Text
Acizlik
İnsan cinsinin bireyleri olarak, bir kafalı, iki kollu, iki bacaklı, beyin ve kalbe sahip organizmalar olarak hepimiz o kadar aciziz ki. Belki de acizliğimiz fazlalığımızdan kaynaklanıyor. Sayımız arttıkça toplam bilgimiz çoğaldı, ama herhangi bir kişinin herhangi bir potansiyel etkisi azaldı.
Yalnızca ülkemizde her gün hayvan cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, istismarlar, tecavüzler, haksız hapsedilmeler, önlenilebilir ölümler yaşanıyor. Ve bunları yaşamayan birey televizyonunun karşısına geçip başından geçmeyen olayları izlediğinde ve bunlara üzüldüğünde - ki bu üzüntüyü gerçek veya sahte olarak nitelendirmiyorum, tabi ki gerçekten üzülüyor olabilir - olan şeyleri oturup öğrenmeye harcadığı çabadan tatmin oluyor. Toplumdaki ve devletteki ve bu ikisi arasındaki ilişkilerdeki adaletsizlik ve yanlışları düzeltme çabasının yarısının bunları bilmek olduğunu farkında, fakat günümüzün güruh-içi-etkisizliğine hapsolmuş bir zihniyetle, işi yalnızca yarısında bırakıyor.
Her yerde duyurulan suçlar ve yanlışlar var, peki bunları duyuranlar veya duyanlar gerçekten “bilme” lakaplı yarım işin ötesine geçebiliyorlar mı gerçekten? Ben geçemiyorum. Veya geçmiyorum. Belki de “yapamamak” acizliğiyle aslında hiç yapmayacak olmamı maskeliyorum.
Bugün sosyal medyada üç aylık bir yavru köpeğin, yetişkin, “bilinçli” bir “birey” tarafından yere çarpılarak öldürüldüğünü gördüm. Yavru yerde yığılıp kalıyor, biraz ses çıkarıyor, ağlıyor, ve sonra ölüyor. İstanbul Maslak’da yaşanmış bu. Adamın adı da duyurulmuş. Peki ben bunu duydum, ve ne yapabilirim? İstanbul’da bile yaşamıyorum. Hadi yaşıyorum diyelim. Ben olmayayım bu, İstanbullu biri olsun. Adamın isminden onu bulup, yakalayıp, polise mi teslim edecek? Adamı öldürecek mi? (Ki hak ettiği de bu aslında) Öldürürse adam öldürmekten hapse girebilir; adamı polise teslim etse polis yasalara dayanarak bu adama ne tür bir yaptırım uygulayacak? Ya bu adamın davasıyla ilgilenecek polis de adam gibi bir zihniyetteyse? Hayvanların öldürülmesine karşı bir üzüntü duymuyorsa? Adam belki de elini kolunu sallayarak çıkacak, ve belki de ileride başka köpekleri kedileri de yere çarpacak, öldürecek. İnsan katillerinin hapse atılmasının sebebi de bu, bir kere yaptıysa daha fazla yapmasın, cezasını çeksin.
Ya peki 14 yaşındayken 45 yaşında biriyle evlendirilmiş bir çocuk. Aradan dört yıl geçmiş, kendisi 18, kocası 49 yaşında. Çocuğun birkaç çocuğu var. Adam zaten o.evladı, bir çocukla evlenip ondan çocuk da yapabiliyorsa gayet tabi her gün içip içip eve gelip, çocuğun ona hazırladığı yemeğin tuzunu fazla bulup, alkol kokan terli elleriyle belindeki kemeri çocuktan gözünü ayırmazken çıkarıp, ikiye, üçe katladıktan sonra var sarhoş gücüyle o kemeri çocuğun sırtına, karnına, başına ensesine indirmeyi de bilir her gün. Bu çocuk, 18 yaşında, daha çocuk, uykusunda bıçaklasa adamı, öldürse, daha sırtındaki kırmızı yaralar, morarmamış, sararmamışken, kan derisinde dururken, saplasa adamın karnına bıçağı, boylu boyunca ciğerinden bağırsaklarına kadar uzatsa deliği, ve adam orada, 4 yıldır beraber uyudukları ve 4 yıldır kendisinden 31 yaş küçük bir çocuğu ellediği yatağın üzerinde karnında hak edilmiş bir delikle kan kaybından ölse. Burada kim suçlu? Kim mahkeme önünde yargılanacak? Çocuğun çocukları çocuklarını 14 yaşında evlendirmiş birer anne babaya mı gidecek eğer çocuk hapsedilirse? Çocuk adamı bıçaklayınca polisi mi arayacak, yoksa çocuklarını alıp komşuya veya ailesine mi kaçacak? O çocuk, istismar edildiğinden beri, hayatında, evden kaçmaktan tut kocasını öldürmeye kadar, ne yaparsa yapsın hiçbir zaman düzelmeyecek. Çocuklarıyla “normal” bir hayat yaşayamayacak. Belki de onlara her baktığında yüzü kötülükle kırışmış o karnı deşik adamın yüzünü görecek. Çalışması gerekecek, çocuklarını okula göndermesi gerekecek, ve bunu binlerce kişi televizyonlarında 3 dakikalık bir haber olarak izleyecek. Bu çocuğa yardımda bulunulacak mı? Devlet maaş bağlayacak mı? Özür dileyecek mi “Böyle bir ülkede, böyle insanların arasında, böyle bir aileye düştüğün için senden özür dileriz, sen bunu hak etmedin” diyecekler mi? Belki de çocuk adamı öldürdükten sonra kendi karnına da saplayacak bıçağı, o da yere yığılıp ölecek. Sabah çocukları bulacak, en büyüğü 3 yaşındaysa, veya kız evlenmeden önce hamile kalmış da çocuğu belki de 4 yaşındaysa (en fazla), komşuya gidebilecek de söyleyebilecek mi annesiyle babasının yattıklarını ama uyanmadıklarını? Acıkınca yemeğini yapabilecek mi? Belki de birkaç hafta sonra kokacaklar hepsi, komşular polise haber verecek. Ne olursa olsun, yaşadıkları şey hayat olmayacak. Yanlış basılmış bir hayat müsveddesi, bir korku romanı, veya öyle bir şey. Ama eğer hayat “yaşanan şey” ise, o kesinlikle yaşanan bir şey olmayacak.
Bu haberi duyanlar peki, gerçekten bir şey yapmaya soyundular diyelim, kakacaklar, bulacaklar o kızı, kurtaracaklar adamın elinden, veya kız kendini bıçaklamadan habere çıkacak, kız için bağış yapılacak, iş bulunacak, bütün bunlar organize edilecek de, gerçekten edilecek mi? Gerçekten bir bireyin bütün acizliğinden kurtulup başka biri için bir şey yapabileceğine dair umudumuz olmalı mı? Ben sanmıyorum, ama aynı zamanda bilemiyorum da. Bilmekten de aciz olduğumuz bu senaryoda belki de herhangi bir şeyin düzeleceğine dair umudu da başkalarına bırakmamız gerekiyordur.
