Korku ve Umut [Nihat Karademir]
Sevgili dostum Nihat Karademir’in Korku ve Umut kitabı bilimsel bir eser niteliğinde. Uzun zamandır bu kadar ciddiyetle hazırlanmış, derli toplu, bilimsel disipline sahip, ayrıntılı bir araştırma okumamıştım. II. Abdülhamid dönemindeki Ermeni-Kürt ilişkileri üzerine yapılmış bu araştırma aslında ismiyle kendine haksızlık etmiş. II. Abdülhamid dönemine ait çok ayrıntılı bir fotoğraf vererek yüz yıldır gündemimizi meşgul eden Ermeni sorununu yüzlerce kaynaktan faydalanarak tüm ayrıntıları ile gözler önüne seren bir kaynak. Sadece Kürt-Ermeni ilişkileri değil, Osmanlı’nın son dönemine ait güzel bir çalışma.
Eser 1800’lerin başlarından 93 harbine kadar olan tarihi süreci anlatarak başlıyor. Bu dönemde Ermeni kilisesinin oldum olası bir “Ermeni Krallığı” idealini canlı tutmuş olduğunu öğreniyoruz. Böylelikle Ermeni sorununun temelleri atılmış oluyor. Batıdaki milliyetçilik akımları ise daha geç geliyor Kürt ve Ermenilere zira bulundukları yer Balkanlara oranla daha uzak. Ermenilerin Fransızlarla da ilginç bir ilişkisi var, Katolikliği bir kısım Ermenilere benimseten Fransızlar Katolik-Ermeni cemaati oluşmasına önayak oluyorlar ve birçok Ermeni bu vesileyle Fransa’da eğitim alıyor. İngiltere’nin daha sonra Rusya’yla birlikte bölgede etkin olma mücadelesinde rakiplerinden birisi de Fransa. 1840’ta Kürt emirlikleri kaldırılıyor. Bu zamana kadar Kürtler ve Ermeniler arasında Kürtlerin yöneten tarafta olduğu pozitif bir ilişki var. Tanzimat sonrasında Osmanlı, Reşit Paşa yönetiminde, merkeziyetçi bir yapıya dönmek için çabalamış, bu süreçte Kürtler kazanımlarını kaybetmiş, Ermenilerse kazanmıştır. Uzun yıllar Ermenilerle Kürtlerin ortak bir şekilde yaşamaları Tanzimat’tan sonra Kürtler aleyhine, Ermeniler lehine bozulunca bir düşmanlık başlamış. Kürtler, Ermenilerin topraklarına el koymuş, onara karşı cinayet, talan gibi suçlar işlemişler. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ermenilerin başkenti şikâyet yağmuruna tuttuğu görülüyor. Ermeni-Kürt gerilimi; Rus işgali sırasında Ermenilerin Ruslarla işbirliği yapmasının da zeminini oluşturmuş. 19. Yüzyılda Ruslarla yapılan savaşlarda Ermeniler, Rusları desteklemiş. Askerlik ya da casusluk faaliyetlerinde bulunmuşlar. Bu durum Ermenilerin sadık tebaa olmasının bu tarihlerden itibaren geçerli olmadığını gösteriyor. 19 yüzyıl aynı zamanda Ermenilerin ticari manada gelişimlerinin de hızlandığı bir zaman dilimi olmuş. Ülke çapında ticaretin ve zanaatkârlığın çoğunlukla Ermenilerin elinde olduğunu hepimiz biliyoruz. Türk ve Kürt unsurlar anlamadıkları bu işleri Ermenilere devrediyorlar bu süreçte. Yine aynı yüzyılda Ermenilerin eğitime büyük önem verdiklerini, kendi okullarında öğrencilerini eğittiklerini görüyoruz.
“İlk matbaalarını 1512 yılında Venedik’te kuran ve ilk matbu Ermenice kitabı burada yayınlayan Ermeniler, yarım asır sonra, 1567 yılında, İstanbul’daki ilk matbaalarını da kurdular. 1833 yılında ise Kudüs Patrikhanesi bir matbaa kurarak “Sion” adlı bir periyodik yayınlamaya başladı. Ermeni toplumu, 1567-1923 yılları arasında İstanbul’da 131, taşrada 63 matbaa kurdu ve bu matbaalarda yaklaşık 598 gazete ve dergi basıldı. Bazı kaynaklara göre 1870 yılında İstanbul’da Müslümanların sadece 8 gazetesi varken 150 bin Ermeni’nin 16 gazetesi bulunmaktaydı. 19. Yüzyılın sonlarında Ermeniler tarafından dünyanın farklı merkezlerinde yayınlanan gazete ve dergi sayısı 246’ydı. Bu sayı 20 yüzyılın başlarında 724’e yükseldi. Sadece 18505 yılına kadar olan dönemde İstanbul’da basılan Ermenice kitap sayısı ise 525’tir.”
