digizinzin
digizinzin
digizin
9 posts
sizden ve bizden gelenler. instagram: @kbusinemakulubu youtube: @KarabukSinemaKulubu
Don't wanna be here? Send us removal request.
digizinzin · 3 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Sinema Ölüyor Mu?
Aslında hepimiz farkındayız. Evet hepimiz. Bu başlık sadece bir sorudan ibaret değil aslında, bir argüman veya bir fikirden de öte bir gerçek. Ama bunun hakkında konuşmak için daha erken, önce bu soruyu neden sorduğumuza bakalım.
2020 yılında tüm insanlığın hayatını etkileyen bir pandemi yaşandı ve neredeyse herkesin hayatını değiştirdi veya köklü değişimlere yol açtı. Ve bu değişimlerden nasibi alanlardan en önemlilerinden bir diğeri ise sinemaydı. Bakın sinema deyince aklınıza sadece sinema salonları gelmesin tam aksine bir sanat olan sinemanın tamamı gelmeli. Zamanında sosyalleşmenin, sanatla buluşmanın, hatta sanatı takdir etmenin en önemli araçlarından birisi olan, zamanında gördüğü rağbetin şu an yarısını bile göremeyen sinema hayatımızdan çekiliyor mu yoksa bu geçici bir süreç mi? Bu konuyu konuştuktan sonra başlığımıza geri dönebiliriz.
İlk olarak ve en önemli etken olan koronavirüsün sinema salonlarına yaptığı darbeden bahsedelim.
Türkiye İstatistik Kurumuna göre 2019 yılında Türkiye genelinde toplam seyirci sayısı 56.479.209 olarak hesaplanılmış. Bakın, sadece bir sene sonra; koronavirüs hayatımızın tam içindeyken ise bu sayı 17.226.962’ye gerilemiş neredeyse 40 milyon seyirci demek bu. Ve bu istatistikler pandemi olduğu için çok normal. Sağlığımız tabii ki her şeyden daha önemlidir. Fakat pandemi sonrası bu sayı Box Office Türkiye’ye göre 2024 yılında sadece 33.149.052 bandına kadar yükselebilmiş.
Bu durum sadece Türkiye’ye özel değil dünya genelinde en büyük Box Office gelirlerinin olduğu ülkeler Amerika ve Çin bile bu durumdan bir hayli etkilendi. Mart 2020 itibarıyla, Çin film endüstrisi tüm sinemalarını Ay Yeni Yılı sırasında kapattığı için 2 milyar dolar kaybetti oysa bu dönem, genellikle Asya genelinde endüstriyi ayakta tutan bir zamandı. Kuzey Amerika ise 13–15 Mart tarihleri arasında 1998'den bu yana en düşük gişe hasılatı hafta sonunu yaşadı.
Yerel sinemalar ve sinema salonlarının ise en büyük şikayetçi olduğu durumlardan birisi de bu aslında. Korona sonrası yeteri kadar destek almamaları yüzünden kapanan dünya genelinde binlerce sinema salonu var. Türkiye de ise şöyle bir istatistik çıkıyor karşımıza:
2019 yılı itibariyle 2.826 olan sinema salonu sayısı, 2022 itibariyle yaşadığı en büyük düşüşü yaşayıp 2.366 sinema salonuna gerilemiş durumdaydı.
Madem istatistiklerden ilerliyoruz o zaman bunu eklemekte fayda var:
2020 yılında ortalama olan bilet fiyatı 17.21 TL iken, 2024 yılında ortalama bilet fiyatı 150.64 TL ye kadar yükselmiş durumda. Bilet fiyatlarındaki artış, sinemaya gitmenin maddi yönünü de sorgulatıyor. Ayrıca Türkiye’deki sinemalarda kâr gütme amacıyla, salonlardaki ekranın parlaklığı neredeyse en düşük hale getiriliyor. Bu durum ben dahil tüm izleyicilerin sinemadan keyif alma hissini de en düşük hale getiriyor. Evde bir platform aboneliğiyle bir ay boyunca sınırsız film izlenebilirken, bir sinema bileti fiyatı birçok kişi için lüks haline gelmiş durumda.
Bu seyirci sayısındaki düşüşün en büyük sebeplerinden biri, dijital platformların olağanüstü yükselişi. Netflix, Disney+, Amazon Prime ve yerel dijital platformlar sayesinde insanlar, sinemaya gitmeden diledikleri filmi evlerinde izleme özgürlüğüne kavuştu. Bu rahatlığa pandemi zamanında alıştıktan sonra insanlar sinemaya gitme alışkanlıklarından vazge��tiler.
Şimdi ise konuşacağımız şey geçmişten gelen bir problem değil, tam aksine günümüzün bir problemi. Dijital çağın insan üzerinde etkisi. Sosyal medya platformlarının dayattığı kısa süreli, hızlı tüketilen içerikler nedeniyle toplumların odaklanma süresi giderek azalıyor. Artık insanlar telefonlarına bakmadan veya dikkati dağılmadan 2 saatlik bir filmi bile izleyemez oldular.
Bu ‘kaydırma’ kültürü sadece sinemanın bir problemi değil aslında. Tüm insanlığı tehdit eden bir duruma geldi. Odak süresi insanların o kadar azalmaya başladı ki, artık bir kitabın bir sayfasını bile bitiremeden dikkatleri dağılıyor. Sürekli gelen bildirimler, kısa videolar ve anlık dopamin patlamaları, derin düşünme yetimizi adeta çalıyor. Eskiden saatlerce süren sohbetler, şimdi ise sadece üç kelimelik mesajlara sıkıştı.
Gelgelelim dünya üzerinde değişen sanat algısına. 3-5 “like”ın peşinde koşmaktan sanatı takdir etmeyi unutmuş bir nesil çığ gibi yükseliyor. Aldıkları “like” ile ölçülen başarı algısı toplumların şu anda yüzleştiği en kritik sanat algılarından birisi oldu.  Bu da sanatın niteliğini arka plana atarak “popüler olan değerlidir” anlayışını besliyor. Tüm bu gelişmeler, sinemayı sadece bir eğlence aracı değil, aynı zamanda bir sanat formu olarak da zayıflatıyor.
Ve işte geldik tekrardan o soruya, bütün bunlar yaşanırken “Sinema Ölüyor mu?”
