, dışına her yerine dayak yemiştim. Yürümek nedir tüm işlevimi kaybetmiştim. Daha dün gibi gözümün önünde o gösterişli tablo! Çok mutluymuş, hazır yuvası! Unutmak kolay değil, unutmak hiç kolay değil. Hayalini kurduğum bir anda kendimin olmaması. Gözlerinin içi gülen bir adam, bak gömlek giymiş üstüne, ben hiç böyle görmemiştim. Ben yokum, ben ölmüşüm! Bir başkasına aitmiş meğer! Ama size yemin edebilirim ki, onun için dilimden bir kötü cümleyi bırakmadım gökyüzüne. En güzel dualarımı süsleyen gök kırılırdı, hazır değildi buna! Yapmadım, yapamadım ama çok ağladım. Tanrı ve gök şahidim çok ağladım. Acır diye bekledim Tanrı ama acımadı, geçirmedi de olanları. Hatırlamıyorum ama kendime çok acıdım! Şimdi ise evlendim. Bu sefere bakın ben gittim, o istedi diye gittim. Sevme dedi ve gittim. Ne büyük bir gurur benim için, ne büyük bir başarı! Lütfen ayağa kalkın ve beni alkışlayın! Bu sahneye alkışlanır. Hazır yuvasından sıkıldıktan sonra yeniden koşarak geldiği kasıklarımda bulurken sıcaklığı, ruhumun öldüğünün hiç farkına varmadı. Ben ise göstermekten pek yana olmadım, düştüm yine tenine, sevgime. Gözlerinin içine uzun uzun bakarken; ”Hâlâ çok seviyorum seni!” Demelerimi ise yine duymadı. Hiç değişmemişti. Bana bu kadar sağır oluşu nedendi? Kör olmasına dokunmuyorum bile. Sormaya korkuyorum, susuyorum susuyorum. Ruhumla gömdüm içime cümlelerimi. Kabul ettim ve bir başka adamla evlendim. Daha birkaç dakika önceydi aynı sahnede deli gibi sevişmemiz ama ne fark ederdi ki onun için başka bir adamla yatmam! Ben ilk kez bize bir aynadan baktım. Yıllar sonra ilk kez ve en iyi yaptığımız şeyle gördüm bizi ve sonra başka bir adamla o istedi diye evlendim. Ne garip her detayını ince ince bildiğin o adamdan uzağa düştüm. Uzağa gittim, çok uzağa, farklı bir ülkeye. Rahat edermişim! Bak bak ne de düşünceli benim geleceğim için bak! Bunları söylerken kalbime vurulan çekiçlerin sayısını pek hatırlamasam da boynuma sarılıp, kapıdan çıktığı an çekiçlerin darbelerinin hepsini aynı andan hissettiğimi biliyorum. O yine bilmiyor! Şimdi ise evlendim, mutluyum! Tenimde hâlâ dudaklarının izi duruyor, saklıyorum, gözlerimin önünde hâlâ gördüğüm güzelliği fakat uzak tutuyorum kendimden, kokusunu ise bu bilmediğim adama giydirdim. Çok korkunç! İşte bu da ikinci cinayeti. Hem gitti hem de gitmemi istedi. Siz söyleyin hangisi daha kötü bir ölüm?
Gözde İlayda DEMİRKAN
0 notes
yazarkisisi · 2 months ago
Text
Tumblr media
Kalpte ritim bozulsa da!
Beklemek, sadece “tek ben” olarak zoru zorlayarak onun ilgi odağında beklemek.
Onun istediği gibi göksüz ve çırılçıplak beklemek.
O gün, geleceği günü aç ve edepsiz bir tutkuyla beklemek.
Dolup dolup taşan, sığmayan bir sevgiyle avuç içlerimde kalbimle beklemek.
Aşkı bir kenara itiklersek sadece çok güzel severek beklemek.
Onu görmek ve yine dört duvar arasında saklı, yasaklı olacağını bile bile sussuz beklemek.
Kapıdan ilk girişini, ilk öpüşünü hep o anı yine ve yine ilkmiş gibi beklemek.
Ruhumun, kulağımın dibinde bana söven laflarının karşısında sağır kalarak yine onu bekleyebilmek.
En kötüsü her gelişi bir son korkusuyla beklemek.
En beteri de bu ya!
Giden yine gidebilirle beklemek.
Zorun ve imkansızlığın nedenini bilemeden beklemek.
Basit bir soru kalıbının lanet bir hal almasıyla beklemek.
“Neden?”
Geçen senelerle hoş sohbet içerisinde olmak isterken, kavgaya düşerek beklemek.
Kocaman dönen can yakıcı gösterilere kör olarak beklemek.
Bakın ek not vermeden geçemeyeceğim çok gösterişli sahneler.
Her izlediğimde sayıp sövdüğüm, öfkeyi nirvanaya taşıdığım sahneler.
Öfke kontrol problemli doktor onaylı beklemek ama beklemek!
İşte çok sert dokunarak, çok ağır gelerek beklemek.
Kalpte yük edinerek beklemek.
Kalpte ritim kayması, sızısıyla beklemek.
Kalp ritim bozukluğu doktor onaylı beklemek ama beklemek!
Sevdim, dememek için kırk takla atarak beklemek.
Oysaki sadece sevdimle beklemek vardı!
Edepsizlik bu ya! Yine de geldiğinde dudaklarının tadını tenimde bileceğini bile bile beklemek.
Zaafın vücut bulmuş halini yanan ateşin içinde beklemek.
Biliyorum ki yanacağım, biteceğim, kalmayacağımı bile bile beklemek.
Aşkımı şimdi şiir yaparken, kalbi kör adamın kalbinin sesini bir ümit duymayı bekleyerek beklemek.
Beklerken geçen sayıları parmaklara sığdıramadan beklemek.
Çocukluk anılarının içinde onunla tanışmanın heyecanıyla beklemek.
En güzeli de bu ya! Gözlerinin içine bakıp orada bir yerde çocukluğuyla kaybolarak beklemek.
Yorgunluğunu biraz olsun kovalarım sana iyi gelirimlerle beklemek.
Ah! Bir bilsenlerle kurulan hayallerimin evimin duvarlarında yankılanmasıyla beklemek.
Dudaklarımın kenarlarına gelecek susmalı cümlelerimin korkusuyla beklemek.
Çıksa dudaklarımdan evet desen ya umudu ve beklemek.
Yaşlandın evet ama hâlâ pek ala çok güzel olduğunu bilerek beklemek.
Ya da güzelliğe değil ki bu sevişmeler sadece suskun hislerle beklemelere.
Bunun üzerinden de geçecek zaman beklemelere.
Sen yaşlanmış ve ben yaş almış, gidememişiz
Beklemelere doyamamışız.
Ve hâlâ sen ve ben
Biz değil
Zamanın en sessiz köşesinde beklemekteyiz…
Yazık değil mi söylesene?
Gözde İlayda DEMİRKAN
1 note · View note
yazarkisisi · 3 months ago
Text
Tumblr media
Çıplak Kalmış Ruh
Mimozalar konmuş bir pencerenin önünde duran bir kadın,
Baksana ama saç telleri keder tutmuş bu kadının.
Neden ki? Soramaz mı oldun? Neden?
Parmak uçlarıyla taramaya çalışıyor da saçlarını farkına varmadan,
Keder avuç içlerine bulaşmadan!
Keder kangrene dönüşmeden,
Kadın oradan, o pencerenin önünden gitmeden,
O koca gözlerine mum ışığının titremesi düşmeden.
Kimdi ki bu kadın?
Pek ala pek de güzel de yüzü çokça kırık solgun.
Dokunmamış sanki hiç gülüşleri mimozaların.
Oysaki birkaç dakika önceydi öpüşleri adamın.
İşte o an!
Ruhuna ihanet eden bir kadın!
Tanrı cezalandırsın!
Adamın öpüşlerine kanan bir kadın!
Tanrı yine cezalandırsın!
Daha da fazlası verilmeden,
Ortaya bir kalp sunulmadan yapılan öpüşlerden!
Kat kat cezalandırılsın Tanrı’dan
Ne de acı ki buna katlanan kadın!
Arzusuna kor oldun da büyüttün.
Kalpte kaç süveyda düşürdün?
Kaç karanlık tarafından yutuldun?
Yutuldun da kaç kez daha çok sevdin?
Daha çok sevmek yetti mi, Anka kuşu mu oldun?
Kaç kez adamın karanlığında seviştin?
Yazık aydınlığını hiç göremeden.
Ne fayda şimdi mimozalar toplasan!
Seviştiğin tenin üstünden toplamadan.
Bu böyle nereye kadar demeden,
Geçen o yıllardan hiç kopmadan,
Kaldır kafanı bak, göğe bakmadan geçen bir zamandan,
Hangi dileği beklersin olsun?
Kalbi sana kör olan adamdan.
Geldin, gittin, görmedin, duymadın
Bu adama demez misin?
Söyler misin? Kahretsin! Söylemelisin!
Acının en katı halini dudaklarına işleseydin,
İlmek ilmek nakışlarla süsleseydin
Sökmeyi de bilmezdin! Sökemezdin!
Adama şimdi sağ elinde tuttuğun kırık ayna parçasından bakar oldun.
Oysaki teninde kokusunun cirit attığını bilirsin,
Kasıklarında lavların,
Göğüs uçlarında damağa yapışmış tatların,
Bilirsin en çok da hissedersin.
Bilirsin aşk bundan geçmek zorunda bilirsin.
Ama şimdi kırık ayna parçasında yalnız çıplaksın.
Ruhuna ihanet ettin kadın!
Ruhuna prangalar taktın.
İşte şimdi gerçekten çıplaksın!
Ruhundan yoksun,
Adamın kara gözlerinden yoksun,
Sadece kendine uzak düşmüş bir düştesin.
Uyanma vakti uyanmalısın!
Uyan mimoza dolu pencerenin önünden uyan!
