Text
Buz
Pandeminin etkisiyle yaşadığımız kıyamet duygusu, seyahatler serbest bile olsa kaçacak bir yerin olmaması, tehdidin her yerde kendini göstermesi ve sınır kabul etmeden ilerleyişi küresel olarak aynı yazgıya sahip olduğumuz algısını iyice pekiştirdi. Hapsolma hissi, boşa kaçış esasen kaçamama hali... “Buz”da da buna benzer bir atmosfer var. Okurken kahramanla birlikte mahvolmuş ve mahvolmak üzere olan, ölümün işaretlerini taşıyan toprak parçaları veya kâbuslar arasında gidip geliyorsunuz. İklimsel bir felaket insanların kapısını çalıyor. “Winter is coming” der gibi kahramanımız sürekli uyarıyor: Buz yaklaşıyor. Bir umut yok. Sondan kaçış mümkün değil, kahramanlar da okur da kuşatılmış. Bir yandan da soğuk savaş, nükleer kriz… Küresel felaketlerin ve belirsizliğin yarattığı kaotik ortamı, tekinsiz güçler karşısında aciz kalan insanların duygularını çok güzel tasvir ediyor yazar:
“Küresel koşullar kötüleşiyordu. Yıkımın duracağını gösteren bir işaret yoktu, amansız ilerleyişi de genel moral çöküntüsüne yol açıyordu. Gerçekten ne olup bittiğini anlamak her zamankinden daha da imkânsızdı, neye inanılacağını bilmek imkânsızdı. Güvenilir hiçbir bilgi kaynağı yoktu. Dışarıdan herhangi bir açıklayıcılığı olan çok az haber geliyordu; kolayca varlık sahnesinden çekilen, bir zamanki önemli devletlerden de hiç mi hiç haber yoktu. Kamu moralini zayıf düşüren, başka herhangi bir tekil etkenden çok, bu cesaret kırıcı toplu sessizlik alanlarının amansız yayılışıydı. (s. 118)
“Pek çok ülkenin, benimki de dâhil, bertaraf edilişi, ayakta kalan büyük güçlerin militarizmine engel bırakmamıştı, bu güçler karşı karşıyaydı, küçük uluslar da onlara bağlı iki gruba ayrılmıştı. İki başkan da nükleer silah stoklarını düşmanın üstesinden gelmeye yetecek miktarın kat kat üstünde tutuyorlardı, böylece dehşet dengesi güzelce ayarlanabilir görünüyordu. Ama küçük ülkelerin bazıları da termonükleer aygıtlara sahipti, ancak bu aygıtların hangileri olduğu bilinmiyordu: bu belirsizlik ve ortaya çıkan gerilim de yükselen krizleri harekete geçiriyordu, her biri nihai felaketi yakınlaştırıyordu bu krizlerin. Çılgın bir ölüm sabırsızlığı insan soyunu ikinci bir intihara sürüklüyordu, hem de daha ilkinin tam etkisi bile hissedilmemişken. Canım çok sıkılıyordu, olacak korkulu bir şeyi bir çeşit toplu idamı, bekleme duygusuyla kalmıştım.” (s. 141)
“Savaşarak canlı olduğumuz olgusunu doğruluyor, küre üzerinde sürünen buzlu ölüme karşı çıkıyorduk.” (s. 142-3)
Kahraman, kendilerine yaklaşmakta olan felaketi görmemekte ısrarcı insanların bulunduğu bir ülkeye gittiğinde pandemi sürecinde insanların düğünler yapışı, tatile gidişi geldi gözümün önüne. Eveet şimdi kafaları kuma gömüyoruz ve tüm sorunlar yok oluyor sevgili tatilciler.
“Felaketten bahsetmek suçtu kural bilmemeyi tercih etmekti. Benim de başka bir nedenle unutmayı nasıl istediğimi hatırlayınca, bu öforik kötülüğü göz yummadan anlıyordum.”