Belki de yanlış soruyu soruyoruz. Sinema ölmüyor, dönüşüyor ama bu dönüşüm sinemanın öldüğünü düşündüren cinsten bir dönüşüm. Tıpkı sessiz sinemanın sesli filmlere, siyah-beyazın renkliye evrildiği gibi. Ancak bu seferki dönüşüm sadece teknolojik değil, izleyicinin sinemayla kurduğu ilişkinin kökten değişimiyle şekilleniyor. Ve bu değişim o kadar şiddetli ki, sinemanın ruhunu tehdit ediyor.
Sinema salonları sadece film izlenen mekanlar değildi. Işıklar söndüğünde, perde aydınlandığında hepimiz aynı dünyaya dalardık. Yabancıların omuz omuza güldüğü, gözyaşlarını silmek için aynı anda mendil aradığı, karanlıkta birbirine dokunan kalplerin ortak ritmini duyduğumuz bir mucizeydi bu. Evde izlerken "pause" tuşuna basar, kahve alır, telefonumuza bakarız. Ama salonda filmin büyüsüne teslim olurduk. Gerçek kaçış buydu.
Filmler artık bir kere tıklanıp geçilecek içerikler haline geldi. Oysa sinema salonu bir seremoniydi. Bilet almak, koltuk seçmek, kokusuyla, sesiyle, yabancılarla aynı duyguyu paylaşmak.
En son gerçekten bir film izlediğinizde telefonunuzu sessize aldınız mı? Gözünüz sadece perdede miydi? Yanınızdaki yabancıyla aynı anda güldünüz mü? Eğer cevap "hayır" ise, sinema çoktan içinizde ölmüş olabilir.
Bu başlığı 97. Akademi Ödüllerinde En İyi Film ödülünü alan Anora filminin yönetmeni Sean Baker’ın konuşmasıyla bitirmek istiyorum.
"Sinemaya nerede aşık olduk? Sinema salonunda. Bir filmi, bir seyirci topluluğuyla salonda izlemek bir deneyimdir. Hep birlikte gülebiliriz, ağlayabiliriz, korkudan çığlık atabiliriz ya da sessizliğe gömülüp kalabiliriz. Dünyanın giderek bölündüğü şu zamanda, bu her zamankinden daha önemli. Evde asla yaşayamayacağınız ortak bir deneyim. İşte savaş çağrım bu! Yönetmenler – büyük ekran için film yapmaya devam edin. Ben edeceğim. Dağıtımcılar – lütfen önceliğiniz sinema salonları olsun... Neon benim için bunu yaptı, yürekten teşekkür ederim. Ebeveynler, çocuklarınıza uzun metrajlı filmleri sinemada izlettirin; böylece yeni nesil film severleri ve yönetmenleri yetiştirmiş olacaksınız. Ve hepimiz, fırsat buldukça lütfen filmleri sinemada izleyelim. Sinema deneyiminin bu muhteşem geleneğini yaşatalım!"
Ben anlattım cevaplama sırası sizde. Sizce sinema ölüyor mu?
-İ. Batu Öztürk 07.05.2025
2 notes · View notes
digizinzin · 3 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Bu dünya bizim. Bir Film Önerisi : La Haine
“Bu bir hikâye değil. Bu bir düşüş. Her şey adamın düşerken söylediği sözle başlar: 'Buraya kadar her şey yolunda...' Asıl mesele düşüş değil, yere çarpış anıdır.”
Bu replik, Mathieu Kassovitz’in 1995 yapımı siyah beyaz filmi La Haine’in sadece açılış repliği değil; aslında bütün filmin, karakterlerin ve yaşananların ruhunu özetleyen bir manifesto gibi. Bir toplumun sessiz sedasız nasıl çürüyüşe sürüklendiğini, herkesin “her şey yolunda” demeye devam ettiği o düşüş anlarını, en önemlisi de yere çarpış anının kaçınılmazlığını anlatıyor.
Bugün hâlâ sistemlerin dayattığı kuralları, ezberletilen düzeni, içselleştirilmiş ayrımcılığı ve bastırılmış öfkeleri konuşuyoruz. Ve ne garip ki, yıllar geçmesine rağmen bu filmde anlatılanlar sadece Fransa’nın banliyölerinde değil, dünyanın dört bir yanında hâlâ yaşanıyor. Belki de bu yüzden La Haine, sadece bir film değil; bir vicdan muhasebesi, bir toplumsal aynalama.
Mathieu Kassovitz’in 1995’te çektiği bu siyah beyaz film; Fransa’nın banliyölerinde yaşayan, farklı kökenlerden gelen ama aynı öfkeyi paylaşan üç gencin Vinz (Yahudi), Hubert (Afrikalı) ve Said (Arap) üzerinden sistemin dışına itilmiş gençliğin hikâyesini anlatıyor. Film, bir isyan gecesinden sonra başlıyor ve sadece bir gün sürüyor. Ancak o bir gün, üç gencin hayatını ve bizim iç dünyamızı altüst etmeye yetiyor.
La Haine sadece “Fakir çocuklar sokakta ne yapıyor” filmi değil. Bu filmde Paris’in o aydınlık yüzü yok. Eyfel Kulesi, güzel sokaklar, aşk dolu kafeler değil; gri binalar, boş sokaklar, sıkılan yumruklar, gözlerde umutsuzluk var.
Film boyunca karakterlerimiz hayata tutunmaya çalışırken biz de onların duygularını içimize çekiyoruz. Vinz öfkeyi temsil ediyor. Parmaklarının ucunda patlamaya hazır bir öfke var. Sürekli bir isyan hâlinde, sürekli tetikte. Çünkü biliyor ki bu düzende ya dişlerini göstereceksin ya da yok olup gideceksin. Hubert ise akılı. En sakin, en olgun görüneni. Şiddetin çözüm olmadığını biliyor ama sistem ona başka seçenek bırakmıyor. Gözlerinde sürekli bir barış arzusu var ama sokağın kuralları farklı işliyor. Ve bu ikilinin arasında kalan Said ise çaresizliğin harika bir temsili. Çocukluğu ve gençliği arasında sıkışıp kalmış. Bazen öfkeli, bazen gülüp geçen ama aslında ne yana kaçacağını bilemeyen bir ruh hâli. İki uç arasında gidip geliyor. Özellikle polisle yaşadıkları sahnelerde öfkemizi tutamıyor, onların yerine biz yumruk sıkıyoruz.
