Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo

Safiye Erol - Ciğerdelen Bir hikaye yazsam onu mevzu seçerdim; bir efsane donatasam, onu alır işlerdim. Zira o, şiir de olur masal da olur, kıssa da... Daha, daha neler olmaz, neler?...Aşka ve hamaset destanı, mey ve muhabbet fermanı, bu yanık gönülden derya misali, gece demez gün demez akar durur... #okudum #okudumbitti #kitapkurdu #kitapsevgisi #kitapyurdu #kitaplariyikivar #kitapyorumu #kitaptavsiye #kitapokumak #kitap #kitapkolik #kitapönerisi #kitapevi #kitapklubu #kitaptansözler #kitaptanitimi #kitapci #kitapalintilari #kitapokur #kitaplarheryerde #kitapöner #kitapiyikivar #roman #kitapalışverişi #safiyeerol #ciğerdelen (Karaman, Turkey) https://www.instagram.com/p/CB58gX-gRXKGVo9vdT9ZAFcsbMHrMUSoDzr7aY0/?igshid=wrdxlw2wao24
#okudum#okudumbitti#kitapkurdu#kitapsevgisi#kitapyurdu#kitaplariyikivar#kitapyorumu#kitaptavsiye#kitapokumak#kitap#kitapkolik#kitapönerisi#kitapevi#kitapklubu#kitaptansözler#kitaptanitimi#kitapci#kitapalintilari#kitapokur#kitaplarheryerde#kitapöner#kitapiyikivar#roman#kitapalışverişi#safiyeerol#ciğerdelen
0 notes
Photo

Ata dostu İlhami abim. (Karaman, Turkey) https://www.instagram.com/p/CA7WvKFggARZdt1nKh9BhIwQ_EkHplKj0eTxPw0/?igshid=fmzxyhodutzb
0 notes
Photo

Sırça Köşk... Sebehattin Ali... Kitabın içerisinde bir çok hikaye bulundurmaktadır fakat kitabın en can alıcı hikayesi ”sırça köşk”tür bu sebeple esere adını veren hikaye odur. Eser de sorgulamadan güvenmek ve yaşamanın bedelini minik bir hikaye ile anlatmış. Eserin en ünlü bir paragrafı herkes tarafından bilinir. ” Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız.”en önemli cümlesidir. #okudumbitti #okudum #kitap #kitapönerisi #kitapkurdu #sabahattinali #gafalisi #sırçaköşk https://www.instagram.com/p/B7brMAtAuq_thrba4Ktl7g9HA08EyTPmD0lDX80/?igshid=13e4xo0tevblz
0 notes
Photo

Fedailerin Kalesi Alamut Özet Vladimir Bartol'un en ünlü eserinden biri olan Alamut; 11. yüzyıl İran tarihinde kendisini peygamber ilan eden Hasan Sabbah'ı konu ediniyor. Hasan Sabbah'ı anlatırken tarihe damga vurmuş Selçuklulardan, Ömer Hayyam’dan ve Nizam'ül Mülk'ten de bahsediyor. Tarihin kurguyla birleşmesinden ortaya çıkan bu zengin eseri herkese tavsiye ediyorum. Ayrıca Amin Maalouf'un Semerkant kitabının ardından da okunabilir. Hasan Sabbah;çok uzun süreler boyunca gezip gördüğü ve öğrendiği her şey sonucunda insanları ve dinleri çok iyi bir şekilde tanımış ve çok önemli insanlarla tanışmıştır. Bunlardan bazıları sınıf arkadaşları da olan Ömer Hayyam ve Nizam'ül Mülktür. Okul yıllarında birbirlerine bir söz vermişlerdir. İleride tekrar karşılaştıklarında mutlaka birbirlerine yardım edeceklerdir. Ömer Hayyam şiir ve şaraplarla ilgilenmiş ve başka bilim dallarına yönelmiş, Nizam'ül Mülk ise Selçuklu devletinde baş vezirliğe kadar yükselmiştir. Hasan Sabbah ise henüz ne yapacağına karar verememiş hem Ömer Hayyam'ı hem de Nizam'ı ziyaret ettikten sonra tercihini Nizam'dan yana kullanmıştır. Nizam'ül Mülk okul yıllarında birbirlerine verdikleri sözü pek önemsememiş ve Hasan Sabbah'ı küçümsemiş fakat yine de ona sarayda bir iş bulmuştur. Kısa sürede kendini gösteren Hasan Sabbah, sultanın dikkatini çekmiş ve bir gün kimsenin yapamayacağı bir hesaplama işini kendisi hazırlamıştır. Nizam'ül Mülk bunu öğrenince hemen bu bilgileri değiştirmiş ve sultanın karşısına çıkan Hasan Sabbah elinde başka kağıtlarla ortada kalmıştır. Hasan Sabbah saraydan kovulmuştur. İşte bugünden itibaren Nizam onun en büyük düşmanı olmuştur. Uzun süre içinde yeni planlar yapmış ve Alamut kalesini ele geçirmiş ve bu kaleyi çok başka amaçlar için kullanmıştır. Burayı fedailerin eğitildiği yer haline getirmiş ve kendi peygamberliğini ilan ederek tüm dünyaya korku salmayı başarmıştır. #okudumbitti #okudum #kitap #kitapönerisi #kitapkurdu #vladimirbartol #kitaplar https://www.instagram.com/p/B7RRDJGgkKajE1rK_jrKngGtFgrNRmYdoY7NgE0/?igshid=15f2gjt8nhlbo
1 note
·
View note
Photo

Eski yol üzeri... https://www.instagram.com/p/B7LunfYA5qHmeFROCTGLNjU_ZQdLqr6Rz3TGe00/?igshid=jkx70pbs6kzy
0 notes
Photo

Turkey'da https://www.instagram.com/p/B6lUumZAfwAtBKHiPr4b0CsHlA1gx5AYI3Z0vg0/?igshid=25t0spy5cijv
0 notes
Video
Güzel bir günden arda kalan... https://www.instagram.com/p/B6YWNXqgNmTweoE60CysKK88SkE1mFcjU63dBE0/?igshid=1p5yrayeicexa
0 notes
Text
Aydin kişi karisini neden boşar
Karısından niçin boşandığını şu satırlarla anlatıyor bu sıkı solcu abimiz: “Eşim, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Gelişime açık birisi olduğunu düşünmüştüm. Nitekim tanıştığımız dönemden beri aşırı okuma ve kendimi geliştirme isteğim var. Bana ayak uydurur demiştim. Asla geri kalmayı kabullenemiyorum. Güzelliğin, mutluluğun gelişimde, açık bir zihinde olduğuna inanıyorum. O nedenle hep kendimi geliştirmek için, ilerde doğacak çocuğuma iyi bir baba olabilmek için çağı yakalamaya çalıştım. Ama karşımdaki kadın, dini inançlarımın değişmesini kabul etmek istemiyor, bikiniyle denize girmesini sevmemden hoşlanmıyor, ona hediye olarak iç çamaşırı almam rahatsız ediyor, doğacak çocuğumuzun herhangi bir inanca sahip olması konusunda baskıcı olmamamız gerektiğini, iyi bir insan olması için çaba göstermemiz gerektiğini ve inançlarını kendisine bırakmamızın daha doğru olduğu fikrine yanaşmıyor.”