“Dünyanın geri kalanından soyutlanmış durumda kalamazdım. Gezegenin kaderine bulaşmıştım. Devam eden her neyse onda etkin bir rol oynamalıydım. Buradaki sonsuz kutlamalar hem sıkıcı hem de uğursuz görünüyordu, veba yıllarındaki sefahat âlemlerini hatırlatıyordu. Şimdi de, o zamanki gibi, insanlar kendilerini aldatıyorlardı; kendi isteklerine düşkünlük ve hüsnükuruntu aracılığıyla sahte bir güvenlik duygusu geliştiriyorlardı. Gerçekten kurtulmuş olduklarına bir an bile inanmıyordum.” (s. 136)
Kitapta anlatıcı olan başkahraman haricinde muhafız ve kız ana karakterler. Anlayacağınız üzere düşler ve sanrılarla dolu bu esere yakışır biçimde belli bir isimleri yok. Başkahramanın kıza dair saplantılı bir tutkusu var, kız zayıf biri ve muhafızın elinde. Muhafız kızı sürekli kaçırıyor, kahramanımız da onların peşlerinden gidiyor, kızı bulup onu kurtarmak istiyor. Fakat kendisi de bir prens değil; muhafız gibi o da bir zorba, her ikisi de kızı istismar ediyor. Makro ölçekteki militarizmden mikro yaşamlarımızdaki insana ve doğaya karşı yaptığımız zorbalıklara kadar hep bir güçlü zayıf ilişkisi ele alınıyor kitapta. İnsanı güçsüz düşüren yegâne şeyin de sevgisizlik olduğu vurgulanıyor. Hep kuşatılmış, baskı ve tehdit altında hissediyorlar; ressam, muhafız, buz… onları ezen gücün adı değişse de aslında hepsi bir. Ayrıntılı olarak anlatılmasa da laf arasında kızın, karşısında ezildiği ilk iktidarın annesi olduğunu öğreniyoruz. Bu noktada Anna Kavan’ın hayatından esintiler duyuyoruz. Yazarın annesi ile ilişkisi de böyle. Kavan, bolluk ve refah içinde büyürken sadece sevginin kıtlığını çekmiş. Annesi tarafından sevilmemiş, sindirilmiş. Babası, çocukları ölümün yüzü olmuş. Güç, zorbalık, şiddet, ölüme yazgılı olma hissiyatı ve kurban psikolojisi yoğun bir şekilde işleniyor “Buz”da.
“Adamın gözlerindeki hipnotik güç, yıllar boyu durmadan itaate zorlayan annesinin zaten zayıflattığı iradesini yok edebilirdi. Çocukluktan beri bir kurbanın düşünce ve davranış kalıbına uymaya zorlanmıştı, adamın onu tamamen ele geçirebilecek olan saldırgan iradesine karşı savunmasızdı.” (s.52)
“Yaşadığı iklim korkuydu onun biraz şefkat görmüş olsaydı farklı olurdu. Ağaçlar hesaplı bir kötülükle onu engelliyor gibiydi. Hayatı boyunca kendisini önceden hüküm giymiş bir kurban olarak düşünmüştü, şimdi de orman olmuştu onu mahvedecek güç.” (s. 66)
“İkisi de zulmediyordu ona neden olduğunu anlamıyordu. Ama başına gelen bütün şeyleri kabul ettiği gibi, kötü davranılmayı, kurban edilmeyi, nihayet ya bilinmeyen güçler ya da insanlar tarafından, yok edilmeyi bekleyerek, bu olguyu da kabul ediyordu. Bu kader onu daima, hatta zaman başladığından beri, beklemekteymiş gibiydi. Onu bundan sadece sevgi kurtarabilirdi. Ama o sevgiyi hiç aramamıştı. Onun payı acı çekmekti; bu bilinip kabul edilmişti. Kader teslimiyet gerektiriyordu. Kaderine karşı savaşmasının bir yararı yoktu. Daha çıkıştan önce yenilmiş olduğunu biliyordu.” (s.66)
“Ona karşı kayıp bir parçam olarak duyduğum o buyurgan arzuyu gözden geçirdiğimde, bana egemen olmasına izin vermek yerine ortadan kaldırmak zorunda olduğum bir kişilik çatlağının belirtisi, aşka benzer bir şeyden çok, açıklanamaz bir sapma gibi göründü.” (s. 39-40)
Kitapta umut yok dedim ama bir leitmotif var ki insanı düşündürüyor: makimsiler. Kahramanın indrilere ve lemurlara karşı bir ilgisi var, onların yaşantılarından imrenerek bahsediyor. Kahramana göre “ümitsizliğin bilinmediği, şiddetsiz ve zulümsüz bir dünya” onlarınki. Bu dünyaya davet de ediliyor fakat özlemini duyduğu o hayata katılmak yerine parçası olduğu hikâyenin sonunu görmek istiyor. Bir ütopyaya sığınmayıp içinde bulunduğu gerçekliği kabulleniyor. İndrilerden vs. bahsedilen bölümlerde, helak edilen kavimlerin ardından yenilerinin gönderilişi gibi bir vaat sunuluyor gibi geliyor bana. Lemurların yeni bir türleşme sağlayabileceği ve bu sefer evrim sürecinin daha iyi sonuçlanabileceği gibi umutlar… Neyse velhasıl bu hayalet hayvanlar da romana yakışıyor ve bir karşı dünya olarak kitapta konumlanıyorlar.