Başta renkli olması planlanan filmin siyah beyaz çekilmesi rastgele değil. Bu tercih, sadece estetik değil; anlamlı. Siyah ve beyaz gibi kutuplaşmaların sembolü olan bu renkler, karakterlerin iç dünyasını, sistemin sertliğini ve sokakların ruhsuzluğunu birebir yansıtıyor. Kassovitz’in kamerası sürekli hareket hâlinde, bazen sokağın tozunu, bazen gözlerdeki yaşları yakalıyor. Özellikle yüksek açılarla banliyölerin nasıl bir kafese dönüştüğünü hissettiriyor.
Kamera Vinz’in odasında ters döndüğü sahnede onun iç dünyasında da bir şeylerin koptuğunu anlıyoruz. Bazen tek bir açıyla karakterin ruhuna iniyorsunuz. Bu yüzden film sadece izlenmiyor, hissediliyor.
Filmde müzik öyle sürekli arka planda çalan bir unsur değil. Daha çok nokta atışı yapıyor. Başlangıçta çalan Bob Marley - Burnin’ and Lootin’ parçası gibi. Parça bir uyanış çağrısı, isyanın ritmi adeta. Müziklerin azlığı ise anlamlı çünkü bu gençlerin dünyasında çoğu zaman sessizlik bile müzikten daha gürültülü. Sessizlik, bastırılmış seslerin, haykırılamayan cümlelerin yankısı gibi.
DJ Cut Killer’ın apartman dairesinden çaldığı o efsanevi set ise (Edith Piaf ile KRS-One’ı harmanlayan) Fransa’daki kültürel çatışmayı tek bir şarkıda özetliyor. Hem gelenek hem isyan bir arada. Gerçekten tüyleri diken diken eden bir sahne.
Film boyunca sık sık karşımıza çıkan polis şiddeti ise öyle karikatürize değil, doğrudan ve gerçekçi. Özellikle SaidveHubert’in karakolda maruz kaldığı sorgu sahnesi; sadece fiziksel değil, psikolojik bir işkence. O sahne, sistematik ayrımcılığın nasıl kurumsallaştığını, nasıl içselleştiğini yüzümüze çarpıyor. Sadece Fransa için değil, dünyanın her yerindeki adaletsizlikleri düşündürten bir an.
Filmin en güçlü metaforu ise Vinz’in bulduğu kayıp polis silahı. O silah, karakterler için intikam mı, sabır mı sorusunun vücut bulmuş hâli. Sürekli elimizde tuttuğumuz, bazen yok saydığımız, bazen parmağımızı tetiğe götürdüğümüz o öfke gibi. Film boyunca polisler sadece kötü adamlar değil, sistemin soğuk yüzü, toplumun çürüyen yapısının temsilcisi.
Benim de en sevdiğim karakter olan Vinz toplumsal olayların dışında kendi içinde de bir savaş içinde. Bazen öfkesine yenik düşüp verdiği kararlar olsun , bazen de öfkesini yenip verdiği kararlar olsun her zaman bir çatışma halinde. Vinz karakterini canlandıran Vincent Cassel izleyiciye Vinz’in öfkesini yansıtırken üst düzey bir performans sergilemiş. Gerek herkesin sosyal medyada gördüğü Vinz’in kendisi ile konuştuğu ayna sahnesi olsun, gerek Vinz’in Hubert ile olan ilişkisi olsun bu sahnelerin hepsi bize Vinz’in temsil ettiği öfke duygusunu harika bir gerçeklikle yaşatıyor.
Filmin finali ise siz değerli okurların filmi izlemesi için söylememeyi tercih ediyorum. Çünkü o sahne söylenerek değil, sadece yaşanarak anlaşılır. Ama şunu söyleyebilirim: “Bir toplumda nefret büyüyorsa, eninde sonunda patlayacaktır.” La Haine bunu tüm çıplaklığıyla anlatıyor.
Sonuç olarak La Haine, bir filmden çok daha fazlası. Bir tokat gibi. Hem suratımıza, hem vicdanımıza. İzledikten sonra bir süre konuşamıyor, sadece düşünüyorsunuz. Bu kadar gerçek, bu kadar dürüst.
Bugün hâlâ sokaklarda aynı çığlıklar duyuluyorsa, bu film hâlâ izlenmeli, tartışılmalı, anlatılmalı.
Çünkü önemli olan düşüş değil, yere çarpış anı.
-Tarık İsa Yıldız 22.04.2025
2 notes · View notes
digizinzin · 3 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Bakire İntiharlar
Onları hiç tanımadım. Birkaç kez pencerelerinin önünden geçtiğim oldu, çamaşır iplerine asılı kıyafetlerinin rüzgârda nasıl sallandığını izledim. Onlara nasıl seslenildiğini biliyordum ama seslerini hiç duymadım. O evde yaşayan beş kız, mahallenin içinde herkesin bildiği ve kimsenin tutamadığı bir sırdı; Günlüğün son sayfasına yazılmış, kimsenin okumadığı o şiirdi.
Cecilia ilk gidendi, gittiğinde hayat durmamıştı. Sabah gün ışığıyla perdeler açıldı, akşam yemeği saatinde masaya oturuldu. Ve yine perdeler kapandı. — ama biz durduk.
13. yaşımız; Cecilia’nın küveti pembeleşirken, onun o puslu banyosunda saklandı. Ve 14. yaşımız, pencerelerinin altında, geceleri radyo frekanslarına aşk mektupları sardı. Bir şarkı açtık, Come Sail Away, belki pencerelerinden taşan birer kıkırdama umduk, belki cam arkasında bir el, belki bir göz kırpışı...
Lux, sonuncu gidendi, gitmeden önce de orada sayılmazdı. O, puslu evinin içinde zar zor seçilen bir kıvılcımdı. Geçici, kontrolsüz, parlayan ve sönen. Sigara dumanında yitip giden bir kahkaha, Eğer şanslıysan evrenin sana göz kırptığı, bir gecelik yıldız patlamasıydı, ve sonra, sabahın ıssızlığında, çatı üstünde yalnız bir büsttü. Onun dünyası dumanı tüten plaklar ve yırtık posterlerle örülmüştü. Parlak sarı saçlarının altında, annesinin dua kitaplarından çok daha fazla yanıt saklıydı.