İlayda DEMİRKAN
0 notes
yazarkisisi · 8 months ago
Text
Tumblr media
seyirci ve üç kişi
İşte tam orada durdular,
Ben şahidim!
Ben gördüm!
Yaş almış taş duvarların önünde durdular.
Üç kişi, üç kişiydiler.
Eminim!
Sadece birini görmese de kimsecikler,
Üç kişiydiler.
Ben, ben ise sadece seyrettim.
Rahatsız kırmızı koltuğumda ayrıntıları ıskaladım.
Bu hikayenin içinde bir kısmını seyretmeyi seçtim.
Acıdım!
Sadece tek birine acıdım!
Sadece benim bildiğim, gördüğüm birine.
Farz et ki Tanrı olsaydım,
Bu acıdan şiir yazar, gökten fırlatırdım.
Kimse de alıp, kambur etmezdi göğüsünü bilirdim.
Onca görülmemişlerin arasında gökte asılı kalırdım.
Farz et ki Tanrı olsaydım.
İyi ki değilim!
Şimdi merak ettiniz bilirim.
Kim bu üç kişi?
İkisini bilirim
İkisini herkes bilir
Sadece benim bildiğimi sadece ben bilirim.
Belki de anlatmaya değer sadece onu bilirim.
Siz diyin bir aşık,
Ben diyim lanetli bir aşık.
Zannedersiniz ki kırmızı elmadan bir ısırık.
Zannedersiniz ki cennetten kovulmuş bir kadın insancık.
Zannedersiniz ki sınanmaya müebbet yemiş bir kalp, kalpcik.
Zannedersiniz ki hep uzak bırakılmışlık.
Zannedersiniz ki…
Şimdi orada görürüm boynu ipe dolandı dolanacak, bükük.
Kalbi titredi titreyecek, kırık.
Zor olmalıydı bu sahnede zorla oynamak.
İstemiş miydi ki bu sahnede yer almak?
Yazılmak istemiş miydi yarım kahraman olmak?
Yazılmak istemiş miydi ayrı bir kalemle yazılmak?
Kimin seçimiydi bu?
Sorulmuş muydu?
İyi ki Tanrı değilim!
Farz et ki Tanrı olsaydım!
Bu kaderi kime hak edebilirdim!
Bu diğer ikisine gelebilirsem yahut gelmesem,
Tek bildiğim saçları ayaklarına dolanmış bu adam,
Ayaklarına dolanan saçlarının yollarını kestiğine şahitlik ederim,
Görmediği kalbe ise sunduğu bu şatafatlı gösterinin seyircisiyim,
Ama yetmez ki, cezasının ağıt yaktığına da şahitlik ederim.
Gök görmez bir kuytuda söylediklerine sağırım,
Ve zaman, o zaman deli gibi koşar bilirim.
İşte o vakit geldiğinde…
İyi ki Tanrı değilim!
Zor olmalıydı görünen bu ikisini görmek.
Ya görülmemek?
Gözde İlayda DEMİRKAN
0 notes
yazarkisisi · 8 months ago
Text
Tumblr media
mektupsuz mektup
Ey sevgili, ey peri
Hicran mektupları benkisi
Son olduğu gibi ilki de sevgili.
Ne arz edebilir ki bir beklenti?
Şimdi sırası artık veda busesi;
”Hatırlar mısın sevgili?
O sonsuzluğa düşmüş besteyi.
Ne derdi Zeki?
Aşk gibi, sevda gibi…
Huysuz ve tatlı kadın nerede şimdi?
Hangi gökyüzüne seslenmeli sensizliği?
Hangi toprakta aramalı tenini?
Hangi şarkıya sormalı sesini?
İnan hiç bilmiyorum ki!
Sen de bilemezsin tabii,
Sadece kalana düşermiş sillesi.
Lâl olurmuş ölüme düşmüşün kalbi.
Ölenden daha çok belirsizliği.
Bak! Oradan yanlış eyleme sözlerimi!
Bağrış değil benimkisi,
İsyan bayrakları çekmiş bir kalpte değil ki,
Özlem akıtmış bir yaranın cahilliği.
Hor görme işte beni!
Uzatmak ne fayda ki,
Artık o veda vakti!”
Sevgilim, ruhum, halam için
Gözde İlayda DEMİRKAN
0 notes
yazarkisisi · 2 years ago
Text
Tumblr media
Senin için olmak
İsterdim, öyle çok isterdim ki
Her gece gökte uçan kanatlı bir yıldız olabilmeyi
Ulaşılmaz olana ulaşılabilmeyi
Kim diye, sormamanı ümit ederdim ki
Ne fayda! Sorarsın değil mi?
Sana diyen çığlıklarımı duymaz mısın?
Kalbin taş tuttu da, kulakların sağır mı oldu?
Peki gözlerin görmen gerekeni görmez mi oldu?
Camına vuran bir kuş misali oldum
Kuş oldum, kuş görünümünde bir yıldız oldum
Uzun saçlarından, kirpiklerine düştüm
Odanın şiir dolu duvarlarını aydınlattım.
Pek seversin Orhan Veli’yi bilirim.
Ama ne fayda işlememiş kalbine onu da pek ala bilirim.
İsterdim ve sadece istemekle yetindim.
Yine de isterdim çocukluğunun uçurtması olabilmeyi
Renklerimi gözlerinin ışıltısından çalabilmeyi
Göklerde sesinin neşeli uğultusuyla sonsuza süzülebilmeyi
Bulutların resmettiği gökleri sana getirebilmeyi
Avuç içlerini göklerle doldurabilmeyi
Beyaz çalıp, maviye boyayabilmeyi
Güvercin olup, martıya dönüşebilmeyi
Kumru olup eşimi yani seni bulabilmeyi
İsterdim, sadece isterdim.
Çocukluğundan çıksam gelsem anlar mıydın?
Beni…
İsterdim yine de çok isterdim
Seni sensiz sevebilmeyi
Seni sensiz severken seninle de sevebilmeyi
İmkansızın o tatlı acısını kalbinde yakabilmeyi
Bir tutam sitemin kokusunu içine çekebilmeyi
Belki de Sezen’in şarkısında bulabilmeyi
Bilmeyi değil, hissedebilmeyi
Uzaklarda hiç değil orada hep seni bulabilmeyi
Resminin yansıyan güzelliğinin hayaliyle yanmayı
Ve sönmemeyi ve belki de ölmeyi
Bitmeyi…
İsterdim, şimdi, şu an sana senin güzelliğini sana anlatabilmeyi
Parmak uçlarının göz bebeklerini tek tek öpebilmeyi
Uzun saçlarından düşen mimozaları yine sana toplayabilmeyi
Dudaklarının kenarlarını öperken deniz manzaralı yolculuklara çıkabilmeyi
Yüzüne düşen mumun dansının hayalleriyle kaybolabilmeyi
Ve hiç bulunmamayı
Kirpiklerinin uçlarına en güzel şiirleri iliştirebilmeyi
Günah olan ellerini kendime sen görmeden sıkıca bağlayabilmeyi
Tenini ah o tenini unutulmuş bir köşede saklayabilmeyi
Ve kokunu bahara hasret kalmış sabırsız çıplak ağaç dallarına yaprak bırakabilmeyi
Sevmelere doyamadığım seni böylesine…
Bilebilmeni isterdim.
İsterdim de bilemedin dimi?
Gözde İlayda DEMİRKAN
1 note · View note
yazarkisisi · 2 years ago
Text
Tumblr media
Orada bir yerde
Kaçmak istediğim çok doğruydu. Senden kaçmak istediğim. Kimsenin seni bilmediği, kimsenin beni bilmediği bir yer olmalıydı. Nefesinin, soluduğum havaya karışmadığı, ayaklarının, bastığım toprağa dokunmadığı, hayalinin bile hayallerime yaklaşamayacağı bir yer olmalıydı. Muhakkak olmalıydı! Buldum ve sorgusuz sualsiz aldım başımı gittim. Bir sahil kıyısına! Ne klişe değil mi? Bir yaz dizisinin içinde değildim oysaki! Boğulmak istemediğim sadece sakince seyretmek istediğim dalgaların arasında boğulacağımı bilmeden gittim. Aslında bakarsanız korkardım da denizden! Olsun! Korkum ağır basmalıydı ve o kadar ağır basmalıydı ki seni düşünmeye zamanım hiç olmamalıydı. Her anımı acaba deniz taşacak da beni ve düşüncelerimi alıp götürecek mi? Korkusuyla yaşamalıydım. İşte o zaman rahatlıkla bu sahil kıyısında oturur ve kendimi özgür bırakabilirdim. Bırakamadım! Bu korkudan çok ama çok uzak yine ve yine seni düşündüm. Kaçamadım ama daha da boğulmamıştım. O telefon konuşmasına kadar diyebilirim. Çok mu karıştım, çok mu yeniden yeniden yaşadım yazarken, bilmiyorum ama en iyisi gelin sizi o geceye götüreyim. Denizin dalgalarına elimizi uzatırken, gözlerimizi yıldızların ışığına teslim edelim. Aman! Dikkat edelim yakamozun ışığını kıskanan yıldızlara ve bu öykünün sonunda benimle boğulmaya hazırlanın. Ben hazır değilim ama başka çarem de yok gibi. İntihara değil daha da gerçeğe!