10 notes
·
View notes
Text
Gece Bir'i geçkinken ve evde uyanık nefes bir benken,
Mutfak masasının kullanılmış bardaklar ve karanlık duygusunda duruyordum yalnızca.
Masada bir portakal da vardı ve üzerine üç gün önce keçeli kalemle çizdiğim surat tüm kabiliyetiyle gözlerime saplıyordu gözlerindeki yargılamayı.
Balkona çıktım, bir sigara sardım, yaktım ve yarısında bıraktım.
Küllüğe atmak ve yarın görmek istemedim, ıslatıp çöpe attım.
Dolapta birkaç parça badem buldum. Ağzımdaki her kırılış hem odada hem kafamda hem de bademin kendisiyle yankılanıyordu.
Evdeki en geniş oda mutfak, duvarlara çarpıp geri dönen badem yankıları kulağıma uğramadan sanki tüm tiz ve baslarıyla içimde beliriyordu.
Ve ben bunun için hiç ses çıkarmamaya çalıştım. Çıkarmamak istedim.
Kendi yarattığımın etkisini duymak istemiyordum, o zaman hiçbir ses, dokunuş, görüş, hiçbir şey yaratmamalıydım.
Naylon torbalar sebepsiz yere sesler çıkarıyordu ve fark ettim ki ben hiçbir ses duymak istemiyormuşum, yer çekiminin sesi dahi olsa.
Masadaki bardakları almak, içlerindeki birkaç milimetre çayı dökmek için kalkmak, onların masaya sürtünüşlerini, ayaklarımın yere basışını ve çay damlalarının lavabo zeminindeki tıkırtısını da duymak istemedim.
Uyuyanların nefeslerinin sabitliği iyi geliyordu halbuki; ama onlardan uzaktayım ve bu bir anlık da olsa hafif bir hafiflik verdi bana.
Defterimde küçük ve büyük ve kederli ve şaşkın ve yorgun gözler portakaldakiler gibi üzerimdeydi, ve ben onlardan ses çıkarmamak için kurtulamıyordum.
Sanırım mutfak masası duygusu karanlığından kurtulana kadar oturacağım bu gece.
0 notes
Text
Hayatta kalabilmek için daimi nefes alma zorunluluğumuz çok korkunç bir gerçek.
2 notes
·
View notes
Text
Kucağımda uyuyan kedimin rüyasındaki iç geçirişi bir farklı çarptı demin. Çarpmadı gerçi, hafiften dokundu, sanki patisiyle yanağıma dokunmuş, ama hüzünle dokunmuş gibiydi o iç geçiriş.
Dün gece ve bu sabah aylarca emeğimin boşa gittiğini öğrendim ve benim elimde olmayan sebeplerden olduğunu tahmin etmeme rağmen, ve yine bunları değiştiremeyeceğimi bilmeme rağmen, içinde bulunduğum duruma, burada tıkılmış olmaya o kadar içerliyorum ki.
Hayatta bir idealim kalmadı artık. Bir şeyler yapmak istemiyorum. Bir şey üretsem bile bunun bir "şey" ol(a)mayacağı ayırdına vardım sanırım. Ve keşke bu kucağımda oturan kedinin iç geçirmesiyle bir anlığına da olsa düzelebilen bir hissiyat olsaydı.

1 note
·
View note
Text
Karantina günlük 1 (muhtemelen “gün”lük olmayacak da hadi neyse)
Odamın bir balkonu var. İnce uzun bir balkon, uzun kenarın bir ucundan odadan balkona giriliyor. Bütün balkonu turuncuya boyadık. Cart bir turuncu. Turuncunun üzerine bir ağaç silüeti ve uçan kargalar çizdim. Yerde iki kilim var boylu boyunca, ama yine de zemin mermerinin göründüğü biraz boşluk kaldı. Karantina olduğu için dışarı çıkmadık, yoksa aynı kilimden bir tane daha alcaktık.
Balkonu daha temizlemeden, boyamadan önce, yıllardan beri orada duran geniş kırmızı bir koltuk var. Onu da yıkadık, diğer bütün plastik sandalyeler başka yerde, balkonda şu an oturulabilecek tek yer o kırmızı koltuk. Çok rahat bir koltuk gerçekten; sırtı hafif eğimli. Şu an bunu yazarken ona oturuyorum.
Koltuğun yanına bir tane sehpa koyduk, oturma odasındaki setli sehpalardan biriydi. Çayım orda. Koltuğun solunda da bir yoğurt kutusu bir de boya kutusu var, içeri götürmedik ama göze de batmıyorlar. Koltuğun yanında odama açılan bir pencere var, onun pervazında biri bitmiş iki çakmak ve damla sakızlı türk kahvesi kutusundan bozma bir küllük duruyor. Ama yine hastalık sebebiyle sigarayı çok azalttım, hatta hiç içmiyorum. Canım çekiyor, onun yerine ağızda dağılan, midede anlık büyüyüp aynı anda fazlaca endorfin salgılatan aburcuburlardan yiyorum.
Yaklaşık bir haftadır evden yalnızca bir kere çıktım. Markete gittik. Eve dönerken soluk sarı-kahverengi bina yığınının arasında turuncu balkonumun kargalarıyla parladığını görmek içimde bir sıcaklık, gurur uyandırdı. “Ben yaptım bunu,” diye düşündüm.
Zamanımın bir kısmını bu balkonda geçiriyorum. Bu sabah erken uyandım. Yani, kısmen erken. Balkona kitap okumak için çıktığım zamanda güneş tam olarak koltuğa vuruyordu, hafif soğuk hava balkon camları arasından eserken güneş tamda oturduğum yeri ısıtıyordu ve ben orada tek başıma kitap okuyordum ya, çok nefis bir andı. Bir süre okudum. İçeri gittim, atıştırdım, bitki çayından normal çaya geçtim, bir bardağı soğuttuğumdan onu hızlıca içip çayı yeniledim, ve bu süre zarfında sol tarafımdan sağ duvara vuran günbatımının turuncu duvarım, kargalarım ve ağacım üzerinde benden uzağa doğru ilerlemesini izledim. Şimdi güneş tam arkamda duruyor, batmak üzere. Karşımdaki dar duvara vuruyor, ama daha çok balkonun dışı camlarla kaplı olduğu için karşı duvarın ancak çeyreğine dahil olabilmiş camdan gözüme yansıyor. Arkamda olsa da görebiliyorum güneşi.
