Bazan sükutun, büyük bir konuşma olduğunu unutma...İKİ gözüm.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
YORGUN HAYATLAR
Ya da (Kalbin Hüznü)
Şairin dediği gibi:
“Bazen sadece yorgun oluyor insan,
ne küs ne yalnız ne de sevdalı”
İnsan yorulur bazen…
Yorarlar çünkü... Herkes üstüne gelir, hayatın geldiği yetmiyormuş gibi..
Aslında hayat insanı yormaz, insan insanı yorar. Çünkü hayat topraktır, kuyuyu insanlar kazar!
Göründüğü gibi olmayanlardan, olduğu gibi görünmeyenlerden,
Yolun yarısına varmadan maskeleri düşen, riyakârlarla yürümekten,
Hak ettiğimizi düşlemekten, hak etmediğimizi görmekten yorulur insan...
Seviyormuş gibi yapanlardan, iyi biriymiş gibi davrananlardan,
Tutacakmış gibi söz, gitmeyecekmiş gibi ümit verenlerden,
Gidenlerin ardından keder rengi gözlerle yarım kalmaktan,
Her seferinde "tamam geçecek" diye kendini avutmaktan,
En çok da kıyamadıklarımızın bize kıymasından yorulur...
Yüzüne kapanan kapılardan, yüreğinin perdelerini örterken ellerine bulaşan yalnızlıktan;
Çaya şeker yerine hayallerini atıp her yudumladığında hüzün tadı almaktan,
Canımızı yakan sesimizi kısan anılardan,
Ayazda umutlarımızı yolcu edip, bir de kendine bilet almaktan yorulur...
Kendi girdabında kaybolan canlara, buğulu camlar ardından bakmaktan,
“Acaba” ihtimalinin heyecanıyla “Yine mi?!” hissi arasındaki sarkaçtan,
Özen gösterdikçe hırpalanmaktan, dilini ‘keşke’lerin sarmasından yorulur...
Herkese yetişip kendini ertelemekten, güçlü görünmekten; kendi düğüm düğümken başkalarını çözmekten,
Takati yokken bile insanların gelip senden dinlenmelerinden, sen ihtiyaç duyduğunda dizilen bahanelerden yorulur...
Kavgadan, ihanetten, suyun akışına karşı yüzmekten,
Filler tepişirken ezilen çimenleri seyretmekten,
İnsanların bitmeyen hırsından, nefislerin hırçınlığından,
Zalimlerin azgınlığından, bitmeyen savaşlardan,
Sıvazlanan tabutlara, mezar topraklarına dikilen çiçeklerle boy atan bebelere, yarım kalan umutlardan kırık kanatlarından oyuncaklar yapan yetimlere ağlamaktan yorulur…
Sevdiklerimizi kaybetmekten, üzerlerine toprak atmaktan...
Yamalı yüreğine, yuttuğu kara diken içini parçalayıp geçerken ses çıkarmayan diline, tebessümün ardına saklanan hüznüne “Sus” demekten yorulur...
Bu yorgunluğumuz hep söyleyemediklerimizden…
Anlatmak ama anlaşılamamaktan, yaralanmaktan, iyileşememekten.
En çok da şartların ağırlığı değil ama hâlden anlamayanların sağırlığından…
Biz ki gurbetteyiz aziz dostum, gurbette; vuslata erince hem dilleneceğiz hem de dinleneceğiz…
Vesselam.

