kukumavblog
kukumavblog
Kukumav Blog
14 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
kukumavblog · 8 years ago
Text
Cansın Çetin, 0202
Kimse Orijinal Değildir
Herkes şahsına münhasır olduğunu düşünür. Kimseye benzemediğini, ruh eşini bulabilse de eşsiz olduğunu… Acı haberi benden duymanızı istemezdim ama bu doğru değil. Bahsettiğim şey insanlar çift yaratılmıştır inanışıyla alakalı olan bir şey değil, yanlış anlamayın. Daha çok onar hatta yüzer tane oluşumuz. Hayatımızdaki kişi kadar bizden vardır aslında. Ve biz tanıdığımız kişilerde var oluruz. Doğuştan gelen bazı şeyleri inkar edemem tabii ki ama ben kimsenin orijinal olmadığına inanırım.
Hepimiz hayatımızdakilerin ortak eforuyla oluşuruz. Ben kendimi yetiştirdim cümlesini yanlış bulurum. Bence hepimiz isteyerek ya da istemeyerek birilerinden etkilenerek ruhumuzu ve aklımızı inşa ederiz. İllaki fiziksel olarak tanıdığınız birinden bahsetmiyorum ya da sık görüştüğünüz biri de olması gerekmez. Yıllar önce ölmüş olan bir düşünür olabilir, uydurma bir roman karakteri olabilir, yıllardır hiç görüşmediğiniz ilkokul öğretmeniniz olabilir. Bir şekilde bir parçasını kaparız ve ya direkt ya da yontarak kişilik pazılımıza ekleriz. Her zaman iyi özellikler olmuyor tabii ki bunlar. İyi, kötü ya da nötr; bir şekilde kendi zirvemize çıkmamız için merdiven basamaklarını oluştururken derinlerdeki karanlık mahzenimize de indirebiliyor bizi.
Bu olayı her zaman isteyerek yapmıyoruz. O nedenle aslında dikkat etmek gerekiyor çünkü algılarımızın bir filtresi yok ki takalım ve kötü ortamlardan, kalitesiz şekillerden etkilenmeyelim. Durun şimdi aklıma bununla ilgili bir atasözü de geldi ve ünlü girişle söyleyivereyim; ne demiş atalarımız, bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Tabii onlar bunu hangi taraftan bakarak söylediler bilmiyorum. Yani kişi kendine benzeyenleri bulup arkadaş olur mu yoksa zamanla arkadaşlarına benzer mi? Bu yazıyla ilgili olanı ikincisi. Peki o halde şey de var, üzüm üzüme bakarak kararır. Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan… Körle yatan şaşı veya daha otantik versiyonu itle yatan bitle kalkar. Evet, uzattıkça uzatasım gelen bu atasözleri biraz negatif bir taraftan bakıyor hep. Ama öyle olmak zorunda değil. Jimi Hendrix’i hayatına alıp gitar çalmaya başlamış insanları düşünün, Queen’i ve David Bowie’yi tanıyıp Lady Gaga’yı yaratan Stefani Joanne Angelina Germanotta’yı ya da daha içeri inip kendi babaannesinin anaçlığını alıp harika çocuklar yetiştiren anneyi düşünün.
Hiçbir parçam orijinal değil, tanıdığım herkesin ortak çabasıyla oluştum. Dostlarım ve düşmanlarım. Sevdiklerim ve nefret ettiklerim. Bu gün olduğum kişinin bir parçasılar. İsteseler de istemeseler de. İstesem de istemesem de. Peki siz ne düşünüyorsunuz? Katılıyor musunuz ya da tamamen farklı bir şey mi düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi benimle paylaşırsanız çok sevinirim. Bana kişisel adreslerimden; facebook.com/carpediembirdie, instagram.com/clockworklizard, [email protected] ya da blogumuzun adreslerinden; facebook.com/kukumavblog, [email protected] ulaşabilirsiniz.
Ve bu kez bir ilk yapıp bir şarkı armağan etmek istiyorum siz yazımı okuyan baykuşlara.
https://www.youtube.com/watch?v=bvjjc18nB14
1 note · View note
kukumavblog · 8 years ago
Text
Ali Göküş, 0202
O.K.E. ya da Uzun Adıyla Obsesif Kompulsif Enaylik
Öncelikle başlığı görüp sinirlenen OKB hastaları olsun istemiyorum, bilakis aynı hastalıktan ben de mustaribim. Zaten bu yüzden böyle bir başlığı hiç sıkıntı çekmeden atabildim. Bilmeyenler için -sizi şanslılar- Obsesif Kompulsif Bozukluk, bildiğimiz takıntı hastalığı. Aynen aynen. O elini günde seksen beş defa yıkayan, bir işi yaptıktan sonra otuz defa işin sonucunu kontrol eden, “bunu bana mı dedi? ben gerçekten böyle miyim? böyle yaparsam Tanrı beni cezalandırır mı? bir hafta önce kapıdan içeri sol ayağımla girdim diye evde yangın çıktı, o yüzden bir daha asla sol ayağımla kapıdan girmemeliyim” şeklinde saçmalıklı seçmeli soruları gün içinde kendi kendine milyonlarca kez tekrar eden kişilerin yaşadığı hastalık bu OKB. Örnekleri olabildiğince basitleştirmeye çalıştım fakat sorular çok daha fazla derinleşebiliyor. Alışkanlıklarını karakter özelliği sanan kişiler, çoğu zaman tüm gün boyunca iç sesleriyle kendilerine cephe alıp, kendileriyle sonu gelmez tartışmaların içine giriyor. Buna ben de dahilim. Bu hastalığın bendeki başlangıcını bilmiyorum, ama şiddetlendiği yılları söyleyebilirim: 2015 sonu. Hastalık genellikle 18’inden sonra şiddetlendiği için skalayı tutturmuş durumdayım. Bu hastalığın çözümünü ise şu şekilde düşünmekteyim: onunla savaşmak.
Çoğu OKB’liye göre bu eylem çok korkutucu evet. Üzerimize baskı uygulayan davranışlara bir karşı saldırıyla karşılık vermek, OKB’si olan hiçbir hastaya göre basit değildir. Bana göre de durum aynı. Yazımın başlığını neden “Obsesif Kompulsif Enaliyik“ seçtim belki de çok açık aslında: Biz OKB’liler az biraz enayiyiz. Takıntılarımızın bize dayattığı sonuçların hiçbirinin gerçekliğe dayanmadığını bildiğimiz halde, takıntılarımızı pek kızdırmamaya çalışırız. Sanki bize göre evreni onlar kontrol etmektedir ya da kontrol edenlerle yakından ilgilidirler. Halbuki alakası yok. Takıntılarımızın hiçbir b%k bildiği yok. Madem o kadar çok şey biliyorlar neden peki, bizim onlara izin verdiğimiz mühletçe beynimizdeler? İstediğimiz anda onların fişini çekip beynimizden siler atarız onları. Takıntılarımızın hayatları bu kadar pamuk ipliğine bağlıyken, bizi kontrol etme mekanizması nasıl bu kadar etkili çalışıyor peki? Cevabı basit: Bizi çok iyi tanıyorlar.
Kendi açımdan söylüyorum, takıntılarım beni en çok dinsel ve ahlaksal yönlerden vuruyor. Kısa bir örnek vermek gerekirse: Geçen gün arkadaşımla buluştuktan sonra eve dönmek için otobüs durağında beklerken yerde, bir yemek acentesinin üzerinde reklamı olduğu bir magnet görmüştüm. Magnetin arkası dönük olduğu için onu önce ayağımla biraz dürterek tersyüz etmeye çalıştım. Magnet yüzünü bana çevirdikten ve o yemek resmini gördükten sonra içimdeki savaş işte o an başladı. “O magneti yerden almazsan Tanrı sana bir daha yemek vermeyecek…”.
Evet, her şey bu kadar 2 kere 2 aslında. Kuruntularımızın oluşması için önümüze bir meteor düşmesi gerekmiyor, küçük bir buzdolabı mıknatısı bile bizim içten içe delirmemiz için yeterli. Hikayenin sonunu merak edenler için, tabii ki magneti yerden almadım. Savaşa savaşla karşılık verilmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü o magnetin ilahi hiçbir şeyle alakası yok. Eğer yerde gerçekten yenilebilir bir şey görseydim, onu alıp ya çöpe atmalı ya da kuşların yemesi için bir duvar üstüne filan koymalıydım. Eğer kırıntı şeklindeyse çöp konteynerinin kenarına veya herhangi bir duvarın bitişiğine iteleyip karıncaların yemesini bile umabilirdim. O magneti de yerden alabilirdim sonuçta kolum kopmazdı ama bu nedenlerle değil, şöyle ki: Bilinçli bir çevreci olarak yerde bulduğumuz çöpleri doğa ananın hatrı için zaten çöp kutularına atmamız gerekli. Küresel ısınmadan dolayı Grönland sakinlerinin bile pencere kenarında ellerinde tava, sadece güneş ışığından yardım alarak sıvı yağ kızartacağı günler koşarak yaklaşıyor. Bunu biliyordum ama belediye çöpçülerinin mutlaka onu görüp temizleyeceği için, bundan kesinlikle emindim, içim rahattı. Onlara minnettarım.
Enayi hastalığı… Sözüm siz okuyucuların meclisinden dışarı, bazen çok güzel enayi olurum ben gün içinde. OKB’nin dayatmaları olsun olmasın, yakın arkadaşlarımın hatta ailemin bile beni enayi yerine koyduğu anlar oluyor. Bütün bunların üstüne bir de ortalıkta görülmeyen bir şeyin beni etkisi altına alması, beni korkutması gerçekten çok can sıkıcı. Hastalığın ilk evrelerinde bende yaşanan değişimin az çok farkında olsam da bunu tabii ki OKB başlığı altında hiç düşünmemiştim. Bir gün başka bir arkadaşımla kitap mağazasını gezerken rastladığım ve aldığım takıntı kitabında OKB ismi geçince gerçekten ben de o hastalıktan bayağıdır çekiyormuşum şeklinde dank etti bu konu kafama. Kitabı 4. bölüm gibi bir yerde bıraktım gerçi, zamanım olmadı bitirmeye fakat gerçekten beni birebir anlatan örnekler -tür olarak değil, genel olarak- olduğunu görünce bundan kurtulacağım düşüncesini kafamdan hiçbir zaman atmadım. Çünkü kişinin de çabasıyla tavsayan ve yok olduğuna inandığım bir hastalık OKB. Ya da OKE. Bence savaşı başlatmanın bir nevi ilk adımı bu isim değişikliği. Ne diyor güzel bir söz, “Başlamak, bitirmenin yarısıdır.”.
Şu an gerçekten kendimi eskisinden de özgür ve yaşam kalitemin de daha yüksek seviyelerde olduğunu hissediyorum. Evet, hayat ilerlemeye ve iniş-çıkışlarıyla akmaya devam ediyor ama en azından bu enayi hastalığının beni sıkboğaz etmesini kontrol altına alabiliyorum. Bu beni iyi hissettiriyor. Risk alıyorum, eğer sonucu kötü olacaksa bile g%#i zekalı bir kuruntunun boyunduruğu altına girmeden hayatıma yön verebildiğimi bilmiş oluyorum. Normal insanlar gibi materyalist problemlerle uğraşıp kendi ruhani düşüncelerimi de beynimde, kutsiyetlerini korudukları yerde tutabiliyorum. Bu beni iyi hissettiriyor. Enayi olmadığımı, kullanılmadığımı bilmek beni iyi hissettiriyor.
0 notes
kukumavblog · 9 years ago
Text
Cansın Çetin, 0201
Yolculuk
Gece yolculuğu. Dünya üzerinde en sevmediğim isim tamlaması. Hele şehirlerarası bir gece yolculuğu kabus gibidir. Otobana çıktığınız andan itibaren yutulmuş bir karanlık, sinir bozan bir sessizlik vardır. Beni hep rahatlatmış olan o sakızlı araba kokusu, annemin seçtiği bayağı müziğin kısık sesiyle birleşince her daim uyuma isteği uyandırıyordu bende. Ya da ‘beni araba tutar’ cümlesinin bebekçe olduğunu düşündüğüm için 5 yaşında kendimi böyle telkin ediyordum. 
Nursel Hanım’ın konağına gidiyorduk. Konağın küçücük ama yemyeşil bir bahçesi, altında kendini prensesler gibi hissedeceğiniz zarafette bir kamelyası; içinde bir sürü değerli mobilya, zevkle döşenmiş ve hatta üzerinde küçük çiçek işlemeli porselen tutacakları olan göz alıcı kırmızı mutfak dolapları vardı. İnanılmaz pahalı antika eşyalarla modern bir havanın buluştuğu bir konak! Tabii bu anlattıklarım elbette gerçek değil. 