Hemen solumdaki camı açmaya karar verdim. Boğuk kuş ve tek tük egzoz sesleri birden keskinleşti, yüzüme hafiften bir rüzgar değdi. Diğer balkonlar bomboş. Keşke dolu olsalardı. Hava bu kadar güzelken ve herkes evinde olma durumundayken evden sayılan dışarı alanlarını kullanmalı bence insanlar. Aslında biraz bencilce ama bunu kendim için de istiyor olabilirim. Balkonlarından bakınca insanların benim gibi başka bir insan görmenin mutluluğunu ben de yaşamak istiyorum. Birkaç gün önce gitarımla diğer balkona çıktım. Gece geçti, belki saat on birdi, hafiften çaldım, bir şeyler söyledim ve bunları yaparken karşı binadan bir kadın küçük balkonuna çıkıp çamaşırlarını serdi. Beni gördü muhtemelen, belki de duydu, ve ikimiz de günlük işlerimizi yaparken, ben şarkı çalarken, çay içerken, o da içerde açık televizyonundan birkaç anlığına uzaklaşıp yumuşatıcı kokusu eşliğinde temiz havada çamaşırlarını sererken muhtemelen doğal hayata kıyasla birazcık fazla bir romantizmle, o kadın ile aramda bir bağ oluştuğunu sezdim. Tıpkı biriyle aynı kitabı okuduğunu görmek, veya aynı grubun tişörtünü giymek gibi, ikimiz de temiz havayı soluyorduk dört duvar arasında geri dönüştürülmüş havalarını soluyan binlerce insana karşılık.
Biraz suçlu hissettiriyor bu beni, ama annem ve kardeşim dışında insanları görmemek veya dışarı çıkamıyor olmak beni bunu bağıracak veya yakınacak derecede üzmüyor. Uzun süredir zaten tektim, evde de tektim, şimdi evde tek değilim ama kendi içimde, içeri aldığım insanlarca hala tekim. Ve bu kötü bir şey değil. Belki de neredeyse hep böyle olduğum için artık bana en doğrusuymuş gibi gelmeye başlamıştır. Din gibi, doğduğumuzdan beri üzerimize empoze edilen bir şey muhakkak bize doğru gelir, ta ki üzerine düşünmeye başlayıncaya kadar. Acaba ben de tekliğin, tekliğimin üzerine uzunca düşünürsem yanlış veya dogmatik gelmeye başlar mı? Gerçi tekliği din gibi bir öğretiyle kıyaslamak ne kadar doğrudur bilmiyorum, ama sonuçta var olan her şeyi bir noktada birbiriyle kıyaslayabiliriz. En basitinde hepsinin bir tane ortak noktası var: Hepsi varlar.
1 note
·
View note
Text
Yüksek/Düşük
Öğrenme ve üretme isteğim, sevincim veya heyecanım sürekli bir dalgalanma içinde. Üst noktalarımda bir şey okurken, yeni bir şey öğrenirken, kafamın çalıştığını hissederken fiziksel bir heyecan, adrenalin pompalanıyor kanıma; mutlu oluyorum, ve bu yemek yemekten veya öpüşmekten doğacak anlık mutluluktan çok daha farklı, çünkü kafam dışında dış bir organın uyarmasıyla hissetmiyorum. Sadece kafamın içinde, ve sadece ben tarafından harekete geçen bir mutluluk ve herhangi bir insanın insan davranışları ve anatomisiyle bana bunu sağlayabileceğinden şüpheliyim. Bu üst noktam yani. Sinisizme yakın, hafiften bencil bir kişilik. Benim açımdan güzel hissettiriyor, belki de diğer insanlar üzerinde hissettiğim üstünlükten dolayı bu hoş his açığa çıkıyordur. Bilinçaltım bana “onlar başkasına ihtiyaç duyuyorlar, sen teksin ve yetersin” diyor, ve ben de bu sözle mutlu oluyorum.
Düşük noktamda ise, bütün bu benmerkezcilik çocukça ve idealist gelmeye başlıyor, oysa ki ben kendim olarak ideal bir varlık değilim. Bu noktada başka insanların iletişimleri benim için önem kazanıyor birden, ve beynim sanki bir şey daha kaldıramayacakmış gibi hissediyorum. Tek bir nöron başka bir nöronla benim kendi çabamla bağ kurarsa başım ağrıyor. Bazen farazi, bazen fiziksel olarak. Kitap okuyamıyorum. Beyinsizce telefona bakıyorum. Dizi izliyorum, ama başladığım dizileri genelde üst noktamdayken seçtiğim için depresif ve tekilleştirici diziler oluyor bunlar, ve düşük noktada başka insanların etkileşimine pasif olarak katılma ihtiyacım olduğundan bu diziler beni içlerine çekiyorlar, harcadığım dakikalar kafamı sarıyor, bütün gün çıkamıyorum, ve uyanık olduğum 16-18 saatlik bir zamanın nasıl geçtiğini hatırlayamıyorum.
Bu zamanlarda bazen hoşlandığım birileri oluyor, ama sevilmeyeceğim ve sıkacağım paranoyasından doğan bir gerginlik sürekli üzerime bastırıyor. Ama bu aslında yüksek ihtimal onlara bağımlı değil, fakat bu halimin kendi kendimi sıkması, kendimi sevmemem ve üzülecek bir sebep aramaktan kaynaklandığını biliyorum. Bunların hepsi beni üretmemeye, birilerine ihtiyaç duyarken yalnız olmaya veya sağlıklı olmam gerekirken alkol ve sigaraya itiyor.
Yüksek noktalarda ise ilişkileri küçümsüyorum. İnsanların birbirlerine bağlılık duymaları budalaca ve gereksiz geliyor. Kendilerini başkaları için değiştirme çabaları, karşısındakine sunulacak bir hediye şeklinde süslenmeleri, olabilecek en iyi hallerinde değil de karşıdakinin idealine uyacak halde olmaya çalışmaları beni iğrendiriyor. Yanımda birini istediğimde üzgün bir ruh halinde olduğumu farkındayım çünkü. Müzik dinlerken resim çizmek istiyorum, boş boş sigara içmek değil. Birileriyle konuşacaksam kendi kendime daha çok eğleniyorum, ama bakmışım ki ya çok felsefik/bilimsel sorulara yöneltiyorum konuşmaları, ya da aklımda komik gelen esprileri atıyorum ortaya. Belki de karşı taraf bundan çok hoşlanmıyor ama benim için o an o kadar eğlenceli, tatmin edici ve mutluluk verici anlar oluyor ki soru sorduğum, sözel bile olsa bir şeyler üretebildiğim anlar.
Benim gibi muhtemelen herkesin kafasında bu şekilde birkaç kişilik yaşıyordur. Ama bu aralar evden çok az çıktığım aylarda, kendimle daha çok yalnız kaldım, ve sanırım bu da kendimi gözlemlemek için bana daha geniş bir zaman ve daha dar bir perspektif sağladı. Başkası muhakkak benim için farklı düşünüyordur.