10 notes
·
View notes
Text
BİZDEN SİZDEN NE KALDI

(Cuma Yazıları 1)
‘İnsandan insana şükür ki fark var’ diyen şaire rahmet olsun ve kayıtlara geçsin hâlâ ve
‘iyi ki bilmiyor kalabalıklar yağmura bakmayı cam arkasından.’
Alıp başımızı gideceğiz hepimiz bir gün bu diyardan. Zira dünyaya geldik gitmeye, kalmaya değil. Giderken hepimiz geride bir şeyler bırakacağız.
Kimimizin geride bıraktıkları gittiği yerde helakına sebep olacak, kimimizin ise kurtuluşuna vesile.
İnsan ne bırakır geride?
Mal mülk, çoluk çocuk, hayır hasenat, ahlar eyvahlar, dualar beddualar, güzel şahitlikler, gitti de kurtulduklar… Say say bitmez. Geride öyle bir şeyler bırakmalı ki insan; o daha kabre konmadan, ondan önce varıp kabirde onu bekliyor olsun geride bıraktıkları.
Hem geride bırakacak hem ondan evvel gidecek varacağı yere, bu nasıl olacak? Arz edeyim.
Bir yetimin başını okşar insan, bir fakirin karnını doyurur, bir güzel dua alır, bir evlat yetiştirir, bir medrese duvarına tuğla koyar, bir talebeye burs verir, bir ihtiyaç sahibinin işini görür, bir nasihat eder; bütün bunlar o insandan evvel varır kabre bekler.
Başını okşadığı yetimin duası kabirde başına yastık olur, karnını doyurduğu fakirin tebessümü kandile döner aydınlatır kabri, evladı yaptığı her bir hayırlı işle Fatiha Fatiha ziyarete gelir, bursu örterler üstüne üşümesin diye, aldığı dualar sohbete gelir yalnız bırakmaz kabirde.
Tam tersi de olmaz mı? Olur hem de nasıl! Miras bıraktığı malın hesabını sorarlar,yaramaz evladın derdini yüklerler sırtına, aldığı beddua karartır, söylediği yalan, ettiği hased yılan çiyan olur sarar dört yanını, Allah muhafaza!
Kimi insan yaşarken yüktür yeryüzüne, kimisi öldükten sonra bile yükünü almaya devam eder insanların.
Kendisi gitmiştir ama hizmeti yürür. Yazdığı kitap öğretmeye devam eder, yetiştirdiği insan hayra koşturur, yaşadığı hayat yaşıyorum zannedenlere nasihat olur. Ne yapıp edip bir ucundan tutmalı bu güzelliklerin. Malımız varsa tasadduk edilmeli,en güzelinden infak edilmeli, duaya vesile eylenmeli; evladımız başarıdan önce ahlaklı olsun şiarıyla yetiştirilmeli, oturup kalktığımız insanlara bizden kem söz değil safa sirayet etmeli, gidip geldiğimiz yerlerdeki ahvalimiz insanları iyiye ve güzele davet etmeli, işimizi en güzeli ile ve kaliteli yapışımız dilsiz dudaksız tebliğe dönmeli; karınca kararınca, gücümüz neye yetiyorsa, elimizden ne geliyorsa yaparak bizden önce bir şeyler göndermeli, bir gün mutlaka varacağımız yere bizden önce varmalı.
İyilikten bu kadar uzak kalmak hepimizi hasta ediyor. İnsanın insanın kurdu olduğuna duyduğumuz inanç, dünyayı güvenilmez bir yer kılıyor. Dünya bir cehennem değil oysa, iyiliğin kanatları hiç beklemediğimiz zamanlarda ruhumuzu okşuyor.
Kendi dilimizi de iyiliğe ayarlasak meselâ, nasıl olurdu? Konuşurken vaktimizi başkalarının iyilik ve güzelliklerini anlatmaya ayırsak, başkalarının kötülüğünden dem vurmasak.
Oysa 'başkalarının günahları bizi aziz kılmaz'. Ne ki pek çok insan başkalarının hata ve günahlarını anlatmakla rahatlar, sanır ki kendisi o hatalardan münezzehtir ve bu yüzden yerdiği kişiye göre daha iyi bir yerde durmaktadır. Bakışlarını çirkinlik ve kötülüğü görmeye ayarlamış ruhların, hem kendileriyle hem de insanlıkla kavgalı, sorunlu kişilikler olduğunu sanıyorum. Elbette kötülüğü gördüğümüz yerde düzeltmemiz, ona aktif bir biçimde karşı durmamız gerekir. Ama sürekli kötülükten bahsetmek de, alttan alta, onun karşısında çaresiz olduğumuzu, kötülüğe teslim olmaktan ve kötüleşmekten başka çaremiz olmadığını bize telkin eder.
Kötülük insanın bu dünyanın tek ve ebedi hakimi olduğu yanılsamasından kaynaklanıyor. Hayatın kırılganlık ve faniliğini bütün hücrelerinde hissedebilen birisi kötülüğe meyledemez. İyiler, insanı bu dünyada taçlandıran en güzel mücevherin iyilik olduğunu bilir. Ancak iyilikle ruh sonsuzluğa kulaç atar. Ancak iyilikle ruhun ıstırabı diner. İnsan ancak iyilikle Tanrı'yla arasındaki perdeleri kaldırır. İyilik dünyanın cennetidir.
Dünyayı ve içinde yaşadığımız ülkeyi değiştirebilecek insanlar, iyiliğe inananlardır.
Soru şudur: Biz bu işin neresindeyiz? Bizden geriye ne ve kim kalacak? Kalmayacaksa hayra yarar bir iş ve kimse biz niye varız, ne işe yararız?
Cuma bizleri mubarek kılsın iki gözüm...
Vesselam.
4 notes
·
View notes
Text
TAŞERON EBEVEYNLİKLER
Ya da HIZ ve HAZ DÜNYAMIZ
Adam yorgun argın eve geliyor. Anahtarları çevirerek eve giriyor, selam veriyor. Cılız bir ses mukabele ediyor. O sırada televizyondaki dizi filmine gömülmüş olan kadın, ekrandan gözlerini ayırmaksızın lütuf kabilinden birkaç söz ediyor. Bu birkaç söz bu karı kocanın o günkü alışverişidir. Göz teması yok, paylaşım yok, yüz yüze gelme yok. Çocuklar kendi odalarında bilgisayar başındadır ve bir oyunun heyecanına kendilerini çoktan kaptırmışlardır. Aile içinde toplam konuşma süresi en fazla on dakika. Herkes yalıtılmış hayatlarında birbirine teğet geçiyor. Az sonra herkes uyuyacak ve günler bu şekilde tekrar edecektir. Modern aile.
Akışkan modern zamanın eritme tenceresine atılacak ilk katılar ve kutsallıktan çıkarılacak ilk şeyler, geleneksel sadakatlerimiz oluyor, elimizi ve ayağımızı bağlayan görenek ve zorunluluklar. Hayat ‘elimizden kaçıp giden dünya’da çok hızlı değişiyor ve bu değişimden aile de payına düşeni alıyor. Hızlı kapitalizm, küreselleşme, dijital devrim, bireycilik, zayıflayan sosyal bağlar ve medya/kültür endüstrisi akışkan modernliğin veçheleri olarak hayatlarımıza nüfuz ediyor ve insana dair kavrayışlarımızı dönüştürüyor.
Modern toplumda iş ve aile temel tatmin kaynakları olarak öne çıktığında, birindeki mutsuzluk kolaylıkla diğerine de tercüme edilebilir hale geldi. Kapitalizm, duygusal bağları da elden geçirmiş durumdadır. Duygusal kapitalizm, modern toplumda duygusal bağları akılcılaştırıp metalaştırmıştır. İlişkiler maliyet-fayda analizi üzerinden değerlendiriliyor artık. Sen bana ne veriyorsun ve verdiğin şey, sana katlanmam için değer mi? Değişen cinsiyet rolleriyle birlikte kafa karışıklığı da artıyor. İlişkilere bir de çelişkiler zinciri ekleniyor. Kadınlar iş ve ev yaşamı arasında mütemadiyen yer değiştiriyor. İş yaşamının katı çalışma koşulları kadınların işini zorlaştırıyor. Erkekler cephesinde de çok şey değişti: Duygusallıktan uzak, sert erkek imajı artık makbul değil.
Ev içinde çocuğun eğitimi babanın otoritesinden alınarak annenin sevgisine devredildi. Çocukluğun ayrı bir dönem olarak tanımlanmasıyla birlikte kırılgan bir çocuk imgesi öne çıktı : Çocuğun uzun vadeli duygusal ihtiyaçları olan, incinebilir, ihtimama gereksinen bir varlık olduğu kabul edildi. Bir kaşını kaldırarak çocuğunu terbiye edebilen babanın yerini, onu sevgisiyle sarıp sarmalayan, her türlü beladan koruyan aşırı dikkatli anne aldı. Orta sınıf ailelerde, çocuklara istedikleri her şeyi elde etmeye hakları olan prens veya prenses gibi davranılması yaygın bir tutum. Toplum gibi aile de küçüldü ve atomlaştı, en küçük parçalarına ayrıldı. Evlerimizde aile büyüklerinin yerini alan yatılı bakıcılarla yaşıyoruz, çocuklarımızla o kadar yoğun zaman geçiriyorlar ki en kuvvetli bağlanma deneyimlerini onlarla kuruyorlar. Bir tür ‘taşeron ebeveynlik’. Küçülen aile, dede ve ninelerin eşsiz hikayelerinden çocuklarımızı mahrum bırakıyor. Nesiller arasındaki devamlılık fikri aşındığı gibi, ahlaki ve dini değerlerin aktarılmasında da boşluklar oluşuyor.
Bize yutturulduğunun aksine, bireyselleşme özgürleşme değildir, daha çok tüketim bilinci ile kendilik bilincinin bir karışımıdır. Bireyselleşme ile standartlaşma eş zamanlı olarak gerçekleşir. İnsan evladı tüketim alışkanlıkları birbirine türdeş, reklamcılığın manipülasyonuna açık, kolay güdülebilir bir sürüye dönüştürülüyor ve daha çok mal edinebilme becerisi özgürleşme olarak takdim ediliyor. Sevdiği insanlardan bağlarını koparma ve aile bireylerine karşı mesuliyetsizlik, özgürlük olarak telakki edilemez. Bir yanılsamanın kurbanları haline getiriliyoruz.
aile yapısı modern kapitalist toplumun dinamiklerinden çok etkilendi: Gerek ebeveyn- çocuk ilişkileri gerekse de eşler arasındaki ilişkiler bu etkiden nasibini aldı. Endüstri devrimiyle birlikte evindeki üreticiden dev çarkta bir dişliye dönüşen baba, yeteneklerini çocuğuna aktarmaktan geri kaldı. Üstelik babanın yokluğu, annenin gücünü de artırmadı! Aksine, annenin kendi atalarından tevarüs ettiği geleneksel bilgi tahfif edilerek, otoritesi ona çocuğunu nasıl yetiştirmesi gerektiğini söyleyen uzmanlar tarafından paylaşıldı. Aile büyükleri ve ebeveynlerin eksikliği, “kültürel kodların” aktarımını ve çocuğa “rol modeli” olma pratiğini sekteye uğrattı. Artık ebeveynlerin birçok sorumluluğu kurumlar ya da üçüncü şahıslar tarafından yerine getiriliyor. Çocuk bakımından eğitime dek bir çok husus, üçüncü şahısların ve kurumların kontrolüne bırakılıyor. Rol modeli olarak alınacak ebeveynler ortalıkta yok, ya işteler ya da sanal alemde! Çocuğunuza dört saatte bisiklet binmeyi öğreten kurslar bile var. Oysa ne muhteşem bir deneyimdir bir babanın çocuğuna bisiklete binmeyi öğretmesi, çocuğun hayal ve hatıra dünyasına bir oya gibi işlenir. Anne ve baba, ruhlarının mührünü çocuklarına vuramıyor, onların seciyesini kadim bilgelikle nakış nakış işleyemiyor. Ocakta muhabbet tütmüyor. Modern aile fertlerinin yüzünde dolaşan dalgın sükunet, büyüyen boşluk ve vurdumduymazlığı gizliyor.
(evlat, resmini izinsiz kullandık, ödeşiriz bir ara. 😀)

