bendokuz-blog
bendokuz-blog
Ben Dokuz
7 posts
Çoklu kişilik bozukluğu hakkında samimi bir blog. -Maybe it's our superpower.
Don't wanna be here? Send us removal request.
bendokuz-blog · 6 years ago
Text
Tumblr media
0 notes
bendokuz-blog · 6 years ago
Text
Rica ediyorum:
Şartlanmalarınızdan kurtulun.
Masada dedikodu yapılıyor diye rahatsız olup içerideki odaya geçecek kadar edepli, mahallede çocuklar top oynarken adeta onlarla çocuk olup, şen şakrak oyunlarına katılacak kadar sevgi dolu görünen bir adamın çocuk tacizcisi olabileceği ihtimalini ne kadar alır aklınız?
O tarz insanlar mutlaka suratından pislik akan, asosyal, üstü başı yırtık insanlar olurlar, değil mi?
Bir süpermarkette aceleniz var diye size sırasını veren o tatlı kadının, önüne geçtiğinizde cebinizden telefonunuzu çalacağına inanır mısınız?
Veyahut böyle bir olay başkalarının başına geldiğinde size anlatırlarken, içten içe aklınızın bir köşesinden geçer mi "yahu bahsettiği adam çok dürüst görünüyor, çok sevgi dolu görünüyor" veya "o kadın insanlara çok nazik davranıyor, asla böyle bir şey yapmış olamaz" gibi cümleler?
Haydi tam tersine bakalım şimdi;
Sokakta çocuğunuzun elinden tutmuş yürürken, üstü başı yırtık, yolda oturan yaşlı bir kadına elini uzattığını, hatta gülümsediğini bile görseniz kaçınız apar topar uzaklaştırır çocuğunu o kadından?
Dürüst olalım.
Vücudu dövmelerle kaplı olan bir adam daha tehlikelidir çoğuna göre, takım elbiseyle kaplı olandan.
Şartlanmalar, toplumun vebasıdır.
Ve de "Tüm genellemeler yanlıştır, bu da dahil. " demiş Nietzsche.
-Host
4 notes · View notes
bendokuz-blog · 6 years ago
Text
Bir not
Tuhaftır, çoğulluk hissine en hızlı ve en çabuk kapılmamı sağlayan şeylerden birisi de hep elektrik kesintisi olmuştur.
Aynı anda verilen bir sürü farklı tepkiyi dinlemek.. buna iyi veya kötü bir sıfat getiremem ama büyüleyici diyebilirim.
Bir anda şehrin bir kısmı karanlıklar altında kaldığında, içimde bir sürü farklı cümle yankılanıyor. Bir süre sonra da kişiler arası diyaloğa gidiyor bu tepkiler.
- Hemen koşup aya ve yıldızlara bakalım, ne güzel görünürler şimdi !
- Eyvah ! Ya telefonumun şarjı biterse?
- Ne kadar sürecek acaba kesinti, hemen geri gelir mi elektrik?
- Dışarı mı çıksak? Sokaklar karanlıkken yürümeyi çok seviyorum.
- Kesin kasten kestiler elektrikleri, eve girip bizi kaçıracaklar !
- Saçmalamayın, ne sokakta yürümesi !
- Saçmalamayın, kim kaçıracakmış bizi !
- Çekmecede bir bıçak vardı, kapının önüne ayakkabılığı mı itsek?
- Telefonun şarjı biterse diyorum, sabah nasıl uyanacağız?
- Yıldızlara bakın, hepsini kaçırıyoruz şu an !
Anlık karmaşa, elektriklerin gelmesiyle son buluyor, susuyorlar tek tek. Toplu diyaloglarında bulunup bir fikir beyan etmiyor olmama da alıştılar artık.
Bazen yavaş yavaş siliniyormuş gibi hissediyorum, sadece dinlerken. Beyan edecek bir fikrim yokmuş gibi geliyor.
Bazen insan, kendi karakterlerine bakarken bile onlardan biri değilmiş gibi hissedebiliyor.