1 note
·
View note
Text
Bir süredir çok az uyuduğum için rüya görmüyordum. Rüya görmeyi unutmuşum. Bugünkü sekiz saatlik uykumda görünce afalladım, panikledim. Eskiden değer verdiğim biri dün ne aramama ne mesajıma cevap vermedi. Rüyamda onun beni geri aradığını, ama fısıltıyla konuştuğunu gördüm. Dün aradığımda iyi olup olmadığını öğrenmek için aramıştım, çok iyi değil gibi gelmişti, veya kafamda büyütmüştüm. Mesajı ve aramayı gördüğünü biliyordum ama artık eskisi kadar değer vermediğim için ona, bu beni beklediğim kadar üzmedi, ama gururum incindi. Hatta beklediğim kadar üzülmediğime de üzüldüm, verdiğim değerin kaybolmasının sağlaması oldu bu da. Ama şu an yazdığım şeyin bu olması, ve aklıma gelen başka herhangi bir konu olmaması da belki de hala değer verdiğimi gösteriyordur.
Veya benim kendime verdiğim değeri gösteriyordur. Kendi özdeğerim, başkasını umursamakla ve bu umursayışın hoş sonuçlanmamasıyla bir darbe aldı, ve ben belki de üzülüyorsam, buna, yani kendime üzülüyorumdur.
Ama sahi, üzüldüğümüz her şey aslında kendimizi de kapsıyor. Hiçbir zaman tam özveriyle kendimiz dışında başkası için üzülmeyiz. Ölen askerlere üzülmemizin sebebi bizim ülkemizin askeri olmaları. Sevdiğimiz birinin üzülmesine üzülmemiz, sevdiğimiz birinin, bizim insanımızın üzülüşünü kendimize yediremeyişimiz. Ve dünyada hepimiz bir olarak varız. Çiftler her zaman çift olacak, hiçbir zaman iki insandan bir uyumlu oluşum olmayacak çünkü. Hiçbir millet tam uyum içerisinde yaşayamaz, çünkü insan illeti her zaman kendi bir kişi olduğunu benimsemek isteyecek, bastırılsa bile beyninin bir köşesinde daima ona vuran bir ses olacak. Hissedilmese bile yaptığı her davranışın altında bencillik yatacak, çünkü bencillik en doğru ve en doğal olandır, çünkü kendimizden hep “ben” olarak bahsetmişizdir ve bahsedeceğiz, ve bu durumda kendimize addedilen kavramın tarafını tutmak, “benci” olmak çok da kötü bir şey değil.
Birini sevince bile bencil seviyoruz. Romantik/seksüel bir sevgiden bahsetmiyorum yalnızca. Her türlü sevgi. Anne-baba, arkadaş, akraba sevgisi. Sevmek bizi mutlu ediyor, ve sevince bizim verdiğimiz sevgi kadar geri dönüşünü bekliyoruz. Hatta hepimiz geri sevilmek için seviyoruz, sevilmenin, bize kendimiz dışında başka birinin değer verebileceği kanıtını almak için seviyoruz. İşte bu yüzden herkesin yeri doldurulabilir, ama doldurulamaz da. Çünkü herhangi birine sevgi verebiliriz, ama herkes ayrı “ben”ler olduğu için, bize verilecek sevgi hiçbir zaman aynı olmayacaktır. Sevgi sevgi olacaktır, ama bunu gösterme şeklinden hayatının ne kadarını istila ettiğine kadar bir sürü farklılık gösterecektir. Ve ben sanırım daha ��nce hiç bu kadar el üstünde tutulmadığım için, tutan el altımdan kayınca boşluğa düştüm. “Ben” olarak düştüm. Ben gururumum, gururum da ben, doğa gerekliliği bencilliğim bu iki parçayı birbirinden ayrılmaz bir ikili yaptı, ve bu noktada her ne kadar önceki dediğim hiçbir ikilinin bir olamayacağı cümleyle tezatlaşıyor da olsam, insan varlığında birbirinden ayrılmayacak nadide iki şey gurur ve ben’lik hissi herhalde. Ancak gururunu tamamen kaybettiğinde biri bencilliği bütün varlığını kaplar, veya artık kişiliğine dair hiçbir şey kalmadığı durumda bütün varlığı mantıksız bir gururdan oluşur. Yani insan olmaz artık, kişi olmaz. İki ekstremden birini seçmiş olur, bu da varlığına ters düşer.
5 notes
·
View notes
Text
mini/otobüs
Annemin teyzesinin eşinin ölümü üzerine üç gün kadar önce 14 saatlik bir otobüs yolculuğuyla Fethiye’ye gitmemiz gerekti. Annem ve ben. Eve bu sabah döndük.
Eğer bu cenaze olmasaydı, annem bir fotoğraf gezisine katılacaktı. Bizim şehre yakın bir doğa ortamına iki minibüs gidecek, günübirlik fotoğraflarını çekip döneceklerdi.
Fethiyeye vardığımızın ertesi günü - cumartesi - öğrendik ki, minibüslerden biri virajı alamamış, araç devrilmiş. İçindekilerin sayısız kırıkları, çıkıkları varmış, bir adamın 5 kaburgası kırılmış, akciğerine batıyormuş, başka birinde kafa travması varmış.
Bir adam ölmeseydi, annem yüzde elli şansla devrilen minibüste olabilirdi. Belki kemerini takmayacaktı ve ağır yaralanacaktı.
Eve dönüş otobüsünde, 14 saat boyu gün batımı, karanlık, ve gün doğumu süresince bunu ve daha yığınla şeyi düşünecek vaktim oldu. Bunu buraya yazmayı da otobüste düşündüm. Ya bizim bindiğimiz o otobüs de kaza yapsaydı? Kadere inanmam, bütün inançsızlık sistemime ters, ama enteresan bir tesadüf olurdu muhakkak.
Hayat tesadüflerden geriye kalandan ibaret mi o zaman?
9 notes
·
View notes
Text
Hep görüyorum normalde, ama dün kafamı iyi ettikten sonrasının sabahında eve dönerken yaşlı bir çift gördüm, ve beni sıkan ve benden sıkıldıklarını düşündüğüm o kadar çok insan varmış gibi hissettim ki, isim olarak sayamayacağım fakat içime yapışan bir his veya bir özgüvensizlik gibi, diyeceğim her şeyin insanları sıktığını ve konuşmamın yalnızca kafamın içinde, yazarken, veya gece vakti mutfak masası başında kardeşimle veya yakın arkadaşımla konuşurken kayda değer bir hal aldığını düşünmeye başladım. Fakat çoğu zaman kendi kendimeyken bile kendimi sıkıyormuşum gibi hissetmeye başladım. Ben daha kendimden sıkılırken insanlar nasıl yıllarca birbirine tahammül edebiliyorlar anlamış değilim.
Üzülecek sebebim olmasa bile üzülmek için sebep aradığım bu zamanlarda aklıma yatan en mantıklı açıklama, yıllar boyu melankoliye hayatımda çok büyük bir görev yüklemiş olmam. Belki de bunun için daimi pozitiflikleriyle gurur duyan insanları istemsizce küçümsüyorum.