2 notes
·
View notes
Text
"KUMUL" ZAMANI
( 53.yaşgünümüze dair)
Hayat bir koşudur aslında, insanın yükleriyle beraber koştuğu, zaman zaman altında ezildiği ve hiçbirzaman yetişemediği bir koşu.
Ne kadar hızlı koşarsan koş, ne kadar çabalarsan çabala, hayat sizden daha hızlıdır ve her zaman geç kalırsınız.
Herkesin bir yolculuğu vardır bu hayatta. Benim yolculuğum ne zaman başladı bu hayatta bilmiyorum, annem "kumul"zamanı der. Kumul bizim buralarda mısır tarlalarının hasat zamanıdır ve mısır koçanlarının güz rüzgarlarının kurutsun diye tarlanın belli yerlerine toplanıp diklemesine yığılmasıdır.
Aslında bu dünyada zaman farklı akar, bulutlar hızlı geçer, doğumlar, ölümler, sevinçler, hüzünler doludizgin gider bu hayatta.
Ama hayat yavaştır buralarda, zaman yavaş geçer. Tıpkı yaralarımız gibi kolay kolay iyileşmez, kabuk bağlayan yaralarımız gibi.
İnsanı en çok acıtan da budur aslında. Tamir etmeye çalıştıkca daha çok kanar çünkü, kanadıkca daha çok acır, acıdıkca daha çok büyür.
Geçmesi en uzun sürense kendimize açtığımız yaralarımızdır.
İnsanoğlunun hamuru iyilikse, mayası tercihleridir der eskiler. Bunu anlamam çok uzun sürdü aslında. Ensemize vura vura öğretti hayat.
Ne yapmaya çalışırsan çalış, ne olmak istersen iste, sen tercihlerin kadarsın. Bazen kendi tercihlerin bazen de başkalarının tercihleri kadar.
Yine eskiler, "zaman demir bir örs gibidir" derler. Üzengiye vurur gibi vurur insanın başına, vura vura şekillendirir hayatı.
İnsan nedir aslında... Sevinç mi, keder mi, sevgi mi, umut mu, yol mu, yoldaş mı, su mu, toprak mı, aşk mı, dert mi, vefa mı, kol kanat mı, tutunacak bir dal mı, gece mi, gündüz mü.
Belki de hepsi birden aynı şeydir.
Neler gördük bu hayatta, atımızın terkisine ne koyduk bu yaşımıza kadar.
Kaç tane sır, kaç tane acı, kaç tane keder, kaç hüzün, kaç tane sevgi....
Yitirdiğimiz günleri ve seneleri koyduk o heybeye, mutluluk, sevinç ve pişmanlıklarımızı. Hepsi aynı heybede.
En çok korktuğumuz şey, yaşlanmaktı bu hayatta.
Ama bu yaşımızda anladım ki,yaşlanmak korkulacak birşey değilmiş,insan dinginleşiyor.
Endişelerinden, beklentilerinden, hırslarından, kendine acı veren herşeyden uzaklaşıyormuş yavaşca.
Asıl korkulacak şey, atımızın terkisine koyduğumuz pişmanlıklarımızdır. Atının terkisine ne koyduysan o kovalar seni, beni.
İyilikse iyilik, kötülükse kötülük.
Vesselam.