Biz hiç gitmedik, hep orada, o penceredeydik. Dünyamız bir öksürük, bir perde kıpırtısından ibaretti. Hayatlarına sızmak istedik ve biriktirdik. Perdelerinde gölgeler biriktirdik, Ruj izlerini sakladık, saç tellerini gizledik. İsimlerini dualar gibi fısıldadık birbirimize, adım seslerini saydık, günleri onlarla böldük, Çatıdan gelen şarkılarını kasetlere kaydettik, annemizin parfümünü bile onlara benzettik. 
Ve biriktirdik. O kadar çok biriktirdik ki geriye onlar dışında her şeyleri kaldı. Sonunda tükettik. Bir ıslık, bir kahkaha, bir çığlık kadar yakındılar. Ve biz, her anlarında biraz daha karanlıktık, biraz daha çarpık. Sonra bir sabah, yine güneş doğdu ama bir şeyler eksikti. En sonunda beş kızın ölümle olan flörtleşmeleri son buldu. 
O günden beri,  ne kasetleri dinliyorum,  ne de mektupları okuyorum. Bazı kızlar hiç büyümez. Ölünce vücutları huzurla çürüyemez. Ve yaşayamadıkları hayatları, başka ağızlara sızar.
Onları hiç tanımadım. Ama ne o geceden önce ne de sonra başka kimseyi de tanımaya çalışmadım.
-Ilgaz Atalay 21.04.2025
0 notes
digizinzin · 3 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Kemal Sunal'dan "Şabaniye" Hakkında
“Şu olmayan aklımla düşünüyorumda bu insanlar neden birbirlerini öldürürler yazık değil mi?”
Bu yazımda yönetmenliğini Kartal Tibet’in yaptığı ve Şaban karakteri ile hayatımıza neşe katan Kemal Sunal’ın başrolünü üstlendiği “Şabaniye” filmi hakkında konuşacağım. Şabaniye, romantik komedi türünde çıktığı dönemde ve uzunca bir süre hali hazırda var olan erkek gibi kız, kız gibi erkek tabularını yıkıp bunu güldürü unsuru belki de hayatın içinden kareler olarak sunan ve benzerini çok az bulabileceğimiz ölçüde empati yeteneğimizi sınamamızı sağlayan bir film. Bunun ötesinde filmin ana fikri nedeniyle birçok yönden öğretici bir film de diyebiliriz.
Filmimizin başlangıcından itibaren Anadolu’nun pis ve kanlı ögelerinden biri olan kan davası teması ilmek ilmek işleniyor ve bazı yerlerde bu düğüm öyle büyüyor ki seyircilerin içinde kaybolmasını sağlıyor. Kimi yerde ise bu tema güldürü unsuru ardında saklansa da biz onun hala orda olduğunu hissediyor ve filmin sonuna kadar ne olacağını pür dikkat izlemiş oluyoruz.
Şaban, Anadolu köylerinden birinde doğan eski, üstü örümcek tutmuş kan davası meseleleri nedeniyle sürekli iki aileden birinden bir erkek bireyin öldürülmesiyle sonuçlanan bir olaylar silsilesine doğar. Şaban’ın babası toprak meselesi nedeniyle kan davası olan bir adamı vurup oğlu doğduğu gün hapse girmiş ve daha sonrasında eceli ile hapishanede ölmüştür. Bu nedenle ölme sırası “töre”ye göre Şaban’a düşecektir. Şaban’ın annesini yani Hatice ana karakterini ise yine çok sevdiğimiz Adile Naşit canlandırmaktadır. Hatice ana oğlunu bu pislikten kurtarmak ve korumak için oğlu biraz büyüyünce kaçıp İstanbul’a gider burada oğlunu büyütür. Yıllarca töre, kan davası ve endişeden uzakta çilelide olsa güzellikler içinde oğlu ile yaşarlar. Bir gazinoda ayak işlerini yapan Hatice ana ve aynı yerde aylak aylak dolaşan ve bundan zaman buldukça garsonluk yapan oğlu ile hayatlarını bir şekilde idame ettirdiklerini görürüz filmde. Ama Şaban’ın aslında ünlü olma gayesinde olduğunu, babasından kalan sazla kendince şarkılar yazdığını ve bestelediğini görürüz. Ama bir türlü bu hayaline ulaşamayacağını sezeriz izlerken.
Gel zaman git zaman bu mutlu ve kaygısız günler Şaban’ın kanlılarının izini bulması ile biter. Aliye Rona’nın hayat verdiği kötürüm Ayşe Hanım karakterinin oğlu Şeyhmus ve kızı Nazlı babalarını öldüren kişinin oğlunu öldürmeye ant içerek büyümüşlerdir. Şeyhmus karakterini halen ekranlarda görmekte olduğumuz Erdal Özyağcılar, Nazlı karakterine ise Çiğdem Tunç hayat vermektedir. Nazlı ne olursa olsun Şaban’ın ölmesini isteyen tüfek kullanmayı, at sürmeyi bilen deyim yerindeyse erkek gibi bir kadındır. Şeyhmus ise filmde kumarbaz, lakayıt tavırlı biri olarak işlenmiştir.
Şeyhmus, Şaban’ın izini bir şekilde bulup evlerine kadar gitmiş ve bir şekilde onu öldüreceğini annesine bildirince Hatice ana oğlunun öldürülmesine mani olmak için onu kaçırmakta ve izlerini kaybettirmekte çare bulur ve ilk aklına gelen yer olan çalıştıkları gazinoya götürür. Şaban artık ne olursa olsun öldürüleceğine inanmış ve ağlayarak annesi ile veda konuşmaları yaparken Hatice Ana’nın “Keşke seni doğuracağıma kız doğursaydım.” dediğini duyarız ve bu söz üzerine Şaban’ın makus talihini çevirir annemiz. Şeyhmus ve adamları gazinoyu basarlar Şaban’ı bulmak için ama o da nedir?  Şaban artık kadın kılığına girmiş ve Şabaniye olmuştur. Bu beklenmedik gelişme ile işler o kadar birbirine girer ve o kadar absürt durum komedisi olayları yaşanır ki filmi izlerken gülmeyi durduramayız.
Önce gazinoda çiçekçi olarak işe başlar Şabaniye, sonra Şeyhmus sözde abisi olan Şaban’ı öldürmek için ona yerini sorunca bir anda şarkı söylerken görürüz Şabaniye’yi.
