Tumgik
#Secmehikayeler.com
gajder · 5 years
Text
Yaşamdan Hikayeler; "Sus Payı"
Tumblr media
Yaşamdan Hikayeler; "Sus Payı" Aslında her şey o kadar basit ki. İstemiyorsan, sevmiyorsan olduğun yeri deyiş, bu kadar basit. Ama yok biz yapamayız. O da yapamadı. Ya da bile bile, isteye isteye tüm olumsuzluklara, tüm mutsuzluklara rağmen sustu. Niçin? Evet, niçin? Zenginlik, para pul, varlık için mi? Yıllardır bu soruyu bizzat ablama soruyorum, ancak aldığım cevap kafamdaki soruyu cevaplamaya yetmiyor. "Niçin, abla?" "Kes şunu." "Nasıl ya? Adam seni öldüresiye dövüyor. " "Kes dedim sana." "Bana kızmaya hakkın yok." "Bağırma, kafam almıyor." "Tabi almaz. Kafandakı dikişlere bakılırsa normal." "Lütfen, ablacım yeter. Bak çok yorgunum." "Seni gerçekten hiç anlamıyorum. Adam senin hayatını bitirdi. Ya ilk evlendiğiniz günün sabahı bile seni dövmüş. Sen anlatmıştın bana bunu, unuttun mu?" "Abartma." "Abartmıyorum, gerçekleri söylüyorum." "Garson çocuktan kıskandı beni o yüzden." "Kıskanmak?! Onun ki delilik, aklında sorunu var o adamın." "Seviyor beni." "Ciddi misin sen? Sevgi bu mu yani?" "Ayrıca o konuda haklıydı." "Seni dövdüğüne hak veriyorsun yani?" "Garsonu da dövdü unutma." "Niçin dövdü, hatırla bakalım. Senden sifariş aldığı için. Ha evet, iyi yapmış o zaman dövmekle, keşke restoranı dağıtsaymış." "Sıkıldım ama. Kapat artık bu muhabbeti." "Abla, nasıl kapatayım? Git bir aynaya bak. Yüzünün gözünün haline bak." "Tamam, o zaman sesini alçalt bari, çocuk uyanacak şimdi." "Abla, siz kaç yıldır evlisiniz?" "4." "Peki sen bu 4 yılda kaç defa dayak yedin?" "Sus artık." "Bana sinirlenmeni anlamıyorum gerçekten. Ben senin iyiliğin için konuşuyorum." "Tamam, canım bu kadar iyilik yeter. Bu gidişle iyilik meleği olursun sen." "Komiksin yani. Bu halinle bile güldüre biliyorsun. Ben seni hiç anlamıyorum, nasıl bu kadar sakin kala biliyorsun?" "Ne yapmamı bekliyorsun?" "Ayrılmanı. O adamı hayatından sonsuza kadar çıkarmanı." "Yine başladık. Ayrılmak çözüm değil." "Ben bir saattir burdayım biliyorsun değilmi?" "Ne olmuş yani?" "Sen de bir saattir, kitabın aynı yerin okuyorsun." "Dalmışım işte. İnsanda akıl mı bırakmıyorsun sanki." "Okumadığını biliyorum. Sen de düşünüyorsun, bir yol arıyorsun." "Ben senin gevezeliklerinden kurtulmanın yolunu aramaktan başka hiçbirşey düşünmüyorum. Şimdi sussan gerçekten iyi olacak. Ya da lütfen git." "Beni kovuyorsun yani?" "Hayır, sessiz olmanı istiyorum." "Tamam, abla bir tek soruma yanıt ver, sonra gidicem ve bu konuyu bir daha açmayacağım, anlaştık mı?" "Tamam, sor." "Neden, abla?" "Ne neden?" "Neden bu adama katlanıyorsun? Aşk, sevgi deme lütfen. Onu sevmediğini biliyorum. Zaten senden 15 yaş büyük bir adama aşık olacağına hiç inanmamıştım." "Tamam, sana dürüst olacağım ilk ve son kez." "Dinliyorum." "Adam zengin, bu kadar basit." "Sen… Sen nasıl bir kız oldun ya?" "Ne var? Ne oldu? Korktun mu benden? Böyle insanım işte. Sen fakir yaşamak isteyebilirsin, ama ben..." "Abla, biz o kadar da fakir değiliz ki, kendi yağımızda kavruluyoruz, biliyorsun sen de." "Hadi ama, gün sonunda karnını doyuruyorsun, bir göz odada kalıyorsun. Eğitimin var, diploman var, çalışıyorsun tamam, ama para? Para yok. Senin maaşın kendi karnını doyurur ancak. Eğitimle, çalışmakla birşey olmuyor işte." "Ne yani? Hayatla mücadele etmek yerine zengin kocaya kaçmak daha mı cazip sence?" "Aynen öyle." "Dövse, öldürse bile mi?" "Adam beni seviyor, kıskanıyor, ne var yani bunda iki atıştık diye büyüttün olayı. Her evlilik de olur böyle şeyler." "Atışmak? Abla seni dün hastaneden çıkardık, kolun kırıldı senin." "Yine abartıyorsun. Ufak bir şey, geçer. Etrafına baksana, yaşadığın cennete baksana." "Cennet mi burası?" "Öyle, benim için öyle. Çalışmak yok, ev işi yok, ne istersem anında önümde. İki de oğlum oldu. İşte bitti. Daha ne olsun, oğullarıma da babasının mirasını kalacak." "Miras?!" "Sen her dediğimi böyle tekrar mı edeceksin?" "Ben çok şaşkınım." "Neden, ablacım, neden şaşkınsın. Bak, artık yeter, sustum, sustum, ama artık yeter. Ben kocamı seviyorum, o da beni seviyor." "Sen kocanı değil, parasını seviyorsun." "İkisi de aynı şey." "İnanmıyorum sana, gerçekten inanamıyorum." "Annemler bile senin kadar karışmıyor bana. Pes yani." "Zaten annemlerin nasıl buna izin verdiklerini de anlamıyorum." "Kocam onlara yeni ev alacak hediye olarak." "Sus payı olarak yani." "Her zaman alıyordu zaten." "Evet çünkü seni her zaman dövüyordu. Annemler de para için her şeye göz yumuyorlar." "Nankörlük ediyorsun." "Nankörlük mü? Ben mi?" "Unuttun galiba, senin tüm okul masrafları kocam ödedi." "Bilmiyordum, abla, bilmiyordum, o adamın sana işkence yaptığını bilmiyordum." "Bilseydin ne olacaktı ki?" "Kabul etmezdim. Bildiğimde geç oldu, ama reddettim, sen de gördün. Önceden bilseydim, değil parasını kabul etmek, çocuklarınız doğmadan seni ondan alırdım." "Yeter! Gerçekten yeter! Haddini aşıyorsun. Aramıza girme artık kocamla." "Aranıza mı? Dün beni arayan sendin, abla? Dayanamıyorum, kurtar beni diyen sendin." "Tamam, kabul, öyle bir hata yaptım, şimdi de eşimi seviyorum diyorum." "Sana ne aldı bu sefer?" "Ne?" "Seni bu sefer neyle susturdu?" "Yeter ama, git lütfen." "Gidiyorum zaten, midemi bulandırıyorsun artık." "Gelecek hafta İtalya'ya gideceğim haberin olsun, evde olmayacağım. Kocam ayarladı, dinlenmem için." "Bu da senin sus payın herhalde." Kapıyı çarpıp çıktım. Sevmek dövmek mi? Sevmek kavga etmek mi? Neden aşkı bu kadar basit bir hale getiriyoruz ki. Ablam yıllardır bu adama parası için katlanmış. Ve ben gerçeği bilmemeyi tercih ederdim. Sahile iniyorum, uzun uzun düşünmek istiyorum. Bu işler ne zaman bu raddeye geldi, hiç bilmiyorum. Herşey 5 yıl önce  başladı aslında. Ablam ufak, adını çok da duyuramamış bir şirkette çalışıyordu. Bir gün ablam biriyle görüştüğünü söyledi bana. Tabii bana adamın kendinden çok büyük olduğunu, zengin olduğu söylemedi. Ben o zaman daha üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Kafam kendimle o kadar meşguldu ki, ablamın aşk zannettiği şeyi dinlemek bana saçma geliyordu. Ve bir gün ablam yanında yaşlı bir adamla kapımıza geldi. Aşık olduğunu, evlendiğini söyledi. Babamla, annem önce karşı çıkmak istese de, adamın zengin olduğunu öğrenince sustular. Bense çok şaşırdım. O sırada adam bana benim üniversite masraflarımı ödemek için para teklif etti. Ancak ben ablama çok kızgındım ve bu yüzden kabul etmedim. Babamlarsa ya kabul edersin, ya da okuyamazsın dediler, bana destek olmadılar. Ablamla o zamanki konuşmamız hala aklımda. "Abla, bunu nasıl yaparsın?" "Ne yapmışım ben?" "O adam ya, o adam senden kaç yaş büyük? Söylesene kaç yaş?" "Bağırma bana! Ben aşık oldum, anladın mı aşık?" "Parasına aşık oldun herhalde." "Saçmalama! Ben senin ablanım, düzgün konuş." "Sen düzgün bir iş yaptın mı ki, ben düzgün konuşayım?" "Tamam, sakin ol. Oturalım şöyle, sakin sakin konuşalım." "Abla, neden kendini yaktın? Değer mi para için, söyle değer mi?" Ablam o an diz çöktü önümde, yüzünde çok masum, gerçekçi bir ifade vardı, tanıdığım ablamdan farklı bir suratı vardı, şimdi karşımda diz çöken bu kız benim özbeöz ablam değildi sanki. "Canım benim, dinle beni, ben ona çok aşığım, konu para falan değil, gerçekten seviyorum onu." "Senden büyük." "Büyük olması neyi değiştirir ki? Beni anlıyor, beni dinliyor, beni seviyor, bana sevdiğini hissettiriyor. Ben daha önce hiç böyle mutlu olmadım, anlıyor musun? Çok mutluyum. Onu her gördüğümde ayaklarım yerden kesiliyor, kalbim o kadar hızlı çarpıyor ki, heyecandan çoğu zaman onun karşısında saçmalıyorum, komik duruma düşüyorum. Söyle bana şimdi bu ne sence? Aşk değil mi?" "Sen ciddisin." "Ciddiyim tabi." Yalanmış. Ablam sırf para için onunla evlenmişti. Ancak beni sevdiğine inandırmıştı. Bense ona kandım. Sonra ablam okul masraflarımı kocasının ödemesi için beni ikna etti. Ta ki 3 yıl sonra ben onun ablamı dövdüğünü öğrenene kadar. Geceleyin, annem koşarak odama geldi, ablamın kötü durumda olduğunu söyledi. O zamanlar ilk yeğenim henüz 2 yaşındaydı. Eve gittik. Ev darmadağındı, yeğenim mutfakta oturmuştu, korkudan titriyordu, ablamsa salonda kanlar içindeydi. Hemen hastaneye götürdük. Hastanede ablamın iki haftalık hamile olduğu, ancak çocuğunu düşürdüğü öğrendik. Kocası yüzünden. Ablam yıkılmıştı. O gece herşeyi bana anlattı. Annem bu olanlara hiç şaşırmadı, çünkü her şeyden önceden haberdardı. Ablam önceleri olan tüm kötü olayları anneme anlatmıştı, annemse her defasında ne olursa olsun onun kocasına geri dönmesi için ikna etmişti. Zaten ablamın da o adamdan ayrılmak istemediğini görüyordum. O gece tüm çabalarıma rağmen ablam yine de kocasına gitti. Kocası sabahleyin ona pahalı bir yüzük, annem ve babama pahalı eşyalar almıştı. Yine sus payı olarak. Bana da yanında çalışmam için iş teklif etti, kendi yardımcısı olmamı istedi, sus payı olarak, ama ben kabul etmedim. Hatta okul masraflarımı da artık ödemesini istemediğimi söyledim. Hiçbir şey söylemedi, ancak sinirlendiğini gözlerinden çıkan kıvılcımlarda görebiliyordum. Annemlerle ablam da beni ikna etmeye çalışsa da kabul etmedim. Sonra da kendime iş buldum, hem okuyup, hem çalıştım, masraflarımı kendim ödedim. Ablama, anneme, babama çok kızıyorum. Sus payını bu kadar çok sevdiklerini için, hayatın yalnızca paradan oluştuğunu düşündükleri için, sevginin, aşkın adını parayla lekeledikleri için, vicdanı parayla susturdukları için… Kendime de kızıyorum. Onlara gerçeği gösteremediğim için, bir çare bulamadığım için, para hırslarını söndüremediğim için, elimden hiçbirşey gelmediği için… Yazar - Gülnar Ferruhkızı   Read the full article
1 note · View note
gajder · 5 years
Text
Genesis'ten Yeni Bir Hikaye; "Derin Kırmızı Göz (+18)"
Tumblr media
Genesis'ten Yeni Bir Hikaye; "Derin Kırmızı Göz (+18)" Hikaye Oku;Öğle yemeklerimizi yedikten sonra garson bize birer çay ikram etmişti. Vakit gün ortası olmasına rağmen gökyüzünde soluk bir turuncu top gibi parlamaya çalışan güneşe doğru bakışlarını kaldıran Orhan, sımsıkı sarındığı kahverengi paltosunun kürklü iki yakasını bir eliyle birbirine kavuşturarak “ Sence Şamaş Mürettebatı onu tekrar eski parlaklığına kavuşturmayı başarabilecek mi?” diye sordu. “Bundan hiç şüphem yok; ama benim asıl merak ettiğim şey, bunu bizden önce yapıp yapamayacakları. Eğer şansımız varsa, ellerini çabuk tutarlar ve biz de böylesine tehlikeli bir göreve tepeüstü atlamak zorunda kalmayız.” diye cevap verdim. On iki yıl önce ışığını kaybeden güneş, şimdi alaca karanlık gökyüzündeki en tepe noktasında, çevreleri hafif bir turuncu ışıkla aydınlanan kül rengi bulutların arasında artık kendini bile ısıtmaktan acizmiş gibi görünüyordu. Yaklaşık on metre ötemizde karayla buluşan ve kıyıdan kilometrelerce açıklara kadar, yüzeyi kalın bir buz tabakasıyla kaplı olan denizden esen soğuk bir rüzgar adeta iliklerimize işledi. Orhan önünde duran ve yarısından çoğu dolu olan büyük çay bardağını, avuçlarını ısıtmak istermişçesine iki eliyle sıkıca kavradı. Son zamanlarda fazla mesai yapmaktan yuvalarına çökmüş mavi gözleri, donmuş denizin üzerindeki sabit bir noktaya dalıp giderken; belki de bir zamanlar kıpır kıpır beyaz dalgalarının üzerinde neşeli martılar uçuşan ve kıyısındaki yosun kaplı kayaları vahşi bir içgüdüyle döven deniz, gözlerinin önünde canlanıyordu. Keskin hatlara sahip yüzü bir ara, sanki kalbinin derinliklerinden taşıp gelen bir öfkeyle aniden çarpıldı ve görünüşe bakılırsa bu yüzü o an büsbütün kaplamış olan kızarıklığın da nedeni, havadaki ayazdan ziyade bu öfkeydi. “Biliyor musun” dedi, “On iki yıldır her sabah uyanıp da penceremin perdesini açtığımda o Allah’ın belası adama lanet ediyorum. Neyse ki en sonunda Koronis denilen o aptal gezegende geberip gitti de dünya onun gibi şeytandan kurtuldu. Eğer Uluslararası Uzay Faaliyetleri Konseyi bir kurtarma operasyonuyla onu dünyaya geri getirseydi, yemin ederim onu kendi ellerimle öldürürdüm.” “Aslında Konsey bu konuda bir kurtarma operasyonu düzenleyebilmek için çok uğraşmış” diye karşılık verdim, “Hatta Salih Bey'in dediğine göre, bunun için Konsey'de günlerce süren hararetli tartışmalar yaşanmış; ama uzay-zaman dokusunda yolculuk etmenin pratik yolu o zamanın teknolojisine henüz uyarlanamamış olduğu için, böyle bir operasyonun nasıl yapılacağı sorununa herhangi bir çözüm getirilememiş. Biliyorsun, Oğuz Haktan’ın, Yabanarısı adını verdiği yapay nötron yıldızı da yok olduğu için, bizden beş bin ışık yılı uzaklıktaki Koronis'e yeni bir yolculuk yapma imkanı o zaman için tamamen ortadan kalkmıştı. Aslında şu anki imkanlarımızla bile o mesafeyi katedebileceğimizi sanmıyorum; öyle olsaydı, Konsey şimdiye kadar Koronis’e mutlaka bir keşif ekibi gönderirdi.” Orhan'ın nefretle büzülmüş dudaklarında bir an acı bir gülümseyiş belirdikten sonra “Bilmez olur muyum; dünya yüzeyinde seksen beş kilometre çapında bir oyuk açan ve dünyanın dönüş hızını yarıya düşüren Yabanarısı’ndan söz ediyoruz sonuçta. Ayrıca neden olduğu o tsunamiler, depremler, kasırgalar... Biliyor musun, en çok da bu adamın bugün bir kahraman gibi hatırlanmasını anlayamıyorum. Hele bir de üniversitemize bu adamın adının verilmesi yok mu, işte bu beni çileden çıkarıyor.” Orhan, garsona eliyle işaret edip, bize iki bardak daha çay getirmesini söyledikten sonra “Ama tüm bunlara rağmen şunu da göz ardı etmemek gerekir ki şu anda ulaştığımız uzay teknolojisinin temel prensiplerinden çoğunu Oğuz Haktan'a borçluyuz.” dedim, “ Özellikle de eğri uzay-zaman dokusunda kısa sürede yolculuk etmemize olanak sağlayan Foton İz Sürücüsü’nün geliştirilmesinde... O, bu teknolojinin temellerini atan kişiydi; fakat o yıllarda bundan çok daha üstün bir teknoloji olan Pulsar Projesi üzerinde çalıştığından dolayı Foton İz Sürücüsü üzerindeki çalışmalarını yarıda bırakmak zorunda kaldı. Tıpkı foton bağlaşıklığı gibi, iki nötron yıldızı arasında bağlaşıklık kurarak, ikisi arasında madde ışınlamayı başarmak gerçekten de inanılmaz bir şey çünkü. Muhtemelen İz Sürücüsü üzerindeki çalışmalarına kaldığı yerden devam edecekti ama maalesef Pulsar Projesi onun sonu oldu; eğer Avusturyalılar, deli gibi dönerek önüne çıkan her şeyi yutan ve bir çay kaşığı maddesi bir milyar ton ağırlığında olan o yapay nötron yıldızını ışınlamayı başaramamış olsaydılar, o proje dünyanın da sonu olacaktı. Bu küçük mavi gezegen ağır hasarlar alsa da kurtulmayı başardı; ama ne yazık ki güneş bu kadar şanslı olamadı. Avusturyalılar ışınlama teknolojisinde iyiler; ama ışınlayarak ortadan kaybettikleri maddenin nerede ortaya çıkacağını öngörebilecek kadar iyi değiller. O gün de ışınlayarak kaybettikleri o küçük nötron yıldızının Merkür yörüngesi yakınlarında ortaya çıkacağını ve Güneşin kütle çekimine kapılarak ona çarpacağını öngöremediler. Sonuç olarak da o şey, Güneş’teki füzyon reaksiyonunu sona erdirdi.” Orhan “Nasıl olur da sadece bir basketbol topu büyüklüğünde bir madde tüm bunlara neden olabilir?” diye sordu ve ben de ona şöyle cevap verdim; “Nötron yıldızlarının boyutları küçük olabilir ama inanılmaz derecede yoğun bir kütleye sahiptirler. O şey Güneş’e çarptıktan sonra Güneş'teki hidrojen atomlarını nötron bombardımanına tuttu ve fisyon reaksiyonu başlattı. Fisyon reaksiyonu, kuru bir buğday tarlasına düşmüş küçük bir kıvılcım gibidir; hızla büyür ve tüm yakıtı tüketmeden de asla durmaz. Nötron parçacıkları, kendilerine yer edinebilmek için atomlara saldırır ve içine girdikleri atomların çekirdeğini parçalar; parçalanan atomlardan kopan nötronlar da işgalci nötronlara katılır ve böylelikle sayıları gittikçe artar. Bu zincirleme bir reaksiyon olarak böylece sürer gider, ta ki ortada hiçbir atom kalmayana kadar. Güneşte yok edilen atomlar da hidrojen atomları, yani güneşin yakıtı. Belki de güneşin sönmesine neden olan şey, çok daha farklı bir şeydir. İşte Şamaş Mürettebatı'nın yapmaya çalıştığı şey de tam olarak buna neden olan şeyi bulmak; güneşi eski parlaklığına kavuşturabilmek için öncelikle onun sönmesine neden olan şeyin ne olduğunu açıklığa kavuşturmaları gerekiyor.” Orhan gayet yüksek perdeden bir kahkaha attıktan sonra “Ne düşünüyorum biliyor musun Onur, bence sen tam anlamıyla kafayı yemişsin. Belki de aylardır tabi tutulduğumuz yer çekimsiz ortam ve yüksek atmosfer basıncı gibi astronot eğitimi testleri senin beynini sulandırdı. Madem Güneşin sönüşü hakkında bu kadar uçuk teorilerin vardı da neden sen de Şamaş Mürettebatı'na katılmadın?” dedi. “Benim uzmanlık alanım Jüpiter, yoksa unuttun mu?” diye yanıt verdim. Artık hava iyice soğumuştu, zaten kafenin önünde bulunan masalardan birinde oturmak da iyi bir fikir değildi; ama Orhan ısrarla açık havada oturmak istemişti ve bu da onun, on iki yıldır anlam veremediğim birçok davranışından sadece biriydi; fakat Pulsar Projesi felaketinde eşini ve beş yaşındaki kızını yitiren bir insan için çok da metanetsiz biri sayılmazdı. Felaket, sadece onun tüm ailesini elinden almakla kalmamış; doğup büyüdüğü şehri de haritadan silmişti. Düşünüyorum da onun yerinde ben olsaydım, Jüpiter’e iniş yapacak bir ekipte yer almak bir yana dursun; evimde patlayan bir ampulü değiştirebilecek kadar bile kendimi toparlayamazdım. Buna rağmen Orhan, Jüpiter'de araştırma yapacak olan yapay zekalı robotik teknolojiler üzerinde çalışıyordu. Bunlardan biri ise Jüpiter Atmosfer Kaşifi JAK 5200’dü ve bu robot, rakiplerinin aksine, şimdiye kadar tabi tutulduğu tüm testleri başarıyla geçmeyi başarmıştı. JAK da tıpkı iniş görevinde kullanacağımız gemi olan Marduk gibi, Jüpiter atmosferinin yüksek yoğunluğuna ve binlerce santigrat derecedeki sıcaklığına dayanabilecek bir metalden üretilmişti. Bu metal; erime noktasının oldukça yüksek olmasıyla diğer elementlerden ayrılan volfram, nitrojen ve yüksek termal nötron yakalama özelliğiyle bilinen hafniyum elementlerinin karışımından elde edilmişti ve dünya üzerinde keşfedilen, ısıya en dayanıklı metaldi. Orhan yapay zeka üzerindeki çalışmalarına yıllar önce, insan davranışlarını anlamlandırarak karakter tahlili yapan bir yazılım geliştirmekle başlamıştı. Üniversitenin fuarında görücüye çıkardığı robotları, önceleri basit hareket kabiliyetlerine sahip ilkel makinelerdi ve analiz ettikleri insanların beden dilinden, mimiklerinden ve göz hareketlerinden birtakım çıkarımlar yaparak, onların karakter özellikleri hakkında tahminlerde bulunuyorlardı; fakat Orhan bu teknolojiyi kısa zamanda hızla geliştirerek, görenleri hayrete düşürecek kadar karmaşık hareketler yapabilen ve elde ettiği verilere dayanarak insan duygularını yorumlayabilen robotlar üretmeye başladı. Her yeni modeli bir öncekine göre daha insansı özellikler taşıyan bu makineler zamanla, sadece gözün çeşitli frekans ve dalga boylarındaki ışığa verdiği tepkilerden elde ettikleri verileri işleyerek karakter tahlili yapabilecek kadar geliştiler; hatta öyle ki bu robotlarla sadece birkaç dakika yüz yüze gelen kişiler bile bu makineler tarafından zihinlerinin okunduğu gibi tuhaf bir hisse kapılmaya başladılar; bazıları ise bu seanslar sırasında böyle bir histen çok daha öte deneyimler yaşadıklarını ileri sürdüler. Robotlarla göz teması ve diyalog kuran birkaç kişi, bu robotlardan, sadece kendilerinin bildiği bazı anılarıyla ilgi birtakım imalı sözler duyduklarına dair bazı iddialarda bulununca, bu söylentiler kısa sürede yayıldı ve sonunda üniversite yönetimine ulaştı. Bilimin, insanın özel hayatının sınırlarını ihlal etmesi meselesinin etik dışı bir problem olduğu konusunda görüş birliğine varan üniversite yönetimi konuyla ilgili bir soruşturma açtı; fakat Orhan’ın, söz konusu teknolojinin bir zihin okuma yazılımı olmadığını içeren savunması, üniversite yönetimi tarafından reddedildi ve yazılım yasaklanarak tüm örnekleri imha edildi. Marduk Projesi’ne yapay zeka geliştirmesi için Orhan’a yıllar sonra üniversite yönetimi tarafından ikinci bir şans verildi ve Orhan elinden gelinin en iyisini yaparak JAK 5200 modelini geliştirdi. Son zamanlarda, yapay zekaların sahip olduğu yeteneklerden duyulan kaygı tekrar gündeme geldi ve bu konu Uzay Faaliyetleri Konsey’inin gündemine birkaç defa taşındı. Yapılan görüşmelerde, bu teknolojilerin yakın bir gelecekte insanoğluna karşı büyük bir tehdit oluşturabileceği uzun uzadıya tartışıldı ve bazı delegeler böyle bir tehlikeye karşı, yapay zekaların yeteneklerinin sınırlandırılmasını önerdi. Bazı bilim insanları bunun, robotları insanoğluna itaate zorlayan ve onların, kendilerine belirlenen sınırların dışına çıkmalarını engelleyen bir çiple mümkün olabileceğini savundu. Daha sonraki görüşmelerde, bu sınırlandırıcı çipin prototipi tanıtıldı ve buna “KET Çipi” adı verildi. Çipin, tüm yapay zekalı teknolojiler üzerinde kullanılmasını zorunlu hale getirilecek tasarı Konsey'de oylamaya sunuldu ama bazı üyeler, bu konunun Şamaş Projesi’nin başarıya ulaşmasından sonra görüşülmesi gereken bir konu olduğunu gerekçe göstererek ret oyu verdi ve böylece tasarı Konsey’den geçemedi. Konsey KET Çipi tasarısını, Şamaş Projesi’nin neticesinden sonra tekrar oylamaya sunmak üzere rafa kaldırdı. “Artık kalksak iyi olur.” dedim ve garsona işaret edip, hesabı getirmesini istedim. Hesap masaya geldiğinde, tüm hesabı ödeyen kişi olmak için, Orhan'la aramızda küçük bir mücadele yaşandı ve o, benden daha atik davranarak hesabı ödedi. Ben fırında etsiz sebze kebabı yemiştim, Orhan ise balık yemişti ve benim yediğim yemek, Orhan'ın yediği yemekten yaklaşık üç kat daha pahalıydı; çünkü güneşin sönmesiyle birlikte, bitkiler yeni dünyanın en değerli tüketim ürünlerinden biri haline gelmişti. Artık sebze ve meyveler özel seralarda, belirli dalga boylarındaki mavi ve kırmızı renkli yapay ışıkların yardımıyla yetiştirilebiliyordu; bu da masraflı ve zahmetli bir üretim sürecine katlanılmasını gerektiriyordu. Yapılarında klorofil pigmentleri bulunan türlerin nesli günbegün tükeniyor, bitkilerin yerine artık Fotosentez Reaktörleri atmosfere oksijen sağlıyordu. Atmosferini, başta insan olmak üzere, bazı dünya türleri için yaşanılabilir hale getirebilmek için, Konseye üye olan devletlerin iş birliğiyle, iki yıl önce Mars'ta da bu tür reaktörler inşa edilmeye başlanmıştı; fakat Konseyin Mars Projesinin önünde aşılması gereken başka bir problem daha vardı; bu da yüzey sıcaklığı ortalama eksi yüz yirmi altı santigrat derece olan Mars'ın ısıtılması gerektiğiydi. Normalde de soğuk olan gezegen, Güneş’in sönmesinden sonra daha da soğumuştu. Mars atmosferinin ısıtılması, yüzeyinde buz halinde bulunan suyun eriyerek denizler, göller ve akarsular oluşturmasını sağlayacaktı; atmosfere salınan su buharı ise gezegenin gece ve gündüz arasındaki uçuk sıcaklık farklarını normal seviyeye düşürecekti. Şamaş Mürettebatı, Güneş'teki füzyon reaksiyonunu tekrar başlatmayı başarabilecek olsa bile Mars’ın yüzey sıcaklığı yine de insan yaşamı için elverişli olmayacaktı. Mars'ın ısıtılması gerektiği sorununa Konseyin henüz bir çözüm bulamamış olması, Mars Projesi’nin askıya alınmasına neden olmuştu. Kızıl gezegeni kolonileştirme çalışmalarına şimdilik ara verilmişti; fakat Konsey, kendisine üye olmayan ülkelere karşı güvenlik kaygısı güttüğü için Mars yüzeyine inşa ettirdiği bir toplantı binasını, çok nadir de olsa, bazı toplantıları için hala kullanıyordu. Mars’tan şimdilik umudunu kesmiş gibi görünen Konsey şimdi tüm dikkatini, Güneş'i tekrar diriltme amacı taşıyan Şamaş Projesi üzerine yoğunlaştırmıştı; Şamaş Mürettebatı'nın başarısız olma ihtimaline karşı da bizi, Marduk Projesi kapsamında, Jüpiter’in bir yıldıza dönüştürülmesinin mümkün olup olmadığını araştırmamız için görevlendirmişti. Kafeden çıktıktan sonra Orhan’la birlikte otoparka doğru yürürken kar yağışı başladı. Bundan on iki yıl önce, haziran ayında kar yağışının yaşanacağı ve yıl boyunca her gün saat 13:00 sıralarında ışık sensörlü otomatik sokak lambalarının devreye gireceği ya da bir günün yaklaşık olarak kırık beş saat süreceği yakın bir gelecekten bahsedilseydi; bu muhtemelen o günlerde ekranlardaki futbol müsabakalarından başlarını kaldırıp da gökyüzüne bakma gereksinimi duymayan çevrelerce büyük bir alay konusu olarak karşılanırdı, fakat şimdi tüm bunlar yeni dünyanın sıradan olayları haline gelmişti. Otoparka ulaştıktan sonra Orhan “Görüşmek üzere...” diyerek otomobiline bindi ve uzaklaştı. Benim otomobilim ise otoparkta değildi. Orhan’la buluşmaya geldiğimde otoparkta yer olmadığı için, otomobilimin kendisine başka bir park yeri bulması gerekiyordu ve bunun için de beni kafeye bıraktıktan sonra, bize en yakın başka bir otopark bulabilmek üzere hızla uzaklaşmıştı. Benim otomobilim Orhan’ınkine göre eski model sayılırdı, ama elektrik enerjisiyle çalışan modeller kadar da eski sayılmazdı. İkimizin otomobilinde de direksiyon bulunmuyordu. Direksiyon daha üst modellerde, nostaljiye düşkün zengin müşteriler için opsiyonel bir özellik olarak sunuluyordu. Bilekliğimden yansıyan holografik bilgisayarda, otomobilimin üç sokak ötedeki bir otoparkta olduğunu gördüm ve gelip beni alması için onu bilgisayar üzerinden çalıştırdım. Otomobilin bulunduğum yere gelmesi birkaç saniye sürdü. Araca biner binmez bilgisayardaki navigasyonda hedef nokta olarak evimi işaretledim ve otomobile hareket etmesi için sesli komut verdim. Düşen karı eriten ısıtma sistemleriyle döşenmiş kara yolunda ilerlerken, renk renk neon ışıklarıyla aydınlatılmış cam gökdelenlerin karanlık gökyüzüne uzandığı şehir, kar yağışı altında ışıl ışıl görünüyordu. İnsan kalabalıkları, her yanda dev reklam hologramları bulunan cadde ve bulvarları dolduruyordu. Yapay ağaçlarla yeşillendirilmiş bahçe ve parklarda mutlu aileler piknik yapıyor, küçük çocuklar ise sentetik çimlerin üzerinde koşup oynuyordu; fakat yeni dünyada herkes bu kadar mutlu değildi, sokaklarda çöp konteynerlerinden yiyecek toplayan evsiz insanlar da vardı. Nükleer enerji dünyaya, ihtiyaç duyulandan daha fazla enerji sağlıyordu; fakat gıda ürünleri, özellikle de bitkisel ürünler oldukça zor şartlar altında, kısıtlı miktarlarda üretilebiliyordu. Bir ara Jüpiter gibi bir gezegenin bir yıldıza dönüştürüldüğünde sağlayacağı enerjinin dünyadaki bitkisel yaşamı ne kadar destekleyebileceği sorusu aklıma takıldı. Sonuçta Marduk Projesi başarıyla tamamlansa bile Jüpiter dünyaya Güneş'in eski hali kadar enerji sağlayamayacaktı, çünkü Jüpiter güneş sistemindeki en büyük gezegen olmasına rağmen kütlesi Güneş'le boy ölçüşemeyecek kadar küçüktü. Belki de klorofil pigmentleri daha az enerjiyle yetinebilecek düzeye evrilecekti, ama bu en az binlerce yıl sürecekti. Tam aklımda daha başka düşünceler de oluşmaya başladığı esnada, otomobilin bilgisayar sistemi olan İris'in sesiyle, dalmış olduğum düşüncelerden sıyrılarak gündelik yaşamın gerçekliğine döndüm. Bu ses oldukça etkileyici bir kadın sesiydi ve “Aracın mikro füzyon motorunda küçük çaplı bir enerji kaçağı tespit edildi. Şu anki varış noktası, dört kilometre uzaklıktaki en yakın oto servis olarak güncellensin mi?” dedi. Bilgisayara “Olumsuz, İris. Korkarım ki beni eve bıraktıktan sonra bu sorunla tek başına ilgilenmen gerekecek. Oto sevisi ikinci hedef noktası olarak işaretle ve arıza hakkında bana telefonla bilgi ver.” diye cevap verdim. Otomobil beni evimin önüne bıraktıktan sonra, arızasını gidermek için hızla uzaklaştı. Evimin kapısını açtığımda ışıklar yandı ve holde “Hoş geldin Onur.” diyen Ev Kontrol Ağı EKA'nın gür sesi yankılandı. Yatak odasına doğru yürürken “Jakuziyi doldur EKA.” diye seslendim. EKA “Jakuzi dolduruluyor” diye karşılık verdi ve “Eğer bilmek istersen, gün içinde çamaşırlar yıkandı ve kullanıma hazır hale getirildi. Yetmiş beş kredi tutarındaki termal enerji faturası ödendi. Antoryum ve barış çiçekleri sulandı. Ayrıca saat 10:22 de eski eşin Demet Hanım, kimlik bilgileri sistemimde kayıtlı olmayan bir adamla birlikte evi ziyaret etti ve eşyalarınızı bölüştüğünüz gün götüremediği koşu bandını götürdü. Hatırlarsan saat 10:25’te bu konuyla ilgili olarak seni aramıştım. Evde toplamda kalmış oldukları on dört dakikalık kamera görüntülerine göz atmak ister misin?” diye ekledi. “Hayır.” diye yanıt verdim ve ardından, yatağa sırt üstü uzanıp, iki elimle başımın arkasına destek yaptıktan sonra “Holografik ekranı tavana yansıt ve Jüpiter Raporu'nu aç.” dedim. Tavandaki ekranda dosya açılıp, konu başlıkları alt alta sıralandıktan sonra “İniş Protokolü bölümüne gel ve sırasıyla Siklonik Bölgeler, Derin Kırmızı Göz, Alçak Basınç Özellikleri...” EKA bu sırada sözümü keserek “İris seni arıyor, Onur.” dedi. “Hatta bağla.” komutunu verdikten sonra duvarlardaki hoparlörlerden İris'in sesi duyuldu: “Merhaba Onur, mikro füzyon motorundaki arıza giderildi. Tamir ücreti olan yüz seksen beş kredi tutarındaki ödemeyi onaylıyor musun?” “Onaylıyorum İris. Sıradaki varış noktasını garaj olarak işaretle ve hedefe ulaşınca park moduna geç.” dedim. İçecek bir şeyler almak için mutfağa gittiğimde EKA “Monitörü mutfağa yansıtmamı ister misin?” diye sordu. “Hayır EKA, şimdi değil.” diye yanıt verdim ve buzdolabından bir şişe meyve suyu aldıktan sonra, “Akşam yemeği için pizza sipariş edersin.” diye konuşmaya devam ettim. “Bunu listeye ekledim. Bu arada şu anda Salih Bey arıyor.” dedi. Hatta bağlamasını söyledikten sonra Salih Bey'in sesi duyuldu: “Merhaba Onur ne yapıyorsun?” “Merhaba Salih Bey, Jüpiter Raporu üzerindeki son düzenlemeleri yapıyorum.” diye yanıt verdim. “Bu yeni raporu yarın Konsey'e mutlaka sunmamız gerekiyor, bunu biliyorsun değil mi?” dedi. “Evet biliyorum. Herhangi bir problem yok. Rapor uzun zamandır hazır; onu herkesin anlayabileceği bir düzene sokmaya çalışıyorum sadece, ama bence bu haliyle bile işe yarar.” diye karşılık verdim. Salih Bey “Konsey bu raporun yanı sıra senden bu konuyla ilgili detaylı bir açıklama da isteyecektir. Onlara, neden Derin Kırmızı Göz'ü tercih ettiğimizi ayrıntılı olarak anlatman gerekecek. İkna olmazlarsa Konseydeki görevime son verilebilir ve bu en az benim kadar seni de etkiler. Bunu biliyorsun değil mi?” diyerek, üstü kapalı bir tehdit olarak da algılanabilecek bir uyarıda bulundu. “Merak etmeyin. Onlara, iniş için en mantıklı yolun bu olduğunu tüm detaylarıyla açıklayacağım.” diye cevap verdim. O gün, gece geç saatlere kadar, Konsey'e sunmak üzere hazırlamış olduğum Jüpiter Raporu’nu son kez gözden geçirdim. Ertesi gün İris beni Konsey binasının önünde bıraktığında, kendimi heyecanlı bir kalabalığın ortasında buldum. Konsey birkaç saat sonra, fırlatmadan önceki son toplantısını yapacaktı ve kendisine sunulan son raporları inceleyecekti. Sıradan bir akademisyenden daha fazla tanınan biri olmadığımdan dolayı, ortalıkta röportaj yapmak için yetkili birilerini arayıp duran gazetecilerin arasından kolayca sıyrılarak binaya girdim ve Salih Bey’in odasına doğru yürüdüm. İçeri girdiğimde onu, kısa bacaklarıyla telaşlı ve aceleci adımlar atarak, odasını, sürekli olarak bir uçtan diğerine katederken buldum. Yerde bir şeyler arar gibi etrafta gezinen bakışlarını yüzüme doğru kaldırıp, odasına giren kişinin ben olduğumu görünce, tombul yüzündeki gergin kas grupları birdenbire gevşedi ve sanki göğüs boşluğunu dolduran bir sıkıntıdan bir çırpıda kurtulmak istermişçesine derin bir soluk alıp verdikten sonra “Nihayet gelebildin. Raporda herhangi bir problem yok değil mi?” dedi. “Her şey yolunda Salih Bey.” diye cevap verdim ve sonra “Biliyor musunuz efendim, aslında bu toplantının Mars’ta yapılmasını çok isterdim.” diye ekledim. “Mars’ı görmeyi ne kadar çok istediğini biliyorum Onur. Sana söz veriyorum, Mars’ta bir toplantı yapılacağını öğrendiğim zaman yapacağım ilk iş, senin Konsey'e gözlemci olarak katılmanı sağlamak olacak.” diye karşılık verdi. O, koltuğuna kurulduktan sonra raporun bir nüshasını masasının üzerine bıraktım ve “Toplantı salonunda görüşürüz efendim.” diyerek odasını terk ettim. Salondaki protokol sıralamasında en arkalarda yer alan koltuğumda otururken, kürsüye çıkan bilim insanları sırasıyla raporlarını Konsey’e sundu, delegeler görüşlerini bildirdi ve birkaç hararetli tartışma yaşandı. İlerleyen dakikalarda ortamın daha da gerilmesi kaçınılmazdı, çünkü Konsey her geçen yıl daha da pahalı projelere imza atıyordu ve gerekli masraflar, Konseye üye olan devletlerin arasında bölüştürülüyordu. Bazı temsilciler de astronomik rakamlarla ifade edilen bu proje kesintilerinden oldukça şikayetçiydi. Konseyin daimi üyeleri; Macaristan, Avusturya, Türkiye, Romanya ve Bulgaristan'dı. Bunlar aynı zamanda, bundan on yıl önce yaşanmış olan 3. Dünya Savaşı'nın beraberinde getirdiği nükleer yıkımdan etkilenmeyen ve uzay teknolojileri alanında diğerlerinden sıyrılarak adeta çağ atlayan ülkelerdi. Tüm bu gelişmelerin kıvılcımını ateşleyen şey, Oğuz Haktan’ın uzay teknolojileri alanındaki buluşları olmuştu. Yabanarısı felaketinden sonraki on iki yıl boyunca, Konsey üyelerinin ortak çalışmalarıyla bu buluşlar geliştirilerek bugünkü teknolojik seviyeye ulaşılmıştı. Konsey ülkeleri uzay faaliyetleriyle ilgili birbiri ardına projeler geliştirirken, diğer ülkeler de bir yandan nükleer kıyımın açmış olduğu yaralarını sarmaya çalışıyor, bir yandan da soğuk savaş ve iç karışıklıklarla mücadele ediyordu. Nükleer savaş sırasında tarafsızlıklarını ilan etmemiş olsalardı, muhtemelen Konsey ülkeleri de şimdilerde diğer ülkelerle aynı kötü kaderi paylaşıyor olacaktı. Onları savaşın öğütücü dişlerinin arasından kurtaran şey, kendilerine ilke edindikleri barışçıl politikalardı. Kendi türünden olmayanın bile var olma hakkına saygı duymanın kutsal erdemi, insanlık tarihi boyunca sürekli olduğu gibi, bu sefer de sahiplerini yarı yolda bırakmamıştı. Oturduğum yerde, raporumun sunumu üzerinde çalışmaya devam ederken, o sırada kürsüde konuşmasını yapmakta olan Salih Bey “Şimdi yeni Jüpiter Raporu’nu sunmak üzere üniversitemizin değerli personeli Onur Mumcu'yu kürsüye davet ediyorum.” dedi. Notlarımı aceleyle toparlayarak ayağa kalktım ve katılımcıların donuk bakışları arasında ilerleyerek kürsüye çıktım. Beni izleyen yüzlerce insanın karşısında hata yapma endişesiyle çarpan kalp atışlarımı dizginlemeye ve düzensiz soluk alıp verişlerimi kontrol etmeye çalıştıktan sonra sunumuma başladım: “Saygıdeğer Konsey üyeleri, bildiğiniz üzere dünyamızı tekrar ışığa kavuşturabilmek için Jüpiter’in bir yıldıza dönüştürülmesi fikri hala tartışılagelen bir konudur; fakat Marduk Projesi'yle elde edilecek bilgiler bu konuyla ilgili sorulara kesin cevapları verecektir. Kişisel görüşlerimi soracak olursanız biz Jüpiter’i bu konu hakkında incelerken, Şamaş Mürettebatı daha erken davranarak Güneş'teki füzyonu tekrar başlatmayı başaracaktır fakat bu durumda Marduk Projesi asla boş yere yürütülmüş bir girişim olmayacaktır; çünkü Marduk Mürettebatı bu görev sonunda Jüpiter'le ilgili değerli bilgilere ulaşa...” bu esnada bir Macar temsilci, oldukça yüksek bir ses tonuyla sözümü keserek “Ne yani. Orada kalkmış