2 notes
·
View notes
Text
ÖTEKİNE ŞİFA OLMAK
Komşunun yüzü beni ahlaka çağırır ve ahlak, incindiğim yerde başlar.
Her insan birbirine komşudur ve her insan birbirinden sorumludur, ben herkesten daha fazla sorumluyum. Komşumun acısını kendimin bilmekle ona bu dünyada yalnız olmadığını hissettiririm.
Onun acısına bu dünyada bir yer açar ve ona bir anlam vermesine yardım ederim.
Onun acısını dindirmek için eyleme geçtiğimde, hem kendi dünyamı hem de onun dünyasını genişletirim.
Daha metafizik bir düzlemde konuşacak olursam, merhamet seçmekle değil seçilmekle ilgilidir ve merhamet eden, seçilmiştir. İncelik, nezaket ve merhamet bizi günübirlik hayatın endişe ve tasalarından uzağa, komşumuzun kalbine taşır.
İçinde yaşadığımız dünyanın bize ödettiği bedellerden biri de giderek azalan ve içi boşalan komşuluk ilişkilerimiz.
Hızlı yaşam kültürü içinde evlerimiz ve işyerlerimiz arasında mekik dokuyor, önümüze çıkan dost, akraba ve komşularımızı görmezden geliyoruz. Yakınlara ayırdığımız zamanın giderek azalması ‘samimiyetin ölümü’nü getiriyor beraberinde. İnsanlar arasındaki mesafe giderek artar, öyle ki her sabah aynı kapıdan çıktığımız, aynı sokaktan geçtiğimiz, aynı otobüs durağında beklediğimiz komşularımızı bile tanımaz hale geliriz.
Oysa bir selam yalnızlığımızı alır, dostça bir merhaba endişemizi yatıştırır. Nasıl öfkeli bir söz günlerce ruhumuzu kemirirse, güzel söz ve davranış da ötekine şifadır. Bir yeri sevip oraya ait hissedebilmemiz, orada lezzetine vardığımız insan sıcaklığı ve alakasıyla mümkün. Günlük hayatın dokusuna nüfuz edebilen bir nezaket, hayatı kolaylaştırır ve dünyayı daha tekin bir yer kılar.
‘Sadece ben!’ diyen bir dikkat açlığı, kendi nevrozlarımızı, duygusal telaş ve hamlığımızı ötekine boca etmemize yol açıyor. Herkesin birbirine zoraki komşu olduğu sosyal medya ağlarında kabalık, küfür ve linç adeta norm kabul ediliyor.
Kamusal alana aktarılan narsisizm o kadar öfkeli ve saldırgan ki her birimiz kendi mevzilerimizde, kendimize benzeyen insanlarla rahat edebileceğimizi düşünüyor ve konuşma adabını yok ediyoruz.
Kaç çocuk komşunun evinde karnını doyurabiliyor artık? Komşusunun dert ve tasasına kulak kabartan kaç kişi kaldı? Giderek artan depresyon, madde iptilası, intihar salgınları, şiddet ve endişe bozuklukları gibi ruhsal sıkıntılar, dikenlerini ruha batıran kaktüsler halinde, duygusuzluğun çölünde filizleniyor. Bu sebeple her yıl daha çok sayıda insan, sohbet ve duygusal paylaşımı, terapist odalarında aramaya başlıyor. İnsanlar kendilerini işitecek bir kulak, öykülerine yankı verecek bir gönül arıyor. Yankı alamayan insanın haysiyeti zedeleniyor. Komşunun sesi, merhametin olmadığı bir sokakta yankı bulmuyor.
Komşunun sesi nezaket ve merhametin zerrelerine değerek yankı verir. Toplumu odak alan kültürlerde komşular birbirinin evine ve çocuklarına göz kulak olur, çocuklarına ebeveynlik eder, sofralarındaki aşı, hanelerindeki sevinci ve tasayı paylaşırlar. Böylece insanlar ortak bir yaşam modeli oluşturarak kendi varlıklarını ve komşularının varlığını güven altına alırlar. Günlük hayatın bir parçası olan hastalık, ekonomik sıkıntı, anlaşmazlık ve hatta ölüm gibi zorluklar komşuluk ilişkileri sayesinde daha rahat atlatılabiliyor.
“ev alma, komşu al” sözü, iyilik hissini mekâna değil insana izafe ediyor.
Bugünün komşusu bize fiziksel olarak çok yakın ama ruhen fazla uzak. Merhamet yoldaşımız olduğunda komşu oluruz, o kalplerimizi yakın kılar ve bizi birleştirir. Aynı sokağı, aynı mahalleyi paylaştığımız komşumuza karşı kendimizi mesul hissederiz.
Ama artık küçülen bir dünyada hepimiz birbirimize komşuyuz. Bugünün dünyasında iyilik de kötülük de ışık hızıyla yayılabilmektedir. Biz iyiliği ve merhameti çoğaltan komşular olalım. Yüzümüzü merhamete dönelim, kardeşimizin ve komşumuzun bekçisi olalım.
Mesafeleri aşalım. Komşularımıza gidelim.
Bize gelmek isteyen için de hiçbir manimiz yoktur, böyle bilinsin.
Vesselam.

5 notes
·
View notes
Text
ŞEFKAT YORGUNLUĞU
‘Tek insanın ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir.'derler.
Ölümler roket hızıyla artarken bir ruhsal uyuşma bizi yerlerimize mıhlıyor ve artan sayılar karşındaki çaresizliğimiz koyu bir kayıtsızlığa dönüşüyor.
Kafasını kuma gömen deve kuşu gibi, bizi kuşatan gerçekliği gözlerimizi yumarak, ölümleri konuşmayarak görmezden geliyoruz. Adeta daha çok insan öldükçe daha az özen gösteriyor gibiyiz.
Önümüzde hemen kurtarabileceğimiz bir hayat olsa belki hemen elimizi uzatacak ve tüm gücümüzü seferber edeceğiz ancak sayı çoğaldığında takatimiz azalıyor ve yardım arzumuz törpüleniyor.
Psikolojide ‘şefkat yorgunluğu’ olarak isimlendirilen kuram, çevremizdeki sıkıntı bizim baş etme gücümüzün üzerine çıktığında oradan gözlerimizi kaçırabildiğimizi söylüyor.
Yardıma muhtaç insan sayısı arttıkça, bir insanın ıstırabı üzerine odaklanmak zorlaşıyor ve büyüyen sayılar, sorunun bizim gayretimizi çok aştığı yanılsaması doğuruyor.
Bir yas tutma zorluğu içindeyiz, her şeyi hemen arkamızda bırakmayı istemek, olan bitenle yüzleşecek cesaretimizin olmadığını gösterir.
Hâlbuki hâlâ neyi elimizde tuttuğumuzu fark edebilmek için önce neyi ve kimi kaybettiğimizi fark edebilmemiz gerek.
Aslında belirli belirsiz, genel bir yas psikolojisi toplumda kol geziyor. Tanıdıklarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımızın sevdikleri ve yakınları birer birer eksiliyor aramızdan. Her birinin pekâlâ da kaçınılabilecek ölümler olması, kayıpların yakınları için mateme bir de suçluluk duygusunun eşlik etmesi nedeniyle iyice karmaşıklaşan bir yas süreci yaratıyor.
Yas tutma ritüellerimiz de değişmek durumunda kaldı: Cenaze evlerinde birbirlerini teselli eden dostlardan, hayatın badirelerinin birlikte ve dayanışmayla atlatılacağına dair o duygudan mahrum kalıyoruz. Gönül huzuru ile son görevin yapılamıyor olması da kaybı travmatik bir deneyim haline getiriyor.
Virüs inkarcılarının ve vurdumduymazların sanki bütün dünyayı kasıp kavuran bir pandemi yokmuş gibi gerçekliği inkârı, hâlâ yasın erken evresinde takılı kaldıklarını gösteriyor. Oysa hayatı bütün kırılganlığı, incinebilirliği ve ölümlülüğü ile kucaklamak zorundayız.
Karşılıklı mücadele değil, karşılıklı yardımlaşmayla ayakta kalırız.
İnsanın görünmez ipliklerle başka insanlara bağımlı olduğu bir dünya tasavvurunda ancak ‘karşılıklı yardım’la ayakta durabileceğimiz aşikardır. Zorluklardan birbirimize el vererek çıkabiliriz ancak. Bu hayat hengamesinde belki en çok gözetmemiz gereken şey, bir ihtimam ahlakı ve karşılıklı sorumluluk duygusu.
Yarenlik etme, dayanışma, çalışma, ölme, yas, eğlenme gibi tüm bir yaşam tarzının dönüşümüne şahit oluyoruz.
‘Deri açlığı’ çekiyoruz hanidir, sevdiklerimize dokunmadan geçiyor zaman.
Bizi insan kılan kimi temel özelliklerden, sosyal varlıklar olarak yaşamaktan, bir araya gelerek sohbet etmekten hanidir el etek çektik.
Eski günlerden elimizde kalan yegane silah neredeyse, pozitif psikolojinin sabır, güven, şükür, sevgi, gibi direnç rampaları. Belki de yeni silahlar ve yeni kalkanlar dövmemiz gerek bu çetin günlerin harında.
Kolektif travmayla başa çıkabilmek için önce yas tutmayı bilmeliyiz. Yas zaman ister, aceleye gelmez. Sevdiklerimiz olmadan yaşamak zorunda kalmanın bir acısı, bir yükü var. Buna saygı duymalı ve can kayıplarının hızla tüketilmesine karşı durmalıyız.
Ama aynı zamanda hayatta kalanlar için de ümidi yeniden inşa etmenin, ümidin çimentosuyla toplumu onarmanın yollarını aramalıyız.
Kaybettiklerimiz için duyduğumuz kederi, yaşayanlar için hürmet ve nezakete çevirmeyi de bilmeliyiz. Bunun için de umursamazlık ve kayıtsızlığı geride bırakmalı, canımızı yakan şeyi doğru teşhis edebilmeliyiz. Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmayı, karanlıkta ıslık çalmayı bir kenara bırakmalıyız. Gerçekle baş başa kalmalıyız, gözü yaşlı insanın hakikatiyle, kaygı ve gönül kırıklığıyla, ancak birbirimizin elinden tutarak ayağa kalkabileceğimizin bilinciyle.
Ümit bize yeni bir dünya vaat eder, yeter ki biz ona gerçeği verelim.
Hepinizin her iki cihanda da baki saadette olmanızı dilerim.
Biz sizlere siz de bizlere dua buyurunuz efendim.
Vesselam.

