Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Mercenary & Hatesphere / Heathen Strike Over Brno Konserleri
Viyana
Birkaç aydır aralıksız devam eden yoğun iş temposu, katıldığım bir elin parmağını geçmeyen ekinlik harici çok fazla rutin günden sonra özlediğim ortamlara dönüşüm, Avrupa'yı birlikte turlamakta olan Mercenary ve Hatesphere'ı Viyana'da izleyerek, hemen ardından da komşu Çekya'daki iki günlük Heathen Strike Over Brno festivaline katılarak oldu. Yeni rota olarak Oslo'daki Inferno Festival'e gün sayarken, bu yazıyı yazmak için uzun süredir aradığım ilhamı da Brno'da izlemiş olduğum Grimner'ı dinlerken en sonunda bulabildim.
Avusturya, her ne kadar Hellfest, Wacken, Brutal Assault, Graspop gibi büyük festivallerin gerçekleştiği bir ülke olmasa da (2024 yılı için daha küçük festivaller görünüyordu) çoğu grubun rotasında yer alan bir ülke. Sadece Mart ayı içerisinde turnede olan Cryptopsy, Dragonforce, U.D.O. Enslaved, Taake, Cattle Decapitation, Atheist gibi gruplar ülkeyi ziyaret edecekler arasında. "Ülkeyi" demek ne derece doğru olur bilmiyorum ama etkinliklerin neredeyse hepsi başkent Viyana'da.

Bu etkinliklerin bir tanesinin de Danimarkalı gruplar Mercenary ile Hatesphere'ın Viyana'ya adım attığımın ikinci gününde ve konakladığım yere 500 metre mesafede (evden çıkıp yürüyerek konsere gitmek ne kadar güzelmiş. İstanbul'da bir konsere katılmak için sekiz saat yolculuk yapınca anlıyor insan) hatta iki porsiyon schnitzel parasına konser verdiklerini görünce "bu fırsat kaçırılmaz" diyerek biletlerini satın aldım.
Viyana Havaalanına indiğimde, güneşli ama soğuk ile birlikte bıçak gibi kesen rüzgar tarafından karşılandım. Şehir merkezine ula��madan önce son kontrollerimi ve programımı da listemde yaptıktan sonra bir 10-15 dakikalık yürüme mesafesinde olan tren istasyonuna ulaştım. Havaalanı, şehrin bir 15 km kadar dışında olduğu için en ekonomik ulaşım yolu olan treni tercih etmek uygun seçenek. Havaalanı içerisindeki ÖBB (Österreichische Bundesbahn) otomatlarından 4.4 EU karşılığı biletinizi alıp, Wien-Mitte istasyonunda şehir merkezine doğru aktarma yapabilirsiniz ve aktarma için de ayrıca 2.2 EU vererek bilet satın almanız gerekiyormuş.

Elbette bir gezgin olarak etrafta onca gezilecek yer varken soğuğa ve rüzgara aldırmadan, nasıl olsa akşama daha çok zaman var diyerek istasyona kısa bir yürüme mesafesindeki Belvedere Sarayı'nın bahçesinde soluğu aldım. Henüz meşhur fotoğraflarda görüldüğü gibi inanılmaz bir renk cümbüşü yoktu ama son sürat peyzaj çalışmaları devam ediyordu. Karlsplatz ve şu günlerde dünyanın en tuhaf anıtı olmaya aday arkasında boydan boya Ukrayna bayrağı uzanan Sovyet Askerleri Onur Anıtı, hemen her gün bir şekilde yolumun düştüğü Hofburg Sarayı, başkentin çoluk çocuk hepsinin profesyonel buz patencisi olduğunu gördüğüm Rathausplatz Meydanı ve parkı ile her köşesi tarih, sanat ve estetik harikası olan Stephansplatz, gotik mimari şaheseri Aziz Stephan Kilisesi, detaylarına bakarak saatler geçirebilecek barok mimarinin güzel örneği Karlskirche, masallardan fırlamış bir görünüşü olan Votivkirche...


İlk gün gezebildiğim yerler bunlarla sınırlı kalırken, artık sırt çantası-fotoğraf makinesi ikilisinin ağırlığı bu bugünlük bu kadar yeter diye sırtıma ve omuzuma sinyaller yollamaya başlamıştı. İşte bu yorgunluk esnasında, benim de dikkatsizliğim sayesinde google haritaların "içinde gasse geçiyorsa tamam burasıdır ya" diye konaklayacağım yer olan Nödlgasse yerine Hödlgasse denilen bambaşka bir yere yönlendirmesiyle bir saatten fazla zaman kaybı üzerine ekstra olarak Viyana'nın banliyölerini de görmüş oldum.
Viyana'daki ikinci gün tarihi ve turistik yerleri gezmeye, fotoğraf çekmeye devam ettim ve şu kadarını söyleyebilirim; gördüğüm onca şehir içerisinde sanırım en fazla müze, tarihi yapı, tiyatro, opera barındıran yer Viyana'ydı. Detaylı gezi bir haftalık zaman alır diye tahmin ediyorum.

Gelelim yazımızın asıl konusu konser, sahne performansları ve metal müzik kısmına. Yukarıda da dediğim gibi gruplar, konakladığım yere 500 metre mesafede olan, Escape Metal Bar & Live Club isimli yerde sahne alacaktı. Mekan, ulaşımın çok kolay olduğu ana cadde üzerinde ve barın alt kısmında, ortalama 150-200 kişilik mini sahnesi olan bir yerdi. Saat 19:00'da ilk grup Mercenary sahne aldı. Uzun zamandır böyle sempatik grup izlememiştim. Artık power metalin katkısından mıdır, yoksa uykularını alıp güzel bir kahvaltı yaptıklarından mıdır nedir, Mercenary sahnede hem çalıyor hem söylüyor hem de parça aralarında geyik muhabbeti yapıyordu. Son albümleri Soundtrack for the End Times'tan altı parça toplamda ise on parça çalarak alkışlarla ve ellerindeki bira şişelerini izleyicilerle tokuşturarak sahneden indiler. Ancak konserin bitmesi geyik muhabbetinin biteceği anlamına gelmiyormuş, vokal Rene koşa koşa üst kata çıkıp merch standında sahnede kaldığı yerden devam etti. Yurt dışı konserlerin en sevdiğim yeri işte bu bölümü. Grup ile aranda hiç bir mesafe yok ve sahneden inip sohbet edebilme, karşılıklı bira içebilme imkanın çok daha fazla.


Gecenin son grubu yine Danimarkalı Hatesphere'ydi. Uzun bir intro eşliğinde sahneye çıkan grup, ilk parçayla birlikte "haydi haydi" diye seyirciyi bol bol mosh pite davet etti ama 8-10 kişi haricinde bu çağrıya pek uyan olmadı maalesef. Havalandırmanın böyle mekanlar için bir klasik olarak sorunlu olması, mekanın dar ve topluluğun hafta içi okulundan veya işinden çıkıp gelen izleyicilerden oluşması istedikleri reaksiyonu pek alamamalarına sebep oldu sanırım. Benim de gün boyu gezmekten "aman her dakikası verimli geçsin" diyerek (iki günde 40 km den fazla yol yürümüşüm) konserin sonlarına doğru enerjim dibi görmüş vaziyetteydi (belki ayıp olmasın diye kıyısından köşesinden çok nazik insanlar tarafından icra edildiğini gördüğüm mosh pite girebilirdim) Hatesphere sahnede bir buçuk saate yakın kalarak, gayet de tatmin edici bir performans sergilediler. Konser sonunda, yarınki yolculuk için çantayı hazırlama ve sabah erkenden tekrar yollara düşmeden önce iyi bir uyku çekme vaktiydi.
Brno
(İlk Gün)

Bu seferki rotam daha underground müzikler için Heathen Strike Over Brno festivaliydi. Kapıların açılış saati 15:00, ilk grubun da 15:30'da sahne alacağını düşünürsek "erken kalkan yol alır" diyerek sabah saatlerinde Wien Central istasyonuna doğru yola çıkmalıydım. Brno (Avusturyalılar Brün diyor) Viyana'dan her iki saatte bir hareket eden tren seferleriyle (bilet ücreti 325 çek korunasıydı. O günkü kurla 1 TL yaklaşık 0.76 CZK) yaklaşık 1.5 saatte ulaşılabilecek bir konumda ve 300 binlik nüfusuyla Çek Cumhuriyeti'nin en büyük ikinci kenti. Prag'a oranla oldukça küçük ve iki tam gün ile her köşesi kolayca gezilebilir. Benim maalesef son güne bıraktığım ve kapanış saatini de geçirdiğim Aziz James Kilisesi ve tespit edilebilen 50 bin kişinin kemiklerinin sergilendiği mezarlığı, Aziz Peter Kilisesi ve güzel bir şehir manzarası sunan Spilberk Kalesi gezilebilecek noktalar arasında.

Kapalı ve ara ara yağmurlu bir havanın karşıladığı Brno'ya vardığımda, gözüm beni yine saçma sapan yerlere yönlendirmesin diye haritadaydı. Neyse ki bu sefer kısa bir yürüyüşten sonra eşyalarımı bırakıp, bana 15 dakikalık yürüyüş mesafesindeki adı Prvni Patro olan ve festivalin düzenleneceği yere vardım. Kapalı alan festivallerinden aşina olduğum ortamlara hiç benzemiyordu. Giriş katındaki geniş bölümün sağ tarafı ufak sahneye, sol bölüm ise tamamen yeme içme ve bar kısmına ayrılmıştı (ayrıca Viyanalılardan daha iyi schnitzel yapıyorlar) Ortadaki büyük alan ise masa sandalye dolu, katılanlar yiyip içiyor, sohbetini ediyor, bir yandan da sahneyi izleyebiliyorlardı. İkinci kat ise bir koridordan oluşuyor, yine bar kısmı ve merch standlarına ayrılmış bölümler vardı. Ortasındaki kapıdan ana sahneye geçiş yapılıyordu. Yaklaşık 700-800 kişi kapasiteli olduğunu tahmin ettiğim sahnenin, ses sistemi ise gayet kaliteliydi. Son gün keşfettiğim üçüncü kat ise koltuklarla dolu, bir nevi yorulanlar veya birasını alıp sohbet etmek isteyenler için düşünülmüş dinlenme alanından oluşuyordu.

Ayrıca yeme içme seçeneklerini çok beğendiğimi söylemeliyim. Klasik festival ortamı tarzı karton tabak, plastik çatal-bıçak-kaşık üçlemesi yerine porselen tabakta metal çatal, bıçak ile yemek, mini tencere görünümlü kasede çorba içmek insana iyi hissettiriyor. Tek eksiklik; afişte 1.5 EU olacağı yazan biranın 2.5 EU (60 çek korunası) civarında olmasıydı. Yemekler ve atıştırmalıklarda 100 korunadan başlayıp 200 korunaya kadar seçenekler bulunuyordu. Lezzetli Çek biralarından en fazla tükettiğim festival olarak da Heathen Strike Over Brno'yu anılarıma not düşmüş oldum.

Prvni Patro'ya vardığımda ilk grup olan Death on Arrival sahneden inmişti. Biramı kapıp ana sahnedeki şehrin yerli gruplarından Wolfarian'ı izlemeye geçtim. Sahnede hurdy gurdycisi, klavyecisi, kemancısı ve grubun geri kalanıyla birlikte dokuz kişilik bir ekibin müziği ile kendimi Witcher 3 oynuyormuşum da yanımda Vesemir ile Yennefer eksikmiş gibi hissettim. Yaptıkları müzik bu kadar mı oyunu andırır, folk-pagan metal severler kaçırmasınlar diyorum bu güzel grubu.
Küçük sahnenin ses sisteminin pek tatmin edici olmaması ve daha çok ismini ilk defa duyduğum Çek grupların çıkması beni daha çok ana sahnede zaman geçirmeye yönlendirdi. İlk günün bu konudaki tek istisnası Aralık ayında Varşova'da izlediğim Helleruin'di. Bence ana sahneyi hak eden grubu ufak sahneye layık görmeleri organizasyonun hatasıydı. Alanı dolduran kalabalığı ve grubun performansını gördükten sonra yanlış tercih yaptıklarını anlamışlardır sanırım. Helleruin'i iki ay arayla iki farklı ülkede izleyip, konser sonunda Varşova'da bulamadığım "Devils, Death and Dark Arts" tişörtünü de alıp komboyu tamamladım.

Günün bir diğer hurdy gurdyli grubu Polonya'dan Lyrre'ydi. Vokalin huzur veren sesi, yumuşak tınılar, seyircinin pür dikkat sahneye odaklanıp, sessizce konseri takip etmesi "ben klasik müzik konserindeyim galiba" hissi oluşturdu. Üst katta genel olarak bunlar oluyorken alt katta ise; fazla vakit ayıramadığım Theotoxin, Inferno, günün benim için en iyisi Helleruin gibi gruplar ile kıyamet kopuyordu.
Lyrre'den sonra sıra, sanırım ek iş olarak ayrıca diğer grupların sahne işlerine, sound checklerine vs. de el atan Romanya'dan Bucovina'daydı. Bence yaptıkları müzik ve sahne performanslarıyla dünya çapında bir gruplar ama sanırım kendi dillerinde müzik yapmalarının dezavantajları ve fazla da festivallerde konserlerde görünmemelerinden olsa gerek, fanları dışında pek tanınmıyorlar sanıyorum. Ana sahnenin ağır basan folk etkisini biraz azaltan Bucovina yine günün beğendiğim gruplarındandı. Geldik günün en neşeli ve yine folk-pagan grubuna; Çek Cumhuriyeti'nden Deloraine. Eğer bir gün düğünüm olursa, ilk çağıracağım grup hiç bir masraftan kaçınmadan Deloraine olurdu. Yüzlerce kişiyi dans ettirebilmek, sahnede bir an bile durmadan kıvrak figürler sergilemek her grubun harcı değil ve bunu Deloraine başardı (ayrıca grubun diğer vokali Maria da dansözlük eğitimi almış, gözümden kaçmadı) Merak edenlerin live videolarını izlemelerini tavsiye ederim.

Günün diğer sempatik grubu da ABD'li ikiz kız kardeşlerden oluşan Harp Twins'di, bununla birlikte üst katın ilk günkü konsepti artık iyice ortaya çıkmıştı. Bol bol folk-pagan müzikleri ve eşliğinde danslar. Gerçi pek şikayetçi olduğum sözlenemezdi. Biramı içiyordum, dans edenleri izliyordum, arada alt kata inip schnitzelimi yiyordum (ikinci kez övüyorum gerçekten övülecek kadar vardı) Harp Twins'e gelince seyirciyle en çok diyalog kuran, underground konsepte kendilerinin de dediği gibi biraz aykırı olsa da arpları ile bu sahnede olmaktan memnuniyetlerini sık sık dile getirdiler. Kendi parçaları yanında Fear Of The Dark, Nothing Else Matters'ı da arp ile coverlayıp bol bol alkış aldılar. Son kısımlarda ise; kendilerine eşlik eden Volfgang Twins adında yine ikiz davulcu kardeşler eşliğinde gösterilerini bitirdiler.

Harp Twin sonrası alt katta Helleruin ile ortalık cehenneme dönmüşken, üst katta kaç kez izlediğimi unuttuğum ama uzun zamandır ülkeye uğramayan Haggard vardı. Günün en kalabalık topluluğuna çalmak da kendilerine nasip olmuştu. Artık klasikleşen Per Aspera Ad Astra, Herr Mannelig, Of a Might Divine çalmaya devam ederken günün ve yolculuğun yorgunluğu bende iyice hissedilir olmuştu. Kendime en azından bacaklarımı uzatabileceğim bir yer ararken, Haggard'ın vokali Asis'in koridorda gitarın sapıyla milleti yara yara ilerleyişini izledik, sorun tam olarak neydi hiçbirimiz anlayamadık.
Günün son grubu, benim ve katılan çoğu kişi için artık fiyaskoya dönüşen Manegarm'dı. Belirlenen başlangıç saatinden bir saat daha fazla süren sound check, artık yorgunluğu gözlerinden okunan seyircinin bir kısmının konser başlamadan üçer beşer mekanı terk etmesine, kalanların büyük kısmının da artık saat gece saat 3'e doğru yaklaşırken ayrılmasına neden oldu. Nezaket icabı bir özür bile dilemeyen grubu, artık bu kadarı benim için işkence oluyor diye yorgun argın eve doğru giderken bıraktığımda 100 civarı kişi izliyordu (iade şansım olsaydı aldığım tişörtlerini iade edecektim bu yaptıklarına karşılık ama sanırım 100 kişiye çalmak biraz olsun ders olmuştur) İlk günün sonunda neredeyse 18 saatin büyük kısmını ayakta geçirmiş, kmlerce yol yapmış, zorlukla açık tuttuğum gözlerim ve kulaklarımdaki çınlama ile kendimi yatağa nasıl attım gerçekten bilmiyorum.

Brno
(İkinci Gün)
İkinci gün, ilk güne göre nazaran sahnede görmeyi merak ettiğim daha fazla grup vardı. İlk kez izleyecek olduğum black metal grupları Taake, Asagraum ile daha önce sık sık karşılaştığımız ve tekrar tekrar izlerim dediğim Kanonenfieber, PartySan'da rastlaştığımız Ellende ile 2020 yılında İstanbul'a da gelmiş olan Harakiri For The Sky bugünün ağır toplarını oluşturuyordu. İlk gün olduğu gibi günün açılışını yapan ismini ilk kez duyduğum ve folk metal icra ettiğini öğrendiğim (Metallum: metalcinin wikipediası) Ewenay isimli grubu kaçırdım. İçeri girdiğimde ana sahnedeki Brno şehrinden Dark Seal'ın son kısmına yetişebildim. Dark Seal, kendi şehirlerinde bulunmanın avantajıyla günün erken saatleri olmasına rağmen iyi bir kalabalık toplamıştı. Sahnelerinin Hypocrisy'yi fazlaca andırdıklarını söyleyebilirim.
Alt katta ise, isimlerini ilk defa duyduğum Çek ve Polonyalı gruplar sahne almaya devam ediyordu. Yeme içme bölümünde turlarken, dinlenmek için mola verdiğimde, görebildiğim kadarıyla bu sahnede bugünün konseptini kadın soprano vokalli, senfonik veya folk metal grupları olarak belirlemiş organizasyon. Burada günün en dikkate değer grubu; gaydası, flütü, kemanı, mandolini ile (bu yazıyı yazarken bol bol dinledim kendilerini) Brno'ya Viking kostümleriyle adeta baskına değil de katılanları dans ettirmeye gelmiş İsveçli Grimner'di. Ufacık sahneye altı kişi o cüsseleriyle nasıl sığdıklarını anlamadığım grup, hepimize çok eğlenceli vakit geçirttiler, türü sevenlerin dinlemesini şiddetle öneririm.


Dark Seal'dan sonra Harakiri For The Sky'ın vokali Michael'in, daha depresif ve daha karanlık grubu Karg'ı izlemeye geçtik. Vatandaşları Ellende ile oldukça benzer sounda sahip olduklarını söyleyebilirim. Yoğun doom etkisinin de olduğu grup, işin aslı biraz sıktı beni. Ertesi gün görüşürüz diyen Bucovina ise da bir gün önceden tadı damağımızda kalan şovlarına ikinci gün de devam etti. Dün olduğu gibi aynı enerjiyle farklı parçalarla bir saat kadar yine sahnedelerdi ve yine diğer grupların sahne işlerine yardım ediyorlardı, takdir edilesi bir ekip doğrusu.