Aslında olan, filmlerde gördüğünüz jilet gibi dümdüz yeşilin o harika tonunda bir bahçesi yoktu, onun yerine yağmur yağdığında bataklığa dönüşen kavrulmuş ot toplulukları vardı. Kamelyaysa tüm doğa yaşamını öldürmek için zaten küçük ve saçma bir dizayna sahip olan bahçenin yarsına beton dökülerek yapılmıştı, üzeri de öyle prenses kaplaması falan değildi. Ucuz demirden dökülmüş derme çatma bir yerdi. O çirkin ot topluluklarıyla altındaki her şeyi öldürme amaçlı yığılmış betonu hala hafızamdan çıkaramam. Pahalı mobilyalar ve zevkle döşenme zırvaları da yok. Anneannem süsü çok severdi ve hani artık modası geçtiği ya da çok yer kapladığı için atmaya karar verdiğiniz türde biblolar vardır ya, işte onların hepsini toplamada uzmandır. Ve tüm o gereksiz şeyleri yatak odası dahi olmayan küçücük evine sığdırır. Dekorasyona uyup uymaması da önemli değil, onların zamanında dekorasyon mu varmış canım… Yerli yersiz, sıkışık tepişik bütün bibloları yerleştirirdi. Tüm sehpalar ve büfe üstleri doluysa bu kez tavana asardı. Çivi çakılıp asılmış süsler, lambalardan sarkan süsler… Bu süs dediklerim de her zaman biblo olmuyordu, eskimiş, artık oynanmayan oyuncaklar, kopmuş bir kolye ucu, içindeki pahalı parfüm bitmiş olan şişeler… Yılda birkaç kez tüm aile anneannemin konağında toplandığında mutlaka bir şey kırılırdı. Anneannem de her seferinde çok bozulur “Ben kırılana üzülmem, dikkatsizliğe kızarım” derdi. Bu arada Nursel Hanım’ın konağı dediysem de cidden konak değil elbette. Bir salon, küçük bir oturma odası, içinde harika pilavların piştiği bir mutfak ve anneannemin o kadar titiz olmasına rağmen farelerden kurtulamayan küçük bir kileri vardı. Ama eğer anneannem bunları okuyabilecek durumda olsaydı evinden konak ya da malikane olarak bahsetmemi isterdi.
Anneannem orijinal bir kadındı. Saçlarını bir erkek berberine kısacık kestirirdi. Annem çoğu zaman bu yüzden onunla “Nuri Bey” diye dalga geçerdi. Bir de sanırım erkeklere olan nefreti ve ilgisizliği yüzünden de bu lakabı takmıştı. Dedem anneannemi, dayımı ve annemi uzun yıllar önce bırakıp gitmiş. Anneannem de el işi bir şeyler, iç çamaşırı, çorap gibi şeyler satarak tek başına ailesini bir arada tutmuş ve geçindirmiş. Dedemden sonra da ne bir sevgilisi ne görüştüğü bir kimse olmuş. Bazen keyfi yerindeyken bana gizlice anlattığı anılarında çok çapkın ve cilveli bir genç kız olduğunu kıkırdayarak söylerdi ama maalesef hayat o heyecanlı kızı erkeklerden soğutmuştu. Ayrıca süslenirdi de. Bence erkekler için olmasa bile kendi için… İçine asla ruj sürmediği bir dudak kalemi kullanırdı. Küpesiz dışarıyı bırak evin içinde dahi gezmezdi. 
Aslına bakarsanız dedesiyle sessiz sakin ve yalnız büyümüş olan bir kız olarak ben anneannemden korkuyordum. Onun o dizginlenemez neşesi çoğu zaman onu delirmiş gibi görmeme sebep oluyordu. Hep bağırarak konuşurdu, bol tükürüklü öperdi ve hırpalayarak severdi. Bense öpülmeyi hiç ama hiç sevmezdim. Ama şimdi kaçarı yoktu, bu araba anneannemin oturduğu o küçük müstakil eve vardığı andan itibaren o coşkulu sevgiye karşı koyamayacaktım.
Gözlerimi açtığımda o tanıdık mahalleyi gördüm. Nursel hanımın malikanesinin bulunduğu mahalle. Büyükşehirlerde nadir rastlayacağınız o tüm mahallenin şu anda uyuduğu duygusu her yerimi sardı. Saçma zaman bir şekilde sanki yanlış bir dünyada uyanmışım hissi ile arabamızın arka koltuğun izinin çıktığı yanağımı ovuşturdum, ayakkabılarımı giydim ve arabadan inip Nursel Hanım'ın malikanesine doğru soğuk havada yürüdüm. Kapıda anneannem gecenin bu saatinde yine nereden bulduğunu ‘o an’ için bilmediğim enerjisiyle bizi bekliyordu. Sonradan anladım ki kadın iki arada bir derede gündüzleri beşer dakika uyuyarak sürekli ve özellikle geceleri ayakta kalabiliyordu ve tabii sonra geceleri uyuyamamaktan da şikayet etmeyi ihmal etmiyordu. O soğuk sokaktan sonra sıcacık eve girip bir kedicik gibi mayıştım demek isterdim ama maalesef anneannem yalnızca tek bir odanın sobasını yakardı. Kendi tabiriyle ’tutumlu’, bizim ve diğer aklı başında herkesin söyleyebileceği tabirde ‘pinti’ biriydi. Kendisi aile arasında “ziyanlık zamanda değiliz” mottosu ile tanınır zaten. Bir restorana gittiğimizde kalkmadan önce kalan tüm suları içerek bu unvanını pekiştirir. 
Tamam, kadıncağıza biraz haksızlık ediyorum. Isıttığı tek odayı da her gittiğimizde yatmamız için bize hazırlardı. Küçük oturma odasında karşılıklı 2 kanepe bulunuyordu, birinde ben tek başıma diğerinde de annemle babam yatardı. Gece yatağa girdiğimde ve anneannemin o korkutucu kırmızı gece lambasının ışığında heyecandan uyuyamazdım. Deniz’le karşılaşacağımız için duyduğum saçma heyecan, göz kapaklarımı rahat bırakmaz, o zamanki küçük kalbimi pıtırdatırdı. Sonra düşünmekten ve yorgunluktan uyuyakalırdım. 
O sabah da herkesten erken kalkan Nursel Hanım olmuştu. Sessizce sıcacık kanepeden kalkıp, hayal dahi edemeyeceğiniz soğukluktaki tuvalete gittim. Anneannem tuvalette çok çekeriz bozulur diye sifonu devre dışı bırakmıştı. Yani sifonu biz bozmayalım diye kendi bilerek bozmuştu. Anlamaya fazla uğraşmayın, Nursel Hanımı öyle kabul edin; biz öyle yaptık. Tuvaletin soğukluğuna dayanamayıp uyuşan popunuzun derdinden sonra bir de küçük kovayı doldurup klozetle bir savaşa girme derdiniz var. Ama o sabah da olduğu gibi mutfakta hazırlanmakta olan ve harika olacağını bildiğiniz kahvaltı size bir teselli olabilir. Eğer kahvaltı yapmayı seviyorsanız. Ki ben sevmezdim, hala da sevmem. Yine de o ‘aile bağı birlikteliği’ eğlencesini kaçırmamak için masaya oturdum. Daha annemle babam kalkmamıştı. Anneannemin sofraya bir şeyler koyuşunu ve yine o enerjisiyle bir şeyler anlatışını izliyordum. Hayır dinlemiyordum, yalnızca izliyordum. 
Anneannemin okul zili gibi çalan kapısı ile yerimden fırlayıp dayımları karşılamaya koştum. Deniz annesinin zorla kestirdiği kısacık kase modeli saçlarıyla boynuma atıldı. Yaşlarımız telefonda konuşup bir şeyler paylaşmak için biraz küçüktü ve yılda belki birkaç kez görüşüyorduk ama aramızdaki samimiyet, bırakın aynı evi aynı odada kalan iki kardeşinki gibiydi. Genelde soğuk biri olmama rağmen, aramızda ısınma süreci diye bir şey asla olmazdı, gözlerimiz buluştuğu an birbirimizin ateşiyle zaten ısınırdık. Deniz ailede boynuma korkusuzca atlayabilen herhalde tek insandı. O yaşlarda evim olmayan yerlerde sorun yaşar, akrabalarım bile olsa bana biraz yabancı kişilerin bırakın sarılmayı öpmeyi, bana yaklaşmasına karşı sanki alerjim varmış veya onlar vebalıymış gibi uzak durmak isterdim. Nursel Hanım'ın evindeki bu nadir buluşmalarda da insanlar benimle konuşmak, bir merhaba demek için dahi annemin kaş göz işaretini beklerdi. Eğer o ‘atış serbest’ işareti olmadan bana bir hareket yaparlarsa ne mi olur? Tabii ki belimden asla ayırmadığımın Japon intihar kılıcımla kafalarını tek bir hamlede uçururdum, evet evet 5 yaşında. Hayır, daha çok ağlama, eve gidelim nidaları atma ya da ben uykusuzluktan bayılana kadar arabayla beni gezdirme süreçleri başlamış olur sadece, çok bir şey değil. Bunlar olduğunda Deniz’i etrafta hiç hatırlayamıyorum. Büyük ihtimalle yan odaya gidip benim ne kadar şımarık ve aptal olduğumla ilgili cümleler sıralıyordu. Sonuçta o 6 yaşında… o bir abla. Aramızda tam 1 yaş ve 6 gün olmasına rağmen bana abla dedirtme çabaları olmadı değil, hem de epey baskınca… Ama işe yaradı mı? Hayır, Deniz işte… 
Anneannem, dayım Özkan, yengem ve tabii kuzenim Deniz bizim oturduğumuz şehirden daha küçük bir sanayi kentinde yaşıyorlardı. Dayım buradaki fabrikalardan birinde ustabaşı olarak çalışıyordu, yengem Filiz’se hemşireydi. Anneannemin konağından birkaç sokak uzaktaydı evleri. Onlar gece evlerine giderdi, biz anneannemde kalırdık. Her seferinde Denizlerde kalmak için anneme ağlardım ama annem hiç izin vermezdi. Son çare denizle ikimiz gidip anneanneme ağlardık ki evde ne kadar kırlent, yer minderi varsa bir yer yatağı yapıp denizin burada kalmasına izin versin. O saçma, yatak olmayan minder topluluğunda birlikte yatardık. Yorganları koltuk altlarımıza sıkıştırıp prenses mi olmadık, o derme çatma yatağı okyanusun ortasında bir ada olarak düşünüp hayatta kalma mücadelesi veren tusunamizedeler mi olmadık… 
Anneanneme gelmeden birkaç gün önce annem en güzel çocuk mağazalarından birine gider, özene bezene bana ve Deniz'e kıyafetler alırdı. Yepyeni, son moda ve bütün çocukların istediği o marka kıyafetler süper, harika ama tek bir sorun vardı. Kişiliklerimiz 5 ve 6 yaşında da olsak gayet farklı olmasına rağmen ikimize de aynı kıyafetler alınırdı. Bir örnek. İkiz gibi. İki birbiriyle alakası olmayan ikiz. Ama işte o zamanlar öyle düşünmüyorduk. Masumca sevinirdik. Biz aynı kıyafetleri giyince sanki birbirimize ait olurduk. Sanki bir süper kahraman takımının iki üyesiydik. Sıradan bir aynılık değil ama küçük ayrıntılara kadar aynı kıyafetler. Çorabın renginden saç tokalarına kadar. O kadar aynı. Kıvırcık saçlı papaz kafası ve sinsi bakışlarıyla bir kot elbise ve pembe külotlu çorabıyla Asuman. Erkek gibi kesilmiş saçları ve zeki-muzip bakışlarıyla kot elbise ve pembe külotlu çorabıyla Deniz. 