4 notes
·
View notes
Text
HAYAT
Bize kendisini açan bir hayat var, bütün renk ve cıvıltılarıyla, elimizi uzatsak dokunacağımız, ruhumuzun pencerelerini açsak içimize doluşacak bir hayat.
Bizden daha büyük bir amaca hizmet eden bir hayat. Onunla alış verişe girdiğimizde ‘içimizde yaşanmayı bekleyen hayat’ın çağrısına da cevap vermiş oluruz.
Güzellikle her temas, hayatı daha canlı ve yaşanmaya değer kılar. Güzel, bizi kendisinin de ötesini görmeye davet eder, onunla rabıtalı olabilecek her şeyi anlamaya ve tefekkür etmeye çağırır.
Güzel, bize öte alemlerden bir selam taşır, içimizdeki hakikati uyandırır ve dünyanın daha geniş bir resmini bize gösterir. Güzellik, uyuyakaldığımız bir dünyada hakikate uyandırma çağrısıdır.
Başka sesleri içimize alarak gelişiriz. Güzelliği içimize alarak daha sahih ve iyi insanlar haline geliriz. Güzelliği fark eden kendisini dünyanın merkezinden uzaklaştırır. Güzelin sesi bizi en derinimizdeki yerlere davet eder ve orada artık ben yoktur.
Vesselam...

3 notes
·
View notes
Text
BİZ VE SİZ
Hiçbiriniz bizler kadar bu vatanı:
Sevmediniz, sevmeyeceksiniz,
Ormanları da,
Hayvanları da,
İnsanı da.
Çünkü siz;
Emaneti bilmezsiniz,
Yokluğa dayanamazsın,
Varlığa şükredemezsiniz,
Merhameti, şefkati bilmezsiniz.
Bölüşemezsiniz,
Veremezsiniz,
Doymazsınız,
Duyarsızsınız,
Aklınıza güvenirsiniz,
Ben dersiniz,
Hayasızsınız,
Ahlaksızsınız,
Karalarsınız,
İftiracısınız,
Bencilsiniz,
Kibirlisiniz,
Kabasınız,
Vahşisiniz,
Sorumsuzsunuz,
Katilsiniz,
Menfaatperetsiniz,
Çıkarcısınız,
Hakikatsizsiniz,
Alçaksınız....
Korkaksınız,
Gavuru sevdiniz,
Esadı sevdiniz,
Sisiyi sevdiniz
ABD yi sevdiniz,
AB yi sevdiniz,
Ermeniyi sevdiniz,
LBGT yi sevdiniz,
Darbeciyi sevdiniz
Postalı yaladınız,
Hatta hayran kaldınız.
Ama,
Bir türlü bu vatanı, ve mümin kardeşlerinizi,
Alt ve üst komşunuzu sevemediniz.
Bir kere bile bu vatan ve milletle gurur duymadınız,
Çünkü lanetlisiniz,
Çünkü şeytan ateşten yaratıldı, siz de" ateşin çocuklarısınız"
ve desdekçilerisiniz,
onların yaptıklarını kamufle edip, gözleri başka yönlere çevirmek derdinde olanlarsınız,
ve peşisıra peşlerine ip gibi düzülenlersiniz.
Ne diyelim;
Tanrılarınız yardımcınız olsun!
Göremezsiniz,
Duyamazsınız,
İşitemezsiniz.
Biliyoruz,;
Menfaatiniz için herşeyi yaparsınız,
Geçmişte öyleydi iz, yine öylesiniz,
Ve lakin, biz yine biliyoruz;
Yaktığınızı yeniden dikeriz,
Yıktığınızı yeniden yaparız,
Çünkü biz;
Mü'miniz...

