Photo










Great Theatre of Philadelphia (Theater of Amman)
Philadelphia (Amman), Jordan
2nd Century CE
6,000 seat
The Roman Amphitheater is located in the eastern part of the Jordanian capital, Amman. A Greek inscription on one of the pillars indicates that this amphitheater was built in honour of Emperor Antonius Pius (138–161 CE).
The large and steeply raked structure could seat about 6,000 people: built into the hillside, it was oriented north to keep the sun off the spectators.
It was divided into three horizontal sections (diazomata). Side entrances (paradoi) existed at ground level, one leading to the orchestra and the other to the stage.
The highest section of seats in a theatre offers excellent sightlines, while the actors can be clearly heard, owing to the steepness of the cavea.
Sources and more text below.
Keep reading
722 notes
·
View notes
Text
Arrival, 2016
Lacan’ın "Düşündüklerine inanan insanların kelimelerle düşündüklerini fark etmemeleri çok garip." sözü ile başlamak istiyorum. Çünkü filmde benim için yeni bir ufuk açan nokta, aslında kullandığımız dilin düşünsel sistemimizi ne denli belirlediğinin farkında olmayışımdı. Her türlü kavramı kavrama biçimimiz doğrudan kullandığımız dilin kurgulanış biçimiyle alakalı. Algılaması en zor kavramlardan biri olan “zaman” bile. Her dilin kendisinde yer eden deyişleri, tamlamaları var, şöyle bir durup aklıma ilk gelecek olan tarifi düşünüyorum... Mesela, “bugün hiç bitmedi”. Demek biz, düşünsel olarak, kötü geçen bir günü uzun ve hiç bitmeyen olarak değerlendiriyoruz diyebiliriz. Başka bir dil ise aynı durumu “bugün hemen bitti” olarak değerlendirebilir, yalnızca iyi geçen anları uzun bir gün’den sayıyorlardır belki. Çok zorlama olmamıştır umarım ama aklıma başka bir örnek şuan için gelemedi. Başka yerlerden rastlarsam buraya eklerim güzel örnekler. Biz Türkçe’de zamanı doğrusal olarak tahayyül ediyoruz. Geçmiş geride, arkamızda; gelecek ise önümüzde. Zamanı herkesin bu şekilde değerlendirdiğini düşünüyordum ben. Ama filmden sonra şunu sorabiliyorsunuz, bir bebek doğduğu andan itibaren dairesel bir zaman algısına sahip olsa, geçmiş gelecek şimdi diye ayıramıyor olsa, aslında zamanda yolcuğunu salt düşünsel olarak bile mümkün kılmış olur muydu? Ya da şuan dünyada böyle bir zaman algısı kurmuş bir dil var mı? Farklı şekillerdeki zaman algılarından bazıları şöyle:

[ Dairesel zaman algısı ve kader ilişkisi: hem özgür iradeye sahip olmamız hem de tanrı'nın olacakları önceden bilmesi (kader) dairesel zaman akışıyla açıklanabilir. boethius felsefenin tesellisi'nde bu durumu söyle açıklar: "bizim yanlışımız tanrı'nın zamanla ilişkisini bizimki gibi sanmaktır. tanrı olmuş, olmakta ve olacak olan her şeyin farkındadır. ]
[ Sapir-Whorf hipotezi: insanların ve hatta belirli bir kültürün davranışlarını ve düşünce sistemlerini belirleyen yegane unsur dildir; ancak onun sınırları ölçüsünde dünyayı anlamlandırabiliriz ve dış dünyayı algılayabiliriz. ]
Filmde uzaylılarla iletişim kurmaya çalışan bir dilbilimci var. Onlara kelimeleri ve düşünsel sistemimizi aktarmaya çalışıyor. Dünyaya geliş amaçlarını soracak mesela ama, amaç kelimesinden ne anlayacaklarını bilmiyor. Amaç diye bir kavramlarının olup olmadığını bile bilmiyoruz. Bu kadar çok belirsizlik içinde iletişim kurmaya nereden başlayabiliriz? Filmin bu kısımları bana açıkçası fazla iyimser geldi çünkü tam olarak nasıl da böyle rahat iletişebildiklerini ben pek anlayamadım. Kadının işe yarayacağını düşündüğü her şey kesinlikle hemen işe yaradı. Oysa bir insanın algısını ve düşünsel sınırlarını zorlayan bir durumda çözüm bu kadar çabuk bulunabilir miydi emin değilim. Bilim ve bilimsel veri her şeyi ustaca halledebilir gibi bir izlenim oluştu zihnimde, bu da pek gerçekçi gelmedi.