İlk kez izleyeceğim ve tamamı kadınlardan oluşan Asagraum'un sahne sırası gelmişti, yakın zaman çıkarmış oldukları Veil of Death, Ruptured albümünden parçalara bol bol yer verirler diye tahmin ediyordum. Yoğun kırmızı ışık efekti, sisler içinde ve uzun bir intro ile açılışı yaptılar. Grubun kurucusu, söz yazarı, gitaristi, vokalisti (sanırım grubun her şeyi demek daha doğru olur) Obscura'nın kulakların pasının silen vokalinin yanı sıra grubun yaş ortalamasını biraz yükselten basscı Alexandra'nın seyirciyle iletişimini de ayrıca beğendim. Umarım bir yerlerde tekrar izleme şansım olur. Günün en fazla izleyici çeken performanslarından biriydi.
Biraz dinlenmek için boş bank, sandalye veya en azından boş bir duvar dibi ararken "şu merdivenler nereye çıkıyor acaba" dememle mekanın ayrıca bir üçüncü katı olduğunu da öğrenmiş oldum. Deri koltuklar, sandalyeler, masalar katılanların hizmetindeydi (zaten her festivalde böyle yerleri en son gün keşfediyorum) O sırada sonraki durağı için eşyalarını yüklenmiş Asagraum elemanları yanımdan geçip giderlerken, Bucovina elemanları da seyirciyle hararetli bir sohbet içerisindeydiler.

Biraz mola sonrası ağustos ayında PartySan'da (bkz. PartySan Metal Open Air 2023 İzlenimleri) izlediğim, bitse de gitsek tadında bir performansla aklımda kalan Avusturyalı post-black grubu Ellende vardı. Asagraum gibi uzunca bir intro ile sahneye çıkan Ellende, bu sefer de aynı şekilde "bitse de gitsek v.2" modunda bir konser izletir bizlere diye düşünürken ilk parça itibariyle bu sefer farklı olacağını hissettirdi bana. Sahnede bir an bile durmayan vokale, grup elemanları da ayak uydurunca güzel bir gösteri izledik. Sanırım Almanya'da gündüz vakti ağustos sıcağında sahneye çıkmak etkilemiş grubu ama yine de Ellende için hala yeterince iyi bir performans olmadığını düşünüyorum.

Günün en iyi konserini ise tahmin ettiğim gibi son bir yılda üçüncü kez karşılaştığım Kanonenfieber ile izlemiş oldum. Haziran ayında Polonya'da, ağustos ayında Almanya'da, şimdi ise Çekya'da karşıma çıkan grubu aylar içinde üstüne ekleye ekleye nasıl geliştiğinin en iyi şahidi olabilirim. Grup artık müzikalitede zaten üst seviye iken, sahne şovuna çok daha fazla ağırlık vermeye başlamış. Bu konserde başka hiç bir grubun kullanmadığı alev şovları ile alev makinelerini yanlarında getirmişler. Kazandıklarını yine sahneye harcayan Kanonenfieber önceleri sadece dikenli tel, kum torbaları ile Birinci Dünya Savaşı ambiyansı vermeye çalışırken, belki ileriki aylarda sahnelerinde sahra topu, avcı uçağı, belki alev alev yanan bir tank ile görebiliriz. Yine son gün keşfetti��im ana sahnenin teras katından izlediğim Kanonenfieber sanırım günün en kalabalık ve bence en iyi konseriydi.

Harakiri For The Sky ise; grubun baş harflerinden oluşan ışıklı semboller ve sahne arkasını tamamen kaplayan flamaları önünde sahneye çıktı. Teras katından izlemeye devam edeyim diyordum ama dinlenme ve yemek molası sırasında en güzel yerler kapılmıştı (son gün olması nedeniyle terası açtılar sanırım, ilk gün kimseyi görememiştim) En son dört yıl önce İstanbul'a pek de iyi bir tercih olmayan mekanda izlediğimde, yine bir yerlerde karşılaşırız diyordum ki kısmet Çekya'ymış. Son iki albümleri Maere ve Arson ağırlıklı bir setlistle kusursuz çalarak bir saate aşkın sahnede kaldılar. Kanonenfieber'den sonra sahne görselliğine önem veren ve seyirciyi coşturan, günün en iyi ikinci grubuydular diyebilirim.

Programa göre günün ve festivalin son grubu Taake için yarım saatlik soundcheck ve sahne hazırlığı süresi belirlenmişti. O saate kadar dakika bile sapmayan program nedense günün son gruplarında saçma sapan hal alıyordu. Dün Manegarm'ın yaptığını bugün de Taake yapmıştı. Saat gece 1:30 olmuş biz hala Taake bekliyorduk. Artık yorgunluğum dayanılmaz hal almışken, beni orada tutan tek şey grubu ilk defa izleyecek olmamdı (tıpkı Manegarm gibi) Saat 2'ye yaklaşırken nihayet ışıklar söndü, fon müziği kesildi ve grup sahneye çıktı. İşin aslı sonuç tam bir hayal kırıklığıydı benim için. Kendini tekrar eden 10 dakika üzeri parçalar, Hoest'in sahnedeki dans figürü mü, yoksa başka bir şey mi denemeye çalışıyor acaba diye anlam veremediğim hareketleri, kalan grup elemanlarının donuk halleri artık eve gidip uyumak için bahane arayan beni yarım saat daha orada tutabildi. Dün gece olduğu gibi 100 civarı kalan kişiyle devam eden Hoest ve Taake'yi orada bırakıp, soğuk ve çiseleyen yağmur altında eve doğru yola çıktım. Adet olduğu üzere festival hakkında son bir değerlendirme yapacak olursam: tek kelime ile harika bir mekan tercihi yapılmış. Merch standları, yeme-içme bölümü, her katta bulunan barlar çok çok iyiydi, hatta katıldığım festivallerdeki (büyüklüğüne göre diye not düşeyim burada) belki de en iyisiydi diyebilirim. Şehrin merkezinde olması, gecenin ilerleyen saatlerinde bile toplu taşımanın bulunması daha uzak noktalardan gelen katılımcıları memnun etmiştir sanırım. Gruplara değinecek olursam; küçük sahnede ilk gün black metal ağırlıklı gruplar yer alırken, ikinci gün kadın soprano vokalli folk-pagan gruplarına ayrılmıştı. Üst kat ise, ilk gün daha çok pagan-folk gruplarını görürken, ikinci gün black metal grupları ağırlıktaydı. Organizasyon böyle sahneler ve günler arasında değişimli bir konsept düşünmüş ki, bence gayet güzel bir fikirdi. Bira çeşitlerinin 60 koruna, yemek seçeneklerinin ortalama 150-200 koruna dolaylarında seyretmesi (Prag'a göre oldukça hesaplı bir şehir diyebilirim Brno için) aslında bir öğrenci şehri olan Brno için gayet makuldü diyebilirim. Merch standlarında tişörtler 300-400 koruna aralığında seyrediyordu ki, özellikle Kanonenfieber ve Harakiri For The Sky konserleri sonrası grupların merchlerine yoğun talep vardı.
Heathen Strike Over Brno tek seferlik bir festival miydi yoksa seneye de olacak mı hiç bir fikrim yok ama gezemediğim yerleri görmek ve katılacak gruplara göre tekrar programıma ekleyebileceğim bir organizasyon. Buraya kadar sıkılmadan okuyabilenlere katılabilecekleri bol konserli günler (2024 yılı ülkemiz için oldukça yoğun geçiyor) diliyorum. Bir sonraki festival kritiğinde görüşmek üzere...

Yazı biterken Munknörr - Nornir çalıyordu...
0 notes
Text

0 notes
Text
PartySan Metal Open Air 2023 İzlenimleri
Ve işte, iki ay aradan sonra yeni bir festival yazısı bu sayfadaki yerini alıyor. Bu seferki durağımız ise Almanya'da 1996 yılında mini bir festival olarak başlayıp, 2023 yılına gelindiğinde üç gün süren ve elliden fazla grubun sahne aldığı PartySan Metal Open Air Fest'ti.

Polonya Gdańsk'taki Mystic Fest'ten yarım kalan işleri tam halledemeden (yola çıkarken festivalin kritik yazısını yeni yazmış, fotoğraf editleri ise daha bitirememiştim) iki aylık aradan sonra bu sefer yolum, birkaç aydan beri planlarımda yer alan PartySan'a düştü. Arkadaşlarımdan bazıları tercihlerini Çekya'daki Brutal Assault'tan, bazıları ise Wacken'dan yana kullanırken, Brutal Assault'a daha önce katılmış olmam (bkz. Brutal Assault 2019) ve farklı bir yerleri görme isteğimin ağır basması, Wacken'ın ise pek bana hitap eden grupları içermemesi nedeniyle, tercihim PartySan'dan yana oldu. Özellikle bu yılki "Wacken Faciası"ndan sonra ne kadar doğru karar verdiğimi paylaşılan fotoğraf ve haberler sayesinde görmüş oldum.
Öncelikle PartySan'dan biraz bahsetmek gerekirse; yukarıda da değindiğim gibi, 1996'dan beri aralıksız düzenlenen, Almanya'nın ve Avrupa'nın önemli festivallerden bir tanesi. Bu yıl iki sahnede toplam 58 grubun sahne aldığı ve üç gün devam eden güzel bir organizasyon. Festivalin düzenlendiği alanın eski bir askeri havaalanı olması, çoğu bölgesinin asfalt ve beton kaplı olması, son günü biraz da olsa yağmur yağmasına rağmen bizi Wacken gibi çamurla boğuşmak zorunda bırakmaması büyük bir artıydı. Alanın da oldukça geniş, sahneler arası mesafenin kısa olması, yiyecek içecek seçeneklerinin bol ve nispeten hesaplı olması da mutlu eden detaylardı.

Yola Çıkış
PartySan'ın gerçekleştiği Schlotheim kasabası (köy de diyebiliriz sanırım), ülkemizden katılacaklar için biraz kötü bir noktada bulunuyor. Ülkemizden direkt uçuşların olduğu Frankfurt, Berlin, Hannover, Leipzig'in tam ortasında... Benim tercihim, saatlerin ve fiyatının da uygun olması nedeniyle Frankfurt üzerinden aktarmalı ulaşım oldu (son iki ay kala ve yaz sezonunun ortası olduğu için ne kadar uygun olur, artık tahminleri size bırakıyorum). Havaalanında, maalesef son yıllarda artan iltica olaylarına karşı önlemler ve denetimler oldukça fazla. Bu yüzden yanınızda konaklama bilgilerinin, dönüş bileti ve festival biletinizin birer çıktısının bulunmasında fayda var (pasaport polisinin sorma ihtimali yüksek). Bu aşamadaki ahiret sorularını da sorunsuz ve sinirlenmeden geçtiğinizi varsayarak, gelelim şehir merkezine nasıl ulaşılacağına.
Yukarıdaki sorunun cevabı; elbette tren veya metro ile. Ancak Almanya'ya gelmeden önce şu sayfadan 49 Euro'ya bir adet aylık Deutschland-Ticket satın almak hayati öneme sahip. Daha sonrası ise Deutsche Bahn'ın uygulamasını indirmek ve gitmek istediğiniz istasyonu uygulamaya yazmak. Deutschland-Ticket uygulamasının ne kadar süreyle devam edeceğini bilinmez ama fiyatının kat kat fazlasını hak eden bir hizmet olduğunu söyleyebilirim. Normal şartlarda Almanya içerisinde ulaşıma 300 Euro'dan fazla bütçe ayırmam gerekirken, 49 Euro'ya bunun üstesinden gelmek sevindiriciydi. Yalnız tek kötü tarafı, sizin gibi daha hesaplı seyahat etmek isteyenlerin sayısında patlama yapmış olması. Çoğu trende Beylikdüzü-Zincirlikuyu hattı sabah metrobüsü gibi bir kalabalıkla karşılaşabilirsiniz ve artık o kadar kusur kadı kızında da olur diyerek Frankfurt'ta bulunduğunuz süre içerisinde nereleri gezip, nereleri görebileceğiniz konusuna geliyorum.


Gönül isterdi ki, paragraflarca yazayım ama maalesef Frankfurt bir plazalar ve iş merkezleri şehri. Gezilebilecek tarihi ve turistik yerler iki elin parmakları kadar. Şehrin büyük kısmı İkinci Dünya Savaşı'nda tahrip olduğundan dolayı da birçoğu aslına uygun restore edilmiş yapılardan oluşuyor. Bunlardan bazıları; her Avrupa şehrinde bulunan old townlardan biri olan Römerberg Meydanı (Frankfurt gibi büyük bir şehir için bence ufak bir meydan), içerisini gezmeye fırsat bulamadığım ama gotik mimarinin güzel örneklerinden birisi olan Frankfurt Katedrali ve Alman yazar, siyasetçi, şair, oyun yazarı, doğa bilimci Johann Wolfgang von Goethe'nin aslına uygun restore edilmiş müze evi, Alte Oper (Eski Opera Binası), Eiserner Steg (Eski Köprü) ile yanında güzel bir yürüyüş parkuru bulunan park, gezip görülebilecek yerler arasında.
PartySan'a Ulaşım
Yukarıda da bahsettiğim gibi, festivalin düzenlendiği Schlotheim Askeri Havaalanı, büyük şehirlere uzak ancak ulaşımın çok seçenekli olduğu bir noktada yer alıyor. Deutschland-Ticket'iniz sayesinde zaman sınırlamanız da yoksa, trenler arasında sınırsız aktarma ile etrafı izleye izleye yolculuk yapıp, Schlotheim öncesinde son durağımız olan Mühlhausen istasyonuna ulaşabilirsiniz (yalnız bir uyarı notu olarak, bizdeki YHT benzeri ICE logolu trenlerde Deutschland-Ticket uygulaması yok maalesef). Frankfurt'tan seferlerin iptal olmadığını veya rötar yapmadığını varsayarsak yaklaşık dört saatlik bir yolculuk yapıyorsunuz. Kasaba, konaklama seçenekleri olarak kısıtlı bir bölge ne yazık ki, konforuna düşkün müzikseverlerin aylar öncesinden rezervasyon yaptırmasında fayda var. Bizim için ise son ana kadar çadır seçeneği ağır basarken, kısa süre kala Airbnb'den konaklayacak yer bulmamız büyük bir şanstı. Çoğu zaman tek başıma katıldığım festivallerden farklı olarak, bu kez Extreminal'den yazılarına, albüm kritiklerine, röportajlarına, canlı yayınlarına aşina olduğunuz İdil ile birlikte grupları izleyip, notlar aldık ve kritiklerini yaptık.

1. Gün (Yol Yorgunları)
İdil ile istasyonda buluşmamızdan sonra, konaklayacağımız yere vardığımızda saat 14'ü geçiyordu. Benim iptal olan tren seferi, her istasyonda yoğunluk yüzünden kaybedilen dakikalar, Almanların "bir sürü insan dışarıda kaldı, iki adım yana atayım da onlar da binebilsinler" diye düşünmeyip, tuhaf tuhaf kapıda olan biteni izlemeleri yüzünden, dört saat kadar görünen yolculuk beş saati geçti. Bunca saat yolculuk ve öğle sıcağının etkisini atlatmak için mola vermek şarttı. İlk gruplar kaçacaktı ama gecenin sonunu görmek daha önemliydi.
PartySan'ın uygulamasında grupların sahne saatleri, gruplar ile ilgili bilgiler, festival ile ilgili sıkça sorulan sorular gibi bilgilerin yanı sıra servislerin Mühlhausen tren istasyonundan festival alanına gidiş ve dönüş saatlerinin de bilgisi vardı (buna özellikle dönüş saatlerinde pek uyulduğunu söyleyemeyeceğim). Normal şartlarda ücretsiz olur diye beklediğimiz, yaklaşık 30-40 dakika kadar süren transfere her gün için gidiş-dönüş ücreti olarak 15 Euro ödedik.

İlk gün, sanki bütün evren birleşmiş "ikinizin daha ne kadar geç kalmanızı sağlarız" diye sözleşmiş gibiydi. Festival alanına az bir yol kala servis otobüsünden dumanlar yükselmeye başladı. Sanırım iki gündür yoğun sefer sayısına dayanamayan otobüs "benden buraya kadar" diyordu. Az miktarda olan mekanik bilgime dayanarak (yanlış da olabilir tabi) otobüsün fren balataları bitmiş, ekibin "gittiği yere kadar götürse yeter" anlayışıyla yola çıkmıştık. Kalan az mesafeyi de her virajda "Scheiße" diyen otobüsümüzle kat ettikten sonra alana ulaşmayı başardık.

Giriş işlemlerinde de bazı sorunlar yaşayınca Tribulation'a yetişme planlarımız suya düştü ne yazık ki. Benim ucu ucuna kaçırmış olduğum ikinci Tribulation konseri olarak anılarımdaki yerini almış oldu. Günün izleyeceğimiz ilk konseri ana sahnedeki Nile konseriydi. Ülkemizde bir zamanalar festivaller düzenlenirken Morbid Angel, Kreator ile birlikte konser verecek olan Nile'ın konseri saatler kala iptal olmuştu, bu hayal kırıklığından yıllar sonra kısmet Almanya'da izlemekmiş diyerek fotoğrafçılara ayrılan sahne önündeki bölümdeki yerimi aldım. Nile, Sacrifice Unto Sebek ile gümbür gümbür bir giriş yaptı, benim favorim Kafir ile devam edip kendilerine ayrılan bir saatlik sürede sonraki iki efsane Deicide ve Obituary öncesi kitleyi iyice havaya soktular.
Artık akşam karalığı çökmüş, sahne önüne yığılan tüplerden faydalanma zamanı gelmişti. Günün izlediğimiz ikinci grubu Deicide, bol alevli şovuyla belki de günün en iyi performansını gösterdi. Bugün yine yıllar önce talihsizlik yüzünden izleyemeyip, burada izleme şansını elde ettiğim ikinci grup da Nile'dan sonra Deicide oldu. Legion albümü baştan sona çalıp, bir de üzerine üç parça da Once Upon A Cross albümünden ekleyince fanlarına güzel bir nostalji gecesi yaşattılar. Gecenin bizim için son grubu (ancak Tentstage'de gece 1'den sonra Metal Disco'ya dönüyordu. Müzik, gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam ediyordu. Bundan ayrıca bahsedeceğim) Obituary'di.

Festivale katılan death metal gruplarının neredeyse tamamı ABD menşei olması, hatta ülkenin yerli gruplarından çok ABD'li grupların sahne alması da ilginç bir istatistikmiş diye düşünürken, Obituary sahneye yoğun tezahüratlar eşliğinde çıktı. Günün en kalabalık konseri de bu konserdi. Benim ve güvenliklerin en çok zorlandığı konser de sanırım Obituary konseriydi. Sahne önünde fotoğrafçılara ayrılan yerde bir objektifin sığacağı yer bulmak bile zorken, güvenliklerin olduğu bölüme ise, crowd surfing yapanların birisi geliyor birisi gidiyordu. Orta kısımda da mosh pit bitiyor, wall of başlıyor, wall of death bitiyor mosh pit başlıyordu. Obituary, son albümleri Dying Of Everything'ten altı olmak üzere toplam on beş parça çalıp sahneden indi.
Gecenin sonunda o kadar enerjiyi nereden bulduklarını hala kestiremediğim yüzlerce kişi Tentstage'e geçiş yaptı. Sahnedeki Dj'in de setlisti gerçekten şahane ötesiydi, kabul etmek gerekir ama bizdeki enerjinin sonu Obituary konseriyle bitmişti. Yarın belki biraz daha fazla kalırız diye festival alanından ayrılırken, gecenin o soğuğunda dumanlı otobüsümüzü bekliyorduk.
2. Gün (Bu da Eksik Kalmasın Derken...)
İkinci güne geçmeden önce biraz festival ortamından bahsedeyim. Yukarıda da bahsettiğim gibi festival alanı, Mühlhausen tren istasyonuna 30-40 dakika uzaklıkta ve servis saatleri gün içinde ortalama iki saat aralıklarla, gece son konserden sonra 1:30 gibi dönüş vakti olarak belirlenmiş. Tabi Almancası olanlar için şoför hareket saatlerinde herhangi bir değişiklik olursa anons yapıyor. Festival alanı oldukça geniş, çoğu bölge beton ve asfalt kaplı. Katılacaklar için, yağmur sonrası bataklığa dönüşmüş yerler görmeniz pek mümkün değil. Merch stantları oldukça fazla, hatta şu zamana kadar katıldığım tüm festivallerdeki en fazla stant PartySan'daydı. Tişörtler ortalama 20-25 Euro civarında, sadece grupta bulunanların aile bireylerinin adını bildiği, en undergraund olanların bile merch lerini bulmanız mümkün. Yüzükler, kolyeler, patchler, plaklar, cdler, kasetler, hediyelik eşyalar vs. aklınıza ne gelirse... Bizim bu konudaki tek talihsizliğimiz; resmi PartySan tişörtü satın almakta gecikmiş olmamız, ilk gün tamamen tükenmişti.