10 notes
·
View notes
Text
KLAVYE BORAZANLIĞI
Ya da GÜRÜLTÜCÜ EGOİSTLER
Tevazu bizi dünyaya açar. Tevazu kendi değerimizi azaltmak değil, başka insanlara değer vermektir.
Eğitimli bilgisizlik, dikkatli sabır...
Her insanın en derininde takdir edilme arzusu yatar. Hepimiz bizi ruhsal olarak besleyen, cesaretlendiren, takdir eden insanlara doğal bir çekim duyarız.
Tevazu, benliğimizi aradan çıkararak, bütün varlığa gönül kapılarını açmaktır. Üstünlük taslamamak, kendimizi diğer insanlara ve hatta yaratılmışlara denk bilmektir.
İlmî tevazu, bilmiyorum demek cesaretini gösterebildiğimizde olur. Kültürel tevazu, bizden farklı olanı öğretmenimiz kılarak, ondan bilmediğimizi öğrenmeye niyetlenmektir. Bu yönüyle tevazu, kişinin kendisini sürekli bir ‘bilmeme’ konumuna yerleştirmesi, bir tür ‘eğitimli bilgisizlik’ halidir.
Ötekinden gelen ne ise onu algılamaya, anlamaya ve kendimi o bilgi ile yeniden inşa etmeye talibim. Kendi kusur ve bilgisizliğimle yüzleşmeye talibim. Kimseyle yarışmıyorum, kimseyi geçmeye, kimseye çelme takmaya niyetim yok. Kendi benliğimin zaaflarıyla dürüstçe yüzleşebilirim, başkasındaki iyiliği görür ve onu o güzel taraflarıyla idrak edebilirim.
‘Dikkatli sabır’ sahibidir mütevazı insan, gözlerin birbirinden kaçırıldığı, insanın insana ayıracak zamanının kalmadığı bir çağda dost ve kardeşi olan diğer insanları rahat ettirmek ödevindedir.
Mütevazı insan yeryüzündeki her insan kadar değerli olduğunu bilir, ne eksik ne fazla. Kendisini başkalarının ne üstüne koyar, ne de altına. Kendisinden emindir.
Gerçek tevazu, başkalarının önünde kendini küçültmek değil, kendinden bahsedecek bir sebep bulamamak, hatta kendini unutmaktır. Bir bilge kişinin dediği gibi, ‘Nasıl karanlık ışığı açığa çıkarırsa, tevazu da kişide cennet ışıklarını aşikâr eder’. Hayattan, diğer insanlardan, bütün bir kâinattan ilham alır ve gücü yettiğince başkalarına ilham verir.
Erdemle ışıldayan kalp uzaktan görünür
Mütevazı insan diğer insanlara açık ve dürüst yaklaşır zira kusurlarını onlara göstermekten korkmaz. Diğer insanlarda en iyi olanı görür ve sahip olduğu iyiliği onlarla paylaşmak ister.
Mütevazı ruh nezaket ve merhametle karılmıştır, bu yüzden de onun yardım eli hep oracıktadır ve insanlara hizmet onun için onur vesilesidir. Mütevazı insan, şeylerin o büyük düzeninde kendi önemsiz rolünü fark eder, büyüklük taslamaz. Kendi varlığının bitişli doğasının farkındadır, ilahlık iddiasında bulunmaz. Misafirperverlik gösterir, öyle ki bir insanın yanında rahat ediyorsanız onun mütevazı olduğunu kolaylıkla tahmin edebilirsiniz. Tevazu öyle tatlı ve latif bir biçimde insanın iç uzayına yayılır ki ruhu bütünüyle kaplar. Diğer erdemleri de bu verimli toprak besler. Tevazu kendi benliğimizden kurtulma pratiğimizdir biraz da. Şeylerin geniş düzeninde çok önemsiz bir yere sahibiz. Tevazu insanın kendisinin dünyanın merkezi olmadığını kabul etmesiyle başlar ama kendini aşağılara yerleştirmek değil.
Mütevazı insan tevazu sahibi olduğunu iddia etmez. Tevazua niyet edilmez, kendiliğinden olur, doğallıkla, bir suyun akışı, yağmurun yağışı gibi. ‘Tevazu gösterdiğinin farkındaysan kibirden kurtulamadın demektir’ der Ataullah İskenderi.
Tevazu benden daha büyük, bizden daha büyük bir şeyin varlığını kabullenmekle olur. Tevazu başkalarınca fark edilir.
Kibirden kaçınarak, sınırlarımızı kabullenerek, kendi ölümlülüğümüzü akılda tutarak ve bencil olmayan istekleri kovalayarak tevazuyu büyütürüz. Mütevazı insan bilmediğini bilir, meraklı ve açıktır. Gerçek tevazu hayatın sunduklarına açık olmaktır, iyilik ve güzellikle karşılaştığı her seferinde insanın duygulanmaya, şaşırmaya, coşmaya hazır olmasıdır.
Benden bize hicret et!
İnsanları sadece varlığımızla, bilgimizle, makam ve mansıbımızla dövmeye yeltenmiyoruz.
Bazen savunduğumuz görüşler üzerinden onları hizaya çekiyor, onları kendimize itaate zorluyor, ilahlık taslıyoruz.
Moral narsisizm : Ne yaptığın, nasıl eylemde bulunduğun veya eylemlerinin sonucundan çok, neye inandığın veya inanıyor göründüğün seni tanımlar ve ‘iyi’ kılar.
Önemli olan iyi yapmak değil iyi hissetmektir. Sloganların nasıl bir hayat yaşadığından önemlidir.
Her önüne gelen konuda fikir beyan etmemektir, her önüne gelene toslamamaktır.
Ahlak narsisizmi şunu söylüyor: Şehvetle dile getirdiğin bir görüş seni haklıların tarafına koyar ve başka bir şey yapman gerekmez. Taşı taş üstüne koymana, dünyayı daha emin ve güzel kılmana gerek yok.
Sana klavyenden çıkan sloganların sağladığı ‘vicdan istirahati’ yeter.
Sosyal medya trolleri, klavye kahramanları, laf pehlivanları ayrı bir kibir türünün habercisidir. Dünyada ifa ettikleri vazife, kullandıkları vasıtaların meşruiyetine bakmaksızın haklı görünmektir.
İşleri güçleri alkış almak, beğeni toplamaktır.
Orada ötekinden öğrenmeye dayalı alçak gönüllülük, yerini yok edici bir ideolojik kibre terk etmiştir. Pek yazık, pek budalaca.
Koca kâinatta yerimiz pek küçük. Varlığımız sonlu. O halde bunca kibir niye?
Kendinle uğraşmayı bırak, ne en zelilsin sen, ne de üstünlük taslama makamında.
Yanlışlarını kabullen, yeni fikirlere açık ol, sıkıntıdan özgürleş. Saygı duy, misafirperver ol, kimseyi incitme, varlığı istismar etme. Yarıştan çekil.
Habire her haber başlığını bu sayfalara taşıyıp toplumu demoralize etmek, her konuda büyük fikirleri olduğunu ima itmek, bazen dile yakışmıycak sözcükleri bir beis görmeden sarfetmek en büyük meziyetleri.
Çünkü gürültülü egoya sahipler.
Gürültücü egodan sessiz egoya geç. Varlık sana yârdir, kibrin dükkanından çık.
‘Bunca atlas kumaş ile ben bu dükkana sığmazam’ diyen şairin ayak izlerini takip et.
O atlas kumaş, senin tevazuyla ışıyan ruhun olsun. Ben orucuna dur, ben demeyi bırak. Sen yoksun, bir gölgeden, bir vehimden ibaretsin, ömür dediğin de bir göz kırpması kadar. Issızlık dükkanından çekil.
Vesselam