Ilık bir yaz akşamı, yazın neşeli gülüşleri sokaklarda köşe kapmaca oynarcasına kalabalık, kimisi ailesiyle bir çay bahçesinde ikidir okeye dönüyor, kimisi o bar senin bu bar yine onun önlerde en kıvrak dans figürlerini yarınlar yokmuşcasına sergiliyor ki ben dans etmekten nefret ederim, kimisi lunaparkta çığlık çığlığa her alete binerken denize fırlar mıyım düşüncesiyle çılgınca akşamını geçiriyor ki bence büyük bir risk ve yine ben yapamam. Kimisi ise aşkitom, kocişkom, böcüşkom, cicişkom gibi yeni, anlamsız, gereksiz, saçma kelimelerle dizilmiş uzun uzun cümlelerle, sözde aşk dolu bir yaz akşamı geçiriyor ki o da zaten bende yok ya da var da platonik. Neyse konumuz bu değil yani aşk aslında ama benimle ilgisi yok! Peki ben ne mi yapıyorum bu öykünün içinde? Her şeyden kaçmak isteyen ben ise aylak aylak bir aşağı bir yukarı hızlı hızlı yürüyüşümü yaptıktan sonra kendimi kimseciklerin olmadığı ılık kumların üstüne atıyorum. Karanlığı aydınlatan yüzlerce ve hatta yüz binlerce yıldız düşünün. Işık kirliliğinden kurtulmayı başarmış yıldızlar, gökten bana merhaba dercesine bir ışık şöleni sunuyorlar. Bana özel! İnanın bana özel! Denizin dalgaları çocukları salıncaklarda sallarcasına dingin. Korkmuyorum ama karanlık o sulara dalıp gitmekte istemiyorum. Ufak bir balık çok ufak ve hatta pek de meraklı hoplayıp, atlayıp duruyor. Ne bu merakın karaya? Kara senin sonunu getirir dostum! O gecenin en özeli neydi biliyor musunuz? Aydan, denizin üstüne düşen, yıldızları kıskandıran ışık şöleninin dansı. Hangisi daha tutkulu? Yakamozun altında bu dansa eşlik eden bir çift, sevgili öpüşüyorlardı yada bu benim mi hayalimdi? Olmayacak bir hayal! Bir an için kaçtığımdan kaçtığımı anlıyorum ve hatırlamamla tekrardan düşüyorum kaçtığıma. Bir şarkı çalmaya başlıyor bilmediğim derinliklerimde ve bir göz yaşı düşüyorum o ışıltının büyüsüne. Belki öykünün sonunda hala boğulmamışsam bu şarkıyı sizinle paylaşırım. Hafif tatlı bir rüzgar omuzlarıma dokunuyor ve hatta dürtüyor beni. Korkuyorum, irkiliyorum, arkama bakıyorum kimse yok. Sadece benim gibi yalnızlığı tercih etmiş olan bir ev dikkatimi çekiyor. Kocaman demirden bir bahçe kapısı, kapıyı takip eden ama denizi görmek isteyen pencerelere göre ayarlanmış bahçe duvarı, rengini kaybetmiş iki katlı eski yapısı, mozaikten duvar kaplamaları ve ilk katta bulunan koskocaman bir balkonu. Tüm perdeleri hayata ve hatta denize küsmüşcesine kapalı. Kimse yaşamıyor gibi de ruhu başka bir boyutta arafta kalmış gibi de. Beni içine davet eden ama bir yandan da; ”Buradan da kaç git, görmemezlikten gel beni” dercesine de. Evle mi konuşmaya başladım ben? Alt tarafı bir ev! Her şeye bu kadar anlam yüklememem gerektiğini kendime hatırlatırken bir yandan da gerçeklerden ciddi anlamda kopuk bir yazar olduğumu da unutuyorum. Tekrar yakamozun güzelliğine kendimi teslim ediyorum. Peki şarkı devam ediyor mu? Evet ediyor. Dans peki? Evet! Evet de araya parazit giriyor, telefonum mu çalıyor? Sessizlik! Arayan annem! Hemen açamıyorum, uzun uzun çalıyor. Artık şarkı yok! Açmak istemesem bile açıyorum. Karşımdaki denizde boğulacağımı bilmeden açıyorum. Merak ve tedirginlik arasında kalmış yolunu kaybetmiş bir ses. İlk söylenen tüm cümleler bla bla bla geliyor kulağıma. Bir kulağımdan girip diğer kulağımdan denize yüzmeye gidiyorlar. Tek bir soruyla ise boğuluyorlar. “Neredesin?” Ne kadar basit değil mi? Kaçmak isteyen birine sorulmaması gereken bir soru fakat dayanamıyorum, söylüyorum. “Akçaydayım.” Annemin yutkunma sesi hala kulaklarımda diyebilirim. Artık kaçtım ondan demek, ne benim için ne de annem için hiç doğru bir cevap olmuyor ve bu öykü benimde olmuyor…
“Kızım, babanla ilk tanıştığımız yıllar kaçıp kaçıp Akçay’a gelirdik. Gençlik ya! Cesaret var, gözü karalık var. Bu dediğim zamanda 1994 falan. Daha sen yoksun, kardeşin yok, bu yaşanılanlar yok. Sadece mutluluk var. Kimsecikler daha Akçay’ı keşfetmemiş, kendi halinde bir yer. Büyüsünü anlamışsındır zaten. Bilmeden seni bile oraya çekmiş. Tüm sahil boyu el ele dolaşır, hayaller kurardık. Hem de şuan oturduğun o kumların üstünde. “Bir kızımız olsun adı Gözde olsun” derdi baban. Oldu da! Kıyıya vuran dalgalara hayallerimizi anlatır, kumların üstüne resmeder, mutluluk çığlıklarımızı göğe yükseltirdik. Hep bir sandal olurdu kıyıda, hemen oradaki evindi. Babanla beraber o evin tatlı insanlarıyla tanışmış, ahbap olmuştuk. Karı kocalardı ve ilk ahbap olduğumuz insanlardı. Kimse var mı şimdi o evde? Gündüz vakitleri, Akçay’ın sakin ve ışıl ışıl denizine sandalla açılır, baban balık tutar, keyifli anılar biriktirirdik. Dönüşümüzde de illa ki evlerine yemeğe davet eder, bizi bırakmazlardı. Bizde öyle olunca tuttuğumuz balıkları o tatlı ev sahiplerine verirdik ve güzel bir sofra kurardık. Ne anılarımızı biriktirmiştir o ev! Kocaman bir balkonu olmalı hala aynı duruyorsa işte o balkonda baban ne çok türkü söylemiştir. Mutluyduk! Tek kelimeyle mutluyduk! Hep beraber giderdik babanla anlayacağın Akçay’a fakat daha sonra istemediğimiz bir olay gerçekleşti. Bunu sana nasıl anlatmalıyım bilmiyorum ama yüz yüze geldiğimizde konuşmamız daha sağlıklı olabilir gibi ama şimdi ısrar da edeceksin biliyorum. Lütfen etme sadece şunu söyleyebilirim. Hani herkesin dilinde olan ama kimsenin babanın yazdığını bilmediği şarkısı var ya işte o şarkı yakamozun olduğu bir gece, o sahilde yazıldı. Babanın benden zorunlu olarak ayrı düştüğü bir gece. Senin avuçlarının içinde hissettiğin kumların üstünde. Seni de işte oraya çeken şey bu. Ben Akçaydayım dediğin an tüylerim diken diken oldu. Doğru yere kaçmamışsın kızım. Kaçmak isterken kaçmak istediğin duyguların kucağına düşmüşsün. Baban orayı çok severdi ve biliyorum ki şuan baban orada seninle. Denizin dalgasında, rüzgarın esintisinde, yakamozun içinde şiirler yazıyor olmalı. Hala kimse bilmiyor ama yakamoz biliyor, ben biliyorum, sen biliyorsun. Orada olman, koca sahil boyu o saklanmış kıyıyı bulman tesadüf olamaz. Belki de öğrenmeni istedi hayaller ve anılar içinde ilk kabullenmen gereken gerçeği ve sonra aşkı. Baban, bana aşık olduğu gibi aşka, aşık, yalnızlığa aşık ve kalemine aşık bir adamdı. O sahil de bu anlattıklarımla hepsini artık bulduğuna eminim.
Annem telefonu kapadı. Ben babamın artık olmayışının acısından kaçmaya çalışırken o, yolda annem ve babamın aşk öyküyle karşılaşmıştım. Çok tuhaf bir histi. Anısını bırakıp gitmesi ya da artık anısının içinde sonsuzluğa kavuşması ve benim kaçarken bununla burada yüzleşmem. Öykünün başında demiştim ya hani; ”Boğulacağım” evet boğuldum ama siz görmediniz. Şimdi sadece şarkıyı dinlemek kaldı. Merak ediyor musunuz o şarkıyı?