Belki de benim sıkıntım melankolik olmam değil, öyle davranmamdır. Ama insanlar üzgünlükle sessizliği çok benzer sözcükler gibi kullanıyorlar bir insanın karakterinden bahsedecekleri durumda. Havadan sudan muhabbetten hoşlanmıyorum. Bir şey anlatmak istiyorsam konuşuyorum. En azından çok yakın olmadığım insanlarla böyle. Tanımadığım insanlarla tanımadığım bir ortamda konuş(a)mamak belki bir yeteneksizlik, veya bilinçsiz bir tercih meselesi. Geçen bu konuda bir adam bana beraber gittiğimiz bar arkadaş ortamında kimsenin beni hatırlamadığını söyledi. Ve bu nedensizce bana o kadar battı ki, iki gündür kafamda dönüp dolaşıyor. Belki de yalnızca kendi beceriksizliğimi bu konuda sebeplendirmeye çalışıyorum, ama ben birinin beni zaten bir ortamda gördüğü takdirde hatırlayacağını hiçbir zaman düşünmedim. Biri benimle birebir konuşur, bana bir şeyler anlatır, ben de o konuda kendime güveniyorsam veyahut yeni bir şeyler öğrenmek istiyorsam, merak ediyorsam, soru sorarım, birkaç espri yaparım belki, ve o kişi beni o şekilde hatırlar. Bir bara gidip dans etmem ortada, köşede otururum bira sigara durumunda etrafı izlerim, ve bu benim ne sıkıldığım ne de mutsuz olduğum anlamına gelir. Melankolik olmak bu mu? Olabilir. Bilmiyorum, o kadar az şey biliyorum ki, daha aklıma gelen şeyi açıklarken kullanabileceğim kelimelerin ek veya dallı budaklı anlamlarından emin değilim. Dürer’in melankolisinden de girebilirim, veya psikolojik olan tanımından da, ama bana addedilen ve içinde bulunduğum melankoli Umay Melankolisi’yse ancak tanımlayabileceğim bir boyuta ulaşıyor. Benimki daima bazal bir hüznün olması, ama bu tatminsizlik değil, veya hayatından memnun olmama gibi bir durum değil, yalnızca o orada hep var ve benim etrafta içimde o varken dans edip, mutlu olmazken mutlu görünmemi engelliyor. Ki bu bence daha iyi, diğerini tercih etmezdim. İnsanlar beni hatırlayacaklarsa - ki şu noktada ne hatırlanmaya ne de sevilmeye müthiş bir gereksinim duymuyorum, nitekim kendimi ne hatırlayacak, ne eğlendirecek ne de sevecek duruma geldim - bu hatırlanmanın onlara anlattığım şeylerle, kurduğumuz bağlarla, sarf ettiğim sözlerle veya bir noktada beni diğer insanlarda - artık ne şekilde oluyor bilmiyorum ama - farklı görmeleriyle olsun istiyorum. Ama sanırım “hatırlanmadın” sözünün bana bu kadar batmasının sebebi, benden hatırlanmak için ben olmayan bir şekilde davranmamın beklenmesiydi. Belki de üzüldüğüm şey de bu adamın benim öyle biri olmadığımı hala anlayamamış olması, her zaman konuşamadığımı bilememesi, ve onunla bu kadar vakit geçirmemin sebebinin dahi onunla konuşmalarımızın “havadan sudan” olmayışı. Tıpkı benim birinin beni bu düz konuşmalarla hatırlamadığını düşündüğüm gibi, ben de insanlarla düz konuşmalarla bağ kuramıyorum. Belki biri çok fazla ve hafiften gereksiz konuşuyordur, tabi ki bu insanı biraz gerginlikle hatırlarım. Ama değer vermem. Kendi kişiliğime verdiğim değer azken, başkasına bir değer veriyorsam, sanırım o kişiden de buna saygı duymasını bekliyorum. Demek ki her zaman olmuyor. İşte bunun için kendimi bir insanla yıllarca hayal edemiyorum. Zor olmalı. Veya çaba harcamayacak derecede kolay.
2 notes
·
View notes
Text
doğum günümü romantikleştirmeyi sevmem. ama bazı durumlar bunu yazmayı gerektirir.
Bugün doğum günüm.
3 gün önce İstanbul’dan sevdiğim bir adamın yanından döndüm. Sanırım üzüldüğüm için yeniden resim çizip müzik yapmaya başladım. Sanatın hiçbir zaman mutluluktan gelmediği sözünü ilk defa bu kadar ikna edici bir şekilde yaşadım, o adamın burada kaldığı iki gün ve benim İstanbul’da olduğum beş gün boyunca. Daha önce hiç bulunmadığım bir ortamın bu kadar doğru ve huzurlu gelmesi klişesini ilk defa yaşadım. Telefonumun sesini iki gün açmadım ve koskoca iki gün şarj etmedim. Gerek duymadım.
Sabahları geç kalkıyor. Geceleri de geç yatıyor. Ben onun rutinine kısa zamanda geçemediğim için erken uyanmaya devam ettim. Çekyatta beraber uyuduk her gece. Sabahları olabildiğince sessiz uyanıp sessiz kalkıyordum - gerçi zaten ağır uyuyordu. Çekyatın başımızı koyduğumuz kol tarafına dayalı masası vardı evinde. Elimi yüzümü yıkayıp oraya geçtim iki sabah. Gece yatmadan önce içtiğimiz tütünü alıp kendime sigara sardım, iki tane içtim. Kitap okudum, kitabın sayfaları üstünden onu izledim, nefes çektim, nefes verdim, kitabı bitirdim, yenisine başladım, ve ne kendi evimde ne de başkasının evinde birinin başında sessizce durmaktan hoşlandığım tek bir an yaşamadığım aklıma bile gelmedi, çünkü o kadar güzeldi o anki hislerim. Ev de güzeldi, adam da, koltuk da, sigara da, kitap da; ve o an neden mutluyken bir şeyler üretemediğimi anladım. Çünkü mutluyken düşünebildiğim tek şey mutluluğum oluyordu, ve mutluluk uyuşturucu gibiydi, ve şimdiye kadar bu yoğunlukta başkasıyla beraber olduğum için asla hissedemediğim bir his olması onun üzerimdeki etkisini, başımın etrafına doladığı helyum-vari zincirleri katbekat artırmıştı. Başka bir odadan her geldiğinde gülümsemek alışkın olduğum bir duygu değildi.
İtici bir şekilde “aşık oldum” demek istemiyorum. Aşk sözcüğünden de, kullanımından da, topluma laçka edilmesinden de zerre hazzetmiyorum. Yeni çıkan her dizide senaryoya yedirilmesi, her pop kültür elementiyle beyinlere zerk edilmesi, sanki dünyadaki en güzel şeymişçesine bahsinin geçmesi hoşuma gitmiyor.