6 notes
·
View notes
Text
TUT ELİMDEN EY VİCDANIM
Ya da ÖĞRET BANA (2)
Kant, “Kişi yasalara aykırı bir davranış yaptığında ne tür bir gerekçe bulursa bulsun susturamadığı içsel bir davacı vardır.
Kendini aklamak için yaptığı tüm uğraşlara rağmen sesini susturamadığı bu şaşırtıcı yetinin yargılamalarından insan kaçamamaktadır. Olmuş bitmiş bir eylemde insana sürekli pişmanlık duygusu yaşatan bu yeti vicdandır.” der.
Batı dünyasında vicdan konuşulurken Erich Fromm'u da ele almak gerekir. Hümanist yaklaşımlarıyla dikkat çeken Fromm'a göre vicdanın iki kaynağı bulunmaktadır: hümaniter ve otoriter vicdan. Hümaniter vicdan dini yaklaşımla paralellik gösterir ve vicdanı mutluluğun yolunu gösteren insani işaret olarak tanımlar.
Otoriter vicdan ise Freud'un süper ego adını verdiği kavramdır ve içselleştirilmiş bir dış otoritenin sesidir. Kurallar, adetler, anne – baba tarafından öğretilenler vesaire otoriter vicdan tanımına uyar. Bu durumda otoriter vicdan gerçek bir vicdan olamaz çünkü doğruya göre değil dışsal isteklere veya korkulara göre hareket eder (Erdem ve Mutluluk, 1994).
Vicdan bir şeye evet dediyse onu ne akıl yalanlayabilir ne de duyular. Bazı durumlarda ötelenebilir haller vardır ancak vicdan için bu geçerli değildir. Hislerin akıl karşısındaki durumu ile aklın vicdan karşısındaki durumu aynıdır. Bir şeyi vicdanen biliyorsak bunu çürütebilecek başka bir kaynak yoktur. Kötülükler karşısında üzüntüyü ve azabı akıl değil vicdan duyar.
Nitekim “aklım kabul ediyor ama vicdanım el vermiyor” tanımını sıkça kullanırız.
Bu noktada “vicdanın bozulması” kavramını da ele almak gerekir. Bazı düşünce önderlerine göre vicdan bozulmaya, maniple edilmeye müsaittir.
İman eksikliği, empati yoksunluğu, isyan ve nefsin arzuları gibi sebeplerle vicdan aşınmaya uğramaktadır.
Bozulmaya neden olan etkenler bir süre sonra kişiyi kontrolü altına alır ve kişinin iç dünyasına hükmetmeye başlar. Bu durum etkenlerin içselleştirilmesiyle ve vicdanın bastırılmasıyla son bulur. Artık insan özünde barındırdığı “vicdan” yetisini kaybetmiş ve egosu doğrultusunda hareket eden, kendi özgürlüğü dışında bir şey düşünemeyen kalpsiz bir makineye dönüşmüştür. Bu da özgürlük kavramına tamamen ters düşen bir durumu doğurmaktadır. Çünkü başkalarıyla bir arada yaşayabilmek için isteklerimize ve arzularımıza göre yaşamaktan yer yer vazgeçmeliyiz.
İçinde bulunduğumuz dönemde, toplumsal problemlerin çözümü adına hayati bir öneme sahip farklı bir kavram daha mevcut. Birey olarak taşıdığımız vicdan harcindeki “ma'şeri vicdan”. Şimdilerde kamuoyu olarak tabir edilen bu kavram, toplumu meydana getiren fertlerin vicdani hükümlerinin toplamı veya çoğunluğunu ifade eder. Ve bu tanım Erich Fromm'un toplumsal vicdana bakışıyla da birebir örtüşmektedir.
Eskiler, kendilerinden sonraki nesillere vicdan kavramını öğretirken sadece onların “şahsi” vicdanlarını inşa etmeyi değil toplumsal planda vicdan taşınması öğretmeyi de şiar edinirlerdi. Bu da modern zaman ile taban tabana zıt görünmektedir. Çünkü günümüzde; hissedebilen, başkasıyla dertlenip gözyaşı döken, egosunu değil kalbini dinleyen, hüküm vermeden önce dinleyen, anlamaya çalışan, zarar vermekten kaçınan ve ma'şeri vicdanını da dinlemeyi akıl edebilen kişi sayısı tükenmekte. Bu gidişle elimizde insanlığımız kalmayacak ne yazık ki.
Aziz dostum, şimdilik bu kadar.
Elimizdeki insanlığı kaybetmeyelim.
Dua eder dua bekleriz.
Vesselam.

5 notes
·
View notes
Text
TUT ELİMDEN EY VİCDANIM
Ya da ÖĞRET BANA ( 1)
Ne şekilde yazılırsa yazılsın.. Ne şekilde okunursa okunsun fark etmiyor.
Vicdan her dilde, her millette, her anlayışta vicdan.
Ve öyle bir kelime ki aslında kalbi anlatıyor. İnsan olmayı, belki de “olabilmeyi” anlatıyor.
Yüreğe dokunmuyorsa bir şeyler, sızlatmıyorsa içimizi ve dökmüyorsa gözlerden inci tanelerini eksik kalanlar sorgulanmalı.
Neler yitti, neler yitip gidecek diye.
İçinde bulunduğumuz dönem insan olabilmenin, empatinin, vicdanın, egoistliğin, diğergamlığın ve daha bir çok kavramın tartışıldığı hatta kimi zaman anlamını yitirdiği bir dönem.
En çok da medyanın yozlaştırıcı etkisi ile merhametin sesinin duyulmayacak kadar kısılması sonucu hemen her birey gözleri kapalı, kulakları yarı işitir vaziyette dünya ile hemhal olmakta.
Üzüntülerini ve öfkesini, şairleri bile gölgede bırakan edebi metinler paylaşarak göstermekte ya da gerçekliğini bile sorgulamadığı kanlı bir fotoğraf altına nefret kusan kelimeleri ile hayatta olduğunu göstermektedir. Bu hâl irdelendiğinde, insani hasletler içinde eksilenlerin başında ne yazık ki “vicdan”ın geldiğini görmekteyiz.
Durum böyle olunca buna “insanlığın eksilmesi” gözüyle de bakmak kaçınılmaz oluyor.
Düşüncelerimiz, yaptıklarımız ve hissettiklerimiz söz konusu olunca karışımıza bir koruyucu olarak vicdan çıkar. Vicdanın sesi aslında içsel otoritemizin ifadesidir.
Montaigne'e göre “Vicdan kendimizi keşfetmemize, kendimizi kınamamıza ya da suçlamamıza neden olur.”
Vicdan kelimesi köken olarak “bulmak, sevmek, üzülmek” anlamlarını taşıyan -vecd- kelimesine dayanmaktadır.
Sözlük anlamı ise; “kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma halini yükleyen içsel güç” şeklindedir.
Dini açıdan bakıldığında vicdan, “kalp gözü” ya da sadece “kalp” olarak nitelendirilir çoğu zaman.
Yaradan'ın ruha koyduğu insaf ve merhamet hislerinin yöneticisidir o. Kişiyi doğru olana, insani olana yönlendirir.
Haksızlık karşısında içten gelen sızı ve hak olanı bulma yolundaki ilk adımdır. Günümüzde yitip gitmeye yüzünü dönmüş olan bu özelliğin tamamen yok olmaması ve canlı kalabilmesi için gerekli olan şey “iman”dır belki de. Bu açıdan bakıldığında vicdan, ruhun manevi bir kuvettidir. İnsanı iyiyi kötüden hayrı da şerden ayırt etmeye vakıf kılar.
İnancımıza bakıldığında vicdanımız doğuştan gelir ve Allah'ın bize içsel olarak hitap etme şeklidir diye düşünebiliriz.
Bu sebeple sağlam kalan bir vicdanın verdiği her hüküm ilahi bir kelam olarak kabul görür. Nursi'ye göre Allah Teala , irade sıfatıyla evreni yönetirken kelam sıfatı ile vicdana etki eder ve uygun olan davranışı insana bildirir.
“Hayır ve erdem kalbin tatmin olduğu şeydir, şer ve kötülük de nefsi rahatsız eden şeydir”
Hadis-i Şerifini irdelediğimizde vicdanı, insanın özbenliği olarak görürüz. Bu durumda Piaget'in “özerk ahlak” kavramının vicdan ile örtüştüğünü; benliğimizi, içsel mahkememizi, insanı hayvanan ayıran ve onu üstün kılan özelliğin yaratılışın esasına dayalı olan vicdan olabileceğini de kabul etmiş oluruz.
Birçok dini otorite, vicdanı Allah'a açılan bir pencere olarak görür. İnsanın her zaman mükemmeli bulma arayışı bu düşünceyi doğrular niteliktedir.
Düşünceler akılda, duygular da vicdanda vücut bulur. İçinden çıkılamayan, sonuca ulaşmadan iç huzurun olmadığı ve acılar karşısında bir şeyler yapma dürtüsünün baskın olduğu haller vicdanımızın aktif olarak çalıştığı dönemlerdir.
Çeşitli sebeplerle kalbi ölmüş birisinin taştan bir farkı var mıdır diye sormalıyız kendimize. Kur'an-ı Kerim'de “kalpleri mühürlemek” kavramı tam olarak budur. Bu kavrama göre artık kişinin kalbinde doğru ve yanlışı ayırt edecek yetenek kalmamıştır. Artık günahlar ve inkar gerçeği örtmek bağlamında vicdanın sesini susturmaktadır. Bu halde, vicdanı bozulan bir kişi insaniyetini de kaybetmiştir çıkarımını yapabiliriz.
Şimdilik bu kadar, vicdanı var olan dostlarım.
Dua eder dua istirham ederiz.
Vesselam.