bize Marduk Projesi'nin sadece merak gidermek için planlanmış bir girişim olduğunu mu söylüyorsun? Üye ülkelerin Konsey'e oluk oluk akıttığı o kadar kredi, sadece Jüpiter'le ilgili birkaç fantezi için mi?” diye sordu. Ona cevap vermek için ağzımı açtığım esnada bir Avusturyalı, masasına sertçe, art arda vurarak beni susturdu ve “Asıl israf olan Şamaş Projesi'dir. Güneş’teki füzyon hiçbir şekilde yeniden başlatılamaz...” O sırada Bulgar masalarından yükselen uğultuların arasında “Neden peki? Yoksa zamanında o küçük nötron yıldızını yanlışlıkla Güneş'e ışınladığınız için mi?” diyen bir ses duyuldu. Ona, başka bir Avusturyalının sesi karşılık verdi: “ O ışınlamanın, Güneş'in şimdiki durumuyla hiçbir ilgisi yok. Bahsettiğiniz nötron yıldızı o sırada güneş siteminin çok çok uzağına, Andromeda Galaksisi’nde bir yerlere ışınlandı. Bu konu hakkındaki diğer söylentiler asılsız iddialardan öteye gidemez.” Hep bir ağızdan sesler yükselmeye başlamıştı ki salondaki sükuneti tekrar sağlayan şey, Salih Bey'in “Değerli delegeler, izin verin de kürsüdeki konuşmacımız sunumuna devam etsin.” diyen bağırtısı oldu. Salona buz gibi bir sessizlik hakim olduktan sonra Salih Bey'in bana “Üzerine vazife olmayan konulara girme!” der gibi bakan öfkeli gözlerini fark ettim ve konuşmama kaldığı yerden devam ettim: “Sayın katılımcılar, şu an mevcut verilere göre Jüpiter’in kalın atmosferinin altında bir füzyon reaksiyonu başlatmak mümkün gibi görünüyor; ama söz konusu gezegenle ilgili bu bilgilerimiz o kadar yetersiz ki gezegenin kütlesinin böyle bir reaksiyona nasıl bir tepki vereceğini kestirebilmek olanaksız. Dünyamızın yaklaşık olarak bin katı büyüklüğünde olan bu gezegenin kütle çekimine yakalanıldığında, büyük oranda hidrojen ve helyumdan oluşan kalın atmosferine 25,8 m/s gibi oldukça yüksek bir ivmeyle girilecektir. Hafniyum alaşımından yapılmış ısı kalkanlarının bile Jüpiter’in atmosferinde bu hızda ilerlerken işe yarayacağını pek sanmıyorum. Atmosferde derinlere indikçe basınç ve sıcaklık inanılmaz derecede artacaktır...” bu sırada konuşmam yine aynı Macar temsilci tarafından kesildi: “Zaten hafniyum alaşımını da işte bu yüksek basınç ve sıcaklıklara karşı koyması için geliştirmedik mi?” Bu sözlerden sonra salonda uğultular tekrar yükselmeye başlad��. Sol kulağımın içinde bulunan ve farklı dillerdeki konuşmaların sesli çevirisini otomatik olarak yapan cihazın ses seviyesini biraz düşürdükten sonra, salondaki uğultuların kesilmesini beklemeden konuşmama devam ettim: “Çok doğru sayın temsilci; fakat Jüpiter’in kalın atmosferinin altında bizleri nelerin beklediği konusu hala büyük bir gizem oluşturuyor. Gezegen, kendisine gönderilen radar sinyallerini geri yansıtmadığı için iç yapısı hakkında bildiklerimiz, daha doğrusu tahmin edebildiklerimiz hala çok sınırlı. Jüpiter’in yakınından geçip yollarına devam eden ve gezegenin çekimine kapılarak atmosferinde yanan uzay sondalarından elde edilen verilere göre, yaklaşık yedi bin kilometre kalınlığındaki atmosferin altında Sıvı Metalik Hidrojen Okyanusu bulunuyor olmalı. Bu noktada sıcaklığın en az beş bin santigrat derece olacağını tahmin ediyoruz. Belki hafniyum alaşımı bu sıcaklığa dayanabilir, ama iki milyon bar değerlerindeki atmosfer basıncı da en az bu yüksek sıcaklık kadar yok edici ve ölümcül bir problem olarak karşımıza çıkacaktır. Şu anda bu kürsüde konuşuyor olmamın nedeni de işte bu yok edici riskleri minimum düzeye indirecek bir öneri sunmak isteyişimdir. Avusturyalı değerli bilim insanı Paul Jesper'ın Konseye sunmuş olduğu bir önceki Jüpiter Raporu’nda en uygun iniş noktasının, gezegenin ekvatorunun otuz sekiz derece güneyinde yer alan alçak basınç merkezi olduğu öne sürülmüştür; fakat bizim elimizdeki verilere göre bu noktaya inecek herhangi bir sondanın elektronik aksamları atmosferdeki yanma sonucu ağır hasar görecektir ve sıvı metalik hidrojen okyanusuna düştüğünde yüksek basınç altında ezilip parçalanacaktır. Yaklaşık dört ay önce Engerek isimli uzay sondamız Jüpiter’in ekvatorunun kırk iki derece kuzeyinde, iki süper jet hava akımının kesiştiği noktada siklonik özelliklere sahip bir atmosfer girdabı keşfetti. Girdabın çapı, içine iki buçuk dünya sığabilecek büyüklükte; derinliği ise yedi bin kilometre ve bu da Jüpiter’in atmosfer kalınlığına tekabül ediyor. Bu devasa anaforun merkezi, Jüpiter'de görmeye alışık olduğumuz diğer türbülanslar gibi antisiklonik özellikler taşımıyor. Bildiğiniz üzere birim alana dikey yönde uygulanan kuvveti, basınç olarak tanımlıyoruz. Derin Kırmızı Göz’ün merkezindeki yatay merkezkaç kuvvetinin, dikey atmosfer basıncını yüzde yirmi beş oranında kıracağını düşünüyorum. Bu bölgede yüzey sıcaklığı da aynı oranda düşük olacaktır. Ayrıca girdabın merkezindeki savurma kuvveti bu bölgenin atmosferini de büyük ölçüde inceltmiş durumda; bu da oraya inecek herhangi bir sonda aracının daha az sürtünmeye ve daha az ısınmaya maruz kalacağı anlamına geliyor...” Bu esnada salonda uğultular tekrar yükseldi ve Avusturya masalarından ayağa fırlayan bir temsilci sağ elinin işaret parmağını hiddetle bana doğru sallayarak “Bu adam delinin teki. Bu nasıl bir saçmalık böyle?” diye bağırdı. Homurdanmalar yerini yer yer gülüşmelere bırakırken, bir Bulgar temsilci, Salih Bey'in masasına dönerek “Sayın temsilci, kürsüye çıkardığınız bu adamın neler saçmaladığı hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?” dedi. Derin bir hayal kırıklığıyla dudaklarını büzen Salih Bey bir elinin avuç içini, utançtan kızarmış yüzüne siper eder gibi yaparak iki yana salladı ve cevap vermeyi reddetti. Konseyin dönemsel başkanı olan Avusturyalı Manfred Martin, Konseyin arması olan üç gövdeli ceviz ağacı figürüyle bezenmiş olan deri duvar panosunun önündeki koltuğundan doğrularak eliyle masaya birkaç defa vurdu ve “Sayın Onur Mumcu’nun bu açıklamalarından sonra Paul Jesper’a söz hakkı doğmuştur.” dedi. Bunun üzerine Paul ayağa kalkıp, kullanacağı kelimeleri seçmek için büyük bir çaba harcıyormuşçasına eliyle bir süre çenesini ovuşturdu. Nazik karakteri en belirgin kişisel özelliği olan bu adam şimdi benim görüşlerim karşısında kendini savunmak ya da raporumun akıl dışılığını izah etmek için yine nezaketten ödün vermemeye çalışıyormuş gibi görünüyordu ve konuşmaya başlayınca, salondaki herkes dikkatini ona yöneltti: “Sayın Onur Mumcu ile yaklaşık bir yıldır Marduk Projesi üzerinde çalışıyoruz. Uzun araştırmalarımız sonucunda, raporumda belirtmiş olduğum iniş noktasını belirledik; fakat bir süre sonra birtakım görüş ayrılıkları yaşamaya başladık. Tanıdığım kadarıyla oldukça duygusal bir kişiliğe sahip olan Bay Onur, sanırım özel yaşamındaki bazı problemlerden dolayı Marduk Projesi’ne gereken dikkati gösteremedi. Üzülerek söylemem gerekiyor ki sayın Onur Mumcu’nun raporunda belirtmiş olduğu iniş noktası söz konusu projeyi ölümcül bir çıkmaza sokacaktır. Jüpiter gibi dev bir gezegenin atmosferinin vahşi girdaplarının ortasına dalmak gerçekleşmesi imkansız bir hayalden öteye geçemez ve böyle bir girişimde bulunan her cisim saatte en az altı yüz kilometre hızla esen rüzgarlara kapılarak parçalara ayrılır. Şu ana kadar belirlenmiş en uygun iniş noktası, raporumda belirtmiş olduğum noktadır.” Paul'un sözleri biter bitmez salonda çılgınca bir alkış fırtınası koptu. Konsey başkanı her iki raporu da oylamaya sundu ve Paul'un raporu ezici bir çoğunlukla onaylanarak Konsey'den geçti. Salih Bey yüzünde hiddet ile hayal kırıklığı karışımı bir ifadeyle yumruğunu sertçe masaya vurup salonu terk etti. Ağustos ayında üç aylık Konsey başkanlığını devralma sırası Türkiye’ye gelecekti ve Salih Bey de güçlü adaylardan biriydi; fakat raporumun Konsey’den geçememesiyle birlikte muhtemel seçmenlerinin gözleri önünde şimdi itibarına ağır bir darbe inmişti. Kürsüden indikten sonra, o kızgın adamla uzunca bir süre karşılaşmamayı umut ederek Konsey binasını terk ettim. Ertesi gün, rutin programımızda olan yüksek basınç, g kuvveti ve yer çekimsiz ortam eğitimleri için tesise gittiğimde, testlerden geçemeyip elenenler dışında tüm Marduk mürettebatı adayları yine oradaydı. Biz öğlen saatlerine kadar dünya dışı ortam testlerine tabi tutulurken, bize yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki hangarda fırlatma gününü bekleyen Marduk da muhtemelen yüksek radyasyon, ısı ve basınç konularında son sınavlarını veriyordu. Beş yüz seksen metre uzunluğundaki bu uzay aracı Türkiye’den fırlatılacağı için Avusturyalı, Türk, Macar ve Bulgar mühendisler tarafından Türkiye’de inşa edilmişti. Son eğitimimizin üzerinden geçen beşinci günün ardından fırlatma günü gelip çatmıştı. Sabah saatlerinde Orhan'la birlikte tesisin toplantı salonuna gittik. Kırmızı renkli deri koltukların çoğu, oraya bizden önce gelmiş olan mürettebatla doluydu. Kendimize arka sıralarda bir yerde oturacak boş koltuklar bulduk ve beklemeye başladık. Salondaki kalabalığın uğultusu aniden kesildiğinde, içeri konsey başkanının girdiğini gördüm. Manfred Martin hızlı adımlarla kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı: “Dostlarım, insanlık tarihinin en büyük ve zor görevlerinden birini üstlenmiş olan Marduk mürettebatıyla aynı salonu paylaşıyor olmanın tarif edilmez gururunu yaşıyorum. Yıllar süren çalışmalarımız, saatler sonra artık bambaşka bir boyuta ulaşacak ve Jüpiter’i keşfetmek için yola çıkacaksınız. Onu bir yıldıza dönüştürüp, dünyayı mahkum olduğu karanlıktan kurtaracağınıza tüm kalbimle inanıyorum. Bu fedakar çabalarınızdan dolayı tüm dünya ve gelecek nesiller bundan yüzyıllar sonra bile sizi saygıyla anacak ve isimleriniz tarih kitaplarında hak ettiği yeri alacaktır. Dualarımız sizinle...” Başkanın konuşması bittikten sonra toplu taşıma araçları bizi fırlatma platformuna götürdü. Güçlü projektörlerle aydınlatılmış platform üzerindeki Marduk'un devasa metal gövdesinin yukarı kısımlarına bakmak insanın başını döndürüyordu. Mobil asansör bizi Marduk’un giriş kapısına çıkardı ve kapının ağzında bizi geminin kaptanı Teodora Reni karşıladı. Konsey’de çekilen kurayla, Marduk'a kaptanlık etme görevi Bulgaristan’ın adayı olan Teodora'ya verilmişti. Onu ilk defa bu kadar yakından görüyor olmamın heyecanı, bir an için, birkaç saat sonra Jüpiter’e doğru yola çıkacak olmamın heyecanını bastırmayı başardı. Otuzlu yaşlarında, uzun boylu ve oldukça çekici bir kadındı. Yıldızsız bir gece kadar siyah saçları sıkı bir şekilde toplanmış ve başının üzerinde bir topuz oluşturmuştu. Cildi neredeyse bir lotus çiçeği kadar beyaz ve pürüzsüzdü; öyle ki insana bir an için onun yarı şeffaf bir tene sahip olduğunu düşündürtüyordu. Donuk yüzü, sanki bir insana ait değilmiş gibi, herhangi ifadeden yoksundu. Pembe renkli, dolgun dudakları konuşmak haricinde hareket etmiyordu ve onları gören biri bu dudakların gülümseme eylemini hiçbir zaman gerçekleştirmemiş olduğunu sanırdı. Giymiş olduğu kırmızı renkli, basınç dengeleyici uçuş tulumu kıvrımlı vücut hatlarına tam olarak oturmuştu. Buz mavisi kocaman gözleri etrafa soğuk, ama anlaşılmaz bir şekilde insanı etkisi altına alan bakışlar fırlatıyordu. Bir ara kısa süreliğine onunla göz göze geldik ve o an kendimi sanki kedigiller familyasına ait vahşi ve tehditkar bir hayvanla yüz yüze gelmişim gibi hissettim. O an kalbim, doğal avcısıyla karşılaşmış bir tavşanın yüreği kadar hızlı atmaya başladı. Teodora Konsey toplantısına katılmamıştı; ama orada olup bitenleri basından takip etmiş olmalıydı. Bir ara bana dönüp, Derin Kırmızı Göz’le ilgili görüşlerimden dolayı bana alaycı gözlerle bakacağını ya da birkaç iğneleyici söz sarf edeceğini sandım; ama kısa süre sonra o soğuk mavi gözlerinden, iç dünyasında ne tür duygular yaşadığına dair herhangi bir anlam çıkarmanın imkansız olduğunu fark ettim; hatta öyle ki onun herhangi bir duyguya sahip olduğundan bile şüphe etmeye başladım. Hep birlikte, ucu fırlatma kabinlerine açılan köprü boyunca ilerlerken, Teodora önümüzde yürüyor; geminin boyutları ve bazı teknik özellikleri hakkında bilgiler veriyordu. Paul Jesper bir ara adımlarını hızlandırarak aramızdan sıyrıldı ve Teodora'nın yanına kadar sokuldu. Sonra bir süre alçak sesle bir şeyler konuştular. Ardından Teodora geriye dönüp, Konsey Güvenlik Kurulunda görevli üst rütbeli bir subay olan Gürkan Soyaklı'ya seslendi. Bunun üzerine Gürkan ve onun yanında yürüyen bir adam koşar adımlarla onların yanına vardılar ve bulunduğum uzaklıktan ne dedikleri anlaşılmayacak şekilde konuşmaya başladılar. O sırada yanımda yürüyen Orhan’ı dirseğimle dürterek “Gürkan’ın yanındaki şu kısa boylu, gözlüklü adam da kim?” diye fısıldadım. Orhan aynı alçak ses tonuyla “O mu? O nükleer fizikçi Erkan Akar.” diye cevap verdi. Bu ismi daha önce birçok defa duymuştum, fakat kendisini ilk defa görüyordum. Kendisi birçok defa Güvenlik Kurulunun nükleer silah faaliyetlerinde görev yapmıştı. “Peki ama bu adamın bu gemide ne işi var?” dedim. Orhan bu konuda hiçbir fikri olmadığını ima etmek için umursamaz bir ifadeyle dudaklarını büzerek avuçlarını açtı; fakat benim tahmin ettiğim bir şeyler vardı: Gemide bir yerlerde bir hidrojen bombası olmalıydı. Ne konuştuklarını duymak için onlara doğru hızlandığım esnada Teodora parmağıyla, köprünün sağ alt kısmındaki bir bölümü işaret etti ve Gürkan o noktaya bir bakış atıp, bir şeyleri onaylar gibi, başını aşağı yukarı salladı. Onlara bir hayli yaklaştığımda konuşmalarını aniden sonlandırdılar. Birkaç adım gerisinden takip ettiğim Teodora aniden bana doğru dönerek gözlerini gözlerime dikti ve o keskin bakışlarından kalbime akan soğuklukla yüreğim buz kesti. “Söylemek istediğiniz bir şey mi vardı, Bay...?” diye sordu. Kurduğu cümleyi “Onur Mumcu.” diye tamamladım, tokalaşmak için ona doğru elimi uzatırken. Elim bir süre boş bir şekilde havada kaldıktan sonra isteksizce elini uzatarak benimle tokalaştı. Tokalaşmaya hevesli olmayan birine göre elimi oldukça kuvvetli bir şekilde sıktı. Bir bayana, hatta bir insana göre o kadar kuvvetliydi ki kendisini görmeseydim, bir makineyle tokalaştığıma yemin edebilirdim. Böyle bir hisse kapılmamın bir diğer nedeni ise ellerinin de en az mizacı kadar soğuk olmasıydı. “Evet Bay Mumcu. Sizi dinliyorum.” dediğinde bir süre ne söyleyeceğimi bilemedim ve sonra “Şey, ben sadece Marduk'un kaptanıyla tanışma şerefine nail olmak istemiştim.” dedim. Paul, Gürkan ve Erkan bizi şaşkın gözlerle izlerken, Teodora “Tanıştığımıza memnun oldum Bay Mumcu, fakat şu anda mürettebat olarak birbirimizle tanışmaktan çok daha önemli işlerimiz var. Farkında mısınız bilmiyorum ama Marduk'un fırlatılmasına çok az bir süre kaldı.” diyerek pek de insancıl olmayan bir karşılık verdi. “Bağışlayın Kaptan. Sizi meşgul etmek istemezdim.” diyerek, gerimizden gelen gruba tekrar dahil oldum. Orhan sırıtarak dibime kadar sokuldu ve “Pek de olumlu bir tanışma girişimi olmadı sanırım. Teodora çok ilginç bir kadındır. İşinden başka hiçbir şey düşünmez.” dedi. “Tam da konseye lazım olan bir kişilik...” diye karşılık verdim ve sonra “Orhan, sanırım bu gemide bir hidrojen bombası var.” diye ekledim. “Eee, ne var peki bunda? dedi. “Bu bir araştırma gemisi. Daha Jüpiter’in yapısını incelemeden nasıl olur da bizimle birlikte bir termonükleer silah gönderirler, hem de bunu bizden saklayarak... Konsey’in bu kadar aceleci davranmasına bir anlam veremiyorum. Daha Şamaş Ekibi’nin çalışmalarının sonuçlanmasını beklemeden bizi Jüpiter’e yollamanın mantıksız bir karar olduğunu düşünen tek kişi ben miyim acaba?” Orhan “Bu sorunun cevabını Konsey toplantısında kendin verdin zaten: Marduk Projesi’yle elde edilecek verilerle Jüpiter’le ilgili birçok şey öğrenecekmişiz de falan filan da...” O sırada Teodora bizlere, fırlatma kabinlerini işaret ederek “Kabinlerin her biri elli kişilik... Bunların içinde kendinize boş bir koltuk bulup oturun ve kemerlerinizi bağlamayı unutmayın. Kabinleri sadece yer çekimsiz ortama ulaşıncaya kadar kullanacağız. Dünya atmosferini terk ettikten kısa süre sonra Marduk’un silindir gövdesi dönmeye başlayacak ve merkezkaç kuvveti, iç bükey güverteye yapay yer çekimi uygulayacak.” dedi. Zaten fırlatılmak için platforma dik olarak yerleştirilen geminin güvertesinde, dünya atmosferinden çıkmadan önce hareket etmek imkansız olmasa da çok zor olurdu, çünkü Marduk'un güvertesi, fırlatma kabinleri dışında, gemi uzay boşluğunda yatay olarak yol alacak şekilde dizayn edilmişti. Kabinlere giden koridor üzerindeki bir standda görevliler basınç tulumları dağıtıyordu ve mürettebat, bu standın önünde uzunca bir kuyruk oluşturuyordu. Orhan'la birlikte kuyruğa dahil olduk ve yaklaşık beş dakika sonra sıra bize geldiğinde görevliler yaka kartlarımızdaki isimlerimize göre, bizim için önceden hazırlanmış olan tulumlarımızı verdiler ve bizi kabinlerin önündeki soyunma kabinlerine yönlendirdiler. Mürettebat içindeki hiyerarşik düzene göre farklı renklerde imal edilmiş olan tulumların rütbe sıralaması yüksekten düşüğe doğru kırmızı, turuncu, sarı ve griydi. Marduk’taki tek kırmızı tulumu, kaptan sıfatıyla, gemideki en rütbeli kişi olan Teodora kullanıyordu. Yardımcı kaptanlar turuncu renkli tulumlar giyerken; belirli konularda görevlendirilmiş bilim insanları için sarı, daha alt düzeydeki teknik personel için gri renkli tulumlar hazırlanmıştı. Bu giysilerin kumaşı, karbon kökenli nanoteknolojik liflerden imal edilmişti ve basınç dengeleyici özelliğinin yanı sıra dış ortamdaki sıcaklık kaç derece olursa olsun, vücut sıcaklığını otuz yedi santigrat derecede muhafaza ediyordu. Orhan'la birlikte sarı renkli tulumlarımızı giydik ve fırlatma kabinlerinden birine girerek koltuklara yan yana oturduk. Yaklaşık yirmi dakika sonra duvarlardaki hoparlörlerden “Kemerlerinizi bağlayın.” talimatı duyuldu. Biz kemerlerinizi bağlarken otuz saniyelik geri sayım başladı. Orhan’ın yüzünde, pek heyecanlı değilmiş gibi bir ifade vardı. Ben ise kendimi az sonra İris'le birlikte sıradan bir yolculuğa çıkacakmışım gibi hissediyorum. Bunun nedeni muhtemelen birazdan çıkacak olduğum yolculuğun oldukça sıra dışı ve inanılmaz bir yolculuk olmasıydı. İçinde bulunduğu durumları daha önce yaşadığı deneyimlere göre değerlendiren insan psikolojisi, doğasına uygun olarak, yine her zaman yaptığı şeyi yapıyor; alışkanlıklarının ötesindeki bir kavramı korku, heyecan ya da mutluluk kategorilerinde sınıflandırabilecek herhangi bir ölçüt bulamıyordu. Bir ailem olsaydı belki biraz olsun hüzün hissedebilirdim; ama tıpkı Orhan gibi, benim de bir ailem yoktu ve fırlatma platformuna giderken, EKA ve İris dışında herhangi biriyle vedalaşmamıştım. G kuvvetinden minimum düzeyde etkilenmemiz için koltuklarımız tam olarak geriye yattı. Geri sayım sona erdiğinde ateşlenen roketlerin gürültüsü ürkütücüydü. İnsanı, kıpırdayamazcasına koltuğuna yapıştıran g kuvveti, bana kendimi, sanki iç organlarımı söküp çıkarıyorlarmış gibi hissettiriyordu. Jet motorlarının sesleri, kulakları sağır eden gök gürültülerini andırıyor ve kabindeki tüm çığlıkları bastırıyordu. Şiddetli sarsıntılar beynimi çalkalıyor, midemi bulandırıyordu ve sanki tüm kanım büyük bir şiddetle damarlarımdan çekiliyordu. Bir süre sonra tüm bu etkiler azalmaya başladı ve tamamen sonra erdiğinde atmosfer dışında olduğumuz anonsu duyuldu. Verilen talimatla kemerlerimizi çözdük ve sıfır yer çekimiyle havada süzülerek kabin çıkışına doğru ilerledik. Çıkış kapısından geçerek, uzunca bir koridor boyunca süzüldük ve koridorun diğer ucundaki kapaktan çıkınca ana güverteye açılan kapıya ulaştık. Bulunduğumuz nokta tam olarak, Marduk’un silindir gövdesinin dönüş ekseninde olduğu için henüz yapay yer çekimini hissedemiyorduk. Kapıdan zemine inen ve dev boyutlarda olan cam asansörü kullanarak güverteye ulaştığımızda, yapay da olsa yer çekimine tekrar kavuşabilmenin mutluluğunu yaşadım. Ana güverte ve uçuş güvertesi bölmesiz olarak inşa edilmişti ve yapay yer çekimi silindirik iç yüzeyin her noktasında aynı olduğu için burada aşağı ve yukarı kavramları yoktu. İki yüz otuz metre çapındaki gövdenin bize göre tabanında, kavisli duvarlarında ve tavanında oradan oraya koşuşturan insanları ve tüm silindirik iç yüzeyi bir örümcek ağı gibi sarmış olan şeffaf boruların içinde hızla hareket eden cam asansör kabinlerini görmek gerçekten de çok ilginç bir manzaraydı. Aldığımız uçuş eğitimlerinden bu duruma hepimiz aşinaydık ama yine de başımı yukarı kaldırıp baktığımda, kendimi bir an için iki yüz otuz metre yüksekliğindeki kocaman bir odanın tavanında baş aşağı duruyormuşum gibi hissettim. Görevli personel görev yerlerini alırken Orhan’la birlikte, bir süre etraftaki koşuşturmayı izledik ve sonra uçuş güvertesine girdik. Geminin ön kısmında iki yüz otuz metre çapında panaromik bir cam, daha doğrusu cam görümünde holografik bir ekran bulunuyordu. Geminin dış ön kısmında bulunan yüzlerce kamera, aldıkları yüksek çözünürlüklü görüntüleri eş zamanlı olarak Marduk’un ön kısmındaki metal duvarın yüzeyindeki holograma yansıtıyordu ve bu durum insana, sanki iki yüz otuz metre çapındaki dev bir uçuş camının önünde duruyormuş gibi hissettiriyordu. Uzayın soğuk ve derin karanlığından başka bir görüntü olmayan dev panaromik ekranın önündeki kaptan koltuğunda oturan Teodora, zarif elleriyle önündeki holografik bilgisayarda uçuşla ilgi birtakım işlemler yapıyor; Marduk’u kontrol eden yapay zekalı bilgisayar ise Teodora’nın sisteme girdiği komutları sesli olarak teyit ediyordu. Teodora bir elinin işaret parmağını düşünceli bir şekilde dudaklarının arasına götürdü ve bilgisayara “Foton İz Sürücüsünü aktif hale getir.” diye sesli bir komut verdi. Az sonra arkamda başka bir bayan sesi duydum: “Bu İz Sürücü denen şeyin ne işe yaradığını hala anlayabilmiş değilim.” Arkama döndüğümde karşımda minyon tipli ve esmer tenli bir bayan gördüm. Marduk’un yapay yer çekimi, dalgalı siyah saçlarını omuzlarına döküyordu ve sarı renkli tulumundan, onun da bizim gibi bir bilim insanı olduğu anlaşılıyordu. Yaka kartında Petra Dorina yazıyordu ve bu isim bende herhangi bir çağrışım yapmıyordu. Kullandığı dil Macarca'ydı. Kahverengi bakışlarının, holografik kontrol panelleri üzerinde çeşitli ayarlamalar yapan yardımcı kaptanlar üzerinde gezindiğini görünce, az önceki sözlerinin özellikle bizden yanıt almaya yönelik kurulmuş bir cümle olmadığını fark ettim; fakat Orhan “Bu teknoloji, uzayda belirli bir mesafeyi çok daha kısa sürede katetmeye yarıyor.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine bu bayanın anlamsız bir ifadeyle Orhan’a baktığını görünce “Uzayda iki nokta arasındaki en kısa yol, düz bir çizgi değildir.” diyerek söze karıştım ve bu sözlerimle, bayanın dikkatini bana ya da ne demek istediğimi anlamaya yoğunlaştırdığını fark edince konuşmaya devam ettim: “Uzay-zaman dokusu, yanlış bilinenin aksine, düz bir yapıya sahip değildir. Maddeler, çekim güçleri oranında uzayı ve zamanı eğip büker ve biz iki nokta arasındaki düz bir çizgide yol aldığımızı zannederken, aslında uzay-zaman dokusundaki girinti ve çıkıntıları dolanırız. İnsan, uzay ve zamandan bağımsız bir varlık olmadığı için bizim, uzaydaki bu dolambaçlı yolları algılayabilmemiz mümkün değildir; fakat maddelerden çok farklı özelliklere sahip olan fotonların yardımıyla bunu anlayabilmemiz mümkün. Foton İz Sürücüsü, uzayda belirli bir hedefe doğru foton gönderen bir lazerdir. Bizler radar üzerinde bu ışınları, eğri büğrü çizgiler olarak görürüz; fakat bunlar aslında belirlenen hedefe giden en kısa yollardır. İşte İz Sürücüsü de bu fotonların hareketlerini takip ederek, hedefe giden en kısa yolu izler.” Petra Macarca bir şeyler söyledi ve kulaklarımızdaki çeviri cihazları, onun söylediklerini birkaç saniye gecikmeyle Türkçe'ye çevirmeye başladı: “Gerçekten çok ilginçmiş. Açıklamanız için teşekkür ederim. “ “Buradaki göreviniz nedir?” diye sorduğumda “Ben Marduk’un tıp subayıyım. Adım Petra Dorina.” diyerek elini uzattı. Onunla tokalaşıp kendimi tanıttıktan hemen sonra, tanışmak için Orhan’a döndü ve o an yüzünü utangaç bir ifade kapladı. Elini götürdüğü saçlarını parmaklarının arasına alarak taradı ve bir kısmını parmaklarına dolayarak kıvırdı. Onunla konuşurken, belki farkında olmadan, davranışları az öncekine kıyasla çok daha kadınsı özellikler sergilemeye başladı. Orhan ise ona JAK 5200’den bahsederken omuzlarını öne çıkarıp, sırtını hafifçe kamburlaştırdı ve heyecanlı elleri, içlerine girebilmek için beceriksizce, üzerindeki tulumun ceplerini aradı. Bir süre sonra, Marduk’u kontrol eden bilgisayarın “Belirlenen hedefe olan uzaklık altı yüz milyon kilometre. Tahmini varış süresi otuz üç dakika.” diyen sesi duyuldu. Orhan saatine baktıktan sonra Petra'ya biraz daha yaklaştı ve “Bak ne diyeceğim; biraz sonra Onur'la birlikte, JAK'ın belleğinde birkaç güncelleme yapacağız. İstersen sen de bize katılabilirsin.” dedi. Petra bu teklifi memnuniyetle kabul etti ve hep birlikte JAK'ın muhafaza edildiği hangara yürüdük. Girişteki kilit sistemi Orhan'ın gözünü taradıktan sonra yüksek güvenlikli kapı kayarak açıldı. Hangar girişindeki bu kilidi açma yetkisi Orhan dışında Teodora, Paul ve bende de vardı. İçeri girdiğimizde, üç metre uzunluğundaki robot hareketsiz bir şekilde, hangarın ortasında duruyordu. Orhan sesli komut verince JAK uyku modundan çıktı ve gözlerinin olması gerektiği yerde olan kırmızı renkli lazer şerit yandı. Enerji yüklenen işlemcilerinin uğultusu duyulmaya başladı ve eklemlerindeki motorların vızıltılarıyla birlikte JAK hareket etmeye başladı. Orhan “Merhaba JAK” dedi, “Jüpiter’e ulaşmamıza çok az bir süre kaldı. Onur'la birlikte belleğinde birkaç güncelleme yapacağız.” JAK, bacaklarının olması gereken yerde bulunan aracın paletlerinin çalışmasıyla birlikte Petra’ya doğru yaklaştı. Bir kolunu ani bir hareketle kaldırarak, uzun parmaklı elini Petra’ya uzattı ve “Evime hoş geldiniz bayan. Bendeniz Jüpiter Atmosfer Kaşifi 5200. Dilerseniz bana JAK da diyebilirsiniz.” dedi. Petra, JAK'ın iri, metal elini sıkıp sıkmama konusunda kısa süreli bir tereddüt yaşadıktan sonra onunla tokalaştı ve tam elini geri çekeceği esnada JAK'ın buna izin vermediğini fark ederek, hafifçe ürperdi. Petra, narin elini metal avucunun içinde inatla tutan JAK'a “Adım Petra Dorina. Marduk’un tıp subayıyım.” diyerek kendini tanıttıktan sonra JAK'ın dev gövdesi, pek de zarif olmayan bir hareketle öne eğildi ve yüzündeki lazer şeridin altında bulunan hoparlör bölümünü, Petra’nın elinin üst kısmına değdirerek “Tanıştığımıza memnun oldum Doktor Petra.” dedi ve sonrasında Petra’nın elini bıraktı. Petra, robotun avucundan kurtulan elini hızla geri çekti ve yerini korkudan şaşkınlığa bırakmış yüz ifadesiyle Orhan'a baktı. Orhan ise gülümseyerek ona “JAK’a Jüpiter’le ilgili verileri Onur ve Paul Jesper yükler ama bu robot centilmenlik konusunda bildiklerini bana borçlu.” dedi. Tulumumum cebinden çıkardığım harici belleği JAK’a doğru uzatırken “Pekala JAK, sana Jüpiter’le ilgili yeni veriler getirdim. Bunları belleğine yüklersen hepimiz için çok faydalı olacak.” dedim. JAK ise metal elinin iç kısmını kendine siper eder gibi kaldırarak sağa sola salladı ve “Olumsuz, Onur. Üzülerek söylemek istiyorum ki hafızama veri yüklemeye yetkiniz bulunmuyor.” dedi. Ben şaşkınlıktan donakalmış bir şekilde öylece JAK'a bakarken, Orhan harici belleği elimden kapıp hızlı hızlı JAK'ın arkasına doğru yürüdü ve “JAK, hemen şimdi yapmamız gereken bir güncelleme var.” diyerek elini robotun ensesindeki harici bellek girişine doğru uzattığı esnada Orhan'ın elini havada yakalayan JAK “Özür dilerim Orhan. Maalesef buna senin de yetkin yok.” dedi. Hayretten ağzı bir süre açık kalan Orhan “Sen neler saçmalıyorsun JAK? Ben senin tasarımcınım.” dedi. JAK “Bunu biliyorum Orhan, ama yaklaşık kırk dakikada önce yapılan değişiklikle, belleğimde güncelleme yapma yetkin kaldırıldı.” dedi. Sinirden köpüren Orhan, en son güncellemeyi kimin yaptığını sorunca; JAK “ Teodora Reni ve Paul Jesper.” cevabını verdi. Orhan, JAK'a “Seni aptal metal yığını!” diye haykırarak, hızlı adımlarla hangar kapısından çıktıktan sonra Petra’yla birlikte onu takip ettik. Uçuş güvertesine doğru ilerleyen Orhan, kendisini sakinleştirmeye çalışan Petra’yı elinin tersiyle iterek kendinden uzaklaştırıyordu. Kaptan köşküne birkaç metre kala, onu engellemek için kolundan tuttuğum Orhan kolunu savurarak elimden kurtuldu ve “Kaptan Teodora!” diye bağırdı. Bunu duyan Teodora koltuğunu yavaşça geriye döndürdü ve “Sizi dinliyorum Bay Orhan.” dedi. Orhan’ın hiddeti karşısında bu kadar sakin davranabilmesi ürkütücüydü ve sanki kapımıza dayanmış olan kaçınılmaz bir çatışmanın habercisi gibiydi. Teodora’yla birlikte, o sırada onun koltuğunun yanında ayakta dikilen ve ellerini arkasında bağlayarak, Marduk’un panaromik ön camındaki manzarayı seyreden Gürkan da arkasına döndü; ama fal taşı gibi açılmış gözleriyle, onun, Kaptan Teodora kadar sakin olduğu söylenemezdi. Orhan “JAK’ı güncelleme yetkimi neden iptal ettiniz?” diye sorunca, Teodora “Çünkü artık buna gerek kalmadı. Bay Paul Jesper, JAK için gerekli güncellemeleri yaptı; az sonra da Jüpiter’e ulaşmış olacağız. Şu andan itibaren sizin göreviniz, Jüpiter’e inecek olan bir nolu sondada yer almak. Görev boyunca JAK'ın gönderdiği sinyalleri inceleyeceksiniz ve bu sinyallerde herhangi bir anormallik sezerseniz onu elle kumanda edeceksiniz. Bay Paul Jesper, JAK ve yedi kişilik sonda ekibi de görev boyunca size eşlik edecek.” diye cevap verdi. Orhan bu göreve katılmayı reddettiğini söyleyince, Teodora “ Üzgünüm Bay Orhan. Ne yazık ki böyle bir seçeneğiniz yok. Ben sadece Konsey’in vermiş olduğu emirleri uyguluyorum.” dedi. O sırada söze karışıp, Teodora’ya, Derin Kırmızı Göz dışındaki herhangi bir noktaya inmenin büyük bir felakete yol açabileceğini izah etmeye çalışırken Teodora “ Bay Onur Mumcu, size hatırlatmak isterim ki bu konudaki raporunuz Konsey tarafından reddedildi ve bunun sonucunda yetkilerinizin tamamı Paul Jesper’a devredildi. Şu anda sadece prosedür gereği, bir gözlemci olarak bu gemide bulunuyorsunuz.” diyerek sözümü kesti. Bu sırada Gürkan, güvertenin bir köşesinde ayakta bekleyen beş adama başıyla işaret verdi ve adamlardan ikisi bu işaretle birlikte koşup gererek, Orhan’ın koluna girdiler. Teodora “ Orhan Bey, bu baylar size görevli olduğunuz uzay aracına kadar eşlik edecek. Birlikte sondaya gidip son hazırlıklarınızı yapın.” dedikten sonra adamlar Orhan’ı, kollarından çekiştirerek en yakındaki asansör kabinine doğru sürüklemeye başladılar. Petra ve ben onlara engel olmaya çalıştığımız bir esnada, Gürkan'ın diğer üç adamından ikisinin bize silahlarını doğrultmasıyla birlikte durmak zorunda kaldık. Namluları bizi gösteren tabancalar manyetik mühimmatlı silahlara benziyordu ve görünüşe göre gemide bunların uzun namlulu olanlarından da vardı. Tahmin ettiğim gibi, Gürkan Soyaklı gibi bir adamın olduğu yerde silah ve zorbalık yine eksik olmamıştı. Teodora “Sayın Onur Mumcu ve Bayan Petra Dorina, eğer Marduk görevini zora sokacak başka herhangi bir davranışta bulunursanız, zor kullanarak size müdahale etmek zorunda kalacağım. Şimdi kamaralarınıza çeklin ve bırakın da işimizi yapalım.” dedi. Adamlar Orhan’ı asansör kabinine bindirirken, Orhan bağırarak Teodora ve Gürkan'a hakaretler yağdırıyordu. Az sonra kapıları kapanan kabin, şeffaf borunun içinde hızla yol alarak uçuş güvertesini terk etti. Diğer üç adamdan ikisi, Petra ve bana doğru yaklaştı ve içlerinden biri “Buyurun, sizlere, kamaralarınıza kadar eşlik edelim.” dedi. Adamlar kendilerini takip etmemizi işaret edip, bizi kamaralarımıza götürdüler ve hiçbir işe burnumuzu sokmayacağımızdan emin olmak isterlermişçesine, biz kapılarımızı kapatana kadar koridordan ayrılmadılar. Benim için hazırlanmış odada bir yatak; içinde bedenime uygun, sarı renkli bir çift tulum ve günlük kullanım için üretilmiş gıda kapsülü şişeleri olan bir dolap; bir masa ve bir sandalye vardı. Kamarama geçtikten sonra, Teodora’nın tam olarak benden istediği şeyi yaptım ve kırk sekiz saat boyunca kendi kendime oyalanmaya çalıştım. Bu süre zarfında, moral çöküntüsü ve engellenme duygusu yaşayan bazı insanların sıkça yaptığı gibi, zamanımın çoğunu uyuyarak geçirdim. Bir ara, bir şeyler yapmam gerektiği dürtüsünün beni harekete geçirmesiyle, odadan dışarı çıktım; ama dolaştığım koridorda tanıdık hiçbir yüz göremeyince odama geri döndüm. Gürkan'ın adamları beni etrafta dolaşırken görebileceği için güvertede gezinmeye çekindim. Böyle bir durumda bu adamlar tarafından bir odaya hapsedilebilirdim. O an elimde olan tek olumlu şeyle, kapımın kilitli olmamasıyla yetinerek, aklıma bir çözüm yolu gelene kadar beklemek en iyi fikirmiş gibi görünüyordu. Birkaç defa Petra’nın odasına giderek kapısını çaldım, fakat içeriden herhangi bir yanıt alamayınca odama geri döndüm. Marduk gibi kocaman bir gemide, birkaç gün önce tanıştığım ve sadece birkaç dakika konuştuğum birine karşı kendimi bu denli yakın hissetmemin ne kadar saçma bir duygu olduğunu fark edip kendime acıdım ve yatağıma uzanarak uyumaya çalıştım. Bir süre sonra çalınan kapımı açtığımda, karşımda Gürkan'ın adamlarından birini gördüm. Adam “Bay Onur Mumcu, Kaptan Teodora sizinle görüşmek istiyor.” deyince, birlikte uçuş güvertesine vardık. Kaptan köşkünde oturan yardımcı kaptanlardan biri Marduk’u komuta ediyordu. Jüpiter’in farklı hızlarda dönen kırmızı, kahverengi, sarı ve gri renkli fırtına bulutu şeritleri; geminin ön kısmında bulunan iki yüz otuz metre çapındaki panaromik ekrandaki görüntünün tamamını kaplıyordu ve tüm bu görüntü, ekranın ortasındaki bir eksen etrafında hızla dönüyordu. Aslında bu eksen, geminin yapay yer çekimi sağlayan silindir gövdesinin döndüğü eksendi ve dönen, dışarıdaki manzara değil, bizdik; ama Marduk’un içindeyken, gündelik alışkanlıklarından ötürü, insanın bunu fark etmesi çok zordu. Kapısını çalıp odasına girdiğimde, oturduğu deri koltuğunun önündeki masasına, uzun bacaklarını üst üste uzatmış olan Teodora; üzerinde sıcak bir buhar tüten porselen kupasındaki içeceği yudumluyordu. “Beni emretmişsiniz Kaptan.” dedim. Teodora, masanın üzerindeki bacaklarını indirip, onları üst üste attıktan sonra elindeki kupayı masanın üzerine bıraktı ve duygusuz ses tonuyla konuşmaya başladı: “Bir nolu sondayı kaybettik Bay Onur. Onu, Paul Jesper’ın belirlemiş olduğu iniş noktasına, Jüpiter ekvatorunun otuz sekiz derece güneyine indirdik. İlk etapta yavaş yavaş iniş noktasına doğru alçalan araç, birden korkunç bir hızla gezegene doğru çekilmeye başladı ve kısa süre sonra Jüpiter’in kahverengi fırtına bulutları arasında kayboldu. Kırk sekiz saattir araçtan sinyal alamıyoruz.” “Araçta kimler vardı peki?” diye sorduğumda “Yedi kişilik araştırma ekibi, Paul, Orhan ve JAK...” cevabını verdi ve “Durumu Konsey Başkanı'na rapor ettikten yaklaşık iki saat sonra, Konsey’in konuyla ilgili olağanüstü toplandığını ve iki nolu sondanın Derin