Bütün gün aynı kıyafetlerle dolaşırdık, dışarı da çıksak evde de otursak. Genellikle evde durmak isterdik biz gerçi. Kendi hayal dünyamızda bıkmadan yorulmadan oyunlarımızın peşinde koşmak için. Eğer evcilik oynanacaksa – 5 yaşlarında ve kızsanız kaçarınız yok, o oyun oynanacak- hep ben erkek olurdum. İstediğimden değil aslında, hatta bazen çok bozulur ve sıkılırdım bile ama olurdum yine de. Denizin öyle bir etkisi vardı üzerimde. Deniz tutuyordu beni. Evet tam anlamıyla bu, o hastalık. O maharetli bir ev hanımı, bense tüm gün çalışan akşam eve gelince küçük plastik tabaklarda önüme ne konursa yiyen evin alık erkeği. Ben de o küçük beyaz-mavi ocağın üstündeki pembe tencerede kağıt parçaları pişirmek istiyordum ama erkek kısmısı karışamazdı ki… Oyunlar oynarken mutlaka bir yerden bir anlaşmazlık çıkardı. Sen neden erkek olmuyorsun, ya niye öyle yapıyorsun canım acıdı, aman sen de! Fakat anlaşmazlık ve sonucunda da küslük sürecini getiren en en önemli sorunumuz: kazananın %90 oranla oyuncak toplayacak olması mevzusu. Denizin kocaman bir oyuncak kartonu vardı. Sepet değil kocaman bir koli. Çocuklar hep kendilerinde daha fazlası veya daha güzeli varken bile başkalarının oyuncaklarını kıymete bindirirler ya işte ben de 5 yaşında hakkım olan bu davranışı sergiliyordum. O kolinin hepsini görmek, oynamasak bile görmek istiyordum. O yüzden hepsini döktürtürdüm Deniz’e. Dökemeden önce her zaman ama her zaman olduğu gibi “en son birlikte toplayacağız dimi?” diye o muzip gözleriyle bana sorardı. Ben de bu bakışları anlayıp “En son beraber toplayacağız bak söz” derdim. Her seferinde aynı şey olurdu, o çocuk masumluğuyla her seferinde bana güvenir ve o koliyi tepe taklak edip bütün oyuncaklarını dökerdi. Bense sevinçle, birden hepsinin üzerine atlardım. Ama gecenin sonunda hep benim uykum geldi gibi bahaneler uydurup oyuncakları toplamadan annemin yanına kaçardım. Annem biraz –hatta birazdan da fazla- sert görünümlü bir kadındı. Deniz de annemden yani halasından çekinirdi ve gelip beni şikayet etmezdi. Bilmiyorum belki de o sözüme güvenmiyordu yalnızca toplayacağıma inanmış gibi yapıyordu, o saçma ablalık duygusuyla benim oyuncaklarının üzerine atlayışımı izlemek için. Belki de benim o oyuncakların üzerine atlamam o oyuncakları daha değerli, otomatikman denizi de benden daha üstün yapıyordu; bu yüzden de her seferinde o koliyi baş aşağı ediyordu. 
Sanırım yıllar ilerledikçe bu koli-oyuncak-söz üçlemi bizde devam etti. Denizin oyuncakları yerini duyguları aldı, koliyse kalbiydi ve bana her seferinde güvenerek içinde bin bir çeşit hikayenin olduğu kalbini tepetaklak önüme döküyordu. Ben de yine üzerlerine atlıyor, onları dinliyor sindiriyorum ama dinlemeye başlarkenki umudum sona doğru kayboluyor ve ona dertlerinde bir çıkar yol istesem de gösteremiyor kaçıyordum. 
Neyse ki biz kuzenler pek fazla küs kalamıyorduk. Büyüdükçe küsüp barışma arasındaki süreler biraz büyüdü, hepsi o kadar. 5-6 yaşlarındayken küs kalma süremiz 3 dakikayken 15-16 yaşlarında 3 ay, 25-26 yaşlarında 3 yıl olabiliyordu. Ama biz küs kalamıyorduk. Sonunda hep kalbimizdeki beyaz güvercin uçuyordu.
Cansın
2 notes · View notes
kukumavblog · 9 years ago
Text
Ali Göküş, 0201
GgEeRrÇçEeKkLliiKk
Kendinizle verdiğiniz içsel savaşı ya sürdürürsünüz ya da bu savaşı kaybedersiniz. Bu durum cehenneme girmek gibidir. Cehenneme girdiğinizde, sonrasında cennete girecek olsanız bile, rivayet edilenlere göre, lekelenmişsinizdir bir kere. Üstünüze cehennemin isi bulaşmıştır. Ama günahlarınızın bedelini de ödemişsinizdir. Artık masumsunuzdur. Cennetteki nimetlerle meşgul olarak üzerinizdeki dumanlı kokuyu almamaya çalışsanız da sizce bunun faydası var mıdır? Alnınızdaki lekeyi silebilir misiniz? Direkt cennete girenler kadar temiz görünebilir misiniz? İçsel savaşı verirken en büyük yardımcılarınızdan -veya düşmanlarınızdan- biri olan psikolojiniz, bundan önceki halinizle aynı mı olacaktır? Pek sanmıyorum.
Bir kış boyunca hiç hastalanmamışsınızdır. Hasta olmak için kaşınsanız da (ince giyinip dışarı çıkmak, içeceklerinizi soğuk içmek, duş alıp saçlarınızı kurutmayı geciktirmek, kış yağmurlarında ıslanmak, mevsime uygun ayakkabı giymemek, vb.) ne hikmetse hala hasta değilsinizdir. Fakat bir kere gribe yakalandığınızda hastalıklar silsilesi peşi sıra gelmeye devam eder. Öksürüğünüz kesilmez, burnunuz bütün bir mevsim akar durur, hastanedeki dahiliye doktoruyla ahbap, KBB uzmanıyla çoktan tekrar tanış olmuşsunuzdur. İsteseniz de eskisi gibi olamayacağınızı bilirsiniz.
Psikolojik düzeniniz için de durum pek farklı değildir. Günahıyla sevabıyla, bozulan psikolojiniz ve siz birlikte yaşamaya devam edersiniz. Savaş içindesinizdir. Savaşı kazanmak mümkün müdür? Değildir. Söylediğiniz ilk minik yalanın ruhunuzu en belirgin şekilde kirletmeye başlaması gibi psikolojinizin bozukluğu da bünyenizi kirli kanla zehirlemeye çoktan girişmiştir. Savaşı sürdürürsünüz çünkü sürdürmek zorundasınızdır, sürdüremezseniz bozuk olan psikolojinize bir kez daha yenilmek zorunda kalırsınız. Savaşma işi hiç kolay değildir. Doktorlar, ilaçlar, manevi destek derken İstiklal Caddesi’nin ortasında dikilen birinin çevresinden düzinelerce insanın akıp gitmesi misali kendinizi büyük bir keşmekeşliğin içinde buluverirsiniz. Evet onca insan oradadır, yalnız değilsinizdir ama kimse sizi anlamıyor, size el uzatmıyordur. Hepsi aslında kendi işleriyle meşguldür. Bazıları bir güzellik mağazasında, ayna karşısında gözlerini boyamaktayken bazıları da destekleriyle sizin gözlerinizi boyarlar.
Psikolojik durumunuz düzelir, fakat asla eskisi gibi değilsinizdir. Psikiyatra göründüğünüz için deli damgası yediğiniz dönemler çok eskide kalsa da sonuçta algısal problemleriniz olmuştur bir kere. Kendinizle verdiğiniz içsel savaşı ya sürdürmeye devam edersiniz ya da bu savaşı kaybedersiniz. Savaşı kaybetmek istemediğinizi bilirsiniz, psikedelik yargıçların sizi bir kez daha mağlubiyetle cezalandırmasına göz yummanız için aptal olmanız gerekmektedir.
Ali
Tumblr media
0 notes
kukumavblog · 9 years ago
Text
01X01X01X01X01X
AL1.CAN
Koskoca bi’ bir aydan ve sekiz inciden -yazılarımız- sonra blogumuzun birinci ayını kutlamak için birleşip tek bir yazı yazdık. Giriş yapmadan önce bizi kırmadığı ve bizim ilk konuk yazar çağrımızda yanımızda olduğu için Yazar Ajda Başusta Üçer’e minnettarlığımızı sunmak ister, teşekkür ederiz.
Bu hafta sizinle tanıştırmak için yanıp tutuştuğumuz birisi var: Alican. Alican, yüzde yüz problemli bi’ kişilik. Ah, Alican… Niçin böylesin? En olmadık şeyleri kafana takıp, üzerine düşmen gereken en önemli meseleleri ertelemeye uğraşırsın. Yazık değil mi sana Alican? Ama aslında iyi yapıyorsun. Bak, sürekli fikir değiştirdiğin için başına bela almaktan son anda yırtıyor gibisin. Tebrikler (!). Öz güvenini, bazen onu sanki başkalarınınmış gibi sahiplenmekten korkup, bazen de tek silahın sanki oymuş gibi kullanmakta üzerine yok sanırım. Aşağılık kompleksi hiç olmadık zamanda kafanın içinde dönen bir atlıkarınca misaliyken yeri geldiğinde onun fişini “şak” diye çekmesini de iyi biliyorsun. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır, evet; bunu biliyorsun ama sevdiklerine karşı beslediğin sevgi yüzünden onlara yapılan en küçük yanlıştan haberin olduğunda kolları sıvayıp yılan deliğini çıplak elle kurcalıyor, yılanı kafasından yakalıyorsun. Hahaha, Alican! Ne de komiksin…
Unutulmak da koyuyor sana biliyoruz biz. Ama hem sevdiklerinin seni unutmasını istemiyorsun hem de uzun mesafeli ilişkilerinde araya telefon girdiği zaman on dakikadan sonrası seni bayıyor, anında bayılıyorsun. E, n’apalım Alican? Çok çabuk gaza geliyor, en küçük bi’ kıvılcımla anında uzayın yolunu tutmak üzere havalanıyorsun. Sonra devreye bir anda olanaksızlar giriyor, yanına paraşüt de almamışsın, adeta çakılıyorsun. Oh olsun! Biraz ders al Alican, çok ders var çıkartılacak. Dalkavukluğa zerre kadar tahammülün yok, ne sen birine yapasın ne de sana yapılsın istiyorsun. Kişi kimse o olsun, olamıyorsa da çaktırmasın keşke, sana göre. Gülesin istiyorsun hep, başına bela açsa da bu kahkaha işi, yolun ortasında çatlaya çatlaya gül istiyorsun. İnsan olacaksa arada sınır olmasın, seni başkasına başkasını da sana seçmesin, bunu bekliyorsun.
Hiç mi iyi özelliği yok bu Alican’ın diyorsunuz şimdi… Bilmiyoruz. Alican’ı tam anlamıyla çözemedik ama çözmek istiyoruz.  Acı yedikten sonra peşine su içecek kadar saf mı yoksa somun ekmeğin içini yolup dilinin üzerine tampon yapacak kadar sivri zekalı mı; o da net değil. Ama Alican’ı seviyoruz. İyi de olsa kötü de olsa Alican’ın doğmuş olması bile bizi iyi hissettiriyor. Bir anda, Tanrı’nın davetsiz misafiri gibi ortada beliren ve bizi bir nevi birleştiren de o. Taraf tutmaktansa insanları tek bir tarafa toplamak da onun bir özelliği sanırız. Aa, Alican. Şimdi ağlamanın sırası mı daha yeni başlamıştık! Bak ne diyeceğiz Alican, her ay bizi ziyarete gel olur mu? Her ay olmasa da arada bir gel de iki lafın beline bardak çekelim. Ne? Sırf bu espriden dolayı gelmeyecek misin? Ama bizde yüzlerce kitap var, her gelişinde istediğini alıp götürebilirsin. Ama okumadıklarımızdan. Gel gel, getir kulağını. Alliiihhh beehhnn vhhhe şşşhhhiimmddhhii… Öhm, şimdi fısıldıyorum ve parantez açacağım: (Kitap anlaşmasını yaptık ama eğer okumadığımız kitaplardan götürürsen Cansın senin içinde olduğun bir hikaye yazar ve seni tüm işi boyunca kolun havada sahne perdesi asacak şekilde anlatabilir… O yüzhhhdeehnnn…). Tamam, ne?
Alican olmak zor iş… Çünkü biz olmak zor iş.
Bir ay boyunca bizi yalnız bırakmayan, övgülerini ve eleştirilerini esirgemeyen herkese teşekkür ediyoruz. Su gibi akıp giden şu üniversite yıllarımızda yirmi bin kadar -abartıyoruz- ortak bir proje düşünsek de hepsi de yaz aşkları gibi zihnimizde görünüp bizleri bir daha aramadılar. O yüzden en azından içlerinden bir tanesini gerçekleştirebildiğimiz için çok mutluyuz. Her dört yazıda bir, bir konuk yazar düşünüyoruz ve sizden de yazılar bekliyoruz. Kuruluş politikamız gereği çeviri yazı kabul etmediğimizi, yazılarınızı sansürlemeyeceğimizi ve uzunluklarına karışmayacağımızı şimdiden nazikçe aktarmak isteriz. Göndereceğiniz yazıları /// [email protected] /// adresine “kendinizi tanıtarak, mümkünse Facebook adresinizle birlikte” ışınlayabilirsiniz. Bu ayki konuk yazarımıza kişisel olarak ulaşmak içinse /// [email protected] /// adresini kullanabilirsiniz.
İyi kanat çırpışlar.