0 notes
bendokuz-blog · 6 years ago
Text
*Dissosiyatif (çözülme) savunma sistemi
Zihindeki bazı düşünce, duygu kümeleri ya da karmaşa ve çelişkilerin bağlantılı oldukları olay ve anılardan koparak özerkleşip, otonomi kazanmaları sonucu benliği etkilemeleri durumu.
Uyurgezerlik, histerik unutmalar, çoğul kişilik gibi patolojilerde rol aldığı kabul edilmektedir.
Pierre Janet gibi bazı uzmanlar çözülmeyi bir savunma düzeneğinden ziyade bir sonuç gibi görseler de günüm��zde çatışma ve bunaltıyı yatıştırıcı bir düzenek olarak görme eğilimi vardır. Konversif bayılma nöbetleri de tipik çözülme reaksiyonudur.
İkili ya da çoğul kişilik durumlarında da bir düşünce, zihin bütünlüğünden ayrılarak apayrı bir davranış ortaya çıkarmakta, yani çözülme neticesi bireyin bir parçası diğerinden habersiz çalışmakta, bu parçalar birbirini tanımamaktadır.
2 notes · View notes
bendokuz-blog · 6 years ago
Text
Ben İki
Nefretimi kusmak adına yazdığım iki sayfalık, gereksizce depresif ve dramatik bir yazıda " senin yatağındaki çarşaflar, benim deli gömleğim oldu.. " diye sesleniyordum kendisine. Sonra yırtıp attım o yazıyı da içimdeki nefretle birlikte. Çünkü kişinin nefret ettiğinin yalnızca kendisi olduğunu anlamıştım.
Şimdi olayları tekrar anlatacağım burada ama nefretsiz, öfkesiz ve sakince.
İsimlerini Fatma ve Birol diye değiştirerek yazacağım bir çift oturuyordu evimizin iki yanındaki evde. İki de erkek çocukları vardı, birinin yaşı benimle, birinin de abimle. Fatma, annemin mahalledeki en yakın arkadaşı olduğundan, o ev sık sık gittiğimiz bir yerdi. Balkondaki plastik masa etrafında oturulur, onlar babamın dedikodusunu yaparlarken ben de onları dinlerdim. Fatma, ara ara bana dönüp " annen size kıyamadığı için ayrılmıyor o işe yaramaz babandan " diye söylenmeyi de unutmazdı.
-Sevmiyorsanız ayrılın. Birbirinizi nefrete teşvik ediyorsanız, birbirinize öfkeden başka bir şey duymuyorsanız ayrılın. Birbirinize zarar veriyorsanız, birbirinizi aldatıyorsanız ayrılın. Öfkenizi çocuklarınızdan çıkaracak raddeye geldiyseniz; kendi kendinizi hapsettiğiniz hayatın sorumluluğunu kaldıramayıp çocuklarınıza yüklemeye başladıysanız, lütfen ayrılın. -
Bu plastik masa sohbetleri rüyasından beni uyandıran hep annemin aynı cümlesi oldu: " haydi, burada sigara içiliyor, sen içeri gir "
Birol abi, erkek(!) olmasının verdiği ağırlığa dayanarak, asla kadınların dedikodu döndürdüğü bu plastik masa sohbetlerinin bir katılımcısı olmaz, alt kattaki salonda televizyon izlemeyi tercih ederdi.
Hatırlayabildiğim ilk anı da buraya dayanıyor, öncesi varsa da inanın hiç merak etmiyorum artık.
O zamanlar kameralı telefonlar bizim çevreye yeni düşmüş, babamdan her izin koparabildiğimde sürekli telefonunu alıp fotoğraf, video çekmeyi, bazen de oyunlar oynamayı çok seviyorum. Televizyon izlemek için karşısındaki kanepeye oturduğumda Birol abinin " gel, sana yeni telefonumdaki oyunu göstereyim " teklifi çok cazip geliyor o yüzden.
Enteresan bir oyundu gerçekten.
Oyuna girdiğinizde telefonun kamerası açılıyordu ve telefonu doğrulttuğunuz her yerde, ekrana baktığınızda küçük küçük canavarlar beliriyordu, siz de tuşlarına basarak o canavarları öldürüyordunuz. Zamanın Pokemon Go'su misali. Bir de hayat ne manidar, ekranlarda aradığımız canavarların yanımızda oturuyor olma şakasına müsait bir espri anlayışı geliştirebilecek yaşta değilim.