93 Harbinde Ermeniler, Rus yanlısı davanmışlar, hatta birçok Ermeni gidip Rus ordusuna gönüllü yazılmış, Osmanlı’ya karşı savaşmış. Bu dönemlerde, yöredeki yerleşik Kürtlerin Rus-İran sınırında 6-7 bin Ermeni’yi öldürmesi haberi var fakat öldürülenler sivil mi asker mi anlaşılmıyor. Meclis-i Mebusan’da Ermeni mebuslar var, Kürtlere karşı Ermenilerin korunmasını istiyorlar. Ayestefanos anlaşması Ermenilerin ilk defa dile getirildiği bir anlaşma (vilayet- sitte) olmakla birlikte bir dönüm noktası niteliğinde. Ruslar Ermenilere sahip çıkarmış gibi görünüyorlar fakat asıl niyetleri Ermenilerin Osmanlı içinde sürekli bir karışıklık unsuru olarak kullanılabilmesi. 93 Harbinden sonra bölgede İngilizlerin menfaatleri için attıkları adımlar var. İngilizler bu tarihten sonra bölgede oldukça etkin bir rol oynuyorlar, Osmanlı’dan sürekli bölge için iyileştirmeler istiyorlar fakat 2. Abdülhamid’in politikaları çoğunlukla karşılarına çıkıyor. Bu dönemde Ruslar da, bölgede kurulacak bir Ermeni devletinin İngiltere’nin bir ileri karakolu olacağından endişe ederek Ermenilere karşı bir politika yürütüyorlar. Sultan Abdülhamid’in bu dönemde Ermenilere karşı bir politikası da isimlendirme ile alakalı. Ermeniler, Osmanlı toprağı üzerinde hiçbir vilayette çoğunluk olamamışlar. Hatırlarsınız, inkılap tarihinden, vilayeti sitte, altı vilayette Ermenilerin durumu gibi konuların Mondros ateşkes antlaşmasında kendine yer bulduğunu. Abdülhamid, ilgili bölgelerin Ermenistan olarak adlandırılmasına karşın yazışmalarda bu adlandırmanın kullanılmaması için kesin talimatlar veriyor, hatta bölgeyi Kürdüstan olarak adlandırıyor. Dönemin edebiyatında da Kürdistan adlandırmasına sıkça rastlanıyor. Yine bu dönemde yaşanan “Musa Bey Olayı” da Abdülhamid’in tavrını net bir şekilde ortaya koyuyor. Bir Kürt liderine yönlendirilen suçlamalara karşın sultan, ilgili Kürt beyini başkente çağırıp yargılatıyor. Yargılanma sonucu aklanan bu Musa Bey’i geri memleketi Muş’a gönderiyor. Batılı medyanın ve elçilerin tüm baskılarına rağmen adama ceza verdirmiyor.
1880’lerden itibaren yavaş yavaş Ermenilerin, dış kuvvetlerinden ümidini kestiklerini görüyoruz. Tam manasıyla kesmiyorlar fakat diğer Osmanlı azınlıklarına göre daha kısıtlı miktarda bir destek alacaklarını az çok anlıyorlar. Bu süreçte çeşitli örgütler kurarak kendi haklarını savunmak yoluna gidiyorlar. Örgütlerden en meşhurları Taşnak ve Hınçak. Benzeri yapılanmaların merkezi genelde Van, kısmen Erzurum oluyor. 1900’lerden itibaren de bu örgütlerin terörize olduklarını görüyoruz. Türkleri, Kürtleri ve kendileri ile işbirliği yapmayan Ermenileri hedefleyen bu örgütlenmeler işi Sultan Abdülhamid’e süikaste kadar vardırıyorlar. Bu dönemlerde Ermenilerin net olarak anladıkları bir şey de bölgedeki Kürt varlığının kendileri açısından önemi. Burada Kürtlere rağmen bağımsızlık Ermeniler için hayalden öteye gidemiyor.