Ali, Cansın
0 notes
kukumavblog · 9 years ago
Text
01X - Konuk Yazar
Sevdiği İçin Sarılmıyordu
Ajda BAŞUSTA ÜÇER
Onun, insanlara sarıldığını ilk gördüğünde şaşkınlığını gizleyememiş, uzunca bir süre hem çocuğu hem de bu zoraki sarılmalara maruz kalanları izlemişti. Özellikle de onların tepkilerini… Bu; dokuz-on yaşlarında, esmer, zayıf, uzamış saçları dağınık, üstü başı, yüzü gözü kir içinde, Suriyeli sığınmacı bir ailenin çocuğuydu. Tıklım tıkış metrobüste1, oturan ya da ayakta duran erkeklerin bazılarına sarılıyor ve onları rastgele ellerinden, kollarından ya da gövdelerinin yüzüne denk gelen herhangi bir yerinden öpüyordu. Ardından da almaları için elindeki mendil paketini ısrarla ve inatla uzatıyordu. Kimi zaman da önce paketi uzatıp ardından sarılıyordu. Bazen kafasını koridor tarafında oturan bir erkeğin kucağına koyup uzunca bir süre bekliyordu. Hem de eğer bu kişi elindeki telefonla bir şeyler yapıyor ya da bir şey okuyorsa, o da aynını yapıp epey bir süre telefona ya da okuduğu şeye bakıyordu. Kim bilir belki de bu arada dinleniyordu. Bazen de kâğıt mendili, herhangi birinin kucağına bırakıp metrobüs içindeki satışına devam ediyordu. Bir baştan diğer başa gittikten sonra geri dönüp karşısındakinin tavrına bağlı olarak ya mendili ya da onun yerine verilen parayı alıyordu.
İnsanlara gelince… Tepkileri görülmeye değerdi doğrusu. Dilenenleri ya da mendil satanları çok olsa da bu toplum, sınır tanımadan kendilerine böyle sarılan ve uzunca bir süre öylece kalan, hem de bunu her gün akşama kadar tekrar eden birine daha önce rastlamamıştı herhalde. Bu neredeyse bir ilkti. En azından bir toplu taşıma aracında… Çocuk, sarıldığı ve öptüğü kişileri belli bir nedene göre seçmiyordu. Belli bir hedefi de yoktu. Sarıldığı kişilerin kimi onunla hiç göz teması kurmuyor, soğukkanlılıkla ve umursamadan onun uzaklaşmasını bekliyordu. Bu en çok yapılandı ve çoğunlukla da işe yarıyordu. Sayıları az olsa da kimi de ona sarılıp mendili almamak için verdiği o nafile çaba içerisinde, sevecen hareketlerle başını okşayıp ona gülümsüyordu. Mendili alsınlar ya da almasınlar, sonunda çocuğa para verenler genelde bu kişiler oluyordu. Böyle durumlarda da çocuk en ufak bir duygu belirtisi göstermeyerek ne bir teşekkür ediyor ne de gülümsüyordu. Yüzündeki ifade hiç değişmiyordu. Kimi de bir ahtapotunkini andıran kendisini sıkıca sarmış kolları öfkeyle bedeninden uzaklaştırmaya çalışırken iş tam bir boğuşmaya dönüşüyordu. Çocuğun ısrarı artıyor, çocuk büyük bir inatla sarılmaya devam ediyordu. Şayet sarıldığı kişi pes etmezse, öfkelendiğine ve kırıldığına dair ağlamaklı birtakım sesler çıkarıyor ve adeta kafa tutuyordu. Bu durum bazen saniyelerce sürebiliyordu. Çocuk bu anlarda bir çeşit onur savaşı veriyordu sanki. Bir an için satacağı mendilleri unutup kırılmış ve rencide olmuş onurunun mücadelesini, sarılmaya çalıştığı kişiye inat, yüzünü onun bedenine neredeyse gömerek veriyordu. Biraz da çevresindeki bakışları üzerinde hissedip kendini gizlemek istiyordu sanki. Kim bilir, belki de o kişiyi cezalandırmaya çalışıyordu. Belki de sadece verdiklerinin bedelini istiyordu. Bu görüntü hep iç acıtıyordu. Bu umutsuz duruma öfkelenerek önüne dönüyordu her defasında. Sonraki zamanlarda bunların aynını, pek çok diğer sığınmacı çocuğun hatta kız çocuklarının da yaptığını gördü. Ama her nedense bu çocuk onların hepsinden farklıydı. Bu fark tam olarak neydi? Bunu bilmiyordu.
İlerleyen günlerde tüm bunlara sayısız kez tanık oldu. Her defasında, “Ya şimdi gelip bana da sarılırsa?” diye düşünüp huzursuz oluyor ama sonra kadınlara sarılmadığını hatırlayıp, sakinleşiyordu. Böyle hissettiği için kendine kızsa da çok ısrarcı olan bu çocuk; öpücükleri ve sarılmalarıyla adeta kendini dayatıyor, insanı çok zor bir duruma sokuyordu. Sahi, neden kadınlara sarılmıyordu acaba? Çocuk, metrobüslerin içinde, bir yerden bir yere geçerken kalabalığı itiyor ve onlara aşılması gereken birer engel, birer nesneymiş gibi davranıyordu. Bu konuda pek de kibar olduğu söylenemezdi. Ellerini ya da kollarını kullanmadan, kimseden izin de istemeden, bedenini insanları yaran bir kalkan gibi kullanıyordu. Bir keresinde koridorun en dar yerinde arkasından geçmeye çalışırken onu o kadar itmişti ki tutunduğu sandalyeyle çocuğun bedeni arasında sıkışmış, canı acımıştı. Bu duruma öfkelenmemek mümkün değildi.
Sanki bütün bunlar, insanların tepkilerini ölçmek için yapılan bir deneydi, her şey bir mizansendi. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir grup deneğin; tanımadıkları, eli yüzü-üstü başı kir içindeki bir çocuğun durup dururken, ısrarlı bir şekilde kendilerine sarılmasına ve onları öpmesine verecekleri tepki araştırılıyordu adeta. Birileri de olup bitenleri bir köşeden gizlice izleyip kaydediyordu sanki. Bu bir mizansen olmasa da bu küçük çocuk insanların sabrını gerçekten de sınıyordu. Çoğu, bu durum karşısında tam bir teslimiyet içindeydi. Hiç konuşmadan, kendini sadece beden diliyle ifade eden bu çocuğu, ona kızan çok az kişi dışında kimse umursamıyor gibi görünüyordu. Ne sarıldığında ne öptüğünde ne de onları itip kaktığında… Çoğu, bunlar hiç olmuyormuş gibi davranıyordu. Hem de küçücük bir sebeple birbirlerini boğazlama noktasına geldikleri İstanbul'da… Bu şaşılacak şeydi.
Elbette kimseye, onları sevdiği için sarılmıyordu. Ne de onlardan sevgi beklediği için… Bu hiç de isteyerek yapmadığı, az da olsa işe yarayan bir satış stratejisiydi. Bir taktikti. Belki de bu, bize göre sıra dışı ve cüretkâr davranış, ait olduğu kültürün doğal bir parçasıydı.
Oysa o, bu çocuğu her gördüğünde, kalbinin derinliklerinde öfkeyle karışık bir sızı hissediyordu. “Niye elinde mendilleriyle bir köşede durup beklemiyor? Ya da önlerinde durup almaları için ısrar etmekle yetinmiyor da insanlara sarılıyor bir de onları öpüyor bu çocuk?” diye düşünüp sinirleniyordu. Zaten yeterince zor olan hayatını neden daha da zorlaştırıyor ki? Bahtı en kara coğrafyasına, bahtı en kara toplumuna, bahtı en kara şartlarına, bahtı en kara zamanına doğmuştu dünyanın. Bu yetmez miydi? Bir de sabahtan akşama kadar alacağı tepkileri hesaba katmadan insanlara sarılıyor, onları öpüyor, onlara sessizce yalvarıyor… Mümkün olsa, aynı dili konuşsalar, onu durdurmak ve kulağına şunları fısıldamak istiyordu: “Dur çocuk, yapma bunu. Sarılma onlara, sevdiklerine sarıl sen. Zaten itilip kakıldığın bu hayatta, bunu tekrar tekrar yapmaları için fırsat verme onlara. İnsanların yalnızca gerçekten sevdikleriyle paylaştığı paha biçilmez şeyleri çoğu zaman alamadığın bir mendil parasına satma, kendine ve sevdiklerine sakla onları. Koru onları, içlerine samimiyetsizlik sızmasın, sahte olmaya alışmasınlar. Bu hayatta sahip olduğun tek mülkün, yegâne varlığın onlar. Senin kutsalın onlar. İki kolun ve bedeninle yaptığın içi sıcacık, sevgi dolu o hareket; tüm zamanlar ve mekanlar üstü tek gerçeğin senin. Ne birileri tarafından sana verilmiş ne de senden alınacak. Onları böyle heba etme! Kimseyi öpme mendil alsınlar diye, ne kadar çaresiz olursan ol…”
1: İstanbul’da, metro ile otobüsün birleşimi ile ortaya çıkmış bir toplu taşıma aracıdır.Vikipedi (28 Şubat 2016)
Ajda BAŞUSTA ÜÇER | Kukumav Blog
0 notes
kukumavblog · 9 years ago
Text
Cansın Çetin, 0104
Sıradan Olmanın Nesi Var?
“Sıradan Olma!” son dönemlerin en popüler sloganlarından. Ne reklamı olursa olsun bu slogan veya bu sloganın anlatmak istediği şey hemen en baş köşede oluyor; herkes gibi olma, sıra dışı ol… Peki sıra dışı olmak gerçekten artık o kadar sıra dışı mı? Bence artık illa ‘sıra dışı’ olmak istiyorsanız sıradan olmayı denemelisiniz. Ne demiş şu Adamlar: “Ben ne kadar manyağım. Yo, en çok ben çılgınım. Sana buraya yazıyom bak o kadar çılgın diilsiiin…”. Herkes en sıra dışı, en çılgın olma peşinde. Pardon, daha doğrusu bunu birilerine kanıtlama peşinde.
Oysa bence sıradan şeyler de güzeldir. Hatta daha güzeldir. Şöyle cümleler kurmaz mıyız sadece kendimiz o hissi yaşadığımızı düşünürken: “Sana da oluyor mu hani…”. Kendimize bir ortak aramaz mıyız? Ve karşımızdaki biz daha yaşadığımız hissin detaylarını vermeden o hissi çok doğru bir şekilde anlattığından sevinmiyor muyuz o kişi bizi gerçekten iyi anladığı için? Aslında o hissin sadece size özel olmaması onu “sıra dışılıktan” çıkartıyor ama bu sıradanlık berberinde anlaşılma ve empatiyi de getiriyor.
Zaten herkes kendine özeldir, hiçbir insan tıpatıp birbirine benzeyemez. Peki nedir bu sıra dışılık yarışı? Bazen öyle zamanlar geçiririz ki bir günümüzün sıradan ve rutin geçmesi için birçok şeyden vazgeçebiliriz. “Sıra dışı” en kısa vadeli hislerden biri olan heyecanı getiriyorsa, “sıradan” en gerekli ve en uzun vadeli şeyi; huzuru bize getiriyor.
Sıradanlık illaki bir sürünün parçası olmak, bir kalıba girmek olarak anlaşılsa da günümüzde, ben öyle düşünmüyorum. Asıl bence sıra dışı olmak değil sıradan olmak hiçbir kalıba girmeden kendin olmaktır. Çünkü sanırım kendin olmak yapılacak en sıradan şey.  Sıra dışı olmak cesaret ister, sıra dışı yaşam kılavuzu, sıra dışı olmak sizin elinizde… Sıra dışı olmalısın, kim olursan ol sıradansan işe yaramazsın. Sıra dışı olmak için de şu yeni çıkan albümü dinlemeli, şu uzay botlarından giymeli, şöyle konuşup böyle şaka yapmalısın. Sevincini şöyle belirtmelisin, çevrim içiyken intihar etmelisin… Ne sevdiğin, nasıl sevdiğin önemli değil, sıra dışı olmak bu dediklerimizi gerektirir. Senin ne sevdiğinin, senin doğanın hiçbir önemi yok. Sıra dışı ordumuza hoş geldin! Asıl bunlar kişiliği kalıba sokan şeyler değil mi? Hepsini çöpe atalım, kendimiz olalım, sıradan olmaktan korkmayalım.
Bu yazı boyunca tam 16 kez sıradışı diyerek onu biraz sıradanlaştırdıysam kusura bakmayın.