Aa ne güzel, bayılıyorum oyuna. Sonra Birol abi diyor ki " ışıkları kapat da gel, bak o zaman daha net görünüyor ekrandan " dediğini yapıyorum. Sonra Birol abi diyor ki " kucağıma otur da beraber oynayalım, ben sana göstereyim nasıl tutacaksın " dediğini yapıyorum. Sonra Birol abi beni iyice kendisine bastırarak diyor ki " elbisenin altındaki külotlu çorabı çıkarsana, hava çok sıcak, pişik olacaksın " ...
Henüz cinsellik kavramını algılamaktan aciz, bir çocuk olduğu zamanlarda bu tarz bir tehlikeyle karşılaşmış kimi insanlar çok iyi bilirler ki, tam o anda bir şey yüreğine korku salıyor. Bir şey yüreğinin orta yerinden tüm hücrelerine bağırıyor " kaç buradan " diye. Hani "Allah korudu" diyoruz. Kalbin hızlanıyor, kan basıncın artıyor, ellerin titremeye, yüzün ısınmaya başlıyor. Şartlar müsaitse, kaçabiliyorsun.
Şartlar müsaitti çünkü balkonda annemler oturuyordu. Yanlarına koşa koşa gittiğimde, az evvel neyden kurtulduğumu bilmiyordum. Yanlarına koşa koşa gittiğimde, ne yüreğimdeki korkunun sebebini, ne içerideki adamın nasıl bu denli rahat olabildiğini ne de niyetini sorgulayabilecek bilinçte değildim. Kendim ne olduğunu anlamadığım bir şeyi, anlatabilecek değildim. Kalbimin niye o kadar hızlı attığını sorsanız, bilecek değildim.
-Hani bazı kadınlar yıllar sonra anlatıyorlar ya yaşadıkları tacizi, tecavüzü, istismarı. Hani " e o zaman aklı neredeymiş, neden ailesine söylememiş, kesin uyduruyor.. " filan diyorsunuz ya. Neden diye sormanızın sebebi salt meraksa, bilin ki budur sebebi.-
Bu olayı şahsen kırılmanın -kişilik bölünmesinin- ilk anısı olarak kabul ediyorum. Bu olaydan sonra çocukluğum boyunca defalarca aynı eve gittiğimi, Birol abiyle muhatap olmaya devam ettiğimi, tonton bir mahalle sakini misali gelip benimle ve arkadaşlarımla oynamaya kalktığında onu hep kabul ettiğimi, lise yıllarımda sabahları beni okula götürmeyi teklif ettiğinde hiç tereddüt etmeden arabasına bindiğimi, hatta "kızım, bilgisayar bozuldu galiba, evde de kimse yok, bize gelip bir bakar mısın?" diye çağırdığı gün de bilgisayarın olduğu o yatak odasına kadar gittiğimi söylesem; bana da "aranıyormuşsun" der miydiniz?
"HAK ETMİŞSİN" der miydiniz bana da, 6 yaşımdan 18 yaşıma kadar defalarca ama defalarca bu adamın çok ama çok daha ileri boyutlardaki sapıklıklarına, iğrençliklerine maruz kaldığımı söylesem?
Peki, sürekli olarak gerek psikolojik, gerekse fiziksel şiddete maruz kaldığım bir evde büyümenin, beynimdeki *dissosiyatif savunma sistemini günden güne güçlendirdiğini ve bu yüzden, tam da bu yüzden -olayları hatırlamıyor olmamı fark etmesinden aldığı cesaretle- bu adamın günden güne şiddetini artırdığı istismarlarına her maruz kaldığımda, beynimin özbenliğimi korumak adına bana yeni bir kişilik yarattığını, olaylar esnasında "ben" i harikalar diyarına gönderip, bilincime "bu olayı aslında sen yaşamıyorsun" mesajı verdiğini, ard arda yaşadığım *blackoutlar sonucunda da kendisinin yanından ayrıldığımda neler yaşandığını asla ama asla hatırlayamadığımı söylesem size..