Bir yanıyla da olağanüstü bir naiflik (ya da gerzeklik) var bu tuhaf metinde. “Bir anne-baba çocuğuna inanç eğitimi vererek onun iyi bir insan olmasını engeller” fikrinden söz ediyorum evet. Daha da ileri giderek söyleyelim. Çocuğuna neye inanıp neye inanmayacağını öğretmene de doğrusu gerek yoktur. O nasılsa senden gördüğünü alacaktır. Dolayısıyla sen “dine karşı mesafe” koyarsan çocuğunu “din konusunda vakti gelince kendisi karar verecek bir birey” olarak değil, “dine karşı mesafeli bir birey” olarak yetiştirirsin. Yani yaptığın şey “kararlarını vakti zamanı geldiğinde kendisi verecek özgür bir birey” yetiştirmek değil, ona “dine karşı mesafe” kodlamaktır.
0 notes
Text
Hint Keneviri veya Yesil Hazine
Bugün, İstanbul’da Aynın Üniversitesinde “Sanayi Keneviri Forumu” var ve bu akşam da biz Akit TV’de saat 21.00’de Derin Gerçekler’de bu konuyu konuşuyoruz.
Esrar! Sırlar demek. Bana kalırsa esrar uyuşturucu kataloğunda yer almalı, tıpkı GAT gibi.. Bakın GAT esrardan daha hafif bir uyuşturucu. GAT kullanan biri bisiklete biner gider.. Ama GAT kontrolden çıkınca Yemen’i bitirdi. Uyuşturucu kullanımı bugün % 80’ler seviyesinde. İmam bile GAT kullanmaya başladı. GAT’tan esrara, esrardan eroine geçmek mümkün. Bu arada bunun tersi de mümkün. Bana kalırsa sigara/tütün, “ot” dedikleri enfiye, tütünün başka kullanım türevi olan nargile de aynı kategoride değerlendirilmeli.
Aslında şeker de zehir! En tatlı zehir şeker olmalı. Şeker sigaradan daha az zararlı değil!
Bu işin suyu çıktı. Tiner de uyuşturucu, bir takım solventler de. Bali denen yapıştırıcı buna basit bir örnek.
Endüstride hemen her sektörde solvent kullanılır. Solventler, içerdikleri kimyasal maddelerin özelliklerine göre “tehlikeli madde” ve kullanım sonucunda da “tehlikeli atık” olma özelliği gösterirler. Artık, kullanım şekline dayalı olarak ayrıca “Uyuşturucu madde” olarak da tanımlanması gerekir. Etkilenmesi açısından boya, vernik, cila imalatı, metal parlatma, mürekkep üretiminde bir tür çözücü, kimyasal maddeleri, tekstil, kırtasiye, printer boyaları, yapıştırıcıları, uhuları, balileri, veya pantolondaki çamuru, tavadaki yağı çözen; yani bunları oluşturan moleküller arasındaki bağları koparıp kendi moleküllerine tutturan sıvılar için kullanılan solvent dediğimiz şey de tahriş yapan, yanan, yakan bir madde olması yanında uyuşturucu etkisi gösteren bir kimyasal. Peki solventi yasaklamayı düşünüyor muyuz?
Yani, demem o ki, madem solventi yasaklamıyorsunuz, o zaman keneviri niye yasaklıyorsunuz.. Bıçağın da kötü kullanımı tehlikelidir. Ama bıçağı yasaklamıyoruz. Hint kenevirini niye yasaklıyoruz o zaman.
“Hint keneviri”ni de tıpkı afyon ekimi gibi kontrollü bir şekilde yapamaz mıyız?..
Kontrol dışı ekim ve kullanım mutlaka olacaktır. Ama hukuki yaptırım ve maliyet, kimyasal/sentetik uyuşturuculardan daha az ceza ve maliyetle bulunabilirse, en azından çocuklarımız için ölümcül, geri dönüşü ve telafisi çok daha zor bir beladan daha az bir riskle kurtulabiliriz.
TBMM’deki, İKTİDAR’daki kardeşlerimiz, NARKOTİK’çi kardeşlerimizin bu konuyu bu çerçevede yeniden düşünmesi gerekir.
Bu arada; esrarın biyolojik bağımlılıktan daha çok psikolojik bir bağımlılık yaptığını, bağımlılıktan kurtulmak konusunda, diğer eroin ve sentetik uyuşturuculara göre daha kolay olduğunu da hatırlatalım. Esrar kullanıcılarının çevresine karşı kriminal riski daha düşük olup, bütün zararı, daha çok kendisinedir.
Peki, bu Hint keneviri nedir? Bakın Hint keneviri, şeker hastalığının tedavisi için ilaçtır aynı zamanda. Göz tansiyonu, artrit, romatizma, kalp, epilepsi, astım, mide, uyku bozukluğu, psikolojik rahatsızlıklar, omurga rahatsızlıkları, şeker, kanser gibi 250 kadar hastalıkta Hint kenevirinin etken maddesi THC kullanılıyor. Kemoterapinin yan etkilerinden kurtulmak için de kenevir bir imkân sunuyor.
İşin içinde ilaç firmaları, gıda firmaları, enerji firmaları da var, yasak lobisi olarak. Rothschildler de var, Dupont da, Rockefeller de..
Tütün, Hint kenevirinden biyolojik anlamda daha fazla bağımlılık yapıyor ve daha zararlı biliyor musunuz?.. Alkol de öyle..
1 dönümlük kenevir tarlası, 25 dönümlük orman kadar oksijen üretir. Bir dönüm kenevirden, dört dönüm ağaca eş kâğıt çıkar. Düşünün, bir ağaç 20-50 yılda yetişirken kenevir dört ayda yetişir. Yılda 3 mahsul alabilirsiniz. Ağaç 3 kez kâğıda dönüştürülebilirken, kenevir 8 kez dönüştürülebiliyor.
Tohumunun besin değeri, insan ve büyükbaş, küçükbaş, kümes ve kanatlı hayvanlar için idealdir ve protein değeri ise çok yüksektir. İçindeki iki yağ asidi doğada başka hiçbir yerde yoktur ve kolesterol dostudur. Omega 3-6-9 yağlarını taşır.
Bakın, plastikten elde edilen ürünlerin tümü, daha sağlıkla ve kolaylıkla kenevirden üretilebilirler. Petrol türevlerin çevre ve sağlığa zararından da korunmuş oluruz.Kenevir plastiği çok kolayca doğaya dönüşebiliyor. Petro-kimya ürünü plastik ise doğada uzun süre kalıyor. Keneviri yapı izolasyonunda da kullanabilirsiniz, kompozit ürün olarak da, kenevir bazlı asfaltlar asırlarca bozulmadan kalabilirler. Binaların yalıtımında kullanıldığında son derece dayanıklı, ucuz, esnek ve zararsızdır. Boya ve vernik üretiminde olağanüstü ucuz ve verimlidir, dayanıklılık etkileri vardır.
Kenevirle sabun da üretebilirsiniz, şampuan da, deterjan da. Kenevirden üretilen bu ürünler ve kozmetikler tabiata zarar vermez ve suları kirletmezler.
Keneviri biyoyakıt olarak da kullanabilirsiniz.
Keneviri uyuşturucuya geçiş için kullananlarda olduğu gibi, eroin ve kokainden geri dönüş içi kullanmak da mümkün. Kimyasal uyuşturucu bağımlılarının geri dönüşü için de kenevir bir ara çözüm olabilir. Kenevirin AIDS ve kanser tedavisinde kemoterapi ve radyoterapi etkilerini azalttığı ve radyasyon temizlemede faydalı olduğu artık biliniyor.
Bakın, 250 endüstriyel ana maddeden üretilen 2500’e yakın nihai üründe, doğrudan ya da dolaylı olarak kenevir ürünlerinin kullanılması mümkün. Tekstilden gıdaya, ilaçtan kozmetiğe, petrokimya ürünlerinden inşaat sektörüne kadar, zırh üretiminden kompozit ürünlere kadar her yerde ve her alanda kenevir kullanmak mümkün.