Ama seviyorum diyebilirim sanırım, ve bunu derece veya yoğunluk katsayılarıyla belirtmem gerektiğini de düşünmüyorum. Korktuğum tek şey onu sıkma ihtimalim. Buna bağlı olarak da hissettiğim şeyin sadece bende kalıp ona ulaşamama olasılığı. Yani ben bundan mutlu oluyorsam onun da olmasını isterdim. Bilemiyorum tabi. Ama aynı ortamda olmayı özledim. İstanbul’a gittiğimin ilk gününde uzaktan bir klavyenin önünde duruyordu arkadaşlarıyla, o zaman mesela izledim uzun uzun, ve gözüme çok güzel göründü, ve bu subjektif bile olsa onu daha az güzel yapmıyordu. Başka bir sabah uyandım ve öyle durdum, kalkmadım, yüzüne baktım, ve dağınık saçlarıyla, ceninde uyumasıyla, kaşlarının ve ağzının kenarlarının şahsına münhasır kıvrımlarıyla yine çok güzeldi.
Başka insanlara da bakıyorum mesela; sokakta güzel biri görünce bakıyorum, tek başına kitap okuyan biri görünce, güzel müzik yapan biri görünce bakıyorum. Ama en azından şu zaman diliminde beraber mutlu olmak istediğim kişi baktığım kişiler değil. Belki de ilk defa böyle bir hissiyata kapıldığım için abartıyorumdur, ve belki o daha önce böyle hissetmiştir başkasına karşı, ama eğer biraz da olsa, mesela beni görünce - diğer duygular, çekici gelme, heyecanlanma vesaire dışında - mutlu oluyorsa, bu beraber ne yapıyorsak onun en güzel tarafı olmalı bence.
Dün gece doğum günüme sigara ve kahve içerken, Mark Lanegan’ın Shiloh Town şarkısını dinleyerek girdim. Yirmiden fazla kez dinlemişimdir o gece o şarkıyı. Resim de çizdim. Kendimi çizdim. O adamla az konuşmuştuk geçen gün sabah. Akşam mesaj attı, çok güzel yazdı, paragraf değil, paragraflar umrumda da değil zaten, belki de sıradandı ama o yazdığı için çok hoşuma gitti. İşi vardı. Gece üç gibi bitmiş, telefonda konuştuk. Buraya döndüğümden beri yaşadığım en büyük aksiyon evimin yakınlarında bir ara sokakta tütüncü olduğunu keşfetmem oldu. Kitap okuyamıyorum, dikkatim olmayan şeylerden dolayı dağılıyor. Zorlayacağım ama. Sevdiğim bir şeyi zaman sıkıntısından yapamamak ne kadar sızlatsa da, yapamamaktan yapamamak çok ağır ağrıtıyor.
Geçen sene bu vakitlerde annem örgü örmeyi öğretmişti. Koyu yeşil kadife bir yünden atkı örmeye başlamıştım, fakat uzunluğu daha bir kol kadar olmamıştı. Sıkılıp bırakmıştım. Sıkıcı gerçekten çünkü, sonucu hoş, tamam ama, aynı şey tekrarlanıp duruyor. Ama anneannem bugün bana kazak örmeye karar vermiş, çok severim onun kazaklarını. Bizde kalıyor iki hafta kadar. Ben de örgümü çekmeceden çıkarıp yanında biraz öreyim dedim. Televizyonda TV2 “Fatmagül’ün Suçu Ne”yi veriyordu. Sanırım 6 sıra falan ördüm. Dahasına takatim kalmadı. Gittim sıkıntıdan ekmekle bal-tahin yedim. Telefona baktım, o da sıktı. Kitap okuyayım dedim, yazasım geldi. Ancak yavaş yavaş gün içerisinde hissettiğim şeylerin, yaşadığım sıradan olayların veya geçmişteki olaylarla ilgili yansımaların da değerli olabileceği ayırdına varıyorum. Şu dünyadaki 20 yılın sonunda buna ucundan dokunabiliyor olmak hafiften tatmin edici bir duygu. Ama boş kalmamak için, kendi kendimi sıkmamak için, bu motivasyonu sürdürmeyi öğrenebilmem lazım.
24 notes
·
View notes
Text

Resim çizdim. Uzun süredir çiz(e)miyordum. Kendi fotoğrafıma bakarak çizdim, benzetemedim, kardeşime benzetildi; ve yine aslında biri değil bir portre olan başka bir resim de birilerine benzetilme gayesine kurban gitti.
Çok kalitesis bir kalem kullandım, kağıdı zedeledi çizerken. Resmin adını Baştankara koydum, kuşlardan mütevellit. Fena olmadı gibi, 2 haftaya nefret ederim herhalde. Veya etmem. Durumu olumlayıp yanlış yaptığım yerleri gelişime açık kanallar olarak görürsem belki, çizerken hissettiğim bazen itici duygular ileride daha sevimli gelmeye başlarlar.
Instagram: @umay_nrsl
5 notes
·
View notes
Text
Bu aralar çok içiyorum sanki ya. Hoş değil. Her içtiğimde kendimden bir yudum kaybediyorum gibi hissediyorum. Olabildiğince doğru gramerle yazdığım her yazıyı rezil uyumsuz harflerle süslüyorum/çirkinleştiriyorum. Kendim kendim olmaktan çıkıyorum. Geri nasıl gireceğim bilmiyorum.
2 notes
·
View notes
Text
değişen şey
Arkadaşlık dediğimiz şey aslında mahremiyetin ihlali gibi geliyor birkaç gündür.
Ama mahremiyet ne ki zaten? Diğerlerinden sakladığımız birkaç bir şey. Bunların bazılarını arkadaşlara açmak daha kolay olabilir; belki bir aile sorunu, veya cinsel ilişki vesaire (tabi kız arkadaşlarda - cinsiyetçiliğe girmiyorum fakat kendi sınırlı deneyimim aracılığıyla bildiğim kadarıyla - cinsel ilişkiler hakkında daha detaylı ama sınırlı sayıda kişi ile konuşuluyor) mesela, ama belki de bir arkadaşlıktaki yakınlığı, samimiyeti belirleyen kıstas, daha kendimizden gizli tuttuğumuz, düşünmediğimiz ama aklımızın belki de yıkılmamış yedi duvar ötesinde kalan düşüncelerimizin, diğer kişi tarafından telaffuzuyla anlıyoruz sanki.
Kendimize itiraf etmediğimiz bir şeyi, karşımızdaki bize anlatıyor, biz de bunda samimiyet görüyoruz, çünkü duyduğumuz şey aslında hep bilip de kimseye anlatmadığımız, bu yüzden körelen bir düşünce.
Sahi, bir şeyi uzun süre düşünmezsek acaba körelir mi?