“Ölürsem kabrime gelme...” nidalarıyla bir anda Şeyhmus ve gazinonun sahibi açıkgöz, zampara Dursun Bey dahil bütün gazinoyu kendine aşık eden Şabaniye göz açıp kapayıncaya kadar assolist olup çıkıverir. Hatta sahnelerin birinde Şaban’ın “Ah Şaban, erkek olarak bir b*k değildin. Kadın oldun şöhret, para hepsi senin.” dediğini görürüz. Gerçekten de öyle olmuştur. Şaban iken hayallerini kurduğu sahneye çıkma şarkı söyleme ve bundan para kazanma işini kadın olup elde etmiştir. Bununla da kalmamış sahte kadınımız Şabaniye için erkekler bile yarışa girer: Dursun ve Şeyhmus. Durum böyle olunca kan davası meselesi de unutulur. Ama Nazlı o kadar gözü karadır ki abisinin unuttuğu sözü yerine getirmeyi görev bilir. Şabaniye ile tanışıp onun abisinin yerini öğrenip Şaban’ı vurup öldürecektir.
Ama kaderin cilvesi bu sefer de Şabaniye kılığındaki Şaban, kanlısının kardeşine vurulur. Durum böyle olunca da Şabaniye, Nazlı ile yakın arkadaş olur. Hatta Nazlı için Şeyhmus ile sözlenir. Ama bu seferde Şaban, Bayram olup Nazlı’yı kendine aşık etmek için yeni karakteri ile hayata atılır. Verdiği çabalar sonucunda ve birazda Şabaniye kılığındayken Nazlı’nın aklına girmesi ile girdiği bu yolda da başarılı olur.
Şaban, Şabaniye ve Bayram döngüsü içinde gizli kimliklerle yaşamaya çalışan ana karakterimiz için bu döngüyü kıran şey Nazlı’nın verdiği sözü yerine getirmek için Bayram’dan ayrılması olur. Bu noktada Şaban artık bu yalanlar silsilesine devam edemez hale gelir ve bir gün sahnedeyken bütün gerçekleri açıklayıverir.
Ne mi olur sonunda? Yok yok, kimse Şaban’ı vuramaz ve Nazlı ve Şaban mutluluğa kavuşur.
Bu arada filmi özetlemişken seyrederken duyduğumuz şarkılarada bir bakmanızı isterim hepsi çok güzel ve geçmişe yolculuk yapmamıza vesile olan şarkılar.
Ölürsem Kabrime Gelme İstemem
Bir Sevgi İstiyorum
Kim Bilir
Affetmem Asla Seni
Eller Eller
Film de Kemal Sunal, Şabaniye kılığındayken söylediği bütün şarkıları Tijen Erman seslendirmiştir.
 
Mutlu sonla bitse de bu filmde kan davalarının ne kadar illet ve hastalıklı bir şey olduğunu tekrar anımsıyoruz. Hali hazırda her ne kadar modernleştik, her ne kadar batılı gibi yaşıyoruz desek bile günümüzde bile töre, namus ve kan davaları ile birçok vatandaşımızı kaybediyoruz. Ama asla bir türlü buna dur diyemiyoruz. Anlamadığım şeyse herkes bundan bu kadar nefret ediyorsa bunu hala nasıl yok edemiyoruz. Töre adet ve geçmiş günler bu kadar mı bizi etkiliyor? Neden geleceğe temiz bir sayfa çekmiyoruz ve çocuklarımızı bu kirden uzaklaştıramıyoruz.
Günümüz medyasının bu konuda işlevsiz kaldığını düşünmekteyim. Bana kalırsa şu an bile her gün televizyon ekranlarında gördüğümüz her 5 diziden en az üçünde bu kanlı olayları çekirdek çitleyerek izliyoruz ve belki de durum bu şekilde olduğu için bir yerde normalleştiriyoruz. Tabii çocuklara da bunun yanlış olduğunu aşılamak yerine her oyuncakçıda görebileceğimiz mantar tabanca, kılıç ve tüfek gibi oyuncukları alıp oyalanmaları için ellerine tutuşturup sadece ileride birilerini katletmelerinin yanlış olduğunu anlamalarını umuyor ebeveynler ne yazık ki. Medya ve piyasa el ele insan katline teşvik niteliğinde çalışmalar yapınca doğal olarak özellikle doğu illerinde fazlaca olmak üzere bu tür olaylarla karşılaşıyoruz.
Bu örümcek bağlamış zihniyetten uzaklaşmak için en azından biz gençlerin yeterli farkındalıkta olmamızı gönülden diliyorum. Çünkü bu kadar kin ve nefretle bir toplum ne gelişebilir ne de bir yerlere gelebilir diye düşünüyorum.
Özetlersek Kartal Tibet’in yönetmenliğini yaptığı ve başrolünü Kemal Sunal’ın üstlendiği ve yanında birçok ünlü ve bayılarak izlediğimiz oyuncularla Şabaniye filmi nostaljik film arayanlar için mükemmel bir seçenek. İşlediği tema ve olayların aktarım biçimi bizi büyülerken, filmdeki şarkılar ve film için özel tasarlanmış sahne şovları görsel ve işitsel bir hazine gibi bizi sarmalıyor. Böyle olunca da Şabaniye biz seyircilere mükemmel bir seyir keyfi sunuyor.
Umarım sizde seyrederken benim kadar çok zevk alırsınız! Güzel günlerde görüşmek üzere...
-Ardacan Şen 18.04.2025
2 notes · View notes
digizinzin · 4 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Massive Attack ve Teardrop: Doğumdan Ölüme
Ortaya çıktıkları doksanlı yıllarda trip-hop türünü müzik dünyasıyla tanıştıran İngiliz grup Massive Attack, 1998 yılında piyasaya sürdükleri Mezzanine albümüyle bu türün başucu eserlerinden birine imza attı. Angel ile birlikte en dikkat çeken iki parçasından bir diğeri olan Teardrop, zamanla grubun en ikonik parçası olmayı başardı. Grup için dönüm noktası sayılabilecek albümün başarısında en büyük pay sahibi Teardrop desek yanlış sayılmaz. Yaklaşık beş dakikalık duygu dolu yolculuğa çıkaran parça, dönemin bir diğer başarılı müzik grubu Portishead ile birlikte trip-hop türünün en büyük temsilciliğini üstlenirken grubun müzikal kimliğini de kusursuz bir şekilde yansıtıyor.