Cansın
1 note · View note
kukumavblog · 9 years ago
Text
Ali Göküş, 0104
O Kadın ki Venüs’ten
Bir dönem daha bitti. Hayatın zorlu şartlarını içi buzlu su dolu bir küvete benzetelim, ona cıpdıbıldak girmeye bir adım daha yaklaştım. Son sınavımın da açıklanmasıyla birlikte okulla ilgimi, alakamı keserek kafamı dağıtmak, İstanbul’un bütününden uzaklaşmak için Antalya, Alanya’daki evimin yolunu tuttum. Her şeyi ayarlamıştım; biletimi çok önceden aldım (ve son sınavımın yayım tarihi haddinden fazla geciktiği bileti daha sonra ertelettim), çantamı hazırladım (çok bi’şi’ koymadım bu sefer çünkü zaten bir haftam yanmıştı; birkaç kitap, giysi, @clockworklizard’ın bana yılbaşı hediyesi olarak aldığı Toy Story temalı Vans marka ayakkabılar ve de laptop’ım) ve havalimanına doğru fırladım.
Yaşanan anormal olaylardan mütevellit havalimanında yoğun bir güvenlik önlemi vardı. Uçağım 22:00’de olmasına rağmen ben 20:00 civarı orada olduğum için çeşitli güvenlik prosedürlerinden dolayı hızımın kesilmesi bana sorun yaratmadı ama ya geç çıksaydım? Düşünmem gerekirdi. Neyse, gecemin daha başındayız, hani derler ya: Parti daha yeni başlıyor!
Ceketi, montu, botu, laptop’ı, falan filan her şeyi x-ray cihazlarından geçirdikten sonra geriye ben ve keşmekeş ruh halim kalmıştık; e, biz de geçtik. Gerisi kolay zaten. Uçak, koridor kenarı aldığım için koridoru izlemekten tutulan boyun ve iniş; ama bu kadar kısa geçmeyeceğim. Uçaktan da bahsedeyim.
Günün bitmesini cayır cayır istediğim anlarda, uçaktayken, bende adeta elektroşok etki uyandıran bir olay oldu uçakta. Yardımcı pilot kadın çıktı. Nasıl ya? E, yuh! Evet, böyle düşündüm. O anda diğer yolculara da göz gezdirdim tabii. Eminim benim gibi düşünen, zıpır gençlerden tutun görmüş geçirmiş olgun erkekler hatta hemcinsleri kadınlar bile vardı uçakta. Kendimden utanmalıydım. Evet bi’ kadın araba kullanabilirdi, kamyon da sürebilirdi, ya peki, uçak? Uçak bir kadını aşmaz mıydı? Neden bu şekilde düşündüm? Erkekle kadının bu konuda bile ne farkı olabilirdi? Daha mı pimpirikli olmaları? İyi de bu genellenemez ki… İnsanın yapısıyla alakalı bir durum bu bence. Ayrıca “uçuyoruz”, bir zahmet erkeği de kadını da pimpirikli olsun.
Küçüklükten beri dizilerin oyuncularında (örneğin, Çocuklar Duymasın: Haluk’un Meltem’i her konuda kritize etmesi), günlük hayatımızda çevremizdeki insanlarda, dedelerimizde, babamızda kadını “kenara çekil, sen beceremezsin ben yaparım” alt mesajını gönderen tavırlar sergilerken gördük, biliyoruz. Bir keresinde biri bana: “Dünya kadınların dünyası.” demişti. Çünkü erkek ev halkına bakmak için çalışmak zorundaydı. Askere gitmek zorundaydı. Peki evini geçindirmek zorunda olan hiç mi kadın yoktu? Savaş zamanında hiç mi ülkesi için savaşan kadın örnekler yok? Dünya neden kadınların dünyası olsun. Toplum ve algısı bu gibi işleri erkeklerden bekliyor diye mi? Ama bir açıdan evet, olabilir; çünkü kadınlar maskulen elbiseleri modaya uydurabilirken erkeğin şu an için bile karşı cinsin elbiseleriyle yapması mümkün değil.
Twitter’da günümü gün ettiğim, günde on-on beş tweet attığım günlerde kadın kullanıcıların toplaşarak, haklı sebeplerle, erkek kullanıcıların hesaplarını linç etmesine çok fazla şahit oldum. Feminizm mizahı çoğu fenomenin çoktan ekmek kapısı olmuştu bile. Ben de kadını erkek karşısında ezmeye meyilli tweetler gönderen tiplerin aleyhine birçok tweet atmışımdır. Tıpkı zamanında, Elif Şafak’ın “Aşk” romanını pembe kapaklı okumak istemeyen, erkekliklerini bir tek pembe rengin bozacağını düşünen eril okuyucuları eleştirdiğim gibi. Aile içinde bile her zaman evin dişi bireylerini destekleyen biri olmama; küçükken sokak oyunlarında biz erkek çocuklara eşlik eden kız arkadaşlarımızın bizden daha cesur, daha korkusuz olduğuna milyonlarca kez şahit olmama, ortaokulda çoğunluğu kızlardan oluşan ve onlarsız liderliğimin hiçbir manasının kalmayacağını adım gibi bildiğim bir çeteyle okulda korkusuzca dolaşmama rağmen niçin uçak kullanmanın bir kadın için zor olacağı olasılığını düşündüm? Hele de kadınların zor işleri yapabilmek için herhangi bir doğal seçilim geçirmeleri gerekmediğine, zaten her şeye göğüs gerebilecek oluşlarının yaratılıştan beri var olduğuna gönülden, bu denli inanıyorken...
Kadın okuyuculara, eğer bana çok kızan olduysa, kendimi affettirmek için yazımı çok sevdiğim bir sanatçının yine çok sevdiğim bir şarkısıyla bitirmek istiyorum. Kendisi ayrıca şarkıcılığın yanında çok iyi de bir söz yazarı; bu nedenle şarkı sözleriyle dinlenirse amacıma daha da ulaşacağımı söylemek istiyorum. Çünkü şarkıda şarkıcı, kadınlar hakkında biz erkekler için bu gibi dersler veriyor: “O kadın ki Venüs’ten, oynama böyle zekiyken.
youtube
Sözleri: http://www.directlyrics.com/diana-gordon-woman-lyrics.html
Ali
1 note · View note
kukumavblog · 9 years ago
Text
Cansın Çetin, 0103
Geze Gecmesi, Efendim?
Bu hafta herkesin (arkadaşlar, sosyal medyaya yüklenen fotoğraflar, reklamlar, anlatılar…) bizi eğlenmemiz üzerine şartladığı bir etkinliğin “bana göre” kötü yanlarından bahsetmek istedim: Eğlenmek için gece dışarı çıkmak. Tabii böyle söyleyince biraz amiyane oldu ama bence herkesin aklına ilk gelen şey benim değinmek istediğim etkinliktir: dans edip bir şeyler içmek için ne türden olursa olsun yüksek sesli canlı ya da cansız müzikli mekanı ziyaret… Ben genellikle akşam dışarı çıkıyorsam daha sakin, gittiğim insanlarla sağlıklı iletişim kurabileceğim yerleri tercih ederim, akşam edilen sohbetlerin havası gerçekten farklı oluyor ama illaki bir şekilde ya dışarıdaki insanların ya da kendi içimdeki “insanların�� gazına gelip kırk yılın başı da olsa o mekanlardan birini ziyaret etme etkinliği düzenliyoruz. Bana göre öncelikle her şey ters gitse de en başta ters gitmemesi gereken şey yanındaki insana güvenin. Güvenmediğin ve kendi sorumluluğunu alamayacak insanlarla dışarı çıkmak hadi biraz gamsızsan aşırı sorun yaratmayabilir ama benim gibi koruma kollama jetonlarıyla çalışan biriysen kabus gibi bir şeydir.
Hadi, tamam. Güvendiğin insanları topladın, gece için planı da yaptınız, bir şekilde toplaşıp gittiniz ya da mekanda buluştunuz; harika. Vestiyere her şeyi verdiniz ama tabii tek seferde her şey verilemez bir türlü. Tam içeri girecekken “ay, hırkamı da versem!”ci yangın arkadaşlar, “sen benim telefonu, cüzdanı kendi çantana koy da ben benimkini veriyim, hiç taşıyamam şimdi tüm gece…”ci uyanık arkadaşlar sizi o vestiyere en az dört kez geri döndürmeden içeri sokmazlar. Bir şekilde vestiyerdeki bıkkın ağabeyle vedalaşıp damgaları da yedikten sonra içeri girdiniz. İşte o andan itibaren Araf bocalamasına hoş geldiniz: Kararsızlık sarmalı, arada kalmışlık kasırgası… Arkalarda mı dursak, şaşırtıcı biçimde daha kalabalık olan sahneden uzak bara yakın kısım, milleti iteleyerek öne mi geçsek? Sağınızdakiler çılgınca dans etmekteyken solunuzdakiler rahatsız bir şekilde olayla hiç alakası yokmuş, zorla oraya gelmiş gibi dikilir; önünüzdeki ekipse herhangi bir şekilde ritm tutma, ısınma turuna geçmiştir. Arkadakilerse hiç oralı bile değildir, müzik mi çalıyor dans mı oluyor umurlarında olmadan konuşmaya, anlaşmaya çalışmaktadır. O an arada kalmışlık gerçekten sinir bozucu hissettiriyor. Neyse bir şekilde kendi grubundaki dansçı kişiliğin gazıyla dans etmeye başlıyorsun ama sorunlar bitiyor mu? Hayır yeni başlıyor.
Bir ekiple böyle bir olaya girişildiği zaman gereksiz bir sürü psikolojisi yaşanıyor: İçeceğiniz şeyleri toplu alma zorunluluğu. Daha erkenden içmek isteyen alamaz, grubu beklemek zorundadır. O an içmek istemeyen de ya bir sonraki turda yetişir ya da “hadi alayım, lanet olsun!” der. Grubun büyüklüğüne göre bir ya da iki kişi kurban olarak seçilir, kimin ne istediği bu görevlilere ezberletilir, paralar çıkar, “sonra ödeşiriz”ler havada uçuşur ve bara doğru yola çıkılır. Bu kısmı anlatmak dahi içimden gelmezken yaşamak zorunda kalmak çok acı; bar aşırı kalabalıktır ve barmenle bir yolunu bulup göz teması kurulduğunda anlaşmak neredeyse imkansızdır. Ama barmenler bu tür olaylara bağışıklık kazandığı için dudak okuma, el-koldan anlama derken yalan yanlış, eksik gedik; içecekleri alıp arkadaşlarına dökmeden ulaştırmaya çalışacağın o zorlu yola çıkma zamanıdır. Yüksek müzikten arkayı kollama refleksi yok olmuş, şuursuzca elini kolunu sallayarak dans eden tipler elinizdekileri yere dökmeden siz grubunuza ulaşmayı başarırsanız artık eğlenebilirsiniz.
Eğlenmek mi dedim? Şey diyecektim, aşırı kalabalık gözüken yerde aslında yapayalnız bir şekilde durmak ya da dans etmek… Çünkü isteseniz de en dibinizdekiyle bile iletişim kurmanız imkansızdır; müzik çok yüksek, ortam çok karanlık... Ama benim gibi gevezeyseniz ve konuşmadan duramıyorsanız asla pes etmeden en yüksek sesinizle anlatmaya çabalarsınız. Bunun sonucu da kısa vadede -hemen yarım saat sonra- boğaz yanması, uzun vadede -ertesi sabah uyandığınızda- ses kısılması olarak size geri döner. Sanki dün gece eğlenmelere, mekanlara giden siz değildiniz de Şükrü Saracoğlu’nda hakemin kötü yönettiği bir maçta kale arkasındaymış gibi, bir hafta kısık sesle dolaşmak zorunda kalırsınız. Tebrikler.
Bir diğer fiziki sorunsa oturacak yerlerin ya hiç olmaması ya da gerçekten çok çok az sayıda olması. İlk birkaç saat bunun eksikliğini yaşamasınız da bu, gece ilerledikçe en zorlayıcı şeylerden biri olur; tabii kendi adıma ve benim gibi insanlar adına konuşuyorum. İlerleyen o saatlerde müzik açısından da her şeye hazırlıklı olmalısın. O mekan asla girdiğiniz tarzdaki mekan olarak kalmaz. Neden bilmiyorum yani tüm gece boyunca vaat edilen tarzda müzik çalmak çok mu zor? Bu değişim; size 80’ler rock müzik partisine gitmişken bir anda Latin dansına başlatır; bir “new wave” temasında Elvis taklidi yaptırabilir. Ama en korkuncu ve rastlanırı, “Ankara’nın Bağları” ile biten Türkçe rock müzik geceleri. Bunun tam tersi de olabiliyor, o en komiği oluyor. Pink Floyd söyleyen Serdar Ortaçlar falan.