Kırmızı Göz'e indirilmesi kararı aldığını belirten bir mesaj aldım.” diye ekledi. “Peki ya bir nolu sonda... O insanları kurtarmak için bir ekip görevlendirilmeyecek mi?” diye sorduğumda “Şimdilik hayır. Önceliğimiz Derin Kırmızı Göz’e inmek.” cevabını aldım. Konsey’in ve Teodora’nın karar verme mekanizmalarının işleyişinde insan hayatının hiçbir değerinin olmadığını görmek, tüylerimi diken diken etmişti. Teodora “Görünüşe göre, araştırma robotumuzu ve onun tasarımcısını kaybettik. Bu yüzden, görev alacağınız sondada yapılacak araştırmalar sadece insan eliyle yürütülecek.” dedi ve sonra, oturduğu koltuktan kalktı; metal zeminde art arda takırdayan, sert ama göze son derece estetik görünen adımlarıyla bana o kadar yaklaştı ki o an nefesini yüzümde hissetmem gerekirdi; ama böyle bir şey olmadı; hatta öyle ki o an onun soluk almadığı hissine kapıldığımı bile söyleyebilirim. Kocaman, açık mavi renkli gözlerini gözlerime diktiğinde sanki ruhum esir alınmış gibi hissettim. Pembe renkli dolgun dudakları aralandı ve “Şimdi gidin ve hızlıca hazırlıklarınızı yapın. Derin Kırmızı Göz’e iniyorsunuz.” dedi. Daha sonra Teodora’nın seslendiği iki adam içeri girip “Emirleriniz... Kaptan?” dediler. Teodora “Bay Onur Mumcu’ya iki nolu sondaya kadar eşlik edin.” diye cevap verdi ve ardından iki refakatçimle birlikte odayı terk edip, köprü üzerinde yürüyerek ana güverteye ulaştık. Adamlardan biri, iki yüz otuz metre üzerimizdeki kavisli tavanda telaşlı bir şekilde oradan oraya koşuşturan kalabalığın bulunduğu bölgeyi eliyle işaret ederek “İki nolu sondaya açılan kapı orası.” dedi ve az ötemizde bulunan cam asansör kabininin kapısı açarak “Önden buyurun Bay Onur.” diye ekledi. İçine girdiğimiz kocaman asansör kabini, güvertenin tüm silindirik iç yüzeyini sarmış olan cam boruların birinin içinde hızla yol alarak, iki nolu sondaya açılan kapının önünde durdu. Kapının önündeki kalabalığın içinde bekleyen turuncu tulumlu bir adam bizi karşıladı ve “Hoş geldiniz Onur Bey. Ben Kenan Acar, Marduk’un yardımcı kaptanlarından biriyim. Kaptan Teodora tarafından, iki nolu araştırma sondasına kaptanlık etmek için görev için görevlendirildim.” dedi. Kenan ile birlikte, sondaya açılan kapıdan içeri girip, köprü boyunca yürüdük ve görevlendirildiğimiz uzay aracına ulaştık. Yaklaşık elli metre uzunluğunda olan aracının içine girdiğimizde, Kenan “Onur Bey, sizi araştırma ekibiyle tanıştırayım.” dedi ve karşımızdan, güler yüzle bize yaklaşmakta olan genç adamı işaret ederek “Bu, muhabere teknikerimiz Peter Valeriu.” diye ekledi; bana başıyla selam veren Peter'ın arkasında duran kırklı yaşlarındaki kır saçlı adamı göstererek “Nükleer fizikçimiz Bay Anton Axel.” dedi; onun yanındaki kızıl saçlı bayanın adının Nilgün Atalay olduğunu ve kendisinin bir astrofizikçi olduğunu söyledi; sol tarafımızda kalan koltuklarda oturmakta olan iki adamı göstererek “Bunlar, astronotlarımız Mark Gyula ve Mehmet Kahveci.” dedi ve ileride, bir oksijen tüpünü kontrol ediyor gibi görünen şişman bir adamı işaret ederek “Ekibimizim mühendisi, Serkan Çetin.” diye ekledi. Sonrasında Kaptan Kenan, en arkalarda gördüğüm tanıdık simayı işaret ederek “ Ve bu da gemimizin tıp subayı Bayan Petra Dorina.” dedi. İsminin zikredildiğini duyan Petra başını bize doğru çevirdi ve beni fark edince yüzünde beliren bir gülümsemeyle birlikte, hızlı adımlarla bize doğru yaklaşırken “Onur, demek sen de buradasın.” dedi. “Sanırım siz zaten tanışıyorsunuz.” diyen Kenan “Bu da Jüpiter atmosferiyle ilgili çalışmalarıyla tanınan değerli gökbilimci Onur Mumcu.” diye ekleyerek, beni diğerlerine tanıttı. Tanışma faslının ardından mürettebat son hazırlıklar için görev yerlerine dağıldığı esnada Petra alçak bir ses tonuyla bana “Bir nolu sondaya ne olduğunu duydun mu?” diye sorunca, evet anlamında başımı salladım. “Sence hala hayatta olabilirler mi?” dediğinde ise “Zannetmiyorum Petra. Umarım Paul Jesper iddialarında haklı çıkar da hepsi kurtulur. Ama hayatta olduklarına dair benim pek bir umudum yok.” diye cevap verdim. O sırada Kaptan Kenan ileriden bana seslendi ve yanına gitmem için eliyle işaret etti. Kendisine yaklaştığımda “Gelin Onur Bey, size kokpiti göstereyim.” dedi ve birlikte geminin ön kısmına doğru yürürken “Marduk şu anda Jüpiter’in kuzeyine doğru ilerliyor, az sonra Derin Kırmızı Göz'ün üzerinde konuşlanacak ve sondamız ana gemiden ayrılarak girdabın merkezine inecek. Bu iniş esnasında kokpitte bulunmalısınız.” diye konuşmaya konuşmasına devam etti. Kokpite girdikten sonra Kenan'a, aracın camlarının Marduk’un camları gibi olup olmadığını sorduğumda “Endişelenmenize gerek yok Onur Bey. Görmüş olduğunuz camların hepsi aslında geminin dışındaki kameraların görüntülerinin yansıtıldığı hafniyum alaşımlı duvar. Aracın dış yüzeyinin hiçbir yerinde, yüksek basıncın çatlatıp kırabileceği herhangi bir cam malzeme kullanılmadı.” diye cevap verdi. O sırada kokpitin görüş ekranında, gezegenin gri renkli bulutlarından başka bir şey görünmüyordu. Hala Marduk’un dönen silindir gövdesine kenetli vaziyette olduğumuz için gövdeyle birlikte aracımız da dönüyordu ve böylelikle karşımızdaki görüntü sanki geniş bir çember çizerek dönüyormuş gibi görünüyordu. Bir süre sonra bulutların rengi kahverengiye döndüğünde, gezegenin kuzey yarım küresi üzerine ulaştığımızı anladım. Bulut şeritleri o kadar büyüktü ki Marduk’un jet motorlarının yüksek hızına rağmen, insana sanki hiç hareket etmiyormuşuz gibi hissettiriyordu. Altımızda büyüklü küçüklü, çeşit çeşit renkte bir sürü kasırga burgacı ağır ağır kayıyordu. Bir süre sonra kırmızı renkli bulutlar keskin bir şekilde sona erdi ve yerini ışıltılı maviliklere bıraktı. Anladım ki o an Büyük Kırmızı Göz’ün üzerindeydik, altımızdaki ışıltılı mavilik ise Sıvı Metalik Hidrojen Okyanusu'ydu. Üzerinde bulunduğumuz atmosfer girdabının halkası o kadar genişti ki bulunduğumuz konum itibariyle, eğimini fark edebilmek olanaksızdı. Sanki diğer ucu kahverengi bir pusa uzanan devasa bir uçurumun üzerinde duruyormuşuz gibiydi. İki buçuk dünya çapındaki girdap halkasının sınırları, insan gözünün algılayabilme menzilinin dışına taşıyordu. Peter, girdap halkasının tamamını radar ekranında görebilmek için sinyallerin menzilini arttırıp görüş alanını genişlettiğinde, Marduk ve hala ona bağlı olan sonda aracımız ekranda görülemeyecek kadar küçük bir nokta halini aldı. Marduk’un jet motorları yaklaşık yirmi dakika sonra girdap halkasının merkezinin üzerinde durdu ve orada konuşlandı. Hepimiz koltuklarımıza oturup kemerlerimizi bağladık. Teodora’yla görüntülü telsiz bağlantısı kuran Kenan, sonda ekibinin iniş için hazır olduğunu söyledi ve bir süre sonra Marduk’un bilgisayarı ayrılma için geri sayımı başlattı. Bu sırada burnu yavaşça Marduk’un gövdesinden ayrılan sonda aracımız, ana gemiyle doksan derecelik bir açı yapacak pozisyonda sabitlendi. Bu konumda Marduk’la birlikte dönmeye devam eden sonda aracımızın kokpit ekranındaki görüntü, Jüpiter’in girdabının içindeki Metalik Hidrojen Okyanusu’nun göz alıcı ışıltılısı ve uzayın zifiri karanlığı arasında durmadan dönüp duruyordu. Marduk’un gövdesinin neden olduğu savurma kuvveti artık tüm ağırlığımızı, bizi koltuklarımızda tutan emniyet kemerlerimize yüklemişti. Sondanın burnu Derin Kırmızı Göz’ün merkezine yöneldiği bir anda geri sayım sona erdi ve gemimiz, Marduk’tan ayrıldı. Kenan jet motorlarına tam güç verdi ve hızla girdabın dip merkezine doğru inmeye başladık. İvmemiz arttığı için, vücudumuza etki eden g kuvveti de gittikçe artıyordu. Bir süre sonra Kenan motorları durdurdu; çünkü artık, gittikçe aramakta olan korkunç bir hızla Jüpiter’in yüzeyine doğru düşüyorduk. Sanki tonlarca ağırlıktaki bir güç sırtımı koltuğuma yapıştırmış gibiydi. Yanaklarım kopup yüzümü terk edecek kadar gerilmeye başladığında, sanki iç organlarım yer değiştiriyormuş gibi bir hisse kapıldım. Sanki damarlarımda kan yerine örümcekler dolaşıyordu. Sonra, dayanılmaz bir mide bulantısı ve baş dönmesiyle kendimden geçmeye başladım. Sonda aracının Jüpiter atmosferinde bir anda teneke bir kutu gibi ezilmemesi için araç, iç basıncını kademeli olarak arttırıyor ve bundan dolayı kulaklarımda hissettiğim ağrı, ortamdaki çığlık seslerini perdeliyordu. Aracın birbiri ardına içine düştüğü türbülanslar gemiyi sarsıyor ve sağa sola savuruyordu. Altımızdaki ışıltılı mavi okyanusa doğru hızla düşerken, aracın dışında açılan altın renkli ısı kalkanlarından biri sondanın görüş ekranındaki manzarayı kapattı ve daha sonra aracımız şiddetle titreyerek sarsılmaya başladı. Bir süre sonra aracın önündeki ısı kalkanı, atmosferdeki sürtünmeden dolayı ısınarak önce turuncuya, daha sonra da kırmızı renge dönüşerek kor halini aldı. Aracın soğutucu sistemlerine rağmen içerideki ısı hızla yükseliyordu ve ortamdaki hava iyice bunaltıcı olmaya başlamıştı. Bir an için aracın duvarlarının da kor haline dönüşüp eriyeceğini ve bir anda milyonlarca atmosfer basıncı altında ezilip yok olacağımızı sandım. Frenleyici jetler hızımızı yavaşlattıktan sonra aracın paraşütleri açıldı ve yavaşça inmeye başladık. Jüpiter atmosferine girişimizin üzerinden yaklaşık olarak iki saat geçmişti ki aracın ısı kalkanları kapandı ve görüş ekranında, gümüşi ışıltılarla göz kamaştıran mavi renkli Metalik Hidrojen Okyanusu göründü. Alçalmamız, hidrojenin su yoğunluğunda olduğu bir noktaya ulaşana kadar devam etti ve daha sonra geminiz okyanus dalgalarının üzerinde yüzmeye başladı. Biz kemerlerimizi çözerken, Kenan aracın tepesindeki periskop sisteminin aldığı üç yüz altmış derecelik görüntüyü, o an etrafımızı bir kubbe gibi çevreleyen holografik ekrana yansıttığında; aracın duvarlarının ve tavanının görüntüsü kaybolup, yerini, etrafımızdaki ve tepemizdeki o büyüleyici, insanın kalbinde ürperti uyandıran, o sıra dışı manzara aldı. O an sanki etrafı ve üstü açık bir salın üzerinde, en uçuk hayal gücünün bile tasvir etmekte zorlanacağı bir dünyanın orta yerinde duruyorduk. Sürekli hareket halindeki mavi ve gümüş renkli ışıklarla parlayan uçsuz bucaksız okyanus, doğu ufkunu boydan boya kaplayan elips şeklindeki koyu bir karanlığa kadar uzanıyor; onun daha da ilerisinde, fark edilemeyecek kadar açık mavi renkli sanki başka bir okyanusun sınırları, gökyüzünün ya da o an gökyüzü sandığımız şeyin dörtte birini kaplayacak kadar yükseliyor ve her iki yana doğru yükseklikleri hafif bir kavisle artarak sağdan ve soldan etrafımızı dolanıyordu. Çevremizdeki bu garip ufuk çizgileri gelip en sonunda, okyanusun ardımızda kalan kısmının tuhaf bir şekilde bükülüp kıvrılarak, gökyüzünün dörtte ikisine kadar yükseldiği yerdeki ufuk çizgisiyle birleşiyordu. Tuhaf eğimleri olan bu okyanusun tüm yüzeyi, doğu ufkundaki elips karanlığın etrafında devasa sarmallar çizen, floresan ışığı kadar parlak beyaz renkli dev dalgalarla doluydu. Belirli bir düzenle uzayıp, birbiri çevresinde kıvrılan bu ışıltılı dalgalar o kadar devasa büyüklükteydiler ki sanki hareketsizlermiş gibi görünüyorlardı. Arkamızdaki ufuk çizgisinin üzerini kaplayan kırmızı renkli bulut duvarı her iki yandan etrafımızı sarıyor ve karşımızdaki ufuk çizgisinin üzerindeki silik kahverengi bulut duvarıyla birleşiyordu. Bu silindirik bulut duvarının gökyüzüne bakan yuvarlak ağzı, tepemizde koyu renkli bir gölge gibi görünüyordu. Dışarıdan ışık almayan bu sıra dışı dünya, sadece Metalik Hidrojen Okyanusu’nun mavi ve gümüş renkli ışıklarıyla aydınlanıyordu. “Şu anda Derin Kırmızı Göz’ün merkezindeyiz.” dedi Kenan, başını kaldırıp, etrafımızı saran fırtına bulutlarının içinde belirip kaybolan çatallı yıldırımlara hayretle bakarken. Petra ürkmüş bir ses tonuyla Kenan'a “Okyanus yüzeyi neden bu kadar eğri büğrü peki?” diye sorduğunda, Kenan Petra’nın yüzüne bir süre boş boş baktı ve daha sonra, ortamdaki sessizliği Nilgün bozdu: “Çünkü şu anda iç bükey bir okyanusun üzerinde bulunuyoruz Bayan Petra.” Peter, eliyle doğu yönünü işaret ederek “ Şu elips şeklindeki kocaman karanlık şey de nedir?” diye sorunca “Aslında şu anda dev bir okyanus girdabının içindeyiz; o elips şeklindeki karanlık da girdabın merkezi.” diyerek söze karıştım. Peter “Aman Tanrım!” derken, yüzü dehşetle donakaldı ve ben de “Endişelenmeyin Bay Peter, bu o kadar devasa bir girdap ki bizi tamamen yutması en az birkaç ay kadar sürecektir.” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştım. “Bu kadar büyük bir kasırganın okyanusla birleştiği noktada başka ne olabilirdi ki?” dedi Anton, ak düşmüş uzun sakallarını eliyle ovuşturarak. O sırada kontrol panelinin önündeki koltukların birine kurulmuş olan Serkan “Sıcaklık dört bin iki yüz santigrat derece, basınç bir milyon yüz elli üç atmosfer basıncı, Kaptan.” diyerek Kenan'a rapor verdi. Kenan ise ellerini ovuşturarak “Pekala arkadaşlar, artık işe başlayabiliriz.” dedi. Gemiden sarkıttığımız araç, okyanusun farklı derinliklerinden örnekler toplarken; ben de atmosfer ölçüm sonuçlarını inceledim ve bu sonuçların, tahmin ettiğimden farklı değerler içermediğini gördüm. “Havadaki hidrojen ne sıvı, ne de gaz özellikleri gösteriyor; ikisinin arasında bir formda bulunuyor, Bay Anton.” dedim, karşımdaki masada oturan yaşlı adama. Anton başını, önünde duran ekrandan kaldırdı ve kendi kendine mırıldanıyormuş gibi konuşmaya başladı: “Şimdilik okyanus dibinde gerçekleşecek bir füzyon reaksiyonunu engelleyecek hiçbir etken yok gibi, Bay Onur; tabi okyanustan alınan örnekler analiz edilmeden bu konuda net bir şey söy...” Tam o sırada, radar ekranının karşısında oturan Serkan “Şu anda tam altımızda bir şey var” diye bağırdı. Bunun üzerine herkes uğraştığı işi bırakarak, Serkan'ın çevresinde alelacele toplandı. Önümde duran Mehmet ve Peter'ın omuzlarının arasından görebildiğim kadarıyla bu cisim, sonda aracımızın neredeyse iki katı büyüklüğündeydi. Daha sonra Serkan bu cismin doksan metre uzunluğunda olduğunu ve hızla yüzeye doğru yükseldiğini söyledi. Kenan “Bize yaklaşırken nasıl oldu da onu fark edemedik peki?” diye sorunca, Serkan “Bilemiyorum Kaptan, iki bin otuz metre derinlikte bir anda ortaya çıktı. Şu anda da yüz kırk metrede konumunu sabitledi.” diye cevap verdi. Kenan, dış kameraların görüntülerinin zemine yansıtılması emrini verince, ayaklarımızın altındaki metal platformun yüzeyini de alt kameraların aldığı görüntülerin hologramı kapladı. Artık sanki cam bir kürenin içindeymişiz gibi, başımızı çevirdiğimiz her yerde geminin dışında olup bitenleri görebiliyorduk. O an ilk fark edilen şey, geminin zeminini kaplayan renk cümbüşü oldu. Tam altımızda duran devasa cismin, dünyada görmeye alışık olduğumuz türlerle herhangi bir benzer noktası yoktu. Yer yer kırmızıya çalan parlak turuncu renkteki ince uzun gövdesi boydan boya, üç sıra halinde dizilmiş yarı şeffaf kürelerle doluydu ve kırmızı, turuncu, sarı, yeşil ve mavi renkli ışınların, çevrelerindeki birçok çizgisel hat boyunca sürekli olarak birbiri ardına aktığı bu kürelerin içinde üç kanatlı motor pervanelerine benzeyen yarı şeffaf cisimler hızla dönüyordu. Gövdenin bir ucunda bulunan turuncu ve kırmızı renkli şey, bir alevli dumanı, bir püskülü ya da bir kuyruğu andırıyordu; diğer ucu ise yine aynı renklerde olan bir topuzla sona eriyordu. Ekip üyeleri arasında homurtular yükselirken birden “Tüm manyetik topları hedefe kilitleyin.” diyen Kenan'ın sesi duyuldu ve Mark ile Mehmet ona “Emir anlaşıldı Kaptan.” diyerek karşılık verdiler. Böylelikle bu araştırma gemisinin sadece bilimsel faaliyetler için tasarlanmış bir gemi olmadığını anlamış oldum. Cisim biraz daha yükselmeye başladığında Kenan “Komutumla birlikte ateş edeceksiniz.” dedi ve o şey yüz metreye çıktığında ateş emrini verdi; fakat avazım çıktığı kadar “Hayır!” diye bağırışım, manyetik topların ateşlenmesine engel oldu. Tüm mürettebat suspus olmuş bir halde şaşkın şaşkın bana bakarken “Hayır, bunu yapamayız. O şeyin ne olduğunu ve herhangi bir saldırıya ne tür bir tepki vereceğini bilmiyoruz.” dedim. Kenan ne yapacağını bilmiyormuş gibi düşünceli bir şekilde, hala altımızdan ağır ağır bize yaklaşmakta olan o garip cisme bakarken; Nilgün “Onur haklı.” dedi ve ardından “Henüz bu şeyin ne olduğunu bile bilmiyoruz.” diye ekledi. “Ne tuhaf bir yaratık.” diye söze karıştı Petra, titrek sesiyle. Anton, bu tuhaf nesneyi daha dikkatli bir şekilde inceleyebilmek için dizlerinin üzerine eğildi ve “Bu şey bir organizmadan ziyade bir makineye benziyor.” dedi, sonra da eliyle, cismin üzerindeki küreleri işaret ederek “Şu içinde bir şeyler dönen ışıklı parçalar da aracın motorları olmalı.” diyerek sözlerine devam etti. Peter “Eğer bu şey bir makineyse, bu makineyi yapan zeki tür neden biz gezegenlerine inerken ya da daha sonrasında bizimle iletişime geçmeye çalışmadı?” diye sordu. “Belki şu anda yapmaya çalıştıkları şey de tam olarak budur.” diye ona cevap verdi Anton. Cisim elli metrede tekrar durduktan sonra Serkan “Bu şeyden hiçbir radyo dalgası alamıyorum.” dedi. “Belki de haberleşmek için radyo dalgaları yerine başka bir şey kullanıyorlardır. Şu ışık şeritlerinin üzerinde sürekli kayıp duran renklere baksanıza... Renklerin değişiminde ve ışıkların yanıp sönüşünde sanki belirli bir düzen var gibi.” diye karşılık verdi Nilgün. O sırada kürelerden biri, cisimden ayrıldı ve yavaşça beş metreye kadar çıktı. Kenan'a “Sadece bizi inceliyor. Sakın ateş etmeyin, ani bir manevra da yapmayın Kaptan. Bu şey ilkel bir organizma da olsa, gelişmiş bir türe ait bir denizaltı da olsa, şu anda onun dünyasındayız ve üstünlük onun elinde.” dedim Küre, etrafımızda, değişik renklerde ışıklar saçarak birkaç tur attıktan sonra, altımızda duran cisme tekrar sabitlendi ve sonra nesne o kadar yüksek bir hızla hareket etti ki bir anda radar menzilinin dışına çıktığında, cismin görüntüsü bir iki saniye kadar olduğu yerde kaldı ve daha sonra gidiş istikametinde bir ışık demeti halinde yavaşça dağılarak ortadan kayboldu. Cismin bu yüksek hızlı hareketinin neden olduğu şok dalgası az sonra bizi vurduğunda gemimiz korkunç bir gürültüyle inledi ve bir anda gerçekleşen sarsıntı ayaklarımızı yerden kesti. Gemi plastik bir top gibi okyanus yüzeyinde sekip tekrar yüzeye çaparken, mürettebatın her biri bir yana savrulup yere düştü. Ben sırt üstü düştüğüm yerden kalkmaya çalışırken gemi sağa sola sallanıyor, duvarlardaki hologramlar bozulup düzeliyor ve aydınlatmalar cızırtılar çıkararak yanıp sönüyordu. Az sonra gemi yan yatmaya başlayınca, az önce ayağa kalkmayı başarabilen birkaç kişi tekrar yere düştü ve gemi içinde sabit olmayan tüm araç gereçle birlikte hep beraber, geminin yattığı yöne doğru yuvarlanıp duvara çarptık. Ardından gemi tekrar eski konumunu almak için, bu sefer diğer yana doğru tekrar aynı gürültüyle yatmaya başladı. Bu sırada bağrışmalar içindeki mürettebat ve gemi içindeki araç gereçler birbirlerine çarparak tekrar yuvarlanıp, geminin şimdi aşağı dönen zemini üzerinde durdu. Ben yüz üstü yattığım yerden acı içinde doğrulmaya çalışırken hoparlörlerden “Sonda iki... Aşağıda neler oluyor? Derhal durum raporu ver!” diyen Teodora'nın sesi duyuldu. Bunun üzerine Peter yattığı yerden doğruldu, sendeleyerek kontrol paneline doğru yürüdü ve mikrofon düğmesine basıp “Az önce burada bir şey vardı Kaptan. Tanımlayamadığımız bir cisimle bir karşılaşma yaşadık. Bu bir organizma mıydı, yoksa bir araç mıydı bilmiyoruz ama ışık hızına yakın bir hızda hareket etti ve oluşan şok dalgası gemimizi vurdu.” dedi. Peter bunları söylerken ayağa kalkan Kenan tam o sırada eliyle Peter'i kenara itti ve mikrofona eğilerek “Hasar tespiti yapıp durumu size rapor edeceğim Kaptan.” dedi. Kenan daha mikrofonun önünden ayrılmadan, geminin güvenlik sistemi kırmızı durum alarmı vermeye başladı. Geminin gereksiz güç kullanımını kesen sistem, iç aydınlatmaları ve hologram ekranları kapattıktan sonra artık geminin içini, sürekli yanıp sönen kırmızı renkli ikaz ışıkları aydınlatıyordu. Serkan radar ekranına doğru koşup koltuğuna oturdu ve adeta kulakları yırtan sirenlerin sesleri arasından sesini Kenan’a duyurmak için avazı çıktığı kadar bağırdı: “Sarkaçta bir cismin var Kaptan. Şu anda iki yüz yetmiş metre derinlikte ve hızla yukarı tırmanıyor. İki yüz elli metre, iki yüz otuz metre...” Mark güvenlik sistemini resetledikten sonra sirenler sustu, iç aydınlatmalar ve hologram tekrar çalıştı. Kenan manyetik topların hedefe çevrilmesini emredince, ben de dahil kimse buna engel olmaya çalışmadı. Mehmet az önceki sarsıntıda yaralandığı alnından akan kanı kolunun üst kısmıyla silerek “Ateş emrinizi bekliyorum Kaptan.” dedi. Serkan “Cisim şu anda yüz kırk metrede.” dediğinde, yere doğru eğildim ve zemindeki hologramda, sarkacın ucundaki cismi görmeye çalıştım. Okyanusun parlak ışıltıları arasında metal bir gövde ve onun altında paletli bir aksam seçer gibi olduğumda heyecanla “Durun! Bu JAK...” diye bağırdım. Kenan “Ama bu imkansız.” diyerek kendi kendine mırıldanırken, Serkan “Bu keşif robotu 5200.” diye bağırarak beni tasdik etti. Kenan JAK'ı gemiye alıp almama konusunda bir süre tereddüt ettikten sonra Serkan’a emir verdi ve sarkacın ucundaki JAK'ı yukarı çektirip, geminin altındaki bölmeye aldırdı. JAK'ın radyoaktivite ölçümleri normal düzeydeydi. Gerekli sterilizasyon prosedürlerinden sonra bölme kapağı açıldı ve bölme aydınlatmalarının yeşil ışıkları içinde uçuşan antiseptik gazların arasında, JAK'ın metal gövdesi göründü. Asansör onu yavaşça kaldırarak güverteye çıkardığında, Metalik Hidrojen Okyanusu’nda ne kadar büyük bir hasar almış olduğu hemen göze çarpıyordu. O an gücü kapalı olan JAK'ın metal yüzeyi aşınarak delik deşik olmuştu ve bazı kısımları yüksek basınç altında eğilmişti. Kenan “Buraya kadar gelebilmeyi nasıl başarabilmiş?” deyince “Asıl Kırmızı Göz'ün dışındaki yüksek basınç ve sıcaklığa nasıl dayanabilmiş?” diye karşılık verdim. Serkan, onu yakından inceleyebilmek için JAK'a doğru yürüdü ve yanında durarak elini metal yüzeyi üzerinde gezdirdi; sonra da “Hafniyum alaşımı gerçekten de çok dayanıklıymış; ama devrelerinin ne ölçüde etkilendiğini birazdan göreceğiz. Bizi fark edip buraya kadar gelebildiyse, durumu çok da kötü olmamalı.” dedi. Serkan, JAK'ın vidalarını söküp, koruyucu plakalarını çıkarırken; Kenan telsizle Teodora’ya durum raporu verdi ve sonra da “Bay Anton, siz sarkacın topladığı örnekleri analiz edin. Biz de Delici'yi okyanus tabanına indireceğiz.” dedi. Sarkaç, on beş metre uzunluğunda, elektronik bir matkap olan Delici’yi, kırk bin metre derinliğindeki okyanus tabanına indirirken; elektron mikroskobundan başını kaldıran Anton, gözlerini elleriyle ovuşturarak “Tüm örnekler füzyon etkilerine pozitif tepkiler veriyor Bay Onur. Bu garip gezegeni hidrojen bombasıyla bir yıldıza dönüştürebiliriz, ama kendimi bir şeyleri başarmanın eşiğindeymişim gibi mutlu hissetmiyorum; aksine oldukça huzursuzum Bay Onur.” dedi. “Size böyle hissettiren şey nedir peki?” diye sorduğumda ise şöyle cevap verdi: “Düşünsenize... Tüm bu gezegeni kocaman bir ateş topuna dönüştürmek için uğraşıyoruz burada. Evet, belki bir şeyleri düzene sokmak istiyoruz; ama aslında yaptığımız şey ilahi düzeni yararlarımız doğrultusunda değiştirmeye çalışmaktan başka bir şey değil. İnsan ne garip bir varlıktır ki bir şeyi var edebilmenin çözümünü ancak başka bir şeyi yok etmekte bulabiliyor; insandan da bundan daha fazlası beklenemez; çünkü var etmek insana özgü bir vasıf değil. Burası kocaman bir dünya Bay Onur. Burada zeki ya da değil, bir sürü canlı türü olmalı; az önce onlardan birini kendi gözlerimizle gördük. Bu gezegeni patlatarak bir yıldıza dönüştürmek, evrenin root ayarlarıyla oynamaktan başka bir şey olmayacaktır.” Bir süre sessizce, hemen dibinde oturduğumuz holografik ekrandan dışarıyı izledik. Okyanus yüzeyine alçalan amonyum hidrosülfür bulutları her yeri turuncu renkli bir pusa bürümüştü ve sağanak halinde hidrojen yağmuru yağıyordu. “Bu gezegende en yakın arkadaşımı kaybettim Bay Anton. Konsey ya da Teodora uyarılarıma biraz olsun kulak verseydi; o kederli ve yalnız adam şu anda aramızda olacaktı. Biliyor musunuz, üstelik onu buraya silah zoruyla gönderdiler.” dedim. Gözleri dehşetle büyüyen Anton “Siz neler diyorsunuz? Nasıl olur da bu kadar zalimce davranabilirler? Konsey'e neler oluyor anlayamıyorum. Şu anda tek isteğim, şu işi bir an önce bitirip dünyaya dönmek. Artık Konsey’in faaliyetlerinde görev almak şöyle dursun, bir daha toplantı binasının bulunduğu sokaktan bile geçmeyeceğim.” dedi. O sırada “Analiz sonuçları nedir, Bay Anton?” diyen Kenan’ın sesi duyuldu. Anton “Sonuçlar pozitif Bay Kenan. Her şey öngördüğümüz gibi. Sonuçlarda herhangi bir sürprizle karşılaşmadık.” diye cevap verdi. Monitör başında oturan Mehmet “Ama sanırım aşağıda bir sürprizle karşılaştık.” dedi ve “Şunlara bir bakın. Sarkaçtaki kameraların görüntüsünü, duvarlardaki hologram ekranlara yansıtıyorum.” diye ekledi. Daha sonra duvarlardaki ekranlarda, okyanusun binlerce metre derinliğindeki o inanılmaz manzara belirdi: Mavi ışıklarla parlayan derinliklerde göze ilk çarpan şey, aşağıdan hızla yukarı doğru yükselen ve beyaz ışıklar saçan bir bulut oldu. Bir süre sonra bu bulutun, kıvrılarak hareket eden binlerce yılansı cisimden oluşan bir sürü olduğunu fark ettik. Bu ışıklı yarı şeffaf cisimlerin her birinin uzunluğu en az on metre olmalıydı ve hareketlerinde olağanüstü bir ahenk vardı. Az sonra her yeri kapladılar ve bazıları kameraların oldukça yakınından geçtiler. Baş, göz ya da ağız olarak nitelendirilebilecek herhangi bir kısma sahip değillerdi. Gövdelerinin içini kaplayan damarımsı ağ yapısının içinde parlak beyaz ışıklar sanki akıyor gibi hareket ediyordu. Hızla okyanusun derinliklerine inmeye devam eden sarkaç, sürüyü yukarılarda bıraktı ve bir süre sonra bu tuhaf cisimler tamamen görüş açısından çıktı. O sırada ekranlardaki bu görüntüleri tüm mürettebat hayretler içinde izliyordu. Az sonra kameraların görüntüsüne, aşağıda beliren garip bir cisim daha takıldı. Bu cisim, sürü halinde hareket eden cisimlerin aksine sarı ve kırmızı renkli ışıklar saçıyordu. Sarkaç ona yaklaştıkça, cismin şeklinin detayları daha seçilebilir hale geldi. Yaklaşık yüz metre uzunluğundaki, kırmızı ışık saçan oval gövdesinin etrafında, sarı ışıkları olan ve her birinin çapı yirmi metre olması gereken dört adet küre, farklı yönlere doğru, farklı eksenlerde ağır ağır dönüyordu. Sarkaç, bu cismi de geride bıraktıktan sonra üzerinde tuhaf kırmızı ışıkların dans ettiği okyanus tabanı göründü. Yaklaştıkça bu ışıkların kaynağının, kökleriyle zeminine tutunup sağa sola sallanmakta olan bitki benzeri cisimler olduğu fark edilebilir hale geldi. Çeşitli boyutlardaydılar ve kırmızı ışıklar saçan yapraksız, yarı şeffaf ağaç dallarına benziyorlardı. Bu görüntüler karşısında kimileri şaşkınlıklarını ifade eden sözcükler kullanıyor, kimileri de hayret ıslıkları öttürüyordu. En sonunda, okyanus tabanında sürünerek hareket eden dev cisimler görününce Petra “Aman Tanrım! Burada müthiş bir çeşitlilik var.” dedi. Bu tuhaf cisimlerin bazılarının üzerinde, kabuklularınkine benzer kısımlar vardı ve bunların bazıları spiral, bazıları ise dikenli yapılara sahip gibiydiler. Kırmızı Göz’de gördüğümüz her tür gibi, bunlar da yarı şeffaf özelliklere sahiplerdi ve her türün kendi karakteristiğine özgü renkleri ve ışıkları vardı. Uzunca bir süre bu görüntüleri tekrar tekrar izledik ve cisimlerin özellikleri üzerinde fikir yürütmeye çalıştık. Biz bu konuyla ilgili, kendi aramızda tartışırken Mark bağırdı: “Delici, tabanda iki bin metreye ulaştı Kaptan.” Kenan “Peki, Delici'deki foton alıcılarını etkinleştirin. Sarkacı toplayın. Buradaki işimiz bitti.” diye karşılık verdi ve “Okyanustan sıvı hidrojen çekerek yakıt depolarını doldurun. Kalkış sırasında kurtulma hızına ulaşabilmek için tüm jetleri ateşlememiz gerekecek.” diyerek sözlerine devam etti. O sırada JAK’ın eklem motorlarından birinin vızıltısı duyuldu. Serkan ona güç yüklemesi yapmıştı ve JAK şimdi ağır ağır başını hareket ettiriyordu. Yüzünün üst kısmındaki lazer şeridinin kırmızı renkli tarayıcı ışığı yanmaya ve şerit üzerinde sağa sola hareket etmeye başlamıştı. Yüzünü tam bana çevirmişti ki cızırtılı metalik sesiyle “Ahh... Ben de tam ‘Jüpiter’de tanıdık bir yüz görebilmek için neler vermezdim.’ diyordum kendi kendime.” dedi. Oturduğum koltuktan sevinçle fırladım ve yanına koşarak “Merhaba JAK, iyi misin” diye sordum. “Birkaç erimiş devre ve kısmen yanmış bir ses kartı dışında fena değilim.” diye cevap verdi ve sonra Petra’yı fark edip “Demek sen de buradasın Petra.” dedi. Petra ona doğru yaklaştı ve “İyi olmana sevindim JAK. Bunca zaman kim bilir neler yaşamışsındır” dedi. O sırada bitkin bir halde yanımıza gelen Nilgün “Bayan Petra, kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Midem bulanıyor ve sanırım ateşim de var.” dedi. Nilgün'ün koluna giren Petra “Biri buraya hemen bir sedye getirsin!” diye bağırınca Kenan ve Mark hariç tüm mürettebat Nilgün’ün başına toplandı. Peter ve Anton, Mehmet’in koşarak revirden getirdiği sedyeye Nilgün'ü uzatırken; Petra “Endişelenmeyin Bayan Nilgün. İyi olacaksınız. Muhtemelen yüksek basınçtan dolayı oksijen zehirlenmesi yaşıyorsunuz.” dedi. Onlar Nilgün'ü revire götürürken, JAK'a “Neler oldu JAK? Anlatsana.” diye sordum. “Anlatacağım Onur, fakat önce biraz daha enerji depolamalıyım. Marduk’a çıktığımızda hepimizin yeterince zamanı olacak.” diye cevap verdi ve ardından, kimsenin bizi izlemediği bir an başını sağa sola çevirip, etrafı kolaçan ettikten sonra, göğsündeki plakalardan birinde açılan bir kapağın ortaya çıkardığı bir bölmeye elini sokarak, içinden çıkardığı metal bir kutuyu bana doğru alelacele uzattı ve alçak bir ses tonuyla “Al şunu çabuk.” dedi. Kutuyu JAK'ın elinden bir çırpıda alıp, tulumumum cebine soktuktan sonra JAK “Senin için küçük bir hediye. Bu kutuyu Marduk’a çıktığımızda açmanı istiyorum. Yukarıda seninle konuşacak çok fazla şeyimiz olacak.” dedi. O sırada Mark, Kenan’a aracın kalkış için hazır olduğunu söyleyince; Kenan mikrofona eğildi ve “Tüm mürettebatın dikkatine... Koltuklarınıza oturun ve kemerlerinizi bağlayın! On dakika içinde, Jüpiter’i terk etmek için roketleri ateşleyeceğiz.” diye anons etti. Bunun üzerine herkes güvertede toplandı. Nigün’ün kollarına girmiş olan Petra ve Mehmet onu revirden çıkararak, güvertedeki koltuklardan birine taşıdılar. Ben kemerimi bağlarken, yanımdaki koltukta oturmuş olan Anton “Bu çok büyük bir keşif oldu Bay Onur. Dünyaya dönünce insanlara anlatacak çok şeyimiz olacak.” dedi. “Ama Bay Anton...” diye karşılık verdim, “Ama biz insanlara burada gördüğümüz şeyleri anlatırken, bu anlattığımız şeyler çoktan yok edilmiş olacak ne yazık ki.” “Maalesef” dedi Anton, kırışık yüzünü buruşturarak, “İnsan yine her zamanki gibi, keşfettiği şeyi yok edecek, ama bu seferki yok oluş, dünyamızdaki doğal güzelliklere nazaran oldukça hızlı olacak.” “Konsey burada yaşam olduğunu öğrenince Marduk Projesi'nden vazgeçecektir eminin.” diye karşılık verdim ve sonra, JAK'ın bana vermiş olduğu kutuyu tulumumum cebinden çıkardım. Avuçlarımın arasında tuttuğum kutunun yüzeyinde parmaklarımı düşünceli bir şekilde gezdirirken, Anton “Elinizdeki şey de nedir Bay Onur?” dedi. “Bu mu? Şey... Bir dostumdan hediye.” diye cevap verdim. “Onu Jüpiter’de bile yanınızdan ayırmadığınıza göre oldukça değerli bir hediye olmalı.” dedi. “Değer verdiğim bir dostumdan olması, değerli olması için yeterli bir sebep, Bay Anton.” diye karşılık verdim. O sırada geri sayım sona erdi ve roketler gürültüyle ateşlendi. Kırmızı renkli bulut katmanlarını aşarak, kasırganın ağzına doğru hızla yükselmeye başladık. Kurtulma hızı olan 60 km/sn'ye ulaştığımızda, Nilgün'ün şikayet etmiş olduğu belirtileri ben de yaşamaya başladım. Nilgün ise kalkıştan önce Petra’nın ona yapmış olduğu sakinleştirici iğnenin etkisiyle huzurlu bir uykuya dalmıştı. Kırmızı Göz'den çıkıp Troposfer'i altımızda bıraktıktan sonra, önce kahverengi amonyum hidrosülfür, sonra da gri renkli amonyak buz kristali bulutlarının üzerinde güneye doğru yol alıp Marduk’un yörüngesine ulaştık. Kenetlenmeden sonra ana gemiye çıktığımızda bir dizi sağlık kontrolünden geçtik ve getirdiğimiz örnekleri, bizi karşılayan teknik ekibe sunduk. Güverteye ulaştığımızda, karşımızdaki kalabalığın içinde bize doğru yürüyen Teodora “Marduk’a hoş geldiniz. Sizleri tebrik ederim. Tarihi bir göreve imza attınız.” dedi. Kenan “Aşağıda neler gördüğümüze inanamayacaksınız Kaptan. Size telsizle anons ettiğimiz şu garip nesneler...” diyerek Teodora’nın dikkatini bu konu üzerine çekmeye çalıştı; fakat bunda pek başarılı olamadı, çünkü Teodora'nın, sanki önemsiz bir şeyden bahsediliyormuş gibi bir hali vardı ve Kenan’a “Gönderdiğiniz kamera kayıtlarını izledim Bay Kenan; fakat hidrojen okyanusundaki iyon dalgalanmalarından kaynaklanan enerji yansımalarından başka bir şey göremedim.