İlayda DEMİRKAN
2 notes · View notes
yazarkisisi · 2 years ago
Text
Tumblr media
Uzaklarda Arama
Avuç içlerimde kor bir ateş, ateşimin adı umut ve üzerine dadanmış peşini bırakmayan inatçı bir bulut. Ne yapmalı? Saklanmalı mı yoksa inada inat avuçlarımı daha yükseğe göğe mi kaldırmalı? Bak yükseklerde uçan bir kuş, oysaki o ise bulutları evi biliyor. Ne garip! Peki sadece bununla yetinmeyi bilse? Uçamaz ki! Umudunu kanatlarının arasında arıyor ama saklamıyor da bak nasıl da süzülüyor oradan oraya. Kim bilir böylesine güzel dans eden bir kuş belki de yeryüzüne bir dilek hakkı sunar. Umudunu aramayı bırakmış birine. Gün bitiyor, gökyüzümün rengi saçımdan da kızıl. Aramakla olsa bu rengi en güzel şiir dizelerinde bulurum bundan eminim ama olanla yetinmeyi öğreniyorum. Kaldırıyorum kafamı ve işte orada! Kalbimin kırık kalmış odacıklarında, evimin çatlak duvarlarında kurduğum hayallerinde. Nasıl da değişiyor, değişiyorum. Oysaki kaç kez dile getirmiştim; “Sevmiyorum, sevmiyorum” diye. Şimdi ise kırıklarımdan kurtuluyorum, kabuğumdan çıkıyorum ve kızılın en güzel tonlarıyla bana en yakın olan kendimle yeniden tanışıyorum. Evimi boyuyorum kızıla! Yakışıyorum gün batımının rengine, yeni bir günün habercisine. Merhaba yeni ben! Bir şarkı mırıldanma zamanı diyorum. İçinde umuda dair tüm kokoş kelimeleri bulunduran şarkıları arıyorum. Arşive bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum ama bulamıyorum. Yazılmamış olabilir mi, derken yeniden uzaklarda aramamam gerektiğini hissediyorum ve hayata kulak veriyorum. Rüzgarın kendisiyle tatlı tatlı atıştığı uğultusuna, gecenin sessizliği esir aldığı saatlerde uzaklardan şarkı söyleyen ve hiç göremediğim o kuşun sesine, mutluluklarını yüzlerinin arkasına saklamayıp koca kahkahalara çeviren insancıkların seslerine, bir bebeğin ilk ağlamasına, bir annenin içten içe bebeğine ninni söylemesine, denizin dalgalarının kıyıyla hoyratça didişmesine, masallardan çıkan kahramanların çocuklarla koşturmasına, baharın gelişiyle dallara merhaba diyen tomurcukların gülüşlerine, aşıkların parmak uçlarından göğe yükselirken ilanı aşk edişlerine, avucumun içinde yanan kor ateşin çıtırtısına ve hatta ateşimin üzerine dadanmış bulutun oluşturduğu gök gürültüsüne, hastalığını döven insancıkların zafer çığlıklarına, tepelerde yağan karın huzurlu sessizliğinin sesine, ilk seni seviyorumlara, mucizelere, ilklere, mutluluklara, kendime, kalbime, aklıma, bedenime… Kulak veriyorum. Umudu buluyorum. Umut mucizelerin ta kendisi! Umut benim, umut sensin, umut Tanrı’nın sesi, bizi duyuşu, bizi var etmesi. Ve anlıyorum ki tüm bunları hissedebildiğim sürece bu avucumun içindeki ateş hep yanacak, hiç tükenmeyecek.
İlayda DEMİRKAN
0 notes
yazarkisisi · 2 years ago
Text
Tumblr media
müphem
...
“Aşk… Aşk imkansızı sever, karşılık beklemez. Güzeldir ama acıtır. Düşün ki ilahi aşk öylesine büyük, öylesine beklentisiz. Seversin yukarıdakini ama görmezsin, görmeden bir bilinmezi yüce bir sevgiyle seversin, inanırsın. Onun yolunda ilerlerken kalbinin bir odasında onu içten içe büyütürsün. Kocaman olur o kadar kocaman olur ki ölürken bile dudaklarında onun adı durur. İşte aşk böyledir. Kavuşmayı değil, uzağı sevmektir, hep bilinmez kalacak olanı sevmektir kızım.“ Derdi babam, haklıymış şimdi ve bugün daha iyi anlıyorum ve demek isterdim ki babama; “Kızın aşka düştü.“  
Babamın son nefesini verdiği koltuktaydım ve sen, sen her zaman ki imkansızlığını giyinmiş bir şekilde karşımda o kadar güzeldin ki, tüm söylemek istediklerimi bakışlarınla kalbimin odacıklarına bilmeden kovalıyordun ve ben söylersem belki de orada kalmayacağını, gideceğini de çok iyi biliyordum. Biliyordum ama ben zaten çok önceden öğrenmiştim seni, sensiz sevmeyi. Bu sadece kadehi kendime kaldırmak olacaktı, yapmalıydım, dökmeliydim kalbimin içten içe sessizliğini sana. Kulağımda babamın sözleri, dilimde kalbimin sessizliği, tenimde senin kokun, gözlerimde hiç bozulmayan imkansız duruşun ve hadi şimdi diyen umutsuz hayallerimin etrafımı sarışı! Ya son kez tenine dokunmuşsam korkusunu unutmam gerekirken buna da katlanmam gerekeceğini de kendime zamanla öğretecektim. Sevgim, zaafıma yenilmemeliydi ve gözlerimi kapadım. Bunu yıllar önce bir kez daha yaşamıştım, çok küçüktüm, gençtim, eksilmemiş, hata yapmamış ve güzeldim. Şimdi karşında koca bir kadındım, saçımda aklarım vardı ve çok eksiktim. Sensiz geçen ve geçecek olan yıllarımı bir kaç dakikaya öylece sığdırmalıydım; 
“Söylesene güzel kim aldı kalbini, aldı da kırdı. Kime bu kırgınlığın? Kim taş eyledi de bu gönlünü beni bu kadar sevemedin. Çok mu yanlışsın, çok mu uzak bu kalbime, kalbine? Hiç mi gittiğin yolundan geri çevirme isteği uyandırmadım sende. Tamam o zaman bırak da yüküne yardım edeyim. Sonra bırak beni yine bir karanlık yolun ortasında zaten ışığını hiç göremedim ki, ben bulurum yolumu. Yalnızlığına hiç mi sevgi ekmemi istemedin? Diğerleri gibi geçici bir nefes değildi ki bu sevgim emin olabilirsin ey güzel! Bakma şu kadın dediğim genç yaşıma tutardım senin için tüm hayatın koşturmasından. Korkma! Söylenmezdim, istemezdim ki sevginden öte şeyleri. Senin sevdiğini sever, senin ektiğini eker, senin baktığına bakardım. Bir bütün olur sen olurdum. Kendimden vazgeçmek değil benimkisi sadece sen olma arzusu. Bakma bana bir o kadar yabancı ama bir o kadar da güzel. Kaç kere düştüm, kaç kere gözlerinde intihar ettim ben bilemezsin, göremezsin. Kaç şairle en çok da Orhan Veli ile kaç kere rakı masasında karşılaştık da seni, ona anlattım güzel bilemezsin. Bak oradan sana bakıyor, duyamazsın. Şimdi bu sözlerimi sitem bileceksin, bilme güzel çünkü sitem değil, sadece olmayışına, bana git başkasına yan demene kırgınlığım. Bak avuçlarımla uzattım ateşimi görüyor musun? Şimdi gidip senin için yanan bu ateşimi hangi gönlün içine bırakayım söyler misin? Ya senin avuçlarında ne var bana gösterir misin? Gösterebilir misin? Sanki su akıyor parmak uçlarından, eriyorsun ey güzel! Benim ateşimi söndürmeye çaban var biliyorum, yapma! Beni şimdi bırakıp gideceğinde ve bir daha gelmeyeceğinde sana uzattığım bu avuç içimdeki ateş tek başına, boşlukta yanmaya devam edecek. Bak bunu unutma! Oldu ki bir başkasının gönlünde yer etti yine de senin için harlanacak. İşte belki o zaman bir sitemimi gökyüzünden, kulağına fısıldarım. Neden diye sorma diyorsun ama en büyük sorumu da böylelikle de yanıtlamaktan kaçıyorsun. Olsun güzel olsun! Kibarca cevabımı alıyorum ben olmayınca olmuyor işte! Kalbimin sessizliğine iyi yanıt oluyorsun ve bir daha gel lütfen demekten başka çarem olmadan susuyorum.” 
İşte kızın aşka düştü baba! Ne zormuş bu aşk ve bu aşk kişiyi ne kadar da büyütürmüş. Kalbim kocaman oldu sanki yerinden taşacak gibi. Bir şey batıyor orada anlamıyorum. Alışkın olduğum bir temas gibi ama çok mu ağır şiddetti? Hadi bir daha gelmezse korkusu alışınca belki geçer de ya bu orada batan şeyin hissi geçer mi baba? Bununla nasıl yaşanır? Keşke sorabilseydim ama vefat eden babamın son nefes aldığı koltukta güzelin oturduğu koltuğun yastığını seyrediyorum. İlginç bir şekilde üzgün değilim ya da her bir hücrem bu durumun daha farkına varamadı. Biraz önce gitti güzel, sarıldı ve gitti. Gitti, gitti, gitti… 
Babam haklı çıktı aşk imkansızı severmiş ve ben gidişiyle aşık kaldım sonsuza dek… Umarım gelir...
İlayda DEMİRKAN
0 notes
yazarkisisi · 2 years ago
Text
Tumblr media
Tanrı’nın Piyanosu
...
Uzaklardan gelen o piyano sesini duyuyor musunuz? Tanrı’nın bizim hayatımıza bahşettiği fon müziği. Pardon! Demek istediğim şuydu, Tanrı’nın benim hayatıma bahşettiği fon müziği. Yok bu da olmadı! Demek istediğim aslında şuydu, siz hala piyano sesini duymaya çalışın tabii. Tamam demek istediğim şuydu, Tanrı’nın hayatım sonlanırken bana ve sadece bana bahşettiği fon müziğimdi. Ölümüm gerçekleşirken bir fon müziği eşliğinde hem de bir piyano eşliğinde gerçekleşmesi ne kadar absürttü. Sanırım acımı hafifletmek istiyordu ya da senaryosu temiz yazılmış bir son olmasını istiyordu! Ya da hiçbiriyle Tanrı’nın alakası yoktu. Sadece benim ve o iki koca, lekeli avuç içlerinin alakası vardı. Durun! Piyano sesini bastıran o homurdanmalarda ne öyle? Kulağıma çoğalarak gelen bu sesler; ”Orada, o saatte ne işi vardı?” “Su testisi su yolunda kırıldı.” “Zaten niyeti belliymiş, sonu da böyle oldu.” Söylenmesi ne kadar kolay cümleler! Ölü gencecik bir bedenin yanı başında, gözyaşlarının arkasında saklambaç oynarken homurdanması ise daha kolay! Ve hatta size yardımcı olayım mı biraz? Tabii siz hala bir yandan piyano sesini duymaya çalışırken, tırnak içlerime bakın! Bakın bakın ama göremezsiniz dimi? Tırnak içlerim kendimi savunmak isterken deri parçaları ve kanla doldu, taştı. Ve şimdi biraz da toprak parçaları girdi içlerine. Oysaki en çok annem severdi, öperdi ellerimi. Ah! Canım annem. Ellerim çok güzeldi. Ağaç dalları misali uzun uzun parmaklarım vardı. Uzun, hafif toplu parmaklarım ve tırnaklarım. O kadar sağlıklı tırnaklarım vardı ki, hızlı uzar, kırılmaz ve hep aydınlıktı. O gün ise hepsinin kırıldığını, etimden koptuklarını bir bir hissettim. Göremezsiniz tabii! Şimdi bakıyorum da tırnak içlerime, yıkadığınız su değil ama biraz olsun toprak temizledi, pakladı ve hazırladı Tanrı’nın evine beni. Ve bedenim, bedenim ah güzel gencecik bedenim!