Uzaylılar altı ayaklı oldukları için heptapod olarak isimlendirildiler. (latince okto:8 ahtapod da sekizayaklı demek) Heptapodların kullandıkları "logogram” şu:

Bunlar harf değiller, içlerinde pek çok kelime var. Aynı anda cümleyi baştan ve sondan yazmaya başlıyorlar ve tam bir çember şeklinde bitiyor cümle. Film sırasında bu biçim bana japon kaligrafisini çağrıştırdı, zaten öyle zannediyorum ki bir doğu medeniyeti, dairesel bir zaman anlayışına sahip olmaya daha yakın. Batıda ve ingilizce dilinde de zaman bizim algıladığımız şeklinden farklı değil. Japon kanji sisteminde de tüm kelimeler bir sembol ile yazılıyor, “özgürlük” kelimesinin bir şekli ve görseli var yani. Bu bana hep çok heyecan verici gelmiştir, ara sıra birkaç kanji öğrenmek hala çok hoşuma gidiyor. Zihnimi açtığını da hissediyorum çünkü bir kanji sisteminde mesela “kitap” yazılırken onun neden o şekilde kurgulandığını da kavrıyorsunuz, kağıt ağaçtan imal edildiği için içinde ağacın kanjisi de var mesela. Bize tamamen yabancı bir düşünce biçimi ve onunla iletişime geçmeye çalışmak bence ilham verici.
Filmde de uzakdoğu ve zen inancından etkilenildiğini düşündüm. Uzaylıların kullandığı logogram, Zen Budizm’deki enso çemberinin neredeyse aynısı. Bu çember “düşüncelerden arınmışlığın, aydınlanmanın” sembolü. Peki bu aydınlanma bize neler öğretiyor? Zamanı yönetmeyi ? Filmin sonunda kahramanımız geleceğindeki mutsuz sonu görmesine rağmen yine de bu geleceği yaşamayı tercih ediyor ve sevdiği adama ilk kez sarılırken, sana sarılmanın ne kadar iyi hissettirdiğini unutmuşum diyor.
Filmde beni rahatsız eden bir nokta şu oldu. Dünya üzerinde 12 farklı noktaya inen uzay gemilerinden yalnızca Amerika’ya inen gemiyle barışçıl bir işbirliği çabası var. Onun dışında bütün dünya onlarla savaşmayı seçiyor ve “hata ediyor” gibi bir izlenim oluşturulmuş. Filmin sonunda da zaten Amerikalı dilbilimcimiz tüm dünyayı kurtarıyor.
Film hakkındaki yazılmış başka detayları özetle toparlayacak olursam:
Arrival'da uzaylıların konuştuğu dil, bizimkinden oldukça farklı. Dilleri seslerden çok kavramları ifade ediyor. Doğrusal bir yazım biçimleri yok. Başlangıç ve sonu yok. Lineer biçimde ilerleyen bitr görsel dilleri, alfabeleri olmadığından da düşünüş biçimleri bizimkinden farklı. Filmdeki bu bilgi yukarıda açıklanan Sapir-Whorf hipotezine dayandırılmış. Aynı anda pek çok şey düşünüp iki saniyeden kısa bir biçimde bunu tek bir görselle anlatabiliyorlar. Tek bir sembol içinde upuzun bir cümleyi, düşünüşü barındırıyor. Bu da zaman kavramlarının olmadığını gösteriyor. Zamana bağlı olarak düşünmedikleri için de dilleri doğrusal (lineer) değil. Cümlelerinin başlangıç ve sonu yok. Aynı anda iki elle birden yazmaya başladığınızı düşünün, kelimelerinizin nerede biteceğini hesaplamanız gerekir. Ancak uzaylılar doğrusal olarak yazmadıklarından böyle bir sorunları da yok. Bu da demek oluyor ki bu dili tam olarak öğrenen ve bu dilde düşünebilen birisi zaman kavramından da kurtulmuş oluyor. İşte tam da bu şekilde Louise geleceği görebilme yeteneği elde edebiliyor.