1800’lerin sonlarından, 1894 yılından itibaren Ermeni isyanları, başta Sason isyanı olarak yaygınlaşmaya başlıyor. İstanbul’da yapılan gösteriler doğuda isyan olarak ortaya çıkıyor. Sason’da, bugün isyanda şehit olan komutanın adını alarak Süleymanlı olan Zeytun’da isyanlar çıkıyor. 1894-1896 arasında Kürt-Ermeni çatışmaları yoğunluk kazanıyor. Van, Erzurum, Bitlis, Muş, Antep, Maraş, Sivas, Urfa, Birecik, Diyarbakır, Harput, Sivas, Malatya ve Arapkir Ermeni nüfusunun yoğun olduğu ve çatışmaların yaşandığı bölgeler. Çatışmalarla ilgili muhtelif rivayetler var. Van, Erzurum, Diyarbakır, Urfa… vilayetlerinde değişik zamanlarda değişik çatışmalar olmuş ve her iki taraftan yüzlerce insan öldürülmüş. İngiliz kaynaklarına bakılınca çatışmaların Müslümanlar tarafından başlatıldığı, Osmanlı kaynaklarında da Ermeniler tarafından başlatıldığı yazıyor. Karademir, her iki tarafın da iddiaların tarafsızca aktarmış burada.
Sultan Abdülhamit’in bu dönemlerdeki politikası da dikkat çekici. Avrupa’daki toprakların elden gideceğini anlayan padişahın Anadolu’ya önem vermesi, Ermenilerin yaygın bir unsur olduklarını görerek bir Ermeni ayrılıkçı hareketinin Türkiye’yi paramparça edeceğini ileri görüşlülükle tespiti takdire şayan. Bu açında Sultan’ın siyasi dehasına da hak ettiği teveccühü göstermiş yazar Nihat Karademir. Dönemin hadiselerinden çeşitli örneklerle daha detaylı bir şekilde de Abdülhamid’in politikaları gözler önüne serilmiş. Ermeni ıslahatını desteklediği için sadrazam azledecek kadar titizlikle konuya yaklaşıyor Sultan. Bu dönemdeki Ermenilerin, Kürt kıskançlığı yaptığı çeşitli beyanları da aktarılmış kitabın 2. Abdülhamid politikalarını aktaran kısmında. Hamidiye Alaylarının kuruluşu da satranç tahtasının en değerli hamlelerinden birisi ayrıca. Herkesin Ermeni özgürlüğünü konuştuğu bir dönemde kurulan Hamidiye Alayları kuruldukları yerler açısından aynı zamanda bir iç politika enstrümanı olarak da kullanılmış. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Sultan 2. Abdülhamid’in Ermenilerle ilgili, saltanatı devrinde uyguladığı politikalar olmasa idi bugünün Türkiye coğrafyası çok farklı olabilirdi.
600
sayfaya yaklaşan bu hacimli eserle ilgili aldığım notlar bu kadar. Tabi ki
ilgililerin satır satır okuması gereken bir eser. Kitap, uzunluğuna karşın çok
kolay okunan-kendini okutan bir eser. Bütün ayrıntılar çok derli toplu bir
şekilde ve kaynakçalarıyla sunulmuş okura. Türk Tarih Kurumu’nun eserlerini,
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Osmanlı Tarihi’ni ve kurumun diğer kitaplarını
anımsattı bana. Olayları taraf olarak değil, objektif bir şekilde vermesi çok
önemli. Dönemle ilgili belki de her eser taranmış, İngiliz, Fransız, Osmanlı,
Ermeni yüzlerce kaynaktan faydalanılmış. Nihat Karademir meslek olarak
akademisyen olmadığı halde bu eseri bu kadar titizlikle hazırladığı için
fazladan bir takdiri de hak ediyor. Çıra Yayınları tarafından basılan eser 2015
yılında çıkmış.