Loş bir odada, bir sinek vızıltısı ve bir piyano sesi birbirine eşlik edercesine yankılanıyordu. Hiç bu kadar hoş gelmemişti bir sineğin vızıltısı. Belki de sessizliğin verdiği tedirginlikle bir sineğin sesinden medet umuyordum. Ne aptalca ve ne de çaresizce! Şimdi haklı olduklarını savunurcasına kulağıma homurdanan sesler gibi burada ne işim olduğunu sıkıntı ve belirsizlikle kendime sorarken, kendimce boş bir kuruntu yaptığımı düşünmek istiyordum. Bir yandan piyano sesi geliyor kulağıma, bir yandan o küçücük odanın tamamını kaplayan, uzunlamasına sonsuzluğu olan ve minderleri yırtılmış eski bir koltuk üzerinde amaçsızca bana bakan şaşı gözlü, iri yarı bir adamın rahatsız edici bakışları. Tanımıyorum! Tanımakta istemezdim! Gözlerinin rengini ise hatırlamak istemiyorum! Üzerinde paçavra denilebilecek çizgili bir gömlek ve kendinden emincesine gömleğinin düğmelerini yarıya kadar açmış o duruşu. Kıllı, o iğrenç gövdesi. Yayıla yayıla oturan bedeni, o sonsuz uzun olan koltuğun tamamını kaplıyordu ve o koltuğun üzerinde bana yer vermek istercesine anlamsız bir harekette bulundu. İşte o an kuruntularımın hepsi bir olup koskocaman korku bulutu olarak kafamın içinde, bedenimin diken diken olan tüylerimin arasında kendini buldu. Reddedercesine geri bir adım attım ve pat! Sineği öldürdü hiç acımadan avuçlarının arasında. Tanrı’nın yarattığı bir varlık umrunda değilcesine kan dolan avuç içlerini, koltuğun yırtılmış minderlerine sürdü. Artık sineğin sesi yoktu, artık sessizlik vardı. Piyano sesi gelmeye devam etse bile çok rahatsız ediciydi ve işte o an anladım, yalnızdım. Bu loş odada, bu soğuk ve çıplak odada korkularımlaydım. Terk edilmiştim! Tanrı beni terk etmişti aynı sineğin ölümü gibi. Ve ölecektim. Bakışlarım buz kesmişti, çıplak ayaklarım kaçmak istercesine kapıya dönüktü, sesim çığlık atmak istercesine haykırıyordu! Olmadı! O paçavra gömleğinin son kalan düğmesini de yine kendinden emincesine açtı ve tırnaklarımın arasına deri parçaları girdi! Bacaklarımdan sıcak akan bir şey, kırmızı bir şey, koltuğun minderlerinin rengini değiştiren bir şey. Canım acıyordu. Sanki sevdiğim birini kaybetmişcesine canım acıyordu. Kıvranıyordum, nefesimden ruhum çıkmadan önce son çırpınışlarımdı. “Alın şu iri, pis kokan çöplük adamı üstümden!” Bu sanırım son cümlemdi ama son düşüncem değildi. Duvarda asılı bir saat vardı ve zaman o saatte durmuş, beni seyrediyordu. Genceciktim ve saçlarım yolunmayı değil, okşanmayı hakkediyordu. Bedenim zorla benden alınmayı değil, sevgiyle çiçeklenmeyi bekliyor olmalıydı. Annem böylesine toprağıma göz yaşlarını akıtmayı değil, benim hayallerimle umut dolu koşmalıydı. Hepsi çok erken yarım kalmıştı. Ruhum, nefesimden çıkmadan sadece bir saat önceydi. Bedenim geçici felç olmuştu. Hiçbir şey hissetmiyordum ve canım hiç acımıyordu. Anlayamıyordum ve hatta en çok kendimi suçluyordum. Aynı kulağıma homurdanan sesler gibi. Piyano sesi hala geliyordu, çok uzaklaşmış olsa bile geliyordu. Notalara basarcasına ağzına aldığı tonlarca hakaret yankılanıp geri dönüyordu odada ve bu yüzden de piyano sesi uzaklaşmıştı. Mırıldanma gibiydi. Ağlamak istiyordum, göz pınarlarım kurumuştu. Bedensel tüm faaliyetlerimi kaybetmiştim. Bu kabus bitmeliydi, Tanrı beni almalıydı. Aldı! Gözlerim açıktı, o saatte takılı kalmıştı. Kapadım. Gitmem gerekli olduğunu bildiğim halde o gencecik bedenimi orada bırakmadım. Saçlarımı sevdim ama ağlayamadım. İşte bu kadardı hayat yolculuğum. Daha sonra avuçlarında ilk sineğin, sonra benim kanımın olduğu bu şey kalktı, şeyini toparladı, paçavra gömleği yırtılıp, kirlense bile tekrar giydi ve ölümümü kutlarcasına keyif sigarasını bedenimin yanında yaktı, içti. Şimdi bir temiz takım elbiseye bakıyordu yeni kurbanları için hazırlıklar yapması ve dolabını açtı her zamanki yerindeydi ışıl ışıl duran takımı. Bu kaçıncı giymesiydi hesap etti ve keyifle bir sigara daha yaktı.
Günlerce orada bekledim. Arafta kalacağımın korkusu, bedenimin gözlerimin önünde çürüyeceği korkusu içimde hüznümle birbirine sarılıyordu ve aynı zamanda annemi düşünüyordum. Beni böylesine şekil değiştirmiş görsün istemezdim. Şimdi ne çok endişe içindeydi belki de umut. Çıplak bedenimin her yanı yara ve kan içindeydi. Kan bedenime yapışmış ve kurumuş bir hal almıştı. Tenim buz gibi soğuktu. Tanrı’ya yalvardım, yakardım; “Bak orada üşüyor!” Ve kabul etti. Tanrı’nın acımasıyla bedenimi çiçeklerle örttüm. Ellerimle yüzümü okşadım, tebessüm kondurdum dudaklarımın kenarlarına. Ben hep gülümserdim. Düşünecek zamanım çok vardı ve düşledim. Eksik kalan hayallerimi düşledim. Ayaklarımla gittiğim en sevdiğim yerleri, kollarımla kucakladığım sevdiklerimi, heyecanlanınca deli gibi çarpan, laf geçiremediğim kalbimi, gözlerimin siyahına hayranlık duyan aynaları, tararken hep zorlandığım uzun saçlarımın rengini, denizin hafif dalgalı ve yosun kokusunu saldığı hallerini, annemin küçükken anlattığı hikayelerin gerçek olma ihtimalinin yalan olduğunu ve oradan oraya çoğu düşünceye daldım. Bunlarla beraber kulağımda hala piyano sesi vardı ve artık daha çok duyuyordum! Bedenime son kez baktım bu bir vedaydı. Bedenimin yaydığı çürüme kokusuyla ki hiç kötü kokmazdım, yaşarken! Kötü kokumu takip eden, homurdananlar gördükleri ben karşısında ne kadar hayrete düşmüşseler, ben de onlar kadar utanç duydum! Benim çıplak bedenime bakan birçok çift göz ve homurdanan sesler. Oysaki ölmüştüm! Ölüm nasıl utanç duyabilirdi ki? Ve neden ben utanç duymalıydım ki?
Do, re, mi, fa, sol, la, si, do piyano sesini duyuyor musunuz? Notaların ahengi, bu sefere Tanrı çalıyor. Zaten bu muazzam beste sadece ona ait değil midir? Bakın bedenimdeki yaralarım geçti, tırnaklarım temizlendi, mis kokuyorum. Tanrı bana beyaz bir elbise verdi artık sadece bu olacakmış üstümde hiç bilmediğiniz bir kumaşı var. Cennetten dikimmiş. Yırtılmaz, kirlenmez, buruşmaz ve hep temiz kokarmış. Biliyorum beni şimdi duymuyorsunuz, beni şimdi artık göremezsiniz ve hatta belki de piyano sesini de hiç duymadınız.
İlayda DEMİRKAN
2 notes · View notes
yazarkisisi · 2 years ago
Text
Tumblr media
bir eylül akşamı
...
Bu his hiç mi bitmez, bu his hiç mi azalmaz? Dokundu mu tenime, geldi mi hayallerime sanki sadece o varmışcasına tüketiyorum dünya üzerinde bana vaat ettiği saatleri. Bir lütuf mu desem, bir keyf-i alem mi desem? Ne desem ne! Bilemesem de, bende her zaman aşktan geçiyordu ve aşk, saatler gibi değildi, zaman kavramı yoktu ve hiç tükenmiyordu. Sadece bende! O ise giderdi ve kapıyı vurdumu sadece unuturdu. Süslü püslü cümlelere gerek bile duymadan sadece unuturdu. Vefasız sevgili, diyemem ama şu güzelliği olmasa, benim onda gördüğüm hele olmasa çok fazla cümle kurardım inanın! Şimdi onu bunu bırakalım, deşelemeye hiç gerek yok acılarımı. Bugünü anlatalım!