ABD’ye karşı alkoloid zaferini Erbakan kazandı. Kenevir savaşını da Erdoğan kazanabilir. Bugün Afyon Bolvadin Alkoloid Fabrikası Türkiye’nin ilk en büyük 1000 firması içinde bulunuyor ve her yıl ülkemize, tarım sektörü üzerinden ve ilaç sektörü üzerinden yüz milyonlarca dolar kazandırıyor.
Bu arada, bize kenevir tarımını yasaklatan ABD’yi niye mahkemeye vermiyoruz. Yıllardır, on milyarlarca dolar kaybettik ve dışarıya fatura ödedik, çevreye zarar verdik. ABD’nin bunu tazmin etmesi gerekmez mi?!
Selam ve dua ile.
0 notes
Text
Cemaatçi CHP’liler
31 agustos 2016 tarihli yaziya git
http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-yalcin/cemaatci-chpliler-1371549/
0 notes
Text
NE YAPMAK ISTEDINIZDE YAPAMADINIZ
Tam da değil.. Yarı başkanlık sistemine geçiş öncesinde..
Bir propagandadır götürüyorlar:
“AK Parti tek başına 15 yıldır iktidarda.. Daha ne istiyorsunuz? 15 yıldır ne yapmak istediniz de yapamadınız? Neyi yapamadınız da, şimdi bir de başkanlık sistemine geçmek istiyorsunuz?” diyorlar..
Hemen söyleyeyim o zaman..
Sonuncudan başlayalım..
15 yıldır iktidarda olan ve % 34 ile başladığı seçim galibiyetlerini, artık % 50’lerle sürdüren AK Parti iktidarı..
5 tane darbeci generale hak görülen anayasa değişikliğini bile yapamıyor..
Yapamıyor ki..
4 aydır tartışıyoruz..
1 ay daha tartışacağız..
Eğer AK Parti 15 yıldır iktidarda ve her istediğini yapabiliyorsa..
Son değişikliği niye referanduma götürüyoruz?
5 tane darbeci, anayasanın tamamını değiştirdi..
Öncesinde, hiçbir seçime girmedikleri halde..
Halktan tek oy almadıkları halde..
Kafalarına göre bir anayasa yaptılar..
Önümüze koydular..
“İsterseniz ‘Evet’ deyin.. Bizden kurtulun.. İsterseniz, ‘Hayır’ deyin, yıllarca yönetimde kalmaya devam edelim” dediler.. (Şimdi anayasa değişikliğine hayır oyu çıkarsa.. Mevcut anayasa yürürlüğünü sürdürecek. Ama 1982’deki oylamada, hayır oyu çıksaydı, 1961 Anayasası zaten 12 Eylül darbesi ile rafa kaldırıldığı için, yürürlükte hiçbir anayasa olmayacaktı.. Hiçbir anayasa olmayınca da, ülke Milli Güvenlik Konseyi tarafından yönetilmeye devam edilecekti. Milli Güvenlik Konseyi kararları, anayasa değerinde yürürlükte olacaktı.)
Halk da..
Darbecilerin bir an önce gitmesi için..
İstemeyerek de olsa..
“Evet” dedi..
Sandı ki, darbeciler gidince..
İstediği zaman anayasayı tekrar değiştirebilecek..
Ama yanıldı..
Darbeciler başımızdan gittiler ama..
Demokrat geçinen sivil darbeciler, o anayasaya öyle sahip çıktılar ki..
Yıllarca bir kelimesine dokundurtmadılar..
Yıllar sonra bir kısmı değişmiş olsa da..
Dirençleri hâlâ sürüyor..
Her değişiklik talebinde, “Değiştirtmeyiz” diye ayak diretiyorlar.
Ama lafa gelince..
“Ne istediniz de yapamadınız?” diye soruyorlar..
•
Sonuncudan başladık..
Ama 15 yıllık iktidar sürecinin hemen tamamında, zaten aynı tablo karşımızda idi..
2002’de iktidara gelen AK Parti, “başörtü yasağı”nı kaldırmak istedi..
12 yılda ancak kaldırabildi..
Hani nerde, her istediğini yapan AK Parti?
Yine 2002 seçim vaadleri arasında yer aldığı halde, “meslek liselerine uygulanan katsayı zulmü”nü, AK Parti 11 yıl boyunca kaldıramadı..
Her istediğini yapabiliyordu ise, niçin 11 yıl bekledi?
Somut örnekler vermeye devam edeyim..
Merkez Bankası’na başkan atanacak..
Necdet Sezer cumhurbaşkanı..
AK Parti, istediğini Merkez Bankası başkanı olarak atayabildi mi?
Hayır..
“O olmaz.. Bu olmaz.. Şu hiç olmaz” denildikçe, Sezer’i de memnun edecek, orta formüller bulundu..
Sezer’in cumhurbaşkanlığı süresi doluncaya kadar, ağır aksak gidilmeye mecbur kalınıldı..
Ama lafa gelince..
Hiç sektirmeden itirazı yapıştırıyorlar: “15 yıldır iktidardasınız.. Ne istediniz de yapamadınız?”
Yapılamayanlar listesini sürdürelim..
TBMM’ye, cumhurbaşkanı seçimi yaptırıldı mı?
Hayır..
Halk oyu tehdidi ile, Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi.. Arada ne tartışmalar.. Ne kıyametler..
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi ile de “her istediğini yapabilen bir siyasi iktidar”a kavuşamadık..
Hatırlayın, hemen bir yıl sonrasında, AK Parti’ye “kapatma davası” açıldı..
Ve bir oy ile, kapatma davasından kurtuldu..
Düşünebiliyor musunuz..
Bugün “hayır” propagandası yaparken, “Ne istediniz de yapamadınız” diyenler..
AK Parti’yi öyle bir kıskaca almışlardı ki..
Anayasa Mahkemesi’ndeki 11 üyeden birisi daha farklı oy kullansa idi..
AK Parti kapatılıyordu..
Tayyip Erdoğan ve üst yönetime az kalsın, 5 yıl siyaset yasağı geliyordu..
Böyle bir baskı altındaki partiye, şimdi kalkmışlar, “Ne istediniz de yapamadınız?” diyorlar..
Kapatma davası bir yana..
Gerek başörtü yasağı kaldırıldığında..
Gerekse 17-25 Aralık ve MİT TIR’ları operasyonları ile..
Halktan % 50 oy alan Tayyip Erdoğan’ı, Yüce Divan’da yargılanma tehdidine maruz bırakmadılar mı?
Yüce Divan’ı bırakın, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yollamaya kalkmadılar mı?
•
Son olayı hatırlayın..
2002 yılında, hemen ilk bir yıllık vaad listesi arasında yer alan “başörtü yasağı”, bugün itibari ile yıllar sonra, daha yeni kaldırılmış iken..
“Karargah rahatsız” diye manşet atıyorlar..
Sonra da “Ne istiyorsunuz da yapamıyorsunuz” diyorlar..
Aslında soruyu biz sormalıyız..
Ve sorumuz da şu olmalı: “AK Parti, yapmak istediği şeylerin hangisini zamanında yapabildi?”
Kimi vaadi 10 yıl sonra.
Kimi vaadi 12 yıl sonra ancak gerçekleştirilebilinmiş.
Ama muhalifler vıdı vıdı konuşuyorlar..
Bir zamanlar moda cümle şu idi: “İktidar oldunuz ama muktedir olamadınız.”
Bunu söyleyenler..
Hatta bu cümleyi yetersiz bulup, “İktidar olabilirsiniz ama.. % 90 oy bile alsanız, muktedir olamazsınız” diyenler..