Peki müzik değişirken insanlar aynı mı kalır? Asla. Güvendiğin kişilerle çıkma durumu burada en çok etkili oluyor. Eğer güvenmediğin biriyle çıktıysan bu durumu stresli ve sinirli geçirirken, güvendiğin ve kendini bozmayan insanlarlaysan diğer kendini bozanlara gülebilirsin. Yerde Parkinsonlu kertenkele dansı yapan adam gibilerine… Gerçekten şu an refakatçisinin sen olmadığına sevindiğin türde insanlara.
Saat epey geç oldu, eve dönme vakti. İşte, en büyük kumarı orada oynarsın. Özel arabası olan ve o an arabasını kullanabilecek olan bir arkadaşın varsa yanında oh, ne güzel; ama taksiyle dönmek zorunda olanlar… O saatte direksiyon başında uyuyakalmayacak bir taksici bulmak lazım ama bunu o arabaya binip 5 dakika gitmeden bilemezsin. Gecenin kumarı… Yanında birileriyle bindiysen adamı aynadan kontrol edip edip adam uyumaya yeltendiği anda onu uyutmayacak tonda sohbet etmelisiniz, yalnızsan tuş kilidinde ve sessizde olan telefonunla hayali arkadaşınla bağıra çağıra konuşma vaktidir.
Geldik bu güzide etkinliğin en güzel yanını açıklamaya: sağ salim huzurlu ve o an için aşırı sessiz olan evine dönüş… Şimdi bu kadar anlatıyorsun da seni bir daha göreyim gece dışarıda, diyeceksiniz. Demeyin. Çünkü insanoğlu işte… Kötü şeyleri unutmaya meyilli. Unutmadan yazayım dedim ben de.
Cansın
1 note · View note
kukumavblog · 9 years ago
Text
Ali Göküş, 0103
Hayat Ölüme Sayısız Hediyeler Gönderir
Bir gün hepimiz bu diyarlardan göçüp gideceğiz. Böyle dramatik yazdığıma bakmayın, çok hızlı ve net bir biçimde olacak aslında. Geçmişte yaptıklarımızın, bize söylenenlerin, aldığımız onca eşyanın, ıvır zıvırın, gözümüzün kaldığı onca şeyin hiçbir önemi kalmayacak. Çok istediğiniz yurt dışı gezisini yapamadan mı öldünüz. Öldünüz. Öldünüz ve bitti, artık hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü tüm Avrupa’yı çok eğlenerek turlayan kişi de bu gezi olayının içinizde bi’ ukde kalmış olduğu siz de aynı yolun yolcususunuz. Ölümün. 
Hep küçüklük aşkınızla mı evlenmek istemiştiniz? Öldünüz. Hiçbir anlamı yok. Ya da hayatınızı hep birilerinin altında çalışarak, didinerek, azar işiterek veya daha da kötüsü; kendiniz olmayarak mı yaşadınız? Sorun değil. Çünkü öldünüz. Ölmediyseniz de öleceksiniz. Hiçbir anlamı kalmayacak. E, o zaman neden her şeyi dert ediyoruz? Her şey bu kadar basitken niye, neden, niçin hayatı zorlaştırmanın bu kadar peşindeyiz?
Kaç kere mi öldüm? Fiziksel olarak; tabii ki sıfır. Ruhen? Eh, birkaç kere. Öldükten sonra ne olur orayı kesin bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Bilse de söyleyemezdi zaten. Anca yan yana gelirsek. Diğer tarafta. İnsanlığa gönderilen hiçbir kutsal kitabı, kitaplardaki ölüm ve diğer yaşam konularını anlatan bölümleri henüz okumadım. Okumak çok isterim. Orada anlatılanlarla bizlerin hayal gücü ne kadar paralel bir karşılaştırma imkânı da bulmuş olurum hem. Ölümün tıkır tıkır işlemesinin beni çok cezbetmesi de ayrı bir konu. Vakti geldiğinde müşterisinin kapısına giden bir özel araç gibi, ama bir salise bile sarktırmadan, o kişinin yanına gider, onu alır ve bir daha da bırakmaz. Asla. Sonradan onu geri bıraksaydı ya da ona zamanında gelmeseydi hiçbir çekiciliği de kalmazdı zaten.
Ölüm acımasız mıdır yoksa kişiyi, kişi sonsuza dek dinlensin diye kişinin derin bir uykuya dalmasına yardımcı olan fedakâr bir hemşire midir? Bir fikrim yok. İnancınız doğrultusunda bu işi ve işin sonunu neye yorarsanız yorun aslında bu konuyla alakalı tek bir gerçek var. Ölüm işini yapıyor. Yukarıda da belirtmiştim, ölümü çekici kılan da bana göre bu. Çoğu insanca, hayatın anlamı değişiklik gösterebilir: Mesela inançlı birisine göre yaşamın amacı Yaratıcısı’na kulluk etmek, bir sanatçıya göre sanatını icra etmek, vegan bir aktiviste göre de vegan aktiviteleri olabildiğince çok insana anlatabilmek, vs. Normal, diğer, sıradan bir insana göre de belki evine geçip televizyon izlemek ve saat 22:30’da horul horul uyumak. Hayat amaçları bu denli farklı olan biz insanlarınsa ortak tek bir arkadaşı var: ölüm. Sırf bu yüzden bile tüm insanlar kardeş olmalı diye düşünüyorum: Bakın hepimizin sonu aynı neden tartışıyoruz? (Gülüşmeler ve tartışmanın bitişi).
Ölümden korkuyor muyum? Evet. Ölmek istiyor muyum? Hayır. Yapacak bir şey var mı? Yok. Çünkü bu işlere biz mi karar veriyoruz? Vermiyoruz. İçinizi karartmak amaçlı kesinlikle yazmadığım bu haftaki yazımın aslında ana fikri, vermek istediğim mesajları açıklamaktan zevk alıyorum, bir gün ölüp gideceğiz işte bu yüzden hayatınızın amacı ne ise onu, ona göre, ona uygun yaşamaya devam edin. Hayal kurun; ama hayal kırıklığına uğradığınızda kendinizi darmaduman etmeyin. Hayalinizi yaşayan kişiyle sonunuz aynı çünkü. Ölümden korkun, yaşamak her şeye rağmen çok güzel şey, ama kafanızı ölümle bozmayın. Kısacık hayatta herkesi, her şeyi de çok ciddiye almayın. Ciddiye alıyor musunuz? Öleceksiniz. Ciddiye aldığınız veya üzerine düştüğünüz onca şeyin eninde sonunda hiçbir anlamı kalmayacak.
Yazımın sonunu çok sevdiğim bir karikatürle bitirmek istiyorum. Yazımın başlığının da karikatürün mit haline gelen isminin çevrilmiş şekli olsun istedim.
Tumblr media
Ali
1 note · View note
kukumavblog · 9 years ago
Text
Cansın Çetin, 0102
Palyaçolar
Sokakta rastgele karşınıza çıkan 10 kişiye ‘PALYAÇOLAR’ hakkındaki düşüncelerini sorun. Yarısından fazlası sevmediğini söyleyecektir, en azından benim gözlemlerime göre. Bence bu cidden büyük sorun olması gereken bir oran. 
Palyaçonun Türk Dil Kurumunca tanımı; kendisini seyredenleri güldüren ve eğlendiren, acayip kılıklı, yüzü aşırı ve komik biçimde boyalı oyuncu. Milattan birkaç yüzyıl önce ilk olarak görülmüş, günümüzde de sığ olarak eğlence ve çocuk kavramlarıyla anılmakta. Antik Yunandan, Roma sokak tiyatrosuna, Fransız pandomiminden Japon Kabuki geleneklerine kadar birçok noktada karşımıza çıkmaktadır. İtalya’da, aşk yüzünden başı dertten kurtulmayan uşak olarak ‘Harlequin’ karekteriyle ünlenmiş (Evet, evet DC karakterinin ismi de buradan geliyor; hayat hikayesi, Joker’e çok aşık olması ama aslında onun bir hizmetkarı gibi hareket etmesi ve tabii aslında ikisinin de birer palyaço gibi görünmeleri düşünülünce güzel isim olmuş), ülkemizde de böyle sanat-karakter olayı olmasa da çocuklarla ilgili bir etkinlik denildiğinde ilk akla gelen şeylerden biri. Peki insanların bir çoğu palyaçolardan haz etmezken bu gelenek neden hala sürüyor? Kabul görmeyen her şeyin hızla yitip gittiği günümüzde nasıl hala palyaço kültürü devam ediyor? Çocukların çoğu palyaçolardan korkar, palyaçolu bir doğum gününde korkudan ağlayan çocuğunu etkinliğe doğru iteleyen ebeveynler görebilirsiniz. Hadi, diyelim çocuklar daha önce görmedikleri bu garip makyajlı şeyden korkuyorlar ama ya büyükler? Koulrofobi; palyaço fobisi. Sandığınızdan daha çok insanda var. Gerçekten. Bazılarında yalnızca tedirginlik yaratırken ileri aşamalarında palyaço görünce titreme, ağlama gibi tepkiler gösterilebiliyor. Çoğu insan alay konusu olmaktan ya da gülünç duruma düşmekten korktuğu için bu fobiyi kendine saklamak zorunda hissediyor. Birçok korku filminde palyaçolar yer alır ve gerçekten gerici şekilde bu rollerinin üstesinden gelirler, Stephen King’in sonradan filmi de yapılan O (It) kitabını da unutmamak gerek. Peki, çocuklar ve eğlence ile bağdaştırılan bu karakterin fobilerde, korku filmlerinde ne işi var? Katil palyaço John Wayne Gacy, geçen senenin sonlarında dünyada birçok yerde popüler olan ve insanlarda ciddi travmatik hasarlar bırakan palyaço şakaları… Bence ele ele verip şu palyaço olayını bitirelim. Son olarak ben de itiraf ediyorum, umarım biri bunu bir gün aleyhime kullanmaz; ben de palyaçolardan korkuyorum.
Tumblr media
Cansın
4 notes · View notes
kukumavblog · 9 years ago
Text
Ali Göküş, 0102
Herkes En Az Bir Kez Dergi Okumuştur Değil mi?
Bu hafta yazımı geciktirmemin bir nedeni var. Üşendim. O yüzden bu yazımı da şu konu başlığını alacak şekilde yazacağım: üşengeçlik. Dermişim. Pardon, yazarmışım. Şaka bi’ yana bu cumartesi için planladığım yazımı üşendiğim için değil kendim gerekli özel alanı edinemediğim için yazamadım. Üstelik ne hakkında yazacağımı da günler öncesinden düşünmüştüm.
Her ayın ilk haftası benim içim kıpır kıpır olur çünkü dergilerden yeni ne var diye çıkıp kitapçı gezeceğim günlerin toplandığı haftalardır ilk haftalar. Küçüklüğümden beri bu böyleydi. Fakat o zamanla bu zaman arasında, her bakımdan, çok çok şey değişti. 
Şu an kitapçılara her ayın ilk haftası gitmiyorum. Çünkü fark ettiniz mi bilmiyorum, çoğu dergi aylık yayın yapmayı bıraktı. Genellikle iki ayda-üç ayda bir çıkıyorlar. Klasik moda-kadın yaşam dergilerini takip etmiyorum o yüzden onlar da bu politikayı benimsemişler mi ya da yine her hafta 300 sayfa çıkmaya tam gaz devam ediyorlar mı bundan emin değilim. Ama benim severek okuduğum bir-iki teknoloji dergisi, en son göz gezdirdiğimde öyleydi, ve caaaanım “bLue jEan” maalesef bahsettiğim aralıklarla basılıyor. Üzülüyorum. Dergi okumak beni gerçekten motive ediyordu. Artık dergi okuyamıyorum. Vodafone sponsorluğunda ücretsiz çıkan “LOG” hariç, inanın markalardan reklam için para almadım, onu da tabletten veya telefondan okuduğumdan dergi okurken pek zevkini çıkaramıyorum.
Eskiden, “PCNet” veya “Chip” alırken yanında bir de DVD verirlerdi. İçine dergide bahsi geçen yazılımları koyarlardı ve tam sürüm hediye yazılımların da kurulum dosyalarıyla lisanslarını eklerlerdi. En son kontrol ettiğimde artık bu dergiler de bu işi buluta yüklediler. Buluttaki bu yazılımlara dergiyi alan ya da almayan herkes ulaşabiliyor mu net hatırlamıyorum ama ulaşabiliyorsa dergiyi satın almanın da tat vermeyeceğini düşünüyorum. Kaç senedir bu sektörde saydığım dergiler, elbette ne yaptıklarının farkındadırlar ama ben sadece eskiyi özlüyorum.