Aklıma gelen ilk şey, o düşünceyi bilinçaltından üstüne çıkarmadığımız sürece, düşüncenin etkilenebileceği bir şey olmayışı. Yani düşünce o çukurda duruyor, ve biz onu yukarı çıkarıp geliştirecek bir çaba harcamıyoruz - düşünmüyoruz. Yaşadığımız şeyler bizi etkiler, bazı düşünceleri de yaşarız tabi ki, fakat kendimle çelişeceğim, çünkü aslında yaşadığımız şeyler - en azından bir kısmı diyelim - bilinç süzgecinden geçmeden bile bilinçaltımızda yer ediyor. Peki biz bu düşünceyi (çok düşünmediğimizi) bilinçaltımıza yerleştirdiğimizden itibaren geri çıkardığımız süreye kadar, içinde olduğu çukura yapılan yükleme - bizim kontrolümüz dışında olsa dahi - bu düşünceyi etkilemiyor mu? Muhakkak etkiliyordur, veya düşünce süzgeçten bilince doğru ters yöne itildiği anda süzgeçte takılanlarla harmanlanıyordur. Sonuçta ne yaparsak yapalım, aynı düşüncenin, ilk düşündüğümüz haliyle bir sonraki düşündüğümüz hali farklı oluyor.
Anılar hakkında da böyle deniyor. Bir olayı yaşarız mesela, bu olay yaşandıktan sonra onu anımsadığımız durumda o bir olay değil, artık bir anıdır. Anılarsa düşüncelerdir - nitekim bir olayın her saniyesini müthiş incelikte detaylarla bilmiyoruz, dikkatimizi çeken detaylarıyla veya anahatlarıyla hatırlıyoruz. Yani artık beynimizde “binary code” sıfırlar birler muadili ne tür elektrik akımları varsa, onlar aracılığıyla çukurumuzda depoluyoruz. Yaşantı düşünceye dönüşüyor. Ama bir yerde okumuştum (okuduğum yeri de hatırlamıyorum, işte seçici hafıza bu da), diyordu ki, bir anıyı her hatırladığında aslında o anıyı en son hatırladığın versiyonunu hatırlamaktasın. Anıyı değil, onun bilmem kaçıncı halini hatırlıyorsun, ve bu hal olaydan farklı, çünkü o artık bir anı, bir düşünce ve bir düşünce her hatırlandığında, iki hatırlama arasında geçen sürede bilinçaltına yükleme yapıyorsun, gayriihtiyari değiştiriyorsun o anıyı. Hatırladığımız hiçbir anı, anlattığımız hiçbir hikaye, ilk bildiğimiz gibi değil bu yüzden.
Kişiliğimiz gibi aslında. Kişilik dediğimiz şey düşünceler ve davranışlar bütünü. Davranış belki bilerek değişir, ama düşüncelerin her yaşadığından etkilenir, çok sevdiğin, sempati duyduğun birinin tek hatası nefret ettirebilir, ki belki de bu onun suçu değil, senin koyduğun bilinçli veya bilinçsiz sınırların, belki de davranış-düşünce ikiliniz tutmadığından aşılmasındandır. Sanırım arkadaşlıkta veya başka ilişkilerde de uyumluluğu (sıkıcı sabitlikten bahsetmiyorum) sağlayan şey bu davranış-düşünce ikilisinin uyumu ve bundan doğan beklentilerin karşılanıp karşılanmamasıdır.
8 notes
·
View notes
Text
altı buçuk lira
Her gece uyuduğum saat büyüyor. İkiyse iki buçuk, sonra üç, sonra üç çeyrek vesaire. Dün dörtte uyudum sanırım. Eğer bunu böyle artıracaksam - ki uyandığım saatin de büyümesi gerekiyor o zaman - eninde sonunda normal kabul edilebilir ve sebepsiz yere melankolik hissettiren bir saatte uyanmayabilirim. Deli deli fikirler, denesem mi, zaten boşum, sorumluluğumun olduğu insanlar da yok, kediler desen kendi hallerinde.
Birkaç gün önce toplumun üzüldüğü şeylere üzülmediğimi fark ettim. Hoş değildi. Hem duygusal hem etik bir eksikliğin içerisindeymiş hissi veriyor. Veya belki de bu da yalnızca farklı olunca ego tatmini yaşatan kekremsi bir kendini yabancılaştırma çabasıdır.
Bunu düşündüren olayı kısaca anlatayım: Bir kafede oturuyordum. Çalışanlardan biriyle tanışıyoruz artık, arada geliyor sohbet ediyoruz. Onun dışında kitap-kahve-sigara üçlümle mutlu mesudum. Bir adam geldi. Şalvarlı. Ayakkabı boyacısı. İçeri girdi, çay alacakmış. Altı buçuk lira istemişler. Saçma sapan bir fiyat. Adam ayakkabı boyacısı, küfür gibi. 3 lirası varmış, gerisini sonra versem demiş, kabul etmemişler. Tanıdık çalışan ısmarlamayı teklif etti, adam kabul etmedi; arkamda arasında olan çalışan da yaklaşık beş kere “keşke ısmarlasam, ama ya yasak” şeklinde artikülasyonlarda bulundu. Benmerkezci kafam bunları bana yöneltip yöneltmediğini, yöneltmese niye birden fazla kez sesli söylediğini, veya bu kadar çok söylediyse gerçekten üzülmüş olabileceğini sorguladı. Peki ben niye sesli sesli üzüldüğümü (aslında kadının ifade ettiği kadar büyük raddede üzülmemişken) dile getirmiyordum? Ben kötü bir insan mıyım? Onun üzüldüğü kadar, veya söylediği kadar üzülmeli miydim? Ama sonra kendime yönelik sorularım yerine, düşündüm, benim tanıdığım adama çayı ısmarlamayı teklif edebiliyorsa, ya gerçekten yasak değildir, ya parasını ödememeyi göze almıştır (hani durumun boyutuna bakılacak olursa bir bardak çay öyle bir kafe için sahilde kum), ya da yalnızca o çayı vermek istiyordur adama. Ama kadın burda - eğer anladığım sebeplerden ötürü bu sesli yorumları yaptı - beni utandırmaya çalışıyor. Bir filtre kahveye arada sırada verebildiğim yedi liralık finansal gücümle beni kendi ve diğerlerinden hem daha avantajlı, hem de ahlak yoksunu ilan ediyor.