Şimdi, ayak diretmelerinin hepsini gizleyip..
“Her istediğinizi yaptınız. Bu anayasa değişikliğine ne gerek var” diyerek, bunu da yaptırmamaya çalışıyorlar..
Her an, tepemizde Demokles’in kılıcını sallamak istiyorlar..
Ama 16 Nisan’da sandıklardan çıkacak “evet” ile..
Bir defter kapanacak..
Yeni bir defter açılacak inşallah!
0 notes
Text
NUTUK
Günümüz Türkçesi’ne uyarlanmış ve fotoğraflar ilâve edilmiş “Nutuk”, bugünlerde en çok satanlar listesinin ilk sıralarında... Dün, Nutuk’un bu yeni versiyonunun yayıncısı olan Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın Genel Müdürü dostum Ahmet Salcan ile konuştum. Vaktiyle yılda 10 ile 17 bin arasında sattıklarını, satış adedinin geçen sene 73 bine yükseldiğini ama bu senenin ilk iki ayında 200 bine çıktığını söyledi. Bu 200 binin 50 bini toplu alımdı, Buca Belediyesi’ne gitmişti ama geriye kalan 150 bin kitabı okuyucular almışlardı. İki ay içerisindeki 200 binlik satış rakamı eserin yayıncısı Ahmet Bey’i de şaşırtmıştı ve yeni baskıları yetiştirmekte zorlandıklarını, birkaç gün içerisinde 100 bin adet daha basacaklarını anlattı. Nutuk felsefî bir eser değil, askerî ve siyasî bir metindir, muhalefetin ortadan kaldırılmasının ardından, Mustafa Kemal tarafından Halk Fırkası’nın ikinci kurultayında, 1927’nin 15 ile 20 Ekim günleri arasında aralıklarla tam 36 saat 31 dakikada okunmuştur ve İstiklâl Harbi’nin safhaları metinde Mustafa Kemal’in gözünden anlatılır. SOSYOLOJİK BİR OLAY... Açık söylemek gerekirse, Nutuk, sıradan okuyucuya pek bir şey vermez; zira metinde cephelerdeki hareketlerin, paşalar arasındaki çekişmelerin ve o günlerdeki siyasî vaziyetin hatırda tutulması zor ayrıntıları vardır. Yüzlerce sayfalık metinden 90 sene boyunca hatırlanan tek bölüm, “Bugün vâsıl olduğumuz netice, asırlardanberi çekilen millî musibetlerin intıbâhı ve bu azîz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum” cümlelerinin ardından gelen ve “Ey Türk Gençliği!” diye başlayan edebî hitabedir; bu hitabe ile beraber Nutuk da son bulur. Orijinal “Nutuk”un ilk sayfası. Ama, Nutuk’un bugün en çok satanlar listesinde yeralmasına şaşmamak gerekir; zira referandum öncesi yaşanan kamplaşmada Nutuk bir kesim tarafından sahiplenilmiştir, dolayısı ile ortada bir “Nutuk merakı” ve “okuma hevesi” falan değil, sosyolojik bir durum vardır ve bu durum mükemmel bir araştırma konusudur! ASIL NUTUK ÇOK BAŞKADIR! Şimdi, Nutuk konusunda pek bilinmeyen bir hususa temas edeceğim: Cumhuriyet’in temel belgelerinden olarak kabul edilen, senelerden buyana ardarda basılan, üzerinde araştırmalar ve dünya kadar da tez yapılan Nutuk’un yayınlanmış metni ile orijinal elyazması arasında büyük farklar vardır ve herkesin bildiği Nutuk, bazı bölümleri gayet sert olan asıl metnin “kısaltılıp yumuşatılmış” şeklidir. Bunu, Mustafa Kemal’in Halk Fırkası Kurultayı’nda 36 saat 31 dakika boyunca okuduğu metnin bugün hayatta olmayan bir dostumun bana seneler önce hediye ettiği bazı bölümlerinin fotokopilerine, yani Nutuk’un “orijinaline” dayanarak söylüyorum. Sözünü ettiğim orijinal metnin ilk sayfasını bu köşede görebilirsiniz... Metinler arasındaki farka bir örnek vereyim: Bildiğimiz Nutuk “1335 senesi Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesi ile başlar ama elyazması metnin girişinde “Ali Rıza Paşa, Ahmed İzzet Paşa’ya ‘Cumhuriyet yapacaklar’ demiş, aleyhimde bulunmuş. İsmet Paşa’ya İzzet Paşa söylemiş” şeklinde yuvarlak içerisine alınmış bir not vardır ve bu not ile sonraki sayfalarda yazılı olan daha birçok cümle, Mustafa Kemal’in sağlığında basılmış olan “resmî” Nutuk’ta yeralmaz! Ahmet Beyciğim, ha gayret! Askerleri ikna edin, Nutuk’un ATASE’de, yani askerî arşivde bulunan elyazması orijinalinin bir kopyasını edinip yayınlayıverin! Emin olun, 90 seneden buyana her nedense ortaya çıkmayan bu asıl nüsha hem daha fazla satar, hem de yayınlandığı takdirde tarihe çok büyük bir hizmet edilmiş olur!
0 notes
Text
ANAYASA Dogrular ve Yalanlar
Madem birileri inat ve ısrarla yalan söylemeye, getirilecek olan sistemde olmayan şeyleri varmış gibi anlatmaya çalışıyor. O zaman bize de bu yalanları her günün her saatinde başı çürütmek düşüyor. Ne diyorlar? -Yeni sistemde HSYK üyelerinin tamamı, Cumhurbaşkanı ve onun Meclis'te çoğunluğu bulunan partisi tarafından atanacak. Böyle bir durumda tarafsız ve bağımsız yargıdan bahsedilemez. Doğrusunu anlatalım. Yeni sisteme göre HHSYK'ya toplam 15 üye atanacak. Cumhurbaşkanı 4 üye atayabilecek. Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı bu kurulun doğal üyesi olacaklar. Bunları da Cumhurbaşkanı'nın hanesine yazarsak etti mi 6 üye... Geriye kaldı 7 üye... Bu 7 üyeyi ise Türkiye Büyük Millet Meclis'i seçecek. İşte hayırcıların es geçip, millete açık açık anlatmadıkları, yada yalan yanlış anlattıkları nokta burası... Onların anlatamadığını ben anlatayım. Meclis, söz konusu 7 üyeyi ancak ve ancak "Salt çoğunluk" sistemiyle, yani 600 milletvekilinden 401 tanesinin oyuyla seçebilecek. Şimdi rakamlara vuralım! AK Parti'nin şu an Meclis'teki milletvekili sayısı kaç? 317... Bu rakam AK Parti'nin tek başına HSYK üyelerini seçmeleri için yeterli mi? Değil! Hadi AK Parti ile MHP'nin bu konuda da birlikte hareket ettiğini varsayalım. Bahçeli böyle bir şeye asla ve kat'a yanaşmaz ama yine de varsayalım. MHP'nin milletvekili sayısı şu an atibariyle 39... İki partinin toplamı 356 ediyor ki bu da yetmiyor. Yani anlayacağınız, AK Parti'nin HSYK üyelerini seçebilmesi için CHP ve MHP ile uzlaşmaktan, anlaşmaktan başka şansı yok. Ha... Denilebilir ki AK Parti bir sonraki seçimde 400'ün üzerinde milletvekili kazanabilir. Yeni sistemle birlikte