Bugüne şiirler, şarkılar yazalım, ağaç dallarını konuşturalım, bulutlardan şekiller yapalım, kuşları seviştirelim, bu Eylül akşamında yeniden baharı getirelim, mevsimleri değiştirelim, evimin sokaklarını onun kokusuyla dolduralım ve en önemlisi evimin kalbini bu sevgilinin hayalleriyle süsleyelim ki, hayalden de öteydi orada, oracıkta evimde bulunan o güzelliği. Hep düşlerdim ve hatta hep düşlerdik. Düşlerdik? Çoğul konuştum evet, düşlerdik çünkü odamdaki Nazım, Veli, Müşfik, Küçük Prens her göz yaşımın içindeki hayallerime ortaktı. Çok sohbetlerimiz koyudur, doludur, yaşlıdır ama pek bir güzeldir. Hepsi tanır o sevgiliyi ve hatta Veli pek bir yakından tanır. Bugün geleceği için de pek bir heyecan duydu kendileri. Sağolsun, bu sevgilinin beni sevebilmesi için de pek bir uğraştı. Olmadı, sevmedi, sevemedi ama olsun buradaydı, odamda, tenimde, kokumda, duvarlarımda. Bir hayallimizi gerçekleştirmiştik. Onla her anı ilk ve sonmuşcasına yaşarken bu anın her saniyesi ezberlenmeliydi. Ne yapsaydım? Onu kitleyip acaba hiç mi bırakmasaydım? Ya da bir dağ kaçırsaydım olmaz mıydı? Bizim bu sohbetlerde bunlar da olurdu. Verirdi gazı Nazım yanına da ortak Veli'yi aldımı tutmayın beni! Müşfik pek karışmaz, benim bu sevgilinin sahnelere yakışır bir adam olduğunu söylerdi. Eee... Biliyor sonuçta, geçmiş şöyle bir yanından. O sahne var ya işte aşk Müşfik için oradan geçerdi ve güzeldi. Kaçırmaktan pek yana olmazdı anlayacağınız. Küçük Prens ise sadece emeğimin güzelliğine hayran kalırdı ve o kadar çok inanırdı ve beni de inandırırdı ki bir gün sevileceğime. Hayallerde bile muazzamdı. İşte şimdi bu sohbetlerden habersiz yatağımda tüm güzelliğini sergiliyordu, kıvranıyordu, dans ediyordu beni maffediyordu. Nasıl mıydı? Nasıl başlasam? Yüzü, yüzü sonsuz bir gökyüzüydü ve karanlığıyla odamın tavanında yıldızlar kaydırıyordu. Tüm dileklerim sensin sevgili! Ona göre bak! Teni, tenime değdi mi sıcaklığı beni sarıyordu, kucaklıyordu, onun olma isteği içimden hiç gitmiyordu ama onun değildim. Ben sadece onun olmak istiyordum. Ne başka bir ten, ne başka bir koku, ne de başka bir kalp bana ait değildi, alışamıyordu, istemiyordu, garipsiyordu ve hiç sahip çıkamıyordu. Kalbimin en büyük zaafıydı, dur dese durur, çarp dese çarpardı. Bu denli sevmekte neyin nesiydi? Şimdi saçlarına gelelim. Saçları, ah o uzun saçları şarkılara ilham olan saçları. Bozulup, bozulup topluyordu ama sevişirken sıkıca tutturuyordu. "Uzun saçların başıma dolansın sevgili..." Elleri, elleri yine günahtı bana. Tüm tenini, tüm bedeninin o güzel detaylarını bilirken elleri neredeydi? Dokundum mu, zehir gibi çekiyordum ellerimi geri. Korkuydu işte bu! Gidecek olanın elleri tutulurdu, gitmesin diye. Ben ise ellerini tutarsam gitmesine sebep olurdum. Kaybolurdu ortadan sonra bulabilene aşk olsun. Aşk olsun da, bu sevgiliye bu kelimeyi kullanmakta yasaktı ama farkında mıydı acaba odamın her köşesi ona aşkı bağırıyordu. Her şey ondan ilhamdı bana ve anlamış olmalıydı.
Üstünde gökten çalınmış koyu mavi bir tişört vardı. Bir eve girdiğinde gördüm, bir de çıkarken. Daha sonra hep teniyle meşguldüm. Ah! Bak nasıl unuttum kokusu... Bu nasıl bir koku azizim! Bir kokladım mı içim çiçek bahçesi doluyor. Boynundan çaldım kokuyu ciğerlerime. Hep yanımda değil ki bu sevgili. Susuz kalıyor içimdeki bahçelerim. Çektikçe çekmem lazım içime kokusunu. Evim sevgili kokuyor. Ne pencere açasım var, ne de başka kokular sıkasım. O sevgili gidecek olsa bile kokusu benle kalmalıydı. Bir kutunun içinde saklarcasına. Her şey ona ait olurcasına. Şu kalbim sadece onun olurcasına. İsterdim şu kalbimden bir tane daha olsun isterdim ve isterdim ki o kalbim sadece ve sadece onunla taşsın dursun. İster alsın saklasın, ister onu, o sevgiliyi yaşamak için çığlıklar atsın. Tüm günahım, sevabım o olsun ama sevsin de isterdim. Şimdi karşısında duruyorum bu güzel sevgilinin, tenimde sadece şeffaf bir tül görüyor. Göremiyor içimi, bilemiyor kalbimi ama tenim, o gördüğü pürürzsüz tenim günahlarını kahrolurcasına saklamaya çalışıyor, batıyor derin yaraları. Fakat günahlarımız ortak sevgilim! Seni ararken, zamanla sana benzedim. Unutuyorum bu hüzünlerimi yeniden öpüyorum o güzel dudaklarını, ömür boyu su içebilirim bu sevgilinin dudaklarından. Alıyor kollarının arasına pek bir güvenli, pek bir kalbine yakın. O kadar güzel ki, getirin bir japon yapıştırıcısı beni buraya yapıştırın. Hiç şikayet etmem, hiç beni ayırın demem. Daha sonra kalkıyor yataktan, salın ey sevgili evimin her odasında, her köşesinde. O güzel kara gözlerin değsin evimin her köşesine, bileyim, yaşayayım hep seni. Geçiyor oturuyor karşı koltuğuma artık evimin en şanslı, en güzel koltuğu oluyor kendileri. O su içtiğim dudaklarına konduruyor elleriyle sardığı zehrini, çekiyor içine, vuruyor yüzüne mum ışığının aheste dansı. Ne de muazzam bir an! Yine aynı yere geliyorum bitmese, şu an hiç bitmese. Hayallerimden çıkarmış, koymuşum seni oraya sevgili gel beraber bir ev kuralım ve hiç bitmesin, demek istiyorum ama yine boğazıma düğümleniyor cümlelerim. Saklıyorum, en iyi yaptığım şey gibi. Gözlerim bağırıyor, evimin duvarları bağırıyor, bağırıyor ama susuyoruz. Gitmesin, kaçmasın diye razı oluyoruz bu geçen senelerimize. Ayrılma vakti geliyor, gitmeye hazırlanıyor sevgili. Çıplak bedenini örtüyor sanki biraz önce hiç sevişmemişcesine, kokusunu ve en çok bırakmaktan zevk aldığı hayalini bırakıyor, dudaklarıma son öpücük mü telaşını aheste bir şekilde konduruyor ve evimin kapısını bir hayalmişcesine kapatıp kayboluyor... Ve ben beklemeye başlıyorum...
İlayda DEMİRKAN
3 notes · View notes
yazarkisisi · 2 years ago
Text
Tumblr media
Babalar Günü
...
Bugün Babalar Günü ve ben, ben hala babamın gözlüğünü son kez bıraktığı o masanın üstündeyim. O gün bugündür de oradan hiç kalkamadım. Babam artık yoktu ama gözlüğü orada öylece duruyordu. Bu nasıl olabilirdi ki? Babam gözlüksüz bir yere gidemezdi ki! Göremezdi! Şimdi bir karanlığın içinden aydınlığa yol alırken o soğuk taşın üstünde bıraktığı bedeni ve o bedene ait gözlüksüz göremeyecek gözlerinden damlalar akıyordu. Ne damlası diye sormayın! Sadece akıyordu ve gözlüğe ihtiyacı yoktu! İşte o an ilk kabullenmem gereken yerde gidişini reddettim. Uzun bir süre bizden kurtulmak için numara yaptığını ve gittiğini düşündüm ve bekledim. Babam sıkılınca giderdi ama gelirdi. Gelmedi! Kapıya indim belki geçer de görürüm dedim, görmedim! O soğuk yerin kapısında bile bekledim, üşüdüm ama babam oradan da çıkmadı. Demek ki hiç üşümedi! Demek ki gitmek istedi! Gidişine kızdığım zamanlarda aklımı yitirmedim diyemem ama bunu herkesten sakladım. Hala da öyleyim sadece çok güzel saklıyorum. Gözlerim, babamın akan gözlerinin arkasına saklanmışcasına hüzünlü, kalbim kabullenmeyi reddedercesine hasta ve ruhum babamın yazmış olduğu şiirlerin içinde kaybolmuşcasına bana ait değil. Güçlü değilim. Ben sadece sustum, büyük bir suskunluk benimkisi ve eksikliğim sadece suskunluğumla dolu artık... Babalar Günün kutlu olsun babam, ben senin gidişini hala kabul edemedim.
İlayda DEMİRKAN
1 note · View note
yazarkisisi · 2 years ago
Photo
Tumblr media
bugün teninden mimozalar dökülüyor 
...
Uzun saçlarının uçlarından yatağıma mimozalar dökülüyor sevgilim ve bak benden uzakta yeni bir yaş daha alıyorsun. Koynumda, göğsümde, göğüsümün tam ortasında yerini bilmez bir halde, öpmediğini inkar edercesine teşekkürlerini sunuyorsun, mesafeli iyi dileklerime karşılık olarak. Oysaki yatağımda öperken seni tepeden tırnağa o eşsiz güzelliğin tüm evimin küf tutmuş, kuytu köşelerini şenlendirmişti. Bir daha bir daha dercesine o heyecanlarını unutamıyorum. Ne edepsizler sevgilim! Sen bakma onlara yine dokun evime, dokun tenime ki unuttuğum bu evim seninle ruh bulsun...