Her ne kadar festival öncesi "kartla ödeme olacak, nakit kullanılmayacak" diye duyuru yapılsa da sanırım bazı problemler yüzünden alışverişler nakit olarak yapılıyordu. Yeme içme konusu ise katıldığım çoğu festivalden iyiydi (tabi bir tık pahalıydı) Bir klasik olan pizza, burger, wrap ve ekmek arası envai çeşit şeyin yanında, Uzakdoğu mutfağı, Hint mutfağı, hatta Afgan mutfağının örnekleri bile vardı. Ortalama fiyatlar 5 Euro ile 10 Euro arasında değişiyordu, içecek fiyatları ise 3-4 Euro arasındaydı. İkinci günün bizim için güzel gelişmesi, VIP alanını bulmamız oldu. Bir önceki günkü koşturmacası esnasında göremediğimiz VIP alanını ufak bir araştırmadan sonra keşfettik. Konser aralarında dinlenebilecek, içecek ve tuvalet sırası beklememek, ikinci gün biraz daha yüzünü gösteren güneşten korunabilmek hazine değerindeydi. İkinci güne, yola çıktığımız dumanlı otobüsümüzün yolun ortasında artık bizimle devam edemeyeceğini ilan etmesiyle başladık. Neyse ki fazla beklemeden yedek otobüslerden birisiyle alana fazla gecikmeden ulaşabildik. Günün ilk konserini Avustralya'dan benim uzun zamandır izlemeyi umut ettiğim melodik death grubu Be'lakor'du. İlginçtir, yıllardan beri harika albümler üreten (Stone's Reach ile Vassels'ı hala ara ara severek dinlerim) bir türlü istenilen çıkışı yakalayamayan bir grup olarak devam ediyorlar. Günün erken saatine alınmaları da bence doğru bir karar da değildi ama onlar da pek seyirciyle diyaloğa girmeden "işimizi yapalım da gidelim" tarzında çalarak sahneden indiler. Bu arada Tentstage'de diğer gruplar��n konserleri devam ediyordu ancak ses sistemi bu organizasyondan beklenmeyecek kadar kötü ve ana sahnedeki konserlerin çoğuyla kısa süreli de olsa çakışması, bizi ana sahne çevresinden pek ayrılmamaya itti.
Be'lakor sonrası sahneye Almanya'dan death metal grubu Endseeker çıktı. İki gündür aralıksız death metal dinlemenin ve artık 30°C leri geçen sıcağın da etkisiyle sadece fotoğraflarını çekip, gölge bir yerde biramı içip, grubu dinlemenin daha iyi bir fikir olduğuna karar verdim ama şunu söyleyebilirim ki; ne kadar ismini çok duymasak da Endseeker'ın Almanya'da çok fazla seviliyor, onlar da bu sevgiye parça aralarında seyirci ile bol bol sohbet ederek karşılık verdiler.
Endseeker sonrası sahne sırası Yunanistan'dan Yoth Iria'ya gelmişti. Bizim alkol ve yemek molamız hala devam ederken, onlar sahnede çalıp söylemeye devam ediyorlardı. Gerek logoları, gerek soundları ile hemşerileri Rotting Christ'i oldukça andırıyorlar. Vokalin sahnedeki teatral havası, dansları da grubu Rotting Christ'tan ayıran şeyler sanırım. 45 dakikalık gösterilerini tamamlayıp, yerlerini daha iki ay önce izlemiş olduğum Kanonenfieber'e bıraktılar.
Kanonenfieber daha önce de Polonya'da izlemiş olduğum şekilde, sahneyi dikenli teller, kum torbalarıyla donatıp ve yine cızırtılı pikaptan duyulan Almanca cümleler eşliğinde sahneye çıktılar. Yine oldukça hızlı parçalar ile dünya savaşına katılmış askerin psikolojisini yansıtmaya çalışan vokalin, kah seyirciyi ateşlemesi kah cephede artık çıldırmanın eşiğine gelmiş askerin durumunu anlatan sahne şovuna ayrıca bol bol top, tüfek seslerinin yanında alevler de eşlik etti. Kanonenfieber, bu sefer de büyük bir kalabalığa kendini izletmeyi başarmış oldu.

Günün diğer bir black metal grubu yakında ülkemiz sınırları içerisinde ilk konserini verecek olan Urgehal'di. 2012 yılında ölen grubun kurucusu ve vokalisti Nefas adına devam eden turne kapsamında PartySan'a da uğramış oldular. İlk iki parçayı seslendiren vokal daha sonraki parçalarda yerini farklı bir vokale bıraktı. "Vardiyalı vokal" durumunu da ilk kez görmüş oldum böylece ama ilk vokali daha çok beğendiğimi itiraf etmeliyim ("M. Sorgar" Metallum notu)
Sırada, Danimarka'dan eskilerden bir death metal grubu olan Illdisposed vardı. Danimarkalı olduklarını logolarından haykıran grubun vokali bol bol Almanca konuştu ama İdil'in dediğine göre bol aksanlı ve kötü bir Almancaymış. Takip etmediğim bir grup olduğundan sadece fotoğraflarını çekip, birkaç parçalarını dinledim.

Bugün asıl beklediğim grup ise, Midnight'tı. Brutal Assault'ta gecenin 1'inde yorgunluktan bitap düşmüşken ahlar vahlar eşliğinde çadırıma uyumaya giderken kaçırmış olduğum Midnight yıllar sonra Çekya'nın komşusu Almanya'da izleyecektim. Son dönem popüler olduğu üzere sadece siyah maskeler ve çıplak vücut üzerine giydikleri deri ceketler ile sahneye fırladılar ve thrash metalin ne kadar güzel bir şey olduğunu bizlere gösterdiler. Bence günün saat olarak yanlış tercihlerinden birisiydi. Dying Feus ve Hypocrisy'den önce çıkıp ortalığın tozunu atabileceklerken, erken bir saatte sahneye çıkmışlardı. İşin aslın ben ve binlerce izleyen de kendilerine ayrılan 45 dakikayı yetersiz bulmuşlardır.
Tam da bu esnada ana sahnedeki Mantar konserinin grubun yaşadığı sağlık problemleri sebebiyle iptal olduğuna dair bildirim uygulama ve instagram hesabı üzerinden katılanlarla paylaşıldı. Yerini ise, Tentstage'de son grup olarak sahneye çıkması planlanan Grave Miasma alıyordu. Bizim için ise Decapitated, artık üzerimize çöken yorgunluğun da etkisiyle şöyle bir izleyip geçtiğimiz gruplardan birisi oldu (Dying Fetus ve Hypocrisy'ye kadar enerjimizi tasarruflu kullanmalıydık) Grave Miasma konserine kadar yaklaşık bir saatlik boşluğu, VIP bölümünde dinlenmeye ayırdık. Grave Miasma, sanırım kariyerlerinin en kalabalık konserlerini PartySan'da vermiş olmalılar. Pandemi öncesi İstanbul'da 200-300 kişilik toplulukla izlediğim grubu, binlerce kişi arasından izlemek farklı bir deneyim oldu. Kıpkırmızı sahne ışıkları altında, vokalin bol ekolu sesi eşliğinde bir saatlik güzel bir sahne performansı sergilediler.

Hasretle beklediğimiz Hypocrisy'den önceki son grup bir zamanlar İstanbul'da da ağırladığımız ama kötü ses sistemi yüzünden çoğunluk için hayal kırıklığı bir konser olan Dying Fetus'tu. Sahneye çıkmadan önce intro olarak, bir death metal grubundan pek beklenmeyecek şekilde benim de pek sevdiğim gruplardan Thin Lizzy'den The Boys In Back Town'ı çaldılar. One Shot One Kill ile açılışı yapıp dur durak bilmeden (aralarda tekrar burada olmaktan ne kadar mutluluk duyduklarını söylemekten ve ne kadar muhteşem seyirci kitlesi olduğumuzu da ekleyerek) her albümlerinden birer ikişer parça ile kusursuz çalarak sahneden indiler. Grup, asıl bombayı ise sona saklamış. Kapanış ise, 70 ve 80'li yılların funk efsanesi Kool And The Gang'ın Celebration'ı ile oldu. Beş dakika önce headbang yapanların dans etmeleri çok güzel görüntüydü (Çiftetelli çalsa ortama uyum sağlayıp, göbek atacak bir kitle ile konser izlemek harika bir duygu)
Günün kendi adıma en çok beklediğim konseri ise; Hypocrisy'ydi. Daha önce bir kez izleyip hayran kaldığım grubu yıllar sonra, üstelik bu sefer sahne önünden fotoğraflarını da çekip tekrar izlemek için sabırsızlanıyordum. Açılışı da Fractured Millenium'un yeri göğü inleten klavye girişiyle yaptılar. Peter Tagtgren ise sanki elli yaşının üzerinde, yaşını başını almış bir müzisyen değil de daha yolun başında gencecik bir metalhead'di. Enerjisine hayran olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Eraser, Roswell 47, War-Path gibi klasikleri sıralayarak bir saatten fazla sahnede kaldılar. Bence günün en iyi konseriydi diyebilirim (Midnight'a da ikinciliği verebiliriz)
Konser sonrası Mühlhausen dönüş için otobüsümüzü beklemek için durağa gittiğimizde, ilk seferi yapan otobüsün dolu olduğunu ve hareket etmek üzere olduğunu gördük (aslında Almanlar yine boşluklara ilerlememişler, yer yer boşluklar olan otobüs yola çıkmak için hazırlanıyordu). Biz de bir sonraki sefere kadar olan bir saatlik boşluğu dün kararlaştırdığımız gibi Metal Disco'da, Dj'in Emperor, Dissection, Watain seçkilerini dinleyip, biralarımızı yudumlayarak değerlendirdik.
3. Gün (Her Güzel Şeyin Sonu)
Festivalin son günü telefonumun hava durumu tahminlerine göre sağanak ve gök gürültülü yağmur, PartySan'ın uygulamasına göre de hafif yağmur geçişi gösteriyordu. Acaba hangisinin tahmini tutacak diye işimizi şansa bırakmaktansa en kötü olasılığa karşı tedbirimizi aldık. Yağmurluk, bot, fotoğraf makinesi için su geçirmez kılıf, yedek kıyafeti sırt çantama doldurup yola çıktık. Alana vardığımızda Spectral Wound'un son üç parçasına yetişebildik. Beş saatlik uyku, nemli hava, iki günün yorgunluğu saatler ilerledikçe artık iyice hissedilir hale gelmişti.

İlk defa izleyeceğim bir diğer grup ise, Avusturya'dan post black metal grubu Ellende'ydi. Bol bol melankoli barındıran albümlerini hala severek dinlediğim grup, tam da temalarına uygun bir şekilde kara bulutlar ve yağmur altında sahneye çıktı. Ancak doğruyu söylemek gerekirse canlı performansları pek tatmin etmedi beni, sanırım dinlediğim albümlerine göre beklentim çok daha fazlaydı. Bitirelim de biralarımızı yudumlayalım tadında bir performansları oldu.
Uygulamadan baktığımızda Polonyalı olduğunu sandığımız (Singapur bayrağı ile Polonya bayrağı birbirine çok benziyor) ancak sahneye çıktıklarında "biraz esmerce bu arkadaşlar" diyerek Singapurlu olduklarını öğrendiğimiz Impiety sahneye çıktı. 90'ların başından beri faal şekilde müzik yaptıklarını da ayrıca öğrendiğimiz grup, bol alevli ve gayet iyi bir performans sergilediler.
Sahne sırası, benim izlemeyi çok istediğim hatta "sırf onlar için bu festivale gidilir" bile dediğim ama daha sonrası benim için üzücü şekilde iptal olan gotik rock-metal grubu Unto Others yerine eklenen, her üç dört senede bir PartySan'ın misafiri olan Immolation'daydı. Diğer hemşerileri Deicide, Obituary, Dying Fetus gibi kusurusuz bir performans ile 45 dakika sahnede kaldılar. Bence daha uzun süre almaları gerekirdi ama organizasyonun takdiri böyleymiş dedik.

Sırada her sene en az iki kez yolumuzun kesiştiği Borknagar vardı. İlk İstanbul konseri benim için beklentimin altında kalsa da, aynı yıl Macaristan'da izlediğim konserleri çok çok daha iyiydi. Yukarıda da değindiğim gibi yorgunluk artık saatler geçtikçe hissedilir hale gelince, Borknagar'ı alanın çim olan kısmında oturarak izledik. Hemen hemen Macaristan'da izlediğim aynı setlisti çaldılar, benim için güzel bir tekrar konseri oldu.
Gün içinde tur otobüsleri önünde kendimizi fotoğrafladığımız Kataklysm, ilk günkü Obituary konseri oldukça kalabalık bir kitleye çaldı. Yine bol bol circle pitler, crowd surfingler yapıldı. Bir saatini hem kendileri hem de seyirci için enerji patlaması halinde geçiren Kataklysm sanırım günün en iyi performansını gösterdi. Son dönemlerde ülkemize gelen death metal efsanesi gruplardan birisi olarak belki tekrar izleme şansımız olur. Umarım.

Artık PartySan'a veda etmeden önceki son konser ise, viking metal efsanesi Enslaved'ti. Sahneye ışıl ışıl rünik harflerden dekorlar önünde çıkan Enslaved, klasik albümü Vikingligr Veldi'nin tamamını çaldı, her biri onar dakikadan daha uzun parçaları zaman zaman sıksa da en eğlendiğim konserlerden biri oldu. 50'sine merdiven dayamış Grutle Kjellson'un vokal ve sahne performansını da muhteşem bulduğumu da söylemeliyim. Vikingligr Veldi'nin üzerine yine 90'lardan iki parça ekleyip toplam altı parça ile PartySan 2023'ün kapanışını yapmış olduk. Elbette müziğe doyamayanlar soluğu yine Tentstage'deki Metal Disco'da aldılar. Organizasyonun yaptığı kapanış konuşması (Almanca tabi), mini bir havai fişek gösterisi ve sahnenin yanındaki tanksavardan ateşlenen bol gürültülü top mermisiyle PartySan'a muhtemelen seneye tekrar görüşmek üzere veda ettik.
Değerlendirmek gerekirse; birkaç ufak tefek aksilik haricinde mutlu mesut ayrıldığım bir organizasyon oldu PartySan ve sanırım bu sezon katıldığım son festival olarak 2023 yılı anılarımda yerini alacak. Ulaşım olarak biraz sıkıntılı bir noktada olsa da, yaygın demiryolu ağı ve şahane bir uygulama olan Deutschland-Ticket ile birlikte çok fazla problem yaşamadan ulaşım sağlayabiliyorsunuz. Ayrıca festival ekibinin her konuda elinden geldiğince yardımcı da olduğunu söyleyebilirim.
Sonuç olarak puanlayacak olursam;
Ulaşım: 7/10 (Özellikle dönüş saatlerinde aksayan servis saatleri, arıza yapan servis otobüsü gibi sorunlar olmasına rağmen çözüm konusunda hızlı davranan organizasyon ekibi yine de takdiri hak etti) Festival Alanı/Ortamı: 9/10 (Geniş festival alanı, sahneler arası mesafenin az olması. Tek olumsuz yanı Tentstage'in kötü ses sistemiydi) Sahne Alan Gruplar: 8/10 (Özellikle death ve black metal ağırlıklı gruplar çok fazlaydı, seneye umarım daha farklı tarz müzik yapan gruplar da yer alır) Yeme-İçme: 10/10 (Bol seçenekli ve nispeten hesaplı yiyecek-içecek seçenekleri olması güzeldi, hijyen ve lezzet konusunda da ayrıca tatmin ediciydi) Fiyatlar: 9/10 (Fiyatlar, dünyayı etkileyen enflasyon dalgasının etkisiyle korktuğumuz gibi değildi. Sadece VIP bölümündeki yiyecek fiyatları ortalamanın üzerindeydi. Merchler, ortalama fiyatlardan satışa sunulmuştu diyebilirim)
Buraya kadar sıkılmadan okuyanlar için son söz olarak; buradan Extreminal'e bu fırsatı sağladığı için ve İdil'e de aldığını notlar ile bu yazıyı yazmamdaki büyük desteği, üç gün boyunca eşlik edip, özellikle çevirmenliği ve rehberliği için çok teşekkür ediyorum. Bir sonraki festival kritiğinde görüşmek üzere...
1 note
·
View note
Text
Mystic Festival 2023 İzlenimleri
Üzerinden yaklaşık bir ay geçtikten ve hafızamdan da tamamen silinmeden (aslında not almayı severim ama böyle organizasyonlarda maalesef koşuşturma bol olduğu için pek fırsatım olmuyor) katıldığım Mystic Festival hakkında bir şeyler yazayım istedim.
Her festival öncesi yaptığım üzere; hayal kurma, tasarlama, karar verme ve uygulama aşamaları Mystic Festival için hemen hemen iki yaz sürdü. En başta enflasyonunun %100 üzerinde seyrettiği misak-ı milli sınırları içerisinde (her yazımda az çok değiniyorum, kınamayın) özellikle tasarlama ile uygulama aşamalarının son yıllarda maalesef aşırı uzamasına sebep oluyor ve ilerleyen aylarda bu sürelerin daha da artması kaçınılmaz görünüyor. (twitter'daki az takipçili ekonomist mode off)
"Ülke ekonomisinin bir müziksevere etkileri" konusunu bir kenara bırakıp Mystic Festival konusuna geri dönersek, Polonya'nın güzel liman kenti Gdansk'da 2019 yılından bu yana, her yıl seyirci ve grup sayısının artarak devam ettiği bir organizasyon. Bu sene doksandan fazla grup ile beş sahnede, dört gün süren bu güzel etkinliğe Extreminal Metal Magazine adına katıldım.
Polonya, dünya yüzeyinde bulunan çoğu ülkenin yaptığı gibi Türkiye'ye vize uygulayan ve çoğu kişinin son yıllarda vize alma konusunda artık kâbuslar gördüğü, Schengen bölgesine dahil bir ülke. 2022 yılında Polonya'nın Schengen vize başvurusu ret oranı %17 civarındayken, 2023 yılı için bu oranın daha da artacağı tahmin ediliyor. Yine de başvuruda bulunacakların şu duruma bakıp moral bozmaması, sürecin selameti ve strese girmemek açısından önemli.
Yukarıdaki iki paragraf boyunca bahsettiğim bütün bu iç karartıcı bilgilerden sonra her şeyin hazır olduğunu ve yolunda gittiğini varsayarak sırt çantamızı toparlayıp, yola koyulmaya işlemlerine geçebiliriz. Varşova'ya İstanbul veya Antalya üzerinden direkt uçuşlar bulunmakta, ancak benim sizlere tavsiyem daha hesaplı olması açısından Antalya seçeneğini kullanmanız yönünde.