Akılda kalıcı ritim ve karanlık atmosfere vokalde İskoç grup Cocteau Twins’in eşsiz solisti Elizabeth Fraser’ın masalsı melankolik sözleri eşlik ederken, parça bir yandan da trip-hop ile dream-pop türlerini aynı çatı altında ustaca buluşturuyor. Dinleyiciyi huzur ile huzursuzluk arasında duygu yoğunluğuna sürüklerken bünyede depresif bir rahatlama hissi bırakıyor.
Teardrop kaydedilmeden birkaç yıl önce, dönemin ünlü genç müzisyeni Jeff Buckley ile birlikteliği sona eren Fraser, stüdyoda eski sevgilisinin trajik ölüm haberini alır. Halihazırda yazılı olan şarkı sözlerinin üzerine, aldığı üzücü haberin de etkisiyle daha duygu dolu ve etkileyici vokal performansı ekler. Biz dinleyiciler için, hikayeyi öğrendiğimizde Fraser’ın dünya dışı sesi çok daha derin bir anlam kazanır.
Grubun, 1995 yılında I want You parçasında birlikte çalıştıkları Madonna, grup üyelerinden Daddy G (Grantley Marshall) ve 3D’nin (Robert Del Naja) aksine şarkının asıl söz yazarı Mushroom’un (Andrew Vowles) ilk vokal tercihiydi. Parçanın demosunu ünlü sanatçıya gönderip parçaya eşlik etmesini istedi. Ancak diğer iki grup üyesi, Liz Fraser tercihinde ısrarcıydı ve hâlihazırda proje için istekli olan ‘Pop’un Kraliçesi’ böylece reddedildi. Madonna gibi küresel bir müzik ikonunu kolayca reddetmeleri, kabul edelim ya da etmeyelim ticari kaygının da ötesinde, sanatsal anlamda da büyük bir cesaret göstergesiydi.
Madonna ile çalışmamaları, “Doksanlı yıllar pop müziğinin gidişatını nasıl etkilerdi?” gibi soruları akıllara getirirken, yıllar içerisinde grup üyelerinin de en büyük keşkesi olarak kalıyor.
Madonna’nın seslendirdiği senaryoda Massive Attack ve beraberinde Teardrop, müzik arenasında çok daha ön sıralarda kendisine yer bulabilirdi. Fakat yine de Fraser’ın ruhani sesi ve parçaya kattığı yoğun duygu, doksanlı yılların en özgün imza işlerinden biri olarak hem grubun diskografisinde hem de modern müzik dünyasında kendisine özel bir yer edinmesi için yeterli oluyor.
Şarkı ile ilgili bir diğer dikkat çeken unsur da rahimde şarkı söyleyen bir fetüsün bulunduğu enteresan müzik videosu. Oldukça rahatsız edici grafik tercihini bir kenara bırakacak olursak, kendisinden öncesi ve sonrasındakilere benzemeyen kendine has tarzını yalnızca müziğinde değil aynı zamanda görsel dünyasında da dışarı yansıtmaktan çekinmiyor.
House MD ve Prison Break gibi popüler dizilerde kendisine yer verilmesi, yıllar içinde hem parçanın hem de grubun tanınırlığını önemli ölçüde artırdı.
Caz piyanisti Les McCann’ın Sometimes I Cry parçasının giriş melodisinin daha hızlı tempoyla parçanın geneline yayıldığı Teardrop, bir takım deneysel unsurları da bünyesinde barındırdığından, farklı müzikal sulara açılmak isteyenler için oldukça iyi bir tercih olabilir.
“Love, love is a verb.”
-Burak Erkol 07.04.2025
1 note · View note
digizinzin · 4 months ago
Text
Tumblr media
Hayatın Bizi Anımsatan Edası
Bahar kışı anımsatan halleriyle var, baharın kışı anımsatan edası birbirini umut etmek adeta. Sanki ondan önce olan o seyreklik, kuraklık ve soğuğu unutmaması için bu sefer çiçeklerle, güneşle ve sıcaklıkla var ediyor. Birbirini tamamlıyor.
 
Sürekli yürüdüğüm yolda bu geçişe tanık olmak bana hep bunu düşündürür. Bir zaman sadece dal olan ağaçlar artık çiçek açmıştır, yol kenarları soğuk ve çıplak iken artık yeşil ve sıcaktır. Birbirini umut etmek, hayatın ne kadar da değişken olabileceğinin bir göstergesi gibi gelir hep. Kurak günler kadar verimli günlerin de olacağı ve bu döngünün hep böyle olacağını, yegâne tek bir düzlemde yaşanmayacağını kanıtlı gösterir gibi. Alay etmez, sadece o gerçekliği verir. Bir zamanlardan diğer zamanlara ve bu sürer gider yaşadığın müddetçe.
 
Yorulduğun, kaygılandığın, sinirlendiğin her ne varsa bir günde değil ama bir döngüde kaybolur. Sonra yeniden gelir. Artık alışırsın, seversin hatta - kış mevsimi en sevdiğim olmuştur benim- ne giyeceğini bilirsin çünkü karşılaşacağın şeyi tanımış olursun. Korkutucu gelmez bu sefer aşina olduğun durum haline gelir. Şaşırtmaz da seni, o döngüyü sevmeye başlarsın. Merak edersin bu sefer hangi günde ilk çiçek açar veya ne zaman ilk yaprak dökülür diye.
 
Hayat, kötü günlerin ve iyi günlerin yansıması gibi. Baharın kışı kovalaması ya da tam tersi gibi. Bir kere var olduğumuz ve o 'var oluşta' nasıl yaşamayı seçtiğimiz kadar.
 
Ben baharı da kışı da seviyorum. Açacak olan ilk çiçeğin heyecanını da yaşıyorum düşecek olan yaprağın merakını da. Ben hayata bir kere geliyorum, hem baharı hem kışı yaşamaya, var olmaya ve her şeyi anımsatan bu hayatın, birbirini umut etme döngüsünde var olmaya.