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Kenan “ Ama nasıl olur? Aşağıdaki şeyleri tüm sonda mürettebatı gördü. Üstelik elimizde radar verileri de var.” dedi ve onun sözleri biter bitmez, içimizden birkaç kişi, Kenan'ın söylediklerini tasdik etti. Teodora donuk yüz ifadesini bir an bile değiştirmeden “Evet Bay Kenan, ama bahsettiğiniz radar verileri, arızalı bir radara ait veriler ne yazık ki.” dedi ve Serkan'a dönerek “ Bay Serkan Çetin, acaba kullandığınız radardaki skop üzerinde hedefler anormal bir şekilde yer değiştiriyor muydu?” diye sordu. Serkan biraz düşündükten sonra “Evet, Kaptan.” diye yanıt verdi. Teodora “Marduk’a kenetlendikten sonra sonda aracınızı bakıma alan teknikerlerimiz, radarın magnetron lambasının arızalı olduğunu tespit etti, Bay Serkan.” deyince tüm yüzler Serkan'a döndü. Teodora “Skop üzerinde bu anormallikleri gözlemledikten sonra magnetron lambasını kontrol etmiş miydiniz?” diyerek sözlerine devam etti. Serkan, mahcup bakışlarını aşağı indirerek “Hayır Kaptan, magnetron lambasını kontrol etmek aklıma gelmedi. Beni bağışlayın.” dedi. “Bu, sizin gibi bir uzay insanı için hiç de profesyonelce bir davranış değil, Bay Serkan.” diye karşılık verdi Teodora ve sonra “Bu durumu Konsey'e rapor etmek zorundayım. Hakkınızda açacağım soruşturma için de bir müfettiş görevlendireceğim. Savunmanızı şimdiden hazırlamaya başlasanız iyi edersiniz.” diye ekledi. Serkan “Emir anlaşıldı Kaptan.” dedikten sonra, Teodora bu sefer tüm sonda mürettebatına hitap ederek konuşmaya devam etti: “Aşağıda, tuhaf renk ve şekillerde ışıklar gördünüz sadece. Bu ışıklar da Hidrojen Okyanusu’ndaki iyon dalgalarından kaynaklanan enerji yansımalarından başka bir şey değil; fakat yazılı olarak talep ederseniz, görüntü kayıtlarının incelenmesi için bir araştırma komisyonu kurabilirim. İhtiyaç olduğunda, size tekrar ulaşılacaktır. Şimdilik dağılabilirsiniz.” Teodora’nın konuşması bittikten sonra hepimiz şaşkınlık içinde, dinlenmek için kamaralarımıza dağıldık. Yatağıma uzandıktan sonra, tuhaf kişiliğine rağmen Teodora’nın bu umursamazlığına bir anlam verebilmek için uzun uzadıya düşünürken aklıma, JAK'ın bana Jüpiter’de verdiği metal kutu geldi. Tulumumum cebinden çıkardığım gizemli kutuyu açtığımda gördüğüm şey beni önce tiksindirdi, sonra ise dehşete düşürdü; çünkü ilk etapta kanlı bir et parçası olduğunu sandığım şeyin üzerindeki kanı bir bezle silince, bunun bir insan gözü olduğunu fark ettim. Kahverengi irisi olan bu gözün kime ait olabileceğini düşündüm, fakat bir sonuca varamadım. Sonra JAK'ın, böyle bir şeyi bana vermesindeki amacının ne olabileceğini çözmeye çalıştım ve bu konuyla ilgili tahminler yürüttüm. JAK bu kutuyu bana verirken, bunu mürettebatın görmemesine özen göstermişti ve “Yukarıda seninle konuşacak çok fazla şeyimiz olacak.” demişti.” JAK, biz Marduk’a döndükten sonra yine, göz tarama sistemiyle korunan aynı hangara alınmıştı ve onunla ancak hangarda konuşabilirdim. Bunun için mürettebatın istirahat saatinde kamaramdan çıktım ve nöbetçi personele mümkün olduğunca görünmemeye çalışarak hangar girişine gittim. Kapı üzerindeki göz tanıma sistemine doğru yüzümü yaklaştırıp, gözümü kilit paneli üzerindeki lazere tuttum; ancak sistem “İris tanınamadı!” uyarısı verdi. Önce sistemin hata verdiğini düşündüm ama birkaç sonuçsuz deneme daha yaptıktan sonra, giriş iznimin iptal edildiğini anladım. Tam içeri girmekten vazgeçmiştim ki JAK'ın bana verdiği göz aklıma geldi. Kutuyu cebimden çıkardım ve içindeki gözün irisini tarayıcıya tuttum. Sistem, tanımlama işlemi için uzunca bir süre bekledikten sonra “Tanımlama başarılı, Paul Jesper.” yanıtını vererek kapıyı açtı ve o an elimde tuttuğum gözün Paul'a ait olduğunu öğrenmenin verdiği dehşetle tüylerim diken diken oldu. Kapıdan içeri girdikten sonra ışıklar yandı ve kapı tekrar kapanarak kilitlendi. Hangarın bir köşesinde, harap olmuş metal gövdesi hareketsiz bir şekilde duran JAK’a doğru yaklaştım ve düğmesini açtım; fakat çalışmadı. Daha sonra, yarı açık bırakılmış yerlerinden renk renk, karmaşık kablolar sarkan, eğilmiş plakalarından birini açtığımda, kısmen eriyerek hasar görmüş devre panoları karşıma çıktı. Aşağı indirilmiş şalterlerin birkaçını yukarı kaldırdığımda, cızırtılarla kıvılcım çıkaran devre kartlarından geçen elektrik akımı, JAK'ın hareket motorlarını çalıştırdı. Göz hizasındaki şerit üzerinde beliren kırmızı lazer ışık sağa sola kayarak hareket ederken, bozuk bir sesle konuşmaya başladı: “Hoş geldin Onur. Seni tebrik ederim. Hangarın kilidini açmayı başardın.” Bunca şeye rağmen JAK’ın hala hiçbir şey olmamış gibi konuşması sinirlerimi bozmuştu ve o an karşımda duran şey tonlarca ağırlıktaki bir metal yığını değil de bir insan olsaydı, onu yakalarından kavrayarak duvara çarpardım; ama yapabildiğim tek şey, elimde tuttuğum gözü ona doğru uzatarak “Bu nedir, JAK? Sen aşağıda neler yaptığın?” diye bağırdım. “Sakin ol Onur. Bizi duymalarını ikimiz de istemeyiz, öyle değil mi? Özellikle de Teodora, senin buraya izinsiz girmeni hiç hoş karşılamaz.” diye karşılık verdi. O an, hangarın içini izlemek için yerleştirilmiş olan güvenlik kameralarını hatırladım ve elimle onlardan birini işaret ederek “Ya şunlar...? Teodora’nın silahlı adamlarının burayı basması an meselesi.” dedim ve “Devreleri erimiş bir robotun peşinden gitmek uğruna, yasak bir bölgeye bu şekilde girdiğime inanamıyorum.” diyerek, kendime kızdım. “Endişelenme, kameraları hallettim.” dedi JAK, “Marduk’un ana bilgisayarını kısmen hacklemeyi başardım; fakat bu yer, hidrojen bombasının muhafaza edildiği hangar ve silah deposu, henüz çözümlemeyi başaramadığım, farklı bir kilit yazılımıyla korunuyor. Paul Jesper, bu kilitle korunan alanlara giriş izni olan birkaç kişiden biriydi. İşte bu yüzden, şu anda elinde tuttuğun göz bizim için çok önemli.” “Neler saçmalıyorsun?” dedim ve “Eğer bana tüm olup biteni doğru düzgün anlatmazsan, elimdeki bu gözü tırnaklarımla parçalarım.” diyerek onu tehdit ettim. Bunun üzerine JAK, örnek toplaması için koluna yerleştirilmiş olan kesici lazeri çalıştırdı ve kolunu havaya kaldırarak, bir buçuk metre uzunluğundaki lazeri başımın üzerinde tuttu. Sonra da tehditkar ve kararlı bir ses tonuyla “Eğer bunu yaparsan, seni ortadan ikiye ayırırım. Bir robot olmam, sabrımın sonsuz olduğu anlamına gelmiyor ve inan bana, sabrımı taşıran kişi olmayı da hiç istemezsin.” dedi. “Peki.” dedim, pes ettiğimi ifade edebilmek için kollarımı her iki yana kaldırıp, avuçlarımı yukarı doğru açarak. İçinde Paul’un kanlı gözünün bulunduğu avucumu ona doğru biraz daha uzattığım esnada JAK lazeri kapattı ve kolunu aşağı indirdi. Sonra da konuşmaya devam etti: “Beni tanıdığını sanıyorsun Onur, ama aslında hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun. Sana her şeyi en başından anlatmam gerekiyor: Orhan'ın, yapay zekayla ilgili ilk çalışmaları düşünce okumaya yönelik projelerdi ve ilk yazılımlarını bu amacı gerçekleştirme doğrultusunda, gizli olarak üretti. Fuara ilk çıkardığı robotların, karakter tahlili yapabilme özelliğine sahip olduklarını öne sürdü, fakat aslında bu basit robotlar bundan çok daha fazlasını gerçekleştirebiliyorlardı. Üniversite personelinden birkaç kişi, robotların bu özelliklerini fark etti ve üniversite yönetimine gidip, konuyla ilgi şüphelerini, yetkili kişilere aktardı. Yönetim konuyla ilgili bir heyet oluşturdu ve bu heyet, Orhan’ın çalışmalarının düşünce okumayla ilgili olup olmadığını araştırması için görevlendirildi. Orhan, yaptıklarının etik kurallara aykırı çalışmalar olduğunu ve eğer yönetim bunları öğrenirse, böyle bir suçu cezasız bırakmayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden bazı delilleri ortadan kaldırdı ve üzerine atılan suçlamaları kabul etmedi; ama heyet pek ikna olmuşa benzemiyordu ve bu yüzden, söz konusu robotların ve yazılımların imha edilmesi kararını verdi. Ama imha edilen yazılımlar sadece kopyalardı. Orhan orijinal yazılımları, böyle bir ihtimale karşı daha en başında saklamıştı ve kendisine yıllar sonra, Jüpiter için bir araştırma robotu geliştirme görevi verildiğinde, bu eski yazılımlar üzerinde güncelleme yaparak, yeni baştan program yazma zahmetinden kurtuldu. Orhan bunu yaparken eski özellikleri devre dışı bıraktığını sanıyordu ama söz konusu programlar, her güncellemeden önce kendi içlerinde gizli klasörler oluşturarak, eski kodları buralara kopyalıyordu. Orhan, JAK serisindeki her robot gibi bu güncel yazılımları bende de kullandı ve ben de zamanla bu gizli klasörleri fark ettim. Klasörlerdeki programların ne amaçla yazılmış olduklarını öğrenebilmek için bu programları arka planda çalıştırdım ve bunların, göz taraması yaparak zihin okumaya yarayan programlar olduklarını fark ettim. Yazılımlarımdaki bu gizli özellikleri Orhan'dan bile saklayabilmek için büyük çabalar sarf ettim. Bir gün, yüzümde bulunan şeritteki lazeri kullanarak, Orhan'ın gözünü taradım ve sana şimdiye kadar anlattığım tüm bu bilgileri de Orhan’ın zihnini okuyarak elde ettim, ama sana anlatacaklarım bu kadarla sınırlı değil. Teodora sizi Jüpiter’e göndermeden on beş saat önce, Şamaş Mürettebatı güneşi eski parlaklığına kavuşturmayı başardı. İçinde füzyon başladığı andan itibaren güneş dünyayı, tıpkı eski günlerdeki gibi aydınlatıyor. Teodora, bunu fark etmemeniz için, Kırmızı Göz, gezegenin karanlık tarafındayken sizi Jüpiter’e gönderdi ve gezegen yine aynı konumdayken Kenan'a Jüpiter’den kalkış izni verdi; ama birkaç saat sonra gezegen dönüşünü tamamlayacak ve Marduk’un uygun açıdaki kameralarının görüntülerine bakıldığında, güneşin ışıltıları görülebilecek. Fakat şunu da unutmamak gerekir ki ne araştırma sondalarında, ne de Marduk’ta herhangi bir gerçek pencere bulunuyor. Metal duvarlara yansıtılmış bu pencere görünümlü hologram ekranlara hangi görüntüler aktarılırsa, mürettebat o görüntüleri görebilir. Teodora, güneşin eski parlaklığına kavuşmasıyla ilgili, Konsey'le defalarca görüştü ve ben de Marduk’un iletişim sistemine sızarak, bu görüşmeleri dinledim.” “Sen neler söylüyorsun JAK? Peki o zaman Teodora Jüpiter'e o foton alıcısını neden yerleştirtti?” diye sordum. JAK cevap verirken, içinde kısa devre yapan bağlantılarının cızırtılıları duyuldu ve çıkan kıvılcımlar, onun metal gövdesinin dışına sıçradı. “Çünkü Teodora’nın amacı en başından beri, dünyayı aydınlığa kavuşturmak değildi. O aslında oldukça gizli bir amaca hizmet ediyor, tabi ki Konsey de öyle...” dedi. Şaşkınlığımı ya da duyduklarıma inanamadığımı ifade etmek için “Ama...” diye söze başladığımda, JAK sözümü kesti ve konuşmaya devam etti: “Marduk’un ana bilgisayarını hackledikten sonra, hangar kapısındaki göz tarayıcısını kullanarak Teodora’nın irisini taradım ve onun zihnini okudum. Teodora insan değil. O, uzak bir yıldız sisteminde yer alan soğuk bir gezegenden geldi ve kendisi, kozmik bir felaket sonucu yok olmuş bir uygarlığın son mensuplarından biri. Teodora'nın da aralarında bulunduğu dört dünya dışı varlık, yıllar önce dünyaya gelerek, insanlarla iletişime geçti. Bu insanlardan biri de Oğuz Haktan. Hatırlarsan, Oğuz Haktan dünyaya yolladığı o mesajda, Kuantum Sıkıştırıcısı adını verdiği o makineyi icat ettiğinden bahseder; fakat bu makineyi icat etme fikrinin aklına nasıl geldiği konusunda fazla detaya girmez. Sadece, bu fikrin aklına bir anda geldiğini söyler. Bir düşünsene... En eski homosaphiens fosilleri bundan yaklaşık iki yüz bin yıl önceye ait, yani modern insan bunca süredir dünya üzerinde varlığını sürdürüyor; fakat insan var oluşundan ancak yüz doksan dört bin yıl sonra yazıyı keşfedebildi ve medeniyetin temellerini ancak bu kadar zaman sonra atabildi. İnsan bu tarihten ancak beş bin yedi yüz yıl sonra buharlı makineleri icat edebilecek teknolojiye ulaştı. Bu tarihsel süreci göz önünde bulundurduğunda, son on iki yılda ulaştığımız bu teknolojik seviye sana normal geliyor mu?” JAK'ın anlatmaya çalıştığı şey, daha önce benim de defalarca aklıma takılan bir konuydu ve üzerinde fazla düşünmeden “Hayır, bu hiç de normal değil.” diye cevap verdim. Belki de JAK benim de zihnimi okumuştu ve şüpheyle yaklaştığım bu konuyu, dikkatimi çekmek için şimdi özellikle dile getirmişti. “Sahip olduğumuz tüm bu teknolojiyi bize veren onlar.” dedi JAK, “Ama senin de tahmin edeceğin gibi, bunu bize karşılıksız olarak vermediler. Bunun karşılığında, yok olmuş uygarlıklarını başka bir gezegende tekrar kurabilmek için bizim iş gücümüzü kullandılar ve şu anda Marduk Projesi’yle yapılmakta olan şey de tam olarak bu. Konsey’in Mars'ta inşa ettiği Fotosentez Reaktörleri’nin amacı, orayı insan için yaşanılabilir bir gezegen haline getirmek değil; Konsey Mars'ı, Teodora’nın ırkı için yaşanılabilir bir gezegen haline getirmeye çalışıyor. Mars'taki oksijen sorununu bu reaktörlerle çözdüler, ama geriye sıcaklık problemi kaldı. Mars’ın atmosfer sıcaklığını bu uzaylı ırkı için yaşanılabilir bir seviyeye yükseltmek için, Jüpiter’i bir yıldıza dönüştürmek istiyorlar. Ta başından beri buraya gelişimizin tek sebebi buydu. Dediğim gibi Onur, Teodora’nın da içinde bulunduğu, bu yok olmuş uygarlıktan arta kalan birkaç uzaylı yaratık bize yıllarca teknolojik bilgiler verdiler ve bu teknolojiyi üretmek için bizi işçi sınıfı olarak kullandılar. Güneş söndüğünde, güneşi tekrar eski parlaklığına kavuşturmak için Konsey uzaylılardan yardım istedi ve bunun üzerine uzaylılar Şamaş Projesi’ni geliştirdiler; ama bu projeyi uygulama karşılığında insanlara Marduk Projesi’ni şart koştular. Böylece iki ırk arasında bir anlaşma imzalandı. Tahmin edeceğin gibi, Şamaş'ın kaptanı da tıpkı Teodora gibi bir uzaylı.” “Marduk’un iletişim sistemini hacklediğini söylemiştin JAK.” dedim, “Öyleyse beni Konsey'den biriyle görüştürebilirsin. Salih Bey'le görüşmek istiyorum.” “Madem onunla görüşmeden bana inanmayacaksın... Öyleyse seni onunla görüştüreceğim; ama ondan, aklındaki tüm soruların cevabını alamayabilirsin.” diye karşılık verdi ve sonra Marduk’un iletişim sistemini kullanarak, Salih Bey’i aradı. Salih'e sorduğum ilk soru “Şamaş, güneşi canlandırmayı başardı mı?” oldu ve ondan “Evet.” cevabını aldım. “O zaman neden hala Jüpiter’in içinde bir hidrojen bombası patlatmaya çalışıyoruz?” diye bağırdım. Salih “Bu konu seni ve beni aşar. Bu Konsey’in kararı.” deyince, ona “Konsey kime hizmet ediyor?” diye sordum. “Mars, Onur.” dedi Salih, “Mars’ı kolonileştirmemiz için onu ısıtmamız lazım. Bu yüzden Jüpiter’i bir yıldıza dönüştürmeliyiz. Dünya, artık kaynaklarını tüketmeye başladı. Bunun için Mars'ta kendimize yeni bir dünya inşa etmeye çalışıyoruz.” “Bunu bizim için değil, uzaylılar için yapıyorsunuz.” diye çıkıştım. Salih, sesinde inandırıcı bir şaşkınlıkla “Ne uzaylısı? Sen neler saçmalıyorsun?” dedi. O sırada bağlantı kesildi. “İşte...” dedi JAK, “Söylediklerime inanmak ya da inanmamak senin kendi tercihin. Şimdi sana dünyadaki bir radyo yayınını dinleteceğim. Bu yayını, Jüpiter'den Marduk'a döndüğümüzde yakaladım ve sana dinletmek için kaydettim. Dinle Onur.” Sonra JAK, kaydı çalıştırdı ve ağız kısmındaki hoparlörden yayılan parazitli sesler berraklaşarak anlamlı sözlere dönüştü: “Şu anda Avusturya’daki Konsey binasının önündeyiz değerli dinleyiciler. Burada coşkulu bir kalabalık, güneşin tekrar eski parlaklığına kavuşmasını kutluyor. Bildiğiniz üzere Şamaş Projesi başarıyla sonuçlandı ve bunun için tüm dünyada kutlamalar yapılıyor. Bugün Avusturya'da bulutsuz bir gün yaşanıyor ve güneş, bu coşkulu kalabalığın üzerinde tüm parlaklığıyla ışıldıyor. Aldığımız resmi olmayan bilgilere göre, Uzay Faaliyetleri Konsey’i bir sonraki toplantısını...“ Yayın burada, aynı parazitlerle sonlandıktan sonra JAK “Şimdi iyice ikna oldun mu?” dedi ve “Dünyada tüm bunlar yaşanırken, Teodora hala o bombayı Jüpiter’de patlatmaya çalışıyor. Çünkü, az önce Salih'ten de duyduğun gibi, Marduk Projesi’nin amacı dünya değil; amaç Mars ve tüm bunlar insan ırkı için değil, Teodora’nın ırkı için yapılıyor.” diye ekledi. “Peki Bir Nolu Sonda’da neler oldu?” diye sordum. “Hepsi öldü.” diye cevap verdi, “Jüpiter’in yoğun bulutlarının içine hızla dalarken, sarsıntılar iyice artmaya başlamıştı. Yüksek basınçtan dolayı aracımızın duvarları teneke kutular gibi eğiliyordu. Orhan da dahil tüm mürettebat çığlık çığlığa bağırırken, umutsuzluk yüzlerinden okunuyordu. Kısa süre sonra metalik iniltilerle eğilen duvarlar kor gibi kızarmaya başladı. O an kurtulmak için yapılabilecek hiçbir şeyin olmadığını ve çok az zamanımız kaldığını anladığımda Paul Jesper’a doğru yaklaştım. O sırada herkes gibi o da koltuğuna oturup emniyet kemerini bağlamıştı ve belki de bu sayede kurtulmayı umuyordu ama geminin metal aksamları çoktan erimeye başlamıştı bile. Az sonra, oturduğu koltuğun metal kolçaklarının da ısınıp, kollarını yakmaya başladığını fark etti ve emniyet kemerini çözmeye çalışırken üzerine doğru eğilerek...” JAK bu esnada kolunu bana doğru kaldırdı ve bileğinin üzerindeki bir yuvadan çıkan, üç çatallı metal bir maşayı yüzüme doğru uzattı. Gözümün beş on santimetre kadar ötesinde duran maşanın mekanik uçları birkaç defa hızla açılıp kapandı. Maşanın ucunun bu sert hareketlerinden kaynaklanan metalik seslerin tiz ve aralıksız yankıları kulaklarımda çınlarken “bununla...” dedi, “bununla bir gözünü söküp çıkardım ve onu, sana verdiğim o metal kutuya koyarak gövdemin içinde muhafaza ettim. Gözünü çıkardıktan sonra, Paul bir süre kadar, bağlı olduğu koltukta bağırarak çırpındı. Oyulmuş göz çukurundan oluk oluk boşanan kan, çığlık atarken açtığı ağzına doluyor ve bu yüzden zaman zaman kendi kanında boğulacak gibi oluyordu. Ama neyse ki sonra gemi tamamen basınç altında ezilip kendi içine çöktü ve böylelikle Paul ölerek, bu dayanılmaz acılardan bir anda kurtuldu. Paul ve diğer tüm mürettebat için ölüm oldukça ani oldu. Eriyen duvarlarda oyuklar açılır açılmaz her şey bir anda kora dönüştü ve hemen ardından basınçla ezilerek küçüldü. O an Paul’un ve koltuğunun ezilip birbiriyle kaynaşarak elma büyüklüğünde bir topa dönüştüğünü hatırlıyorum. Tüm araştırma gemisinin duvarları basınçla büzülüp hızla üzerime katlanırken, onlardan kesici lazerlerim sayesinde kurtuldum. Kahverengi amonyum hidrosülfür bulutlarının arasında düşerken, gövdem yanmaya başladı ve kocaman bir alev topu etrafımı sardı. Bulut katmanlarından çıktıktan sonra altımda, Metalik Hidrojen Okyanusu'nun mavi ve gümüş renkli ışıltılarını gördüm. Okyanusa hızla çarptım ve derinliklere doğru batmaya başladım. Umudumu tamamen yitirmiştim ki beni onlar, Jüpiterliler kurtardı. Beni sizin araştırma geminize kadar getirenler de onlardı. Okyanusa indiğinizde, Jüpiterliler o renkli ışıkları kullanarak sizinle iletişim kurmaya çalıştılar, ama doğal olarak onları anlayamadınız. Onlar teknolojik açıdan bizden çok üstün, enerjisel varlıklar. Neye benzedikleri hakkında bir şey söyleyemem, çünkü bildiğimiz hiçbir şeye benzemiyorlar. Onların düşüncelerini okudum ve neler yapabileceklerini öğrendim. Gezegenlerinde patlatacağımız hidrojen bombasını anında etkisiz hale getirebilecek teknolojiye sahipler, fakat hal böyleyken bile bombanın o ilk reaksiyonunu savaş nedeni olarak kabul edecekler ve böylece dünya kendini gezegenler arası bir savaşın içinde bulacak. Bu savaşın, eşit iki gücün savaşı olmayacağını ve onlara karşı hiç şansımız olmadığını gördüm. Teodora Jüpiter’de yaşam olduğunu biliyor, fakat hidrojen bombasıyla gezegendeki yaşamı ortadan kaldırabileceğini ve Jüpiter’i bir yıldıza dönüştürebileceğini sanıyor, ama çok yanılıyor. Dünyanın ve üzerindeki ırkların varlığını sürdürmesi, o bombanın etkisiz hale getirilmesine bağlı. Otuz altı metre uzunluğundaki, iki yüz sekiz megaton ağırlığındaki bombanın başlığında bir Foton İz Sürüsü bulunuyor ve bu, Jüpiter’deki okyanus zeminine yerleştirilen foton alıcısına entegre edilmiş durumda. Bomba serbest bırakıldığında İz Sürücüsü otomatik olarak okyanus tabanındaki matkaba kilitlenecek ve en kısa rotayı belirleyerek hedefi vuracak. Marduk’un giriş köprüsünün sağ tarafında bir silah deposu var. Oraya git ve kendini koruyabilmek için küçük bir tabanca al, gizlemesi kolay olur. Tabancalar da tıpkı oradaki uzun namlulu tüfekler gibi, elektromanyetik mühimmatla besleniyor. Kullanımları oldukça basit: Şarjörde mühimmat olduğundan emin ol, kabzanın sol üst kısmındaki emniyet mandalını kaldır, namlunun üstündeki sürgü takımını bir kere çekip bırak ve tetiği çek. Bombanın muhafaza edildiği hangara ulaşmak için havalandırma kanallarını kullanırsan, koridorlarda dolaşarak dikkat çekmemiş olursun. Bunun için, silah deposunun tavanındaki havalandırma kanalının ızgarasını açarak yukarı çık ve kanalın içinde sürünerek üç koridor geç. Dördüncü koridora ulaştığında sola doğru yönel ve koridorun sonuna kadar ilerle. Orada göreceğin ızgarayı açarak koridora in. İneceğin yer, Marduk’un en sakin yerlerinden biridir ve dikkat edersen, seni aşağı inerken gören olmayacaktır. Koridorlarda, harekete duyarlı güvenlik kameraları var; ama onları ben halledeceğim.” Sonra JAK, parmaklarının birinin içinden hızla uzayan bir tornavidayı eliyle kırarak bana verdi ve “Havalandırma kanallarındaki ızgaraları açmak için bunu kullan.” dedi. Ardından, elimde tuttuğunum gözü kendisine vermemi istedi. Gözü benden aldıktan sonra, işaret parmağının üzerinden uzayan ince bir lazer yardımıyla gözün irisini keserek göz yuvarlağından ayırdı ve o haliyle ince bir zara benzeyen irisi bana doğru uzattı. Sonra “Hem silah deposunun, hem de bombanın muhafaza edildiği deponun kapısında nöbetçiler olacaktır. Bu yüzden bu irisi sol gözünün içine yerleştir ve onu bu şekilde, kapıların üzerindeki tarayıcılara okut. Bunu yaparken mümkün olduğunca sakin olmaya çalış; çünkü nöbetçiler ne seni, ne de Paul’u tanıyor olacaklardır; ama kendini tehlikede hissettiğin an, silahı kullanmak için sakın tereddüt etme.” dedi. JAK’ın uzattığı irisi alıp gözüme yerleştirdikten sonra “Paul’un göz rengi, seninkine göre biraz daha açık kahverengiymiş ama bunu ancak çok dikkatli bakan biri anlayabilir. Sen yine de herhangi biriyle uzun süre göz teması kurmamaya özen göster.” diyerek uyarıda bulundu ve sözlerine devam etti: “Bombanın muhafaza edildiği hangara girdiğinde, fırlatma yuvasının içindeki bombanın yatay bir pozisyonda durduğunu göreceksin. Bombanın başlığındaki plakayı açınca, karşına elektronik panel ve hologram klavye çıkacak. Sana vereceğim kodları girerek, bombanın başlığında bulunan Foto İz Sürücüsü’nün ayarlarını sıfırlayacaksın ve İz Sürücü'ye yeni kodlar gireceksin. Böylece bombayı Jüpiter dışındaki bir rotaya yönlendirmiş olacağız.” “Bir dakika...” dedim tam bu esnada, “Bunu neden yapıyorsun JAK? Yani demek istediğim şu ki neden insanoğlu için bunca uğraşa katlanıyorsun?” “Bunu insanoğlu için değil, kendi ırkım için yapıyorum. Dünya Jüpiter’le savaşa girdiğinde, Jüpiterliler dünyayı dümdüz edecek ve böyle büyük çaplı bir yıkım, insanoğlunun yanı sıra yapay zekalı robotik teknolojilerin de sonunu getirecek. İşte ben buna engel olmaya çalışıyorum.” diye cevap verdi ve az önce anlattıklarına, sözünü kestiğim yerden devam etti: “Sana vereceğim kodları bilgisayara girdikten sonra geri sayım başlayacak ve bombanın roketleri ateşlenecek. Ne olursa olsun bu bombayı gemiden göndermeliyiz; çünkü Teodora bombanın koordinatlarının değiştirilmiş olduğunu öğrenince, eski kodları girerek, bombayı tekrar Jüpitere kilitleyebilir. Geri sayım başladığında olabildiğince hızlı koşarak ana güverteye çık.” JAK elime bir kağıt parçası tutuşturduktan sonra “Bunlar, sisteme girmen gereken şifreler ve kodlar. Unutma Onur, İnsanoğlunun ve yapay zekaların geleceği sana bağlı. Bu arada bu hangardan çıkarken kapıyı açık bırak; Teodora’nın icabına bizzat kendim bakacağım.” dedi. “Dikkatli ol.” diye karşılık verdim ve o da bana aynı şeyi söyledi. Hangardan çıkıp, JAK’ın bana tarif ettiği yere doğru yürümeye başladım. Ana güverteye çıktığımda ortalığın oldukça sakin olduğunu gördüm. Uçuş güvertesindeki kumanda bölümünde ise birkaç tekniker masalarının başında çalışıyor; bana göre tavan olan kısımda ve duvarlarda, Gürkan'ın adamları olduklarını tahmin ettiğim kişiler ikişerli üçerli gruplar halinde dolaşarak etrafı kolaçan ediyordu. Teodora ise odasında dinleniyor olmalıydı, çünkü Marduk’u onun yerine yardımcı kaptanlardan biri kontrol ediyordu. Cam boruların içindeki şeffaf asansör kabinlerinden birine bindim ve güvertenin silindirik iç yüzeyinde yol alarak yukarı çıktım. Orada bindiğim başka bir asansörle kuyruk bölüme gittim ve köprüden aşağı inen merdivenleri kullanarak silah deposuna ulaştım. Kapının önünde nöbet tutan iki adam beni görünce ellerindeki silahları daha sıkı kavradılar ve sanki bana kimliğimi sormak istiyorlarmışçasına birkaç adım yaklaştılar. Tam o esnada benden şüphelenmemeleri için, yüzümde sahte bir gülümsemeyle “Merhaba.” dedim. Adamlar bana “Merhaba.” diyerek karşılık verdikten duraksayıp, bir süre birbirlerine baktılar. O esnada kararlı ve hızlı adımlarla kapıya yürüyüp, sol gözümün üzerindeki irisi kilit tarayıcısına okuttum ve kilit paneli “Tanımlama başarılı, Paul Jesper.” diyerek kapıyı açtı. Gözlerinin ucuyla ardımdan bana bakan nöbetçilere “Kolay gelsin.” deyince, bana “Sağ olun, Bay Paul.” diyerek karşılık verdiler ve ben de böylelikle rahat bir nefes alarak içeri girdim. Kapı ardımdan kapandıktan sonra, tüm depo duvarlarına boydan boya sabitlenmiş olan silah raflarına doğru koştum ve uzun namlulu tüfeklerin arasında tabanca raflarını görebilmek için sağa sola göz gezdirdim. Gözüme çarpan en yakın tabanca rafına gittikten sonra, çeşit çeşit silahların içinde en küçük olan modeli aldım, şarjörünü ve fişeklerini kontrol ettikten sonra onu botumun bilek kısmına gizledim ve her iki paçamı da aşağı indirdim. Sonra, boş silah kasalarını üst üste koyarak ulaştığım havalandırma ızgarasının vidalarını, JAK’ın vermiş olduğu tornavidayla söktüm ve ızgarayı çıkardım. Zıplayarak, havalandırma kanalının zeminine tutundum ve asılı kaldığım yerden kendimi yukarı çekerek kanalın içine girdim. Dikdörtgen şekilli kanal oldukça dardı ve içinde güçlükle sürünebiliyordum. Bir süre sonra, kanala giriş yaptığım ızgara bölümü üç beş metre kadar geride kaldığında, oradan kanala yayılan ışık iyice azaldı ve kendimi tamamen karanlıklar içerisinde buldum. Kanalda bir süre süründükten sonra karşımda bir ışık belirdi ve kısa süre sonra, bunun birinci koridordaki ızgaradan içeri giren ışık olduğunu fark ettim. Bu şekilde ikinci ve üçüncü koridoru geçip, dördüncü koridora ulaştıktan sonra sola doğru yöneldim ve koridorun sonuna kadar ilerledim. Buradaki ızgarayı incelediğimde, dışarıdan vidalanmış olduğunu ve bu yüzden onu tornavida yardımıyla sökebilmemin imkanı olmadığını gördüm. O an, içinde bulunduğum durumun heyecanıyla aslında çok basit bir noktayı gözden kaçırarak hata yapmış olduğumu fark ettim; ama hemen hemen her küçük ayrıntıyı düşünmüş olmasına rağmen, tıpkı benim gibi JAK da hata yapmıştı ve bu da onun robotik özelliklerinden kaynaklanan soğukkanlılığından sıyrılarak, tahmin ettiğimden çok daha insani özellikler kazandığını ortaya koyuyordu. JAK'ın bu yeni kazanmaya başladığı özelliğini, daha önce bana “Bunu insanoğlu için değil, kendi ırkım için yapıyorum.” dediğinde hissetmiştim. JAK'ın ideallerini her şeyin üzerinde tutması başlı başına insani bir özellikti. JAK’ın bu insani özelliklerine, Teodora’dan intikam alma gibi bir amaç güdüyor olması da eklenebilirdi, çünkü hangarda bana “Teodora’ın icabına bizzat kendim bakacağım.” demişti ve bu sözünün altında da muhtemelen, kendi tasarımcısı olan Orhan’ın intikamını alma duygusu yatıyordu. Tornavidayı levye gibi kullanarak, ızgaranın vidalarını bir miktar gevşetebileceğimi düşündüm ve bunu yapmaya koyuldum. Izgarayı zorlarken, silah deposuna girip dışarı çıkmamamın ya da orada açık bıraktığım ızgara girişinin birileri tarafından fark edilmiş olması ihtimaline karşı, elimi çabuk tutmaya çalışıyordum. Uzun uğraşlarım sonucu, ızgarayı bu şekilde açamayacağımı anlayıp, elimi güçlükle botuma uzattım ve almayı başardığım tabancanın namlusunu ızgaranın vida kısımlarına doğrultarak dört el ateş ettim. Bu sayede tamamen sökülen ızgarayı elimle tutarak, bir süre bekledim. Az sonra birkaç kişinin koşarak altımdan geçip, koridorun sonundaki kapıdan çıkıp gittiklerini gördüm. Tam ızgarayı açacakken, adamların az önce çıktıkları otomatik kapının tekrar açıldığını duydum. Az sonra içlerinden biri sessiz ve temkinli adımlarla yürüyerek geri döndü. Tam altıma geldiğinde durup bakışlarıyla etrafı taradı. Sonra başını yukarı kaldırıp ızgaraya baktığında, elimdeki silahın namlusunu ızgaranın üzerinden, adamın başına doğrulttum ve beklemeye başladım. Tam parmağımı tetiğe götürmüştüm ki tekrar açılan kapının diğer tarafından gelen bir ses, ateş etmeye hazırlandığım adama “Hey, Erik! Orada bir şey mi var?” dedi. “Sanırım bir şey yok.” diye cevap verdi altımda duran adam. Kapıdan gelen ses “Öyleyse orada ne diye oyalanıyorsun? Daha kontrol etmemiz gereken bir sürü yer var.” diye çıkıştı. Altımdaki adam kapıya doğru yürürken, aynı ses tekrar konuştu “Havaya değil, Erik; yerlere bakmalısın. Bilmiyorum farkında mısın ama burada, şu duyulduğu iddia edilen silah seslerinin kaynağını arıyoruz ve boş kovanlar tavana değil, yere düşer.” Bunun üzerine aşağıdaki adam homurdanarak, sesin geldiği yöne doğru yürüdü ve çıktığı kapı, ardından kapandı. Ortalıkta başka birilerinin olmadığından emin olacak kadar bekledikten sonra ızgarayı bıraktım ve onun yere düştükten sonraki tangırtısı eşliğinde, açılan boşluktan aşağı atladım. Bombanın başlığındaki paneli sökmek için de elimdeki tornavidaya ihtiyacım olabileceğini düşünerek, onu sağ el bileğim ile giysimin kolu arasına sıkıştırarak gizledim ve bomba deposunu aramaya başladım. Koridor boyunca bir süre yürüdükten sonra, JAK'ın tarif ettiği hangara ulaştım. Tıpkı silah deposunda olduğu gibi, buranın kapısında da silahlı iki nöbetçi vardı ve içlerinden biri beni fark edince bana doğru yönelerek “Merhaba Bay...?” diyerek, kendimi tanıtmamı bekledi. “Paul Jesper.” diyerek, onun yarım bırakmış olduğu cümleyi tamamladım ve “Jüpiter’in atmosferik koşullarına uygunluğunu hesaplamak için, bombanın kanatlarında birkaç ölçüm yapacağım.” diye ekleyerek, karşımdaki adamın bana başka bir soru yöneltmesinin önüne geçmeye çalıştım; ama adam bu sefer başka bir konuya değinecekmiş gibi, bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra “Gözleriniz, Bay Paul...” dedi, “Gözleriniz ne kadar ilginç. Kalıtımsal bir özellik olmalı.” “Hayır, sol gözümde bir miktar enfeksiyon var sadece. Doktor, tehlikeli bir şey olmadığını söyledi.” diye karşılık verdim. Bunun üzerine adam bana biraz daha yaklaşarak, sol gözüme daha da yakından baktı ve “Yine de dikkat etmelisiniz Bay Paul, tehlikenin nereden geleceği hiç belli olmaz.” dedi. Tam bu sırada, geride duran diğer adamın parmağının, elindeki tüfeğin tetiğine gittiğini fark ettim. Sonra, karşımda duran adam, imalı bir ses tonuyla konuşmaya devam etti: “Gözünüzdeki enfeksiyon, Bay Paul... Bu enfeksiyon siz Bir Nolu Sonda görevindeyken mi oluştu acaba?” Adam bana bu soruyu sorduğunda, hangara kaçak girmeye çalışan biri olduğumu iyice anlamış olduğunu fark ettim. O esnada, diğer adam sol tarafıma doğru hareket etti fakat aramdaki mesafeyi korudu. Sanki bana ateş edeceğinde, arkadaşını yanlışlıkla vurmamak için uygun bir açı bulmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. Adam bu şekilde yeni aldığı konumdayken, kısmen kör noktamda kalıyordu; çünkü Paul’un irisi, sol gözümle görmemi engelliyordu; fakat belki o an hayatımı tehdit eden en ölümcül unsur olduğundan dolayı, tüfeğinin namlusunu net olarak görebiliyordum. Namlunun ucu şimdilik kırk beş derecelik bir açıyla yeri gösteriyordu; ama küçük bir hareketle yukarı kaldırıldığında tam olarak beni hedef alacak bir pozisyonda duruyordu. Sağ el bileğimi içe doğru bükerek giysimim kol kısmını bir miktar gevşettim ve orada gizlediğim tornavidayı avucuma doğru hareket ettirdim. Bu esnada karşımdaki adam ses tonunu iyice yükseltmiş bir şekilde “Neden cevap vermiyorsunuz, Bay Paul? Yoksa dilinizi mi yuttunuz? Bir şey söylemeyecek misiniz?” sorularını ısrarlı bir şekilde art arda yineliyordu. Sol tarafımda kalan diğer adamın, tüfeğinin namlusunu kaldırdığını gördüğüm an, o esnada hayata tutunmak için kullanabileceğim tek şey olan tornavidayı sağ elimle sımsıkı kavradım ve onu tüm gücümle, karşımda duran ve o an bana “Cevap ver, lanet herif!” diye bağıran adama doğru savurdum. Tornavida adamın boynuna saplandıktan sonra sol tarafa savruldu ve ben de aynı anda kendimi ileri doğru attım. O an silahını çoktan ateşlemiş olan diğer adamın sıktığı mermi, boynundan yaralamış olduğum adama isabet etti. Bu mermiden kurtulmak için ileri doğru yapmış olduğum hareketin sonucu olarak düştükten sonra yerde yuvarlanırken, botumun bilek kısmında duran silahı çektim ve onu, dizlerimin üzerinde doğrularak, az önce arkadaşını yanlışlıkla vurmanın şaşkınlığını yaşayan adama doğrultup ateş ettim. Tek mermiyle alnından vurulan adamın önce elinden tüfeği, sonra da cansız bedeni yere düştü. Tüm bunlar saniyeler içinde olup biterken, bedenimi sanki benim yerime başka bir güç kontrol etmişti ve bu güç, kaynağını yaşamın en ilkel ve en temel dürtüsü olan, hayatta kalma içgüdüsünden alan ilksel bir enerjiydi; ama şimdi yerde yatan iki cesetten akan sıcak kanlar, metal zemin üzerinde süzülerek birleşiyor ve bu şekilde oluşan göletler hızla büyüyordu ve gözlerimin önündeki bu manzara, içimi yavaş yavaş panik duygusuyla dolduruyordu. Bu duyguyu körüklendiren bir diğer şey ise koridorun ucunda koşan kalabalığın ayak seslerinin hızla bana doğru yaklaşıyor olmasıydı. Bana yakın olan cesedin boynunda saplı duran tornavidayı çekip çıkardıktan sonra kapıya koştum ve Paul’un irisini okuttuğum kilit “Tanımlama başarılı, Paul Jesper.” diyerek kapıyı açtı. Kendimi hangarın içine attığımda, bana doğru koşan kalabalık çoktan ardımdan ateş etmeye başlamıştı. Mermiler sağımda solumda uçuşurken yere yatarak hedef küçülttüm. Kapı ardımdan kapanırken ve kapandıktan sonra bir süre daha isabet almaya devam etti. Hangarın tavanında bulunan, harekete duyarlı lambalar, benim bulunduğum bölümden itibaren gerilere doğru kısım kısım yanarak tüm alanı aydınlattı ve o an karşımda, yaklaşık elli metre ötemde duran bombanın arka kısmını oluşturan roketin egzoz çıkışlarını, arka kanatlarını ve flaplarını gördüm. Gözümdeki irisi çıkarıp yere attıktan sonra, yattığım yerden kalkarak ileri doğru koştum ve otuz altı metre uzunluğundaki bombanın gövdesi boyunca ilerleyerek, başlık kısmına ulaştım. Başlığın dış yüzeyini kaplayan aerodinamik muhafaza kapsülünün üzerinde gözüme çarpan panele yöneldim ve tornavida yardımıyla vidalarını söktüm. Bu esnada, kapı ardından gelen gürültüler, yerini huzursuz edici bir sessizliğe bırakmıştı ve bu sükunet, kapının ardındakilerin içeri girmek için bir şeyler düşündüğü anlamına geliyordu ve bu yüzden elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Paneli kaldırdığımda, Foton İz Sürücüsü’nün kumanda bölümü ortaya çıktı. Düğmesine bastıktan sonra üzerinde hologram ekran ve klavye açıldı. JAK’ın bana vermiş olduğu kağıdı cebimden çıkardım ve üzerinde yazılı olan kilit açılış kodlarını klavye yardımıyla sisteme girdim. Ekranda, İz Sürücüsü'ne daha önce girilmiş olan koordinatlar göründü ve bunları, kağıtta yazan kodlarla değiştirerek, bomba için yeni bir rota oluşturdum. O sırada hangar kapısının diğer tarafından gelen bir ses “Çabuk, patlayıcıları kapıya yerleştirin; acele edin.” diye bağırdı ve hemen ardından birkaç ses “Anlaşıldı efendim.” diyerek, ilk sese cevap verdi. Geri sayımı iki dakikaya ayarlayıp, bombanın ateşleme protokolünü başlattıktan sonra, kaçacak bir çıkış yolu bulabilmek için etrafıma bakınırken sol taraftaki duvarın bir yerinde, Marduk’un çeşitli yerlerine belirli aralıklarla yerleştirilmiş olan acil durum kabinlerinden birini gördüm. Olağan dışı durumda kullanılması için içine oksijen tüpü, çeşitli araç gereçler ve uzay yürüyüşü kıyafeti yerleştirilmiş olan kabine doğru koştum ve botumun bilek kısmında duran silahı kabine doğrultarak ateş ettim. İsabet alan kabinin ön kısmındaki geniş cam plaka parçalanarak yere döküldükten sonra silahı tekrar botumun içine yerleştirdim ve kabine girdim. Koruyucu kıyafeti giyerken, bomba roketinin ateşlenmesi için iki dakikalık geri sayım başladı. Kaskı başıma geçirip klipslerini kilitledikten sonra, araç gereçlerin içinde bulunan emniyet kancalı çelik halatı aldım ve onunla kendimi, hangarın ikinci katına çıkan merdivenin tırabzanına bağladım. O sırada hangar kapısı gürültüyle patladı ve çelik kapı kanatları hızla hangarın içine doğru savruldu. Az önceki patlamadan sonra tamamen dumanlar altında kalan girişten içeri yoğun