Filmin sorduğu diğer bir soru da "hayatınızın nasıl olacağını bilseydiniz yine de hiçbir şeyi değiştirmeden yaşamaya devam eder miydiniz?" Dili öğrendikten sonra geleceğenin nasıl olacağını bilen Louise, zaman kavramı olmadan yaşamaya başlıyor. Zaten olayları da gelecekte olanlardan öğrenerek çözebiliyor.
Ekşi’den:
dünya üzerinde 12 bölgeye uzaylılar iniş yapıyor. amerika haricinde iniş yapılmış tüm diğer coğrafyalar kabuğa bir süre sonra saldırmayı seçiyor. çünkü o coğrafyalarda amerikalılar kadar başarılı linguistler ve bilim insanları yok. mesajı çözemiyolar. silah denen şeyin savaş olduğunu sanıyorlar. zira çözebilecek nitelikte de değiller zaten. çünkü bir ameriga değiller. cahiller. bilimden teknolojiden uzaklar. kültürlerinde savaşmak var. şöylece bir soluklanıp karşısındaki muhattabın ne demek istediğini dinleyebilecek yetkinliğe henüz ulaşamamış. primitif ve ilkeller. hatta çin bu saldırıların başını çekiyor. çünkü en cahil, en savaş meraklısı ve en ilkel onlar. amerika ise son ana kadar sağduyusunu koruyor. silah kelimesinin bir savaş çağrısı olmadığının farkında. çünkü üstün ırk onlar. ancak yapacak bişi yok. diğer 11 coğrafya çoktan silahları çekmiş. savaşa giriyor. e ameriga da naapsın, başka hiç bir çareleri kalmadığını düşünüyor ve saldırıya geçmeyi tercih ediyor. tabi o da istemeden yani. mecbur kalıyorlar. yoksa bilindiği gibi amerigan tarihinde hiç savaş olmamış. hep barış hep mutluluk. elbetteki ameriganların diğer lanet olası ülkeler yüzünden bozulan ve sekteye uğrayan bu barışçıl tutumu müttiş mavi gözleriyle eşsiz bir güzelliğe sahip olan linguist kızımız sayesinde olması gereken düzleme oturuyor. çünkü kızımız mesajı çözüyor. diyor ki silah savaş demek diil ulan. hemen cahil çinliler telefonla uyarılıyolar ve saldırıdan vaz geçmeleri söyleniyor. linguis kızımızın +86 kodu ile aradığı çinli general en sonunda mesajı anlıyor. ondan sonra önce sen kapat yok hayır olmaz önce sen kapat deyip mutlu mesut bir şekilde dünyaya barış geliyor. çünkü amerigan linguistiğimizin çözdüğü mesaj artık diğer coğrafyalara da ulaşıyor ve ameriganlar dünyaya bir kez daha barış ile demokrasiyi getiriyorlar. vuhuuu amerigaa.