Yaklaşık üç saatlik bir yolculuğun ardından, dünyanın en önemli klasik müzik bestecilerinden Frederic Chopin'in adı verilen havaalanına iniyoruz. Pasaport kontrolü, bagaj vs. işlemlerinden sonra yaklaşık 15 km kadar şehir dışında olan havaalanından şehir merkezine ulaşmak için birkaç seçeneğimiz mevcut. İlki ve en hesaplı olanı Terminal 2 kapısının hemen karşısında bulunan 148, 175, 188, 331, N2 numaralı otobüsler. Ortalama her 15 dakikada bir hareket eden bu otobüsler ile şehir merkezine yaklaşık 30-40 dakikada ulaşabilirsiniz. Toplu taşıma için biletleri, duraklarda bulunan bilet otomatlarından (menüler arasında kaybolduğum için kullanamadım), telefonunuza indireceğiniz uygulamalardan veya büfelerden 3.4 zloty karşılığında satın alabilirsiniz. Unutmamanız gereken: toplu taşımayı kullandığınızda biletlerinizi eğer uygulamadan satın aldıysanız, araç içinde bulunan karekodu okutarak, fiziki olarak satın aldıysanız yine toplu taşımada bulunan makinelerde aktifleştirmeniz gerekli. Elbette rastgele yapılan bir kontrol esnasında yüzlerce zloty ceza ile karşılaşmak istemeyiz. Bu arada bahsetmeyi unuttum; ülke Euro bölgesine dahil olduğu halde para birimi zloty ve gün itibariyle 1 zloty 6.4 TL değerinde. Şehir merkezine bir diğer ulaşım seçeneği Bolt, Uber, Opti gibi taksi uygulamaları. Talebin yoğunluğuna göre 60-80 zloty arasında değişen fiyatlarla şehir merkezine ulaşım sağlayabilirsiniz. Bir diğer seçenek de Terminal A binasının altındaki tren istasyonunu kullanmak.

Şehir merkezine ulaştıktan sonra, İkinci Dünya Savaşında %80'i harap olmuş ve aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş olan bu güzel şehri gezip görmek için en azından iki tam gün ayırmanızı öneririm. Old Town bölgesine kadar devam eden Kraliyet Yolu, Polonya krallarının taç giyme törenlerinin yapıldığı Aziz John Bazilikası, Varşova'nın giriş kapısı ve surlarının olduğu Barbican, harika bir göleti bulunan Saxon Bahçesi, Stalin döneminde yapılan, uzun yıllar şehrin en yüksek yapısı unvanını koruyan, ayrıca tuhaf da bir hikayesi olan Kültür ve Bilim Merkezi (meraklısına araştırma konusu), dünyanın en önemli bestecilerinden Chopin'in müzeye çevrilmiş evi, Nobel ödülünü ilk alan kadın, ayrıca iki farklı dalda Nobel ödülü alan tek insan olan Marie Curie'nin müze evi, kendisi de bir Polonyalı ve toplama kampından kurtulmuş birisi olan Roman Polanski'nin Piyanist filminde az da olsa değindiği Varşova Ayaklanması'nın anısına yapılmış Ayaklanma Müzesi ilk aklıma gelenler. Özellikle Kraliyet Yolu ve Old Town bölgesinin gece ışıklar altında görüntüsünün insanı hayran bırakacak kadar güzel olduğunu da söyleyebilirim.



Varşova'da turistik gezi yapacaklar için notlarıma burada son verip, festivalin gerçekleşeceği Gdansk şehrine ulaşım hakkında biraz bilgi vermek gerekirse: Varşova ile Gdansk arası yaklaşık 350 km ve en uygun ulaşım yöntemi, tren. 1 Class adı verilen lüks (!) vagon biletleri (ücretsiz olarak tercihinize göre kruvasan, kek veya salata ile yanında bir içecekten oluşan menüsü var) ortalama 270 zloty civarındayken, 2 class denilen standart vagon fiyatı ise 170 zloty civarında. Biletleri ise, intermet üzerinden veya ilk durağımız olan Varşova Centralna istasyonundan alabilirsiniz. Yaklaşık 3 saat süren yolculuğun ardından Gdansk Glowny istasyonu bizim son durağımız. Tren istasyonu ile festival alanı arası yaklaşık 2 km kadar. Katılımcılar için, kamp alanı veya şehir merkezindeki otel, hostel ve airbnb gibi çeşitli seçenekler mevcut. Katılımın yoğunluğu düşünülürse daha önceden rezervasyon yapmak şart.

Biraz da eski adı Danzig günümüzdeki adı Gdansk olan şehirden bahsedecek olursak: Varşova'ya oranla çok daha sakin (akşam saat 10'dan sonra sokaklarda pek kimse kalmıyordu), Baltık Denizi'nin hemen yanıbaşında, yaklaşık 600 bin kişinin yaşadığı bir şehir. Yeme-içme, konaklama, ulaşım fiyatları başkente oranla biraz daha uygun diyebilirim. Festival öncesi imkanı olanlar için etrafı keşfetmek adına bir günün yeterli olacağını düşünüyorum. Şehrin merkezi diyebileceğimiz Dlugi Targ (Uzun Pazar), Uzun Pazar'ın giriş ve çıkış noktalarındaki Altın ve Yeşil Kapılar, Azize Meryem Kilisesi (şehri tepeden görmek isteyen ve antremanlı olanların 480 merdiveni tırnanıp çan kulesine çıkmasını öneririm), Gdansk Ulusal Müzesi görülebilecek yerler arasında. Ayrıca Azize Meryem Kilisesi'nin hemen yan sokağında dünya kehribar başkenti olan Gdansk'a özel kehribardan yapılmış çeşit çeşit süs eşyalarını da inceleyip, satın alabilirsiniz.

Geliyoruz, buraya kadar sabredip de okuyanlar ve "yeter artık sadede gel" diyenler için Mystic Festival 2023'e. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu yıl beş sahne, doksandan fazla grubun, Gdansk Tersanesi'ni dolduran binlerce müziksever ile buluşmasıyla gerçekleşti Mystic Festival. Ghost, Danzig, Gojira sırasıyla üç günün headlinerı iken, warm up adında "haydi biraz ısınalım" tadında dördüncü bir gün eklendi. O günün de ağır topu Motörhead'ten aşina olduğumuz Phil Campbell ve grubuydu.

Main Stage ile onun hemen yakınında bulunan daha küçük bir sahne olan Park Stage, daha çok yerel grupların sahne aldığı Desert Stage, kapalı mekan olan The Shrine Stage ve yine kapalı olan en küçük sahne Sabbath Stage birçok gruba ev sahipliği yaptı. Festivalin warm up adı verilen ilk günü, hafta ortası olması ve nispeten büyük grupların diğer günlerde sahne çıkması nedeniyle daha az katılımlıydı. Benim için en rahat gün oldu diyebilirim, neredeyse hiçbir konseri kaçırmadan tüm grupları izleyip, fotoğraflayabildim.
Warm Up (Isınmaya Başlıyoruz)
Warm Up gününün ilk saatlerinde, sırasıyla tümü Polonyalı olan Drown My Day, R.I.P ve Undeath gruplarını izleme fırsatım oldu. İçlerinden en iyileri pırıl pırıl gençlerden oluşan thrash grubu R.I.P di diyebilirim. Daha sonra İsveç'ten günün en sempatik ikinci grubu Defleshed sahne aldı (İskandinavlar hakkında çok soğuklar şekilde bir önyargı olması) sanırım death metal dinlemek istiyoruz artık diyen birçok kişi de The Shrine sahnesini doldurmuş, o saate kadar ki en kalabalık konseri izliyorduk. Fotoğraf çekip, biraz da video kaydı aldıktan sonra çalışmayan havalandırmaya aldırmadan (bu problem ileriki günlerde de devam etti maalesef) Defleshed'i sonuna kadar izlemeyi başardım ve günün en iyi performansıydı diyebilirim.

The Shrine, Sabbath ve Desert Stage'in yan yana olması ve birer koridorla diğerine geçebilmek çok büyük rahatlıktı, üstelik aynı zamanda iki sahnede de gerçekleşen konserlerde ses yalıtımının ve ses düzeninin çok iyi olması sayesinde minimum eforla, maksimum keyif aldığını sanıyorum katılanların. Sıradaki grup, Deströyer 666'yı bekleyene kadar iki saatlik bir zaman aralığım vardı, ben de araştırmacı fotoğrafçı olarak etrafı gezip fotoğraflayarak bu boşluğu değerlendirdim. Ana sahneye çıkan yol üzerinde sağlı sollu festivalin ve grupların resmi merchlerini alabileceğiniz standlar buluyordu. Nakit kullanımı olmadığı için tüm alışverişlerde kredi kartı kullanımı zorunluydu. Resmi festival ve grup tişörtleri ortalama 100 zloty civarındayken, çeşit çeşit CD, kaset, plaklar ise 20-30 zlotylerden başlayıp 200 zlotylere kadar fiyatlarıyla satıştaydı. Yeme-içme konusunda pek seçenek yoktu ne yazık ki. Bira çeşitleri 15-20 zloty, dilim pizzalar 35-40 zloty, kebap adı altında satılan tavuk döner ise 30 zloty civarındaydı, kapalı sahnelerin olduğu alanın girişine bulunan yerde ise limitsiz içme suyu akan çeşmeler katılanların hizmetindeydi.

Destöyer 666 günün benim için dördüncü grubu oldu. Nedense o "666" sayısı yüzünden hep en koyusundan black metal grubu çağrışımı yapan grup sahnede son derece enerjik ve uyumluydu, arada kamerama da poz vermeyi ihmal etmediler. Defleshed'te olduğu gibi kalabalık bir kitleye çaldılar. Destöyer 666 sahneden ayrılıp hemen karşı sahnede soundcheck'i bitiren Ne Obliviscaris'e yetiştim. Yaklaşık on kadar fotoğrafçı bize ayrılan adeta engelli parkuru şekilde düzenlemiş küçücük alanda en güzel kareleri yakalamak tatlı bir telaş içindeydik. Birbirimize çarptıkça veya fotoğraf çekeni engellediğimizi gördükçe İngilizce ve Lehçe "pardonlar, özür dilerimler" havalarda uçuşuyordu. Bu durum, organizasyonun festivalin üçüncü günü "cinnet geçiren fotoğrafçı kamerasıyla dehşet saçtı" diye haber olmamak için, bize ayrılan alanı genişletmesiyle son buldu. Sanırım günün en yanlış sahne ve saatte de yer verilen grubu da Ne Obliviscaris oldu. Desert gibi ufak bir sahnede yolları tamamen kapatacak kadar yoğun bir seyirci topluluğuna çaldılar. Özellikle kemancı ve vokal Tim Charles hem sahnede hem vokalde hem de kemanda tek başına çok iyiydi.

Ne Obliviscaris'den sonra The Shrine Stage'de sahneye çıkan Phil Campbell and Bastard Sons'u beklemeye başladık. Phil Campbell ve çoluk çocuğuyla birlikte sahneye çıktığında doğal olarak bütün kameralar ve gözler Phil Campbell'daydı. Hak geçmesin, biraz da onları izleyin dercesine sık sık sahnenin gerisine attı kendisini. Iron Fist, Damage Case, Stay Clean, Kill by Death ve olmazsa olmaz Ace of Spades ile çoğu klasik Motörhead parçalarını icra ettiler ve güzel bir nostalji gecesi yaşattılar. Phil Campbell and Bastard Sons ile günün tek çakışan konseri Akhlys konseriydi. Phil Campbell'a bana müsaade diyerek yan salon olan Sabbath Stage'deki grubu izlemeye geçtim. Sanırım ses konusunda sorun çıkan günün tek konseri de Akhlys'indi. Ayrıca uzun introlar, sürekli tekrar eden riffler, gün boyu koşturmanın verdiği yorgunluk ile gruba çok fazla vakit ayıramayıp kendimi boş bulduğum bir bankın üzerine bıraktım.

Biraz moladan sonra sıra, pandemi öncesi ülkemizde konser vereceği duyurulan ama son anda iptal olan Polonyalı black/thrash grubu Witchmaster vardı. Witchmaster için ise; izlediğim gruplar içinde günün en iyi ikinci performansıydı diyebilirim. Grubun yırtıcı ve yıkıcı performansına uygun olarak, saatin gece yarısını geçmesine ve gün içindeki koşuşturmaya rağmen hala mosh pitte her çeşit aksiyon mevcuttu. Witchmaster'dan sonra artık gece saat 1 olmuşken, kalan son enerji kırıntılarımı da Litvanya'dan post-black metal grubu Au Dessus'u izleyerek harcadım. İlk günün sonu gece saat 3:00'a yaklaşırken eve vardığımda, fotoğraf çekmekten ve sahneler arası koşturmaktan şarjı bitmiş bir fotoğraf makinesi ile vücuda sahiptim.
1. Gün (Her Yerde Hayaletler)
Pek sık yaşamadığım bir durum olan ve genelde üçüncü sınıf Türk dizilerindeki plaza çalışanlarının klişe lafı "sabahları kahve içmeden ayılamıyorum" durumundayım. İki kupa kahveyi içtikten sonra sıra artık asıl başlangıç gününün programını yapmaya gelmişti. Bunu önce kağıt-kalem ile çözmeye çalışsam da, festival esnasında sık sık başvurduğum ve işimi oldukça kolaylaştıran Mystic Festival uygulamasını tasarlayıp, kullanıma sunan ekibe teşekkür etmem gerek. Festival programını, gruplar hakkında bilgileri, son dakika haberlerini takip etmemizi sağladı.
Günün izlediğim ilk grubu İsveç'ten daha önce hiç dinlemediğim (festival öncesi Spotify'ı saymazsak) Orbit Culture'dı. Groove soslu melodik death metali icra eden grubu, bu zamana kadar gözden kaçırmış olmam enteresan olmuş. Türü sevenlerin şans vermesi gerektiğini söyleyerek, festivalin çoğu kişi için en can sıkıcı olayına geçiyorum. Normalde saat 16:00'da Main Stage'de sahne alması gereken Lord of the Lost'un konseri, sahnenin zamanında kurulamaması, eksiklerin giderilememesi yüzünden iptal oldu. Facebook ve uygulama üzerinden organizasyonun konu hakkında zamanında bilgi vermemesi, ana sahnenin saat 17:30'a kadar açılmaması ile birlikte yol üzerinde oluşan metrelerce kuyruğa, aşırı sıcak hava da eklenince tepkiler arttıkça arttı. Lord of the Lost iptal oldu bari ana sahnedeki bir sonraki grup Testament iptal olmasın diye, içimden geçire geçire hiç tarzım olmamasına rağmen metalcore grubu Nothing More'u izlemeye tekrar The Shrine sahnesine döndüm. Bana pek hitap etmese de sahne şovu, seyirciyle iletişimi ve enerjisi ile çok başarılı olduklarını söyleyebilirim. Üstelik vokalin kaslı ve çıplak vücudunu kan kırmızıya boyayıp, sahnede akrobatik hareketler sergilemesiyle çoğu genç kızın gönlünü kazanmış olmalı.

İptal olacak mı yoksa Brutal Assault 2019'dan sonra tekrar Testament'ı izleyebilecek miyim diye düşünceler içinde The Shrine'den ayrılıp, hemen karşı sahnede ABD menşeili saykodelik rock grubu White Hills'i biraz fotoğrafladım. Yaklaşık 600-700 metre uzaklıktaki Main Stage'de iyi bir yer kapmak için hızlı adımlarla sahne önüne geçtiğimde ise; fotoğrafçı ve basın için ayrılan alanın, bırakın iyi bir kare yakalamak için uygun olmasını, tek kişinin yürümesi için bile yeterli olmadığını gördüm. Yaklaşık 30-40 kişilik bir basın grubunun o daracık yerde çalışmasına imkan yoktu ki; gerçekten de öyle oldu. Bize verilen üç parçalık fotoğraf çekme ve görüntü alma aralığında randımanlı bir çalışma olanağı bulamadan alandan ayrıldık. Ancak, Chuck Billy ve ekibi sahnenin tozunu atıyorlardı. 61. doğum gününü geçtiğimiz günlerde kutlayan Chuck, nice gençleri ceketimin cebinden çıkarırım der gibiydi, hatta "bakın onların yanında hatıra olarak pena da çıkarıyorum" diyerek sahne önündekilere bol bol pena dağıttı.
Testament'tan sonra günün bir diğer ağır topu, kendi saha ve seyirci avantajıyla sahneye çıkan Behemoth'tu. Gün içinde elektrikli scooter ile şen şakrak festival alanını turlayan Nergal, şimdi sahneye gerili beyaz perde ve sislerin içinden, intro olarak seçtikleri Post-God Nirvana'nın liriklerini okuyordu. Bol ateş, sis ve ışık gösterisi eşliğinde son iki albümleri ağırlıklı olmak üzere hazırladıkları setlist ile bir saatten fazla süren bir performansla seyirciyi coşturdular. Son on beş dakikası Bloodbath ile çakışan Behemoth'u istemeye istemeye bırakıp The Shrine sahnesine doğru yola çıktım (festival boyunca oradan oraya koşturmalarımın toplamının 70 km gibi bir rakam olduğunu görünce şaşırıyor insan) Bloodbath eski ve yeni albümlerinin bir karması şeklindeki setlisiyle bir saat kadar sahnedeydi. Pek diyaloğa girmeden, aralıksız çalarak sahneden indiler.

Bloodbath'tan hemen sonra günün headlinerı Ghost'a kadar yan sahnede İzlanda'dan black metal grubu Nyrst vardı. Pek bir beklentim olmamasına rağmen, şöyle bir göz atıp, güzel birkaç fotoğraf çekmek maksadıyla sahne önündeki yerimi aldım. Sahneye, tekinsiz melodiler ve sisler içinde, adeta zombi filmlerinden fırlamış imajlarıyla çıktılar. O gün her iki kişiden birinin Ghost tişörtü giyip, Papa Emeritus makyajıyla, kızların ise rahibe kostümleriyle sahneye önüne koşturduğu sıralarda Nyrst, orada bulunan az sayıdaki kişiye black metal işte böyle yapılır dedi. Son yıllarda Svartidaudi, Misthyrming gibi İzlanda menşeili isimlerinin yazılması zor ama kaliteli işler yapan gruplardan birisiymiş Nyrst, görmüş oldum.
Ve yukarıda da değindiğim gibi bugün festivalin ikinci günü değil adeta Ghost günüydü. Junior Papa Emerituslar ve rahibeler kostümlü genç kızlar her yerdeydi. Ana sahne ise dolup taşmış, yiyecek içecek bölümündeki sahneyi canlı yayınlayan TV 'nin önü bile tıklım tıklımdı. Gün içindeki sahne önü faciasından sonra (basın için ayrılan alan hala tek kişinin geçebileceği genişlikteydi) konseri, Ghost fanlarının arasına karışıp izlemek daha mantıklı olur dedim. Son iki albümleri Impera ve Prequelle ağırlıklı bir setlistle sahnede iki saate yakın izlediğimiz Ghost'u maalesef ben 2015 yılında bu kadar popüler değilken, daha karanlık daha saykodelik parçalar yaparken bırakmışım. Yine de sonuna kadar kalıp (binlerce kişinin arasından alandan çıkmak imkansızdı) az da olsa yer verdikleri ilk iki albümdeki parçaları canlı dinlemek hoştu.