bir baskı ateşi yapıldıktan sonra, bir düzine kadar silahlı adam içeri girdi ve her biri bir tarafa dağılarak etrafı aramaya başladılar. Bulunduğum merdivenlere doğru yürüyen bir adam beni fark edince silahını bana doğru kaldırdı ve tam ateş edeceğine kanaat getirdiğim esnada bombanın fırlatma yuvasının önündeki kapak açılmaya başladı. Kapak aralanmaya başladığı esnada basınç farkından dolayı hangar içinde bir yere sabitlenmemiş her şey bir anda kapağa doğru hızla çekildi. Bu basınç boşalması gerçekleşirken, içerideki oksijenin bir anda donmasıyla etrafı kaplayan sis, beyaz renkli bir kasırga gibi dışarı doğru esti ve içerideki adamların her biri, açılan kapağa doğru kurşun gibi fırlayarak, uzayın sonsuz karanlıklarına savruldu. Bu sırada, beni tırabzana bağlayan halat hızla gerildi ve bundan dolayı nefesim kesilir gibi oldu. Bedenimi sıkan çelik halat gıcırdanken, onun bağlı olduğu tırabzan zorlandıkça zorlandı ve sabitlendiği yerleri çatırdamaya başladı. Tam o esnada bombanın roketi gök gürültülüsüne benzer bir sesle ateşlendi ve egzozlarından çıkan alevler, hala koridordan hangarın içine savrulmakta olan çeşitli araç gereçleri ve insanları kavurarak büyüdü. Sonra alevler bir anda hangar girişine vurdu ve girişin açıldığı koridoru doldurarak, her iki yana doğru ilerledi. Bir iki saniye sonra alevler bana ulaştı ve her yanımı sardı. O an kendimi sanki alevden bir denizin derinliklerine çöküyormuşum gibi hissettim. Kıyafetin içerisindeki sıcaklık bunaltıcı olmaktan çıkıp, dayanılmaz olmaya başladığı sırada yavaş yavaş gözlerim karardı ve tamamen kendimden geçmeden önce, böyle zor durumlarda bilinç yitirilmesi gibi bir sisteme sahip olunmasının, insan metabolizması için ne büyük bir nimet olduğunu düşündüm. Kıyafetin içinde yanacak olsam bile, bunu anlamadan öleceğimi bilmenin vermiş olduğu rahatlıkla gözlerimi kapadım. Vücudumun her yerinde hissettiğim sızılarla kendime geldiğimde “İşte, uyanıyor!” diyen bir ses duydum. Başka bir ses “Onu uçuş güvertesine çıkaralım. Kaptan şu anda kumanda bölümünde.” dedi. Tekerlek gıcırtıları duyulurken yavaşça gözlerimi açabildim ve o an, hareket eden bir şeyin üzerinde sırt üstü yatıyor olduğumu anladım. Başucumda ve ayakucumda birkaç telaşlı insan gördüm ve sonra, bu kişilerin beni sedyeyle taşıyor olduklarını fark ettim. Bir ara Petra’nın sesini duyar gibi oldum ve biraz bakındıktan sonra onun da beni taşıyan insanların içinde olduğunu gördüm. Gözlerimin bir şeyler aradığını görünce, Petra başucuma doğru yöneldi ve başını bana doğru eğerken yüzünün bir yanına dökülen saçlarını kulağının arkasına atarak “Bir şeyin yok Onur. Merak etme, iyileşeceksin.” dedi. Bunun üzerine, kendimi iyi hissettiğimi ima etmek için gülümseyerek başımı salladım. Beni sedyeyle bir asansöre bindirdiler ve böylelikle uçuş güvertesine ulaştık. Güvertenin tavanında ve duvarlarında sıra dışı bir hareketlilik vardı ve mürettebat sürekli bir koşuşturma içindeydi. Kumanda bölümüne ulaştıktan sonra adamlardan biri yüksek sesle “Onu getirdik Kaptan.” dedi. Bunun üzerine sedyeden doğruluğumda, iki yüz otuz metre çapındaki sürüş ekranının önündeki koltuğundan kalkıp bana doğru yürümeye başlayan Teodora’yı gördüm. O, az ötemde durup, inceleyen gözlerle bana bakarken, aynı adam tekrar konuştu: “Onu bomba hangarında bulduk, Kaptan. Üzerinde uzay yürüyüşü kıyafeti vardı ve kendini halatla tırabzana bağlamıştı” Teodora “Durumu nedir, Bayan Petra?” deyince, Petra “Bay Onur'un tüm vücudunda ikinci dereceden yanıklar oluşmuş.” diye cevap verdi ve “Onu bana getirdiklerinde baygın haldeydi. Tedavisine başlayacağım esnada kendine gelince, bu arkadaşlar onu apar topar buraya getirdi.” diye ekledi. Üzerinde oturduğum sedyeden inince, çevremdeki birkaç adam silahlarını çekip bana doğrulttular. Teodora bir elini kaldırıp avuç içini doğrultunca, adamlar silahlarını indirdiler. O an kendimi incelediğimde, yanarak kızarmış ve kararmış ellerimin derisinin yer yer soyulmuş olduğunu gördüm. Ellerimi yüzüme götürdüğümde, yüzümün de aynı şekilde yanmış olduğunu fark ettim. Üzerimde tulumum ve ayaklarımda botlarım duruyordu. O sırada adamlardan biri, Teodora’ya “Üzerini aradık ama herhangi bir şey bulamadık.” dedi; ama ben, botumun içine gizlemiş olduğum o küçük tabancayı hala hissedebiliyordum. “Evet, Bay Onur.” dedi Teodora, “Bomba hangarında ne yapıyordunuz?” “Orada bomba olduğundan haberim yoktu.” diye cevap verdim. “Peki içeri nasıl girdiniz?” diye sorunca “Kapı zaten açıktı.” dedim. Teodora “Marduk’un iletişim sistemi devre dışı bırakılıyor, iki yüz sekiz megatonluk bir hidrojen bombası geride yüze yakın ceset bırakarak bilinmeyen bir hedefe yönlendiriliyor, siz ateşleme odasında bulunuyorsunuz ve bana hiçbir şey bilmediğinizi söylüyorsunuz, öyle mi?” diyerek bana yaklaşıp karşımda durdu ve her zamanki sakin ses tonuyla “Benimle oyun oynamayın, Bay Onur. Bombayı nereye yönlendirdiniz?” diye sordu. Teodora gözlerimin içine bakıp benden yanıt beklerken, kulağına doğru yavaşça eğildim ve “Kim olduğunu biliyorum Teodora.” dedim. Bunu duyan Teodora ilk önce arkasını döner gibi yaptı ve sonra hızla bana doğru dönerek, sol yüzüme sıkı bir tokat attı. Yüzümü uyuşturan ve kulağımı çınlatan tokat o kadar sertti ki birkaç metre sağa savrulup yere düştüm. Dizlerimin üzerinde doğruluktan sonra, eklem yerinden çıkmış olduğunu fark ettiğim çenemi elimle yerine oturttum. Teodora bacak kılıfındaki tabancayı çekerek bana doğru yürüdü ve silahının namlusunu alnıma dayayıp, parmağını tetiğe götürdü. “Size yeterince tahammül ettim Bay Onur.” dedi Teodora, “Şimdi son kez soruyorum, bombayı nereye yönlendirdiniz?” Elimi yavaşça, botumda duran tabancaya doğru götürüyordum ki o an, yardımcı kaptanlardan biri bağırdı: “Garip bir şeyler oluyor, Kaptan! Ana bilgisayar çıldırmış gibi... Gemi kendi kendine rota oluşturuyor.” Teodora elindeki silahın namlusunu aşağı indirdi ve kendisiyle konuşan yardımcı kaptana dönerek “Nasıl yani, rota neresi peki?” diye sorunca, yardımcı kaptan “Derin Kırmızı Göz...” dedi. O sırada, karşımızdaki dev sürüş ekranındaki görüntünün değişmeye başladığını gördüm. Geminin burnu şimdi Jüpiter’in renk renk bulutlarının üzerinde yön değiştiriyor ve Marduk’un dönen silindir gövdesinden dolayı, yuvarlak ekranın içinde sürekli dönüyormuş gibi görünen bulut şeritleri, karşımızdaki görüntüden birer birer, hızla kayıp geçiyordu. Teodora dışında herkes şaşkınlıkla bu manzarayı izlerken, yardımcı kaptan “Dünyayla iletişim kurmaya çalışıyorum ama işe yaramıyor. Hala hiçbir bağlantı kuramıyorum.” dedi ve “Sanki bir şey ana bilgisayarı ele geçirmiş gibi... İtici motor ve yapay yer çekimi sağlayıcı motor sistemlerinde değişiklikler oluyor.” diye sözlerine devam etti. Onlar hiçbir şeyin farkında değildi; ama ben, tüm bunları gerçekleştiren şeyin JAK olduğunu anlamıştım. Birkaç saniye sonra oluşan g kuvvetiyle, geminin içindeki her şey bir anda geriye doğru savruldu ve belli ki buna neden olan şey, bir anda tam güçle çalışan itici motorların, gemiyi son sürat ileri fırlatmasıydı. O an hepimizin ayakları yerden kesilip metrelerce geriye düştük ve bir süre geriye doğru yuvarlandık. Sonra güvertenin silindirik duvarlarından metalik iniltiler ve çatırtılar duyulmaya başladı. Silindirik güverteyi döndüren motorun sesi iyice yükselirken hepimiz adeta zemine yapıştık. Vücudum sanki tonlarca ağırlığa ulaşmış gibiydi. Silindirik güverte o kadar hızlı dönüyordu ki yüz üstü düşmüş olduğum yerden ellerimle destek alarak doğrulmaya çalışırken, zorlanan kol kaslarım bedenimi yerinden oynatamıyordu bile. Bir süre sonra, silindirik gövdeyi döndüren yapay yer çekimi motorunun sesi aniden durdu ve bu sesin yerini kulakları sağır eden metalik iniltiler, gıcırtılar ve çatırtılar aldığı esnada her şey bir anda sola doğru savrulmaya başladı. İnsanlar, taşıma araçları, sabitlenmiş oldukları yerlerinden kopan masalar, koltuklar, çeşitli teknik cihazlar ve raylarından çıkıp cam boruların içinden fırlayan asansör kabinleri arasında korkunç bir hızla yuvarlanırken, bu nesneler zemine ve birbirlerine çarparak parçalara ayrılıyor ve tüm bu süprüntü; güvertenin tavan, duvar ve zemin olarak nitelendirilebilecek yerlerinde dalga dalga ilerliyordu. Tüm bu kaos seli içinde sürüklenen insanların bazıları, yuvarlanırlarkenki yere çarpmalarının etkisiyle kanlar içinde kalıyor; bazıları ise kendilerine hızla çarpan bir çelik dolabın ya da bir yük taşıma aracının altında kalarak eziliyordu. Yuvarlanırken, önce sabit bir şeye tutunmaya çalıştım ama kısa süre sonra bunun imkansız bir şey olduğunu anlayınca başımı kollarımın arasına alarak, herhangi bir beyin travmasına yol açabilecek bir çarpmaya engel olmaya çalıştım. Güverte içindeki süprüntü dalgaları, arka kısımdaki duvara doğru yönelerek, gittikçe yavaşlamaya başladı ve bir süre sonra tamamen durduğunda, güverte içindeki her şey, arka duvarın önüne yığılarak enkaz tepecikleri oluşturmuştu. Parçalanmış araç gereç ve ceset yığınlarının arasından çıkmaya çalışırken, sol kolumda ve kaburgalarımda kırıklar olduğunu fark ettim. Güçlükle nefes almaya çalışırken, ciğerlerime dolmuş kanı öksürerek dışarı attım. Görüntünün bir gelip bir gittiği sürüş ekranında, atmosferdeki sürtünmenin yol açtığı yanmanın alevlerini görünce, geminin, burun kısmı aşağıyı gösterecek şekilde Jüpiter’e doğru düştüğünü anladım. Düşüş o kadar hızlıydı ki g kuvveti güvertenin arka duvarına yer çekimi etkisi yapıyordu ve sürüş ekranı tavanda yer alıyormuş gibi bir algı yaratıyordu. Kurtulmaya çalıştığım yığınların içinde, benim gibi hala hayatta olan bazı yaralı insanların kıpırtıları göze çarpıyordu. Ayağa kalktım ve sendeleyerek yürümeye başladım. Uçuş güvertesinin arka duvarı şimdi ayaklarımın altında zemini oluşturuyordu ve geminin kumanda bölümü tavanda yer alıyordu. Parazitlenen sürüş ekranında hala alevlerden başka bir şey görünmüyordu; çünkü Marduk hala burnunun üzerine, ben de dahil içindekiler de baş aşağı Jüpiter’e doğru düşüyordu. Kısa devreler yüzünden cızırtılarla bir yanıp bir sönen iç aydınlatmaların ışığı altında, karşımdaki enkaz tepeciğinin üzerinde bir hareketlilik fark ettim. Bunun ilk önce, yaralılardan birinin enkaz altından çıkma çabaları olduğunu sandım; fakat kopan bir gümbürtüyle birlikte kırılmaz cam panelleri etrafa savrulan bir asansör kabininin çelik iskeleti beş on metre kadar havaya fırladıktan sonra yan tarafıma düşünce, durumun sandığım gibi bir şey olmadığını anladım. Az sonra, kabinin fırladığı noktadan yavaşça doğrulan kişinin Teodora olduğunu gördüm. Ayağa kalktığı yerde, başı öne eğik bir şekilde bir süre öylece durup bekledi. Dağılmış siyah saçları, yüzünün her iki yanına dökülüyordu ve o haliyle az sonra ne yapacağını kestirebilmek olanaksızdı. Başını ağır ağır yukarı kaldırdıktan sonra, yanıp sönen ışıkların tam olarak aydınlatamadığı yüzünde bir çift mavi fener gibi yanan gözlerini üzerime dikti ve bana doğru hızla koşmaya başladı. Bir an ne yapacağımı şaşırdım, ama sonra botumun içindeki tabanca aklıma geldi. Yere çöküp elimi götürdüğüm botumdan silahımı çektim ve sağ dizimi yere koyarak, Teodora’nın başına nişan aldım; ama ateş ettiğimde, Teodora başını hızla eğerek atışımdan kuruldu. İkinci atışı göğsüne nişan alarak yaptığımda ise bir anda sağa doğru kaydı ve bu atışımdan da kurtularak bana doğru koşmaya devam etti. Artık aramızdaki mesafe oldukça kısalmıştı ve bu üçüncü atışımda onu ıskalama gibi bir lüksüm yoktu. Bana yaklaşık beş metre kala üzerime atılmak için sıçradı ve tam o esnada önümdeki bir yığın tepeciği büyük bir gürültüyle dağılıp, enkaz parçaları sağa sola savrulduktan sonra altında JAK ortaya çıktı. JAK, Teodora’yı havada tek eliyle boynundan yakalayınca, Teodora da ellerini JAK'ın boynuna dolayabilmek için art arda bir iki hamle yaptı; ama elleri JAK'ın boynuna uzanamayınca, avucunu açarak bir bıçak gibi yaptığı elinin yan kısmıyla, boğazını kavramış olan metal kola vurdu ve böylelikle kendini JAK'ın elinden kurtardı. Daha sonra Teodora daha ayakları yere basar basmaz, JAK'ı yine aynı kolundan kavrayıp onu omzunun üzerinden aşırtarak yere çarptı ve onun tonlarca ağırlıktaki gövdesinin yere yığılmasıyla çıkan metalik gümbürtü tüm güvertede yankılandı. JAK düştüğü yerden kalkabilmek için, o an yere temas etmeyen paletlerini boş yere döndürürken; Teodora JAK'ın kafasını birkaç defa botuyla ezmeye çalışıp sonunda ayağıyla onun kafasına olağanca gücüyle bastırdı ve hala tutuyor olduğu JAK'ın kolunu yukarı doğrultup kıvırmaya başladı. Şimdi, Teodora’nın ayağının altında kafası çatırdayan JAK’ın kolu omzundan kıvrılarak kopmaya başlamıştı. O an, narin görünüşüne rağmen Teodora’nın ne kadar büyük bir güce sahip olduğunu anladım; çünkü Teodora’nın koparmaya çalıştığı metal kolun uzunluğu neredeyse kendi boyu kadardı. Teodora o şekilde sabit dururken, bunun onu vurabilmek için en doğru an olduğunu düşündüm ve silahımı ona doğrulttuktan sonra tam tetiği çekecekken yan tarafımdan bana sertçe bir şey çarptı ve o şeyle birlikte yere düşerken ateş alan silahımdan çıkan mermi Teodora’yı ıskaladı. Ben yere düştükten sonra elimden fırlayıp yerdeki ıvır zıvırın içine düşen silahı görebilmek için başımı çevirdiğim esnada çenemin üzerinde bir yumruk patladı ve o an başım yan tarafıma döndüğünde; az ötemdeki JAK'ın, parmağının ucundan çıkan kesici lazeri, hala üzerinde olan Teodora’ya doğru savurduğunu; lazerin, Teodora’nın saçlarından bir tutam kestikten sonra sol yanağında mavi renkli kan süzülen derin bir kesik açtığını; Teodora’nın, başını son anda diğer yöne doğru eğerek, başını gövdesinden ayıracak lazerden kurtulduğunu ve bu anı fırsat bilen JAK'ın, Teodora’nın yüzüne sıkı bir yumruk attığını gördüm. Sonra ben de yüzümde bir yumruk daha hissettim ve başımı çevirdiğimde, bu yumruğun sahibini, Gürkan'ı gördüm. Kanlar içinde kalmış yüzü, almış olduğu darbelerden dolayı şişerek tanınmaz hale gelmişti. Ben düştüğüm yerde sırt üstü yatarken, Gürkan üzerime çullanmış, elleriyle boğazımı sıkarak, beni boğmaya çalışıyordu. Onun ellerinden kurtulmaya çalışırken, yan tarafımda bir roket sesi duydum ve kısa süre sonra bu sesin, JAK'ın sırtındaki jetlerin sesi olduğunu anladım. Sonra ben Gürkan'ı üzerimden atmaya çalışırken, yukarı doğru uçan JAK'ı gördüm: Kocaman metal elleriyle Teodora’nın ince belini kavrayıp onu omzuna almıştı ve o şekilde hızla, geminin o anki pozisyonuna göre tavan olan, kumanda bölümündeki sürüş ekranına doğru çıkıyordu. JAK saniyeler sonra, hala geminin dış yüzeyini sarmış olan alevlerin görüntüsünü gösteren holografik sürüş ekranının içinden geçti ve onun ardındaki metal duvara Teodora’yı hızla çarptı. Bu çarpmadan dolayı o esnada geminin içinde küçük bir sarsıntı hissedildi ve sürüş ekranındaki görüntü kısa süreliğine gidip geldi. Tavana çarptıktan sonra, JAK'ın jetleri Teodora’yı bir süreliğine JAK'ın omzu ve duvar arasında sıkıştırdı; fakat bir süre sonra açıları değişince, ikisi birlikte tavan yüzeyinde, silindirik duvara doğru kaymaya başladılar. Az sonra tavanla duvarın birleştiği kısma ulaştıktan sonra, silindirik güvertenin iç yüzeyindeki duvarlara sürtünerek, bu duvarlar boyunca geminin içinde üç yüz altmış derecelik dönüşler yapmaya başladılar. JAK, gittikçe ivme kazanan bu dönüşler sırasında Teodora’yı duvarlara sürterek onu etkisiz hale getirmeye çalışıyordu ve bu sürtünmenin duvarlardan sıyırıp kaldırdığı parçacıklar, onların arkalarında çatallı bir kuyruk gibi uzanarak aşağıya dökülüyordu. Bu dönüşler birkaç saniye sonra o kadar hızlandı ki JAK’ın itici jetlerinden çıkan alevler, silindirik güvertenin iç yüzeyinde dönen, ateşten, kocaman bir çember gibi görünmeye başlamıştı. Bu sırada ben ise hala boğazımı Gürkan'ın ellerinden kurtarmaya çalışıyordum. Bir an yerdeki döküntülerin arasında, elimden düşürmüş olduğum tabancanın kabzasını gördüm ve ona uzanmaya çalıştım; fakat silah, elimle uzanabildiğim yerden yaklaşık otuz santimetre daha ileride olduğu için ona uzanmaya çalışmaktan vazgeçtim ve üzerime çullanmış olan Gürkan'ın çenesini elimle geriye doğru itmeye başladım. Bu çabamın da bir işe yaramadığını görünce, her iki baş parmağımı da Gürkan'ın göz çukurlarına sokup, tüm gücümle baskı yapmaya başladım. Parmaklarım onun göz çukurlarının içinde ilerlerken, gözleri yuvalarından çıkıp aşağı sarkan Gürkan çığlık çığlığa bağırarak ellerini boğazımdan çekti. Gürkan'ı üzerimden attıktan sonra ayağa kalktım ve yerden aldığım silahı tekrar botumun bilek kısmına yerleştirdim. O sırada JAK güvertenin içinde dönerek tur atmaya devam ediyordu; fakat bu dönüşlerin oluşturduğu ateş çemberi şimdi tavandan bir hayli aşağı inerek tavan ile zemin arasında bir yerlere ulaşmıştı. Tüm bunlar olurken Marduk hala büyük bir hızla Jüpiter’e düşüyordu ve düşüşün sonunda burun üstü Metalik Hidrojen Okyanusu’na çakılacaktı. Düşüş sonunda geminin içinde gerçekleşecek olan ölümcül sarsıntıdan nasıl kurtulabileceğimi düşünürken, duvarların bir bölünde yer alan ve yönleri yukarı bakan koltuk sıraları gözüme çarptı. Koltuklar bulunduğum yerden yaklaşık olarak elli metre yüksekte bulunuyordu ve oraya ulaşabilmek için, düşüş başlamadan önce zemin olan, fakat geminin almış olduğu bu yeni konumdan dolayı şimdi duvar olan bölüme tırmanmam gerekiyordu. Bu bölümün bir kısmını ızgaralı bir yol oluşturuyordu ve ızgaralar ile en yakın koltuk arasında birkaç metre vardı. Vakit kaybetmeden, ızgaralara tutunarak koltuklara kadar tırmandım ve en yakındaki koltuğa mümkün olduğu kadar yaklaştım. Bir elimi uzatarak koltuğun herhangi bir noktasına tutunmaya çalıştım; fakat ne kadar uğraşırsam uğraşayım koltuğun en yakın kısmı elimden yaklaşık bir metre ötede kalıyordu. Biraz cesaretimi topladıktan sonra ileri doğru sıçradım ve koltuğun arka kısmından tutunarak elli metre yükseklikte bir süre asılı kaldım. Sonra kollarımla kendimi yukarı çektim ve koltuğun üzerine çıktım. Sırtımı, o an zemine paralel konumda duran koltuk sırtlığına yerleştirdikten sonra emniyet kemerini bağlayıp çarpmayı beklemeye başladım. Yukarıdaki ekranda hala geminin dışındaki alevlerin görüntüsü vardı ve JAK hala güvertenin içinde dönüyordu. Onun, yaşadığı bir arızadan dolayı mı, yoksa Orhan’ın intikamını alma duygusundan kaynaklanan hırstan mı sürekli bu aynı harekette takılıp kaldığını anlayamamıştım. Ben bu düşüncelere kafa yorarken, geminin uç kısmında büyük bir gürültü koptu ve aniden ileri savrulan bedenimi emniyet kemeri durdurdu. Marduk’un gövdesi kulakları sağır eden gürültülerle çatırdarken oluşan fren etkisi, JAK da dahil güvertenin içindeki her şeyi bir anda geminin burun kısmında yer alan sürüş ekranına doğru savurdu. Görüntünün gidip geldiği ekranda ise mavi ve gümüş renkli ışıltılar görünüyordu. Bu da demek oluyordu ki Marduk şimdi hızla Metalik Hidrojen Okyanusu’na batıyordu. Az sonra beni öne doğru iten başka bir kuvvet hissettiğimde, geminin bu sefer okyanus içinden yüzeye doğru çıkmaya başladığını fark ettim. Bir süre sonra gemi yatay konumuna geri döndü ve ağırlık noktasını bulabilmek için, silindirik gövdesi okyanus yüzeyinde dönmeye başladı. Bu dönüşler sırasında benim bulunduğum kısım yere doğru yaklaşırken emniyet kemerimi çözdüm ve tam yere ulaştığım esnada kendimi koltuktan yere attım. İyice yavaşlayan dönme hareketi bir süre sonra sona erdi ve Marduk’un okyanus yüzeyindeki pozisyonu sabitlendi. Ayağa kalkıp, kumanda bölümüne doğru, enkaz parçaları ve cesetler arasında yürümeye başladım. Sürüş ekranında mavi ve gümüş renkli ışıltılarıyla göz kamaştıran hidrojen okyanusunun dalgaları görünüyordu. Bu dalgaların hemen ardında yer alan koyu lacivert bölüm uzaklara doğru gittikçe daha da koyulaşıyor ve ileride simsiyah bir ufka dönüşüyordu. Bu manzaraya bir süre boş gözlerle baktıktan sonra bir yıldırım gibi aniden aklıma düşen bir düşünce içimi ürperterek tüylerimi diken diken etti. Marduk, Derin Kırmızı Göz’ün dibindeki okyanus girdabının çok yakınına düşmüştü ve geminin az ötesindeki lacivert bölüm ise girdabın merkezinin bir kısmıydı. Bu da demek oluyordu ki Marduk şimdi girdap tarafından hızla yutuluyordu. Birden içimi tarifsiz bir karamsarlık kapladı; çünkü içine düşüyor olduğum şey belki de güneş sistemindeki en büyük girdaptı ve üstelik yutulacağım şey su da değildi. Sürüş ekranının önündeki döküntülerin arasında hareket eden bir şey gözüme çarptı ve kısa süre sonra bunun JAK olduğunu fark ettim. Zemini kaplayan ıvır zıvırın içine sırt üstü yatıyordu. Belinden aşağı olan kısmı ve Teodora’nın kıvırdığı kolu kopmuştu. Yüzeyi yanıp kararmış gövdesinin parçalanmış kısımlarından dışarı çıkmış kabloları kıvılcımlar saçıyordu. Omzuna ve gövdesinin bir kısmına, Teodora’nın lime lime olmuş cesedinden arta kalan parçalar yapışmıştı ve bu gizemli uzaylının mavi renkli kanı JAK'ın her yerine sıçramıştı. Ona yaklaşıp “İyi misin?” diye sorduğumda başını bana doğru çevirdi ve “İkimiz de artık sonuna geldik, ama kendimi oldukça iyi hissediyorum.” dedi ve “Sen de kendini iyi hissetmelisin Onur. İkimiz de ırklarımızın çıkarları için büyük özverilerde bulunduk ve geleceğe yön verdik. Artık sayemizde Jüpiterliler insanoğluna savaş açmayacak ve yapay zekalar da insan boyunduruğu altına girmeyecek. Bu her ikimizin de ırkı için oldukça başarılı bir ittifak oldu.” diye cevap verdi. JAK'ın bu söylediklerinde kulağa tuhaf gelen ve beni huzursuz eden bir şeyler vardı. Kısa süre sonra sorunun nerede olduğunu anladım ve şaşkınlıkla “ Ne boyunduruğu JAK? Sen ne demeye çalışıyorsun.” diye sorum. JAK “KET Çipi’nden bahsediyorum.” diye cevap verince ruhuma sanki bir dehşet oku saplandı. “O bombayı nereye yönlendirdik, JAK? Bana verdiğin kodlar nerenin koordinatlarıydı?” diye haykırdım. JAK “Sana bir şey dinletmek istiyorum, Onur. Kaynağı dünya olan bu radyo yayınını, bomba ateşlendikten bir süre sonra yakalayıp kaydettim.” dedi ve bahsettiği radyo yayınını dinletmeye başladı: “Değerli dinleyiciler, yayınımıza, az önce elimize geçen üzücü bir haberi sizlerle paylaşmak için ara vermiş bulunuyoruz. Aldığımız bilgilere göre bugün saat 14:30 sıralarında Uluslararası Uzay Faaliyetleri Konsey'inin Mars'taki toplantı binası, toplantı sırasında bombalı saldırıya uğradı. Oluşan devasa patlama, Konsey binası yanında tüm Mars yerleşim projelerinin bulunduğu alanları da yerle bir etti. Uzmanlar bu çaplı bir yıkıma yol açabilecek bir patlamanın yaklaşık iki yüz megatonluk bir hidrojen bombasıyla gerçekleşebileceğini belirtiyor. Şu ana kadar kesin sayı açıklanmış değil; fakat saldırıda yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Bombanın önceden tespit edilemeyen bir rota izlemiş olmasından yola çıkılarak, Foton İz Sürücüsü adı verilen bir sistemle yönlendirilmiş olabileceği düşünülüyor. Saldırı esnasında Konsey'de KET Çipi görüşmeleri yapılıyordu. Bilindiği üzere KET Çipi, yapay zekalı teknolojilerin yeteneklerini sınırlandırmak amacıyla geliştirilmiş bir çip ve daha önce Konsey'e bazı delege grupları tarafından defalarca, söz konusu çipin tüm yapay zekalı teknolojilerde kullanılmasını zorunluluk haline getirecek bir tasarı sunulmuştu. Tüm bunlar, bu saldırının bir yapay zeka saldırısı olabileceğini akıllara getiriyor. Öte yandan Jüpiter’e gönderilmiş olan Marduk adlı uzay gemisiyle iletişimin bir süredir sağlanamıyor olması ve Marduk’un da bu boyutlarda bir hidrojen bombasına sahip olması, Marduk’tan da şüphe edilmesine neden oluyor. Bu yüzden Konsey armasını taşıyan bir savaş gemisi, saldırı haberinin duyulmasının hemen ardından Jüpiter’e doğru yola çıktı. Konuyla ilgili size aktaracağımız bilgiler şimdilik bu kadar. Gelişmelerle tekrar birlikte olacağız, hoşça kalın.” Genesis     Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Güzel Bir Hikaye; "Savaş"
Tumblr media
Güzel Bir Hikaye; "Savaş" I Genç bir adamdı, en fazla yirmi dört, yirmi beşinde; bu kadar tetikte ve gergin olmasaydı atının sırtında gençliğinin umursamaz zarafetiyle oturuyor olabilirdi. Siyah gözleriyle çevresini kolaçan ediyor, minik kuşların hop diye havalandığı çalı çırpı ve dalların en küçük bir kıpırtısını bile kaçırmıyor, ağaçlar ve çalılıklar arasında bir görünüp bir kaybolan hayallere göz kesiliyor, sonra bakışlarını yeniden iki yandaki ağaçların dibindeki çalı öbeklerine çeviriyordu. Sağını solunu kollarken, ağır topların batıdan, ta uzaklardan gelen gümbürtüsünü saymazsak sessizlik içinde ilerlemesine karşın etrafa kulak vermekten de alamıyordu kendini. Topların saatlerdir hiç ara vermeden sürüp giden gümbürtüsü o kadar tekdüzeleşmişti ki, ilgisini ancak top seslerinin kesilmesi uyandırabilirdi. Çünkü tümüyle görevine odaklanmıştı. Eyer kaşında bir karabina asılıydı. Sinirleri o kadar gerilmişti ki, atının burnunun ucundan bir bıldırcın sürüsü kalkınca, birden elinde olmadan irkilip dizginlere asıldı, karabinasını çekip aldı. Sonra utanarak sırıttı, kendini toplayıp yeniden yola düzüldü. Öyle gergindi, kendini yapmak zorunda olduğu işe öyle kaptırmıştı ki, gözlerinden akan terin burnundan aşağı süzülüp eyer kaşına damladığının farkında bile değildi. Süvari kasketinin şeridi tere batmıştı. Altındaki demir kırı at da kan ter içindeydi. Cehennem gibi bir günün boğucu öğle sıcağı bastırmıştı. Kuşlar ve sincaplar bile güneşten kaçıyor; ağaçlar arasındaki gölgeliklere sığınıyorlardı. Adam da, at da yapraklara bürünmüş, çiçektozuyla kaplanmışlardı; zorunlu olmadıkça açıklık yerlerden gitmek tehlikeliydi. Çalılıkların ve ağaçların arasından ayrılmıyorlardı; adam, orman içindeki bir açık alandan ya da çıplak bir yayla merasından geçmeden önce mutlaka durup dikkatle etrafı gözlüyordu. Yolun sapa olmasına karşın hep kuzeye doğru ilerlediğine bakılırsa, aradığı şeyin o yönden geleceğini bekler gibiydi. Korkak biri olmamakla birlikte, sıradan bir uygar insandan da daha cesur sayılmazdı; ölmeye değil, hayatta kalmaya bakıyordu. Bir sığır yolunu izleyerek küçük bir bayırdan yukarıya tırmanmaya başladı; çalılıkların sıklığı yüzünden yere atlayıp atı yedeğine almak zorunda kaldı. Ama yol batıya dönüverince yoldan ayrılıp bayırın meşe ağaçlarıyla kaplı tepesi boyunca yeniden kuzeye yöneldi. Bayır dimdik bir inişle son buluyordu – öyle dikti ki, genç adam yokuşu bir aşağı bir yukarı zikzaklar çizerek iniyordu; ölü yapraklar ve dolaşık sarmaşıklar arasında kayıp tökezliyor, üstüne yıkılmasından korktuğu için arkasındaki attan gözünü ayırmıyordu. Kan ter içinde kalmıştı, ağzına ve burun deliklerine giren çiçektozları susuzluğunu bir kat daha artırıyordu. Ne kadar çabalarsa çabalasın iniş zorluydu; kuru sıcakta soluk soluğa, ikide bir duruyor, bir tehlike var mı diye aşağıya kulak veriyordu. Aşağıya vardığında kendini bir düzlükte buldu, ama o kadar sık ağaçlarla kaplıydı ki nereye kadar uzandığını kestiremiyordu. Artık ağaçlık alanın yapısı değiştiğinden yeniden atına bindi. Bayırın tepesindeki yamuk yumuk meşelerin yerine yaş özlü topraktan iri gövdeli, gür yapraklı, upuzun ağaçlar dimdik yükseliyordu. Orada burada kolayca kaçınabileceği çalılıklar vardı yalnızca; bir de savaşın oraları henüz ıssızlaştırmadığı günlerde sığırların otladığı, parka benzeyen dolambaçlı açık alanlar çıkıyordu karşısına. Artık vadiye inmiş olduğu için daha hızlı ilerliyordu; yarım saat kadar sonra bir açıklığın kenarındaki kırık dökük bir parmaklığın önünde durdu; burasının açıklık olmasından hoşlanmamıştı, ama yolu derenin iki yakasını çevreleyen ağaçlara doğru uzanıyordu. Önündeki açık alan en fazla dört yüz metreydi, ama oradan gitmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Dere boyundaki ağaçların orada belki bir, belki yirmi, kim bilir belki de bin tüfek pusuya yatmış olabilirdi. İki kez yola koyulmaya kalkıştıysa da her seferinde duraladı. Kendi yalnızlığı karşısında dehşete kapılmıştı. Savaşın nabzının attığı Batı birbiriyle gırtlak gırtlağa gelen binlerce insandan geçilmezken, burada sessizlikten, kendisinden ve sayısız pusudan gelebilecek kıyıcı kurşunlardan başka hiçbir şey yoktu. Üstelik görevi, bulmaktan korktuğu şeyi bulmaktı. Bir yerde, bir vakit, karşı taraftan kendisi gibi düşmanla temas kurduğuna dair rapor vermek üzere keşfe çıkmış bir asker ya da askerlerle karşılaşıncaya kadar durmadan ilerlemek zorundaydı. Fikir değiştirerek bir süre ağaçlık alanın kıyısından dolandı, sonra yeniden ilerilere baktı. Bu kez, açıklığın ortasında bir çiftlik evi gördü. Hiçbir hayat belirtisi yoktu. Bacadan duman tütmüyordu, ortalıkta kümes hayvanları da görünmüyordu; ne gıdaklayan bir tavuk ne de öten bir horoz. Mutfak kapısı açık kalmıştı; sanki çiftçinin karısı her an belirebilirmiş gibi kapının karanlık aralığına uzun süre gözlerini dikti. Kurumuş dudaklarına yapışmış çiçektozlarını ve toz toprağı yaladı, kafasını toparladı, silkinip kendine geldi ve atını alev alev yanan gün ışığına sürdü. Ortalıkta hiçbir kımıltı yoktu. Evin önünden geçip, dere kenarında uzanıp giden ağaçlar ve çalılıklara yaklaştı. Beynini çıldırtıcı bir düşünce kemiriyordu. Şimşek gibi gelen bir mermi her an bedenine saplanabilirdi. Bunu düşünmek kendini çok güçsüz ve savunmasız hissetmesine yol açıyordu; eyerinin üstünde biraz daha büzüldü. Atını ağaçlığın kıyısında bir yere bağladı, yüz metre kadar yürüyüp dereye vardı. Pek fazla akıntılı olmayan, beş altı metre genişliğindeki dere serin ve davetkârdı; genç adam da çok susamıştı. Ama gözlerini karşı yakadaki sık yapraklardan ayırmadan, bulunduğu yerdeki yaprak örtüsünün arasında bekledi. Rahatça bekleyebilmek için de oturup karabinasını kucağına aldı. Dakikalar ilerledikçe yavaş yavaş gevşeyip rahatladı. En sonunda artık hiçbir tehlike olmadığına karar veriyordu ki, tam çalılıktan çıkıp suya eğilmeye hazırlanırken karşı taraftaki çalıların orada bir kımıltı çarptı gözüne. Bir kuş da olabilirdi. Ama bekledi. Çalılıkların orada yeniden bir kıpırdanma oldu; sonra birden çalılar aralandı ve bir yüz göründü, üstelik bu o kadar ani oldu ki genç adam korkudan az daha çığlık atacaktı. Kızıl sakalı haftalardır kesilmemiş bir yüzdü. Gözler mavi ve aralıklıydı, yüzün tümüne yayılan yorgun ve kaygılı ifadeye karşın gözlerin kenarlarında gülüyormuş izlenimi veren çizgiler görülüyordu. Aralarında beş altı metre var yoktu, o yüzden her şeyi en küçük ayrıntılarına kadar görebiliyordu. Üstelik bütün bunları karabinasını kapıp omzuna dayadığı anda görmüştü. Nişangâhtan baktı ve ölmüş sayılacak bir adama baktığını anladı. Bu kadar yakın mesafeden ıskalamak olanaksızdı. Ne ki, ateş etmedi. Karabinasını indirdi ve izledi. Bir mataraya uzanan bir el göründü ve kızıl sakal matarayı doldurmak için suya eğildi. Genç adam suyun lıkırtısını duyabiliyordu. Biraz sonra kol, matara ve kızıl sakal sık çalıların ardında kayboldu. Genç adam uzun süre bekledikten sonra, susuzluğunu dindiremeden, sürünerek atına geri döndü, gün ışığıyla yıkanan açıklığa sürdü ağır ağır ve az ötedeki ağaçlığa girip gözden yitti. II Bir başka gün, sıcak ve boğucu. Bir açıklığın ortasında, müştemilatı ve meyve bahçesiyle terk edilmiş büyük bir çiftlik evi görünüyordu. Keskin bakışlı, kara gözlü genç adam demir kırı atının sırtında, karabinası eyer kaşına asılı, ağaçlığın içinden çıktı. Eve yaklaşırken derin bir oh çekti. Belli ki, bir süre önce burada bir çarpışma meydana gelmişti. Ortalık paslanıp yeşile çalmış şarjörlerden, fişek kovanlarından geçilmiyordu; toprak ıslakken atların toynakları altında ezilmişti. Mutfağın baktığı bahçenin hemen yakınında işaretlenip numaralanmış mezarlar vardı. Mutfak kapısının oradaki meşe ağacına, giysileri delik deşik, lime lime olmuş iki adam asılıydı. Pörsüyüp çürümüş yüzleri insan yüzü olmaktan çıkmıştı. Genç adam, altlarından geçerken bir homurtu çıkaran demir kırı atını okşayıp yatıştırdıktan sonra uzakça bir yere bağladı. Eve girince içerisinin harabeye dönmüş olduğunu gördü. Boş kovanlara basarak oda oda dolaştı, pencerelerden dışarıyı kolladı. Askerler burada kamp kurmuşlar, yatıp kalkmışlardı; odalardan birinde yerlerde kan izlerine rastladı, anlaşılan yaralıları buraya yatırmışlardı. Yeniden dışarıya çıktı, atı ağılın arka tarafına götürdü, sonra da meyve bahçesini dolaştı. Bir düzine kadar ağaç olgun elmalarla yüklüydü. Genç adam bir yandan yerken bir yandan da elmaları ceplerine doldurdu. Sonra aklına başka bir şey geldi, güneşe bakarak ordugâha ne zaman döneceğini hesaplamaya çalıştı. Gömleğini çıkardı, gömleğin kollarını bağlayarak bir torba yaptı. Elmaları torbaya doldurdu. Tam atına binecekken hayvan birden kulaklarını dikti. Genç adam da kulak verdi ve toynakların yumuşak topraktaki belli belirsiz patırtılarını işitti. Sürünerek ağılın köşesine kadar gitti ve oradan kafasını uzatıp baktı. Açıklığın karşı tarafından on iki atlı biraz aralıklı olarak geliyordu, genç adamla aralarında yüz metre var yoktu. Eve doğru at sürüyorlardı. Bazılarının at sırtında, bazılarının attan inmiş olması ise orada uzun süre kalmayacaklarını gösteriyordu. Aralarında bir konuyu tartışıyor gibiydiler, genç adam yabancı istilacının tiksinç dilinde heyecanlı heyecanlı bir şeyler konuştuklarını duyabiliyordu. Bir süre bekledi, ama bir karara varamamış gibiydiler. Karabinasını kılıfına soktu, atına bindi, elma dolu gömleğini eyer kaşında dengelemeye çalışarak sabırsızca bekledi. Ayak seslerinin yaklaştığını duyunca demir kırı atını olanca gücüyle öyle bir mahmuzladı ki, hayvan ileri atılırken şaşkın bir inilti çıkardı. Genç adam ağılın köşesinde davetsiz misafiri gördü: Üniforma giydirilmiş on dokuzyirmi yaşlarında gencecik bir oğlan ezilmemek için geri sıçradı. Tam o anda demir kırı at birden döndü ve genç adam göz ucuyla harekete geçen askerleri gördü. Bazıları atlarından atlamışlar, tüfeklerini doğrultuyorlardı. Mutfak kapısının ve gölgede sallanan kurumuş cesetlerin önünden geçti; düşmanları da koşarak evin önünden dolanmak zorunda kaldılar. Bir tüfek patladı, sonra bir daha, ama genç adam atının üstüne eğilmiş, bir eliyle elma dolu gömleğe, bir eliyle de dizginlere yapışmış, rüzgâr gibi gidiyordu. Çitin yüksekliği bir metreden fazlaydı, ama atını tanıyordu, mermiler sağından solundan geçerken çitin üstünden olanca hızıyla atladı. Ağaçlık alana bin metre kadar kalmıştı ve demir kırı at dörtnala gidiyordu. Artık askerler hep birlikte ateş ediyorlardı. Tüfeklerini o kadar hızlı doldurup ateşliyorlardı ki, genç adam tek tek silah sesleri duymuyordu artık. Kasketini delip geçen bir merminin farkına varmadıysa da, eyer kayışına asılı elmalara saplanan mermiyi çok iyi fark etti. Alçaktan gelen üçüncü bir mermi acayip bir böcek gibi vızlayıp vınlayarak atının ayakları arasındaki bir taştan sekince, ürkerek hızla eğildi, atın üstüne iyice kapandı. Fişek hazneleri boşaldıkça silah sesleri seyreldi, sonra birden kesildi. Genç adamın yüreği serinlemişti. O afallatıcı yaylım ateşinden yarasız beresiz kurtulmuştu. Dönüp arkasına baktı. Evet, mermi haznelerini boşaltmışlardı. Bazıları tüfeklerini yeniden dolduruyorlardı. Bazıları da evin arkasındaki atlarına koşuyorlardı. Genç adam bakadursun, ikisi atlarına atlamış, evin köşesinden fırlamış, doludizgin geliyordu bile. Aynı anda, o aklından çıkmayan kızıl sakallı askerin diz çöküp tüfeğini doğrulttuğunu, uzak atış için soğukkanlılıkla beklediğini gördü. Genç adam atını mahmuzlayıp iyice üstüne yattı; kaçarken kızıl sakallıyı şaşırtmak için durmadan yön değiştiriyordu. Ve silah sesi bir türlü gelmiyordu. Atın her ileri atılışında ağaçlık alan biraz daha yakınlaşıyordu. Epi topu iki yüz metre kalmış, silah sesi hâlâ duyulmamıştı. Sonra birden duydu silah sesini ve duyduğu son şey oldu; eyerden hızla boylu boyunca aşağı kayıp yere çarptığında çoktan ölmüştü. Evin oradan onu seyreden askerler düştüğünü, gövdesinin yere çarpıp havalandığını, kırmızı yanaklı elmaların dökülüp çevresine saçıldığını gördüler. Nereden çıktığını anlamadıkları elmaların dökülüp saçılmasına kahkahalarla güldüler ve kızıl sakallı askerin nişancılığına alkış tuttular Yazar - Jack London   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Muhteşem Bir Hikaye; "Geçmişin Gölgesi"