-Sude İmal - 17/03/2025
0 notes
digizinzin · 5 months ago
Text
Tumblr media
Bir Akıl Hastası ve Onun Âşk Hakkındaki Düşünceleri
Kendimizi ve başkalarını iyileştirmeye çalışmak, vazgeçemediğimiz bir şeydir. Sanki her şeyi ve herkesi kendimize benzetebilirmişiz ve onları kurtarabilirmişiz gibi davranıyoruz. Ama sonunda deliren yine biziz aslında. Karanlık, ilk başta korkutucu gelir, sonra fark ederiz ki aslında karanlıktan değil, yaşattığı acılardan ve belirsizlikten korkmuşuzdur. Daha sonra yanımızda olmayan insanlar korkutmaya başlar bizi, çünkü karşımızda olmayı seçmişlerdir. Bize her an zarar verecekmiş gibi duran, bir savaş edasıyla hazırda bekleyen askerler gibidirler. Kavurucu bir güneş, sanki sonu yokmuşçasına uzanan bir vadi ve kan kokan çimenler… Kusmak isteyip, asla başaramamak çünkü onları kusarak atamayacağınızın farkındasınız. Sizinle birlikte midenizin içinde yaşar bu insanlar. Sonra bir parazit gibi bağırsaklarınıza inerler ama siz savaşmaya devam edersiniz. Çiğ çiğ etlerini yersiniz bu insanların; yumuşak ama aynı zamanda serttir. Isırıkken yumuşak, koparırken sert çünkü gücünüz yetmez koparmaya. Siz de, bıraktıkları etki o kadar büyüktür ki, asla koparamazsınız. Sadece ısırmakla kalırsınız ve bu da size yemişsiniz gibi bir hissiyat verir. İşte, sizi karanlığa mahkûm edenler ve sizi onları yemek zorunda bırakanlar, sizin âşık olduğunuz aptallardır. Sizi karanlığa mahkûm ederler çünkü canları öyle istemiştir, onları yemenizi isterler çünkü asla etlerini koparamayacağınızı bilirler. Onları bırakamayacağınızı ve hep iyileştirmeye çalışacağınızı farkındadırlar. Ben delirdim. Bir kurt edasıyla yiyemediğim insanlar delirtti. Evet, insanlar diyorum çünkü asla tek bir kişi olmadı. Tek bir kişi olacağını düşünmek, sizin aptallığınızdır. Ama artık yenilen taraf ben olmak istiyorum. Beni ısırsınlar ve asla koparamasınlar. Ben onları karanlığa zincirleyeyim. Ve bir köşede çürümelerini izleyeyim. Artık bu benim savaş alanım; deli gömleğim ve cesetlerim. Son olarak da size yazdığım mektuplar.
-Afranur Yılmaz 04.03.2025
4 notes · View notes
digizinzin · 5 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Halit Refiğ'in "Hanım" Filmi Üzerine
“Senin yüreğin iyilik dolu Olcay, bu yüzden bu dünyada acı çekmeden yaşaman imkansız.”
Türk sinemasının başarılı yönetmenlerinden Halit Refiğ’in yönettiği Hanım filmi; hem konusu, hem içerdiği mesajlar hem de sinematografik anlatımıyla bizi adeta bir duygu nehrinde sürüklüyor. Başrollerini Eşref Kolçak ve Türk tiyatro sahnesinin yıldızlarından Yıldız Kenter’in üstlendiği bu yapım, toplumsal yozlaşma, yalnızlık, aşk ve vefa gibi önemli temalarda derin bir anlatı sunuyor.
Halit Refiğ, sinemasında modernleşme ve Batılılaşmaya karşı eleştirel bir yorum getirmektedir. Hanım’da da buna rastlamak mümkündür. Hanım, 1980’ler Türkiye’sinde yaşanan hızlı dönüşümün birey üzerindeki etkilerini incelemektedir. Hanım karakteri, eski İstanbul’un ve geleneksel yaşam tarzının bir simgesi olarak sunulurken; apartmanlaşma, ekonomik dönüşüm ve bireyselleşmenin getirdiği yalnızlık temaları, Hanım ve Olcay’ın ilişkisi üzerinden izleyiciye aktarılır.
Film, aynı zamanda kadın kimliği üzerinden de güçlü bir anlatıya sahiptir. Olcay karakteri, güçlü fakat aynı zamanda geçmişine sıkı sıkıya bağlı bir figürdür. Aynısını, bence, Olcay’ın erkek versiyonu olarak nitelendirebileceğimiz Necip Kaptan için de söyleyebiliriz. Film boyunca onların geçmişe duyduğu özlem ve modern dünyanın getirdiği yalnızlık hissi, toplumsal değişimin birey üzerindeki yansımalarını gözler önüne serer. Nitekim film boyunca diğer karakterlerle olan ilişkileri de buna kanıt niteliğindedir.
Necip Kaptan ve gemisi ile Olcay Hanım ve kedisinin filmde aynı değerleri yansıttığına inanıyorum. Arada ufak tefek farklar olsa da ikisi de ölüm kavramı ve aidiyet teması üzerine kurgulanmış ikililerdir. Necip Kaptan’ın gemisi miadını (çalışma süresini) tamamlasa da Necip Kaptan onu bırakamıyor çünkü ona bir aidiyet hissediyor; eski günleri hatırlattığı ve ona borçlu olduğunu düşündüğü için. Hanım ve Olcay ikilisinde ise Olcay, ölüm döşeğinde olmasına rağmen, yanında bir ses, bir soluk olduğu, ona yaşama enerjisini veren, tek başına olmadığını hissettiren Hanım’ı bir türlü bırakamıyor. Bunlar, bize film boyunca oldukça etkileyici dakikalar yaşatıyor.
(Ahh tabii, bir de Necip Kaptan’ın platonik aşkı ve yanıtsız kalışı… Ve acı bir veda…)
Filmde muhteşem bulduğum birkaç sahne var. İzleyecek olursanız—ki mutlaka tavsiye ederim—onlara dikkat etmenizi isterim. (Bir kış günü koltukta, sevgilinizin yamacında uzanıp, içinizi ısıtacak kahveniz eşliğinde birlikte izlediğinizde şu an demek istediklerimi anlayacaksınız.)
Öncelikle, Yıldız Kenter’in oyunculuğu bir efsane! Her saniyesinde, göz açıp kapatırken bile o mükemmelliği anlıyorsunuz. Ama benim iki favori sahnem var. Birincisi, Madam Siranuş’un taşındığını ve kedilerinin belediye tarafından ilaçlandığını öğrendiği sahne. İçinizde o acıyı tarif edilemez bir şekilde hissediyorsunuz ve bu ölmek üzere olan kadının yalnızlığının, kediler üzerinden nasıl anlatıldığına bir kez daha şaşırıyorsunuz.