Ghost'tan hemen sonra ise, yakın zamanda ülkemizde ağırladığımız iki grup vardı. Aynı saatlerde başlayan Sylvaine ve Moonspell. Altı ayda bir bazen Türkiye'de bazen yurtdışında rastlaştığım Moonspell'in fotoğraf için izin verilen üç parçalık süre boyunca fotoğraflayıp, karşı sahneye Sylvaine'nin akustik performansını izlemeye geçtim. Gitaristi ve kendisi huzur dolu melodileriyle günün yorgunluğuna adeta ilaç gibi geldiler ve tek kötü yanı sadece 45 dakika sürmesi olan bu harika akustik performansını umarım yakın zamanda ülkemizde de izleyebiliriz, diyerek bu günü de nihayete erdirmiş oldum.
2. Gün (İsveçliler Günü)
Festivalin ikinci günü benim için, Park sahnesindeki festivale sonradan eklenen Polonyalı black metal grubu In Twilight's Embrace ile başladı. Fotoğraf çekiminden sonra sabırsızlıkla beklediğim bir black-death metal grubu Kanonenfieber'i izlemek için yerimi aldım. Aslında, warm up gününde yine Birinci Dünya Savaşı temalı grup olan 1914'ü de izleyecektik. Ancak, Ukrayna hükümetinin aldığı karar nedeniyle, ülkelerinden ayrılamayan Hell:ON ve Season Of Melancholy birlikte son anda 1914 konseri de iptal olmuştu. Maalesef anavatanlarından sonra ikinci kez izleme şansım olmadı. Kanonenfieber, parçalarında da intro olarak sık sık kullandıkları bol cızırtılı, dünya savaşında kullanıldığını düşündüğüm propaganda plaklarının sesleri, dikenli teller, sahne önüne yığdıkları kum torbaları, askeri üniformalarıyla izleyiciyi de havaya soktular. Ortama biraz ters dursa da pogolar, wall of deathler eksik olmadı. Konserin sonuna doğru sahneye getirdikleri çam ağaçları, sahnenin üstünden serpiştirdikleri kar taneleri, solistin shell shock etkisindeki asker performansıyla sanırım Verdun Muharebeleri'ne gönderme yaptılar. Henüz üç yıl önce kurulmuş bir grup olsa da, ileride isimlerini daha da çok duyacağımızdan şüphem yok.

Kanonenfieber'den sonraki grup bu sonbaharda ülkemize gelecek olan Soen'di. İstanbul, Ankara'dan sonra üçüncü karşılaşmamız Polonya'da olmuştu (sonbaharda sanırım dördüncü olacak) Imperial ve pek sevdiğim Lotus albümünden üçer parça çalarak, keşke biraz daha sahneden kalsalardı iç çekişleriyle sahneden ayrıldılar.
Soen'den sonra hemşerileri Dismember'a kadar bir saatlik arayı yeme içme molası ve dinlenme molası olarak değerlendirdim (askerlikten bu yana uykuyu ve dinlenmeyi en çok aradığım zamanlar hep festivallerde karşıma çıkıyor) Bir önceki güne göre katılımın biraz daha az olduğu ikinci gün, yemek ve içecek sırası buna paralel olarak daha azdı. Neyseki ana sahnenin yakınlarında hangi stanttan geldiğini tahmin edemediğim ağır bir balık kokusuna fazla maruz kalmadan yiyecek içeceğimi alıp kaçabiliyordum. O gün ilk defa bizlere tahsis edilen basın çadırını da görme fırsatım oldu. Şarj istasyonları, su sebili, kahve makinesi, masa ve sandalye normal günlerde gayet alelade şeyler olarak görülebilirken, bu gibi festival ortamlarında hayati öneme sahip, adeta çölde bir vaha kıymetinde diyebilirim. Çadırın arka bölümünde bulunan şezlonglar ise, koşturmaktan bitap düşmüşlere sahnedeki grubun artık ninni gibi gelen melodileri eşliğinde uyuma fırsatı da sunuyordu.

Uygulama, Dismember için sahne vakti diye uyarı verirken, ben de bize ayrılan alandaki yerimi aldım. Sahne önünü ise, ta İsveç'ten takımını desteklemeye gelmiş taraftarlar gibi bayraklarını, flamalarını kapıp gelmiş Dismember fanları parsellemişti. Grup da bu fedakarlık karşısında sık sık onları selamlayıp, pena dağıttı. Dismember'ın ilk parçasına başlamasıyla birlikte, Park Stage mecazi değil gerçekten toz duman olmuştu. Mosh pitte adeta göz gözü görmüyordu, grup da buna nazire yaparcasına ateşi harladıkça harladı, kaç wall of death yapıldı ben sayamadım. Günün en iyi, en enerjisi yüksek konseriydi.
Günün bir diğer death metal grubu ise yine İsveç'ten Grave'di. Aynı saatlerde başlayan ama benim pek dinlemediğim ve tahmin edileceği üzere yine İsveç'ten rock grubu The Hellacopters'ı pas geçip 45 dakikalığına da olsa Grave'i izleyip, fotoğrafladım. Organizasyon death metal fanlarının harcadıkları efordan bitap düşmüş olacaklarını tahmin etmiş olmalı ki, programda 45 dakikalık bir ara görünüyordu, biraz dinlemek için basın çadırında boş bulduğum şezlonglardan birine uzandım. Şezlongda uzanmış uzaklardan gelen The Hellacopters'ın melodilerini dinlerken, beni gören birisi "tatile gelmiş galiba" diye düşünebilirdi ama gün boyu fotoğraf makinesi taşımaktan ağrıyan omzuma çevrede masaj yapacak kimse yoktu ve üzerine mini plaj şemsiyesi iliştirilmiş tropikal içkim de eksikti.

Dismember'ın tozu duman kattığı aynı sahnede, bundan dört yıl önce Brutal Assault'ta izlediğim, artık gecenin bir yarısı yorgunluktan ölüyor olmamdan mı, günde en fazla üç saatlik uykunun, müziğin yada alkolün etkisinden mi bilmiyorum halüsinasyonlar gördüğümü düşünmeme sebep olan Electric Wizard vardı. Black Mass ile yine o uğursuz ve tekinsiz melodiler çalınmaya başladığında, sanırım Çek biraları ve uykusuzluk birleşince bünyeye etkisi o şekilde oluyormuş diye düşündüm. Yoksa, Electric Wizard gayet de güzel müziğini icra ediyordu. 45 dakika kadar grubu izledikten sonra, bir diğer mutlaka görmem gerek dediğim grup Carpathian Forest'ı izlemek ve biraz da ısınmak için kapalı sahnelerden birisi olan The Shrine'a doğru hızlı adımlarla yola çıktım, zira akşam karanlığı çökmüş ve hava haziran ayından beklenmeyecek kadar soğumuştu.

Carpathian Forest ise, neyse biraz ısındım bari diyebileceğim bir performans gösterdi. Özellikle, Nattefrost gerçekten kötü günündeydi sanırım. Sık sık detone olması, olur olmadık yerde çığlık atmaya çalışması vs. Carpathian ile daha fazla vakit kaybetmeden karşı sahnede olan ilk parçalarını bitirmiş olan okült rock grubu Lucifer'i izlemeye geçtim. Ters gitmeye görsün kişinin işi, muhallebi yerken kırılır dişi demişler, işte bu sefer de sevdiğim gruplardan olan Lucifer'in ses problemi yüzünden zaten 45 dakika olan sahnesinin yaklaşık 15 dakikası ziyan oldu. Teknik ekibin yoğun çalışmasıyla, düzelen problem sonrası bir kaç parça daha çalabildiler.
Sırada, Danzig'de Danzig dinlemeye gelmişti. Punk efsanesi Misfits'in has adamı Glenn Danzig'i zaten senede bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda konserde görülürken, bunlardan birsinin de Mystic Festival olması büyük şanstı. Sahnedeki iki dev ekranda yine ikiye bölünmüş, Danzig'in de logosu olan ve ayrıca ilk albümün de kapağı olan kuru kafa altında albümün tamamını çaldılar ki, mest olduk resmen. Sahnede yetmişine merdiven dayamış ama 70-80'lerin punk ruhundan bir şey kaybetmemiş yaşayan bir efsaneyi canlı izlemek özel anlardı benim için (aynı şeyleri Robert Plant, Nick Mason, Roger Waters bir de gülmeyin ama Erkin Koray konserlerinde hissetmiştim)

Danzig konserini bitirdikten sonra gecenin son konseri ve tabii yine İsveç'ten, yoğun emek harcanarak bitirilmiş bir sahne düzenlemesiyle bizleri bekleyen Watain'di. Kıpkırmızı ışıklandırma, yanan meşaleler, mumlar, ikonlar, ters haçlar, flamalar, kafatasları ile sahne değil adeta bir filmden seti andırıyordu (Indiana Jones: Temple of Doom'u izleyenler zihninde canlandırabilir) İşin aslı, ben de dahil fotoğraf ve video çekmek için orada olanlar ile sahne önündekilerin bir çoğunun aklında zaten vukuatlı bir grup olan Watain'i izlerken "bu sefer acaba başımıza neler gelecek" sorusu gelmiştir. Seyircinin üzerine kan püskürtmek, meşale savurmak vs. klasik Watain şovlarını bizim üzerimizde bu sefer denemezler diye düşünürken, Erik sisler içinde elinde meşalesiyle göründü. Kısa bir konuşma yapıp, meşaleyi seyircilerin üzerine fırlattı ve seyircilerden birinin ninja maharetiyle yakalamasıyla kimse en azından bu seferlik zarar görmemiş oldu ama bu kez meşalenin ucundan ayrılan yanan kısım kablo yığınının arasına düştü, kısa süreli bir panikten sonra yangın büyümeden söndürüldü. İstanbul'a geldiğinde ufacık mekan ve aşırı kalabalık içinde bir kez izleyebildiğim Watain'i yakından görünce, gerçekten bu işi hakkıyla yapan bir grup olduğunu daha net fark ediyorsunuz. Saatlerce süren sahne dekorasyonu, bir an bile durmayan Erik'in kendini paralarcasına harcadığı efor, boğazını parçalarcasına yaptığı vokal, diğer grup elemanlarının da ona uyum sağlaması... (minimum çabayla bu kadar korkutucu görünmeyi başaran favori elemanım Alvaro Lillo'da yine çok iyiydi)
Watain'den sonra İsveç'te yapılan bir festivalden belki daha fazla İsveçli grubu izlediğim günü bitirmiş, ertesi gün olan programıma göre, daha az koşturma içerdiğini görmenin verdiği rehavetle biraz daha fazla dinlenebilirim diye düşünüyordum.
3. Gün (Yorgun ama Mutlu)
Son günü saat 17:00 sularında, önünde sonunda ülkemize gelecek ve bu sefer iptal olmayacak diye diye yurtdışı festivallerde rastlaştığımız Wolfheart ile açtım. Yakın zamanda (bkz. Gaahls Wyrd Tour 2022 & Ultima Ratio Fest 2022 ile Budapeşte İzlenimleri -2-) izlemiş olduğum için grubu biraz fotoğraflayıp, izlemezsem olmaz dediğim Djevel için The Shrine sahnesine gittim.

Evet, mutlaka izlemeliyim dediğim gruplar beni pişman etmeye devam ediyordu. Bu seferki sorunumuz, sahneyi basan ve salonun içini de kaplamaya başlayan sisten hiçbir şey göremiyor oluşumuzdu. Arada sisin dağılır gibi olduğunu gören sorumlu CS:GO'da mekan basmaya giden terörist grubu gibi dur durak bilmeden veriyordu sisi. Bir ara sis bulutunun arasından grubun corpse paint yaptığını görür gibi oldum ama o Djevel miydi, ben mi hayal görüyordum emin olamadım. Kalabalığı yara yara, sislerin içinden yan salonda başlamak üzere olan tek kişilik pagan-folk müzikleri icra eden Lili Refrain'i izlemeye geçtim. Yıllar önce izlediğim Wardruna, Heilung konserlerinden, severek oynadığım ve yakında ikincisi çıkacak olan Hellblade: Senua's Sacrifice oyunundan esintiler taşıyan, iyi bir performanstı.

Bir sonraki gösterimiz, kıyafetleri ve tavırlarıyla bence modern dervişlere evrilmiş Naige'nin Alcest'iydi. Son günlerde sık sık severek dinlediğim Darkher'in ilk 15 dakikasını kaçırma pahasına sonuna kadar izlediğim konserlerden birisi oldu. Alcest gibi çok fazla takip edeni olan, kaliteli bir grubun günün erken saatlerinde ve sadece 45 dakika süre verilmesi bence hatalı bir karar olmuş. Ana sahnede biraz daha geç bir saatte çalmaları daha yerinde bir karar olurdu. Son albümleri Spiritual Instinct ağırlıklı olmak üzere sekiz parça çalıp sahneden ayrıldılar.

Sırada, ilk 15 dakikasını kaçırdığım, Jayn Maiven'in tek kişilik doom, gotik, folk türlerini harmanlayıp harika işler çıkardığı projesi Darkher vardı. Türü sevenlerin ve melankoliden hoşlananların mutlaka seveceğini düşündüğüm tarzda müzik yapan grup (davulcusu da sahnedeydi) Realms ve Buried Storm adında çıkarmış olduğu iki albümden toplam dokuz parça çaldı (ilk 4 parçayı dinleyememek üzücü, alacağın olsun organizasyon) son günün en güzel 30 dakikasıydı.

Ana sahnede yılların thrash grubu Dark Angel hazırlıklarını bitirmiş sırasını bekliyordu (ben hala saat ve sahne olarak Alcest ile yer değiştirmelerini gerektiğini düşünüyorum) İlk üç gün basın ekibine işkence dolu anlar yaşatan gerek ana sahne, gerekse diğer sahnelerdeki basına ayrılan alan meselesi son gün itibariyle artık çözülmüş görünüyordu ve alan tahminimden daha fazla genişletilmişti. Grupları daha iyi çekebilmek için, alanın genişletilmesini de fırsat bilenler mini katlanır merdivenini, taburelerini kapıp sahne önünde yerlerini aldılar. 75 dakikalık kendine ayrılan süreyi bitiren Dark Angel'a veda ettikten sonra, Park Stage'de bir "Bleed Mushuggahçısı" olarak izleyeceğim grubun fotoğraf ve video kaydına izin vermediğini öğrenmemizle hepimiz elimiz böğrümüzde kalakaldık. Birkaç parça dinledikten sonra Sabath Stage'deki Antimatter ile genç kızların sevgilisi, manga karakterlerinden esinlenme oluğunu düşündüğüm kostümüyle sırf merak ettiğimden izlemeye gittiğim Sleep Token konserleri vardı.

Öncelikle Sleep Token'dan bahsetmem gerekirse; ışık kullanımı ve grup elemanlarının sahne kostümleri olarak gerçekten muhteşem bir grup. Arkasındaki ekip de sahne önünden gördüğüm kadarıyla son derece profesyonel ama ben grubu hangi kategoriye koyacağımı bilemedim dostlar. Progresif metal desem pek değil gibi, alternatif rock üzerine biraz pop ve indie soslu, post rock+metal sanırım. Özellikle anime manga kültürüne, cosplaye sempatisi olanların çoktan dinleme listelerine aldıklarını düşünüyorum, sanırım spotify ve youtube dinlenme sayıları ile gençlerin gösterdiği ilgiye bakınca ileriki yıllarda adından çok daha fazla söz ettirecek bir grup. Daha sonra, bizim gibi dinozor metalcilerin yeri olan eski Anathema elemanlarından müteşekkil Antimatter konserini izlemeye geçtim. İlginçtir, katılımın çok az olduğu bir konserdi. Sanırım gençlerin Sleep Token'a, orta yaşlıların Gojira'da sahne önünde yer kapmaya gitmesinin etkisi vardı. Grubu çeken tek fotoğrafçı olarak, arada bana poz da vermeleri sayesinde konser sonunda mutlu mesut günün headlinerı Gojira'yı izlemek için ana sahneye geçtim.


Festivalin ilk günü nasıl Ghost günüyse, bugün de Gorija günüydü. Her iki kişinin birinin üzerinde Gojira tişörtü görüyordum neredeyse. 2014 ve 2015 yıllarında hala nasıl peş peşe iki yıl ülkemize geldiklerini inanamadığım Gojira'yı üçüncü kez Polonya'da izleyecektim. Ghost kadar olmasa da büyük bir kalabalık alanda toplanmıştı. Mario'nun gümbür gümbür davulları eşliğinde Born for One Thing ile açılışı yaptılar. Fotoğraf çekerken güvenlik elemanlarının bizleri sürekli geriye gidin diye uyarmasının sebebi de ilerleyen dakikalarda belli oldu. O zamana kadar sadece Behemoth'un kullandığı alev makineleri bu sefer de Gojira için çalışıyordu. Yüzümüzü ısıtan alev makinelerinin anlık parlamaları eşliğinde, sadece iki parça boyunca fotoğraf ve video kaydı için izin vardı. Süre bitip, dışarı çıkarılınca o gün The Hellacopters konserinde keşfettiğim basın çadırının bir köşesinde yığılmış tahta paletler üzerine çıkıp Gojira'yı fena olmayan bir açıdan izlemeye devam ettim.

Konser sonuna doğru hava iyice soğumuş, esen rüzgar da dile gelip artık eve gidip sıcak bir duş aldıktan sonra dinlensen ne güzel olur dedi, diyecekti. Programa göre, daha önce de izlemiş olduğum Unleashed ile Perturbator konserleri vardı. Enerjimin son kalan kırıntılarıyla önce kapalı mekandaki Unleashed'ı izler, hem de ısınır oradan da Park sahnesindeki Perturbator'u da gördükten sonra eve doğru yola çıkarım diye planımı uygulamaya koydum. Planım tıkır tıkır işliyordu ama artık ayaklarım başta olmak üzere, bütün vücudum s.o.s veriyordu. Kuzey'in oğlu J. Hedlund'un kıpır kıpır parçalarının nakarat kısımlarına biraz da eşlik ettikten sonra artık iyice sonbahar mevsiminden bir geceye dönmüş soğuk havaya rağmen (siz siz olun öğle vaktindeki güneşe aldanıp da montsuz, polarsız dışarı çıkmayın) Perturbator'u beklemeye başladım. İstanbul'a geldiklerinde de izlemiş olduğum Perturbator'u, keşke tekrar izleseydim pişmanlığı yaşamaya fırsat bırakmadan, bu güzel festivali nihayete erdirdim.
Dolu dolu ve neredeyse bir anını bile boş geçirmediğim bu güzel festivali her yazının sonunda adet olduğu üzere puanlamam gerekirse;
Ulaşım: 10/10 (şu ana kadar katıldıklarım içinde en rahat ulaşım imkanına sahip olan festivaldi) Festival Alanı/Ortamı: 9/10 (Bir puanı da zamanında bitirilemeyen ana sahne ve basın için ayrılan alanın darlığı yüzünden kırdım) Sahne Alan Gruplar: 10/10 (Her dinleyiciye hitap eden harika gruplar) Yeme-İçme: 5/10 (En sorunlu kısım bu bölümdü. Seçeneklerin azlığı ve fiyatların yüksekliği can sıkıcıydı) Fiyatlar: 8/10 (Merch fiyatları ortalamanın bir tık üstündeydi, yiyecek-içecek fiyatları da ortalamanın iki katıydı diyebilirim)
Seneye açıklanacak gruplara göre, daha da tecrübeli ve tabi antrenmanlı olarak katılmayı tekrar düşünebileceğim bir festival olarak listemdeki yerini almış oldu Mystic Festival.
0 notes
Text
Gaahls Wyrd Tour 2022 & Ultima Ratio Fest 2022 ile Budapeşte İzlenimleri -2-
Yazının ilk bölümünde anlatmaya çalıştığım (Bkz. Gaahls Wyrd Tour 2022 & Ultima Ratio Fest 2022 ile Budapeşte İzlenimleri -1- ) Gaerea, Saor ve Gaalh’s Wyrd performanslarından sonra, ertesi gün de tanıdık isimlerin olduğu mini bir festival beni bekliyordu. Daha bir kaç ay önce Ankara konserini izlediğim Moonspell (Bkz. Moonspell Ankara Konseri İzlenimleri), yaz aylarında İstanbul’da ilk kez izlediğimiz, hala Avrupa turnesine devam etmekte olan Borknagar, ülkemize her gelmeye niyetlendiğinde bir şekilde konseri iptal olan Insomnium ile onun kader arkadaşı Wolfheart ve ilk kez dinleyeceğim melodik death grubu Hinayana vardı.