Bağımsız not: Bu tarz filmlerde bizim kavradığımız/kavrayamadığımız derin bir alt metin olduğuna da inanıyorum. Benim aşina olduğum tek şey belki bu kaligrafik anlatımdı o yüzden yorumum bu oldu. Bu tarz filmlerin derin alt metinlerinden bahsetmişken biraz matrixten bahsedeyim. Senaryosuna 7 yıl çalışıldıktan sonra çekilmeye başlanıyor yanlış hatırlamıyorsam. Matrixle ilgili güzel bir örnek bırakayım: filmdeki geminin adı nebukadnezar’dı. nebucadhnezzar'ın etimolojik anlamı ibranice'de "nebo, sana hizmet edeni koru" anlamındaymış. Nebo ise babil'in bilgelik ve yazım tanrısı anlamında. Geniş anlamdaki çevirisinde ise nebucadhnezzar "bir peygamber, koruyucu bir kaptır" yani peygamber kendinden olanları korur anlamında kullanılabilir. Matrix filmindeki geminin adı ise dolaylı olarak şuradan geliyor: neo, seçilmiş olandır ve insanlığı makinelerden kurtaracak olan kişidir, bir nevi peygamberdir, daha da ileri gidersek yeni isa'dır (zaten neo da yeni demek, ayrıca "the one" yani "tek olan" anlamında da kullanılıyor). nebucadhnezzar adlı gemi ise matrix üçlemesinde neo, trinity ve morpheus'u yani kurtarıcıyı ve havarilerini (yardımcılarını taşıyan, onları istilacılardan (sentinellerden) koruyan bir kap, bir gemi. [ekşişeyler]
0 notes
Text
Göbeklitepe
Göbeklitepe, her şeyden önce çok iyi korunmuş kalıntıları ile öne çıkan bir Neolitik yerleşim yeridir, bir arkeolojik sit alanıdır; son günlerde sanal ortamda giderek artan şekilde vurgulandığı gibi Kutsal Kitaplarda tanımlanan yerlerden biri olmadığı gibi, ne açıklanamaz güçlerin, ne de uzaylıların bıraktığı kalıntılardır.
Göbeklitepe, Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem olarak da tanımladığınız , Güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’da Son Buzul Dönemi sonrasındaki çok olumlu iklim koşullarının hakim olmasıyla yerleşik yaşama geçen bir kültürün yerleşim yerlerinden biridir.
Bu bölgede başlayan ve yaklaşık 3.000 yıl boyunca bu bölgenin içinde gelişen kültür, bu 3.000 yıl içinde, sonuçları açısından uygarlık tarihinin en önemli dönüşümlerinden birini, avcı-toplayıcı yaşamdan besin üretimine, çiftçiliğe dayalı yeni bir yaşam biçimini geliştiriyor.

Göbeklitepe bu süreç içinde Batı İran’dan Amanos Dağlarına kadar olan bölgedeki sayısız yerleşim yerlerinden biri, ancak şimdiye kadar kazılmış olanların içinde en iyi korunmuş olanı. Bu ifade hiçbir şekilde Göbeklitepe’yi önemsizleştirme olarak alınmamalı. Çünkü önemli, çok önemlidir. Ancak öneminin yapay, gerçek dışı ögelere oturtulması örneğin orayı bir Vatikan ya da Mekke gibi inanç merkezi olarak tanımlamak, gerçeği yansıtmadığı için, küçük düşürücü olacaktır.
Göbeklitepe önemlidir çünkü döneminin inanç dünyasını, düşünsel zenginliğini, ve toplumsal düzeni anlamamızı sağlayan şaşırtıcı çeşitlilik ve zenginlikte bulgu ve buluntu vermiştir. Bu bağlamda ilk sormamız gereken soru, neden Göbeklitepe iyi korunmuş da diğerleri korunmamış olmalıdır.
Göbeklitepe’nin binlerce yıl boyunca bu kadar iyi korunmasının nedeni nedir?
Göbeklitepe terk edildikten sonra o noktaya bir daha kimse gelip yerleşmemiş. İyi korunmuş olmasının bir diğer nedeni de yapıların yere gömük olup içlerinin terk edildiğinde doldurulması, yani “bina gömme” geleneğinin olması; bu bütün Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşimlerde görülmekte, zaten bu nedenle Neolitik yerleşimlerin mimarisi, daha sonraki dönemlerden çok daha iyi korunmuş, hatta bazen tek bir taşı bile eksilmemiş olarak gelmekte.
Göbeklitepe’nin tüm insanlık tarihini değiştirdiği ve insanlık tarihinde “tek” olduğu gibi söylemler ne kadar doğruyu yansıtıyor?
Göbeklitepe’yi yerleşim olarak alırsanız bu söylem doğru değil. Göbeklitepe’yi o dönem ve bölgeyi temsil eden kültür adı olarak alırsanız doğru.