Mimozalar demiştim dimi? Mimozalar sevgilim, saçlarından yatağıma dökülen mimozalar, sen görmeden peşinden topladım ve evimin seninle ruh bulmuş bir köşesine, güneşle anlaşma yaparcasına yerleştirdim. Akşam güneşi hiç aksatmadan tam da senin geldiğin saatlerde mimozalara bir vurdu mu, başlıyorlar gülümseye. Tenin geliyor aklıma sevgilim. Başka evlerde öptüğüm tenin, güneşin vurduğu yanık tenin, ilk zehiri içtiğim tenin... Mimozalar mı beni büyüledi, yoksa ne bu özlem diye düşünmeye varmadan bir damla  gözyaşım akıyor. Mimozalar gülümsüyor, ben sana özlem. Akan her gözyaşım sana bu yeni yaşında bir dilek hakkı olmasını diliyorum sevgilim. Bil ki sınırsız dileklere sahip olacaksın öyleyse. Ben istiyorum ki hüznüm, özlemimin yerine geçmesin ve geçmesin ki düşen her mimoza dudak kenarlarına bir tebessüm oluştursun, saçlarından dökülsün güzel sevgili ve biliyorum ki sen her yaşında hep güzel kalacaksın. Bu benim değil çünkü senin güzelliğin. Ben beklerim, mimozaların kurumaya yüz tutsa bile beklerim sevgilim seni...  
İlayda DEMİRKAN 
09.04.2023 
2 notes · View notes
yazarkisisi · 2 years ago
Photo
Tumblr media
gülümse küçüğüm
...
Bir varmış bir yokmuş
Evvel zaman içinde  
Kalbur saman içinde  
Develer tellal iken  
Pireler berber iken  
Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken...  
Göklerde tek başına yaşayan küçük mavi bir kuş varmış ama bu sizin ya da bizim bildiğimiz kuşlar gibi bir kuş değilmiş. Bu öyle bir kuşmuş ki gökte uçsuz bucaksız her salındığında yeryüzünde bir bebek hayata gülümsermiş. Gülümseyen her bebeğin ömrünün güzelliği için yeryüzüne bu kuş bir tüyünü düşürürmüş. Her düşürdüğü tüyünün yerine de hemen yeni bir mavi tüy çıkarmış. Sınırsız sihirli mavi tüyleri olan bu kuşun kanatları ise bu bebekleri yetişkin bireyler olana kadar da uzaktan uzağa hep korurmuş. Eğer ki yetişkin olduktan sonra kalp kapıları hala iyiliğe açıksa bu küçük mavi kuş, ömür güzelliğinin yanında bir de bir dilek hakkı sunarmış ve onu mucizevi bir şekilde beklenmedik bir an da gerçekleştirirmiş. Sadece buna inanmak yeterliymiş...  
Bir gece vakti siyahın en yoğun olduğu saatlerde küçük mavi kuş yeryüzünde bir ağacın dalına saklanmış. Görmek onu imkansızmış ama sesini duymak iyilikle yoğrulmuş kalpler için imkansız değilmiş. Her gece ağaç dallarını okşayan sesiyle şarkılar söylermiş ve getirdiği mucizeleri kanatlarıyla dağıtırmış. O gece küçük mavi kuşun sesini duyan tek bir kişi olmuş. Karanlığı ağaç dallarıyla aralamış ve bu sesini duyan kişiyi görmek istemiş. Güzeller güzelli bir kızmış ama göz yaşları bir bir toprağa akıyormuş. Bunu gören küçük kuş beklemiş, beklemiş ki kızın dudakları arasından çıkan dileğini gerçekleştirsin ama yok! Kız, mavi kuşun sesini duysa bile bir dilek sunmamış. Mavi kuş şaşırmış. Daha yüksek sesle başlamış şarkısını söylemeye. Uyuyan çiçekler uyanmış, ağaç dalları sarmaş dolaş dans etmeye başlamış, gökteki yıldızlar ışıltısını kızcağızın üstüne düşürmüş ama hala yok kız bir dilek hakkı sunmamış. Oysaki kız bunu biliyor olmalıymış. Mavi kuş konuşmaya karar vermiş kızla ve seslenmiş:  
- Beni duyabiliyorsun, beni bildiğinden de eminim. Peki neden bir dilek bana hala sunmuyor da toprağı ıslatmaya devam ediyorsun?  
Buna karşılık göz yaşlarını daha fazla akıtmaya devam eden ama ürkmeyen bu kızın mavi kuşa cevabı şöyle olmuş:
- Evet seni duyabiliyorum ve hayata gülümsediğim ilk andan beri varlığını hep hissettim, hep korudun beni. Annem her gece gözlerim rüya alemine dalana kadar seni bana anlattı ama şunu anlamıyorum hani ömrümün güzelliği için yeryüzüne bir tüy düşürmüştün?  
Bu beklemediği sitem karşısında şaşırmış mavi kuş.  
- İşte ben de şuan bunun için buradayım. Hem sen nerden biliyorsun ömrünün güzel olmadığını. Daha yeni yeni büyüyorsun. Çok uzun bir hayat var gülümseyeceğin.  
- Hayır! Bilmiyorsun. Benim babam yok! Babam nerede? Annem bir daha olmayacağını söyledi. Ben onu bir daha göremeyecek miyim?  
- Elini kalbine götür küçüğüm ve kafanı göğe kaldır ve şimdi babana söylemek istediklerini yıldızlara fısılda. Yıldızlar görmek istediğin babanı senin kalbine yansıtacaklar. O hep orada kalbinde ve görmek istediğin her an sadece yıldızlara, bulutlara fısıldaman yeterli.
- Her an mı?
- Evet her an çünkü elinin altındaki kalp babanı gösterecek sana. Yeter ki inan küçüğüm!  
Kızın akan göz yaşları dinmiş yerine gülümseme yerini almış ve kalbini okşamış. Artık babasının nerede olduğunu biliyormuş. Küçük mavi kuş en güzel şarkılarını söylemeye devam etmiş ve küçük kıza:
- Eee... Söyle bakalım o zaman küçüğüm bu güzel kalbin ne diler?
İlayda DEMİRKAN
5 notes · View notes
yazarkisisi · 2 years ago
Photo
Tumblr media
aburcubur
...
Oturdum sahile ama hava nasıl buz. Tüylerim isyan bayraklarını çekti diken diken. Hepsinin kellesini kökünden vurdurucam görecekler isyanı. Hadi bakalım inat değil mi! El mi yaman bey mi yaman göreceğiz. Ben halk mı oluyorum, yönetici mi? Seçimler de yaklaşıyor aman aman sağ salim atlatalım, kelleleri koruyalım. Pardon pardon beyinleri koruyalım demek istemiştim yanlış anlaşılmayayım. Düşündüm de Silivri soğuktur şimdi. Korumak lazım, korunmak lazım neme lazım gelen zamları düşünmek lazım. Pek bi kafiyeli oldu. Benden de iyi bir şair olur. Hocama sormak lazım. Aman efendim üşümüyorum ben yanıyorum yanıyorum. Aşkın ateşi yakıyor beni. Bulamadım şöyle delikanlı gibi seveni. Nerede olmayacak var bu gönül ona meyilli. Derler ya gönül bu ota da, boka da... Ama benimkisi pek bi güzel, pek bi toksik, pek bi çapkın. Bayılırım üçlü kombo. Bu yüzden benim gönlümün konduğu bok en derecesi yüksek toksik olanından. Popüler kültürün en gerekli olanından. Seve seve tavsiye ederim sizlere de. Hem ne demiş pala bıyıklım Hilmi Şahballı; "Adam sandım fos çıktı, vıttırı vızzık adamlar." Duyanlar bilmeyenlere, bilenler duymayanlara kulaktan kulağa yaysın yemin ederim adam olmayanın adam olası gelir. Abone olmayı da unutmayalım lütfen! "Kanallıma hoş geldiniz" diye bir başlasam, tüm toksiklerimi bi anlatsam roman değil ansiklobedi olur, dersem inanmayın. Olmuş her şey para. Ben de ayak uydurayım bari her şey mavi tik uğruna. Sonra önüm açık, karnım tok, sırtım pek. Dokunmayın keyfime ki zaten dokunamayacağınız bir yerde, rezidansımın 303. katında, jakuzim de çayımı fokurdatıyorumdur. Gönlüm fakir değil, çayım olmazsa olmaz. En cüzel çay Doğuş çay değuldur, en cüzel çay kaçak çaydur. Hadi hadi iyisin yine Doğuş çay beleşden reklamını da yaptım. Nerede o eski güzelle, cüzel dediğin zamanlar. Oynatıyorsun şimdi Çağla'yı. Unuttun mu Karadeniz şivelerini? Unuttun mu asıl nereden geldiğini? Sende mi kandın bu kapitalist sisteme söyle!
İlayda DEMİRKAN 
4 notes · View notes
yazarkisisi · 2 years ago
Photo
Tumblr media
Emmanuel ve İnsanoğlu
...