Ertesi gün konserin başlangıç saat 18:00′e kadar bir hayli boş vaktim vardı. Ben de bir gezginin yapabileceği en iyi şekilde günü cadde, sokak, müze, park, restoran gezerek değerlendirdim. Gezi listemde olan, Macaristan’da için çok önemli bir piyanist-müzisyen ve Budapeşte’deki havaalanı ile bir çok meydan, üniversite, caddeye ismini veren Franz Liszt’in aynı zamanda bir dönem yaşadığı yer olan Franz Liszt Müzesi, Macar tarihinin ünlü kral, halk kahramanı ve siyasetçisinin heykellerinin bulunduğu Kahramanlar Meydanı, çeşit çeşit paprika, baharat, et ürünlerinin, hediyelik eşyaların satın alma imkanının olduğu (turistik mekan olduğu için tahmin edersiniz ki fiyatlar ortalama üzerindeydi) İstanbul’daki Kapalıçarşı’yı andıran Merkez Çarşı’yı yolu düşenler için gezilip görülmesi gereken yerlerden bir kaçı olarak tavsiye edebilirim. Haliyle gün içi o kadar koşturma sonucu, akşam ki hem fotoğraf maratonu, hem de izleyici olarak enerjiyi tasarruflu kullanmanın bilinciyle, programımda biraz değişikliğe gitmem mecburi oldu. Gezi programına o gün için biraz erken son vermek zorunda kaldım.

Biraz da konserin olduğu Barba Negra isimli mekandan bahsetmem gerekirse; Budapeşte şehir merkezinin 3-4 km kadar dışında, Tuna Nehri’nin hemen kenarında, ulaşımı kolay, kapalı alanı 1200, açık hava konserlerinde ise 3500 seyirci kapasiteli, yakın zamanda Lamb of God, Gojira, Kreator, Opeth, Whitesnake gibi büyük grupları ağırlamış bir mekan. Kapasından girdiğimde dizayn olarak “ne kadar da Küçükçiftlik’i andırıyor” diye içimden geçirirken, umarım ses sistemleri de onlar gibi ara ara hayal kırıklığı yaratan cinsten değildir diye düşünüyordum. Biramı alıp, bize ayrılan bölümde fotoğrafçı arkadaşlarla birlikte ilk defa ismini duyduğum ABD’li Hinayana’yı beklemeye başladık. Konser öncesi yaptığım küçük incelemede grubun, 2014 yılında kurulmuş olmasına rağmen sadece bir demo, bir albüm, bir ep yayınlamış olduklarını gördüm, işin aslı gezmekten ve fotoğraf çekmekten fırsat bulup da dinleyememiştim. “Hayal kırıklığı olabilir fazla da ümitlenmeyeyim” derken Hinayana resmen ters köşe yaptı beni ve benim gibi düşünen izleyenleri :) Özellikle vokal Casey Hurd (Metallum copy-paste) tek kelimeyle harikaydı. Son zamanlarda duyduğum en iyi vokallerden birisi olduğunu söyleyebilirim.

Bir ilginç not da konser sonrası baktığımda, çaldıkları beş parçanın tamamı albümden değil de demo ve ep dendi. Sanırım “demo böyleyse full albüm nasıldır siz düşünün” demeye getirdiler :) Bize verilen üç parçalık fotoğraf çekim izninden sonra kalan iki parça Hinayana’yı keşke biraz daha kalsalar diye diye izledim. Kişisel yorumum; Moonspell ile birlikte gecenin en iyisiydiler.

Yaklaşık 15 dakikalık aradan sonra İstanbul konseri denemeleri her seferinde hüsran ile sonuçlanan Finlandiyalı Wolfheart ve grubun “one man army” si Tuomas Saukkonen ile yakın zamanda tekrar faal duruma geçen grubu Before The Dawn Ankara’daki karşılaşmamızdan 12 yıl sonra (Bkz. Unutulmaz Konserler -1- ) bu defa Budapeşte’de karşılaşmıştık. Tuomas, 12 yıldır aynı Tuomas olarak istikrarını korumuş. Yine sahnede seyirciyle pek diyaloga girmeyen, yine bol dövmeli, kaslı ve işini ciddiyetle icra eden... İşin aslı; ben hala Before The Dawn gibi harika albümleri, kaliteli kadrosu olan grubu bitirip (gerçi yakın zamanda çekirdek kadroya yakın bir ekiple tekrar yeni işler yapmaya başladılar), Wolfheart’a neden ağırlık verdiğini almakta zorlanıyorum, sanırım hala 2000 ve 2010′ların Before The Dawn’ını özlüyorum.

Bu duygular eşliğinde sahneye son albümleri Wolfheart’dan artık aşina olduğumuz neredeyse her parçanın başlangıcında kullandıkları piyano melodileriyle sahneye çıktılar ve son albümleri King Of The North ağırlıklı olmak üzere her albümlerinden birer parçayla yaklaşık 45 dakika sahnede kaldılar. Konserin başlangıcında, 12 yıl önce katıldığım ve hala aklımda yer eden o konserdeki atmosferi hissederim, aynı heyecanı yaşarım diyordum ama olamadı maalesef. Ne ortam sadece 50 kişinin olduğu, sahnedekilerle karşılıklı biralarımızı tokuşturup sonra parçalara eşlik ettiğimiz ortamdı, ne Wolfheart (ex-Before The Dawn) eskisi kadar bana hitap eden bir gruptu, ne de ben 12 yıl önce aynı müzik zevklerine sahiptim. Yine de eski anıların tekrar canlanması ve eskilerden Aeon Cold’u da çalmaları adına hoş bir tesadüf oldu.

Günün üçüncü grubu, yıllardır memlekette yollarını gözlediğimiz ve iki ay arayla aynı turnede, aynı parçalarla tekrar dinleme şansını yakaladığım Borknagar oldu. İki ay öncesindeki İstanbul konserine göre, beş gruplu bir turne olduğundan dolayı tabi ki daha kısıtlı bir setlist olacağı kesindi. Bundan yıllar yıllar öncesi grubun vokali ICS Vortex’in Dimmu Borgir’i clean vokalleriyle renklendirdiği zamanlarda, emektar walkmanimde Spiritual Black Dimensions albümünü ve özellikle The Insight and The Catharsis’in son 1.15 dakikasını tekrar tekrar onlarca kez dinlemişimdir ve sahne alan çoğu grupla uzun zaman öncesinden böyle anılarımızın olması benim için ayrı bir güzellik de katıyordu bu turneye.

İstanbul konserinde bazı bazı detone olduğunu gördüğüm ICS Vortex bu konserde şahane bir performansla sahnedeydi. Burada bir parantez de grubun klavyecisi Lars Nedland’a açayım; kendisi gerçekten grubu alıp götüren eleman. Gerek klavyede, gerek vokallerde gerekse seyirciyle iletişimde on parmağında on marifet diyebileceğim birisi, bu durum kısa aralıklarla iki konserini izleyince daha iyi fark ediliyor.

Pandeminin zirve yaptığı dönemlerde çoğu grup gibi Insomnium da internet üzerinden canlı yayınlanan konserler vermişti. Rastladığım bir tanesinde, artık pandeminin ne zaman biteceğinin bilinmemesinin getirdiği moral bozukluğu mudur veya yayının aceleye getirilmesi midir ya da başka bir sebepten midir bilmiyorum gerçekten kötü bir performans göstermişlerdi. Stüdyoda, adeta bizim yerimiz binlerce kişinin karşısında çaldığımız sahneler, festivaller diyorlardı. Insomnium’un Türkiye konseri macerasına gelince, yanılmıyorsam iki kez son anda konserleri iptal olmuştu, yukarıda yazdığım gibi kader ortakları ile Wolfheart ile birlikte.

Bir saatten fazla sahnede kalıp Heart Like a Grave ve Shadow Of The Dying Sun albümlerinden ağırlıklı olmak üzere güzel bir setlist hazırlamışlar bizlere (favorilerimden Winter’s Gate I de bonus olarak çalarlar belki diye bekledim ama olmadı) ayrıca pandemi dönemindeki izlediğim Insomnium’dan eser kalmamış olması sevindiriciydi.

Günün son grubu artık ülkemizde neredeyse her sene izler olduğumuz ama arayı da fazla uzatmamalarını dilediğimiz Moonspell’di. Yakın zamanda Ankara konserlerinde bulunduğum, hatta hiç adetim olmadığı üzere birlikte fotoğraf çektirdiğimiz (arkadaş ısrarı) grubun bu sefer sahne önünde ben fotoğraflarını çekiyordum.

Yine klasikleşmiş Moonspell parçaları olan; Alma Mater, Full Moon Madness, Vampiria, Mephisto, Opium ile güzel bir setlist ile Ankara konserinin aylar sonra daha geniş katılımlı ve güzel bir tekrarı gibi oldu ve bu İki günlük yorucu ama harika grupları izlediğim bir konser maratonu da Fernando ile birlikte Full Moon Madness diye bağırırken sona eriyordu. Günün sonunda bol bol fotoğraf, video, güzel anılar ile ertesi gün yola çıkmak için bavulları toplama vakti gelmişti.

0 notes
Text
Gaahls Wyrd Tour 2022 & Ultima Ratio Fest 2022 ile Budapeşte İzlenimleri -1-
Sıcak bir temmuz ayında katılmış olduğum Release Athens 2022 (bkz. Release Athens Fest 2022 Kritiği) mini festivalinden yaklaşık üç ay kadar sonra, yurt içinde izleme imkanı bulduğum irili ufaklı konserlerin ardından, bu sefer de Budapeşte’de peş peşe iki gün harika gruplar ve performanslar izleme şansım oldu. Özellikle merak ettiğim Gaerea, Gaahl’s Wyrd ile yine, yeni, yeniden Saor, Moonspell, Borknagar’ı hem izleyip hem de fotoğraflamak güzel bir deneyimdi. Buradan destekleri için Extreminal.com a ayrıca teşekkürler 😊

Konserlere geçmeden önce Budapeşte’den kısaca bahsetmek gerekirse; Tuna diğer adıyla Danube nehrinin ikiye böldüğü Buda ve Peşte bölgelerinin birleşmesiyle oluşmuş tarih ve paprika kokan, İkinci Dünya Savaşı’nın anılarını hala çoğu yerde görebileceğiniz, güzel kafeleri, barları, açık hava sanat galerisi tadında büyük meydanları, geniş parkları, huzurun ve yeşilin hakim olduğu, yaklaşık iki milyon insana ev sahipliği yapan güzel bir Orta Avrupa şehri.
Bulunduğum dört gün boyunca yaptığım planlara, zamanı verimli kullanmama rağmen göremediğim yerler de oldu ama yolu düşenler için, akşam Parlamento Binası’nın ve Buda Kalesi’nin ışıklarının aydınlattığı Tuna kıyında gece yürüyüşü yapmadan, Gulaş Çorbası içmeden (ama ben daha iyisini yapıyorum 😊), Yahudi Mahallesi’nin tarihi sokaklarını gezmeden dönmeyin diyorum.

İstanbul çıkışlı yaklaşık iki saatlik uçuş ile ünlü Macar piyanist Listz Ferenc havaalanına inişten sonra, şehir merkezine ulaşımın en hesaplı yolu olan 200E numaralı otobüslerle ile Budapeşte’nin merkezi noktalarından biri Deak Ferenc meydanına yaklaşık 30-40 dakikalık bir yolculuğun ardından ulaşabiliyorsunuz.
Meydandan şehrin her yerine otobüs, metro, tramvay, pek uzak olmayan Tuna üzerinden ise tekneler ile ulaşım mümkün ama çoğu ülkede hayat kurtarıcımız olan Uber maalesef Macaristan’da faal değil, daha çok lokal taksi uygulamaları kullanılıyor. Gerçi fazla büyük bir şehir olmaması, gezilecek görülecek yerlerin genelde Tuna nehri çevresinde kümelenmiş olması, kaldığım süre boyunca toplu taşımayı nerdeyse hiç kullanmama sebep oldu ama şehirden ayrılırken saatim bana dört gün boyunca 70 km yol yürüdüğümü söylüyordu :)

Yazının konser kritiği olduğunun farkındayım ama katıldığım festival veya konserlerin (özellikle yurtdışı olanları) hemen hepsinin nerdeyse üçte ikilik kısmı şehir gezisi ve yerel yemeklerin tadımı şeklinde cereyan ettiği için, yazılarıma etki ediyor ister istemez. Ayrıca okuyanlar olur ve bir ihtimal yolları bu şehirlerde herhangi bir konser veya etkinliğe düşerse bu tavsiyelerin yardımcı olabileceğini varsayıyorum. Bu açıdan, İdil’in yazmış olduğu bkz. Wacken’da Hayatta Kalma Rehberi’nin de önemli bir yazı olduğunu düşünüyorum.
Kısaca da gezilip, görülmesi gereken yerlerden de bahsedip hemen asıl konumuza dönüyorum. Yukarıda bahsettiğim yerler harici, Tuna üzerindeki en güzel köprülerden Zincir Köprü (ben oradayken tadilattaydı maalesef), neredeyse her gün yolumun düştüğü Özgürlük Köprüsü, Aziz İstvan Bazilikası, Budin ve Vajdahunyad Kaleleri, harika heykelleriyle Kahramanlar Meydanı, güzel manzarası ile Gellert Tepesi, Terör Müzesi, Macaristan Ulusal Galerisi ilk aklıma gelenler.

Gelim konser gününe. Konser turunun ilki günü son yılların popülaritesi yükselişte olan gruplarından Gaerea, her albümünde farklı tatlar veren Saor ve canlı performanslarını çokça merak ettiğim Gaahl’s Wyrd vardı. Daha öncesi şehir merkezinde, fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla tarihi bir bina olan konser mekanı, konsere bir kaç gün kala şehre biraz daha uzak ama daha büyük bir yere alındı (biletlerin tamamen tükenmesiyle ilgiliydi muhtemelen) Plazaların ortasında, yeşillikler içerisinde çay bahçesini andıran hoş bir yerdi, dışarıda da konserden bağımsız elektro-pop müzikler çalıyordu, sanırım iş çıkışı biralarını içip sohbet etmeye gelenleri kıramamışlar 😊

Bahçede soluklanıp, merch standında biraz vakit geçirdikten sonra kapıların açılmasıyla birlikte video ve fotoğraf çekimi için güzel bir açı bulup ilk grup Gaerea’yı beklemeye başladık. Tam saatinde Asmodeus’u temsil eden logolu maskeleriyle sahnedelerdi. Mglavari riffleri hatırlatan Limbo albümünden Conspiranoia ile açılışı yaptılar ama ben kliplerinden farklı olarak, maske ile sahneye çıkan gruplar gibi sabit şekilde durup müziklerini icra ederler, seyirciyle diyaloğa bile girmezler diye beklerken (bkz. Batushka, Mgla vb.) özellikle vokalist G. açılışla birlikte resmen yıktı geçti. Seyirciyi ateşlemesi, ayak basmadık yer bırakmaması ve aynı performansı konser sonuna kadar sürdürmesi gerçekten takdire edilesi. Son albümleri Mirage’dan dört, bir önceki albümleri Limbo’dan iki parça çaldıktan sonra mekanın tamamen dolu olması, nispeten yetersiz havalandırma ve harcadıkları müthiş efor neticesinde sahnede bulunan bütün su şişelerini de bitirerek ayrıldılar :) Şubat ayında Atina-Selanik turu yapıyorlar, belki buralara da uğrayıverirler diye umut ediyorum bu yazıyı yazarken.
youtube
İkinci grup ise sık sık yolumun kesiştiği Saor’du. Aura, Guardians ve bence en iyi işleri olan Forgotten Paths’dan sonraki albümleri Origins ile Kelt k��klerinden kopmuş, farklı yerlere savrulmuş bir grup görüntüsü verdi bana, ayrıca konserlerinde her zaman gördüğüm sempatik kemancı Lambert Segura’nın ayrılması bariz kan kaybettirmiş gruba. İlk parçaları da son albümün isim parçası Origins’ti :) Aura albümünden The Awakening, Aura, Guardians albümünden özellikle ikinci bölümü benim için efsane olan Tears of a Nation’ı çalarak sahneden ayrıldılar.

Henüz müzik piyasasında Gaahl’s Wyrd diye bir oluşum yokken, bundan yıllar önce (sene 2014) ülkemize ilk defa gelen Wardruna’da, Gorgoroth’uh eski davulcusu Einar Selvik’le birlikte (tarzına oldukça ters olduğunu düşünüyorum) Viking mitolojisi, İskandinav paganizmi temalı folk-pagan müzikleri yapan Gaahl nam-ı değer Kristian Espedal ile ikinci karşılaşmamız bu gece olacaktı. Metal: A Headbanger Journey’deki malum sahnesi ile bir çok “meme” ye malzeme olması sonuncu, acaba izlerken de aklıma gelir sahne önünde güldüğümü görür de “hayırdır” der gibi bakar mı diye düşünceler de aklımdan geçmedi değil 😊 Gaahl ve ekibi bol sis efektleri içinde tam saatinde sahnedeki yerlerini aldılar. Açılış parçaları ise; son albümleri Ghost Invited’a ismini veren parçaydı. Daha sonrasında eski grubu Gorgoroth, God Seed ve hala faal olarak devam etmekte görünen Trelldom’dan da coverlar ekleyerek karma bir setlist sundular bizlere. Konser boyunca Gaahl, İstanbul’dan hatırladığımdan bambaşka bir görüntü içindeydi. Aralarda seyirciye teşekkür etmeler, parçaların öncesi küçük anekdotlar vermeler, hayranlarıyla bol bol el sıkışmalar gibi. Hatta benim bulunduğum bölgede herkesle el sıkışıp, bana sen geride kaldın gel buraya demesi, arada gülümsemesi, bildiğin sempatikmiş adam da biz yanlış tanımışız 😊 Performans olarak canlı izlediğim black metal vokalleri arasında en iyisi diyebilirim (Mortuus’un ile birlikte) o gece de yaklaşık 90 dakika boyunca muhteşemdi grubuyla birlikte.
youtube
Yaklaşık beş saat süren yorucu ama harika bir konser maratonunun ardından ikinci gün için ve bu sefer fotoğraf makinemi de yanıma alacağım, sahne önünde koşturmaca halinde geçecek ikinci gün için enerji toplamaya, eve doğru yola çıkma vaktiydi. Bu yazıyı yazarken aklıma geldi 😊 Gece sessiz sakin sokaklarda yürürken belki de bu ortama en uygun müzik sanırım bu diyerek Lambert’in bu parçasını açmış, Özgürlük Köprüsü’nden ay ışığı ile şehrin ışıklarının vurduğu Tuna’yı izlemiştim.

1 note
·
View note
Text
Release Athens 2022 Festivali İzlenimleri
Yoğun iş temposundan fırsat bulup, yaşadığım küçük ilçeden saatlerce yolculuk yapıp, iki saatliğine de olsa sevdiğim grubu izlemek ve dinlemek benim için özellikle şu son dönemde oldukça zor oluyor. %200’leri gören enflasyon, birtakım gericilerin artık böbürlenerek anlattığı konser iptalleri, “zaten etkinlik çok az, katılanlardan ne kazansak kârdır” zihniyetiyle iş yapan organizatörler, uzun yolculuklar vs. En çok da z kuşağından genç arkadaşlar için gitgide artan ekonomik olumsuzluklar… Umarım 10 yıl sonra uzaklara bakarak “bakın çocuklar biz bu ülkede Sonisphere’de Metallica, Slayer, Megadeth, Rammstein, Antrax izledik, zamanında Iron Maiden ile Alice Cooper gördük bu topraklarda” diyerek gözlerinden birer damla yaş süzülen, saçı sakalı ağarmış amca ve teyzelerden olmayız.