Bu kültür, Güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye, Kuzey Irak ve olasılıkla Batı İranı içine alan, Hallan Çemi, Güsir, Hasankeyf höyük, Nemrik, Çayönü, Caferhöyük, Körtik, Nevalı Çori, Tel Abr, Tel Qaramel gibi çok sayıda yerleşmelerden tanıdığımız bir kütür.

Gerçekten uygarlık tarihini değiştiren süreç burada tetiklenmiş; bu kültürü, saydığımız yerleşmelerin hiçbiri tek başına anlamamızı sağlamaz. Bu yüzden bir bütün olarak bakmak gerek. En görkemli yer Göbeklitepe olduğu için ben “Göbeklitepe kültürü” adını yeğliyorum.
*
Göbeklitepe ile ilgili sizi en çok heyecanlandıran sorunsal nedir?
Bu kültürün kökeni? Bu kültürün çekirdek bölgesinde öncüleri yok. Güneyde, Filistin bölgesinde gelişen Neolitik kültür çok eskilere inen başlangıcı var ancak o kuzeyde bizim bölgemizdekinden çok farklı bir oluşum.
Dicle havzasından Fırat’a kadar olan alanda Göbeklitepe kültürü hemen hemen birden ve geniş coğrafya içinde aynı özellikleri sergileyerek çıkıyor.
Benim görüşüme göre Göbeklitepe kültürü bir başka bölgede gelişip buraya gelmiş. Nereden sorusu ayrı.
Göbeklitepe’de tamamlanan koruma çalışmaları yeterli mi? Yapılan çatı sistemi, burayı uzun yıllar boyunca dış etkenlerden koruyabilecek mi?
Kesinlikle hayır. Önce çatı örtüsü dışında, kazılmış çok geniş bir alan var, bunlar hızla aşınıyor, kabartmalar silinmeye başladı. Çatılar da dairesel tasarım olduğu için ekleyerek genişletilemiyor. Oysa eski çatı, Hauptmann Bey’in yaptığı çatı, tamam güzel değildi ancak dörtgendi, kazı ile birlikte eklenerek genişleyebiliyordu.

Göbeklitepe’de sorun yağış değil, rüzgarla gelen kum bombardımanı. Şimdiki çatılar yüksek, kumu ve rüzgarı engellemez.
Mutlaka tepenin genelinde çok ciddi bir koruma stratejisi geliştirilmeli, eğer bu yapılamıyor ise, ki şu anda yok, orijinal kabartmalar müzeye alınıp yerlerine kopyaları konmalı.
2 notes
·
View notes
Text
Yavaşla ve sakinle.
Hayatı durdurabilmek için birçok yol var;
esnek çalışma saatlerini ortadan kaldırmak,
manevi ortamlarda bulunmak,
sevdiklerimizle birlikte olmak,
ilahi yazıları okumak veya zihin-beden ilişkisi üzerine olan aktiviteleri yapmak (ibadet, yoga, vb) gibi.
Tüm bu “duraklama” aktivitelerinden sonra sinir sisteminizde olup bitenleri fark edeceksiniz.
Yaşanan birçok şey akıllı telefonlarımızın ve ekranların “zamansız ve uçsuz bucaksız alanı” içinde meydana geliyor. Her gün ortalama 10 saatimizi ekran başında “aslında zaman ve mekan kavramından bağımsız olarak” geçiriyoruz. Bazı şeylerin nasıl da kökten değiştiğinin farkında değiliz. “Bu durum çok aleni bir şekilde gerçekleşmese de hayatı yaşama şeklimizi büyük ölçüde değiştiriyor.”
Aktivitelerimiz dijitalleştikçe tecrübelerimiz kısıtlanıyor. Ekranda neye baktığımızı önemi yok çünkü sonuç olarak o bir ekran. Yani gerçek manada teknolojiyi kullanırken manzara asla değişmiyor.
Aktivitelerimizi durdururken ekranlarımızla da aramıza mesafe girmeli. Düşünün ki iş yaparken telefonunuzu evde bırakıyorsunuz veya mağazada sıradayken çantanızda tutuyorsunuz. Zaman geçsin diye telefonunuza dokunmadığınızda etrafınızda neler olup bittiğine bir bakın. İlişkilerinizin nasıl değiştiğini görecek veya önünüzde bekleyen insanın özelliklerini fark edeceksiniz.