siyasi partiler ve seçim kanunu değişeceği, seçim barajı yüzde 3'lere, hatta sıfırlara kadar düşeceği için, AK Parti'nin 401 milletvekili çıkarma ihtimali milyonda bir bile değil... Gelelim diğer yalanlara... Diyorlar ki Cumhurbaşkanı yeni sistemde Anayasa Mahkemesi'nin bütün üyelerini atayabilecek. Bu durumda Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanı ne isterse Anayasa Mahkemesi onu uygulamak zorunda kalacak. Öncelikle şu konuya açıklık getirelim. Cumhurbaşkanı şu anda da Anayasa Mahkemesi'nin bütün üyelerini atayabiliyor. Peki ama bu atamalar nasıl yapılıyor? Amiyane tabir olacak ama Cumhurbaşkanları öyle aklına esen kişiyi "Gel seni Anayasa Mahkemesi üyesi yapayım" diye seçmiyor. Yeni sistem gereği Anayasa Mahkemesi'nin 15 üyesi olacak. Yargıtay ve Danıştay kurumları önce kendi bünyelerinde oluşturdukları kurullar aracılığıyla 5 kişiyi aday olarak gösteriyor. Bu isimler Cumhurbaşkanı'nın onayına sunuluyor. Aynı şekilde Yüksek Öğretim Kurulu da 3 aday belirliyor ve Cumhurbaşkanı'na sunuyor. Geri kalanlar ise hukukçu olan üst düzey yöneticilerden, birinci sınıf hakim ile savcı ve avukatlar arasından seçiliyor. Burada hayırcıların halka anlatmadığı şu ayrıntı var. 2010 Anayasa değişikliği ile birlikte, Anayasa Mahkemesi üyelerinin görev süresi on iki yıl ile sınırlandırılmış bulunuyor. Bu ne demek biliyor musunuz? Eski Cumhurbaşkanları'ndan Ahmet Necdet Sezer'in atadığı üyelerden çoğu halen Anayasa Mahkemesi'ndeki görevlerine devam ediyor. Erdoğan bugüne kadar Anayasa Mahkemesi'ne 1 üye atayabilmiş, 2019 seçimlerine kadar sadece 3 üye atayabilecek. Ahmet Necdet Sezer ile Abdullah Gül'ün atadığı mahkeme üyelerinin çoğunluğunun görev süresi ne zaman sona erecek biliyor musunuz? 2024 yılında!.. Görev süreleri 2030 yılında dolacak olan üyeler var! Şimdi diyeceksiniz ki ha Abdullah Gül atamış, ha Erdoğan, ne farkı var ki? O zaman size bir önceki yazıda verdiğim bazı bilgileri tekrar aktarmama müsaade edin lütfen. Twitter yasağının kaldırılması, CHP'nin başvurusu üzerine HSYK seçim sisteminin değiştirilmesi, Fetö dershanelerinin kapatılması kararının iptali gibi skandal kararlar Abdullah Gül'ün atadığı Anayasa Mahkemesi üyeleri tarafından verilmedi mi? Demek ki kim seçerse seçsin Anayasa Mahkemesi üyesi kimsenin emri altına girmiyor. Bu üyeleri ve bundan sonra seçilecek olanları peşin peşin emir kulu ilan edenler kendi karakterlerini anlatıyor olmalı diye düşünüyorum. Ve son yalan... Diyorlar ki "Yeni sistemde Cumhurbaşkanı isterse devlet kurumlarını bölgelere ayırarak ve özerklik ilan ederek ülkenin bölünmesine neden olabilecek!" Uzaktan yakından alakası olmadığı Anayasa'nın 123, 126 ve 127 maddesinde açık seçik anlatılıyor. Anayasamızın 123. Maddesine göre idare ve yönetim kanunlarla düzenleniyor. Anayasamızın 126. ve 127. maddesine göre il, ilçe, mahalli idare ve belediyeler Meclis'in çıkardığı kanunlarla kurulabiliyor. Cumhurbaşkanı'nın bu konularda kanun çıkarma yetkisi yok. Bırakın kanun çıkarma yetkisini, söz söyleme hakkı dahi yok! İşin özeti bu... Peki ışık hızıyla yayılan ve pek çok kişinin kafasında soru işaretleri oluşturan bu yalanlarla nasıl başa çıkacağız diye soracaksanız... Bu yazıyı gerek sosyal medyada paylaşarak, gerekse çevrenizdeki kafası karışıklara okutarak işe başlamaya ne dersiniz?
0 notes
Text
Dogrular ve Yanlislar.!!!!
Neden EVET...?
Şimdi muhalefetin Hayırcıların iddialarını Tek tek inceleyelim..! İddia:
-Yeni sistemde Cumhurbaşkanı yargılanamaz Tek adam olacak..!
Gerçek: -Mevcut sistemde Cumhurbaşkanı sadece ve Sadece 'Vatana ihanet' İddiasıyla yargılanabilir Onun için de TBMM'nin 550 vekilin 413 ile Yüce Divana sevk edilebilir..!
-Yeni sistemde ise Cumhurbaşkanı tüm suçlardan Yargılanabilir ve bunun için TBMM'nin 600 vekilin 400 nün oy vermesi yeterli.
İddia: -Yeni Sistemde Cumhurbaşkanı TBMM'yi Feshetme yetkisine Sahip olacak..!
Gerçek: -Mevcut Sistemde Zaten Cumhurbaşkanı Hem dilediği kişiyi Başbakan yapabilmekte (28 Şubat sürecini hatırlayın, Yalım Erez'i hatırlayın) Başbakan ve Bakanlar Kurulu Üyelerini kabul veya Red edenilmekte Hem de TBMM'yi feshedip Seçime götürme Yetkisine sahiptir..! 7 Haziran sonrası 1 Kasım seçimlerine Nasıl gittiğimizi hatırlayın..! Hatta
-Mevcut sistemde Cumhurbaşkanı TBMM'yi seçime Gönderirken kendisi aynı makamda Oturmaya devam etmektedir..!
-Yeni sistemde ise Cumhurbaşkanı TBMM'yi Feshedip seçime götürünce Kendisini de feshetmiş Oluyor ve kendisi de Seçime gitmek zorunda kalıyor.
İddia: -Yeni sistemde Cumhurbaşkanı ülkeyi KHK ve OHAL ile yönetecek..!
Gerçek: -Yeni sistemde Cumhurbaşkanı OHAL ilanı Yapsa da TBMM onayına sunacak TBMM kabul ederse geçerli olacak. Ayrıca yasama organı TBMM olduğu için Cumhurbaşkanı Yasa/kanun yapma yetkisi Olamadığı gibi kanun/yasalara Aykırı KHK da çıkaramaz..!
İddia: -Yeni sistemde Cumhurbaşkanı bütçeyi yapacak ve denetime tabi olamayacak..!
Gerçek: Cumhurbaşkanı tıpkı şimdiki Başbakan gibi yaptığı Bütçeyi TBMM onayına sunacak ve TBMM kabul ederse geçerli olacak. Ayrıca -Yeni sistemde Cumhurbaşkanı yaptığı Tüm yürütme faaliyetlerinde TBMM denetimine açık olacak ve Yargı yolu da açık olacak..!
İddia: -Yeni sistem ile Pâdişahlık Sistemi gelecek rejim değişecek..!
Gerçek: Halkın seçtiği, Bütçesi ve attığı her adımı TBMM denetimine ve yargıya Açık olan bir Pâdişahlık sistemi Dünya tarihinde var mı ki..?
İddia: -Yeni sistemde Cumhurbaşkanı yüksek yargıyı Atayacak ve yargı üzerinde Vesayet kuracak..!
Gerçek: -Mevcut sistemde Cumhurbaşkanı AYM'ye 13 üye aramaktadır..! -Yeni sistemde 12 üye arayacak..!
-Yeni Sistemde Cumhurbaşkanı HSYK'ya 4 üye ataması yaparken TBMM 7 üye ataması yapacak..!