İç karartıcı bir başlangıçtan sonra gelelim yazının başlığı olan Release Athens 2022 Fest’e. Atina’da 2016 yılından bu yana düzenlenen bir organizasyon Release Athens. İlk yıllarda alternatif, indie, elektronik grupların ağırlıklı olarak sahne aldığı bir festival görünümündeyken, pandemi döneminden sonra biz metal müzik severlerin isteklerini dikkate almış olacaklar ki; rock-metal grupların ağırlığı gözle görünür şekilde artmış. İki yıllık pandemi arasından sonra 8 Haziran’da başlayıp, 23 Temmuz’a kadar süren maratonda, her hafta birkaç grubun sahne aldığı festivale bu yıl katılan grupların birkaçını söylemek gerekirse; Bauhaus (keşke izleme fırsatım olsaydı), Nick Cave and The Bad Seeds, Manowar, Mogwai, Iggy Pop, Blind Guardian, Sabaton, Jinjer, Sepultura’yı sayabiliriz. Festivalin düzenlendiği yerden bahsetmek gerekirse; Plateia Nerou adında ve içerisinde stadyum, su sporları merkezi, parklar, etkinlik alanlarının olduğu bir kompleks (konserlerin olduğu alanını görünüş olarak Küçükçiftlik Park’a çok benzettim) Atina merkezine toplu taşıma ile yaklaşık 30 dakikalık mesafede. Alana ulaşmak için biraz yürümek gerekiyor ama etrafta bol bol parkın bulunduğu ve trafik sorunu da olmadığı için, kâh çimlere uzanarak kâh manzaranın tadını çıkarak yolcuğu tamamlayabilirsiniz.
Yukarıda da dediğim gibi, bu ülke sınırları içinde artık konsere festivale katılmak lüks. Şu durumda; hele ülke dışında festivale katılmak ultra lüks haldeyken, Yunanistan seyahatinin planını yaptığımda neredeyse güzide ülkemizde tek günlük festivale ayırdığım bütçe kadar bir miktar çıkıyordu ortaya. Tekrar hesapladım, evet hata yoktu (hesap makinesi Çin malıydı). Judas Priest, Cradle Of Filth, The Dead Daisies, Black Soul Horde bileti o günkü kurla 900 lira bile etmiyordu, biralar 3-4 euro arasında değişiyordu, gece şehir içi ulaşım 8-10 euro civarındaydı. Önceki konser kritiklerime göre bol bol ekonomik kıyaslamaların olduğu bir yazı oldu sanırım J
Konser alanını bulmak için biraz gezindikten sonra sahnede olan Yunan heavy/power metal grubu Black Soul Horde’un son üç parçasına yetişebildim. Havanın sıcak, yapış yapış nem, yerlerin de beton olduğunu düşününce, kabalığın kendini gölgelik nereyi bulursa oraya attığına pek şaşırmadım. Ben de içecek reyonunun orada yerimi aldım. İlk defa dinlediğim Black Soul Horde, daha sonradan setlistlerine baktığıma göre tamamı son albümleri; “Horrors From The Void”dan oluşan bir listeyle sahnedelermiş. Keşke sahne süreleri biraz daha olsaydı dediğim bir performans sergilediler. Daha sonra dinlediğim albümlerinde Liar Of The Wolf, God Of War (Kratos’a selamlar) beğendiğim parçalar oldu.
Günün diğer grubu; gönlümde yeri ölene kadar ayrı olacak Deep Purple ve Black Sabbath efsanesi Glenn Hughes’un şu anki grubu The Dead Daisies’di. Ben acaba “bir bira daha alsam mı, biraz sıra var sanki” diye bakınırken sahneye bir çıkıverdiler ki, ne çıkış? Sizler yaş ortalaması 65 yaşında olan insanlarsınız. O nasıl bir enerji, nasıl bir sahne performansı, nasıl bir seyirciyle iletişim? O yaşlarda olanlar, ülkemizde yanmaz kefen piyasasını takip edip, manzaralı servi ağacı altı falan bakıyorlarken “Long Way To Go” ile açılışı yapıp “Unspoken” ile iyice coşan bizlere araya iki de Deep Purple klasiği ekleyerek (Mistreated ve Burn) kusursuz bir performansla ve bol bol teşekkür ederek sahneden indiler. Bu sayede İstanbul’daki Mayıs ayındaki gidemediğim Deep Purple konserini en azından bir nebze de telafisi oldu diyebilirim.

Deep Purple, pardon! The Dead Daisies’den sonra en son 2000’lerin başında ara sıra dinlediğim Cradle Of Filth sahne alacaktı. Programa dikkat etmediğim, sadece Judas Priest��e konsantre olduğum için onların ayrı bir konserde sahneye çıkacaklarını sanıyordum. Sahneye aldıklarında ilk iki üç parça sonunda hala 2000’lerin başında kaldığımı anladım. Ayrıca sıcak hava, oldukça uzun parçalar, yavaş yavaş baş gösteren yorgunluk neticesinde her parçanın birbirinin aynısı olduğu hissiyatını yaşamaya başlamıştım. Sadece aralarından eskilerden “Nymphetamine” ile “Her Ghost In The Fog” u seçebildim. Buradan yüzbinlerce takipçim olan hesaplarımdan (?) Dani ve ekibi görüp de alınmazlar umarım.

Ve sırada, yüzlerce km yol kat ettiğim, 2011 yılı İstanbul konserinde “keşke dünya gözüyle bir görebilseydim” dediğim, sıcak ve bunaltıcı nem yüzünden uğruna iki tişört değiştirdiğim Judas Priest vardı. Yaklaşık bir saat süren sahne hazırlığından sonra, önce intro olarak Black Sabbath klasiği “War Pigs” çalınmaya başladı. Tam da “bugün hep benim isteklerim çalınıyor” derken sahneye çıkmalarıyla birlikte ortalık savaş alanına döndü. Olympiakos - Panathinaikos basketbol maçlarının videolarını canlı canlı yaşıyor gibiydim. Her yerden ateşlenen meşaleler, havalarda uçuşan su şişeleri, moshpitler vs. derken, oradan oraya sürüklenirken “ben buraya nasıl geldim” diyordum en son. Yunanlılarla fanatiklik konusunda birbirimize çok benziyoruz sanırım :) Işıklar saçarak, uzay gemisi misali sahnenin tepesinden yavaş yavaş inen Judas Priest Cross’u da ile meşalelerinin dumanı ve kırmızısı ortama ayrı bir hava katıyordu. “You've Got Another Thing Comin”, “Painkiller”, “Electric Eye”, “Living After Midnight”, “Breaking the Law” gibi klasikleri peş peşe sıraladılar. Fakat manevi dedem Rob Halford’un sonlara doğru performansı bariz şekilde düştü (o 25 kiloluk metal işlemeli ceketi, o sıcakta ben giysem ikinci parçada sahnenin orta yerine düşer, kalırım herhalde) ama 71 yaşında turnede olan bir frontman a göre harika bir performanstı (Belki 71 yaşında bir kısmımız tuvaletin yolunu bile hatırlayamayacak) Sonunda dünya gözüyle Metal God görmenin mutluluğu ile son bir yorgunluk birası içip tekrar yola düştüm.

Festivali değerlendirmek gerekirse; The Dead Daisies tam anlamıyla kalbimi çaldı, Judas Priest ve sahnesi muhteşemdi, Cradle Of Filth fanları için güzel bir konser olmuştur ama maalesef ben 20 sene öncesindeki Cradle Of Filth’de kalmışım ve pek bana hitap eden bir grup değil halen malesef. Black Soul Horde pas geçilmemesi, şans verilmesi gereken bir grupmuş, onu görmüş oldum. Yunan seyircisine de bir iki kelam etmek gerekirse; Judas Priest’e kadar iş çıkışı takım elbiseyle rock bara gelmiş plaza çalışanı gibi dururken, Judas Priest’in sahneye çıkmasıyla resmen canavara dönüştüler (umarım meşaleler yüzünden birileri zarar görmemiştir) Konser düzenlendiği bölge gayet yeterliyken, sadece dışarıdaki geniş çim alanların yerini beton almıştı. Sanırım tek günlük olduğu için yiyecek seçeneği yoktu, sadece içecek standları bulunuyordu, onlar da makul fiyatlardaydı. Seneye düzenlenir ve “bu konsere katılmalıyım” diyebileceğim gruplar gelirse listemde yerini alacak bir festival olacak Release Athens.
0 notes
Photo

krzysztof drabikowski's Батюшка
#batushka#blackmetal#orthodox#guitarist#live#stage#concert#beforecorona#ambient#candles#costumes#concertphotography#canonphotography
24 notes
·
View notes
Text
Moonspell Ankara Konseri İzlenimleri
17 Mayıs 2022 Moonspell
2015 yılının buz gibi soğuk bir aralık günü Finntroll ve Epica ile geçici bir ara verdiğim Ankara’nın güzide seyircileriyle birlikte, sevdiğim grupları izleme şansını Moonspell ve birkaç günün ardından Soen ile birlikte tekrar yakaladım. Neredeyse yedi uzun yılın ardından Ankara’da pek de bir şey değişmemiş. Yine aynı coşkulu ve kaliteli seyirci, kapı önü muhabbetleri, konser sonundaki yüzlerdeki tebessüm...

2019 yılında pandemiden hemen önce Rotting Christ ile birlikte turladıkları konserde bir kez daha izleme şansının yakalamıştım Moonspell’i. Ancak o gün gerek mekanın yetersizliği, gerek organizasyon eksikliği hafızalarda kötü anılar bırakmıştı. Nihayet pandemi belasından yavaş yavaş kurtulup 2022′de Moonspell’in 30. yılının şerefine bu toprakları tekrar şereflendireceğini duyunca biletimi alıp, beklemeye başladım.
Konser günü gelip çattığında, saat 20:00 kapı açılışı, 21:30 ise konser başlangıcı olarak daha önce duyurulmuştu ama ben 10 saat tren yolculuğundan sonra pek dinlenmeye de fırsat bulamadığım için, konserin sonunu da “bir bar taburesi üstünde Teoman’ın uyuduğu yaştayım” durumunu yaşamamak adına, ikinci duble kahvemi içtikten sonra neredeyse yedi yıl sonra saat 21:00′da Jolly Joker’in kapısındaydım. Normal şartlarda her konser öncesi mutlaka sıra olan Jolly Joker’in önünde artık hafta içi olmasından mı kaynaklı yoksa hepimizin üstünden silindir gibi geçen ve geçmeye devam eden ekonomik krizin ektilerinden midir bilmiyorum, pek kalabalık olmadığı gibi konsere de tahminimden daha az katılım vardı. Üstelik Moonspell’in ilk Ankara konseri olmasına rağmen.

Saat 21:30 da Moonspell üç yılın ardından tekrar karşımızdaydı, açılış parçaları harika bir video klibi de olan “The Greater God”dı. Hemen ardından benim favori albümüm “Extinct”in isim parçası ile devam ettiler. Bu sırada salonun pek de yoğun olmamasından kaynaklı güzel de bir açı bulup biraz fotoğraf ve video çektim (Fernando saçlarını yeniden uzatsan şahane olur :)
“Night Eternal”, “Opium”, “Awake” ile devam eden konser 10 saatlik yolculuk, uykusuzluk, yorgunluğu alıp götürdüğü gibi iyi ki gelmişim dedirtti ve şunu kesinlikle söyleyebilirim ki; şu topraklarda izlediğim performans, dinlediğim setlist, her ne kadar az da olsa seyirci olarak en iyi Moonspell konseriydi. Sadece 2015′deki gibi bir de “Breathe” eşliğinde gerdan kıran dansözümüz eksikti, o da olsaydı efsane bir konserimiz olacaktıi artık kısmet bir sonraki gelişlerine diyelim.

Konserin artık sonlarına doğru klasikleşen Moonspell parçaları “Vampiria” ve “Alma Mater” de hep bir ağızdan söylendikten sonra “Full Moon Madness” ile bu güzel konser nihayete ermiş oldu.
17 Mayıs tarihinde Jolly Joker’de olanlar için harika bir konser, katılamayanlar için ise şahane bir Moonspell’i deneyimi geride kalmış oldu. Tekrar kendilerini ne zaman izleriz bilinmez ama Moonspell’in 2022 yılı Ankara konseri bence unutulmazlar arasında yerini aldı diyebilirim.
1 note
·
View note
Text
Faine Misto Festival 2021 İzlenimleri
Olur mu olmaz mı, yoksa Covid-19 engeline takılır mıyız, aşı olabilecek miyiz, aşı olduktan sonra iki hafta bekleme süresi diye bir şeylerden bahsediyorlar o da nereden çıktı, programı nasıl düzenleriz vs. gibi kafa karışıklıkları eşlinde hazırlıklara başladık Faine Misto’ya. Kış aylarında Covid-19’un ülkemizde doyasıya yaşandığı günlerde “böyle bir festival varmış, acaba katılsak mı” diye düşündük ama nasıl olsa ya iptal olur yada aşı olamadığımız için katılamayız diye birkaç aylığına bu planı rafa kaldırmıştık. Ta ki, Haziran ayında kısıtlamaların biraz daha gevşetilmesi, aşı temini probleminin çözülmesiyle birlikte büyük bir engel önümüzden kalkmış oldu. Cenk, bu dönemde yaşadığımız süreci, Ukrayna’nın Covid-19 için aldığı önlemleri vs. gerekli olan her şeye değinmiş. Ben lafı uzatmadan festival kısmını anlatayım.

Faine Misto, Ukraynaca anlamıyla “güzel şehir” anlamına geliyor, bizler de bu “güzel şehri” oluşturan yaklaşık 18000 kadar güzel insan olarak 28 Temmuz - 1 Ağustos arasında Seret Nehri’nin kıyısındaki Ternopil şehrindekiydik. 2013 yılından bu yana düzenlenen bir festival Faine Misto. İlk yıllar daha yerel bir festivalken, son beş yıldır uluslararası nitelik kazanmış. Bu yıl; main stage, dark stage ve light stage olmak üzere üç büyük sahne ve reggae stage, beach stage, talent stage gibi nispeten daha ufak sahneler mevcuttu. Tahmin edeceğiniz üzere; Extreminal olarak daha çok dark stage önünde zaman geçirdik.
İlk gün daha çok tanışma kaynaşma, festival alanını keşfetme şeklinde cereyan etti. Talent stage çalan bazı grupları biraz dinleme fırsatı da buldum, sanırım seneye birkaçı büyük sahnelerde kendine yer bulur. Ayrıca festival alanının yavaş yavaş nasıl oluşturulduğunu görme fırsatı da elde ettim. Gerçekten çok büyük emek harcanan ve ince detayların bile düşünüldüğü bir organizasyona katıldığımızı anladım. Günün en sıcak saatlerinde kendilerine gösterilen alanlarda çadırlarını kuranlar soluğu havuzda aldı, bir kısmı da voleybol ve futbol sahasında, su topu havuzunda, okçuluk pistinde, ıslak tişört yarışmasında, festivalin animatörü diyebileceğimiz Pastör’ün su tabancasından fışkırttığı bedava bira kuyruğunda olanlar da bir hayli fazlaydı. İlk gün etkinlikler, müzik, eğlence ve Faine Misto’nun mutlu halkı için her şey iyi başlamıştı.

Ertesi günün açılışını dark stage’de Ukrayna Vinnytsia’dan Sick Solution ile yaptık. Her ne kadar metalcore ile pek aram olmasa da izlediğim performansından gerçekten kaliteli bir grup olduğunu gösteriyor Sick Solution. Ayrıca SickoxSound ismindeki parçalarına da festival görüntülerinden gayet hoş bir video klip yapmışlar, merak edenler Youtube’dan izleyebilirler. Ardından sahne alan Belaruslu melodik death metal topluluğu Among Your Gods ise sanırım çektiğim fotoğraflara en çok ilgilenen gruptu, bütün sosyal medya hesaplarında paylaşmışlar sağ olsunlar :) Yakın zamanda vokal değişikliğine giden grubun, izlediğim videolarından eski vokalinin grupla daha uyumlu söyleyebilirim. Saat 20:00 civarında sahne alacak mistik metal (daha çok folk, atmosferik diyebiliriz sanırım) Motanka’ya kadar biraz mola verme zamanıydı. Bu mola zamanlarının çoğu hemen ana sahnenin yanındaki basın merkezinde geçti. Konum olarak olabilecek en kötü yer tercih edilmiş ne yazık ki. Benim gibi fotoğrafçılar için hiç problem değildi fakat tam grupların röportajı esnasında başlayan sound checkler her şeyi bozmaya yetti de arttı bile. O yüzden pek röportaj kaydı göremeyeceksiniz ne yazık ki ve sanırım gelen şikâyetler üzerine seneye daha uygun bir yer seçilecek.

Motanka, uzun bir intro ile sahneye çıktı. Ukrayna’daki ikinci festival deneyimimden sonra söyleyebileceğim; Ukrayna seyircisi kendi tarihlerini, folklorlarını, hayat tarzlarını anlatan ve yansıtan grupları çok seviyor. Motanka da bunlardan birisiydi. Yerel kıyafetleri, sahne şovları, seyirciyle etkileşimleriyle o gün izlediğim grupların en iyisiydi. Takip ettiğim kadarıyla yurtdışı festivallerde son dönem bir hayli görünmeye başladılar (bir diğeri ise 1914)

Ana sahnede Motanka show devam ederken her festivalde olduğu üzere izlenmek istediğim iki grubun saatlerinin çakışması problemini yeniden yaşadım. Polonyalı blakened death grubu Hate ile gündüz röportaj esnasında birlikteyken şimdi ilk kez sahnede izleyecektik. Bol kurukafalı sahne dekorları ve sis efektli güzel bir performans ortaya koydular ama sanırım çoğunluk Motanka’yı izlemekte olduğu için seyirci sayısı olarak biraz sönük kaldı. Umarım daha büyük festivalde tekrar rastlarız kendilerine. Günün izlediğim performans olarak gümüş madalyasını kendilerine veriyorum. Günün son grubu yine röportaj esnasında karşılaştığımız Almanya çıkışlı Ghostkid oldu. Metalcore sevenleri bir araya toplayan grubun, bize izin verilen üç parça boyunca fotoğraflarını çektikten sonra, gün boyu koşturmaca ve sıcağın etkisiyle yorgunluğmuz had safhaya ulaşınca artık bugünlük yeter diyerek festivalin ilk gününü sonlandırmış olduk.

Festival programına göre ikinci, bizim alana ayak basmamızın üçüncü günü benim için en yoğun geçen gün oldu. Cenk’in röportajlar sonrası otele dönmek zorunda kalması sonrası sahneden sahneye koşturarak geçti. İzlemek istediğim en başta Me And That Man olmak üzere, Stoned Jesus, Pornofilmy, kelt punk nasıl olur acaba diye merak ettiğim O’Hamsters hepsi aynı gündeydi. Röportajlarla başlayan günde Behemoth’un has adamı, Adam “Nergal” Darski ile karşılıklı hasbihal edildikten sonra, röportaja Stoned Jesus ile devam ettik. Röportajlar sonrası talent stage’de biraz vakit geçirdikten sonra dark stage’de yüzüne gözüne perde inmiş Lviv’li post black metal grubu Pusca’yı izledim. Farklı bir grup, fikir edinmek isteyenler için youtube’da festivaldeki canlı kayıtlarının videosu da bulunuyor.

O’Hamsters ise seyircinin tezahüratları, sevgi gösterileri eşliğinde sahneye çıktı. Sanırım festivalin en sempatik ve en eğlenceli grubu ödülünü ayrıca kendilerine vermek gerekir. Seyirciler ile sanki dün beraberlermiş de “hasretinize dayanamadık tekrar bir görüşelim istedik” dercesine sahneden bol bol parça aralarında sohbet ettiler. Punk sever arkadaşların dinlemelerini öneririm. O’Hamsters’ın hemen ardından yurtdışı festivallerde çok sık boy gösteren ama ne ülkemize gelen ne de katıldığım festivallerde izleyemediğimiz stoner-doom metal grubu Kievli Stoned Jesus ile Ternopil’de karşılaştık. Vokal Igor Sydorenko’yu öğleden önce röportaj verirken fotoğraflamıştım şimdi sırada sahnede fotoğraflamaya ve izlemeye gelmişti. Sıcak ve nemli havanın etkisi, Stoned Jesus nefis müzikleri ile dinleyenler büyük kısmı artık Ternopil Hipodromu’nun çimlerinde mutlu mesut uzanmıştı. Bir insan daha ne isteyebilir ki :)

Dark stage’de yine öğleden önce röportajda karşılaştığımız Space of Variations başlayalı 10 dakika kadar olmuştu, yine koşturarak main stage ile dark stage arası 1 kilometrelik mesafeyi rekor sürede tamamlayıp Space of Variations’u izlemeye başladım. Röportaj esnasında halim selim çocuklar gibi duran grup, sahneye çıkınca içlerinde saklı olan canavarı ortaya çıkardılar. Metalcore fanlarının takip etmelerini tavsiye edeceğim bir grubun, yakın zamandan Napalm Records’dan yeni albümlerinin çıkacağını da bilgiler kısmına ekleyeyim.