Güneş ve Dünya'nın muhabbeti kestiği, bulutların evlerine çekildiği, yıldızların ise gülüştüğü bir vakitti, onun evren için varoluşu. Yaratılışın düzenini bozmadan akıp gidecek ama bitmeyecek bir hayat muazzam gibi gözükse bile oluşacak bedenine üflenen ruh arafta kalacak seçimler yapacaktı. Ne meleklerin ne de akla gelemeyecek hiçbir varlığın elbette bundan haberi yoktu ve işte buyüzden ilk Neria'nın kucağına verildi. En yüce, en aydınlık, en tek olan Tanrı'nın ışığı üflendi ve ilk oluşmamış ruhuna yüce Tanrı sevgisi aşılandı. Sonra sıra Elimiel'le geldi. Elimiel, oluşmamış ruhu kucaklayıp denizin üstüne düşen yakamozda yıkadı ve ilk ruh sonra da beden oluştu. Ay gibi parlayan bedeninin güzelliği en çok yüzüne bahşedildi. Yüzüne bakan hep bakmak isteyecek, güzelliğine kimseler karşı koyamayacak, iyilik ve kötülüğün birbirleriyle kavga etmelerine sebep olacaktı. Kontrolü zor bir güzellikti. Bunun yanında cesur da olmalıydı ve Erelim bu ışıl ışıl parlayan, karşı konulamaz Tanrı'nın parçası olan güzelliğe iyilik ve kötülüğün çatışması karşısında durabilecek yüce bir güç ve kalbinin sesini hep bastırabilmesi için de koskocaman bir cesurluk armağan etti. Fakat Erelim bunu armağan ederken bir eksikliğin olduğunun farkında değildi. Bu eksiklik, bu bedenin bir kalbi yoktu ve Uzziel iyiliğin merhametten geçtiğini fısıldadı oracıkta yatan bedenin kulağına. Fısıltı damarları oluşturdu, damarlar akan kanı ve kan, kalbi oluşturdu. Kalbin ilk bildiği his oldu merhamet. Erelim ise kalpte cesaretin hakim olmasını istiyordu. Kalp hızı karşılaşacakları karşısında ne kadar düşük olursa yapabilecekleri o kadar büyük olabilirdi. Artık tek kalan bir şey vardı. O da Farklılığını kabul ettikten sonra kendinden farklı olanlarla uyum içerisinde olabilmesi için Esme bu bedene tepeden tırnağa cana yakınlığı, nazik olmayı kanatlarıyla armağan etti ve onları sakladı.
Neria, Elimiel, Erelim, Uzziel ve Esme'nin var ettiği bu melek diğer melekleri kıskandıracak kadar farklı, Tanrı'nın güzelliğini onlara yansıtacak kadar yüce, illahi bir güzelliğe sahipti artık ve adı Emmanuel'di. Emmanuel gülüşen yıldızlara eşlik eder, şarkı söyler, ışığıyla Ay'ın yorulduğu zamanlarda hep merak ettiği Dünya'yı aydınlatır, yolu uzun çok uzun olan gök taşlarını gideceği yere kadar götürür, Dünya'dan gelen yorgun düşmüş meleklerin iyilik ve kötülük listelerini ayrıştırır. Ayrışan kötülüklerin zor da olsa cezasını keser ve düşünürdü. Dünya'nın neden bu kadar kötü olduğunu? Merak bir yana Dünya'da çalışmak istediğini defalarca kez iletse bile Tanrı'ya reddedilmişti. Çünkü o diğer meleklere göre farklı yaratılmıştı ve Dünya'ya gidebilmesi için daha çok milyon yıl vardı ve ayrıca Emmanuel için Dünya çok tehlike arz eden bir yerdi. Bunun hırsı içinde yaşayan ve isyan etmeye hazır olan melekler ise kötü planlar yapmaktaydı. Söylenenlere göre bir vakit gelince Emmanuel'in kanatlarını kesip Dünya'ya fırlatmak istemeleri yayılmıştı. Bunu öğrenen Tanrı hemen emretti ve Emmanuel'i var olduğu yerden 10 milyon ışık yılı uzaklığında sönmüş bir yıldızın içine hapsedilmesi gerektiğini buyurdu. Emmanuel buna karşı çıkmadı ve sorgusuz sualsiz kabul etti. Neria, Elimiel, Erelim, Uzziel ve Esme'nin kanatları Emmanuel için kırgındı artık. Başına bunların geleceğini bilmeden yarattıkları bu melek sönmüş bir yıldızın içinde karanlığa mahkum edilmemeliydi. Diğer meleklerin onu bulmaması için ışığı da alınmıştı. Parlak değildi. Ona bahşedilenleri fark edip, kullanabilecek kontrole gelene kadar burada, sönmüş bir yıldızın içinde yaşaması gerekliydi. Belki bu durum milyon milyon yıl bile alabilirdi ama o zaman geldiğinde kendini diğer meleklerden ve Dünya'dan koruyabilecek farkındalığın verdiği güce sahip olacaktı. Geçen bir saniye, bir yıldı ve zamansız zamanın olduğu bu yerde Emmanuel sadece kurduğu hayallerin içinde gezinerek kendini oyaladı.  Bilmediği ama görmek istediği Dünya'nın hayalini kurduğu bir an diğer melekler Emmanuel'i buldu. Emmanuel hayalin içinde olduğu için bunu fark etmedi ve bundan yararlanmaları daha kolay oldu. İlk Emmanuel'in kanatlarını kestiler sonra da kurduğu hayalini gerçeğe çevirip onu oraya, Dünya'ya yolladılar. Hiç Dünya'yı bilmeyen Emmanuel'in hayalinden daha farklıydı Dünya ve kurduğu hayalinin renk değiştirmesiyle bazı değişiklerinden farkında olarak, çıkmak istedi hayalden fakat yapamadı. Beyaz ışık demetlerinin dans edişinden, soluk, sisli ve karanlık bir sokakta kendini buluverdi. Sonu yok gibiydi. Nerede olduğunu anlayamadı. Burası hayalini kurduğu Dünya olamazdı. Çıplak ayaklarının bastığı toprak ısınmaya başladı çünkü Emmanuel buraya ait değildi ve toprak onu reddediyordu. Farkında olmadığı bu durum karşısında bir an önce geldiği yere gitmezse sonuçları kötü olabilirdi. Toprak sıcak, Emmanuel'in ayak topukları buz gibiydi ve hala kanatlarının olmayışını fark etmemişti. O soluk renkli, ıssız sokakta yürümeye başladı. En çok cesaret duygusu kalbinde büyümüş olmalıydı ki, hiçbir korkusu yoktu. Aksine meraklıydı. Yürürken bir ses duydu ve irkildi. Daha önce evrenin seslerinden başka bir ses duymamıştı. Kendine tarif edemediği ve anlayamadığı bu ses yıldızların gülüşmesinden daha güzeldi. Sese doğru yürümeye başladı. Yaklaştıkça kalbinin gürültüsü artıyor, cesaretti geri planda kalıyor ve buraya ait olmadığını unutuyordu ve hatta Dünya'nın kötülüğünün nerede olduğunu bilmek istemiyor, inanmıyordu. Sesin yanına geldiğinde göğe şarkı söyleyen biriyle karşılaştı. Bu Emmanuel'in çok hoşuna gitmiş olmalıydı ki daha önceden hissetmediği bir his tüm özenle yaratılmış bedenini ve ruhunu kapladı. Sanki ayağını bastığı toprağın sıcaklığını kalbinin ortasında hissetti. Heyecanla bu kişinin yanına gitmek istedi ama ona göre çok farklı olduğunu, kanatları olduğunu düşündü ve o an farketti kanatları yoktu. Kanatlarının olmayışını fark eden Emmanuel korktu ve ağlamaya başladı. Göz pınarlarından, toprağa dökülen her göz yaşı Emmanuel'in etrafında Belinay çiçeklerinin doğuşuna sebep oldu. Belinay çiçeklerinin yapraklarındaki ışık huzmeleri o kadar ihtişamlıydı ki karanlık sokağı birden aydınlatı verdi. Buna şaşkınlıkla şahit olan göğe şarkı söyleyen insan, Emmanuel'in yanına geldi. Hiç hayatında böylesine bir güzellik görmediğine yemin edebilirdi ki; "Çok güzelsin!" dedi. Emmanuel bu sesi duyduktan sonra korktu ve bu sesin gözlerini görünce ise tüm ağlaması durdu, gülümsedi. Emmanuel gülümsedi, insan gülümsedi ve sordu: 
- Sen de kimsin, nereden geldin?
Emmanuel gerçeği nasıl söylerdi ki? Bir insan ve bir meleğin konuşması bile oysaki yasaktı ve yine sadece gülümsedi. İnsan tekrar sordu:
- Bu çiçekler de ne böyle? Nasıl böyle aydınlattılar bu sokağı?
Emmanuel yine sessizdi ama ruhu karşısında duran insanla her şeyi paylaşmak istiyor ve içindeki bu sıcaklığı çözmek istiyordu. Hissettiği bu insani hissin bilmediği bir adı olmalıydı.
- Eee...! Sen hiç konuşmayacak mısın? Yoksa beni anlamıyor musun?
Gözlerini kırpıp ve yine gülümsedi Emmanuel. Hayır anlıyorum ben seni dercesine. Elini uzattı insan, benimle gel dedi. Emmanuel bir melek olduğunu unutarak, yaradılışını unutarak ve Tanrı'ya ve meleklerine karşı koyarak yaradılışın düzenini insanın elini tutarak bozdu. Bunu hisseden Tanrı, Emmanul'e bir şans vermek adına Neria, Elimiel, Erelim, Uzziel ve Esme'yi Dünya'ya yolladı. Onu tekrar yıldızına götürmekti istekleri. Eğer ki gelmezse en çok kendini ve sonra yaratılış düzenini bozacak ve Dünya üzerinde verilecek cezalara da katlanması gerekecekti. Emmanuel'i bulduklarında, gördükleri karşısında inanamayan melekler kanatlarından yerlere bir tüy düşürdü. Emmanuel bir insanoğluna aşık olmuştu ve seçimi bu insanoğlundan yanaydı. Bunu duyan Tanrı o kadar öfkelendi ki, göklerde kopan gürültü insanları oradan oraya kaçırdı. Emmanuel aşkının yanında durduğu için katlanması gerekli olduğu cezaları vardı ve bunlardan ilki aşık olduğu insanın ölümüydü. Yalnızlığa terk edilecek ve Dünya yok olana kadar görmesi gereken tüm acıları, kötülükleri görecekti. Emmanuel artık güzel değildi, aydınlıkta değildi. Dünya'nın karanlığı üstüne çökmüştü ve cezasının büyüklüğünü yaşamaya katlanmak zorundaydı.
İlayda DEMİRKAN
3 notes · View notes