Tüm bunların yanında doğada da vakit geçirmeliyiz. Ulusal bir parka gidin demiyorum ama evinizin etrafında yürüyüşe çıkabilir, ayaklarımızın altında uzanan yerküreyi ve üstümüzdeki sonsuz gökyüzünü hissedebiliriz. Doğal yaşamın iyileştirici özelliğini yok saymamız mümkün değil.
https://kemalsayar.com/haftanin-yazisi/anksiyete-ve-depresyondan-nasil-iyilesiriz
0 notes
Photo

(吉田 穂高, Yoshida Hodaka, September 3, 1926 – November 2, 1995) was a Japanese modernist artist who worked first in oils, and then from 1950 in the woodblock print medium. From the beginning of his career, he broadened the range of styles and techniques used by Yoshida family artists.
0 notes
Text
Sümer’den dünyaya inancın yayılışı
Sümer dini, önceleri tanrısız bir dindi. İnsanlar öncelikle büyük tabiat güçlerine taparlardı. Büyük tabiat güçleri pasifti, yaratıcı güçten yoksundu. Bu tabiat güçlerine sonradan Tanrısallık biçilmiştir.
İnsan aklı soyuttan somuta doğru gelişmiştir ve soyut şeyleri antik çağların insanları somutlaştırmak istemiştir.
Bu somutlaştırmadan evvel, Tanrı kavramı yaratıcı olmaktan ziyade soyut olarak 'enerjiyle' ifade ediliyordu. Örneğin Tammuz, bereket tanrısı olmadan önce ağacın ve bitkinin içindeki enerjiydi.
Bu somutlaştırma sürecinde Sümerler, o dönem en ileri oldukları astronomiden yararlanmıştır. İnşa ettikleri devasa Zigguratlar ile gökyüzünü gözlemektelerdi. Soyut ilahlarını, gökyüzünde keşfetmeye başladıkları cisimlerle özdeşleştirerek somutlaştırdılar. Ay Tanrısı, Güneş Tanrısı, Rüzgar Tanrısı vs.
Sami Irktan olan Akadlar, M.Ö. 2500 yılında Sümer bölgesine yerleşiyor ve muazzam bir uygarlıkla karşılaşıp kendi inançlarını Sümer inançlarıyla harmanlıyor. Akadların, hem Batı hem de Doğu'ya doğru genişlemesiyle Sümer inançları denizci bir toplum olan Fenikeliler'e ve Filistin'e ulaşıyor. Fenikeliler vasıtasıyla da "ANTİK YUNAN VE ROMA'YA..."
Sümerlerin İnanna'sı; Semitik toplumların İştar'ı, Fenikeliler'in Astarte'si, Antik Yunan'ın Afrodit'i oluyor. Sümer'in Tammuz'u, Fenike'nin Adonis'i oluyor. Sümer'in Ninurta'sı, Yunan'ın Zeus'u oluyor. Kısaca, Sümer'de somutlaştırılan ne kadar Tanrı ve Tanrıça varsa bahsi geçen coğrafyalarda da versiyonları türetiliyor.
Kaynaklar: Muazzez İlmiye Çığ, Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki kökeni, Kaynak yayınları
0 notes
Quote
Üç aydır nasıl yapacağım diye sabah akşam düşündüğüm işi birkaç gün odaklanınca bayağı kolayladım. Akademisyenleri (en azından beni) en çok yoran şeylerden birisi aynı anda birçok işle başa çıkma çabasının verdiği endişe ve huzursuzluk. İşlerin kendisi daha arka planda kalıyor.
sedat gümüş
0 notes
Quote
Kendimi dünyadaki İslâm davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslâm benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adıdır.
aliya izetbegoviç
0 notes
Quote
Düşündüklerine inanan insanların kelimelerle düşündüklerini fark etmemeleri çok garip.
Lacan
0 notes
Quote
Ben ona sıkıntılı güz günlerinde Yedi renkli yaz yağmurları dilemiştim
şükrü erbaş
2 notes
·
View notes