--sanırım burada bir spoiler geliyor--
En nihayetinde ise merhamet ve sevgi, onulmaz denilen yaralara merhem diye sürülüyor efendim. Tahrip edilen dünya toparlanmasa da tahrip edilen ruhlar bir nebze olsun salah buluyor. Baskı ve şiddetin yıkıcılığına karşılılık sevginin zor koşulları güzelleştiren gücü... ve kestik! Mutlumsu son:
“Dünya çoktan bir sona varmış gibiydi. Sorun değildi. Bizim dünyamız araba olmuştu; küçük, parlak, ısınmış bir oda; engin, duygusuz, donan evrendeki yuvamız.” (s. 178)
--spoiler sonu--
Kitap çok başarılı fakat ben çok sevemedim. Sanrılara tahammül kotamı birazcık aştı açıkçası. Ama buna rağmen Kavan’ın yazdıklarına karşı duyduğum merakı artırdı “Buz”u okumak. Biraz zaman geçsin “Uyku Tanrısının Evi”yle devam edeceğim.
Ben değil ama kara sırtlı martılar size bu kitabı okumanızı işaret ediyor!
0 notes
Text
Normal İnsanlar
“Carricklea'deyken Connell'ın utangaçlığı sosyal hayatını pek etkilemezdi; herkes kim olduğunu bildiği için kendisini tanıtması ya da kim olduğuna dair bir izlenim yaratması gerekmezdi. Kişiliği kendisinin dışında, bizzat yaptığı ya da ürettiği bir şeyden çok başkalarının fikirleriyle idare edilen bir şey gibi gelirdi Connell'a. Şimdilerdeyse görünmezlik, hiçlik duyuyor...”
Bu duyguyu liseye geçtiğimde yaşamıştım. Farklı bir çevreye girdiğimin ama ona dâhil olamadığımın farkına varmıştım. Saçma gelecek belki ama beni hiç kimsenin tanımıyor oluşunu yadırgamıştım. İlkokul öyle miydi büyük kuzenlerim ve ablam da o okulda okumuştu, ailem biliniyordu, sekiz yılda okulun çoğu öğrencisi tarafından tanınıyor, seviliyordum. Lisede zaten benim olan bir şeyi kaybetmiş de onu yeniden elde etmeye çalışıyor gibi hissetmiştim. Kendimi anlatmak, tanıtmak, üstüne üstlük onlarınkine ters değer yargılarımla kendimi olduğum gibi kabullendirmek zor gelmişti. Aslında girdiğim her yeni ortamda yine yaşıyorum bu duyguları ama lise zamanındaki kadar yoğun değil elbette, zamanla benim için olağanlaşan bir durum oldu bu.
“Normal İnsanlar” Marianne ve Connell isimlerindeki iki gencin liseden üniversite mezuniyetlerine kadar uzanan hikâyesi. Kendini ve ötekiyi tanıma çabası. Y kuşağının sancıları. İletişim araçlarının geliştiği zamanlarda iletişim kurmakta gerileyen çocukların, birbirini hatta kendini dahi yanlış anlayıp tanımlayan çocukların iç sıkıntısı.