İddia: Tamam Erdoğan'a güveniyoruz Peki yarın yanlış biri Cumhurbaşkanı olursa ne olacak..!
Gerçek: Biz milletin iradesine ve Ferasetine güveniyoruz Yanlış adama %51 oy vermez Hem zaten biz bu sisteme Sözde 3 elitin kapalı kapılar Ardında oturup halkın oy Vermediği yanlış bir adamı O veya bu şekilde Başbakan Yapamasın kimse halkın İradesini ipotek altına Almasın diye Evet diyoruz..!
İddia: Ülkeyi 18 yaşındaki Çocuklar yönetecek.
Gerçek: İslami olarak da Avrupa Yasalarına göre de reşit olan Bir kişi her türlü yönetme Şartlarına haizdir..! Kaldı ki ;
-Yeni sistemde Milletvekili 18 yaşında olacak Diye bir kaide yoktur Sadece 18 yaşında olan da Milletvekili olabilir denilmektedir..!
İddia: Erdoğan seçildikten sonra Bir daha seçime gitmeyecek ve Tek adam rejimi gelecek..!
Gerçek: Akla ziyan bu iddia cevaba Değer değil ama seçime gitme Yasalarla belirlenmiştir..! Kaldı ki TBMM çoğunluğu da İstediği zaman seçime gitme Kararı alabilmektedir..!
İddia: Türkiye Başkanlık sistemine gidiyor Bu demokrasiye aykırıdır..!
Gerçek: Türkiye Başkanlık sistemine Gitmiyor Partili Cumhurbaşkanı Sistemine gidiyor..! Kaldı ki AB/D ülkelerindeki Başkanlık sistemini anlatırken Ağzının suyu akanların bu iddayı Ortaya atması gülünçtür..!
İddia: -Yeni sistemde ülke bölünecek..!
Gerçek: -Yeni sistem ile ülkenin üniter yapısı Daha da güçlenmektedir..! Değişen maddeler arasında Anayasanın ilk 4 maddesi de Yoktur üniter yapıya halel getiren Bir düzenleme de yoktur..! Ülkeyi bölmek isteyen PKK ile Ülkenin bölünecegini iddia eden Ulusalcıların aynı safta HAYIR Demeleri de bunun en açık Delilidir..! Ba'de kulli hisab; Osmanlı Devletini Parlamenter sistem batırdı..! Halk ile halkın değerleri ile Hiçbir ilişkisi olmayan Bir zevat gelip babasının Kurduğu devlette padişahın Üzerine vesayet kurdu ve Onu karar alamaz Hareket edemez duruma getirdi..! Bugün de halkın oyunu Almayan ve alma ihtimali olmayan Bir zevat yalan ve Çarpıtma ile halkın iradesi Üzerindeki vesayetini Sürdürme ve Milletin Devletini Karar alamaz hale getirmek için Bu sistemin devamını Savunmaktadır..! Kısaca: Haklı ve doğru olan kişi Yalana/çarpıtmaya tevessül Eder mi; Yalan söyleyen kişi haklı ve Doğru olabilir mi.? Olamaz..! Bu nedenle EVET diyeceğiz..!
0 notes
Text
TAKSİM CAMİİ UZUN HİKAYESİ!!!
"Şeriat-ı Muhammediye'yi batıranlardan ve beytülmal-ı Müslimini yağma edenler ve ulemayı ve sair Müslümanları kâfirlere tercih edenleri ve kâfir ile İslâm arasında fark yoktur diyen ve gerek (6 nokta) olsun ve gerek ona muayyen eden zalimler olsun onların kanını dökmedikçe durur isek dinimiz kâfir olsun ve Karun gibi mel'un olalım ve Ebu Cehil gibi merdud olalım..." Türkiye’nin ilk başarısız darbe girişimi bundan 157 yıl önce darbenin lideri olan Süleymaniyeli (Irak Süleymaniye) Şeyh Ahmed’in bu fetvasıyla başlamıştı. Fetvada kanının dökülmesine cevaz verilen kişi padişah Abdülmecid’di. Yıllarca yaşadığı odasında ticaret yaparak hayatını sürdüren bir şeyh olarak bilinen Süleymaniyeli Şeyh Ahmed, aralarında paşaların, başka tarikat şeyhlerinin, zengin ailelerin de olduğu bir fedailer cemiyeti kurmuştu. “Süleymaniyeli Şeyh Ahmed ile aramdaki muahedeyi kabul ettim ve ben muvahhid fedaiyim” diyerek yazılı ahid vererek girilen cemiyet 10 bine yakın silahlı fedaiye ulaşmıştı. 14 Eylül 1859 günü Şeyh Ahmed ve cemiyetin önde gelen 41 kişisi Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nde toplanmıştı. Sultan Abdülmecid, Tophane’den geçerken onu öldürecek, yerine dindar bir padişah olan Abdülaziz’i geçireceklerdi. Ama cemiyetin içindeki Tophane-i Amire kâtiplerinden Arif Bey, darbeyi ihbar etti. Kısa süre sonra Kılıç Ali Paşa Camii basıldı ve darbeciler yakalanıp Kuleli Askerî Lisesi’ne kapatıldı. Tarihe "Kuleli Ayaklanması" olarak geçen bu ilk başarısız darbe girişimi 3 yıl önce padişahın ilan ettiği Islahat Fermanı’na karşı toplumda oluşan tepkinin sonucuydu. Şeyh Ahmed’in fetvasında bahsettiği “kâfir ile İslâm arasında fark yoktur” Abdülmecid’in adını ‘gâvur padişah'a çıkaran Islahat Fermanı’ndan sonra gayrimüslimlere verilen haklara karşı bir tepkiydi. O haklardan Müslüman ahalinin en çok gözüne batan tahta tokmak yerine artık kiliselerde çan çalınmaya başlaması ve gayrimüslimlerin kilise, havra, manastır ve mektep inşa ve tamiri konusundaki kısıtlamaların kaldırılmasıydı. Yasağın kalkması üzerine 1867 yılında Beyoğlu’nda içinde tahta bir mütevazı kilisenin de olduğu mezarlık olarak kullanılan bir araziyi satın alan Patrikhane bir kilise yapmaya başladı. 2. Abdülhamid Han devrinde Saray Mimarı unvanı alıp, Darülaceze’yi yapacak mimar Vasilaki Efendi’nin yapmaya başladığı kilisenin mevcut kiliselerden büyük bir farkı vardı. Camilere benzememesi için camiler ve türbeler dışında yasaklanmış olan kubbeli olarak inşa edilecekti. Yanı başında içinde Müslüman ve gayrimüslim mezarlıkları olan en büyük mezarlığı Ayaspaşa Mezarlığı olan görkemli ve kubbeli kilisenin inşaatı sırasında; Osmanlı’daki Ortodoksların hamiliği iddiasındaki Ruslarla Osmanlı orduları bir kere daha karşı karşıya geldiler. "93 Harbi" olarak bilinen büyük savaşta dağılan Osmanlı ordusunu önüne katan Ruslar, İstanbul’a girdiler ve Yeşilköy’e kadar geldiler. Ancak meşhur Ayastefanos Anlaşması’yla çekildiler. Rusların bu ezici zaferinden iki yıl sonra Aya Triada adı verilen kilisenin inşaatı bitti. Beyoğlu’nun girişinde, yanı başında 93 Harbi'nde ölen Osmanlı askerlerinden yattığı mezarlığın yanı başında açılan kilise hakkında; Rusların verdiği parayla yapıldığı, Ayastefanos Anlaşması’nda bu kilisenin şart koşulduğu gibi dedikodular halk arasında yayıldı. Ezeli düşman Rusya’nın hamiliğinde yapılmış olması, büyüklüğü, kubbeli olması, o güne kadar alışık olmadıkları çan sesleri Müslüman ahaliyi rahatsız etmişti. Bir rivayete göre Taksim’de o kilisenin tam karşısına aynı görkemde bir cami inşa etme fikri taa o tarihlere kadar uzanıyor. Ama bu fikrin sebebi sadece Aya Triada’nın rövanşı da değildi. Genel olarak gayrimüslimlerin, elçilerin, Batılı hayat tarzının merkezi olan Beyoğlu’nda 1594 yılında yapılmış Ağa Camii’nden başka caminin (Topçu Kışlası içindeki cami de 1922’de satılıp, yıkılmıştı) olmamasına karşı bir tepkiydi. havsalam almıyordu bu hazin hâli önce ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım; allahımın ismini daha çok candan andım. ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen! böyle sokaklarda ki, anası can verirken, ışıklı kahvelerde kendi öz evladı var... böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar, en kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini, üstünde orospular yükseltiyor sesini. burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor, yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor. kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu, anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen! ey bu caminin ruhu: bize mucize göster mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer bir gün harap olmazsa türkün kılıç kınıyla, baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!.. 1921 yılında işgal altında olan İstanbul’da, yıkık dökük durumdaki Ağa Camii’ne bakarak bu şiiri yazan şair o günlerde genç bir şair olan Nazım Hikmet’ti. Nazım Hikmet’i de saran bu “İmansız muhitte yalnız kalmış cami” motivasyonu Taksim’e cami inşa etme arzusunun motorlarından biriydi. Daha sonra büyüyen şehir, Beyoğlu bölgesinin değişen sosyolojisi ve bölgedeki tek cami olan Ağa Camii’nin küçüklüğüyle bu motivasyona ihtiyaç da eklendi. Taksim’e bir cami yapılmasıyla ilgili ilk girişimin tarihi 1952’ydi. “Taksim’de büyük bir cami yapılacak” başlıklı 14 Şubat 1952 tarihli Cumhuriyet gazetesinden okuyalım: “Taksim Meydanı, İstanbul’un büyük çapta Türk ve İslam mimari abidelerinden mahrum bir köşesidir. Ağa Camii’nin tamirinden ve Şişli Camii’nin inşasından sonra çehresi biraz daha değişen Beyoğlu semti için Taksim’de bir cami inşa edilmesi düşünülmektedir. Merkezi Ankara’da bulunan Anıtlar Derneği bu hususta şimdiden harekete geçtiğini, düşünülen caminin projesini bile tespit ettirdiğini öğrenmiş bulunuyoruz…” Mevlana ailesinden gelen ve 27 Mayıs darbesinden sonra üniversiteden atılan 142’liklerden biri olan tıp profesörü Feridun Nafiz Uzluk’un başkanlığından Anıtlar Derneği, İstanbul başta olmak üzere çok sayıda şehirde camiler yaptırmış bir dernekti. 1955 yılında derneğe İstanbul Belediyesi’nin Taksim Camii için gerekli arsayı ayırdığı haberleri çıktı ama proje gerçekleşemedi. Taksim’e cami yapılmasıyla ilgili ikinci girişim 1960’ların ortasında yapılıyor. Bu kez girişimin öncüleri ünlü iş adamları. İshakol Boyaları’nın sahibi Rizeli Süleyman İshakoğlu başkanlığındaki dernekte ÇBS boyalarının sahiplerinden Abdülkadir Çavuşoğlu ve Ülker’in sahibi Sabri Ülker de vardır. Caminin maketi bile hazırdır. http://www.ishakol.com/bayi/sosyalsorumluluk İlk somut adımı 1965 yılında Başbakan Süleyman Demirel atar. Bakanlar Kurulu’ndan Taksim Sular İdaresi’nin arkasındaki Ziraat Bankası ve Hazine’ye ait arazinin cami yapılmak şartıyla Vakıflar Müdürlüğü’ne satılması kararı çıkmıştır. Şartın süresi 10 yıldır. Artık cami için arsa, proje ve para vardır ama belediyeler ve bakanlıklar arasında karar gidip gelir. İstanbul’un CHP’li belediye başkanı Ahmet İsvan projeyi mahkemeye götürür. Mahkeme arsa tahsisi kararını durdurur. Bu arada Süleyman İshakoğlu, halen kullanılmakta olan küçük mescidi yaptırır. O da mahkemeye verilir. Sebep, bahçede namaz kılmak için beton dökülmesidir. 1975 yılında 1965’teki Bakanlar Kurulu tahsisinin öngördüğü 10 yıllık süre dolar. 1977 yılında yine Süleyman Demirel Başbakanlığındaki ikinci Milliyetçi Cephe Hükümetinin yıkılmasından kısa bir süre önce Beyoğlu İlçesi İmar Planı’nda değişiklik yapılarak otopark olarak görünen arazi yeniden cami için tahsis edilir. 13 Mayıs’ta MC Hükümetinin AP’li Kültür Bakanı Rıfkı Danışman’ın imzaladığı cami projesi üç ay sonra Bülent Ecevit başbakanlığındaki yeni hükümet zamanında Anıtlar Kurulu’ndan da olur almıştı. Bir cami ve altında çarşıyı içeren Taksim Camii Şerifi Külliyesi Avan Projesi için tek bir engel kalmıştı. Arsadaki diğer mülk sahiplerinin rızası. O mülk sahiplerinden biri 180 m2’lik alanın sahibi olan İstanbul Belediyesi’ydi. Projeyi başından beri engellemiş CHP’li Ahmet İsvan’ın yerine seçilen yine CHP’li Aytekin Kotil’den da onay çıkmadı. Tekrar Başbakan olan Demirel 5 Mayıs 1980’de bir adım daha attı ve arsadaki Ziraat Bankası arazisinin cami yapılmak üzere Vakıflar tarafından satın alınması ve paranın da Hayrat Fonu’ndan karşılanması için bir Bakanlar Kurulu kararı daha çıkardı. 10 Eylül 1980 günü TRT akşam haberlerinde Taksim’e yapılacak cami ile ilgili haberler yapılmış, Taksim Camii Şerifi Derneği yöneticileri İshakoğlu ve Çavuşoğlu’nun görüşlerine yer verilmişti. İki gün sonra darbe oldu. İş adamları projenin peşini bırakmadılar. Kenan Evren’e ulaşmaya çalıştılar. Hatıratına göre Evren Taksim’e cami talebini geri çevirdi. 1981 yılında da darbenin İstanbul Belediye Başkanı orgeneral İsmail Hakkı Akansel 1977’deki Bakanlar Kurulu kararıyla değiştirilen camiye tahsis edilen arsayla ilgili planı değiştirerek katlı otoparka çevirdi. Değişiklik İmar ve İskan Bakanlığı tarafından da onaylanarak Taksim Camii hayallerine bir darbe daha vuruldu. 