“bLue jEan” apayrı bir konu. Eskiden beri çok severdim. Severdik. Abim sayesinde eskiden kapılar, camlar derginin sticker'larıyla doluydu. İçerik konusunda nasıldı 2000'lerde anımsayamıyorum fakat 2015'te yaklaşık her sayısını aldığımı biliyorum. Magazin içerikli rengârenk bir dergiydi kendisi. Şu an kullandığım emektar dizüstümün de kapağındaki yapıştırmalar hep bu sayıların bana hediyesidir. Tam bir sene önce bu ay, yani Ocak 2016'da yepyeni arayüzüne bürünerek kalbimi adeta fethetmişti. Çünkü tam bir entelektüel pankek halini almıştı ve ben derginin her sayfasını, sayfaların altlarını çize çize, içindeki yazarların bahsettikleri şarkıları internetten aratarak dinleye dinleye ilerliyordum. Hele geçen seneki Şubat sayısı “Seksenler” benim hâlâ en favori sayım olma özelliğini taşıyor. İşin içerisinde bir yanlışlık yoksa beni Patti Smith'le de bu sayı tanıştırmış olabilir. Bilmiyorum, Ocak sayısı da olabilir. Her neyse işte, sonuçta yeni formatındaki bLue jEan'di. Şu an o dergi de üç ayda bir çıkıyor. Eski haliyle. Yeter ki çıksın da nasıl çıkarsa çıksın aslında ama eski yeni halini özlemiyorum diyemem. Çok özlüyorum. Kafam karıştı.
Çooook daha eskilerde, 2000'lerde Billboard ve Rolling Stone dergileri de bayilerimizdeydi. Abim sağ olsun CNBC-e gibi dergileri de evimize sokan ve beni dergilerle tanıştıran kendisi oldu. Eskiden çok fazla çeşit vardı ve tabii alabilirsek, her ay yayımlanan dergileri okuma lüksüne sahiptik. Alabilirsek diyorum çünkü annem, hâlâ, dergiye o kadar para vermem konusunda biraz şikayetçi. Anne, eskiden dergi 5₺'ydi kızıyordun al şimdi yaklaşık iki katı fiyatına! Ama Allahtan her ay çıkmıyor da yine aynı fiyata geliyor. Dermiş-… Yazarmışım. Her ay çıksın, ben razıydım.
Neden böyle oldu, dergiler bu duruma neden geldi orası üzerine pek yazmayacağım çünkü pek düşünmedim. Düşünecek pek de çok şey yok çünkü her şey az çok belli. Ama lütfen dergi seviyorsanız gidip almaya çalışın, destek olun. Saydığım saymadığım bütün dergiler için geçerli bu. Bakın herkes en az bir kez dergi okumuştur değil mi? Ne kadar eğlenceliydi. Bir gün ülkedeki tüm dergiler biterse bizler siniri stresi nasıl atacağız? Her şey de İngilizce okunmaz ki! Yabancı kaynaklar şu anda da var. İnsan kendi ana diliyle içerik okumak istiyor. Çok güzel bir dilimiz ve çok yetenekli insanlarımız var çünkü.
Ben dergilerin 300 sayfa çıkmasına da karşıyım ve öyle dergileri çok fazla görüyorum. Onlar bir zahmet e-book olarak yayımlansın da ağaçlara yazık olmasın. Koca koca resimler, sayfalarca reklamlar, vs. gerçekten büyük emek de istiyor onları hazırlamak, basmak. Dijitalleşirlerse dergiler dağıtım masraflarından da kurtulurlar. Ama en çok ekosisteme katkıda bulunurlar. Fiziksel olarak, çıkıyorsa 20-30 sayfalık dergiler çıksın. Ah, eski bLue jEan ah! Ben çok kızıyorum. Ben küçükken karaladığım kağıtlardan uçaklar yapar fırlatırdım, boş kağıtlara dokunmazdım. Gerçekten sinirleniyorum. Üzülüyorum da. Hadi eskiden imkan yoktu falan filan. Şimdi tam sırası. Lütfen.
Yazdığım gibi, maalesef artık her ayın ilk haftasını yüreğim zıplaya zıplaya beklemek benim için çok zor. Umarım ülkemize geleceği umut edilen güzel günlerin içine eski tarz dergiciliğin yapıldığı günler de dahildir. Bunu da yürekten istiyorum. Bu da olsun. Ne var ki? Sonuçta herkes en az bir kez dergi okumuştur. Değil mi, ne kadar eğlenceliydi…
Ali
1 note · View note
kukumavblog · 9 years ago
Text
Cansın Çetin, 0101
‘Carpe Diem’li Bir Cacık
Aşk acısına hiçbir zaman inanamadım. Aşk acısı, ayrılık yanığı, terk edilme alerjisi gibi mental hastalıklar her zaman uydurma geldi bana. İnsanlar acıdan haz alır. En azından duygusal olanlardan. Kısa bir süre için, gerçekten çok kısa bir süre, minik üzüntü kırıntıları canlarını yaksa da gerisi tamamen zevk işi. Melankoli hoşa gider, acınma hoşa gider, ilgi; kesinlikle hoşa gider. İnsanlar bu sürünüşten zevk alır ve onu sonlandırmak istemezler. Sırf istemedikleri için sonlandırmazlar, ta ki çıkarlarına, egolarına daha uygun bir şey çıkıp gelene kadar. Herkesin takdir edeceği bir kupa, yeni bir sevgili, ya da kurban mı demeliyim, gibi şeyler. Ama çoğu zaman o mental hastalığı sürdürme eğilimindedirler. Çoğu zaman. Senle birlikteyim ama eski kız arkadaşım öyle bakardı ki bana… Şimdi sen yanımdasın ama eski erkek arkadaşımın öyle bir kokusu vardı ki… Bu kupayı kazandım ama o yanımda olmayınca böyle şeylerin hiçbir değeri yok… Bu zırvalar söylenir, gözler dolar, karşıdan anlayış beklenir. Hayır, siz bana inanın böyle şeylere inanmayın. Bu boklar sadece kişiliğin acizliğinden gelir, bir portakalın sıkılmış halinden geri kalan posalı ve ezilmiş, yıpranmış kabuk kişiliği sendromu. Sürünmek her zaman için, toparlanıp kalkacak gücü kendinde bulmaktan daha kolaydır. Sürünerek mutluluğu arayan benciller ordusu.  Ya da mutluluktan daha ziyade kişisel tatmini mi amaç?*
Burada ilk yazımın neden bu konuyla alakası olması gerektiğini kestiremiyorum. Sadece arkadaşlarımdan, onların arkadaşlarından hatta arkadaşım dahi olmayan daha birçok insandan aynı kelimeleri duyuyorum son zamanlarda. İlişkiler. Güven. Kıskançlık. Benim de bir ilişki gurusu olduğum söylenemez, zira bugüne kadar hiçbir şekilde dikiş tutturamadım bu konularda beni dikkate almamanız belki de en doğrusu, ama gizli bir kabilenin büyücüsü olarak kendi düşüncelerimi bu konu hakkında belirtmek istedim.  Belki bu düşüncelerime bir yıl sonra baktığımda değişmiş bulacağım kendimi ama bu yazıyla tarihi saklamak istiyorum. Şu anki ruhum ve beynimle böyle düşünüyor, böyle hissediyorum. 
Herkes güvenilmek istiyor ama kimse güvenmiyor. Herkes karşısındakinin bu güveni kazanması için bütün benliğini vermesi istiyor ama kimse kendinin en ufak kırıntısını bile karşısındakinin avuçlarına ufalamak istemiyor. Kimsenin ikili ilişkilerinde birbirine güvenmediği bu zamanda; herkesin dilinde olan, sorulunca ya çok uzak olduğunu söylediği ya da gururlanarak taşıdığı bir kelime hayatımıza sokulmakta: Kıskançlık. Güven eksikliğinin sonuçlarından biri olarak gösterilen kıskançlık en ilkel dürtülerden biri. Kendine mi başkasına mı acaba bu eksiklik? Sevdiğini kıskanmak… Bunu ilk kullanan insan neler yaşadı merak ediyorum. Kıskançlık genellikle olumsuzlukta doğan ve oradan üreyen bir arkadaş değil miydi eskiden? Şimdi neden madem o kadar değer verdiğimiz birinin üzerinde bu kelime? Bu histen öte bir alışkanlık mı oldu acaba bizde? Güven duygusunun sorumluluk ve başlangıcının yarı yarıya paylaşıldığını unutmamak gerekiyor. Durup hadi bana kendini güvendir gibi bir cümle kurulması mümkün değil. Önce senin inanmak istemen gerekiyor. Evet geçmişte kötü şeyler olmuş olabilir, o duygu birden fazla kez paramparça olmuş da olabilir. Artık kimseye güvenmek istemiyorsan bu listenin başında kendi ismin de var. İnsanın kendine de güveni bitince yaşamaktan bahsedilebilir mi? O zaman en yakın köprü ya da hemen buzdolabında yumurtalıkta duran haplar seni bekliyor… Ben bu yazıyı yazdığıma ve siz de bunu okuduğunuza göre henüz bu yollara başvurup başarılı olmadık demek oluyor. Öyleyse bana bu afralar tafralar biraz zevk içinmiş gibi geliyor. İlgi istiyorumun başka bir anlatılış biçimiymiş gibi ya da insanın acıdan ve acınılmadan aldığı hazla alakalı gibi. Şimdi çok absürt bir örnek vermek zorundayım çünkü bence o güveniniz kırıldığında hissettiğimiz acıya en yakın fiziksel acı şu; hiç domates salatalık yetiştirilen bahçelere gittiniz mi bilmiyorum ama orada tüm o hevesinizle bir salatalığa uzanıp koparırsınız, ilk ısırıkla normalde yediğiniz salatalıklardan çok farklı bir tat alacağınıza kendinizi şartlarsınız ve gerçekten de öyle olur. Tabii sizin o lezzetli isteğiniz tam tersi denk gelebilir; korkunç acı, dayanılmaz bir tat ağzınıza dolar. Hemen ağzınızdakini tükürürsünüz çünkü o şeyi yutmayı bırakın ağzınızda bir saniye fazladan tutacak tahammülünüz olmaz. Ama tükürmekle de bitmez o iğrenç tat gitmez. Birkaç bardak su içersiniz ağzınızdaki o tat gider ama hafızanızdan gitmez. Bu durumda ne yaparız hayatımızdan tamamen salatalığı çıkartır mıyız? Hayır ya bir daha hep marketten alacağım, ‘daha ehli olanını alacağım’ deriz ya da hangisi acı olur olmaz bilen biriyle konuşup fikrini alırız. Biliyorum salatalık belki seçilecek en kötü örnek ama anlatmak istediğimi güven konusuna ayarlarsak pek de uzak olmuyor değil mi? Yani karşımızdakinden biraz daha fazla çaba ya da ilgi istiyorsak neden direkt söylemiyoruz? İlla beni çok üzdüler ondan ben şimdi şeyim işte, bana kraliçenim ya da kralınım gibi davranırsan ancak düzelebilirimlerle uğraşıyoruz? Neden sürekli küçük hesaplar peşindeyiz? Aradığında dur hemen açmayayım 3 kez çalsın öyle açarım hesaplarının yapıldığı bir ortamda gerçek ruh eşliğinden, güvenden bahsedebilir miyiz? Ben yazmayayım o  yazsın, hemen sevdiğimi söylemeyeyim şimdi başka düşünmesin. Seviyor musun? Söyle. O ne isterse düşünsün, sen zaten söylemesen de bunu hissediyorsan istediğin kadar sakla onun düşündüğü kategoridesin o zaman.  Saklayarak ya da olmadığın gibi yaparak başta kendine olan güvenin kaybolmaz mı? Yani vücudun onu gördüğünde endorfin salgılıyor, kalp atışı hızlanıyor, eller soğuyor… Ama dil mutlu olmuyorum diyor. O zaman huzur dengeyle sağlanıyorsa; kendi kendine yaptığın bu dengesizliği, kendine en büyük ihanet sayman gerekmez mi? Biriyle olma sebebin en basit anlamıyla mutlu olmaksa böyle basit şeylerle bunu bozmak saçmalık. Gerçekten hiç canımız yanmaz demek istemiyorum, tanıyabileceğiniz en sulu göz ve çabuk demoralize olan insanımdır belki de ama diyorum ki… Geçiyor… Belki kısa sürede, belki gerçekten uzun bir zamanda. Ama geçiyor. Ve hem karşımızdakine hem de en başta kendimize bu süreyi tanımamız gerekiyor. Geçmesine izin  vermek gerekiyor, sürekli bızdıklamamak gerekiyor. Erkin Koray’ın güzel bir parçası da olsa çivi çiviyi sökmez. Ruhun düşünmeden sayısız çivi çakabileceğin bir deneme tahtası değil ki. Diğer deliğin iyileşmesine izin vermek gerekiyor. Belki de bir sonraki bir çivi değildir, senin ruhunu boyayacak güzel bir mavidir ya da toz pembedir. Her şeyi geleceği düşünerek yapmamamız gerektiği gibi geçmişi düşünerek de yapamayız. Bazen çok sarhoşsanız ve dövme yaptırmak istiyorsanız akla gelen ilk fikir olan o Latince cümleyle belirtilen felsefeyi hissetmek iyi gelebilir. Evet, kötü şeyler yaşadım; canım çok yandı ve etraftakiler bana melodi eşliğinde “salak salak” diyecek ama kimin umurunda. Seviyorum, güvenmek istiyorum. “Bisikletle dolaşırken düşüp dizlerimi yara yaptım ama bisiklete binmeyi seviyorum. Bahçedeki salatalık çok acı çıktı ama bu akşam cacık mı yapsam acaba?” en basitinden bu cümleleri kurmak gerekiyor. Böyle örnekler verilince kolay gözüküyor ama iki kişi arasındaki ilişki neden bu kadar karmaşık olmak zorunda ki hem? Ruhsal acı fiziksel acıdan daha uzun süreli ve daha kalıcı evet ama fiziksel mutluluktan daha çok ruhsal mutluluk bizi tatmin etmiyor mu? Sanırım bunun sebebini Chuck Palahniuk açıklamış bile: 
“Acıyı unutmak çok zor ama mutluluğu hatırlamak çok daha zor. Mutluluk için gösterecek yaralarımız yok.”