Read the full article
0 notes
Nihat Karademir'in II. Abdüllhamid Dönemindeki Kürt-Ermeni İlişkileri üzerine kaleme aldığı eseri Korku ve Umut #nihatkarademir #araştırma #inceleme #korku #umut #malatya #abdülhamid #ermeni #kürt #çıra @cirayayingrubu #kitap #yenikitap (Malatya, Turkey)
0 notes
İngiltere'nin Kürt Politikası [Nihat Karademir]
İngiltere’nin Kürt Politikası, 1918-1932 yılları arasında İngiltere’nin Kürtlerle ilgili faaliyetlerini anlatan bir eser. Nihat Karademir Malatyalı bir yazar. Kürt tarihi konusunda araştırmalar yapıyor ve özellikle 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başı arasındaki dönemlerle ilgili eserleri var. Daha önce ilgili dönemin Kürt-Ermeni ilişkilerini anlatan bir eseri ile Sultan Abdülhamid dönemindeki Kürt politikası ile ilgili bir eserini okumuştum.
Yazarla ilgili söylemem gereken bir şey de “bağımsız”
olması. Bu zamanda eşine az rastlanır bir özellik bağımsız olmak. Akademik
kaygıları ya da kar amacı yok. Sadece entelektüel amaçlarla araştırmalar yapıp
yayınlıyor. Bu özelliği ile de benim takdirimi kazanıyor.
Kitap 8 bölümden oluşuyor. Birinci Dünya savaşından itibaren
İngilizlerin bölgedeki çabaları bölüm bölüm anlatılarak ’32 yılına kadar
gelmiş.
İlk sayfalardan dikkatimi çeken bir not: “Filistin’de mukim olan Yahudiler, gönüllü
birlikler kurarak özellikle Gelibolu’da İngilizlerin safında savaştılar. Birçok
Osmanlı Yahudi’si ise hayatlarını riske etmek ve bazen bu uğurda canlarından
olmak pahasına İngiliz istihbaratına önemli bilgiler sağladılar.” Birinci
dünya savaşı sırasında Ermenilerin, Osmanlı’ya karşı savaşanların saflarına
katıldıklarını yazarın bir önceki kitabında okumuştum. Kürtler ise her zaman
merkezi yönetime sadakat gösteriyorlar, “Baştan
itibaren İngilizlerden yana tavır alan Talabanilerin ve sınırlı sayıda aşiretin
aksine başta Berzenciler olmak üzere birçok Kürt lideri ve aşireti Osmanlı’nın
saflarına katılmış ve Rus ilerleyişini durdurmak için büyük fedakârlıklar
yapmışlardır.” Yahudilerin, İngilizlerden yana olmaları benim açımdan yeni
bir bilgi. Fakat yine de bu tavrın Yahudilerin hepsine değil de bir kısmına ait
olduğunu düşünüyorum.
Kitabın birinci bölümü 1918-1920 arasında Süleymaniye’de bir
yönetim kurma çalışmalarını ve Şeyh Mahmut adlı lideri anlatıyor. İngiltere, bu
dönemde bölgedeki idealleri için hummalı bir faaliyet yürütüyor. Kahire’de Arap
bürosu var, Hindistan bürosuna bağlı Mezopotamya bürosu var. Bölgede Şeyh
Mahmut adlı bir lider yükseliyor Birinci dünya savaşının ardından, Osmanlı’nın
buralardan çekilmesiyle birlikte. İngiltere başlangıçta bu adamı desteklese de
sonradan İngiliz çıkarları yerine Kürt çıkarlarına yönelik çalıştığını fark
ediyor ve Şeyhin otoritesini zayıflatıcı hamleler yapıyor. Bunun üzerine Şeyh
Mahmut isyan ederek İngiliz düşmanı bağımsız bir yönetim kuruyor fakat bölge
tarihindeki benzeri her isyan-ihtilal gibi taraftarların yüz çevirmesi
neticesinde güçsüzleşerek nihayetinde İngilizlere esir düşüyor. Bu bölümde
uzunca yer tutan bir isim de Binbaşı Soane. Bu da İngiltere’nin bölgedeki
emelleri için kullandıkları ajanlardan birisi. Değişik isimlerle faaliyetlerini
sürdürmüş, önce Faslı bir Arap olarak piyasaya çıkmış sonra İngiliz subayı
kimliğiyle İngiliz çıkarlarını demir yumrukla korumuş kendisi.
Kitabın yine birinci bölümünde Süleymaniye dışındaki İngiliz
faaliyetleri aktarılıyor. Birinci dünya savaşı sonrası yıllarda bölgede otorite
boşluğu ve düzensizlik hakim. İngilizlerin yönetim kurma çabalarına Kürtler
isyanla mukabele etmiş ve İngiliz politikalarını kararsızlığa doğru itmişler.