6 notes
·
View notes
Text
- aykırı bir yazı-
ORUCU NE BOZAR, YA DA İNSANLIĞIMIZI NE BOZAR
En güzel ayın içindeyiz.
Genelde ülkemizde, ibadetler konuşulurken teknik yönleri tartışılır. Orucu ne bozar, imsak kaçta olmalı, abdesti ne bozar gibi.
Oysa,
"İNSANLIĞIMIZI ne bozar" en temel sorundur.
Oruçla ilgili kavramlar ne güzeldir.
Oruç, Savm kelimesi;
Kök anlamı yükselmektir, yani insanlığımızın ne kadar yükseldiğini anlatır.
İftar, fıtrat kökeninden gelir. Unuttuğumuz, kirlettiğimiz, ötelediğimiz, bir türlü dönemediğimiz İNSANLIĞIMIZI hatırlatır.
İmsak, oruca başlanan an demek. Anlamı tutmak demek.
Dilimizi, kalemimizi, klavyedeki parmaklarımız tutabiliyormuyuz.
Teravih, rahatlamak demek. İnsan olarak, İNSANLIĞIMIZI yapabildiğimiz için rahatmıyız.
Sahur, sihirden gelir. İnsanın asıl gizemi, güzelliği nerede aramalı, akıl dışı şeylerde mi, insanlığın güzelliğinde mi?
Ramazanda asıl, hangi ekrana değilde, asıl orucun erkanına odaklanmalı bence.
Ramazan asıl dua etme ayı değil de, dua alma ayıdır.
Çünkü hepimiz ya birbirimizin dusı, ya da bedduasıyız.
Çünkü, peygam ber efendimiz"ben atam İbrahim'in duasıyım" diyor.
Bizim de, nasıl dua ederim değil de, nasıl dua alırım önceliğimiz olmalı.
Misal,
Birinin elinden tut o senin duan olsun, dünya ve ahiretin abad olsun.
İftara davet edemeyebilirsin, ama sofrasını bir şeyler alarak donatabilir, bir garibi sevindirebilirsin.
Asıl bu ayda hangi fakirle bir sofrada olduğun, hangi garibe el uzattığın, insanlığını tamir edecektir.
Amr bin Abese efendimize "İslam nedir" diye soruyor.
Efendimiz;
"el İslam, et taamuttağam latımul kelam", - "islam güzel yemek yedirmektir, güzel söz söylemektir. "buyuruyor.
Tartışmalar her ramazanda aynıdır, imsak şöyle uzun, iftar şöyle kısa falan filan.
Oysa İNSANLIĞIMIZI ne kadar uzatabildik, kusurlarımızı ne kadar kısaltabildik derdinde olmalıyız.
ORUCU açmaktan çok, İNSANLIĞIMIZI açmalı değilmiyiz?
Kur'an da" bu aya yetişen, o ayı tutsun"buyurur Rabbimiz.
Yani o aya tutunmak, içimize tutunmak,,insanlığa tutunmak, iyiliğe tutunmak, güzelliğe tutunmak.
Toplumu bazen üçe ayırırım ben,
Sayısalcılar:
şu kadar zikir çektim, bu kadar hatim okudum, şu kadar tesbihat yaptım, sayar dururlar ve yerinde sayanlar.
Sözelciler:
Benim babaannemde hacı idi, dedem hafızdı,,amcam müftü idi gibi bunları söyleyip dururlar.
Bir de ne sayısalcı, ne sözelci, özden olanlar, özel olanlar vardır.
Onlar hiçbir şey demezler, yaşayıp dururlar ve yaşatırlar.
İşte insan bu ayda yaşadığı ve yaşattığı güzellikler kadardır.
Bu zamana kadar insanoğlu,
Kavgayla bir yere varamadı,
Ayrıştırdı biryerde varamadı,
Had bildirdi bir yere varamadı,
Peygamberle, kitapla uğraştı bir yere varamadı,
Başkalarının kamburunu, yanlışını düzeltmeye uğraştı bir yere varamadı.
Oysa başkasının yanlışı her an görüp onunla uğraşmadan, Kendi doğrularını çoğaltmanın, güzellikleri ön plana çıkarmanın, insanlığını onarmanın derdiyle dertlenmeli.
Önemli soru şudur,
"orucu ne bozar değil,
insanlğımızı ne bozar"?
Erzurumlu Alvarlı efe şöyle der:
"Allah bizi insan ede".
Biz sizlere, siz de bizlere dua buyurunuz efendim.
Vesselam.

6 notes
·
View notes
Text
Bu gecenin sabahında,
Her umduğunuz ve ümit ettiğiniz güzellikler sizleri ve bizleri bulsun.
Kandilinizi tebrik eder, selamet dileriz.

9 notes
·
View notes
Text
Allah'a rağbet edenlerden olmak arzusuyla, kandil bizleri mubarek kılsın. Geçmişlerimize Rahmet, dünyada olanlara sıhhat, afiyet ihsan buyursun Rabbimiz.

12 notes
·
View notes
Text
Ah ah ah ah ah
Şu göğsüm yırtılıp baksan
Dikenler aynı güldendir
Şikayet bilmeyen kalbim
Kanar hep aynı eldendir
Bu dertten kurtulan yok mu
Dualar hangi dildendir.

13 notes
·
View notes
Text
Sigara paketini veya çöpü, çöpe atmayı akledemeyen, meleklerin cinsiyetini soruyor.
Aklımı sen koru Ey Rabbim.

13 notes
·
View notes
Text
Okumanın ve yazmanın ne faydası var ki, düşünmeyi, sorgulamayı başkalarına bıraktıktan sonra?

13 notes
·
View notes