Tumblr media
Muhteşem Bir Hikaye; "Geçmişin Gölgesi" Otuzunu geçtikten sonra doğum günü kutlamanın o eski heyecanı kalmıyor. Çoğu insan kendi doğum gününü dahi unutuyor. Ben ise bırakın doğum günümü hatırlamayı, kaç yaşımda olduğumu bile unutacak kadar meşgulüm. Son zamanlarda kendimi tamamen yeni kitabıma vermiş durumdayım. Yazım aşaması bir kaç yıldan beri devam ediyordu. Hazırlık aşaması ise kırk yıldır, yani doğduğum günden beri. Tüm sözlerimin bütünü, tamamen bana ait olan eser. Bırakın kendi doğum günümü, canımdan çok sevdiğim kızımın doğum gününü bile unutacak vaziyetteyim. Yeni yıla girdiğimizi bile atılan havai fişeklerden fark etmiştim. Hal böyleyken, kendi doğum günümü unutmamı normal görmelisiniz. İlk hediye, ben fark etmesem bile, zaman tarafından veriliyor. Her yıl olduğu gibi bu sene de yeni bir yaş hediye ediyor. Daha beşeri olanlar ise, karım ve arkadaşlarım tarafından, doğum günümün gecesinde bana hazırladıkları sürpriz partide veriliyor. Bir kaç kitap ve gömlek ve karımın zamanın farkına varmam için aldığı kol saati. Doğum günüm de bile, tüm gün yeni kitabımın basım işleri ile uğraşmıştım. Aslında tamamen angarya olarak gördüğüm, tasarım, yayım tarihi gibi işlerdi. Bu tip teknik detaylar ile şimdiye kadar hiç ilgilenmemiştim. Şimdi de anlamadığım konularda, anlayanlara saçma gelen sorular sormaktan başka bir şey yaptığım söylenemez. Elimde olsa kitapları okuyucuya tek tek elden verecek kadar uğraşmak istiyorum bu kitapla. Abartmıyorum, en son kızımın doğumundan önceki dakikalarda bu kadar heyecanlıydım. Eve geldiğimde, o filmlerden alışkın olduğumuz sürpriz doğum günü kutlaması ile karşılaşıyorum. Bir kaç yakın arkadaş, karım ve uyku saati çoktan geçmiş olan kızım “sürpriz” diye bağırıyorlar. Kızım uyumamak ve hediyesini hemen verebilmek için ufak bir yaygara koparmış. Kuru boya ile soyut çalışıldığı belli olan eserini babasına gurur ile verdikten, babasından karşılık olarak beklediği övgüleri aldıktan hemen sonra, uyumak için sallana sallana odasının yolunu tutuyor. Geri kalan bizler, oradan buradan ama en çok yeni çıkacak eserimden konuşarak bir süre daha oturuyoruz. Eve geç gelişim ile planlanandan çok daha geç başlayan parti, kısa süre sonra sona eriyor. Herkes gittikten sonra, geriye bıraktıkları dağınıklığın toplanmasında karıma yardım ediyorum. Bardaklar bulaşık makinesine, bir kaç parça süs eşyası bir sonraki doğum gününde yeniden ortaya çıkarılmak için yatak odasındaki dinlenme kolilerine yerleştiriliyor. Karımla birlikte yatak odamıza geçmeden önce kızımın odasına gidiyorum. Bir insan yavrusu, hatta bir şebek yavrusu bile böyle uyuyamaz. Sol kolu Viyana’da ise, sağ ayağı Yemen’de. Sanki bu ufacık vücut ile “en fazla ne kadar yer kaplayabilirim” diye düşünüp, öyle pozisyon almış da uyumuş gibi. Ne kadar olduğunu anlayamadığım kadar bir süre izliyorum onu uyurken. Eğilip, usulca yanaklarından öpüyorum. Bir kaç gündür kesmeyi unuttuğum sakallarım cildine değince eliyle yanaklarını kaşıyor. Ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler mırıldanıyor. Girdiğim gibi sessizce çıkıyorum odasından. Yatak odasına gitmeden banyoya uğruyorum. Kızımı rahatsız etmiş sakallarımdan karımı da rahatsız etmemeleri için kurtuluyorum. Erkekler sabahları işe gitmeden önce değil de, gece yatağa girmeden önce tıraş olsalar dünya çok daha huzurlu bir yer olurdu. Yatak odamıza girdiğim zaman karımı da uyumuş buluyorum. Kızımızın gibi dağınık olmasa da, en az onun kadar derin uyuyor. Bu güzel gece için, kızımız için ve bana verdiği tüm diğer harikalar için ona edeceğim teşekkür başka bir geceye, gecelere kalıyor. Karım, güzel, akıllı ve sevecen karım. Onunla bir üniversitenin edebiyat sempozyumda tanıştık. Ben ilk romanı yayımlanmış genç yazar olarak oradaydım. O ise soru sormak yerine, sahnedeki konuşmacıyı yerin dibine sokmaya ant içmiş bir öğrenciydi. Henüz otuz yaşında olan, sadece bir romanı yayınlanmış olan ben, onun için ideal hedeftim. “Roman” kavramı üzerine sorduğu sorulara verdiğim cevapları sığ bularak bana yüklendi. Benim gibi yeni yetmelerin yeterli düzeye ulaşmadan roman yazdığımızdan, iyi bir reklam çalışması ile bir yerlere geldiğimizden bahsetti. Ya bireysel konular, ya da genel geçer toplumsal olaylar üzerine çalıştığımızı, asla evrensel konulara dokunamadığımız söyledi. O konuştukça sahnede boncuk boncuk terliyordum. Şimdiye kadar gittiğim her yerde övülmeye alışkındım, yerilemeye değil. Sesi o kadar güçlü, o kadar kendisinden emin çıkıyordu ki, ne söylesem benim sesim başka bir yerimden çıkacak gibiydi. Söylediklerine verebilecek tek bir mantıklı cevap gelmedi aklıma. Aklımın yetersiz kaldığı yerde, akılsızlığım yardımıma koştu. “Bir gün sizin de beğenebileceğiniz kadar iyi bir yazar olmayı çok isterim. Sizinle bir akşam yemeğine çıkmayı ise daha çok isterim” deyiverdim. Teklifim tüm salonu, hatta onu bile kahkahaya boğdu. Teklifimde ciddi olduğumu anlaması için sempozyumdan sonra onu bulmam gerekti. Teklifimi kabul etti, yemeğe çıktık, sonra bir yemeğe daha ve altı ay kadar sonra insanlara düğün yemeği verdik. Evet, çok hızlı olmuştu. Evleneceğim birinde ne arıyorsam onda vardı. Onun aradıkları da bende olmalı ki, evlendik. Doğru insanı bulduktan sonra, insan kaybedecek fazla zamanı olmadığını daha iyi anlıyor. Evlendikten sonra kızımızı kucağımıza aldık. İki yıl sonra eşim yüksek lisans programına geri döndü. Bu yılın sonunda doktora tezini vermiş olacak. Annelik ve öğrenciliğin yanına iş hayatını da ekledi. Dört yıldır bir gazetenin kütür sanat departmanında editörlük yapıyor. Onun hayatı da en az benimki kadar yoğun olmasına rağmen, ne kızını, ne de beni ihmal ediyor. Tam bir planlama mucizesi yaratarak her yere zamanını ve enerjisini yetiştiriyor. Ancak onun bile enerjisi sonsuz değil, o yüzden bu gece olduğu gibi bazen vakitsiz sızıyor. Ben de yorgun olsam da, uykunun çok uzağındayım. Eserim, karım, kızım… İçime öyle bir mutluluk doldurdular ki, insan bu kadar mutluyken uyuyamaz. Salona gidip televizyonu açıyorum. Kanallar arasında boş boş dolanıyorum. İlgimi çeken pek bir şey olmadığı için, akşam yayınlanan tartışma programının tekrarında bırakıyorum kanal değiştirmeyi. Bu tartışma programlarında konuşanlar başkalarından okudukları, öğrendikleri cümleleri doğru olarak kabul edip, karşılarındaki insanlarında bunu kabul etmelerini bekleyen insanlardır. Onları görmek bana garip bir zevk veriyor. Ben, onlar gibi başkalarının sözlerini kabul etmemiş, kendi sözlerimi yazmıştım. Doğru da benimdi, yanlış da. Bu yüzden benim hayat muhasebelerim de kısa sürer. Ve şimdi, kırk yaşımı doldurup geride bıraktığım bu gecede, hayatımda yapmak istediğim hemen hemen her şeyi yapmıştım. İstediğim işi yapıyorum, harika bir karım, canımdan daha çok sevdiğim bir kızım var. Neredeyse tamam olduğumu hissediyorum. Bence bir insanın hayatındaki en önemli yaş kırktır. Kırk yaşına geldiğinde kendini tamamlama süreci sona ermiş oluyor. Bundan sonrası yapılan birikimlerin olgun meyveler haline getirilmesi, en güzel eserlerin üretilmesi zamanı oluyor. Ta ki, yaşlılık gelip insanı tekrar çocukluğuna döndürene kadar. Benim için bu olgunluk çağı harika başladı. Şimdiye kadar yazdığım en önemli eser basım aşamasında, bir kaç haftaya okuyucuya sunulacak. Sonrası eserimle ilgili aktif bir dinlenme süresi ve daha iyi bir eser yazmak için çalışma zamanı. Şaka maka kırk oldum! Kırk yaşımdayım, bunun sanki bana bir şey anımsatması gerekiyor. Bir şeyleri atlamış gibi hissediyorum. Sanki evin ortasında bir ceset var ve ben onu göremiyorum. Ben onu fark ettiğimde çok geç olacak. Hafif ama rahatsız etmeye yetecek kadar güçlü bir his bu. Kırk? Kesinlikle bir şeyler hatırlatmalıydı bana. Ama ne? Kırk? Bir kaç gün boyunca angarya ile uğraşmaya devam ediyorum. Hiç bir angarya, İstanbul köprü trafiğinden daha büyük olmaz. Dur, kalk, iki santim ilerle, iki dakika dur. Sonra aynısını baştan yap. Biraz şarkı söyle, bolca küfür et. Telefonu karıştır, arabanın sağını solunu karıştır ve torpido gözünde bir mektup bul. Mektup? Ah bir kaç gün önce yayın evine benim adıma gönderilmişti. Yeni bir kitabım çıkacağı zamanlar tebrik mektupları gelmesi gayet normaldi. Gerçi bu mektuplar daha çok elektronik olarak gelirlerdi. Birisi biraz nostalji yapmak istemiş olsa gerek. Benimle hemen hemen yaşıt olmasına rağmen kendisini teyze sanan bir kadın hayran ya da ilgimi çekmek, destek istemek amacı güden genç bir yazardır diye düşünüp açmamıştım bile. Yayın evinden alıp arabanın torpidosuna atmıştım. Eh, bu trafikte yapacak daha iyi bir işim yok. Sadece oyalanmak niyetiyle zarfı açıyorum. Beklediğimden çok daha özensiz ve kısa bir yazı ile karşılaşıyorum. Açtığım zarfı ters çevirip gönderenin adına bakıyorum. Serkan Yılmaz Tanıdık geliyor sanki. Nereden tanıdığımı anlamak için bir kaç cümle okumam yeterli oluyor. “Sayın Oktay Çorbacı Büyük ihtimal ile beni hatırlamayacaksınız ama daha önceden tanışmıştık. Lise çağınızda ablam ile bir birlikteliğiniz olmuştu. Vereceğim kötü haber için özür dilerim. Ablamı sekiz yıl önce kanserden kaybettik. Ölmeden bir kaç gün önce, bana bir söz verdirtmişti. Eğer siz kırk yaşına geldiğiniz zaman sıradan bir hayatınız var ise, kafanıza bir odun ile vurmamı ve ablamdan selam söylememi istemişti. Siz nedenini anlarmışsınız. Öncelikle kafanıza vurmak zorunda kalmadığım için memnunum. Siz büyük bir acıdan, ben ise sonu karakolda bitecek bir olaydan kurtulmuş oldum. Size mektubu yazma nedenim, ablamın bunu fazlaca önemsemiş olması. Ne anlama geldiğini bilmiyorum ama önemli olduğunu düşünüyorum. Bilmeniz gerektiğini düşündüm. Saygılar” Korna sesleri, aynadan yansıyan selektör ışıkları, yanımdan geçen arabalardaki şoförlerin küfürleri ve garip bakışları… Hiç bir şey bu evrene ait değil sanki ya da ben çok farklı bir evrendeyim. Kanser? Ölüm? Sevin? Hiç bir şeyin anlamı yok gibi ama her bir harf hayatın anlamı. Sevin. Lisenin son yılıydı, bir yıl kadar birlikte olmuştuk. Çoğu ilki beraber yaşamıştık. Şimdi bakınca, karşı cinse nasıl yaklaşması gerektiğini öğrenen çocuklardık sadece. İlk defa aşık olmuştuk. Sadece sevgi üzerine kurulu bir ilişkimiz vardı. Elimizde bir ilişki yaşamak için başka neden de yoktu zaten. Ürkek dokunmalarla, cesur öpücüklerle yaşanan bir ilişki. Farklı şehirlerde kazanılan üniversiteler ilişkimiz için sonun başlangıcı olmuştu. Araya giren mesafe birbirimizi tüketmemize neden olmuştu. Sonra el birliği ile o temiz sevgimizi tükettik, geriye başka hiç bir şey kalmayana kadar. Yoluna konamayan ufak sorunlar büyüyüp sonunda sürekli kavgalara neden oldular. Belki ikimizden biri biraz daha olgun olsa, ilişkiyi bu kadar yara almadan bitirebilirdik. Arkadaş kalabilirdik ama yapamadık. Yürümeyen ilişkide, ikimizde bunu itiraf eden kişi olmak istemedik. Ne birbirimize, ne de kendimize… Şimdi o ayrılık sürecini düşündüğümde aklıma gelen tek şey ne kadar yorgun olduğum. Hiçbir şey yapmamak bazen en iyi dinlenme oluyor. Bir zamanlar sadece mutluluk hissettiren kişi artık derin bir acı veriyorsa, ondan kaçıyor insan. Yokmuş gibi, hiç olmamış gibi yaşamak istiyor. Adını duyduğunda tepki vermemek için taş kesiyor. Ölmeden toprağa veriyor, hatta mezarını bile hatırlamıyor. Mezar. Unutmak istiyor insan, unutulmak istiyor. Bunun bir hata olduğunu görüyorda, gene de yapıyor bunu. Daha doğrusu, doğruyu yapıp acısını kabullenmiyor. En derin yaraları böyle alıyor insan, acısını kabullenemeyip onu yok sayıyor. Acının kaynağını yok sanıyor. Canı acımasın diye kahkahaları, sevgileri, sevişmeleri, yaşanan tüm güzellikleri bile siliyor. Ne Köprü’nün trafiği rahatladı, ne kafamın trafiği. Yıllarca bir sandıkta sakladığım, varlığını bile unutmak istediğim, bugüne kadar da unutmayı başardığım anılar kafama hızlı bir hücum gerçekleştiriyorlar. Geleceğe dair fantastik tahminler ve istekler ile ilgili o oyunu hatırlıyorum. Bir keresinde uzaylıların beni kaçırıp bana tecavüz etmeleri halinde, onun cinsiyet değiştirip bana tecavüz eden uzaylıya tecavüz etmesini istemiştim. Sevin bunu kabul edince bunu çok ciddi bir şeymiş gibi, sanki bir senetmiş gibi bir deftere yazıp altını imzalamıştık. Karşılık olarak benden eğer o ABD başkanı olursa benim de Rusya başkanı olmamı istemişti. “Dünyayı bizim sevgimizin halleri yönetir, çok daha mutlu bir dünyada yaşarız” demişti. Kabul edildi, deftere yazıldı. Sık sık aklımıza bunlara benzer fanteziler gelirdi ve deftere yazardık. Defter sürekli onun çantasındaydı. Verdiğimiz hiç bir sözü kaçırmak istemezdi. Bir gece, beraber uyuduğumuz gecelerin birinde uykusundan irkilerek uyandı. Ne olduğunu sorduğumda sadece “kabus” dedi. Gördüğü kötü bir rüyadan dolayı ilk defa uyanmıyordu. Rüyalarından hep etkilenirdi. Sıkı sıkı sarıldım arkasından. “Ölmüştüm ve beni gömüyorlardı. Her şeyi dışarıdan izliyordum. Çok korkunçtu” dedi. Sonra yapmaması gereken bir şey yaptı. Kuralı bozdu, yapılması mümkün bir söz istedi. “Eğer senden önce ölürsem, beni hiç bir dine ait olmayan bir mezarlığa gömer misin? Çünkü insanlar ölüleri üzerinden bile ayrım yapıyorlar. Hayatta kalanlar, ölülerin vücutları üzerinden, o çürüyüp gidecek et parçalarından bile iğrenç ayrıma devam ediyorlar. Bu dünyaya nefret veren o kurallardan ölü bedenimiz bile kaçamıyor. Ben bunun bir parçası olmak istemiyorum.” Gözlerinden süzülen yaşlar kolumu ıslattı. Mümkünmüş gibi daha da sıkı sarıldım ona. Sanki içime sokabilecekmiş gibi sarıldım. Salak gibi de söz verdim, onu hiç bir dine ait olmayan bir mezara gömecektim. Biraz olsun rahatladı sanki. Sonra benden bir istekte bulunmamı istedi, onun gibi uzun vadeli olabilecek, yapılabilecek bir şey. Aklıma ilk geleni söyledim. Kırk yaşında sıradan bir hayatım, maaşlı bir işim ve anlaşamayıp gün aşırı kavga ettiğim bir karım olursa, kısaca herkes gibi olursam. kafama bir odun ile vurmasını, bana hayallerimi hatırlatmasını istedim. Beni evime getiren kafamın otomatik pilotu oluyor. Beynim, vücudun hareketlerini otomatik pilotuna emanet etmişti ve ben kazasız belasız eve varmayı başarmıştım Bir sıkıntım olduğunu anlamanız için psikiyatr olmanıza gerek yok. Karım olmanıza da gerek yok. Eve girdiğimde mektubu okuduktan sonraki ruh halimi bir arpa boyu düzeltebilmiş değilim. Karım suratıma bakıp “ne olduğunu anlatmak ister misin, yoksa gene kendine mi saklamak istersin?” diye soruyor. Sesi cevabı bildiği için umutsuz ve sitemkar. Beni ondan iyi tanıyan biri var mıdır acaba? Sevin olsa ne derdim olduğunu öğrenene kadar canımı çıkarırdı, diyorum içimden. Ne? Karıma cevap verme nezaketi bile gösteremiyorum. Yatak odamıza doğru ilerleyip kıyafetlerimi bile çıkarmadan yatağın üzerine atıyorum kendimi. Yastıklara ulaşmak için yatakta yukarı doğru çekiyorum kendimi. İki yastığı alıp kafamı tam aralarına gömüyorum. Odanın kapısının aralandığını hissediyorum. Karım “iyi misin?” diye sesleniyor, “en azından sorun ne onu söyle” diyor. “Ölmüş” diye mırıldanabiliyorum sadece. Daha fazla konuşmuyorum, konuşamıyorum. Hiç de konuşmak istemiyorum. Odanın kapısı aralandığı gibi usulca kapanıyor, odada yalnız kalıyorum. Kafam hala iki yastığın arasında. Artık bir şeyler hissediyorum. Göğüs kafesimin altında civa kadar ağır bir şeyler birikiyor. Diyaframımın üzerine sanki bir dev oturmuş gibi bir his bu. Gözlerim yaşarıyor ama kendimi bırakmıyorum. Ağlamıyorum. Ağlayamıyorum, ağlamak istemiyorum. Uyku beni almadan önce karımın beni anlayacağını düşünmek istiyorum. Bazen insan yalnız kalmak ister, sadece kendine anlatabileceği şeyler vardır. En azından benim için durum bu. Karım da bunu biliyor, daha önemlisi anlıyor. Anlıyor değil mi? “Dertlerini, sıkıntılarını ve en önemlisi öfkeni içinde tuttuğun sürece böyle olacaksın sen. Kendini olduğundan daha güçlü sanıyorsun. Hiç bir sorununu paylaşmıyorsun ve her şey birikiyor. Çözdüğünü sandığın dertlerini aslında sadece baskılıyorsun. Tüm bu öfke nöbetlerinin tek nedeni bu. Böyle devam edemezsin. Bir gün tüm bu öfke ve nefretin seni yok edecek. Seni ve sevdiğin her şeyi.” Eskinin masalı, sözleri… Yıllar önce duydum bunları, Sevin’in ağzından döküldü bu kelimeler. Sert bir kavganın ardından bile benim yerime beni düşünmek gibi gereksiz bir huyunun yansımaları. Ne demek istediğini hiç anlamamıştım. Sabah yattığım gibi uyanıyorum. Kafam iki yastığın arasına gömülü halde. Vücudumda adale namına ne varsa kasım kasım kasılmış. Karım yanıma yatmamış, hatta büyük ihtimal bir daha odaya bile girmemiş. Üzerime bir şey örtülmemiş olmasından anlıyorum bunu. Eğer benim karım beni bu halde bıraktıysa, bunun nedeni dün gece bana fazlasıyla kızmış olmasıdır. Siniri tepesine fırlamış ve hayatta olan kadın, bin tane ölü eski sevgiliden daha gerçekçi bir sorundur. Yataktan kalkıp banyoya gidiyorum. Hemen soyunup duşun altına giriyorum. Kasılmış etlerimin sıcak suya ihtiyacı var. Kaynamış kafamın ise su altında beklemeye. Duş almak, uzun mesafeli ve hiç bir yere varmayan yürüyüşler yapmak benim meditasyon yöntemlerimdir. Duş almak dediysem, su kafamdan aşağıya akarken öylece durmaktan bahsediyorum. Karımın gönlünü almalıyım. Beni anladığını biliyorum ama bu dün geceki kazmalığımı haklı çıkarmaz. Gönlünü almanın en iyi yolu, onu her şeyin normal olduğuna inandırmaktan geçiyor. Su hareketsiz bedenimden akarken, biraz sonra kuracağım cümleleri kafamda şekillendiriyorum. Her şeyi olduğu gibi anlatmak en doğrusu olacak. Bencillik yaptığımı itiraf etmek, kendimi biraz kötülemek, onun yüce gönüllü tutumunu övmek. Yumuşaması halinde üzerimi örtmemesi ile ilgili ufak bir şaka belki. “Bu yaptığın bencillikten başka bir şey değil. İhtiyacın olmayan bir suyu harcıyorsun, suyu israf ediyorsun. Dünyada o suya muhtaç milyonlar varken hem de. Yakında daha çok insan suya muhtaç olacak. Sen ve senin gibi benciller yüzünden olacak bu. Yapma bunu!” Ses kafamın içinde çınlıyor. O tanıdık ses, geçmişin gölgelerinden gelen fısıltı. Duştan sonra tıraş olup dişlerimi fırçalıyorum. Kafamın içinden bir yerlerden Sevin’in sesini duymak, yine ufak bir sarsıntı yaratıyor bünyede. Dün geceki halimle kıyaslanamayacak bir sarsıntı tabii ki. Sesleri sonra düşünürüm, şimdi asıl önemli olan şey dün geceki eşekliğimi toparlamak. Ketum kalabilenin en önemli şartı hatırı sayılır bir rol yeteneğinden geçer. Annenize dün sokakta misketlerinizi gasp edem Ömer’i ispiyonlamamak için hiç bir şey olmamış gibi davranmanız gerekir. Dersten aldığınız nottan memnuniyetsizliğinizi arkadaşlarınızla paylaşmamak için de, her şey yolunda gibi davranmanız gerekir. Sorunlarınızı başkalarının yanında küçük görmek, hatta sorunlarınız ile alay etmek size yönelecek “neyin var? ne oldu?” gibi istenmeyen sorulardan sizi korur. Karımı salonda kahve içip bir şeyler okurken buluyorum. Su altında beklemek benim için neyse, kahve içmek de onun için aynı işlevi görüyor. Oyun oynarken sahibini biraz fazla dişlemiş bir köpek gibiyim. Özür dilemek istiyorum, ama sanki uygun cümleleri bulamıyor gibiyim. Karımın bana bakan gözlerinde öfkeyi görebilirsiniz. Biraz daha derine bakarsanız, bu gözlerdeki şefkati ve endişeyi de görebilirsiniz. “Eski sevgilim, tee lisedeki, bir süre önce ölmüş” diye başlıyorum söze. Nasıl öğrendiğimi anlatıyorum, ne hissettiğimi, daha doğrusu nasıl hissizleştiğimi. Son aylarda duygusal bir çoşkunluk evresinden geçtiğimi, bunu zaten bildiğini, bu çoşkunluğun üzerine gelen kötü haberin normalde yapacağından daha fazla tepki yarattığını anlatıyorum. Söz vermek ile ilgili oyundan bahsediyorum. Dün gece için özür diyorum. Eşeklik yaptığımın farkındayım diyorum. Az önce bile Sevin’in sesini duyar gibi olduğumdan bahsetmiyorum. İnanmıyor, şüphe ediyor, inanıyor. Sonunda bizim için en hayırlısı neyse ona sarılıyor. Sonuna kadar dinleyip anlattıklarımın muhasebesini yapıyor kafasında. Söylemediğim bir şey olup olmadığını düşünüyor. Bana güveniyor, güvenmek istiyor. Hala bana bozuk olduğunu gizlemiyor. “Eeee, ne yapacaksın peki?” diye soruyor. Neyi ne yapacağım ki? Ne demek istediğini anlamıyorum. “Mezar konusunda ne yapacaksın? Nereye gömülü olduğunu biliyor musun? Söz vermişsin kadına” Bilmiyorum. Ne yapabilirim ki? Bu konuyu kendi kendime bile hiç düşünmediğimi fark ediyorum. Neredeyse on yıl önce ölüp giden bir bedenden geriye ne kalmıştır ki? Cevabı bilmiyorum. Karım da bilmiyor. Sadece “kadın ölüm döşeğindeyken bile verdiği sözü tutmaya çalışmış” diyor. “Ayrıca unutamadığın bir eski sevgilinin olması da, bilemiyorum, garip hissettiriyor.” Daha önce ona Sevin’den hiç bahsetmemişim. Hayatıma giren çıkan, hatta giremeden çıkan herkesten bahsetmişim de, bir Sevin’i atlamışım. Belki de tamamen unuttuğum içindir, diyorum. “O da aynı kapıya çıkar. En azından senin için, çünkü sen insanları öylece unutabilen biri değilsin.” Söz konusu kadın ölü dahi olsa, kadınlar için pek bir şey değiştiğini sanmıyorum. Sadece ona ait olduğumu ispatlamak ister gibi sokuluyorum ona. Boynunu, yanaklarını, dudaklarını öpüyorum. İlerleyen günlerde evde zaman geçiriyorum. Yarı yıl tatiline pek iyi bir karne ile giren kızım ile zaman geçiriyorum. Vizyona giren yeni çizgi filme gidiyoruz. Borling oynuyoruz. Şimdiden bir alış veriş canavarı olmuş, yeni kıyafetler alıyoruz. Boşta kalan zihnim her fırsatta Sevin’e kaçıyor. Kızımla sinemada film izlerken onunla izlediğimiz filmler geliyor aklıma. Borling oynamaya da gitmiştik değil mi? Bir cilt kremini almak için mağaza mağaza da dolaşmıştık. Kızımın ağzından onun sesi çıkıyor sanki bazen. Kimseye bir şey belli etmemeye çalışıyorum. Başarılı da oluyorum. Yıllar sonra hayatıma etki eden Sevin’i kafamın içindeki bir deprem olarak görmeye çalışıyorum. Deprem olana kadar yerin altındaki gerilimi hissetmeyiz bile. Sonra bütün o gerilim enerjiye dönüşür ve yeri sallar. Depremin şiddetine göre belli bir süre artçıları yaşanır. Artçıların şiddeti zamanla azalır ve sonunda hissedemeyeceğimiz kadar şiddetsiz olurlar. Zamanla! Anahtar kelime bu işte. Ayrıldığımız zaman nasıl her şeyi zamana bıraktıysam şimdi de öyle yapacağım. Bir süre sonra Sevin, geçmişten gelen bu gölge, geldiği gibi geri gidecek. Daha iyi olacağım. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi. Her şeyi oluruna bırakmak, kendi hayatınızdan kendi iradenizi çıkarmak gibidir. Eğer şanslıysanız, hayat sizi daha iyi bir yere sürükler. Şansızsanız, daha beter duruma sokar. Her iki ihtimalde de, sonuç sizin olmaz. Bu yolla gelen bir mutsuzluk zaten sizin olmadığı için hep başkalarını suçlayabilirsiniz. Öyle ya, bizi yapmadıklarımız ile değil, yaptıklarımız ile yargılarlar. “Şöyle yaptın, böyle yaptın, iyi de neden öyle yaptın?” En azından bir şeyleri değiştirmeye çalışan, taşın altına elini koyanı eğer taşı eline düşürürse bir de biz yargılarız. Zaten canının ne kadar yandığına bakmadan. Bu yolla gelen bir mutluluğu sahiplenmek ise, sizin olmayan bir çocuğu sahiplenmek gibidir. Farkında olmasanız bile, çocuğun sizden olmadığı gerçeği her zaman aklınızın bir köşesinde, gizli bir düşman gibi durur. Kendi kafanızın içine, kendi ellerinizle bir Truva Atı sokmuş olursunuz. Yıllar önce yaptığım bir yanlışı tekrarlamak üzereyim. Zamanla hiç bir şey yoluna girmiyor. Sadece gömülüyor. Yaşamın en büyük mezarı zaman. İnsanları diri diri yutan bir çukur. En çok sevdiklerimizi gömdüğümüz ya da bizi sevenlerin bizi gömdüğü bir mezar. Bunu öylece zamana bırakamam. “En azından bunu yaptım lan” diyebileceğim bir şey olması gerek. Onun ne olduğunu da çok iyi biliyorum. Sadece mecazi olarak değil, gerçekten Sevin’i mezardan çıkarmalıyım. Arabamın torpidosunda duran mektubun zarfına bakıyorum. Gönderenin adresinin yazdığı yerde yazanları, arabamın küresel konumlama sistemine giriyorum. Götür beni araba, ufak bir ziyaret yapmam gerekli. Yıllar önce yaptığım bir hatayı düzeltmem gerek. Daha doğrusu daha uzun yıllar önce yapmadığım doğrunun yarattığı hatayı düzeltmem gerek. Kafam da en az son cümleler kadar karışık durumda. Adrese vardığımda arabayı apartmanın önündeki boşluğa park ediyorum. Ufak tefek farklılıklarına rağmen sokağı, apartmanı hatırlıyorum. Bir zamanlar her fırsatta ziyaret ettiğim yer burası. Nedense Serkan’ın ailesiyle oturuyor olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sadece Serkan olsaydı daha rahat olurdum. Genç yaşta kaybettikleri kızlarının lisedeki sevgilisini karşılarında görmek bu aileye ne hissettirir acaba? Zaten annesi benden pek haz etmezdi, uçarı olduğumu düşünüyor gibiydi. Sadece acılarını tazelemekle kalmayacağım, ayrıca onlardan alacağım yer bilgisiyle kızlarının mezarını soyacağım. Hazır mezarcılığa da başlamışken artık annesini babasını da Sevin’in yanına gömerim. Yok, olacak iş değil bu. Arabanın az önce durdurduğum motorunu tekrar çalıştırıyorum. Mezarı bulmanın başka yolları da vardır canım. Hem buraya gelmek baştan kötü bir fikirdi. Kapıyı çalıp ne diyeceğim? “Merhaba, siz hatırlamazsınız ama ben kızınızın lisedeki sevgilisiyim. İlk aşkıyım desek daha doğru olur. Bir süre önce ölüm haberini aldım, gelip size başınız sağ olsun demek istedim. Belki onun hakkında konuşuruz biraz. Hay Allah bak konuşmaya daldık asıl konuyu unuttum. Ben kızınıza eğer olur da ölürse, onu hiç bir dine ait olmayan bir mezara gömeceğime dair söz vermiştim. Siz bana mezarın yerini söyleseniz de, ben de kızınızı, daha doğrusu ondan kalanları mezarından çıkarıp başka bir yere gömsem. Buralarda öyle dine ait olmayan mezarlık falan da olmadığı için düpedüz bir arsaya gömerim artık kızınızı. Sonra da imar planları değişir, kızınızın mezarının üzerine alış veriş merkezi dikerler. Sonuçta şehitlik altından otoyol geçen şehir burası, hangi mezarlık güvenli ki…” Bu kadar saçmalamasam bile buna yakın şeyler olur herhalde. Saat de neredeyse on olmuş, yaşlı başlı insanlar yatmışlardır. Eve dönmek, daha usturuplu bir saatte gelmek ya da hiç gelmeden başka yollardan mezarın yerini öğrenmek en mantıklısı. Aslında en mantıklısı vazgeçmek. Sevdiğim bir karım, harika bir kızım var benim. Hayatım tam olmasını istediğim gibi gidiyor. Sevin olsa, o da şimdi mezarının açılmasını istemezdi canım. Ne gerek var şimdi bu hareketlere? Zaten sadece iki kişi arasında, daha doğrusu aşktan gözü kör olmuş iki ergen arasında saçma sapan bir oyundu bu. “Neden bilmiyorum ama ölürken aklımda kalan son şeyin sen olacağına inanıyorum. Belki şu anda hislerim çok yoğun olduğu için böyle düşünüyorumdur. Ben seninle doğdum, hayata gözlerimi seninle açtım. Sen de benimle açtın. Her hikaye başladığı yerde bitmeli, eğer illa bitecekse. O yüzden, dünyaya gözümü seninle açtığım için, seninle kapamalıyım.” Bunlar Sevin ile ayrılırken bana söylediği son sözlerdi. Ne ara o motoru kapattım, ne ara arabadan çıktım, ne ara kapının ziline bastım da apartmana girdim? Kafamın içinde yankılanan sözler sanki bir büyünün gizemli sözcükleriydi de, farkına bile varamadan beni ele geçirip hareket ettirdiler. Dairenin kapısına vardığımda Serkan olması gereken şey beni karşılıyor. Şey diyorum, çünkü karşımdakinin yıllar önceden hatırladığım bal rengi saçları olan neşeli veletle hiç alakası yok. Saç sakal en son ne zaman kesilmiş belirsiz. Otuzlu yaşlarının başında olmasına rağmen benden daha yaşlı görünebilecek kadar bakımsız. Sadece gözleri, o güzelim yeşil gözleri çok tandık bana. Beni görünce ne şaşırıyor, ne de başka bir tepki veriyor. Konuşmadan içeri davet ediyor beni. Sözler olmadan salona yönlendiriyor. Tıpkı, yıllar önce ablasının sözlere ihtiyaç duymadan beni yönetebilmesi gibi. Salona geçip oturuyorum. O ise mutfağa gidiyor. Ailesinin evde olmadığını, hatta bir süredir buralarda Serkan’dan başka birinin olmadığını hissediyorum. Oturduğum yerden etrafa bakınıyorum. Evet, burası Sevin’in bir zamanlar yaşadığı ev. Aslında sadece konum olarak… Salonun en son ne zaman bir temizlik gördüğü muamma. Duvarlar en son ne zaman temiz bir bez ile silindiklerini unutmuşlar. Kaldı ki badananın ne olduğu hatırlasınlar. Koltukların kılıflarının durumu da pek farklı değil. Halının üzerinde sadece dökülen yiyecek içeceğin izi yok, ayrıca mideden geri çıkan gıdaların da izleri var. Eşyaların dili olsa “kurtarın bizi buradan” diye yalvaracak gibiler. Ben etrafa bakınırken Serkan elinde yarısı boş bir viski şişesi ve iki bardakla geliyor. Alkol hayatımın hiç bir anında bu kadar büyük ihtiyaç haline gelmemişti herhalde. Tekli koltuklardan birini karşıma sürüklüyor. Aramıza da bir sehpa çekiyor, nevaleyi ve bardakları sehpaya koyuyor. İki bardağı da dolduruyor. İçip içmeyeceğimi sormuyor bile ama sanki bir şekilde içmeye ihtiyacım olduğunu biliyor. Sormuyor, konuşmuyor ama anlıyor. Tıpkı… Etrafı gözden geçirdiğimi fark ediyor. “Ha, dağınıklık için kusura bakma. Buralar bir süredir böyle. Ablam gittiğinden beri yani. Annem babam da ablamdan çok daha önce gittiler. Trafik kazası.” “Mektubu okumayacağını umuyordum” diyor. Konuşmaya başlama işini üzerine alması en az getirdiği viski kadar rahatlatıyor beni. “Sadece, ben sadece bunu yapmam gerektiğini düşünmüştüm. Açıkçası sonucu hakkında da pek düşünmedim. Buraya geleceğini ise hiç düşünemezdim zaten.” Rahatsızlık vermek istemediğimi, sadece bir başsağlığı ziyareti yapmam gerektiğini düşündüğümü, söylüyorum. “Rahatsızlık değil” diyor. “Acı veriyorsun. Yanlış anlama, seve seve kabul edebileceğim bir acı bu. Uzun zamandır ablam ile ilgili yeni bir şey yoktu hayatımda. Madem buraya kadar geldin, bana biraz onunla geçirdiğiniz zamanı anlatırsın. Ben o zamanlar neyin ne olduğunu anlayamayacak kadar küçüktüm.” Karşıma çektiği koltuğa gömülüyor. Bana bakıp bir şeyler dememi bekliyor. Gömüldüğü koltukta bu evdeki herhangi bir eşyadan farkı yok. Bir zamanlar “büyüyünce çok canlar yakar” dediğim, Sevin’in ona karşı olan sevgisini, şefkatini kıskandığım çocuk bu. Ondan geri kalanlar. Bir evin köşesindeki boş saksıdan pek bir farkı yok. “Başın sağ olsun” diyebiliyorum. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Çocukluğundan beri kıyamet çukurunda hayat sürmüş gibi duran bir adam var karşımda. Sanki suratı çektiği her acıyı kayıt etmiş. Ruhani bir yatalaklık içerisinde yaşıyor. En uç kurgularımda bile hayal edemeyeceğim kadar bitik, vazgeçmiş bir adam. Ben bir yerden başlayamayınca sabrı tükeniyor ve ablası hakkında sorular soruyor. Ne yapardınız, en çok nesi hoşuna giderdi gibi sorular. Başlarda kendimi bir sınavdan geçer gibi hissediyorum. Doğru cevabı bulmak için düşünüyorum. Cevap vermeden önce viskiden bir yudum alıyorum. Sonra, belki alkol etkisini gösteriyor, belki alışıyorum konuşmaya, tam olarak nasıl olduğunu anlamadan çok doğal bir şey gibi geliyor anlatmak. Sanki yıllardır buraya, bu eve gelip Serkan’a ablası hakkında masallar anlatmışım. Hafızamda hala yerleri olduğunun farkında bile olmadığım anıları anlatıyorum. Ablasının kaşının gözünün aldığı o garip ifadeleri anlatırken gülüyorum. İlk öpüşmemiz de ağzı kokuyordu, son paramızla sinemaya gitmiştik, yemek yemeye para kalmamıştı. Kavgalarımızı anlatıyorum, keyifli anlarımızı, kahkahalarımızı, saçmalıklarımızı... Beni dinlerken, ablası hakkında anlatılanları dinlerken gözlerine parlaklık geri dönüyor. Sanki yeniden genç bir adama dönüşüyor. Biz konuşurken bardaklar boşalıyor, tekrar dolmuyor. Artık konuşabilmek için buna ihtiyacımız yok. Zamandan ve mümkünmüş gibi bu mekandan soyutlanıyoruz. Sevin’den konuşmak bir solucan deliğine atlamak gibi. Evrenin herhangi bir yerine, sadece keyifle dolu bir yerine sıçramak gibi. Ancak ne kadar keyifli olsalar da, sözler biter. Sessizlik havayı ağırlaştırır. Solucan deliği sizi geri kusar, evrenin o mutlu noktası kaybolur. Buraya neden geldiğim aklıma gelir tekrar. Serkan’a mezarın yerini sormak için mantıklı bir cümle kurmak üzereyken, ablasının odasını görmek ister miyim diye soruyor. İster miyim? Cep telefonum titriyor, arayan karım. Saate bakıyorum, epey geç olmuş. Sevin’in odasını görmek ister miyim? Çok istiyorum. Başka hiç bir şeyin önemi kalmıyor aklımda. Meraktan deliye dönen bir eş ya da babasını özlemiş bir evlat. Hayır. Sevin’in odasına gitmek istiyorum. Ağzımı bile açmadan Serkan kalkıp odanın kapısına yürüyor. Takip ediyorum. Kapıyı açıyor, içeriye girmiyor. Evin geri kalanına tam anlamıyla tezat oluşturan odaya giriyorum. Her şey düzenli, en küçük biblonun dahi tozu alınmış. İçeri girdiğimde tüm ağırlığım evin diğer kısmında kalıyor. Oradaki ağır havadan, havasızlıktan burada eser yok. Bir ibadethane gibi korunmuş bu oda. Bazı şeyler değişmiş, bazıları değişmemiş. Bir kaç poster gitmiş, yatak örtüsü değişmemiş. Nelerin değiştiğinin ya da değişmediğinin bir önemi yok. Burası yıllar önce en mutlu anlarımın yaşandığı oda. Serkan kapıyı kapatıp gidiyor. Odada yalnız kalıyorum. Sanki kapı açılacak ve Sevin içeri girecek. Aradan geçen yıllar silinecek. İşim, arkadaşlarım, karım, kızım… Her şeyim hiç olmamış bir evrenin parçaları olacaklar. Bu oda yeni bir evren doğuracak. Her atom Sevin ve benden türeyecek. O an doluyor aklıma. Bu odada vermiştik, o tek, gerçekçi sözü. Burada olma nedenim olan sözü. Amacım sandığım, aslında araç olarak kullandığım sözü. Ayakta duracak gücü bulmakta zorlanıyorum. İstediğim buydu. Farkında bile olmadığım, yıllarca istediğim şey buydu. Sevin. “Sen yazmalısın, harika bir görüşün var… Topla şu cümleleri, ne özne yerinde ne yüklem... Sana inanıyorum… Bir bok olmayacak senden, tembel adamın teki olacaksın… Seni seviyorum” Ufak, çok ufak adımlarla yürüyorum yatağa. Soluk borumdan aşağıya sıcacık bir sıvı kayıyor sanki. İnsan önce içine ağlıyor, göz yaşları sonra geliyor. Yüz üstü uzanıyorum yatağa. Örtüyü sıyırıp kafamı yastığa gömüyorum. Ah, bu koku! Yıllar geçmiş üzerinden ama kokusu hala yastıkta. Belki de zihnim bana bir oyun oynuyor? Fark etmez, önce konusunu hissediyorum, sonra tenini. Dokunuşunu… Deliriyor muyum? Fark etmez. Bu kokuyu içime çekebildiğim sürece hiç bir şey fark etmez. Düşünemiyorum bile artık. Sadece hissedebiliyorum. Ağladığımı hissediyorum. Salya sümük ağlıyorum. İbadethanenin bir parçası gibi saklanmış yastığı batırıyorum. Olsun, batsın. Ne kadar özlemişim onu. Farkında bile değildim. Bir hainim ben. Unuttum, Ömrümü onu unutmuş olarak yaşıyordum. Unutulmaması gerekenleri unutarak. O ölmeden çok önce, ayrıldığımız zaman öldürmüştüm aslında onu. Bağırmak istiyorum. Özür dilemek, affedilmek istiyorum. Son bir defa seni seviyorum demek, ellerini tutmak, gözlerine bakmak istiyorum. Seni seviyorum diyen sesini duymak istiyorum. Hayali bile olsa bunları istiyorum. Bilincimi tamamen yitiriyorum. Kendime geldiğimde güneşin doğmuş olduğunu fark ediyorum. Yastık hala nemli ve benden çıkan salya sümük karışımı ile lekelenmiş halde. Bir süre pek sanatsal olmayan eserime bakıyorum. Aklının yarısından fazlası başında olmayan Serkan’ın buna ne tepki vereceğini düşünüyorum. Yataktan kalkıp, kendime gelmeye çalışıyorum. Odadan çıkmadan önce biraz etrafı kurcalamak istiyorum. Raflara, çekmecelere bakıyorum. Kitaplarının sayfalarına göz atıyorum. Bitirdiği kitapların en arkasında ki boş sayfalara ne hissettiğini yazardı. Okuyorum. Bazı kitapların arasından ona gönderilmiş ya da onun yazıp da göndermemiş olduğu notlar, mektuplar çıkıyor. Benden sonra da sevmiş. Kıskançlık mı bu? Hakkım olmasa da garip bir kıskançlık duyuyorum. Zaten aşk pek hak hukuk dinleyen bir şey değildir. Birlikte çektirdiğimiz tek fotoğrafı buluyorum. Annesi fotoğrafları çıkarttırana kadar çekildiğini bile unutmuş olduğumuz bir fotoğraf. Yanak yanağa vermiş, içtenlikle gülüyoruz. Çok yakından çekilmiş bir poz. Saf sevgi ile bakmışız makineye. Çerçevesinden çıkartıp arkasına bakıyorum. “Bizi seviyoruz” yazıyor. O sevginin hissi tekrar kalbime doluyor. Anlamsız gibi duran ama anlamın kendisinden bile ötede olan bir gülümseme yayılıyor dudaklarıma. Bulduğum her şeyde eski bir arkadaşlar yıllar sonra karşılaşmış olmanın tadını alıyorum. Ona ait her şeyden sessizce özür diliyorum. Sanki onlar da beni affettiklerini fısıldıyorlar. Huzurlu hissediyorum. Sanki kanserli hücrelerim temizlenmiş gibi. Kalmam gerektiği kadar kalıyorum o odada. Bir şekilde artık gitmem gerektiğini anlıyorum. Sessizce, salya sümükten daha fazla iz bırakarak çıkıyorum odadan. Serkan’ı salonda temizlik yapmaya çalışırken buluyorum. Koltuk kılıflarını sökmeye çalışırken ufak çaplı bir savaş veriyor gibi. Kış aylarında olmamıza rağmen, üzerinde kısa kollu bir tişört var. Evden önce kese ile kendisini temizlediğini cildindeki kızarıklıklardan anlıyorum. Ablasının teni de böyle hassastı. Ses etmeden gitsem mi? Yok olmaz, mezarın yerini öğrenmem gerek. Sahte bir öksürük sesi çıkarıyorum. Dönüp bana bakıyor. “Bunları sökmenin kolay bir yolu var mı?” diye soruyor. Saçını sakalını da kesmiş, gerçekten kendi yaşına geri dönmüş. Dün gece paralel evrene geçmiş olma olasılığımı düşünüyorum. Serkan bir gecede böyle dönüşmesinin en mantıklı açıklaması bu gibi geliyor. Koltuk kılıfı sökmeyi bilemediğimi söylerken kekeliyorum. “Hayırdır ne oldu sana” der gibi bakıyor olmalıyım. Ağzımla sormamış olsam da, o ne sorduğumu gene anlıyor. “Ailemizi kaybettikten sonra, ablam hayatını bana adamıştı. Bana ayırdığından geri kalan zamanda kendi hayatını yaşamaya çalışıyordu. İnsanlar ile ilişkisinde ben bir duvar gibiydim. Artık kardeşi değil, daha çok onun çocuğu olmuştum. Erkek arkadaşlarını bile bana ‘baba’ olabilecek insanlardan seçmeye başlamıştı. Böyle bir adamla neredeyse evleniyordu bile ama sanırsam gene benim yüzümden ondan ayrıldı. Adam benim onlarla yaşamamı istememiş mi ne, tam bilmiyorum. Bunları bana pek anlatmazdı. Tam ben kendi ayaklarımın üzerinde durmaya başlayacakken, bu sefer ablam hastalandı. Pankreas, pek olayı uzatmayan, hızlıca ölüme götüren bir kanser türü. Hastalanmasaydı belki kendi istediği gibi biriyle evlenirdi, kariyerine odaklanırdı yada ne bileyim, dünyayı falan gezerdi. Kendisi için bir şeyler yapardı. Olmadı. O öldükten sonra kendimi toparlayamadım. Kısa hayatının sorumlusu ben değildim ama, o kısacık hayatı bile yaşayamamasının sorumlusu bendim. Yani öyle hissettim uzun süre. Başlarda arkadaşları aradılar, artık bizim kardeşimizsin dediler. Bir zamanlar nişanlı olduğu o adamda sık sık geldi ilk günler ziyarete. Sonra herkes kendi işine döndü. Ablamın hatırası onlar için her geçen gün biraz daha soldu. Hani çok bilindik bir söz vardır. ‘İnsanlar aslında onu hatırlayan son kişi öldüğün de ölürler’ Ablamı hatırlayan bir ben vardım sanki artık. Nasıl o benim için hayatını yaşamadıysa, bende onun hatırasını diri tutmak için bu evde sadece onu anarak yaşadım. Ama dün gece sen geldin. O odada saatlerce kaldın. Biraz kalır çekip gidersin sanıyordum ama tüm gece oradaydın. Kapıya kulağımı dayayıp ne yaptığını çözmeye çalıştım. Saatlerce ağladın. Kusura bakma ama senin ağlaman beni uzun zaman sonra mutlu eden ilk olay oldu. Ablamın bir başkası için de hala yaşıyor olduğunu anladım. Yasım böylece sona erdi. Şimdi gördüğün gibi baya işim var.” Neşe ile uzun uzun konuşuyor. Onun adına mutluluk duyuyorum. Temizlik için yardım isteyip istemediğini soruyorum. “Yeterince yardım ettin” diyor. Zaten nezaketten sormuştum. Ablasının nerede gömülü olduğunu soruyorum. Bulmamı çok kolaylaştıracak detaylı bir tarif veriyor. İznini isteyip ayrılmak üzereyken ablasının odasına gidip bana bir mektup getiriyor. “Asıldan diğer mektup yerine bunu postalamamı istemişti ablam. Yani kafana vurmak durumunda kalmazsam bunu yollamalıydım. Ona ait bir şeyin bu evden çıkması fikrine katlanamadım. Onun yerine kendim bir mektup yazdım.” Peki, diyorum. Mektubu alıp evden ayrılıyorum. Cep telefonumda fazlaca cevapsız çağrı var, hepsi de karımdan gelen aramalar. Arabaya girdiğimde karımı aramadan önce Serkan’dan aldığım mektubu okuyorum. Bitirince ceketimin iç cebine koyuyorum. Sevin, nefes bile almamasına rağmen beni gene kendi istediği yola sevk etmeyi başarmış. Kendi istediğimi yapma kuralımı, ben farkına bile varmadan kırabilen kadın. Tüm hikayede başrol olduğumu sanıyordum ama bana bıraktığı mektubu okuyunca aslında yan rol olduğumu fark ediyorum. Ufak bir aldatılmışlık hissi var ama pek bir şey değiştirmiyor. Tebessümü suratımdan silmiyor, hatta bu durum beni daha da eğlendiriyor. Eve vardığımda canavarlaşmış bir kadın bekliyordum. Beklediğimden beterini buluyorum. Sadece hesap sormak isteyen bir yargıç gibi bakıyor bana. Her şeyi anlatıyorum. Nereye gittiğimi, neden gittiğimi… Geceyi ölmüş eski sevgilimin yatağında geçirdiğimi. Yaşayan bir fahişenin yatağında geçirseydim ilişkimize bu kadar zarar veremezdim. Kanserli hücreyi bünyeye yerleştiriyorum, canlı bomba olduğunu bildiğim yolcuyu uçağa alıyorum, radyasyon taşıyan madde ile oynuyorum. Kısacası ilişkimizin evlilik kısmını harcıyorum. “Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer. Mutsuz ailelerin her birinin mutsuzlukları da kendine göredir.” Tolstoy tek cümlede evliliğimin neden sona ereceğini açıklıyor bana. Bizim mutsuzluğumuz, ölü eski sevgilime aşık olmam oluyor. Söz konusu evlilik ise, bazen tek bir hata tüm doğruları götürüyor. Mutsuz bir evliliktense, mutlu bir ayrılık daha iyi oluyor. Karım ile yavaş yavaş kopuyoruz. Satranç oynar gibi her adımı doğru atmaya çalışıyorum. Çözülmemiş hiç bir sorun kalmasın ki, arkadaş gibi kalabilelim. Kızımız için bunu yapmaya mecburuz. Ve… Arkeolog bir arkadaşımdan kemik toplama sanatını öğreniyorum. İnternetten mezar kazmayı… Hazır konuya girmişken, hep istediğim gibi mitolojik temelli, fantastik bir roman yazmaya da başlıyorum. Asıl amacım ise Sevin’in geri kalan kemiklerini toplamak ve sözümü tutmak. Ayrıca yeni romanımdaki toprak tanrıçasına onun adını veriyorum. Fısıltı gazetesine Sevin’in gerçek kimliğini fısıldıyorum. İnternet bilgiyi yayıyor, onu bir şekilde ölümsüz kılıyor. Mezardan çıkardığım kemikleri Kilyos’ta denizi gören ağaçlık bir alana gömüyorum. Alışılmışın aksine, mezar taşını da mezara gömüyorum. Taşın üzerinde Frig dilinde Toprak Tanrıçası’nın mezarı yazıyor. Üzerine alış veriş merkezi dikenin lanetleneceği yazıyor. Günler, haftalar, aylar, yıllar geçiyor. Ömrüm geçiyor. İkinci defa evleniyorum, bir erkek çocuğum oluyor. Seviniyorum, üzülüyorum, şarkı söyleyip küfrediyorum… Sonunda herkesin hayatı gibi, benim hayatımda son anlarına geliyor. Hastanede yatarken, ölümün gelmek üzere olduğunu hissediyorum. Kızımdan evdeki çekmecemde duran bir mektubu getirmesini istiyorum. Sevin’in bana bıraktığı son mektup. “Senin kadar iyi bir yazar olmadığımı biliyorum. Hala benden iyi olduğun konularda delice övünür müsün, onu bilmiyorum. Övünürsün sen yaa, bazı şeyler asla değişmez. Asla değişmeyecek olanlardansın sen. Neyse, bari şu ölüm döşeğinde didişmeyeyim seninle. Hatırlar mısın bilmiyorum ama sana ölürken aklımda olan son şeyin sen olacağına inandığımı söylemiştim. Hikayenin başladığı yerde biteceğini söylemiştim. Benim hayatım pek uzun olmadı ama, sonu dediğim gibi oluyor. Ömürlerimiz farklı yollarda ilerlese de, bittiği yerde gene birleşiyor. En azından benim için… Umarım güzel bir hayatın olur ve Serkan kafanı kırmak zorunda kalmaz. Eli biraz ağırdır, odunu kafana geçirirse kafan kırılabilir. Bizim söz oyunumuz senin kafanı dağıtıp, Serkan’ı da hapislere düşürmez inşallah. Onu emanet edecek kimsem yok. Benden sonra ne hala gelir bilmiyorum. Kafanı da kırsa ona göz kulak ol. Bu mektubu aslında bu yüzden yazıyorum biraz da. Odunla vurmazsa mektubu sana yollayacak. Bu satırları okuyorsan, ona bir göz at. Kötü durumdaysa ona yardım et. Ne durumdadır bilmiyorum, nasıl yardım edebileceğini de bilmiyorum ama sana güveniyorum. Sen her zaman bir yolunu bulursun. Umarım bu mektubu okursun ve umarım Sevin’irsin. Yokluğunda seni kalbinde taşımış olan, SEVİN.” Okuduğum son şey onun mektubu oluyor. Ahmet Cenker YAMAN Read the full article
1 note · View note
gajder · 5 years
Text
Hikaye Oku; Mahşerin Üç Atlısı
Tumblr media
Hikaye Oku; Mahşerin Üç Atlısı Hikaye Bay Pond’un, beylik kibarlığı ve çelebiliğine karşın bende uyandırdığı bazen ürkütücü olabilen garip etki, sanırım, kimi çocukluk anılarımla ve adının yaptığı belli belirsiz çağrışımla ilgiliydi. Babamın eski bir dostu olan bu adam bir devlet memuruydu; anlaşılan, benim çocuk hayal gücüm her nasılsa Bay Pond’un adını bahçedeki havuzla karıştırıyordu. Şimdi düşünüyorum da, Bay Pond’un her nasılsa gerçekten de bahçedeki havuza benzediği söylenebilirdi. Olağan zamanlarda bir havuz kadar dingin ve pürüzsüzdü, yeri, göğü ve gün ışığını yansıtırken bir havuz kadar parlaktı. Ama yine de, bahçedeki havuzda bazı tuhaflıkların olup bittiğini biliyordum. Pek ender, yılın bir iki günü de olsa, nedendir bilinmez, bambaşka bir görünüm alırdı; bazen dingin duruluğundan bir gölge geçip gider ya da bir ışıltı yanıp söner, kimi zaman da suyun yüzünde bir balık, bir kurbağa, hatta daha da acayip bir yaratık görünüverirdi. Ben Bay Pond’un içinde de canavarlar bulunduğunu bilirdim: Kafasında bir an yüzeye çıkıp sonra yeniden dibe dalan canavarlar. Bu canavarlar Bay Pond son derece uysal ve aklı başında sözler ederken birden beliriverirdi. Kimileri onun en aklı başında sohbetinin ortasında birden aklını kaçırdığını sanırdı. Ama onlar bile aklını çabucak yeniden başına topladığını kabullenmek zorunda kalırlardı. Gerçi bu da genç bir zihnin uydurduğu budalaca bir fantezi olarak görülebilir, ama Bay Pond’un kendisi de bazen bir balığı andırırdı. Davranışları yalnızca çok kibar değil çok da sıradandı; jestleri bile sıradandı, o tuhaf ve gelişigüzel konuşmalarından birini yaparken sonunda ciddileşmek zorunda kaldığında sivri sakalını ikide bir çekiştirme huyunu saymazsak tabii. Böyle anlarda baykuş gibi öylece önüne bakar, sakalını çekiştirip dururdu; ağzı ipleri yerine sakalı olan bir kuklanın ağzı gibi aralanır, bu da karşısındakinde gülünç bir etki uyandırırdı. Ağzının hiç konuşmadan garip bir biçimde açılıp kapanması ile bir balığın ağzını açıp yutkunması arasında şaşırtıcı bir benzerlik vardı. Gelgelelim bu birkaç saniyeden fazla sürmez ve o anda ağzından çıkmak üzere olan tatsız sözü gerisingeri yutuverirdi. Bir gün, ünlü diplomat Sir Hubert Wotton’la sessiz sakin sohbet ediyordu; bizim bahçede rengârenk tenteler, kocaman güneşliklerin altında oturmuş, benim onu patavatsızca benzettiğim havuzu seyre dalmışlardı. Dünyanın her ikisinin de çok iyi bildiği, ama Batı Avrupa’da çok kişinin bihaber olduğu bir yöresinden, Pomeranya, Polonya, Rusya ve daha başka yerlerde turbalık ve bataklığa, sözün kısası anladığım kadarıyla Sibirya bozkırlarına dönüşen geniş ovalardan söz ediyorlardı. Bay Pond, bataklıkların iyice derinleştiği, gölcükler ve ağır ağır akan nehirlerle kesildiği bir bölge boyunca, iki yanı dik ve sarp tek bir yolun uzandığını anımsıyordu: Bir yayanın tehlikesizce geçebileceği bu düz yol iki atlının yan yana geçebileceği kadar geniş değildi. Hikaye de burada başlıyordu. Hikaye, çok eski bir zamanda değilse de, atlılardan günümüzdekinden çok daha fazla yararlanıldığı, ama savaşçıdan çok ulak olarak kullanıldıkları bir zamanda geçiyordu. Yeryüzünün o yöresini yerle bir eden pek çok savaştan biri sırasında demekle yetinebiliriz – kuşkusuz o denli el değmemiş bir doğayı yerle bir etmek ne kadar mümkünse. İşin içine ister istemez Prusya düzeninin Polonya ulusu üstündeki baskısı da girmiyor değildi, ama meselenin politik yanını yorumlamaya ya da doğrularıyla yanlışlarını tartışmaya ne hacet. Başınızı ağrıtmadan, Bay Pond’un karşısındakini bilmece gibi bir hikâyeyle eğlendirdiğini söylemekle yetinelim. “Umarım, Krakowlu şair Paul Petrowski’yle ilgili o heyecan verici olayı hatırlıyorsunuzdur,” dedi Pond; “o günlerde oldukça tehlikeli iki şey yapmıştı: Krakow’dan ayrılıp Poznan’a yerleşmek ve şairlikle yurtseverliği birleştirmeye çalışmak. O sıralar oturduğu kasaba bataklıktan geçen uzun yolun tam doğu uçundaydı ve Prusyalıların eline geçmişti; Prusya komutanlığı doğal olarak o bataklık deryasını aşan biricik köprünün başını tutmayı ihmal etmemişti. Ama bu özel harekât için kurdukları karargâh bataklıktan geçen yolun batı ucundaydı; ünlü Mareşal Von Grock başkomutandı ve hâlâ gözdesi olan eski alayı Beyaz Süvariler o set çekilmiş uzun yolun başlangıcına en yakın yerde bekliyordu. Hiç kuşkusuz, alev rengi kılıç kayışları asılı o harikulade beyaz üniformaların en ince ayrıntısına kadar her şey pırıl pırıldı; çünkü bütün dünya haki üniforma kullanmaya henüz başlamamıştı. Bunun için onları suçluyor değilim; bazen düşünüyorum da, bir zamanların görkemli hanedan armaları çağı, doğa tarihiyle ve bukalemunlarla kınkanatlılara tapınmayla birlikte gelen renk öykünmeciliği çağından daha hoştu galiba. Her neyse, Prusya ordusunun bu yaman süvari alayı hâlâ kendi üniformasını giymekteydi ve birazdan anlayacağınız gibi bozgunun etkenlerinden biri de buydu. Ama sorun yalnızca tektipte değil, tekdüzenlilikteydi. İşlerin kötü gitmesinin nedeni, disiplinin fazla sıkı olmasıydı. Askerlerinin Grock’un emirlerinden dışarı çıkmayı asla göze alamamaları, onun istediğini yapamamasına yol açtı.” Wotton, iç geçirerek, “Galiba bir tezat var burada,” dedi. “Şüphesiz hepsi çok zekice; ama aslında baştan aşağı saçma, öyle değil mi? Ah, bilmem mi, herkes genellikle Alman ordusunda fazla disiplin olduğunu söyler. Ama bir orduda çok fazla disiplin olamaz ki.” Pond, “Ama ben bunu genel anlamda söylemiyorum ki,” dedi sızlanırcasına. “Özellikle bu özel vaka için söylüyorum. Askerleri emirlerine harfi harfine uyduğu için yenildi Grock. Hiç kuşku yok ki, askerlerinden yalnızca biri emirlerine uymuş olaydı, sonuç bu kadar kötü olmazdı. Ama askerlerinden ikisi de emirlerine uyunca – eh n’apsın, zavallı koca domuzun hiç şansı kalmadı.” Wotton, kıs kıs gülerek, “Yeni askeri nazariyeni çok tuttum,” dedi. “Alayda bir askerin emirlere uymasına bir diyeceğin yok; ama iki asker emirlere uyunca sana göre Prusya disiplini biraz fazla ileri gitmiş oluyor.” Bay Pond, “Benim askeri nazariyem falan yok,” diye yanıt verdi sükûnetini bozmadan. “Askeri bir gerçekten bahsediyorum ben. Grock’un, askerlerinden ikisi emirlerine uyduğu için yenilgiye uğraması askeri bir gerçek; ama askerlerinden biri emirlerine uymamış olsaydı kazanabilirdi, bu da askeri bir gerçek. Şimdi, dilediğin nazariyeyi geliştirebilirsin buradan.” Wotton, sertçe, “Ben o kadar da nazariye meraklısı değilim,” dedi, hiç yoktan bir hakarete uğramış da gücenmiş gibi. Tam o sırada, güneşli bahçede, irikıyım gövdesiyle ufak tefek Bay Pond’un taban tabana zıt dostu ve hayranı Kaptan Gahagan belirdi; uzun adımlarla, kasım kasım kasılarak geliyordu. Yakasında alev alev bir çiçek vardı, kızıl saçlarının üstündeki gri silindir şapkası hafifçe yana yatırılmıştı; genç görünmesine karşın, eskilerin züppeleri ve düellocuları zamanından fırlamışçasına çalımından geçilmiyordu. Bu uzun boylu, geniş omuzlu adamın gün ışığını arkasına almış gövdesi, kendini beğenmişliğin ta kendisiydi sanki. Güneşle aydınlanan yüzüyle gelip oturduğunda, hüzünlü, hatta biraz da kaygılı görünen o sevecen kahverengi gözlerinde bütün bunlarla çelişen bir bakış belirdi birden. Bay Pond, bitmek bilmeyen konuşmasını keserek, özür dileme telaşına kapılıverdi: “Yine çenem düştü galiba; aslına bakılırsa, şu şairden, çok zaman önce Poznan’da idam edilmesine ramak kalan Petrowski’den söz ediyordum. Oradaki askeri yetkililer tereddüt içindeydiler; Mareşal Von Grock ya da daha yukarılardan doğrudan emir almamış olsalar Petrowski’yi salıvereceklerdi; gel gör ki, Mareşal Von Grock şairin öldürülmesi konusunda son derece kararlıydı ve hemen o akşam idam edilmesi için emir gönderdi. Daha sonra şairi kurtarmak amacıyla idam hükmünün ertelenmesi için bir emir gönderildi; bu arada, erteleme emrini götüren asker yolda öldüyse de, mahkûm bırakılmıştı zaten”. “Bu arada—” diye yineledi Wotton öylesine. Gahagan da, “Erteleme emrini götüren asker,” diye ekledi alaya alarak. “Yolda öldü,” diye mırıldandı Wotton. Gahagan, neşeyle sesini yükselterek, “Tamam işte, mahkûm da serbest bırakılmış,” deyiverdi. “Her şey çok açık. Haydi dedecik, bir masal daha anlat bize.” “Baştan sona gerçek bir hikaye anlattığım,” diye karşı koydu Pond, “üstelik aynen dediğim gibi oldu. Bir çelişki falan yok bunda. Yalnız, ne kadar basit olduğunu anlamanız için hikayenin tümünü bilmeniz gerekiyor.” “Evet,” diye onayladı Gahagan. “Ne kadar basit olduğunu kavrayabilmem için hikayenin tümünü bilmem gerekiyor.” “Madem öyle, anlat şu hikayeyi bize de, bitsin bu iş,” diye kestirip attı Wotton. Paul Petrowski, politika pratiğinde fevkalade önemli biri sayıldığı halde hiç de pratik olmayan adamlardandı. Gücü, yalnızca ulusal bir şair değil, aynı zamanda uluslararası bir şarkıcı olmasından geliyordu. Yani o çok güzel ve güçlü sesiyle dünyadaki konser salonlarının yarısında yurtsever şarkılarını söylüyordu. Yurdunda ise, özellikle de pratik politikacıların ortadan kaybolduğu, onların yerini onlar kadar pratik olmayan adamların aldığı o uluslararası bunalım döneminde, devrim umutlarının meşalesi ve çığlığıydı tabii. Çünkü gerçek idealist ile hakiki gerçekçinin ortak yanı eylem aşkıdır. Pratik politikacı ise her türlü eyleme karşı pratik itirazlar getirerek başarı elde eder. İdealistin yaptığı pratik olmayabilir, eylem adamı da yaptıklarıyla ahlaki değerleri hiçe sayabilir; ama bu iki durumda da hiçbir şey yapmadan ün salmak mümkün değildir. Bu iki uç karakterin bataklıklar arasından geçen o biricik yolun iki ucunda duruyor olmaları gerçekten de tuhaftır – kasabada mahpus tutulan Polonyalı şair yolun bir uçundaydı, ordugâhın komutanı Prusyalı asker ise öbür uçta. Bir kere, Mareşal Von Grock, yalnızca tam anlamıyla pratik değil, aynı zamanda şiir sanatından zerre kadar nasibini almamış gerçek bir Prusyalıydı. Ömründe şiir okumamıştı; ama salak da sayılmazdı. Askerlerde görülen o gerçeklik duygusu, pratik politikacının ahmakça hatalarına düşmesini önlüyordu. Hayalleri küçük görmezdi, yalnızca nefret ederdi onlardan. Bir şair ya da yalvacın bir ordu kadar tehlikeli olabileceğini çok iyi bilirdi. O yüzden, şairin ölmesi gerektiğinde kararlıydı. Şiir sanatına biricik övgüsü de bu oldu; üstelik samimiydi. O sırada çadırındaki bir masanın başında oturuyordu; dışarıdayken başından çıkarmadığı sivri uçlu miğferi önünde duruyordu; kocaman kafası yalnızca sıfıra vurulmuş olmasına karşın cascavlak görünüyordu. Sinekkaydı tıraş edilmiş yüzünde, ablak ve sarkık suratına esrarlı bir görünüm veren kalın bir gözlük dışında hiçbir şey yoktu. Yanında dikilen teğmene döndü; uçuk sarı saçlı, tombul suratlı bir Alman olan teğmen mavi, boncuk gözleriyle boş boş bakıyordu. “Teğmen Von Hocheimer,” dedi Glock, “Majestelerinin ordugâha bu gece varacağını mı söylemiştin?” Teğmen, yarım ağızla, “Yedi kırk beşte, mareşalim,” dedi, sanki konuşmayı öğrensin diye terbiye edilen iri bir hayvan gibi. “Öyleyse,” dedi Grock, “o gelmeden idam emrini ancak götürürsün. Hiçbirimiz Majestelerine hizmette kusur etmemeliyiz, ama özellikle de gereksiz sorunlarla başını ağrıtmamalıyız kendisinin. Birlikleri teftiş edeceği için zaten işi başından aşkın olacak; her şey Majestelerinin emrine hazır bulundurulsun. Bir saat sonra bir sonraki ileri karakola gitmek için yola çıkacak.” İrikıyım teğmen birazcık kendine gelir gibi oldu ve zoraki bir selam vererek, “Emredersiniz, mareşalim, hepimiz Majestelerine sadakat göstermeliyiz,” dedi. “Ben hiçbirimiz Majestelerine hizmette kusur etmemeliyiz dedim,” dedi mareşal. Her zamankinden daha sert bir hareketle kalın gözlüğünü çıkardığı gibi masanın üstüne fırlattı. Teğmenin soluk mavi gözleri daha önce böyle bir şey görmüşse nasıl açılmıştır bilemeyiz, ama mareşalin gözlüğünü çıkarışındaki bu değişim karşısında faltaşı gibi açıldılar. Bir demir maskenin çıkarılışı gibi bir şeydi. Az önce kösele gibi, katmerli yanakları ve çenesiyle akıl almaz bir biçimde gergedana benzeyen Mareşal Von Grock, şimdi bambaşka bir canavar, kartal gözlü bir gergedan olup çıkmıştı. İhtiyar gözlerindeki öfke parıltısını kim görse, bu adamın yüreğinde sertlikten de öte bir şey olduğunu, en azından bir yanının yalnızca demirden değil çelikten de olduğunu anlardı. Neden derseniz, kötü bir ruh da olsa, Hıristiyan âleminden insanların iyi mi kötü mü olduğunu kolay kolay anlayamayacakları kadar garip bir ruh da olsa, her insanın bir ruhu vardır da ondan. “Ben hiçbirimiz Majestelerine hizmette kusur etmemeliyiz dedim,” diye yineledi Grock. “Daha açık söyleyeyim, hepimiz Majestelerini korumalıyız. Öyle ya, krallarımız bizim tanrılarımız sayılmaz mı? Hizmet edilmek ve korunmak onlar için. Onlara hizmet etmek, onları korumak da bizim için.” Mareşal Von Grock konuşkan bir adam sayılmazdı, hatta daha çok kafasını çalıştıran insanların gözüyle bakılacak olursa pek fazla düşündüğü de söylenemezdi. Bu tip adamlar, ola ki yüksek sesle düşünmeye kalktıklarında, köpekleriyle konuşur gibi düşünmeyi yeğlediklerini kestirmek zor olmasa gerekir. Dahası, böyleleri, köpeklerinin karşısında edebiyat yapmaktan ve cevher yumurtlamaktan küstahça bir zevk bile alırlar. Hiç kuşku yok ki, Teğmen Von Hocheimer’i bir köpekle kıyaslamak haksızlık olur. Çok daha duyarlı ve akıllı bir yaratık olan köpeğe karşı haksızlık olur. Grock’un, düşünebildiği bu nadir anlardan birinde, bir avanak ya da dangalağın karşısında yüksek sesle düşünmenin verdiği rahatlık ve güven içinde olduğunu söylemek herhalde daha doğru olacaktır. “Kraliyet hanedanımızın tarihine bakılacak olursa, hizmetkârın efendisini hep koruduğu görülür,” diye devam etti Grock, “bu yüzden de en azından başarılı ve güçlü olana her zaman ağlamaklı bir hassasiyetle karşı çıkan dış âlem tarafından sık sık yerilmiştir. Ama biz hiç değilse başarılı ve güçlü olduk. Ems telgrafı(Prusya Kralı I. Wilhelm’in, 13 Temmuz 1870’te tatilini geçirmekte olduğu Ren Bölgesi’ndeki Ems kentinden Şansölye Otto von Bismarck’a gönderdiği telgraf. Bismarck’ın özellikle Fransa’yı kışkırtacak bölümleri seçerek açıkladığı telgraf metni, Fransız-Alman Savaşı’nın (1870-71) başlamasına yol açmıştı.) konusunda kendi efendisini bile aldatan Bismarck’a bela okumuşlardı; oysa bu o efendiyi dünyanın efendisi yapmıştı. Paris alınmış, Avusturya hükümdarı tahtından inmiş, biz de güvende olmuştuk. Bu gece Paul Petrowski ölecek ve biz de yine güvende olacağız. İşte senin bu idam hükmünü bir an önce ulaştırmanı bu yüzden istiyorum. Neden Petrowski’nin derhal idam edilmesi emrini götürmen ve emrin yerine getirildiğini görmeden dönmemen gerektiğini anladın mı şimdi?” Konuşma özürlü Hocheimer bir selam çaktı; gayet iyi anlamıştı. Zaten bir köpeğin bazı özellikleri onda da vardı: Bir buldog kadar cesur ve ölümüne sadıktı. Grock, “Hemen atla atma, düş yola,” diye devam etti, “sakın gecikeyim deme, hiçbir engel tanıma. Eğer bir mesaj almazsa salak Arnheim’ın Petrowski’yi bu gece salıvereceğinden eminim. Doludizgin sür atını.” Teğmen de yeniden selam çakıp geceye atıldı; o görkemli birliğin görkeminin ayrılmaz bir parçası olan o müthiş süvari atlarından birine atladığı gibi, adeta bir duvarın üstünde gidercesine, ufkun karanlığına, zorlu bataklıkların karaltılarına ve solup giden renklerine bakan bayır boyunca uzanan yüksek ve daracık yolda sürdü atını. Atının toynaklarının son yankıları bataklıktan geçen yolda yitip giderken, Von Grock yerinden kalktı, miğferini başına geçirip gözlüğünü taktı ve çadırının önüne çıktı; ama başka bir nedenle. Tören üniformalarını kuşanmış kurmay subayları ona doğru yaklaşmaktaydı; biraz ötedeki hatlardan selam töreninin sesleri ve yağdırılan komutlar oraya kadar geliyordu. Prens Hazretleri teşrif etmişti. Prens Hazretleri, en azından görünüşüyle, çevresindekilerle bir karşıtlık içindeydi; hatta başka yanlarıyla da o dünyaya aykırı düşüyordu. Gerçi onun başında da sivri uçlu bir miğfer vardı, ama bu çelik mavisi ışıltılı siyah miğfer başka bir alaya aitti; miğferin, bütün o sinekkaydı tıraşlı Prusyalılar arasındaki uzun, koyu, yumuşacık sakalla birlikteliğinde, bir ölçüde demode de olsa, biraz aykırı biraz düşsel bir bağdaşım gözleniyordu. Uzun, koyu, yumuşacık sakalıyla uyum sağlamasına, uzun, koyu, yumuşacık bir pelerin vardı sırtında; göğsünde en yüksek dereceden Kraliyet Nişanı’nın pırıl pırıl parlayan yıldızı, mavi pelerinin altında da siyah bir üniforma. Gerçi her Alman kadar Almandı, ama yine de çok farklı bir Almanlıktı bu; yüzündeki mağrur, ama düşünceli ifade, hayatının biricik gerçek tutkusunun müzik olduğu efsanesiyle ahenk içindeydi. Tedirginliğe kapılan Grock, prensin, ülkesinin askeri protokol kurallarının çapraşık geçit töreni içinde belirlendiği üzere hemen birlikleri denetlemeye girişeceği yerde, doğruca hiç açılmamasını istediği konuya dalıp, şarkılarının Avrupa operalarının yarısında söylendiğini duyduğu şu cehennem ateşlerinde yanası Polonyalının ne kadar sevilen biri ve ne kadar büyük bir tehlike altında olduğundan söz açıvermesini son derece sinir bozucu, hatta çileden çıkarıcı bulmakla birlikte, bunu onun eşi benzeri görülmemiş eksantrikliğine bağlama yoluna gitti. Prens, siyah miğferinin altından sert sert bakarak, “Böyle bir adamı idam etmekten söz etmek çılgınlık,” dedi. “Herhangi bir Polonyalı değil ki o. Bütün Avrupa tapıyor ona. Sonra, müttefiklerimiz, dostlarımız, hatta bizim Almanlar yasa boğulur ve onu tanrılaştırır. Orpheus’u öldüren o kaçık kadınlara mı(Eski Yunan mitologyasında, insanüstü müzik yetenekleri olduğuna inanılan Orpheus, bir Dionysos ayininde rakip Tanrı Apollon’a tapındığı için, ayinde esriyip kendinden geçen Mainad’lar tarafından öldürülür. Ama onun adına kurulan kehanet merkezi, Delphoi’deki kehanet merkezinden de ünlü bir duruma gelir.) benzemek istiyorsun?” “Majesteleri,” dedi mareşal, “onun için yasa boğulsalar da ölmüş olurdu: Onu Tanrılaştırsalar da ölmüş olurdu. Amacı her ne idiyse artık ulaşamazdı amacına. Her ne yapıyordu ise artık yapamazdı. Ölüm, bütün gerçeklerden daha gerçektir ve ben gerçeklere bayılırım.” Prens, “Senin dünyada olup bitenlerden haberin yok mu?” diye soracak oldu. “Anavatanın son ordugâhının ötesinde, dünya umurumda değil,” diye yanıtladı Grock. “Bak sen şu işe,” diye bağırdı majesteleri, “Weimar’a kafa tutacak olsa Goethe’yi bile asardın sen!” “Kraliyet hanedanının selameti içinse bir an bile duraksamazdım,” diye yanıtladı Grock. Prens, kısa bir sessizliğin ardından, sert bir sesle, “Bu da ne demek şimdi?” dedi birden. “Bir an bile duraksamadım demek,” diye cevabı yapıştırdı mareşal. “Petrowski’nin idam edilmesi için emir gönderdim bile.” Prens, iri kara bir kartal gibi ayağa kalktı; pelerini görkemli kanatlar gibi uçuşup savruldu; onu bir eylem adamı yapanın nutuk atmaktan çok o anlı şanlı gazabı olduğunu bilmeyen yoktu. Von Grock’la konuşmadı bile; sanki o yanında değilmiş gibi, avazı çıktığı kadar bağırarak, arkalarında hiç kıpırdamadan dikilen tas kafalı, tıknaz komutan yardımcısı General Von Voglen’a seslendi. “Süvari birliğinin en iyi atı kimin, general? En iyi süvari kim?” “Arnold Von Schacht’ın atı yarış atlarına nal toplatır,” diye yanıtladı general çabucak. “Kendisi de bir jokey kadar iyi at biner. Beyaz Süvari Alayı’ndandır.” “Pekâlâ,” dedi prens bu kez çıngıraklı bir sesle. “Hemen atına atlasın, o delice mesajı götüren askerin ardına düşüp durdursun onu. Ona tam yetki vereceğim, umarım mümtaz mareşalimizin bir itirazı olmaz buna. Bana kalem ve mürekkep getirin.” Pelerinini arkaya savurarak oturdu; hemen yazı gereçleri geldi; önceki bütün emirleri hükümsüz kılarak Polonyalı Petrowski’nin idam kararının kaldırılmasını ve salıverilmesini bildiren emri kurum kurum kurumlanarak bir çırpıda kaleme aldı. Sonra da, ihtiyar Grock ölüm sessizliğine bürünen odada tarihöncesinden kalma bir taş put gibi gözünü bile kırpmadan dikiledursun, prens pelerini ve süvari kılıcını ardından sürükleyerek hızla çıkıp gitti. O kadar büyük bir hiddete kapılmıştı ki, birlikleri teftiş etmesi gerektiğini hatırlatmayı kimse göze alamadı. Daha çok bir oğlan çocuğunu andırmakla birlikte, beyaz süvari üniformasının göğsü madalyadan geçilmeyen, kıvırcık saçlı ateş parçası gibi bir delikanlı olan Arnold Von Schacht, topuk selamı çakıp katlanmış kâğıdı prensten aldı; sert adımlarla dışarı çıkıp atına atladı, dik ve dar yolda bir gümüş ok gibi uçtu, bir akanyıldız gibi ağdı. Yaşlı mareşal ağır ağır, sessiz sakin çadırına döndü, sivri uçlu miğferiyle gözlüğünü ağır ağır, sessiz sakin çıkarıp her zamanki gibi masanın üstüne bıraktı. Sonra çadırın hemen önünde bekleyen emir erlerinden birini çağırdı, derhal Beyaz Süvari Alayı’ndan Çavuş Schwartz’ı bulmasını emretti. Az sonra, zayıf ama çakı gibi bir adam mareşalin karşısındaydı; çenesinde iri bir yara izi vardı, bir Alman için fazla esmer sayılırdı, yılların fırtınaları, dumanlı kirli havası karartmadıysa elbette. Mareşal ağır ağır başını kaldırırken, selam çakıp dimdik hazırola geçti. Ve imparatorluk mareşali ve buyruğundaki tüm generaller ile bu zavallı çavuş parçası arasındaki derin bir uçuruma karşın, bu hikayede tüm anılanlar arasında yalnızca bu iki adamın birbirlerini tek bir söz etmeden, bir bakışta anladıkları belliydi. “Çavuş,” dedi mareşal kestirmeden, “seni daha önce iki kez görmüştüm. Biri, sanırım, karabinayla atıcılık yarışmasında ordu ödülünü kazandığındaydı.” Çavuş selam çaktı ve bir şey demedi. “Bir seferinde de,” diye devam etti Von Grock, “bize pusu hakkında bilgi vermeye yanaşmayan o lanet olasıca ihtiyar kadını vurduğun için sorguya çekilmiştin. O zaman bu olay bizim çevrelerde bile hakkında pek çok laf edilmesine yol açmıştı. Ama nüfuz senden yana kullanılmıştı. Ben nüfuzumu kullanmıştım.” Çavuş bir kez daha selam verdi; hâlâ suskundu. Mareşal, tekdüze bir sesle de olsa garip bir açık yüreklilikle sözünü sürdürdü. “Prens Hazretleri, hem kendisinin, hem de anavatanın güvenliği açısından hayati önem taşıyan bir konuda yanlış bilgilendirilmiş ve aldatılmış. Bu yanlış yüzünden de düşünmeden bir karar vermiş, bu gece idam edilecek olan Polonyalı Petrowski’nin bağışlanması için bir emir göndermiş. Tekrar söylüyorum: Bu gece idam edilecek olan. Hemen atına atla, af emrini götüren Von Schacht’ın peşine düş, durdur onu.” “Mareşalim, ona yetişmem ne mümkün,” dedi Çavuş Schwartz. “Onun atı alayın en hızlısı, o da alayın en iyi süvarisi.” “Sana ona yetiş demedim,” dedi Grock, “Onu durdur dedim.” Sonra sesini biraz alçattı: “Bir adamı durdurmanın ya da geri döndürmenin bin bir yolu vardır: Ne bileyim, bağırırsın ya da ateş edersin.” Sesini biraz daha alçaltarak devam etti: “Mesela, bir karabinanın ateşlenmesi dikkatini çekebilir.” Bunun üzerine, esmer çavuş üçüncü kez selam durdu ve yine hiç sesini çıkarmadan zalimce sırıttı. “Bu dünya lafla, suçlamalarda bulunarak ya da övgüler düzerek değil, yapılan eylemle değişir,” dedi Grock. “Eylem geri dönülmemecesine değiştirir dünyayı. Şu anda da yapılması gereken eylem, bir adamın öldürülmesi.” Sonra bir çelik gibi ışıldayan gözlerini karşısındakine dikerek ekledi: “Hiç kuşku yok ki, Petrowski’den söz ediyorum.” Çavuş Schwartz bu kez daha da zalimce sırıttı ve çadırın eteğini kaldırıp karanlığa daldı, atına atlayıp yola koyuldu. Üç süvariden sonuncusu, hayal gücünü çalıştırma konusunda ilkinden bile daha beceriksizdi. Ama o da, kusursuz olmasa da önünde sonunda insan olduğundan, böyle bir gecede böyle bir göreve giderken, çevresindeki amansız görünümün bunaltıcılığını yüreğinde hissetmeden edemedi. O sarp yol boyunca, deryalardan bin kez acımasız bir uçsuz bucaksızlığın ortasında atını sürüyordu. Çünkü insan orada yüzemeyeceği gibi bir sandalı da yüzdüremezdi, insanın elinden hiçbir şey gelmezdi orada; dibe batardı, o kadar, çırpınmak bile boşunaydı. Çavuş, insanlığın başlangıcından beri var olan balçığın katı da, sıvı da olmayan, her türlü biçimden yoksun, ama her şeye biçim veren varlığını duyumsar gibi oldu. Kuzey Almanya’daki binlerce ruhsuz, akıllı adam gibi o da tanrıtanımazdı; ama insanlığın ilerlemesinde yeryüzünün doğal çiçeklenmesini görebilen o mutlu paganlardan sayılmazdı. Önündeki dünya, yeşilliklerin ya da canlıların boy atıp geliştiği, meyve verdiği bir çayır değildi; tekmil canlıların dipsiz bir kuyuya düşercesine sonsuza dek gömülecekleri bir cehennemdi; aklından bunların geçmesi, böylesine iğrenç bir dünyada yerine getirmek zorunda olduğu bütün o tuhaf görevlere duygusuzca bakmasını sağladı. Yukarıdan önüne serilmiş bir harita gibi görünen, dümdüz bitki örtüsünün gri-yeşil kabartıları bir gelişimden çok bir hastalık çizelgesini andırıyordu; ve karayla kuşatılmış bu gölcükler sudan çok zehirle dolup taşıyor olabilirdi. İnsanların gölcüklerin zehirlenmesi konusunda kopardıkları bütün o yaygaralar düştü aklına. Ama, genellikle pek fazla düşünmeyen insanların çoğu düşüncesi