Bu sırada kuzeydeki yani Türkiye’deki Kürtlerin ise ayrılık
davası gütmek bir yana İngiliz karşıtı faaliyetlerde ve Milli Mücadelede yer
alan bir profil çizdiği görülüyor. Tabi ki bunu bütün Kürtler için
konuşamıyoruz fakat genel görünüm böyle. Bu dönemde Kürtlerin önemli bir sorunu
da bir liderlerinin bulunmayışı.
Kitabın ikinci bölümü savaş sonrası yapılan anlaşmalar ve
paylaşım çabalarına ayrılmış. Barış anlaşmaları süreci ganimetin bölüşülmesi
manasına geliyor. Burada İngiltere’nin zorlandığı husus savaş sırasında verdiği
sözleri yerine getirmek. Araplara ve müttefiklerine dünyanın sözünü vermişler
fakat galibiyet kazanılınca sözleri tutmamak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Kürt meselesi daha çok Musul üzerinden konuşuluyor Paris barış görüşmelerinde.
Malum, Musul petrol bölgesi. İngiltere’nin bu bölge ve tüm Ortadoğu üzerinde
otorite kurmak için barış anlaşmaları sürecinde gösterdiği çaba bu bölümde
Kürtler açısından detaylı bir şekilde anlatılmış. Bu dönemde İngilizler,
Kürtleri, duruma göre bazen görmezden gelip bazen de koz olarak kullanmışlar.
Bu görüşmeler sırasında, müstakbel kral Faysal’ın Yahudilerle görüşmesi ve Filistin
ile ilgili Yahudi emellerini kabul eden bir anlaşma yapması da ilgi çekici bir
not. Paris görüşmeleri sırasında Şerif Paşa Kürtleri temsilen birkaç sunum
yapsa da ilgi çekmez. Görüşmeler, Kürtler açısından tam bir fiyaskoyla
sonuçlanır. Sevr anlaşması Kürtlerle ilgili olumlu maddeler içerirken ölü
doğmuş olması sebebiyle yine faydalı olmaz.
Kitabın üçüncü bölümü 1920 Irak isyanını anlatıyor. İsyana
giden süreç, isyan ve sonrası.
“Ahd tarafından
organize edilen isyan kuzey Mezopotamya’da başladı ve çok geçmeden tüm Irak’a
yayıldı. Kısa süre içinde Necef ve Kerbela Şiileri ile Bağdat’taki Arap
aydınlar da isyana katıldılar. Hiç beklenmedik bir şekilde Sünni ve Şii
unsurlar İngilizlere karşı birleşik bir cephe kurdular ve yaklaşık altı ay
süren isyanda birlikte hareket ederek isyanı tam bir cihat kampanyasına
dönüştürdüler.”
Bu büyük isyan İngiltere tarafından türlü zalimliklerle
bastırılıyor: “Arapların sadece şiddet
dilinden anladığını düşünen İngiliz ordusu, ele geçirilen asileri öldürmek,
hayvanlara el koymak, su kaynaklarına ulaşımı engelleme, ekinleri yakmak,
mülklere zarar vermek, insan avcılığı yapmak, köyleri yıkmak ve ‘atış serbest
bölgeleri’ belirlemek gibi toplu cezalandırma yöntemlerine başvurdu.” Öyle
ki hardal gazı kullanarak toplu katliamlar bile yapmışlar isyanı bastırmak
için. Bu isyan sırasında Kürt bölgelerinde de karışıklıklar devam ediyor.
Dördüncü bölüm Kahire konferansına ayrılmış. Burada Kürt
sorunu İngiltere açısından daha az önem taşımaya başlıyor. Buraya kadar
okuduklarımdan anladığım kadarıyla Kürtlerin bir temsil sorununun olması ve iç
mücadelelerinin bitmek bilmeyişi bu süreçlerden faydalanamamalarının temel
sebebi olmuş. İngilizlerin bölgeyle ilgili kararsızlığı da ayrı bir sebep.