" Ne işi varmış o adamın arabasında? " der miydiniz? " Niye gitmiş o adamın evine? " der miydiniz benim için? "Amma aptalmış" der miydiniz?
Aptal, düşünemediğini düşünemeyendir belki de. Aptal, hayalini bile kuramayacağı şeylere maruz kalan insanları, neden, hangi olaylar sonucunda ve nasıl verdiğini bile bilmediği tepkilerine bakarak yargılayanlardır belki de. Aptal, kendi kozasının dışında bir dünyanın da olduğunu idrak edemeyenlerdir belki de.
Aptal olmayın.
------------
Buradan itibaren yazılarıma bir, iki kısım boyunca lise ve üniversitedeki zamanlarımı, *alterlerin oluşumunda önemli rol oynadığını düşündüğüm anılara odaklanarak anlatmayı planlıyorum.
Sonrasında 22 yaşında "hastalıkla" yüzleştiğim ve anıların geri gelme aşamasında dayandığım noktaları sizlere gösterip, alterlerle tanıştığım noktalarda sizleri de onlarla tanıştırmak ve iyileşme(!) safhalarından bahsetmek istiyorum.
Blogun ilerleyişi sırasında ara ara, bu durum ve bu durumu yaşayan insanlar hakkında doğru ve faydalı bulduğum kaynakları da paylaşmak istiyorum.
Umarım her şey istediğimiz gibi gider ve umarım bir gün birisi bunları okurken, kendinde var olan gücü ve hayatında var olan umudu görebilir, bir aynada görür gibi.
Bir sonraki yazıya kadar, hoşçakalın.
-*Host
4 notes · View notes
bendokuz-blog · 6 years ago
Text
Ben Çocuk
Size çocukluğumdan bahsetmek istiyorum biraz. Yer yer çirkin, yer yer travmatik bulacaksınız, yer yer üzecek sizi. Aslında yer yer de mutlu ve eğlenceli. Birçoğunun çocukluğunun olduğu gibi. Ama burada daha ziyade negatif tecrübelerden bahsedeceğim konumuzla alakalı gitmek adına, belki pozitiflerden de bahsederim içimden geldikçe ilerideki yazılarda.
İzninizle önce o zamanlar yaşadığım ortam ve şartlardan bahsetmek istiyorum size, kafanızda resmi oluşturmak adına. Anılar asla oldukları gibi hatırlanmaz derler ama en oldukları gibi hatırlayıp anlatmaya çalışacağım önümüzdeki satırlarda.
Bir üst sokağının bulunduğumuz şehirdeki torbacıların kalesi olarak bilindiği bir yerde büyüdüm 18 yaşıma kadar. Benden 5 yaş büyük bir abi, sabahtan akşama çalışan bir anne, ne iş yaptığı yahut ne işe yaradığı belli olmayan bir baba ile. Olayların ilk kırılma noktası bu şartlar altında başlıyor sanırım.
Gündüzleri işe giderken ilgilensin diye annesine bırakıyor henüz çok küçük olan beni, annem. Uzun lafın kısası 5-6 yaşıma kadar her gün yanımda içilen paket paket sigaraların da vesilesiyle önce zatürre, sonra astım oluyorum bu evde, sonra ciğerlerimin 4de 3ünü alıp tüp takmaya kadar gidecekken doktorlar, son anda yetiştirilip kurtuluyorum bir nebze ve aşı tedavisine başlıyorum. Bu aşamada sabahtan akşama ananemlerde yaşamaya devam ediyorum, yalnız bir iki farkla. Artık yanımda sigara içmiyorlar, bir de artık ele avuca geldiğim için dayakla da tanışıyorum.
Hastayım bu yıllarda, en ufak şeye sürekli midem bulanıyor ve sağa sola kusuyorum, her kustuğumda da ananemden halıları batırdım diye dayak yiyorum. Bir de astım, alerjik astıma çeviriyor, dışarı çıkarken maskesiz çıkamıyorum, kimse benimle arkadaş olmak istemiyor, evdeyken de buhar makinasına bağlı yaşıyorum.
Her şey yasak.