Bu yazacağım şey tartışmalı olabilir, ama yine de yazacağım, çünkü yazmam gerekiyormuş gibi hissediyorum: Bir; Ben orada tanımadığım bir insanın çayını almakla yükümlü değilim. Alabilirdim, almadım, nitekim adam bana değil başkasına da aldırmadı. İki; arkamda oturan çalışan kadın da kendi düşündüğü toplumsal yükümlülükte en az benim kadar sorumlu; hatta orada çalışan kişi olması yasal olarak olmasa da konum olarak o çayı adama gayet tabii alabilecek durumda kılıyor. Üç; bir çay başka herhangi bir yerde daha ucuza içilebilir. Yanda kardeşler vardı, çay bir buçuk veya iki lira. Dört; çayın altı buçuk lira olarak satılması kesinlikle saçmalık, ama buna gücü yeten insanlar var, ve eğer bu kafe mekanında oturup çay içmek talepleri varsa, bu çay onlara sağlanmaktadır; fakat bu onları ayakkabı boyacısı adama karşı sosyoekonomik daha üst bir sınıfta kılsa da, o adamdan üstün değillerdir, ve her ne kadar kişisel “onur” hissi belki de bu adamda fazla olduğundan çayı başkasının parasıyla içmeyi kabul etmedi ve bunu kabul etme ve etmeme kendi kararına bağlıydı. Ne kadar klişeleşmiş ama statik bir toplumun mottosu olsa da, burada düzeltilmesi gereken ne benim, ne o adam, ne adamın para kazanç uğraşı, ama sistemin kendisidir. Kuru yaprakla kaynar suyu karıştırıp beş liradan fazlaya satan bir konseptin varlığının düzeltilmesi gerekir. Adam çayı ısınmak için içecekse, ve ısınacak giysileri yoksa, devlet bu çalışan işçisine ısıtacak imkanları sunmalıdır. İş kolunun yetersiz ve gereksizliğinden eğer bu adam ekonomik yetersizlik çekiyorsa, devletin iş imkanları sunması gerekir. Devlet, sosyal diktelerle hiçbir insanını diğerinde üstün kılmamalı, hatta “acıma” duygusu, bir insan tarafından başka bir insana ekonomik, sosyal veya Maslow’un piramidinin en alt basamağındaki hakları ihlalinde teşvik edilmemelidir. Acıma sosyal ahlak değil, durum farklılığıdır, ve bir kişi başkasına acımadan yardım edebilir, acıyarak kılını bile kıpırdatmayabilir. Bu farkındalıktır, ki bence hem kafenin çalışanında hem de ayakkabıcı adamda olması gerekmektedir - nitekim bu farkındalığı ayakkabıcı adamda daha çok gördüm, çünkü elindeki para yetmedi, belki de daha ucuza satan bir yer buldu ve çayını orada içti. Bilmiyorum.
Bu yazdığım fikir yazısı, fikirler pek tabii değişebilir. Murat Menteş de bir tanıdığıma bunu söylemiş; yazdığı fikir kitaplarının artık basılmama nedeninin fikir kitapları yazmak istemediği, çünkü fikirlerin değiştiği ve değişmek zorunda olduklarıymış. Fikir değiştirmiyorsan yeterince düşünmüyormuşsunmuş. Belki ben de bu konuda düşünmeyi keserim. Veya kesmem, bakacağız.
6 notes
·
View notes
Text

Burayı hala ciddi yazılarım mı, ciddi olmayan yazılarım mı, çizdiklerim mi, anlık, değişime varolmaktan daha müsait düşüncelerim için mi kullansam karar veremedim.
Neyse, buraya da pilot kalemle, ufaktan, hafif eski bir karalama bırakalım.
Beni kimseler takip etmezken sanırım 20 kadar yazı yazmışım. Acaba şu meşhur "gözlemci psikolojisi'ne mi maruz kalıyorum? Siz olunca tavrım mı değişiyor?
Eskiden yazdıklarımda arada yine bir Okur vardı, fakat bu Okur'u ben istediğim gibi bükebiliyordum, düşünceleri benim onun düşünmesini istediğim gibiydi. Çünkü yoktu yani. Ama şimdi var. Bunu gerçek insanlar okuyacak. Belki de düşünmeden yazdığım birkaç kelimede kendinden bir şey bulacak. Bu beni mutlu eder herhalde. Veya egom darbe alır, özel değilim, benim düşüncelerime sahip olan başkaları da var diye.
En başında yazmamın amacı acaba başkaları görsün diye miydi, beğenilmek için miydi; yoksa tamamen kişisel katarsislerim mi yazdığım şeylere yön veriyordu? Hayali Okur, hayalde var olsa da aslen yoktur, hayalimi gerçekten çoğu zaman ayırabilen ben, gerçek olmayan Okur'a yazarken belki daha çok bendim. Şimdi iyi niyetli kameralar var, fakat iyi niyet var olmayı örtmüyor. Fakat bu kötü bir şey de değil. Belki de yazma, aktarma becerilerimi sınıyordur. İnsanların önünde müzik yapmak gibi. Bütün vücudumu sıcak basardı, herkesin yüzünde bıkkınlık ve eleştiri görürdüm. Söyleye söyleye ya artık onu görmüyorum, veya yaptığım şey beni o kadar mutlu ediyor ki kötülük kafamdaki bilinç filtresini aşamıyor.
Burada olmaya devam edin. Kendi kendime yazarsam Okur'da hep kötülük arayacağım yoksa.
Instagramda umay_nrsl'yim. Bakabilirsiniz. Resim, müzik falan paylaşıyorum.
2 notes
·
View notes
Text

Dün gittiğimiz ikinci barda yalnızca biz ve bir masa daha vardı. Çirkin pop şarkılar çalıyordu, sonra Ufuk Beydemir başladı, Ay Tenli Kadın çalmasalardı iyiydi, çocuğun sesini beğeniyorum şimdi, diğer şarkıları hoş nitekim.
Neyse, oturuyoruz, müzik çalıyor, birden elektrikler kesildi, 5 saniyeden biraz uzun sürdü sanırım. Jeneratör geldi, veya basit anlık bir kesilmeydi. İlk barda da olmuştu. Şehrimiz yıkılıyor yavaştan, barlardan başlayarak. Barın geri kalan boş masalarına sırtım dönük oturuyordum. Elektrik kesilince hemen döndüm, kamerayı açtım, ön kamerada kalmış, ve bu fotoğrafı çektim. Çok hoşuma gitti. Belirli saatlerde aydınlık, sesli veya kalabalık olması gereken yerlerin bu üçünden herhangi biri olmadıkları zamanlar, zaman bükülüyor oralarda.
Fotoğraf teknikte güzel değil, eğri, kesin rengi de bozuktur. Öndeki sandalye oturduğum sandalye. Sağ altta kazağımın kol deseni görünüyor. Arkadaşlarım telefonlarına bakıyorlardı, belki çektiğimi bile fark etmediler, ama o beş saniye civarı yaşadığım duygu değişimini çok doğru gösteriyor bence bu bol grenli eğri fotoğraf. Belki sizin de hoşunuza gider.
3 notes
·
View notes
Text
Müthiş ilkel ve zayıf bir anıma denk geldi; 3.47'de uyumaya çalışırken keşke yanımda biri olsa da onunla uyusam dedim. Sonra böyle düşündüğüm için kendimden utanıp telefonu açtım ve bunu yazdım. Sanırım ancak birkaç kişiye ulaşacak bir itirafla kendimi ilkelliğim yüzünden - hayli minyatür bir okuyucu kitlesi önünde - cezalandırmaya çalışıyorum.
Kendimizi cezalandırmak iyi hissettirir, çünkü artık üzerimizdeki yük utandığımız/kızdığımız/nefret ettiğimiz bir özellik veya davranış değil, cezanın ta kendisidir.
3 notes
·
View notes