Savaşı kazandıktan sonra, ganimeti yiyebilmek için yeterince organize olamıyor
İngilizler. Karar verici mekanizmaları arasında da bir uyum yok. Mezopotamya
konusuna kah Kahire bürosu fikir üretiyor kah Hindistan bürosu. Bu duruma çözüm
getirmek isteyen İngiltere bir Ortadoğu bölümünün kurulmasına karar verir. Bu
yönde bir konferans toplanması kararlaştırılır. Mezopotamya artık İngiltere
için büyük bir problemdir. Çok fazla insan istihdam ediliyor, çok fazla para
harcanıyordur. Kürtler, bu süreçte de İngiltere için ciddiye alınabilecek bir
unsur değildir.
Konferans 12 Mart 1921’de toplanır. İngiliz ordusunu
Irak’tan çekmek toplantının temel hedefi gibi görünüyor. Irak’ta bir Arap
yönetimi kurmak, bir Arap ordusu kurmak İngiltere’nin hedefleri için uygun
görünüyor. Kral olarak da Faysal uygun bir aday olarak öne çıkıyor. Konferansın
dördüncü günü Kürtler hakkında ne yapılabileceği hususunda fikir teatisi ile
geçer. Nihayetinde konferans bölge ile ilgili alınan birkaç kararla sona erer.
Bu konferans sayesinde İngiltere bölgeden temiz bir şekilde ayrılmış olur.
Finansal baskı ve 1920 isyanı, İngilizleri burayı fiili olarak terk etmeye iten
ana etken olmuştur. Kürtlerle ilgili bir devlet kurulması kararı alınmıştır
konferansta fakat tali bir konu olduğu için uygulamaya geçilmemiş, nihayetinde
“Araf’ta” kalınmıştır.
Kitabın beşinci bölümü Irak krallığının kuruluşu ve bu
süreçte Kürtleri anlatıyor. Kahire konferansında alınan karar gereği Faysal,
kral olarak belirleniyor yeni kurulacak krallık için. Buna rağmen İngiltere
bölgeden tam olarak çekilemiyor zira bölgedeki Türk varlığı önemli bir tehdit
unsuru. Bu dönemde Kürt bölgeleri arasında da uyumsuzluk göze çarpıyor. Musul
bölgesinin beklentisi farklı Süleymaniye bölgesinin farklı. Yine de Faysal’a
karşı tepki var Kürtler arasında. Kürtler, genel olarak bir Arap devletine
eklemlenmeye karşı duruyorlar. Musul’a, Arap hükümeti tarafından atanan
yönetici vardığı gün öldürülüyor. Mezopotamya Yüksek Komiseri Percy Cox, bu
süreçte bir Kürt devletini desteklememekle birlikte yaklaşan Türk tehdidini
önlemek için Kürt ayaklanmaları organize etme fikrini ortaya atıyor. Bu süreçte
Türklerin de eli armut toplamıyor tabi ki. Yunanlılara karşı kazanılan zaferden
sonra Misak-ı Milli sınırları içerisinde kalan yerlere yönelik faaliyetlerini
sürdürüyor Türk hükümeti. Özdemir lakaplı Ali Şefik bölgeye gönderiliyor ve
faaliyetler başlıyor. Kürt aşiretleri kısmen gelip bağlılıklarını
bildiriyorlar. Bir yönetici ve küçük bir Türk birliği bölgede büyük bir Kürt
isyanına sebep oluyor. İngilizler Süleymaniye dâhil birçok yeri bırakmak
zorunda kalıyorlar. İngilizler isyana karşı hamle olarak kitabın ilk bölümünde
bahsedilen Şeyh Mahmut’u sürgün olduğu yerden geri getirme kararı alıyorlar.
“Süleymaniye’den önce, 12 Eylül 1922 günü Bağdat’a gelerek Yüksek Komiser ile görüşen Şeyh Mahmut, Türklerin Süleymaniye’yi ele geçirme çabalarına direneceğine, Kerkük ve Erbil’in yönetimine müdahale etmeyeceğine ve iki İngiliz subayını öldüren Hemawend reisi Kerim Fettah Beyi cezalandıracağına söz verdi.”