1982 yılında dönemin Başbakan Yardımcısı, iş adamlarına derneği feshedip cami için bir vakıf kurulmasını önerdi. Darbe döneminde alınan karara dönemin İstanbul Vakıflar Başmüdürü Süleyman Eyüpoğlu, 1983’te 12 Eylül döneminde İstanbul Belediye Başkanlığı’na atanan 3. Kişi olan Orgeneral Abdullah Tırtıl’a gönderdiği itirazla karşı çıktı. İtirazın gerekçesi ilginçti; “Bugün Türk devletinin dış politikası, İslam âlemine ve Arap devletlerine dönük kesif faaliyetler arz etmektedir. Taksim semtinde bir cami yapılması, Arap devletlerinin dikkatini Türkiye’nin üzerine celbedecek, enternasyonel bir hüviyet arz edecektir. Geçen seneler İstanbul’da yapılan İslam devletleri Konferansı’na iştirak eden delegeler bu ihtiyaca işaret etmeler ve bu hususta yardımda bulunma talepleri Taksim’de caminin ne kadar zaruri bir ihtiyaç olduğunu ortaya koymuştur.” Vakıfların ve arsanın eski sahibi Ziraat Bankası’nın itirazları son olarak Danıştay’ın önüne gitti. Ve Danıştay 6. Dairesi, 7 Şubat 1983 günü verdiği kararla Taksim Camii Projesinin “Şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararı açısından uygun olmadığına” karar verdi… Ama Taksim’e cami ile ilgili ümitler bitmemişti. 1984 yılındaki Belediye seçimlerinde ANAP’ın adayı olan Bedrettin Dalan kampanyasında Taksim Meydanı’nın yeniden düzenlenmesi sözü vermişti. Dalan başkanlığının ilk yıllarında Taksim’e cami-çarşı projesine sıcak baktığını söylemişti. Ama 1987’de düzenlediği Taksim Meydanı Tasarım Proje Yarışması’nın jüri başkanlığına 1983’te Danıştay’ın camiye karşı çıkan kararının bilirkişilerinden birini getirmiş, yarışmanın şartnamesinde de camiye yer vermemişti. Vakıflar Müdürlüğü’nün hatırlatmaları da işe yaramadı. 1989’da SHP’li belediye başkanı Nurettin Sözen döneminde de proje otopark olarak plandaki yerini korudu. 1991 yılında Taksim’e cami projesi iş adamı İbrahim Arslan başkanlığında kurulan Taksim Camii Kültür ve Sanat Vakfı ile yeniden gündeme geldi. En dikkat çekici olanı, 86 kişilik vakıf meclisinde olan isimlerdi: Recep Tayyip Erdoğan, Vehbi Koç, Rahmi Koç, Sabri Ülker, Sakıp Sabancı, Semiha Şakir, Şarık Tara, Osman Boyner, Ekmeleddin İhsanoğlu, Kemal Ilıcak, Asım Kocabıyık, Prof. Dr. Esat Coşan, İbrahim Cevahir, Tayyar Altıkulaç, Ahmet Kabaklı, Taha Akyol, Fuat Bol, Necati Özfatura... Hemen harekete geçen vakıfla, Vakıflar Müdürlüğü arasında bir protokol imzalandı. Protokol, arsayla ilgili planın düzeltilmesi için birlikte çalışılmasını ve yapılacak caminin mülkünün vakıflar müdürlüğüne bırakılmasını öngörmekteydi. 1992 yılında Vakıflar Müdürü, tekrar belediyeye planın düzeltilmesi için başvurdu. Ama belediyeden bir cevap gelmedi. Vakfın girişimleriyle 1993 yılında 1 Numaralı Koruma Kurulu’ndan camiye yeşil ışık yakan bir karar çıkartıldı. Karara göre önündeki maksemin boyunu aşmayan bir cami yapılabilecekti. Ama düğümü esas çözecek olan 27 Mart 1994 yerel seçimleri olacaktı. Seçimi kampanyasında Taksim’e cami sözü veren Recep Tayyip Erdoğan kazanmıştı. Erdoğan’ın, “Taksim’e cami iznini vereceğiz, temelini de Cumhurbaşkanı Demirel’e attıracağız” sözleriyle tartışmalar yeniden başladı. Erdoğan’a cevap dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’ndan geldi; “Mülki amir benim, izin vermeyeceğim.” Aynı günlerde Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan da “Yakında Taksim Camii’nin temelini atacaklarını” duyurdu. Tartışmalara 1994 ve 1995’te Koruma Kurulu’nun verdiği iki karar noktayı koydu. Kurul, cami yapılması için tahsis edilen otopark alanında tarihî su yapılarına ait kalıntılar ve tuğla mezarlardan oluşan bir nekropol olduğunu iddia ederek bölgeyi SİT alanı ilan etti. Artık Taksim Camii hararetli laiklik tartışmalarının en önemli maddelerinden biriydi Tartışmalar o kadar şirazesinden çıkmıştı ki ünlü bir iş adamı, “Eğer Taksim’e cami yapılacaksa hemen karşısında bana da Atatürk’e ibadet edebileceğim bir mabet yapsınlar” bile demişti. Refahyol iktidarının kurulmasından sonra Kültür Bakanlığı koltuğuna oturan İsmail Kahraman “Taksim’de camiye karşı çıkanların yobaz olduğunu” söylemesi tartışmaları büyüttü. 28 Ocak 1997 günkü gazetelerde Taksim Camii’nin temelinin 29 Mayıs İstanbul’un Fethi yıl dönümünde atılacağı haberleri vardı. Ama bir ay sonra 28 Şubat 1997 günkü Millî Güvenlik Kurulu toplantısından sonra bütün planlar altüst oldu. 4 Mart günü İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ilk meclis toplantısında Taksim Camii Projesi gündeme alınmadı. Refah Partisi Meclis Sözcüsü “Taksim Camii şimdilik gündemimizde değil” açıklaması yaptı. Laiklik tartışmalarının en hararetli konularından biri hâline gelen Taksim’e cami projesi, AK Parti iktidarı boyunca da gerilimi artırmama stratejisiyle uzun süre gündeme gelmedi. Başbakan Erdoğan, 2012’de Taksim’e cami fikrinden yeniden bahsetmeye başladı. 2013 Gezi Olayları sırasında bu fikrini tekrarladı. 19 Ocak 2017’de İstanbul İki Numaralı Kültür varlıklarını Koruma Kurulu’nun onayına kadar ise bu konuda bir adım atılmamıştı. Kararın ardından 65 yıllık mazisi olan Taksim Camii’nin temeli atıldı. Taksim’e caminin bir ihtiyaç olduğu açık. Ama bu, sadece Taksim’de cuma günleri namaz kılınacak yer olmaması ya da oradaki teneke minareli mescitten kaynaklı fiziki bir ihtiyaç değil, esas olarak Türkiye’nin uzun modernleşme tarihinin kimlik, laiklik tartışmalarından ortaya çıkmış temsil edilme, var olma taleplerini karşılayacak metafizik bir ihtiyaç da… O yüzden Türkiye’nin normalleşmesi, rahatlaması için de Taksim’e bir cami yapılmalı. Bundan 3 yıl önce bu fikre yükselen itiraz seslerinin, her ne kadar referandum etkisi dense de artık yükselmemesi bu normalleşmenin cami yapılmadan gerçekleşmeye başladığını gösteriyor. İstanbul’a büyük katkıları olmuş Turing Başkanı Çelik Gülersoy 90’lardaki cami tartışmaları sırasında “Camiyi yapalım ama karşısındaki kilise kadar estetik ve görkemli olmayacaksa hiç yapmayalım” demişti. 2012 yılında tartışmalar yeniden başladığında yazdığım yazının sonundaki önerimle bitireyim: “Taksim’e öyle bir cami yapılsın ki, Bienal’e, Film Festivali’ne gelen en modern kalabalıklar bile içinde oturup kitap okumak istesin. Öyle bir cami olsun ki, bakanlar İstanbul’un sadece Doğu-Batı arasında kalmış bir köprü değil, yeni formların üretildiği bir şehir olduğunu da görsün. O cami Türkiye’ye özgü Batı-dışı modernlik tecrübesinin sembolü olsun. Mümkünse ezanlar da minareden, altında kalabalıklar toplayacak kadar makamlarına uygun ve davudi sesli müezzinler tarafından canlı canlı okunsun…”
0 notes