Kitabın içeriği biraz yoğun. Anlatmakta güçlük çekiyorum bu yüzden. Bir yandan çok dağınık buluyorum diğer yandan bu kadar konuyu yazarın metne nasıl böyle rahatça eklemlediğine şaşırıyorum. Karakterlerin ayrılıkları, aniden birbirlerinden ve kendilerinden kaçmaları gibi keskin zaman ve mekân değişimleri mevcut. Her bölümde zamanda atlamalar olmasına rağmen boşlukları, anlatılmamış anlarla doldurmayı başarıyor Sally Rooney; ana hattan hiç kopmuyorsunuz. Mekânların değişmesiyle birlikte iki karakter arasındaki güç dengesi de değişiyor. Tanrısal bakış açısı, bakış açısının iki karakterle birleştirilmesi ve bunlar arasındaki geçiş hızı hem olaylara belli bir mesafeden bakıp değerlendirmeniz hem iki tarafı da anlamanız için size yardımcı oluyor. Hoş ben Y kuşağından olmama rağmen çoğu zaman Lorraine gibi “Zamane gençleri. İlişkilerinizi anlıyorsam gözüm çıksın,” derken buldum kendimi.
Ne yalan söyleyeyim başlarda zihnimde Britney Spears’ın “Toxic"i loop’ta, acaba boş bir ergen hikâyesi mi okuyorum, diye düşündüm. Sonra, yok ya çok daha fazlası var, şurayı şurayı iyi yakalamış, diye diye sevmeye başladım kitabı. Yazının başında değindiğim noktadan anlaşılacağı gibi sevme, sevilme, kabul görme, toplumsal sınıfın kişinin bakış açısında yarattığı farklar, kapitalizm ahlakı, zorbalık, şiddet (bilhassa aile içi), değersizlik duygusu, fiziksel ve duygusal acının iç içeliği, toplumun biçtiği değerlerin yanıltıcılığı, depresyon... çok mesele var.
--devamı spoiler içerir, uyarmadı demeyin--
Kişinin, özellikle ebeveynlerinin sebep olduğu tahribatı ilişkilerinde onarmak yerine benzer şeyleri yaşayacağı kişilerle olmayı tercih edip kendini cezalandırması, kader mahkûmu rolüne bürünmesi, kendine acıyıp öz saygısını yitirişi çok iyi ele alınmış. İki anne tipi var: Biri kızıyla iletişim kuramayan, hayatındaki adamlardan gördüğü şiddeti içselleştirmiş; diğeri tek başına oğlunu yetiştiren ve iyi kötü onun yanında olan bir kadın. Connell’ın normali arama, geleceği karanlık görmek istemeyip iyileşme çabasında olması bundan kaynaklı bence. Aynı şekilde Marianne’nin cinsel sapkınlığının; şiddetle hazzı, itaatle sevgiyi karıştırmasının kaynağı da burası gibi. İlişkiyi bazen içindeki boşluğu doldurma, bazen şiddet unsuru olarak kullanıyor Marianne. Sınır çizmemesi, kendisine zarar verilmesine izin vermesi, üstelik sevdiği adamdan bunu talep etmesi okurken insanı dehşete düşürüyor.
Neyseki Connell, Marianne’in ona verdiği zehirli gücü kullanmıyor. Bu ilişkide karanlık yanlarının farkına varsa da kortuğumuz noktaya gelmiyor. Oraya gelmiyor tamam da yani gelinen yer beyaz atlı prenslik müessesesi mi olmalıydı? İşte bu tartışılır. Kitabın başında Marianne, kurtarıcı bekleyen bir kurbandı -bar sahnesi-, ilerleyince değişir sanmıştım. Connell’ın "kadınıma dokunamazsınız" çıkışı, hayal kırıklığına uğrattı. Fakat yine de sevdiği adam tarafından "kurtarılınca" en nihayetinde bir toparlayıp özgürleşiyor gibi de Marianne. Connell’la ilişkisinde iyileşiyor, çocuklukta açılan yaralarını onun sevgisiyle kapatıyor belki... Bilemiyorum... ama finalde iki karakter de misyonunu tamamlayıp kendi yoluna gidiyor gibi.
1 note
·
View note