Bu arada, benim en sevdiğim karakterlerden biri Madam Siranuş oldu. Çünkü o, iyi niyet timsali bir kadın ve yaptığı şeyin büyüklüğü, bir senaryo da olsa, büyük bir minnet içinde izlemenize neden oluyor.
En sevdiğim ikinci sahne ise Olcay Hanım’ın ölümün eşiğine geldiğinde görmeye başladığı sanrılar, yani kocası… Kamera açıları, ses, ışık, müzik, kedi, Yıldız Kenter, oyunculuklar, ev, doku… Her şey, her şey o kadar içine çekiyor ki dünyanın en gaddar insanı dahi olsanız, o hisle kalbinizin bir yerlerinde bir şeylerin koptuğunu hissedersiniz. Kocasının Olcay için “Senin yüreğin iyilik dolu, Olcay. Bu yüzden bu dünyada acı çekmeden yaşaman imkânsız.” demesi de cabası… Gerçekten, çöken toplumsal yapı ve yozlaşma neticesinde her geçen gün anlıyoruz ki dünya, iyi kalpli insanlar için bir cehennem. Filmde de yer verildiği gibi, sadece ölmek üzere olduğu için kedisini sahiplendirmek isteyen bir kadınla dalga geçen, onun duygularına zarar veren insanlarla bir arada yaşıyor olmak ne acı.
Nereden bakarsanız bakın, Hanım, verdiği mesajlarla ve konusu ile belki de göz ardı ettiğimiz ama ellili, altmışlı yaşlarımızın bir yansıması… O kadar içimizden, o kadar biz…
Unutmadan, son bir şeye değinmek istiyorum: Olcay’ın utanıp sağlığını hiçe saymasını, yine toplumsal bir sorun olarak görüyorum. Her ne durumda olursanız olun, sağlığınızı önemseyin. Yoksa ardınızda, soğukta ve yağmurda sırılsıklam olmuş bir kedi bırakabilirsiniz. Belki o kedi çocuğunuz, eşiniz ya da belki de gözü yaşlı aileniz olur, kim bilir…
Kısacası, Hanım, geçmiş ile gelecek arasında sıkışmış bireyin dramını anlatırken Türkiye’nin değişen sosyo-kültürel yapısına da eleştirel bir bakış sunar. Yıldız Kenter’in unutulmaz performansı ve Refiğ’in usta yönetimiyle şekillenen film, Türk sinemasının en önemli toplumsal eleştiri filmlerinden biri olarak hafızalarda yer edinmiştir.
Eğer nostaljik, derinlikli ve anlam yüklü bir film arıyorsanız, Hanım kesinlikle izlenmeye değer bir yapım!
-Ardacan Şen 18.02.2025
4 notes · View notes
digizinzin · 8 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Film Önerisi: Harmony Korine'den "Gummo"
Yeryüzünün tüm pislikleri gözlerinizin önüne serilse, bunu izlemeye tahammül edebilir miydiniz? Bu sorunun cevabına evet diyenleri, zamanının genç yeteneği Korine, "Gummo"ya seksen dokuz dakika boyunca katlanmaya davet ediyor. Pek çoğu tarafından kötü bulunan bu film, aslında beğenilmediğinden değil; rahatsız ediciliğinden dolayı eleştiriliyor. Ama Korine'in amaçladığı şey de tam olarak bu. yeri geldiğinde ekrandan gözünüzü kaçırmanıza sebep olacak sahnelere dahi yer veren senarist ve yönetmen, aslında insanlığın en utanç verici, iğrenç, korkunç ve akıl almaz yönlerini; tüm çıplaklığıyla seyirciyle buluşturuyor.
90'lar ve 2000'lerin havalı ikilisi Harmony Korine ve Chloë Sevigny'nin birlikte çalıştıkları "Gummo"nun kostümleri, tamamen New York’un blonde bombshell'i Chloë'ye ait. Klüp kültürü ile ismi birlikte anınan ikonlaşmış Chloë, "Gummo"da rolünü üstlendiği Dot karakteri ile unutulmaz bir imaj çiziyor. geçen sene trend olan ve şu an dahi yüksek moda olarak görülen "bleached brows" görünüşü, aslında yirmi altı sene önceden Chloë tarafından ön görülmüş. Başka bir örnek ise, Solomon karakteri spor yaparken Madonna'dan "Like a Prayer" dinliyor olarak görülüyor. Solomon'un, kutu sarı boyalı saçlı annesi; pembe bir takım giymiş bir şekilde az sonra sahneye giriyor ve oğlu spor yaparken o da dans ediyor. Film yayınlandıktan yaklaşık 8 sene sonra, Madonna'yı neredeyse aynı görüntüyle, "Hung Up" klibinde görüyoruz. yani bu filmin, kostüm ve makyaj açısından bir ders niteliğinde olduğunu söylesek yalan söylemiş olmayız.
Hayvanlara şiddetten tecavüze, ırkçılıktan hırsızlığa; aklınıza gelebilecek her şeyi, bir filmden ziyade bir belgeselmişçesine yüzümüze vuran "Gummo", pislik kavramı denince akla gelen ilk yapımlardan. Ama buna yön veren dersek, Hollywood'un çatlağı John Waters'ın hakkını yemiş oluruz. Waters'ın 1972 yılında, toplumsal tüm edep ve ahlak kurallarını yıkarak gösterime sürdüğü "Pink Flamingos", gerçek hayatta drag sahnesinde ikonlaşmış bir kraliçe olan Divine'ı başrol olarak alıyor. filmde, dünyanın en "filthy" insanı olan Divine (gerçek kişiden bağımsız), ayak takımıyla birlikte gözlerden uzak bir şekilde pisliğini yaymak için Amerika'nın her bir yanını dolaşıyor. "Gummo"yu fazla rahatsız edici bulmayan arkadaşları, insanlığın pisliğini gerçekçilikten ziyade absürd bir şekilde fakat daha inanılmaz seviyelerde ele alan "Pink Flamingos"u izlemeye davet ediyoruz. bakalım gerçekten ne kadar midesizsiniz?
-Enes Kazel 5.12.2024
3 notes · View notes