Hastahanede yaşadığım bir dönem var, o dönemde çocuklar için yapılan bir etkinlikte hayatımda ilk defa pamuk prenses karakterini görüp, canavar zannedip ağlaya ağlaya hastanede annemi arıyorum, bahçeye çıkıyoruz bazen, onda da çiçeklere dokunmak yasak, polene alerjim var.
Hastahaneden çıktıktan sonraki dönemde çikolata, dondurma, denize girmek, kuruyemiş, şudur budur gibi şeylerin yasaklığından ziyade; kedi köpek sevmek, koşmak, zıplamak, yorulmak, çok ağlamak, çok gülmek gibi şeylerin yasaklığı eziyor içimi. Hasta diye kardeşine zaman zaman gösterilen ilgiden rahatsız olup, kimse evde yokken ellerini ayaklarını ve ağzını koli bandıyla bantlayıp bir yatağın bazasına kapatacak kadar psikopat olan abi figürü eziyor genelde içimi. Babam eve gelince telaşla dudaklarımdaki bantları bir çırpıda söktüğünde aldığım kanın tadını, nedense hala hatırlayabiliyorum.
Eziyetlerinden bahsetmeyi bu tek örneğin dışında uzatmayacağım bir abi, babanın işsizliğinden ve de çevirdiği işlerden sinir hastası olmuş, bu sinirini de mütemadiyen çocuklarından çıkaran bir anne. Bu sinir çıkarma yöntemlerinin de, kızını saçlarından kavrayarak kafasını dolaplara vurmaktan tutup, soba karıştırmak için kullanılan o ince uzun demir çubukla dövmeye kadar uzanan geniş bir skalası olduğunu şöylece vurguladıktan sonra, bu konuyu da daha fazla uzatmayacağım. O demirin sıcaklığını da nedense hala hatırlayabiliyorum.
Bir de hasta dedemiz var evde, zaman zaman fırsatını buldukça o da bastonuyla şiddet uygulamaktan hiç kaçınmıyor, özellikle bahçedeki köpeklere. " Ne olur dövme onları " diye ağlaya ağlaya siper olmaya çalışırken kulubenin içindeki köpeklere, baston darbelerinden ben de nasibimi alıyorum.
Evde yalnız kaldığım kimi zamanlarda da babamın mafya kılıklı alacaklıları kapıya dayanıyor, kendisini aradığımda dışarı çıkmamamı ve çıkarsam beni kaçırabileceklerini söylüyor. Yine köpeklerin kulubesine gidip akşama kadar onlara sarılarak birilerinin eve gelmesini bekliyorum. O eve gelen birilerinin anlık sinir durumuna göre " ne işin var köpek klubesinde, alerjin var diyoruz sana " diye tekrar dayak da yiyebiliyorum.
Sanırım genel hatlarıyla çocukluğumdaki genel ev yaşantımın resmini biraz da olsa size çizebildim.
Bundan sonrasında anlatım alanını hem zaman, hem de mekan olarak biraz daha genişletip ergenliğime, lise dönemlerime ama öncesinde yaşadığım sokaktaki iki yan eve kadar sıçrayacağız.
Çocuk zihnimin ilk "yeter" dediği yere.
Hayatımda tanıdığım ilk çocuk tacizcisine..
-Host
13 notes · View notes
bendokuz-blog · 6 years ago
Text
Başlangıç
" Anlamlandıramadığın şeyleri yazıya dökmeyi nasıl planlıyorsun? " diye sorarken biri, bir diğeri ise " yazarken anlamlandıracak belki " diyerek cevap veriyor ona.
Peki ben bu diyaloğun neresinde miyim? Hiçbir yerinde ve her yerinde.
Ben yazanım. Ve dinleyenim içimdeki bütün bu insanları. Kaldırmaya çalışanım günden güne, parça parça geri dönen anıları. Anlamaya çalışanım. Hazmetmeye çalışanım. Ağlamamaya çalışanken gün geçtikçe bu yetisini kaybedip, şimdilerde ağlamaya çalışanım. Kendini anlatmaya kalksa insan, bitmez tabi.
Buraya bir blog açmak istiyorum, buraya, tam buraya doğru kendimi ifade etmek. Ve yine tam burada benimkine benzer bir karmaşada kalanların, çoğu insanın kendine özel olarak yaşadığı o özel hayatı üç, beş, dokuz, on kişiyle paylaşanların okudukları zaman yalnızlıklarını -evet yalnızlıklarını- unutturacak bir şeyler karalamak istiyorum.