Artık güneş batıp, hava biraz daha serinlemişken günün koşturmacasının yorgunluğu üzerimde etkilerini göstermeye başlamıştı. Kendime en azından Pornofilmy’yi izleyene kadar dinlenebilecek güzel manzaralı bir yer ararken Alman gotik-dark rock grubu Lord of The Lost’un Covid-19′dan kaynaklanan problemler yüzünden konserinin iptal olduğu haberi ulaştı. Organizasyon, Lord of The Lost’un boşluğunu Pornofilmy’ye +30 dakika daha ekleyerek doldurmuş ki gerçekten şahane bir karar olmuş :) Ternopil Hipodromu’nun çimlerinde çimlerinde uzanıp, dinlenmeye çalışırken ana sahnede yine Ukraynalıların hep bir ağızdan parçalarına eşlik ettiği Karna sahnedeydi, Motanka gibi Ukrayna folklorundan beslenen grup, yine Motanka gibi ana sahneyi doldurmuştu (yerli gruplarını bu kadar destekleyen ülke dünya üzerinde nadirdir sanırım) Dark stage’de bonus olarak 30 dakika daha fazla izleyeceğimiz Rus punk topluluğu Pornofilmy; festival öncesi incelediğim ve dinlediğim kadarıyla punk müziğin hakkını veren, Rus hükumetiyle başı birçok kez belaya girmiş, bazen ismi bazen de şarkı sözleri nedeniyle konserleri iptal edilmiş, ettirilmeye çalışılmış bir grup. Ayrıca festivalin en çok izleyici çeken grubu oldular ve sanırım organizatörler bunu öngörememiş olacaklar ki; dark stage gibi main stage’den daha ufak bir sahnede yer verdiler ama ne gam :) Hep bir ağızdan şarkılar söylendi, otoritenin küfürler ile kulakları çınlatıldı, danslar edildi. Benim için günün en eğlenceli saatleriydi. Günün altın madalyasını ortan ikiye bölerek Me And That Man ile birlikte kendilerine veriyorum.

Veee hasretle beklediğim, keşke bu topraklara da yolu düşse dediğim, rock star olma yolunda koşar adım ilerleyen Nergal’in folk-counrty-blues karışımı projesi Me And That Man vardı sırada. Corpse paint, çivili bileklik, deri ağırlıklı kostümler içinde görmeye alıştığımız Nergal’i kovboy çizmesi, şarkası ve kot pantolon ile görmek biraz ilginç oldu :) Sahnedeki ekranlardan bol bol yanan kilise animasyonu paylaşmaları ve bunun harici gün içindeki pagan ayini de Ukraynalı ortodoksları bir hayli kızdırmış, bu konuya yazının sonunda ayrıca değineceğim. 1 saatlik bana göre oldukça kısa bir müzik ziyafetinden sonra Me and That Man ile bol bol alkış, ıslık ve sevgi gösterileri eşliğinde vedalaştık.

Festivalin üçüncü günü ikinci gününe nazaran benim için gayet rahat geçti. İzlemek istediğim tüm gruplar dark stage’de sahne aldıkları için main stage-dark stage arası koşuşturmaca olmayacaktı. Biraz erken gidip, yeni keşfettiğimiz teras barda biralarımızı yudumlayıp ilk izleyeceğimiz Kiev’den brutal death grubu Fleshgore’u beklemeye başladık. Saat 18:00 de sahne alan Fleshgore yine Hate gibi nispeten az sayıda seyirciye hitap etti ki; bu bende sanırım bu topraklarda death metal fanı az fikrini uyandırdı. Fleshgore’un ardından öğleden önce röportaj esnasında birlikte olduğumuz Infected Rain’in sahne almasına kadar olan 1.5 saatlik boşluğu yemek yiyerek (ilginç bir şekilde hemen her şeyin içerisnde dereotu vardı), bira içip, fotoğraf çekerek değerlendirdik :)

Grubun vokali olmanın yanında ayrıca modellik de yapan Elena Cataraga nam-ı değer Lena Scissorhands sürükleyip götürdüğü Moldovalı grup bana Brutal Assault’ta da izlediğim Jinjer’i anımsattı. Sahnede duruşu, vokali, tarzı ile Jinjer’in vokalisti Tatiana Shmailyuk’u tekrar izliyorum sandım, modelliğin de etkisi sanırım oldukça fotojenik birisi Lena :) Yaklaşık 50 dakika sahnede kalan grup kusursuz bir performans gösterdi diyebilirim.
Ve günün en çok beklediğim grubuna geldi sıra Batushka! 2015 yılında efsane bir albüm yayınlayıp, 2018 yılında kavga dövüş ile karpuz misali ikiye bölünen Batushka’lardan vokal Bartłomiej’in Batushka’sını 2019 yılında Brutal Assault’ta izlemiştim (bkz. Brutal Assault 2019) Pek sık konser vermeyen gitarist Krzysztof’un Batushka’sını ise izlemek Ukrayna’da nasip oldu. Gecenin son grubu olmanın verdiği rahatlık ile uzun süren hazırlığı ve bol sisli bir introdan sonra yaklaşık 30 dakika gecikme ile sahne alan Batushka ayine başlamıştı ki üçüncü parçadan itibaren fırtına eşliğinde bardaktan boşanırcasına yağmurun yağması bir oldu. Meteorolojinin konser bitiminden çok sonraları gösterdiği yağış gün içi güncellemesiyle tepemize indi. Her ne kadar direnmeye çalışsam da fotoğraf makinem ve lenslerimin geleceğini düşünmek zorundaydım :) Sığınacak bir yer bulup yağmurun dinmesini bekledik, başlangıçta gösteriyi o kadar uzatmanın ne gereği vardı diye de gruba sitemlerimizi ilettik.

Burada büyük bir eksiklik olarak gördüğüm konuya da değineyim. Festivalin önemli bir eksiklği ulaşım konusundaydı malesef. Bunu acısını özellikle geceleri dönüşlerde fazlaca yaşadık. Festivalin resmi ulaşım sponsoru Opti (Uber’in farklı bir versiyonu) yaklaşık 20 bin kişi için yetersiz kaldı. Toplu taşıma da çok sınırlı olduğu için dönüşler oldukça problemliydi. Üçüncü günü de yaklaşık 1 saat boyunca Opti’den araç bulmaya çalışarak, yağmur sonrası umarım hasta olmayız diye temennileriyle bitirdik.

Festivalin son günü yine gece sağanak yağmur uyarısı yapılmıştı ama bu sefer yağmurluk, postal, lensler ve fotoğraf makinem için her ne kadar su geçirmez çantada da taşıyor olsam de plastik market poşetlerim, yedek kıyafet ile tam teşekkülü olarak hazırdım. Son gün yine izlemek istediğim grupların hepsi dark stage’deydi. Ülkeye dönüş öncesi alışveriş kısmını biraz uzatıp, taksici abi ile de dil problemi yaşayınca izlemek istediğim senfonik metal grubu Ignea’nın son parçasına yetişeblidim. Sadece tek parçasını izlemiş olsam da beyazlar içindeki vokal Helle Bogdanova çok iyiydi. Türü sevenler için şiddetle tavsiye edebileceğim grup. Ignea’nın hemen ardından sıra, son yıllarda adını sık sık duyduğumuz 1. Dünya Savaşı temasını işleyen blackened death grubu 1914′e gelmişti. Hate ve Fleshgore’daki gibi yine az bir kitleye çalacaklarını düşünürken grubun sahne almasına yakın alan iyice dolmuştu. Grup sahneye 1. Dünya Savaşı’nda piyadelerinin giydiği üniformalar ile çıktı ve Birinci Dünya Savaşı’nda bizleri cepheden cepheye sürüklemeye başladı. Burada bir parantez de vokal Dmytro Kumar’a açmak gerek. Dipçiğine mikrofon takılmış tüfeği, çamur içindeki yüzü ve üniforması ile o nasıl bir delirmeye adım adım giden bir askerin ruh halini yansıtmaktır, o nasıl bir vokal yeteneğidir, izleyiciyi bir komutan edasıyla yönlendirmektir. Adeta sahnede vokal yapmıyor, Doğu Cephesinde siperdeki bir askerin ruh halini yaşıyor. Umarım tekrar canlı izleyebilirim dediğim gruplardan birisi oldu 1914.

Bir gözüm gökyüzüne bakıp acaba ne zamana gelir bu yağmur diye tahmin yürütmeye çalışırken, sahne sırası Ukrayna ortodokslarının yoğun eleştirilerine (biraz da küfürüne) maruz kalan Avusturyalı black metal grubu Belphegor’a gelmişti. Yukarıda da değindiğim gibi dindar tayfa “dini ve milli değerlerimze, Ukrayna aile yapısına” saldırı diyerek sosyal medyada hakarete varan şeyler yazmışlar gruplara, katılanlara, organizatörlere. Eski bir pagan geleneği olan kötü ruhları defetmek için yapılan kukla yakma ritüelini bile “kutsal haçı” yakıyorlar diye yansıtmaya çalışmaları komik olmuş. Kısacası yobaz her yerde yobaz sevgili okuyucular.

Biz Belphegor’a geri dönelim. Festivalin son gününün son grubu olarak Belphegor’un bizlere izin verilen süre boyunca fotoğraflarını çekip sahne önünden ayrılmam ile yine işte geliyor demem bir oldu. “Demek yedek kıyafetin var, fotoğraf makinen ile lenslerini korumak için de poşet getirdin ha, o zaman al bakalaım” diyen doğa ana, uzun yıllardır görmediğim fırtına eşlinde bardaktan değil sürahiden boşalırcasına bir yağmur ile bizlere ertesi gün de merhaba dedi. Uçuşan çadırlar, devrilen reklam panoları, yağmurdan kaçarken kayıp yerlere düşenler ile bir tarafa kaos hakimken, diğer tarafta zor şartlarda müziğini icra etmeye çalışan Belphegor ile yağmura inat anın tadını çıkarmaya çalışanlar ile henüz bitmedi devam ediyoruz havası vardı. Ben ne yazık ki kaos tarafına dahil olmak zorunda kaldım :)

Yine dönüş yolunda Opti’nin yetersizliği sonucu en sonunda beklemeye daha fazla tahammül edemeyip otele kadarki 10 kilometrelik yolu fırtınadan kırılmış ağaç dalları arasından ve zifiri karanlık otobanı geçerek yürümek zorunda kaldım. Umarım 2022 yılı için toplu taşıma imkanları daha da arttırılır da ulaşım problemleri yaşamaz katılımcılar. Bizde çok güzel anılar bırakan bu festivalin ardından, ertesi gün Lviv’e doğru yola çıkmadan önce otel odasının balkonundan Seret Nehrine son bir bakış atıp umarım seneye tekrar burada olabiliriz temennileri içinde Ternopil’e veda ettik.

Son olarak festivali puanlamak gerekirse; Ulaşım: 5/10 Kamp Alanı/Ortamı: 8/10 Festival Alanı/Ortamı: 9/10 Sahne Alan Gruplar: 8/10 Yeme-İçme: 6/10 Fiyatlar: 8/10 2022 yılı için şimdilik kesinleşen gruplar arasında; Black Dahlia Murder, Alestorm, Perturbator, Rotting Christ gibi gruplar bulunuyor. Katılmayı düşünenler için Cenk’in yazısıyla birlikte umarım faydalı ve eğlenceli bir yazı olmuştur. Kendinize iyi bakın, kalın sağlıcakla... Murat CİHANGİR (venominfernus)
0 notes
Text
Obscura/God Dethroned Konserleri ve Sırbistan İzlenimleri
Henüz bu coğrafya sokağa çıkma yasağı, maske, sosyal mesafe, luppo izdihamı ile tanışmadan önce, hem Sırbistan'ı gezmek hem de üzerine Obscura, God Dethroned, Thulcandra, Fractal Universe'den müteşekkil güzide gruplar topluluğunu izlemek için Cenk ile bir program düzenlemeye karar verdik.
Planımız; bir önceki ziyaretimde enteresan maceralar yaşadığım Üsküp Büyük İskender Havaalanı'ndan, hem daha hesaplı olması hem de zamanımızın bol olması neticesiyle etrafı seyrede seyrede otobüs ile Niş'e, oradan da aktarma ile Belgrad'a ulaşmaktı. Ancak otobüslerin yalnızca filmlerde görebildiğimiz tavuk, koyun, keçi ile birlikte seyahat edilen otobüslerden biraz daha konforlu ve Alibeyköy-Aksaray dolmuşlarından biraz daha az dur-kalk yaptığını öğrenmemiz sonucu "biz en güzeli araç kiralayalım" diye karar aldık. Saat 10 civarı çıktığımız yolda, öğle vaktini biraz geçerken Sırp sınırındaydık. Sınırda bizleri gayet misafirperver (?) bir şekilde karşılayan sınır polisine saygı ve sevgilerimizi ilettikten sonra akşam 7 gibi nihayet Belgrad'a vardık.
Konsere daha dört gün olduğu için gezmeye, etrafı keşfetmeye bol bol vaktimiz oldu. Sık sık şehrin en büyük ve turistik caddesi Knez Mihailova'yı turladık, yorulduğumuzda Cumhuriyet Meydanı'ndaki sıra sıra parklarda soluklandık. Türk mutfağı ile büyük benzerliği olan Sırp mutfağından bol bol Cevapi (İnegöl köfteden güzel bence), Pljeskavica, yerel biraları Jelen, çeşit çeşit Bureklerin tadımını yaptık (sanırım mimarisi ile birlikte en sevdiğim yönü mutfağı oldu). Ayrıca bu süre zarfında Sava ve Danube nehirlerinin birleştiği yerdeki Belgrad kalesi Kalemagdan, Askeri Müze, Aziz Sava Katedrali, Nikola Tesla Müzesi, bohem sokağı Skadarlija, Otomobil Müzesi, Sırbistan Ulusal Müzesi, Zemun, Taş Meydan, Sırbistan Ulusal Meclis binası, Cumhuriyet Meydanı'nı gezip görme şansımız oldu. Ülkenin ikinci büyük kenti Novi Sad'a da bir gün ayırdık. Sanırım orayı da Petrovadin Kalesi ve büyük meydanındaki her köşedeki mimari şaheser kiliseleriyle hatırlayacağım.

Tarihe ve sanata ilgili olanlar için gezilip görülmesini önerdiğim Sırbistan Ulusal Müzesi ve Nikola Tesla Müzesi'ni kısaca anlatmak isterim. Ulusal Müze; Cumhuriyet Meydanı'nda Prens Mihailo Obrenovic heykelinin hemen yanındaki üç katlı bina, en alt katta ilk ve orta çağ eserleri, ikinci katta genel olarak 18. ve 19. yüzyıla ait eserler en üst katta ise 20. yüzyıla ait daha çok Yugoslav sanatçıların eserleri mevcut. Picasso, Monet, Van Gogh, Gaugin, Manet, Renoir'in gibi ressamların tablolarını burada görmek beni bir hayli mutlu etti. Girişi, eğer zam gelmediyse 600 dinardı (ortalama 40 TL, 300 dinarlık biletler de mevcut sadece belli bölümleri gezebiliyorsunuz)


Nikola Tesla Müzesi'ne gelecek olursak, Aziz Sava Katedrali'ne yakın bir yerde tek katlı ufak bir bina, giriş ücreti 500 dinar. Nikola Tesla'nın hayat hikayesini İngilizce olarak izledikten sonra, yaptığı yaşadığı tarihin çok ötesindeki buluşlarının replikalarını ve kişisel eşyalarını tek tek inceleyebilirsiniz. Turun sonuna doğru Tesla'nın kendi adını verdiği "Tesla Bobini" ile kablosuz elektrik iletiminin nasıl bir şey olduğunu, elinizde tuttuğunuz yanmakta olan lambalarla tecrübe edebilirsiniz. Ayrıca meraklısına not olarak; Nikola Tesla’nın külleri de bu müzede muhafaza ediliyor.
22 Şubat’ta konser günü gelip çattığında Cenk, Belgrad'tan black metal grubu Zloslut ile bir söyleşi gerçekleştirdi (bkz. Zloslut Interview) oradan da hep beraber konserin olacağı Belgrad Gençlik Merkezi Dom Omladine geçtik.

Belgrad’a adım attığımdan bu yana Cumhuriyet Meydanı dışında afişini göremediğim ve pek faal olmayan Facebook etkinlik sayfasının aksine Dom Omladine bir hayli kalabalıktı (videolardan pek anlaşılmıyor ama) Konserin ilk grubu Fransa'dan progresif death grubu Fractal Universe yaklaşık 30-40 dakika sahnede kalıp, iyi bir performans çıkardı. Progresif metal adına ismi not edilmesi gereken gruplar arasına isimlerini ekledim ki; son albümleri Rhizomes of Insanity'de güzel iş çıkarmışlar. İkinci grup ara ara dinleyip keşke memleket sınırları içinde de izleyebilmek nasip olsa dediğim Thulcandra'ydı. Black Flag of Hate ile gümbür gümbür açılışı yaptılar, ortalık resmen yıkıldı, benim favorilerimden Frozen Kingdom’u da çalarak gönlümü fethettiler. Yayınladıkları üç albümden karma bir setlist ile sahnedelerdi.


Sıra merakla beklediğim God Dethroned'a gelmişti. Beklentim büyüktü ki; God Dethroned bunu boşa çıkarmadı. Geçen yıl Brutal Assault'taki Hypocrisy konserinden bu yana bu kadar muhteşem performans izlememiştim. Son albümlerindeki favorilerim, albüme isim veren Illuminati, Book of Lies, Gabriel'i peşpeşe çalıp unutamayacağım bir performans sergilediler. Gecenin kapanışı ise teknik death grubu Obscura ile olacaktı. Gün boyu gezme, Thulcandra ve God Dethroned'te özellikle boyun kısmında hasıl olan ağrı yavaş yavaş etkisini gösterirken, konser öncesi “sanırım Obscura'nın sonunu göremeyeceğim” düşüncesi konserin sonuna doğru gerçeğe dönüştü. Zaten anlamadığım bir şekilde Obscura'da ses düzeni alt üst olmuştu, sadece davulu duyabiliyorduk gitarlar ise zor duyuluyordu. Neredeyse konser ortası olmasına rağmen sorun hala düzelmeyince ve yorgunluktan iyice baş gösterince daha fazla zorlamanın anlamı yok diyerek Cenk ile yan taraftaki Gyros'a gidip ekmek arası tavuk döner yiyerek, İstanbul'u andık. Zaten birkaç konser sonra turne bitiminde grup elemanları müzikal farklılıklar sebebiyle ayrılma kararlarını açıkladılar. Bu da ilginç bir gelişme oldu bizim için.

Ertesi gün Belgrad'tan ayrılıp, Üsküp üzerinden ülkeye dönüş zamanıydı. Tekrar Türkiye'ye dönmeden önce çektiğim fotoğraflara bakarken, sanırım ben "yakın zamanda" tekrar buralara gelirim diye düşünüyordum, dönüşümüzden iki hafta sonra ülkede ilk korona vakası ortaya çıktı. Galiba bu "yakın zaman" biraz daha zaman alacak.
0 notes