Şeyh Mahmut, Kürdistan hükümdarı unvanıyla 30 Eylül 1922
günü Süleymaniye’ye ulaşır. Hemen faaliyetlerine başlamak ister zira bütün
Kürdistan’ı kendi otoritesi altında birleştirip bağımsız Kürdistan kurma
hevesindedir şeyh. İngilizlerin Şeyh Mahmut’tan tek beklentisi Türkleri durduracak
bir piyon olmasıdır. Bunu kabul edemeyen şeyh Türk hükümeti ile de irtibata
geçer faaliyetleri sırasında. Türk ordusu için ölmeye hazır olduğunu, Türk
yönetimine bağlı bir özerkliğe razı olduğunu ifade eder. İngiltere, Kürt
bölgesinin Arap yönetimine katılmasını öngörmektedir bu süreçte. Şeyh
faaliyetlerine Kerkük’ü de dâhil etmek isteyince İngilizlerin kırmızı çizgisi
geçilmiş olur ve büyük bir harekâtla Şeyh Süleymaniye’den kaçmak zorunda
bırakılır.
İngiltere’nin bu tarihten 1930’a kadarki Kürt politikası
kitabın altıncı bölümün oluşturuyor. İngiltere, Şeyh Mahmut’tan sonra bölgeyi
biraz daha ciddiye alıyor zira petrol bölgelerinden asla vazgeçmeyecektir. İngilizler
harekâta geçtikten sonra sınırlı sayıda Türk garnizonu bulunduran yerleri de
hedef alırlar. Petrol bölgesi Türklerden temizlenmelidir zira. Revanduz,
Köysancak gibi yerleşim yerlerinden Türk güçleri çıkarılır. Bu sırada Şeyh
Mahmut da bölgeye geri dönmüştür fakat hem bölgedeki İngiliz politikalarının
belirsizliği hem de şeyhin hırslı yapısı bölgede yeni bir yapılanmaya izin
vermez. İngilizler bu süreçte Kürt bölgesinin Irak hükümetine bağlı olmasını
isterler. Şeyh Mahmut faaliyetlerini bazen şehre inerek bazen dağa çıkarak
sürdürür.
Lozan görüşmelerinde Musul meselesi kitabın bir sonraki
bölümü. Musul, şaşırtıcı bulunan bir şekilde İngiltere tarafından çok
önemseniyor. Burayla ilgili diğer bölgelere gösterilmeyen bir hassasiyet var.
Lozan görüşmeleri sırasında Musul’dan taviz verilmemesi Irak hükümetinin de
temel konularından. Burada petrol çıkarılma faaliyetleri uzun yıllar boyunca
ötelenmiş İngilizler tarafından.
Son bölüm 1930-32 yılları arasını incelemiş. 1930 yılında
gelindiğinde, bu zamana kadar bölgede bir manda yönetimi kurmuş olan İngiltere,
petrol şirketlerine de ortak olmuş durumdadır. Kar zarar analizi yapıldığında
bölgeden çekilip Irak’ı kendi haline bırakmasının bir sakıncası yoktur. Bölgeyi
terk etme kararı alırlar. Bölgedeki çok uluslu, çok dinli, çok mezhepli yapı
karışıklıklara gebedir. Durum için tedbir almak isteyen Irak yönetimi baskıları
artırır. Kürtler, milletler cemiyetinin kendilerine destek olacağını
düşünmektedir fakat beklenen ilgi görülmez. Süleymaniye’de gerçekleştirilen bir
eyleme Irak hükümeti ateşle mukabele eder. Bu ve benzeri gelişmeler Şeyh Mahmut’un
yeniden piyasaya çıkmasına sebep olur. 1930 yılında üçüncü ve son defa isyana
kalkışan şeyh, ’31 Mayısında başarılı olamayacağını anlayarak teslim olur. Daha
sonra Şeyh Ahmet Barzani tarafından başlatılan bir isyan da yine İngiliz
destekli Irak ordusu tarafından bastırılır. Neticede, kurumsal bir Kürt
siyasetinin olmayışı, kişilere bağlı hareketler kısır neticeler vermiştir ve
Kürtlerin bağımsızlık hayalleri suya düşer.
600 sayfaya yaklaşan bu hacimli eseri kabaca tanıtmaya
çalıştım. Tabi ki ayrıntılarda çok daha mühim bilgiler var. Yakın tarihe ilgi
duyanlar için eşi bulunmayacak bir kitap. Yazarın diğer kitaplarıyla birlikte
okunması gerektiği kanısındayım. Nihat Karademir’in bu derinlikli çalışması
Nubihar yayınları tarafından basılmış.
Read the full article
0 notes