Biraz özgürleşmek istiyorum burada. Biraz gerçeklerden bahsetmek istiyorum ne doktorlarda, ne de google arama sonuçlarında bulunmayan. Biraz yalın halini göstermek istiyorum, insanların havalı bulup rolüne girdikleri şeyin. Biraz aslını vurmak istiyorum kimilerinin yüzüne, delilik dediklerinin. Büyük bir çıplaklıkla ve kimilerinin çirkin bulacağı kadar kocaman bir dürüstlükle.
Birazcık da gülmek istiyorum. Ama kendi kendime değil, hep beraber.
Ben, bugün, 25 yaşında bir genç kadınım. Aynı zamanda 6,13,17,21,23,26,28 ve 35 yaşındayım. Benim anadilim, hem Türkçe hem İngilizce.
Benim için hem çok mütevazi, hem de çok kendini beğenmiş diyebilirsiniz. Çok aptal ve çok akıllı, çok sakin ve çok neşeli, çok masum ve çok zeki, çok mutlu yada intihara meyilli. Fark etmez, ben aynı anda bütün bunların hepsiyim.
Çünkü dissosiyatif kişilik bozukluğum var. Yahut çoklu kişilik bozukluğu. Tabi bunu bazıları şizofreni de zannedebiliyor, bazı doktorlar tanı koymaktan acizken bipolar da diyebiliyorlar, bazıları "depresyondur, anksiyetedir, bak şu ilacı vereyim iyi gelir" gibi ağzı açık bırakan ifadelerde bulunabilirken, bazı çevrelerde ise içine cin girmiş veyahut şeytan çarpmış ibretlik bir örnek olarak çıkıveriyorsunuz kendinizin karşısına.
Tüm bu etiketler ne kadar önemli?
Bunca gelişmişliğine rağmen bilimin ve teknolojinin, bu sözümona "hastalığın" adına bir araştırmaya tutulduğunuzda; madde boyutunda bir sebepler ve sonuçlar furyasının dışında hiçbir şey bulamamak ne denli içinde kalıyor mantık sınırlarının?
Ben, dokuz kişi, bu yalnızlıktan çok sıkıldım.
Burada amaçlarımdan bazıları da şunlardır ki, bu durumun kendimdeki oluşma safhalarından, yaşadığım travmalara; bir doktorun yardımı olmadan geçirdiğim iyileşme serüvenlerinden, aklımı kaybediyorum zannettiğim anlara; karakterler arası barış ortamını sağlamak için içimde kurduğum sistemlerden, çevremin yaşadıklarıma verdikleri tepkilere; yardım etmeye çalışanlardan, manipüle edip kullanmaya çalışanlara; avantajlara çevirmeyi öğrendiğim dezavantajlardan, bu yolculukta edindiğim tecrübelere.. Dahası, bu konudaki her şeyi paylaşmak istiyorum burada.
Hayatımı paylaşmak istiyorum denilebilir biraz da. Çünkü eğer siz de benim gibiyseniz çok iyi biliyorsunuz ki, insanların sanki bir elinin bir parmağı incinmiş gibi günlük hayatın bir kenarına konulabileceğini zannettikleri bu hastalık(!), aslında sizin hayatınızın tamamıdır.
Ve ne kadar anlatırsanız anlatın, asla tam olarak anlatamazsınız.
İstiyorum ki günün birinde "aklımı kaybedeceğim artık, yaşayamıyorum böyle" düşünceleri içinde son bir umut, internette bir işaret arayan birisinin önüne benim yazılarım da çıksın. Benim anılarım da çıksın. Bilsin ki yaşanıyor. Onu anlayan birileri var. Ve hatta bilsin ki bu işin -bakış açını değiştirdiğinde- güzel, avantajlı, kimi zamansa büyülü ve eğlenceli tarafları da var.
Biraz günlüğümsü, biraz saçma bir blog olacak diye düşünüyorum ve muhtemelen yazılar da gereğinden fazla uzun olacak.
Ama olsun.
-Host
5 notes · View notes