* Bu kısım henüz yayımlanmamış olan “Bu Bir Aşk Öyküsü Değildir” hikayemden alıntıdır.
Cansın
1 note · View note
kukumavblog · 9 years ago
Text
Ali Göküş, 0101
Bu dövmeyi renklendirsek de mi yaptırsak yoksa bu işe hiç mi bulaşmasak
Dövme işi aslında herkesin bahsettiği gibi. Ya da kimsenin bahsettiği gibi değil. En azından benim için böyle oldu çünkü “hiç acımayacak” ümidiyle gittiğim dövmecide geniş çaplı bir acıya maruz kaldım. Boyalı dövme olduğu için, ki boyalı olduğundan daha fazla acıtacağı benim de dövmecide aklıma gelmişti, bir miktar uzun ve daha acılı oldu. Yazı ya da düz siyah mürekkeple kalıbı çizilen dövmelerle boyalı olanların farkıysa tabii ki iğnenin tıpkı kağıdı boyar gibi deriyi boyamak için spiraller çizerek batırılması. Üstelik aynı yerin üstünden tekrar geçtiğinden yanan canım daha da yandı. Bir dövme nereye yapılır ve nereye yapılırsa daha az acıtır konusunda hiçbir fikrim yok çünkü henüz o kadar tecrübem olmadı (olsun da istemiyorum, ilk ve sondu) ama ince deri mantığıyla olaya yaklaşılırsa karşılaştırmanın sonucu daha somut çıkabilir. 
… sırf deneyim olsun diye derini sayısız yerden deldirmek için uğraşma hiç. Gerçekten başka hobiler edin. Örneğin kitap okumak ya da yüzmek; veya yüzerken kitap okumak.
Bi’ kere şunu sorman lazım, gerçekten istiyor muyum. Çünkü ben gerçekten istedim mi? Hayır. David Bowie’nin şimşeğini tabii ki yaptırdığım için pişman değilim çünkü kendisinden vazgeçeceğimi zaten düşünmüyorum ama onun dövmesini yaptırmak zorunda mıydım? Değildim. Herhangi bir şeyin dövmesini yaptırmak zorunda mıyım? Değilim. Sen zorunda mısın? Değilsin. Yani demek istediğim sırf deneyim olsun diye derini sayısız yerden deldirmek için uğraşma hiç. Gerçekten başka hobiler edin. Örneğin kitap okumak ya da yüzmek; veya yüzerken kitap okumak. Hele de benim gibi bir şeyden, konudan, sanattan, sanatçıdan, yemekten ya da aşçıdan çabuk sıkılıyorsan bi’ 30-40 kere düşün o şekilde gerçek bir adım at diyorum. Sonuçta gerek gençken yaptırdığın haliyle gerekse yaşlandığında poşetleşecek olması muhtemel haliyle onu vücudunda sen taşıyacaksın. Eğri otur doğru konuş, iki düşün bir taşın ki akılsız taş baş yarmasın.
Neden hem dövme yaptırıp hem dövmeye karşı bu kadar negatif bir tavır takındım? Cevap: 1, her şeyin mükemmel olmasını istediğimden dövmemin görünüşüne karşı da aynı misyonu yüklediğim ve dövmeme her baktığımda daha az mükemmel olduğunu kendi kafamda düşündüğüm için (psikologluğum). 2, gerçekten acı veriyor, duygusal anlamda yaşadığımız travmalardan tutun da evin içinde dolaşırken ayak küçük parmağını masanın kenarına tak diye vurmalara kadar zaten yaşantımızda yeterince acı çektiğimizden bir de ekstradan dövmeden gelecek olan acıyı saçma bulduğum için. 3, dövmeyi yaptırdıktan sonra, “Haydi çık ve dolaş yeni dövmenle ve özgürlüğünü şehrin sokaklarında haykır!” olmuyorsun onun bi’ bakımı, bi’ adabı, bi’ kendine özgü yapılış-sonrası acısı, bi’ sızlaması var. Dövmeden sonra bir hafta jelatinli geziyorsun, o dövme kaşınıyor, ve erkeksen kılların jelatin tarafından her hareketinde çekiliyor! :@ 4, insan olarak hayatımızda başımıza bela almak konusunda üzerimize yok. Bu belaların da yüklediği çok fazla sorumluluk olacak haliyle, e bi’ de dövmenin getirdiği ve getireceği sorumluluklarla uğraşmaya üşengeçliğim elvermediği için. 5, insanlar, tepkiler, e Türkiye’deyiz; toplum, arkadaş, otobüs şoförü, bakkalcı, berber, merber…
Ben bu dövmemi 20 yaşında, en yakın arkadaşımla, sıkıcı bir dersi dinlerken bir anda karar verip yaptırdım. Hatta dövmemin şeklini bile yapacağım gün karar vermiştim.
Dövme hakkında hiç mi olumlu düşüncelerim yok? Daaat! Yanıldın. Var: 1, bir kere yatırdığın anın ölümsüzleşmesi fikri gayet cazip bana göre. Ben bu dövmemi 20 yaşında, en yakın arkadaşımla (kendisi de bu blogda yazıyor!), sıkıcı bir dersi dinlerken bir anda karar verip yaptırdım. Hatta dövmemin şeklini bile yapacağım gün karar vermiştim. O an ölümsüzleşti neyse, umarım ileride çocuğuma anlattığımda çekici bulur. 2, öyle ya da böyle, güzel (şekil, yer ve dövmenin kendi ambiyansı açısından) dövmeler kişide güzel, cool, çekici, havalı, vahşi, sanatsal durabiliyor. Ülkemizde ergenlik çağına gelen az çok her gencin de artık dövme yaptırma düşüncesine sahip olduğunu düşünürsek dövmen olduğu için daha dikkat çekebilirsin çünkü insan neyi yapmak isterse istediği başka insanlarda olanlar o kişi/kişiler için daha dikkat çekecektir. 3, koca insan oldum kendi kararımı kendim alabilirim felsefesinin elle tutulur, deriye kazıtılır hali. 4, eğer severek yaptırdığın bir dövmeyse ve kolayca görülebilen bir yerdeyse ona alışmaktan, onu her gün görmekten mutluluk duyuyorsun.
Tumblr media
6. günün sonunda jelatin çıktığında bu haldeydi.
Gelelim teknik bilgilere ve işin teorisine. Ben dövmemi, İstanbul, Bakırköy’deki Vagonart stüdyosunda yaptırdım. Beraber gittiğim arkadaşım @clockworklizard‘ın memnun kaldığı bir yer olduğu ve orada yıllardır da bu işle uğraştıkları (mekandan ayrılmadan bize verdikleri broşürlerinde ayrıntılı bilgiler yazmakta) için tereddütsüz kabul ettim. Fiyat olarak 240₺ belirlendi ama iki kişi yaptırdığımız ve nakit ödediğimiz için indirim kullanabildik. Dövme yapılırken sterilizasyon aşamalarını tek tek gözlemlesem de pek bi’şi’ anlamadım. Dövmemi yapan orada çalışan bir hanımefendiydi ve Bowie Şimşeği’nin renklerini seçmemde yardımcı oldu. Kendisini biraz asık suratlı bulsam da işinin profesyonelliğinden ve sol kolumun komple onda olmasından dolayı bu konunun pek de üstüne düşünmedim. Dövme yaklaşık 20-25 dakika sürdü, çok acıdı ve üzerinden günler geçmesine rağmen kaşınıyor. Dövme yapıldıktan sonra üzerine kapatılan steril jelatin ise dövmeyi korumakla kalmayıp kıllarımı da bir güzel çekiyor. Jelatin tam bir hafta kalacak ve bir hafta sonrasında ise çıkarılacak. Eğer gününden önce çıktı ise krem kullanılıp dövmenin hasar, darbe almaması için dövmeye ultra dikkat edilecek (bu tür teorik bilgiler orada da söylenmekte ama söylenenleri hatırlamıyorum dersen sana verilen broşürü de okuyabilirsin). Biz dövmeden bir gün sonra erken yılbaşı kutlaması için bir partiye gidip kollarımızı savura savura dans etmiştik (tabii ki dövmelerin farkında olarak) ve bunu da jelatine borçluyuz. Bi’ bir hafta ona dikkat edin yani ki çektiğiniz acı bir şeye değsin.*
Yaptırmak ya da yaptırmamak, işte tüm mesele bu ve sen bunun üstesinden gelebilirsen gerisi de kendiliğinden gelecektir. Şu maddesel bilgileri de verip bu konuyu izninle kapatmak istiyorum. Ne olursa olsun bu senin vücudun, en önemlisi sakın kendimi birilerine beğendireceğim diye boş yere bu acı verici vetirenin bir parçası olma. Bunu gerçekten sen istiyorsan yaptır. Sevgiler.
Dövme yaptırmadan önce iyi düşünülmeli, iyice karar verilmeli ve ilgili büyüklerden izin alınmalıdır. Eğer beş haftada bir saç yıkayan küfürbaz bir punker değilsen lütfen ailenle, en azından kendi ayakların üstünde durana kadar, dövme yüzünden ters düşme. Bak harçlık alamazsın.
Dövmen için lütfen anormal yerler seçme. Zaten -190 derecelik steril bir odada bile yapılacak olsa çok sağlıklı bir işlem değil. Yani dudak içi, göz bebeği, kulak kıkırdağı, bademcikler gibi açık uçlu örneklerle devam edebileceğim doğadışı mekanları kendi hallerine bırak.
Dövme yaptırırken mümkünse para konusunu ikinci plana at. Gerçekten iyi, temiz yerler muhtemelen biraz tuzlu çalışıyordur (varsayıyorum) ama risk almamak için önce araştır, sonra parayı temin et ve en son yaptır. Hele hele evde, arkadaşında, okul tuvaletinde veya halk otobüslerinde bu tür işlere hiç kalkışma. Iyy!
Dövme yaptırmadan önce dövme yaptıracağın mekana çok yüksek umutlarla gitme ki sonradan dudağını iki metre asma. Sonuçta çalışılan alan canlı, içinde hücreler barındıran cıvıl cıvıl, özel dizayn: insan derisi. Akıllı telefon ekranından güzel duran dövmesi-yapılacak, derinde güzel durmayabilir.
Dövme yaptırmak acıtıyor. Renkli dövmelerde boyama tekniği kullanıldığı için çok daha acıtıyor. Boyanan yer tekrar boyandığı için çok çok daha acıtıyor. Acıtmıyor denilmesin, yalan. A geçmiyor mu, geçiyor. Bir saate eskisi gibisin (jelatinle kaplanan yerde jelatinin hissi olacağı için tam da eskisi gibi değilsin aslında) ama orası sonradan kaşınıyor, jelatinden çıkmak ve özgür olmak istiyor, su istiyor, ekmek istiyor, biraz da dans istiyor (ki biz dövmelerimizi dansa hemen götürmüştük, heheh).
Son olarak, tekrar etmeyi gerekli bulduğum için; dövmeyi sadece sen istiyorsan yaptır. İstemekten kastım, kendin için istemek. Yine de en iyisini sen ve sana uygun şartlar bilir tabii ki.
Tumblr media
Dövmemin 11. gününde, tam da bu yazıyı editlerken.
Bitti! Teşekkürler. 
* Yazının son halinin düzenlenmesi dövmeden iki hafta sonra olduğu için o kısımlar ilk hafta yazıldıkları haldeler. Şu an dövmem gayet iyi, kaşınması geçti ama sadece soyulmalar var.
Ali
1 note · View note