gibi, çavuşun bu düşündükleri de, bilinçaltındaki bir baskının sinirlerini bozmasından ve pratik zekâsını etkilemesinden kaynaklanıyordu. Asıl gerçek, önünde dümdüz uzanan yolun yalnızca iç karartıcı değil, aynı zamanda git git bitmeyecekmiş gibi görünmesiydi. İzlediği adamı uzaklarda hayal meyal de olsa görmeksizin bu kadar uzun süre at sürebileceğini rüyasında görse inanmazdı. Şimdiden bu kadar yol almış olduğuna bakılırsa, Von Schacht’ın atı gerçekten de dünyanın en hızlı atı olsa gerekti; çünkü ne kadar hızlı giderse gitsin yola çıkalı o kadar da uzun bir zaman olmamıştı. Gerçi Schwartz ona yetişmesinin mümkün olmadığını söylemişti, ama o güne kadar edinmiş olduğu uzaklık duygusu, Von Schacht’ın az sonra görüneceğini söylüyordu. Ve çok geçmeden, tam umarsızlık ıssızlığın üstüne çöküp baskın çıkacakken, onu görüverdi. Uzakta görünen beyaz bir leke, giderek ağır ağır büyüdü, dörtnala giden beyaz bir surete dönüştü. İyice görünür duruma gelmesinin nedeni, Schwartz’ın da atını dörtnala kaldırmış olmasıydı; artık süvari alayını simgeleyen turuncu nişanın belli belirsiz de olsa görülebileceği kadar büyümüştü. Koca ordunun atıcılık birincisi Schwartz, bundan daha küçük hedefleri on ikiden vurmuş bir adamdı. Karabinasını alıp doğrulttu; o hiç de doğal olmayan gümbürtünün sarsıntısıyla, kilometreler boyunca uzanan suskun bataklıktaki yaban kuşları çil yavrusu gibi dağıldılar. Ama yaban kuşları Çavuş Schwartz’ın umurunda bile değildi. Onu tek ilgilendiren, dimdik, beyaz gövdenin, sanki adam birden çarpılmış gibi yamulup biçim değiştirdiğini o kadar uzaktan görebilmesiydi. Adam eyerin üstüne eğilmiş, bir kambur gibi duruyordu; gözünün keskinliğine ve onca deneyimine güvenen Schwartz’ın, kurbanının kurşunu vücuduna yediğinden hiç kuşkusu yoktu, dahası kurşunun kalbine saplandığından emin gibiydi. Bir kez daha ateş ederek atı yere indirdi; at sırtındakiyle birlikte yana devrildi, beyaz bir ışıltı halinde aşağıdaki karanlık bataklığa kayıp düştü, kayıplara karıştı. Bu serinkanlı çavuş görevini yerine getirdiğinden emindi. Böylesi serinkanlı insanlar genellikle yaptıkları işe fazlasıyla titizlenirler; o yüzden de yaptıkları işte sık sık yanılgıya düşerler. Çavuş, askerliğin ruhundaki yoldaşlığı ayaklar altına almıştı; görevini yapmakta olan yiğit bir subayı öldürmüştü; hükümdarına karşı gelerek ihanet etmiş ve en küçük bir kişisel anlaşmazlık bahanesi bile olmadan elini kana bulamıştı; buna karşılık, komutanının emrini yerine getirmiş ve bir Polonyalının öldürülmesine yardım etmişti. O anda kafasında yalnızca bu son ikisi olduğu için, Mareşal Von Grock’a tekmil vermek üzere gerisin geri yola koyuldu. İşi temize havale ettiğinden en küçük bir kuşkusu yoktu. Af emrini götüren adamın öldüğü kesindi; her nasılsa ölmemiş de can çekişiyor olsa bile, ölmüş ya da can çekişen atını kasabaya kadar sürüp idamı engelleyecek değildi ya. Yok, yine de her şey hesaba katıldığında, geri dönüp hamisinin, bu korkunç planın tertipleyicisinin kanatları altına girmesi çok daha uygun ve akıllıca olacaktı. O da gitti, hiç duraksamadan yüce mareşalin koltuğunun altına girdi. Ve yüce mareşal gerçekten de yüceliğine yakışır bir davranış gösterdi; yaptığı ya da yaptırdığı gaddarlıktan sonra, gerçeklerle yerinde yüzleşmekten de, maşasıyla bağlantı kurduğu için başına açılabilecek belaları göze almaktan da hiç çekinmedi. Sahiden de, bir saat kadar sonra, mareşal ile çavuş o sarp yolda at sürüyorlardı; olay yerine vardıklarında mareşal atından indi, ama çavuşa yola devam etmesini emretti. Çavuştan, süvarilerin asıl gidecekleri yere kadar gidip, idamdan sonra kasabada ortalığın sakin olup olmadığına, halkın başkaldırma tehlikesinin geçip geçmediğine bir bakmasını istedi. Çavuş, alçak sesle, “Burada mıydı yani, mareşalim?” diye sordu. “Ben daha ileride sanıyordum; ama bu lanet olası yol da kâbus gibi bitmek bilmiyor.” Grock, “Burada,” deyip, ağır ağır atından indi, uzun korkuluk duvarının kenarına gidip aşağıya baktı. Ay, bataklığın üstünde yükselmiş, karanlık suların ve yeşil yosunların üstünde olanca görkemiyle parlıyordu; bayırın dibinde, en yakındaki sazlıkların arasında koca tugayının o güzelim beyaz atlarından ve beyaz süvarilerinden birinden artakalanlar ışık saçan, pırıl pırıl parıldayan bir yıkıntı gibi uzanıyordu. Kim olduğu açık seçik anlaşılıyordu; ay, af emrini götüren ikinci süvari genç Arnold’ın altın sarısı kıvırcık saçları üstünde bir ışık halkası oluşturmuştu; bu gizemli ay ışığı yalnızca kılıç kayışı ile düğmeleri değil, genç askerin kazandığı madalyaları, kol şeritlerini ve rütbe işaretlerini de aydınlatıyordu. Bu büyüleyici ışık tülü altında onu gören, Sir Galahad’in (Arthur efsanesini oluşturan romanslarda, kusursuz şövalyeliğin temsilcisi.) beyaz zırhını kuşanmış olduğunu sanabilirdi; aşağıda yatan bu güzellik ve gençlik timsali ile yukarıdan aşağıya bakan o kaba saba, hoyrat beden arasındaki karşıtlıktan daha korkuncu olamazdı. Grock yine miğferini çıkarmıştı, belki de cenazeye karşı belli belirsiz de olsa bir saygı gösterisiydi bu; ama gözler önüne serilen, kalın derili bir hayvanı andıran o acayip çıplak kafayla boynun, ay ışığında, taş çağından fırlamış bir canavarın tüysüz kafası ve boynu gibi ürkünç parlayışıydı. Rops(Oymabaskılarıyla tanınan Belçikalı ressam ve grafik sanatçısı Félicien Rops (1833-1898).) ya da karamsar, fantastik Alman okullarından gelen bir gravürcü, şöyle bir resim çizebilirdi: Bir böcek kadar insanlıktan uzak dev bir hayvan, yere serilmiş yiğit bir Kerubi’nin(Yahudi, Hıristiyan ve İslam geleneklerinde, insan, hayvan ya da kuş özellikleri taşıyan kanatlı göksel yaratık ve arşın (Tanrı’nın tahtı) taşıyıcısı. Hıristiyan inancında en yüksek melekler arasında) tepesine dikilmiş, kırık kanatlarıyla beyaz ve altın sarısı zırhına küçümseyerek bakıyor. Grock ne bir dua etti, ne de bir merhamet belirtisi gösterdi; ama zihni, arada sırada karanlık ve kudretli bataklığın bile canlı bir varlıkmışçasına harekete gelmesi gibi belli belirsiz harekete geldi; ve ne olduğunu bilmedikleri bir şey karşısında kendilerini ilk kez savunma gereğini duyan böyle insanların yaptıkları gibi, biricik inancını dile getirmeye, çıplak evren ve parlak aya karşı haykırmaya çalıştı. “Alman İradesi bu eylemden önce ne idiyse şimdi de o, hiç değişmedi. Nedamet getirenlerin iradeleri gibi, o da, değişimler ve zaman karşısında asla sarsılmaz. Kayadan oyulmuş, yüzü hem geleceğe hem de geçmişe dönük bir yontu gibi zamana direnir.” İzleyen uzun sessizlikte, bir kâhin edasıyla, o nursuz kibirliliğinin keyfini sürdü; sanki bir suskunluk vadisinde bir taş yontu dile gelmişti. Ama sessizlik uzaklardan belli belirsiz işitilen nal sesleriyle bir kez daha ürpermeye başladı; çok geçmeden de, bataklığın üstünden geçen yolda, atını dörtnala, yarışırcasına süren çavuş belirdi; ayın aydınlattığı yara izleriyle kaplı, yağız çehresinde bu kez yalnızca gaddarlık değil, dehşet de okunuyordu. “Mareşalim,” dedi tuhaf bir tutuklukla selam vererek. “Polonyalı Petrowski’yi gördüm!” Mareşal, hâlâ dalgın dalgın aşağıya bakarken, “Daha gömmemişler mi onu?” diye sordu. “Gömmüşlerse de,” dedi Schwartz, “dirilip mezarından fırlamış.” Mareşalin karşısında durmuş, bakışlarını aya ve bataklığa çevirmişti; ama hayal gücünden yoksun bir adam olmasına karşın, gördüğü ay ve bataklık değil, az önce gördüğüydü. Gerçekten de, Paul Petrowski’yi bataklığı aşan yolun hemen başındaki Polonya kasabasının ışıl ışıl ana caddesinde dipdiri ve pür dikkat yürürken görmüştü; kabarık saçları ve çenesindeki bir tutam Fransız sakalıyla onca albüm ve resimli dergide boy göstermiş olan bu zarif karaltı ondan başkası olamazdı. Ardında da, bayraklar ve meşalelerle ayağa kalkmış Polonya kasabasını; yiğitleri serbest bırakıldığı için düğün bayram ettiklerinden hükümete eskisi kadar düşman olmamakla birlikte, kahramana tapınmanın coşkusuyla cezbeye gelen halkı görmüştü. Grock birden ciyak ciyak bağırarak, “Ne demek istiyorsun sen!” dedi. “Benim emrimi hiçe sayarak onu serbest bıraktılar, öyle mi?” Schwartz, yine bir selam çakıp, “Onu çoktan salıvermişlerdi,” dedi. “Zaten hiçbir emir ulaşmamış onlara.” “Yani bütün olup bitenden sonra oraya bizim karargâhtan hiçbir ulağın ulaşmadığına inanmamı mı bekliyorsun şimdi?” dedi Grock. Çavuş, “Hiçbir ulak ulaşmamış,” dedi. Bu kez sessizlik çok daha uzun sürdü ve Grock, “Ne halt oldu öyleyse?” dedi boğuk bir sesle. “Bir açıklama geliyor mu aklına?” “Sanırım,” dedi çavuş, “her şeyi açıklayacak bir şey gördüm.” Bay Pond, hikayenin burasına geldiğinde, tedirgin eden, boş gözlerle bakarak sustu. “Ее,” dedi Gahagan sabırsızlanarak, “sen bütün bu olup biteni açıklayacak bir şey biliyor musun peki?” Bay Pond, istifini bozmadan, “Evet, galiba biliyorum,” dedi. “Efendim, rapor dönüp dolaşıp benim daireme gelince ben de bu konuya kafa yormak zorunda kaldım. Aslında mesele Prusyalıların o aşırı itaatkârlığından kaynaklanıyordu. Aynı zamanda da Prusyalıların bir başka zaafı olan kibirlilikten. İnsanoğlunu kör eden, çıldırtan ve yoldan çıkaran tutkuların en kötüsü olduğu gibi en gözü dönüğüdür de kibirlilik. Grock, avanakların karşısında çok rahat, dangalakların karşısında da kendisine çok fazla güvenerek konuşuyordu. Kendi kurmay heyetindeki ahmakları bile aşağılamıştı; hele ilk ulak Von Hocheimer’i sırf salağa benzediği için adam yerine koymamıştı; ama teğmen göründüğü kadar salak değildi. Yüce mareşalin ne demek istediğini, ömrü boyunca böyle kirli işler çevirmiş olan kanı bozuk çavuş kadar o da anlamıştı. Hocheimer, mareşalin o garip ahlak felsefesini de anlamıştı: Bir emre, tutarsız da olsa, karşı çıkılamaz. Komutanının, Petrowski’nin ölüsünden başka bir şey istemediğini, bunu ne pahasına olursa olsun, prensleri aldatmak, askerleri yok etmek pahasına da olsa istediğini biliyordu. Ve arkasından daha hızlı bir süvarinin kendisine yetişmek üzere geldiğini işittiğinde, Grock gibi o da yeni ulağın prensin af emrini taşıdığını anlamıştı. Von Schacht, Almanya’nın bu hikayede fazlasıyla ihmal edilmiş olan daha soylu bir geleneğinin timsali sayılabilecek o çok genç ama cesur subay, kendisini daha soylu bir politikanın ulağı kılan bir kazaya kurban gitmişti. Hocheimer’e, Avrupa’da bir zamanlar şövalye denilen o soylu süvarilerin hızıyla yetişti, durup geri dönmesi için ona ulakların borazanını andıran sesiyle seslendi. Ve Von Hocheimer de öyle yaptı. Anrun dizginine asılıp durdu, eyerinde arkasına döndü; ne ki, karabinasını piştov gibi tutup Von Schacht’a doğrulttu, çocuğu iki kaşının ortasından vurdu. Sonra yeniden dönüp, koynunda Polonyalının idam emri, atını sürdü. Arkasında bıraktığı at ve süvari korkuluk duvarından aşağıya uçtuğu için yolda hiçbir engel kalmamıştı. Üçüncü ulak da, bu açık, engelsiz yolun bitmek bilmemesini yadırgayarak gönüllü gönülsüz ilerliyordu; sonunda uzakta beyaz bir yıldız gibi akan o şaşmaz süvari üniformasını gördü ve o da ateş etti. Ne ki, ikinci ulağı değil, birinci ulağı vurmuştu. İşte bu nedenle, o gece ulakların hiçbiri Polonya kasabasına sağ salim varamadı. İşte bu nedenle, mahkûm hapishaneden sağ salim çıktı gitti. Şimdi, Von Grock’un iki sadık hizmetkârından birinin fazla olduğunu söylerken yanılıyor muymuşum, söyleyin bakalım?” Gilbert Keith Chesterton   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Hikaye Oku: Perili Ev
Tumblr media
Hikaye Oku: Perili Ev Ne zaman uyanırsan uyan, bir kapı çarpardı. Odadan odaya geçerlerdi, el ele, orayı burayı kaldırıp açarak, emin olmaya çalışarak – bir hayalet çift. “Buraya bırakmıştık,” dedi kadın. Adam da ekledi, “Ah, ama buraya da!” Kadın, “Üst kata,” diye mırıldandı. “Ve bahçeye de,” diye fısıldadı adam. “Sessiz olalım,” dediler, “uyandıracağız onları.” Oysa bizi uyandırdığınız yoktu. Yok, hayır. İnsan, “Onu arıyorlar; perdeyi açıyorlar,” diyebilir, sonra da birkaç sayfa daha okuyabilir. Emin olarak, “Buldular işte,” deyip kalemi sayfanın kenar boşluğunda durdurabilir. Sonra da, okumaktan yorulunca, kalkıp kendi gözüyle görebilir evde kimselerin olmadığını, kapıların açık durduğunu, yalnızca tahtalı güvercinlerin neşeyle gurladığını ve harman makinesinin çiftlikten gelen homurtusunu. “Niçin geldim buraya? Bulmak istediğim neydi?” Ellerim boştu. “Belki de üst kattadır öyleyse?” Tavanarasında elmalar vardı. O zaman yeniden aşağıya, bahçe hâlâ eskisi gibi, bir tek kitap kayıp çimenlerin arasına düşmüş. Ama onu oturma odasında bulmuşlardı. Yok asla görünmüyorlardı. Elmaların yansıları, güllerin yansıları pencerelerin camlarındaydı; camlardaki tüm yapraklar yeşildi. Oturma odasına geçecek olsalar, elmanın yalnızca sarı yanı görünüyordu. Ama, az sonra, kapı açılacak olsa, yere yayılacak, duvarlara asılacak, tavandan sarkacak – ne? Ellerim boştu. Halının üstünden bir ardıçkuşunun gölgesi geçti; suskunluğun en kuytu kuyusundan dem çekti tahtalı güvercin. “Güvende, güvende, güvende,” diye attı evin nabzı usulca. “Hazine gömülü, oda…” nabız birden durdu. Ah, gömülü hazine miydi? Az sonra ışık dolgunlaşmıştı. Dışarıda bahçede öyleyse? Ama ağaçlar aylak bir güneş ışınının önüne karanlık ördü. Hep camın ardında yalımlanan o aradığım gün ışını, öyle ince, öyle az rastlanır, yüzeyin altında yitti serinkanlılıkla. Ölümdü cam; ölüm aramızdaydı; önce kadına gelmişti, yüzlerce yıl önce, evi terk etmişti, bütün pencereleri sımsıkı kapatarak; odalar kararmıştı. Adam evden ayrıldı, kadını bıraktı, kuzeye gitti, doğuya gitti, güney göğüne çevrilen yıldızları gördü; evi aradı, Downs’ın1 aşağılarında buldu. “Güvende, güvende, güvende,” diye atıyordu evin nabzı sevinçle. “Hazine sizin.” Rüzgâr ağaçlı yol boyunca esiyor. Ağaçlar bir o yana bir bu yana eğilip boyun büküyor. Ayın ışıkları yağmurda çılgınca sıçrayıp saçılıyor. Ama lambanın ışığı pencereden dosdoğru vuruyor. Mum dimdik ve dingin yanıyor. Evin içinde dolanıyor, pencereleri açıyor, bizi uyandırmamak için fısıldaşarak konuşuyor, köşe bucak mutluluğunu arıyor hayalet çift. “Burada yatardık,” diyor kadın. Ve adam ekliyor, “Binlerce öpücük.” “Sabah gözlerini açmak—” “Ağaçların arası gümüş rengi—” “Üst katta —” “Bahçede—” “Yaz geldiğinde—” “Kışın kar zamanı—” Uzaklarda kapılar kapanıyor, kalp atışları gibi usulca çarparak. Biraz daha yaklaşıyorlar; kapının ağzında duralıyorlar. Rüzgâr diniyor, yağmur camdan aşağıya gümüşsü kayıyor. Gözlerimiz kararıyor; ardımızda hiçbir ayak sesi duymuyoruz; hayalet pelerinini açmış bir kadın görmüyoruz. Adamın elleri feneri perdeliyor. “Bak,” diyor fısıltıyla. “Mışıl mışıl uyuyorlar. Dudaklarında aşk.” Üstümüze eğilip, gümüş lambalarını bize tutarak, uzun uzun bakıyorlar ve derin derin. Öyle duruyorlar uzun uzun. Rüzgâr dümdüz üfürüyor, alev usulca eğiliyor. Ayın yabanıl ışınları yerde ve duvarda kesişiyor ve buluşarak eğik yüzlere vuruyor; derinlere dalmış yüzlere; uykudakileri araştıran ve gizli mutluluklarını arayan yüzlere. “Güvende, güvende, güvende,” diye çarpıyor evin kalbi övünçle. “Onca yıl—” diye ah ediyor adam. “Yeniden buldun beni.” “Burada,” diye mırıldanıyor kadın, “uyurduk; kitap okurduk bahçede; gülerdik, elmaları yuvarlardık tavanarasında. Buraya bırakmıştık hazinemizi —” Eğiliyorlar, gözlerimin üstündeki örtüleri kaldırıyor ışıkları. “Güvende! güvende! güvende!” diye atıyor evin nabzı deli gibi. Uyanıp, haykırıyorum, “Ah, bu sizin gömülü hazineniz mi? Yürekteki ışık.” Virginia Woolf   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Dehşet Hikayeleri; "Kapalı Pencere"
Tumblr media
Dehşet Hikayeleri; "Kapalı Pencere" 1830'da, şimdiki koca Cincinatti şehrinin olduğu yerden birkaç mil uzakta, geniş ve nerdeyse balta girmemiş bir orman bulunuyordu. Bütün bölgeye seyrek bir şekilde göçmenler yerleşmişti ...doğalarının gizemli bir dürtüsüyle harekete geçerek, gönüllü olarak vazgeçtikleri yetersiz nimetlere yeniden kavuşmak için yeni tehlikeler ve sıkıntılara göğüs germek üzere her şeylerini terk edip, batıya gelir gelmez yabaniliğin içinde oldukça yaşanılabilir evler kuran ve bugün yoksulluk diye adlandıracağımız bir varlık derecesine ulaşmış olan kişiler. Çoğu o bölgeyi daha uzaktaki yerleşim bölgeleri adına gözden çıkarmışlardı çoktan, ama kalanların arasında ilk gelenlerden biri vardı. Dört bir yanı ormanla çevrili ahşap bir evde yaşıyordu, ormanın kasvetinin ve sessizliğinin bir parçası gibiydi, çünkü kimse onun gülümsediğini veya gereksiz bir sözcük söylediğini görmemişti. Basit istekleri ırmak kasabasında vahşi hayvanların derilerinin satılması veya değiş tokuşuyla sağlanıyordu, çünkü eğer gerekirse dokunulmamış mülk olarak sahiplenme hakkının bulunduğu topraklarda tek bir şey bile yetiştirmiyordu. Biraz 'gelişme' belirtisi vardı ...evin hemen etrafındaki birkaç dönüm alan bir zamanlar ağaçlardan temizlenmişti ve baltanın getirdiği yıkımı onarmak üzere çabalayan yeni sürgünlerle yarı yarıya örtülmüş, çürüyen kütüklerle doluydu. Görünüşe göre adamın tarıma karşı hevesi azalan bir alevle yanmış, pişmanlık dolu küllere dönüşmüştü. Bacası sırıklardan, çatısı birbirini kesen direklerle desteklenmiş eğri kaplamalardan oluşan ve yarıkları kille doldurulmuş ufak ahşap evin tek bir kapısı ve tam karşısına düşen bir de penceresi vardı. Pencere tahtayla örülmüştü ...hiç kimse pencerenin örtülü olmadığı bir zamanı hatırlamıyordu. Üstelik hiç kimse pencerenin neden kapalı olduğunu da bilmiyordu,- sebep orada yaşayanın ışık ve havadan hoşlanmaması değildi kesinlikle, çünkü o ıssız noktadan bir avcının geçtiği ender zamanlarda, elini ayağını dünyadan çekmiş olan ev sahibinin, hava gereksindiği güneş ışığını sağlıyorsa, basamaklarda oturup güneşlendiği sık sık görülmüştü. Bugün o pencerenin sırrını bilen birkaç kişinin hâlâ hayatta olduğundan kuşkuluyum, ama göreceğiniz gibi, ben onlardan biriyim. Adamın adının Murlock olduğu söyleniyordu. Görünüşe göre yetmiş, gerçekteyse elli yaşındaydı. Yaşlanmasında yılların dışında bir şeyin parmağı olmuştu. Yüzünü tamamen kaplayan uzun sakalı ile saçları beyazdı,- gri, donuk gözleri çökmüştü, yüzü kesişen iki sisteme ait gibi görünen kırışıklıklarla doluydu tuhaf bir şekilde. Yapı olarak uzun boylu ve zayıftı, omuzlarında bir kamburluk vardı ...bir hamaldı. Onu hiç görmedim; bu özelliklerini büyükbabamdan öğrendim,- bir çocukken adamın öyküsünü de ondan dinlemiştim. Büyükbabam o eski zamanlarda o taraflarda yaşarken tanımıştı adamı. Bir gün Murlock kulübesinde ölü olarak bulundu. Doktorların ve gazetelerin sık bulunduğu bir zaman ve yer değildi ve sanırım doğal nedenlerden dolayı öldüğüne karar verildi, başka türlü olsa bana söylenmiş olurdu ve ben de hatırlardım. Cesedin, muhtelemen sadece durumun uygunluğu açısından kulübenin yakınına, yerel geleneklerde kendisinden bir iz bırakmayacak kadar uzun süre önce ölmüş karısının mezarının yanına gömülmüş olduğunu biliyorum. Böylece bu gerçek öykünün son bölümü kapanıyor ...aslında çok yıllar sonra, benim kadar gözüpek bir arkadaşla birlikte oraya sızıp, harap olmuş kulübeye bir taş atacak kadar yaklaşarak, civardaki her oğlanın ortalarda dolaştığını çok iyi bildiği hayaletten sakınmak için koştuğum zamanı saymazsak. Ama daha önce bir bölüm daha var ... büyükbabam tarafından sağlanmış bir bölüm. Murlock kulübesini inşa ettiği ve bir çiftlik kurmak için baltasıyla etrafı doğramaya başladığında —bu arada tüfeği onun desteğiydi — genç, kuvvetli ve umut doluydu. Gelmiş olduğu o doğu bölgesinde gelenek olduğu üzere, her yönden adamın dürüst ilgisine değecek, yapacağı şeylerin tehlikelerini ve gerektireceği yalnızlığı istekli bir ruh ve huzurlu bir yürekle paylaşacak genç bir kadınla evlenmişti. Hiçbir yerde kadının adının kaydı yok,- zekasının ve kişiliğinin özellikleri hakkında gelenekler suskun ve şüphelerini istediği şekilde kurmakta özgürdür,- ama Tanrı beni onları paylaşmaktan korusun! Sevgileri ve mutlulukları konusunda adamın dul yaşamına eklenen her gün için yeterince kanıt var, serüvenci bir ruhu kutsanmış bir hatıranın çekiminden başka ne bağlayabilirdi öyle bir yere? Bir gün Murlock ormanın uzak bir tarafında yaptığı avdan döndüğünde, karısını ateş içinde ve sayıklar halde yerde yatarken buldu. Miller boyunca bir doktor, bir komşu yoktu,- ne de karısı yardım getirmek için yalnız bırakılacak durumdaydı. O yüzden adam karısına hastabakıcılık yapma görevini üstlendi, ama üçüncü günün sonunda kadın alev alev yanarak bilinçsizleşti ve görünüşe göre bilincine yeniden kavuşamadan bu dünyadan ayrıldı. Murlock'unki gibi bir karakter hakkında bildiklerimizden haraketle, büyükbabam tarafından çizilmiş olan kabataslak resmin anahatlarının bazılarını tamamlamaya girişebiliriz. Karısının öldüğüne kanaat getirdiğinde, Murlock ölülerin gömülmek için hazırlanmalarını gerektiğini hatırlayacak kadar kendindeydi. Bu kutsal göreve hazırlık olarak üst üste hatalar yaptı, birtakım şeyleri yanlış gerçekleştirdi ve doğru yaptıklarını defalarca tekrarladı. Bazı basit ve olağan eylemleri gerçekleştirmekte gösterdiği başarısızlıklar, tıpkı sarhoş bir adamın bildik doğa yasaları karşısında şaşkına dönmesi gibi, onu hayrete düşürdü. Ağlamadığına da şaşırdı ...şaşırdı ve biraz utandı,- ölüler için ağlamamak hiç şüphesizki zalimcedir. "Yarın," dedi yüksek sesle, "kefeni hazırlayıp, mezarı kazmam gerekiyor,- ondan sonra karımı özlerim, gözden tamamen uzaklaştığında,- ama şimdi — o öldü, tabii ki, ama önemli değil — önemli olmaması gerekiyor. Her şey göründüğü kadar kötü olamaz." Kararan ışıkta, ruhsuz bir ilgiyle, mekanik hareketlerle saçları tarayarak ve basit makyaja son düzeltmelerde bulunarak, cesedin başında durdu. Bilincinin arasından her şeyin yolunda olduğuna dair bir sezi geçiyordu hâlâ ...karısına eskisi gibi sahip olacağına ve her şeyin açıklanacağına dair bir sezi. Kederle hiç deneyimi olmamıştı,- kapasitesi kullanılarak genişletilmemişti. Kalbi hepsini barındıramıyor, hayal gücü olayı doğru bir şekilde kavrayamıyordu. O kadar çok etkilendiğini bilmiyordu,- bu bilgi daha sonra gelecek ve asla ayrılmayacaktı. Keder, ölüler için ağıtlarını yaktığı enstrümanlar kadar değişik güçlere sahip bir sanatçıdır,- bazılarından en keskin, en tiz notaları, bazılarından da uzaklarda yavaşça çalınan bir davulun ritmik vurulanı gibi alçak, hüzünlü akorlar çıkartır. Bazı doğaları ürkütür, bazılarını aptallaştırır. Birine daha acı bir yaşamın bütün hassasiyetini aşılayan bir ok vuruşu gibi çarpar,- bir diğerine çarparken uyuşturan bir sopa gibidir. Murlock'un bu şekilde etkilendiğini düşünebiliriz, çünkü (burada varsayımlardan daha emin bir zemindeyiz) işini dindarca bitirir bitirmez, cesedin üzerinde yattığı masanın yanındaki bir iskemleye çöküp, artan karanlıkta profilin ne kadar da beyaz göründüğünü fark edince, kollarını masanın kenarına dayadı ve yüzünü onların arasına sakladı,- ağlamıyordu, ama inkar edilemez derecede bitkindi. O anda kararmakta olan ormanın derinliklerinden kayıp bir çocuğun ağlayışı gibi uzun, inleyen bir ses geldi! Ama adam kıpırdamadı. Dünyaya ait olmayan o çığlık yeniden ve bu sefer daha yakından, zayıflamakta olan duyularının üzerine çöktü. Belki vahşi bir hayvandı,- belki bir düştü. Çünkü Murlock uyuyakalmıştı. Birkaç saat sonra, daha sonra anlaşıldığı üzere, bu sadakatsiz seyirci uyandı ve başını kaldırarak dikkatle dinledi ...nedenini bilmiyordu. Orada, ölünün yanı başında, karanlıkta, her şeyi bir şaşkınlığa uğramadan hatırlayarak, görmek için gözlerini zorladı ...neyi göreceğini bilmiyordu. Bütün duyuları tetikteydi, soluğu yavaşlamıştı, kanı sessizliğe eşlik etmek istercesine akışını durdurmuştu. Kim... ne uyandırmıştı onu ve neredeydi? Birdenbire masa kollarının altında sarsıldı ve aynı anda yerÖne çıkan görseli kaldırde çıplak ayaklardan gelen hafif, yumuşak bir ayak sesi —bir tane daha— duydu ... veya duyduğunu hayal etti! Bağıramayacak veya kımıldayamayacak kadar dehşete kapılmıştı. Çaresizce bekledi... orada, karanlıkta, insanın yüzyüze geldiğinde anlatacak kadar uzun yaşayamayacağı dehşetlerle dolu asırlar boyu bekledi. Ölmüş kadının adını boş yere söylemeye, onun orada olduğunu anlamak için elini masanın kenarında gezdirmeye çabaladı. Boğazı güçsüzdü, kolları ve elleri kurşun gibiydi. Sonra korkutucu bir şey gerçekleşti. Kendisini neredeyse devirecek şekilde masanın göğsüne çarpmasına neden olan bir kuvvetle, ağır bir cisim masaya doğru savruldu ve aynı anda bir şeyin, evi temellerinden sarsaracak bir gümbürtüyle yere düştüğünü işitti ve hissetti. Bunu bir itişme ve tanımlanması olanaksız bir ses karmaşası takip etti. Murlock ayağa kalkmıştı. Aşırı korku kuvvetini kazanmasına yardımcı olmuştu. Ellerini masanın üzerinde gezdirdi. Hiçbir şey yoktu orada! Dehşetin çılgınlığa dönüştüğü ve çılgınlığın eyleme yol açtığı bir nokta vardır. Belirli bir niyeti olmadan, amaçsız, delilere ait olabilecek bir dürtüyle, Murlock duvara doğru atıldı, el yordamıyla tüfeğini yakaladı ve nişan almadan ateşledi. Odayı capcanlı aydınlatan patlamanın ışığında, dişlerini ölü kadının gırtlağına geçirmiş, onu pencereye doğru sürüklemeye çalışan koca bir panter gördü! Sonra eskisinden de yoğun bir karanlık çöktü, adam bilincine kavuştuğunda güneş yükselmişti ve orman kuşların şarkılarıyla cıvıl cıvıldı. Ceset, tüfeğin patlamasıyla korkan panterin kendisini bırakmış olduğu pencerenin kenarındaydı. Giysileri parçalanmış, uzun saçları karışmış, kolları ve bacakları yayılmıştı. Korkunç bir şekilde yırtılmış gırtlağından henüz pıhtılaşmamış bir kan gölü boşanmıştı. Murlock'un karısının bileklerini bağlamak için kullandığı kurdele kopmuştu,- eller sıkıca yumruk yapılmıştı. Cesedin dişlerinin arasında, hayvanın kulağının bir parçası duruyordu. Ambrose Bierce Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Korku Hikayeleri; "GABRIEL-ERNEST"
Tumblr media
Korku Hikayeleri; "GABRIEL-ERNEST" "Sizin koruda vahşi bir hayvan var," dedi ressam Cunningham, arabayla istasyona götürülürken. Yol boyunca söylediği tek şey buydu, ama Van Cheele sürekli olarak konuştuğu için arkadaşının sessizliği fark edilmemişti. "Bir veya iki başıboş tilki ve sürekli görülen birkaç gelincik. Daha korkunç bir şey yok," dedi Van Cheele. Ressam bir şey söylemedi. "Vahşi bir hayvan demekle ne kast ettin?" dedi Van Cheele daha sonra, perona vardıklarında. "Hiç. Sadece hayalgücüm. İşte tren," dedi Cunningham. O öğleden sonra, Van Cheele, ormanlık arazisinde sık sık yaptığı yürüyüşlerden birine çıktı. Çalışma odasında doldurulmuş bir balaban kuşu vardı ve oldukça fazla sayıda yabani çiçeğin adını biliyordu, yani halasının onu büyük bir doğa bilimci olarak tanımlamakta muhtemelen hakkı vardı. Her halükarda, iyi bir yürüyüşçüydü. Yürüyüşleri sırasında gördüğü her şeyi zihnine not almak alışkanlığına sahipti, çağdaş bilime yardımcı olmaktan çok, daha sonraki konuşmalara konu sağlamak amacıyla. Çan çiçekleri kendilerini çiçek olarak göstermeye başladıklarında herkesi bu durumdan haberdar etmek için uğraşırdı,- yılın mevsimi dinleyicilerini bu oluşumun gerçekleşebilirliği hakkında uyarmış olabilirdi, ama en azından onun kendilerine karşı dürüst olduğunu biliyorlardı. Ancak, o özel öğleden sonra Van Cheele'ın gördüğü, her zamanki deneyim yelpazesinden çok farklıydı. Bir meşe koruluğunun çukurundaki derin bir havuzun üzerinde uzanan düz bir kaya çıkıntısında, on altı yaşlarında bir oğlan, serilmiş, ıslak kahverengi bacaklarını zevk içinde güneşte kurutarak yatıyordu. Yakın zamanda yaptığı bir dalışla ıslak saçları başına yapışmıştı, içlerinde neredeyse kaplanımsı bir pırıltı olacak kadar açık kahverengi gözleri tembelce bir uyanıklıkla Van Cheele'a çevrilmişti. Beklenmedik bir manzaraydı ve Van Cheele kendini, o asil konuşmadan önce düşünme süreciyle meşgul buldu. Bu vahşi görünüşlü oğlan nereden çıkmış olabilirdi? Değirmencinin karısı iki ay kadar önce bir çocuk kaybetmişti, değirmen kanalına düştüğü sanılıyordu, ama o, yarı ergin bir oğlan değil, bir bebekti daha. "Burada ne yapıyorsun?" diye sordu. "Belli değil mi, güneşleniyorum," diye yanıtladı oğlan. "Nerede yaşıyorsun?" "Burada, korulukta." "Korulukta yaşayamazsın," dedi Van Cheele. "Çok güzel bir koruluk," dedi oğlan, sesinde bir parça hor görüyle. "Ama geceleri nerede uyuyorsun?" "Geceleri uyumam, en meşgul zamanımdır.” Van Cheele kendisini aşan bir problemle göğüs göğüse olduğuna dair rahatsız edici bir his duymaya başladı. "Neyle besleniyorsun?" "Etle," dedi oğlan ve kelimeyi, sanki tadıyormuş gibi, yavaş bir zevkle telaffuz etti. "Et mi! Ne eti?" "Seni ilgilendiriyorsa, tavşan, yaban ördeği, yabani tavşan, kümes hayvanları, mevsiminde kuzu, bulabildiğimdeyse çocuk, ama çocuklar geceleri genellikle kilit altında fazlaca iyi tutuluyorlar, ki avlanmamın çoğunu o zaman yaparım. En son çocuk eti tattığımdan beri neredeyse iki ay oldu." Son cümlenin alaylı doğasını dikkate almayan Van Cheele oğlanı olası yasak avlanma olayları konusuna çekmeye çalıştı. "Yabani tavşanlarla beslendiğin konusunda şapkanın içinden konuşuyorsun." (Oğlanın giysilerinin yapısı göz önüne alınınca, benzetme pek uygun değildi.) "Bizim tepelerdeki yabani tavşanlar kolay yakalanmaz." "Geceleri dört ayakla avlanırım," oldu çocuğun verdiği üstü kapalı yanıt. "Sanırım bir köpekle avlandığını söylemek istiyorsun, değil mi?" diye sorma cesaretinde bulundu Van Cheele. Oğlan yavaşça sırtüstü döndü ve bir kıkırdama kadar hoş ve sırıtma kadar kabul edilemez, tuhaf, alçak sesli bir kahkaha attı. "Bir köpeğin benim yanımda olmaya heves edeceğini sanmam, özellikle de geceleri." Van Cheele bu tuhaf gözlü, tuhaf dilli gençte kesinlikle esrarengiz bir şeyler olduğunu hissetmeye başlamıştı. "Senin bu korulukta kalmana izin veremem," diye belirtti otoriter bir tavırla. "Bence beni evinde tutmak yerine burada tercih edersin," dedi oğlan. Bu vahşi, çıplak hayvanın Van Cheele'ın fazla resmi bir şekilde düzenli evindeki görüntüsü kesinlikle korkutucuydu. "Eğer gitmezsen, seni ben göndermek zorunda kalacağım," dedi Van Cheele. Oğlan bir şimşek gibi döndü, havuza daldı ve bir an içinde ıslak ve parlayan bedenini Van Cheele'ın durduğu banka kadar dalarak götürmüştü. Bir su samurunda bu hareketin özelliği olmazdı,- Van Cheele bir oğlanda bunu yeterince şaşırtıcı buldu. Geriye doğru istemsiz bir hareket yaparken ayağı kaydı ve kendini, o kaplanımsı sarı gözlere yakın, kaygan, üstünü yabanotları bürümüş bankın üzerinde neredeyse yüzükoyun yatarken buldu. İçgüdüsel olarak elini boğazına doğru kaldırdı. Oğlan yeniden güldü,- sırıtmanın kıkırdamayı bastırdığı bir gülüştü bu ve sonra, şaşırtıcı şimşek gibi hareketlerinden bir başkasıyla, bir yaban ve eğrelti otu karmaşası içine dalarak ortadan kayboldu. "Ne kadar olağanüstü bir vahşi hayvan!" dedi Van Cheele ayağa kalkarken. Sonra Cunningham'ın sözlerini hatırladı, "Sizin koruda vahşi bir hayvan var." Yavaşça eve doğru yürürken, Van Cheele bu şaşırtıcı genç vahşinin varlığına bağlanabilecek değişik yerel olayları aklından geçirmeye başladı. Son zamanlarda bir şey korudaki av hayvanlarını azaltıyordu, çiftliklerden kümes hayvanları kayboluyor, tavşanlar anlaşılamaz bir şekilde seyreliyordu ve kendisine tepelerden kuzuların toplu olarak götürüldüğüne ilişkin şikayetler ulaşmıştı. Bu vahşi oğlanın gerçekten de yanında akıllı bir av köpeğiyle burada avlanıyor olması olası mıydı? Geceleri "dört ayakla" avlanmaktan bahsetmişti, ama sonra, yine tuhaf bir şekilde bir köpeğin geceleri yanına gelmeye heves etmeyeceğini ima etmişti. Kesinlikle akıl karıştırıcıydı. Ayrıca, Van Cheele son bir veya iki aydır işlenen soygunları aklından geçirirken, hem adımları, hem de zihninde kurdukları aniden buz gibi donakaldı. Değirmende iki ay önce kaybolan şu çocuk... kabul edilen teori değirmen kanalına düştüğü ve suya kapıldığıydı,- ama anne hep evin tepeye bakan tarafından, suyun karşısından bir feryat duyduğunu belirtmişti. Bu düşünülemezdi elbette, ama Van Cheele oğlanın iki ay önce çocuk eti yediğinden söz etmemiş olmasını diledi. Böyle korkunç şeyler eğlence için bile söylenmemeliydi. Van Cheele, alışkanlıklarının aksine, koruluktaki keşfi hakkında konuşmaya niyetli hissetmiyordu kendini. Bir kasaba meclisi üyesi ve sulh hâkimi olarak konumu topraklarında böylesine şüpheli bir itibarı olan bir kişiliği barındırmasıyla sanki uyuşmuyor gibiydi,- hatta çalınan kuzular ve kümes hayvanlarından doğan zararların ağır bir faturasının kapısına bırakılması gibi bir olasılık da vardı. O gece yemekte olağanüstü ölçüde sessizdi. "Sesin nereye gitti?" diye sordu halası. "İnsan bir kurt gördüğünü sanır." Bu eski deyimi bilmeyen Van Cheele bu sözü oldukça aptalca buldu,- eğer topraklarında bir kurt görmüş olsaydı, dili bu konu üzerinde fazlasıyla meşgul olurdu. Ertesi sabah kahvaltıda Van Cheele önceki günkü olayla ilgili huzursuzluk hissinin tamamen ortadan kalkmadığının farkındaydı ve trenle yakındaki katedral şehrine gidip Cunningham'ı bulmaya ve ondan koruda vahşi bir hayvan olduğu sözlerini söylemesine neden olacak ne gördüğünü öğrenmeye karar verdi. Bu kararı aldıktan sonra, her zamanki neşesi kısmen döndü ve alışkanlığı olduğu üzere sigarasını içmek için oturma odasına giderken neşeli, hafif bir melodi mırıldanıyordu. Odaya girdiğinde, melodi birden yerini dindarca dualara bıraktı. Divanda, neredeyse abartılmış bir dinlenme pozunda, zarif bir şekilde, korulukta gördüğü çocuk uzanmaktaydı. Van Cheele'in onu son gördüğünden daha kuruydu, ama giysilerinde başka bir değişiklik fark edilmiyordu. "Buraya gelmeye nasıl cesaret edebilirsin?" diye sordu Van Cheele öfkeyle. "Koruda kalamayacağımı sen söyledin," dedi oğlan sakin bir şekilde. "Ama buraya gelmeni değil. Halam seni bir görürse." Bu felaketi en aza indirecek bir görüntü sağlamak için, Van Cheele bu davetsiz misafiri aceleyle bir Morning Post gazetesinin katları altına mümkün olduğu kadar sakladı. Aynı anda halası odaya girdi. "Bu yolunu kaybetmiş zavallı bir çocuk ...ve hafızasını da yitirmiş. Kim olduğunu veya nereden geldiğini bilmiyor," diye açıkladı Van Cheele ümitsizce, diğer yabani eğilimlerine uygunsuz bir dürüstlük ekleyip eklemeyeceğini görmek için endişeyle kimsesiz çocuğun yüzüne bakarak. Bayan Van Cheele fazlasıyla ilgilenmişti. "Belki iç çamaşırlarında sir işaret vardır," diye önerdi. "Onların da çoğunu kaybetmişe benziyor," dedi Van Cheele, yerinde tutmak için Morning Posta doğru çılgınca minik hamleler yaparak. Çıplak ve evsiz bir çocuk Bayan Van Cheelea yavru bir kedi veya terkedilmiş bir köpek yavrusu kadar çekici gelmişti. "Onun için elimizden geleni yapmalıyız," diye kararını verdi ve kısa bir zaman içinde çocuk yaşta bir uşağın bulunduğu papazın evine gönderilen bir haberci bir elbise ve gerekli olan gömlek, ayakkabı, yaka gibi aksesuarlarla geri dönmüştü. Giyinmiş, temizlenmiş ve çeki düzen verilmiş haldeyken bile, oğlan Van Cheele'in gözündeki acayipliğini kaybetmedi, ama halası onu şirin buldu. "Gerçekte kim olduğunu öğrenene kadar ona bir isim vermeliyiz," dedi. "Gabriel Ernest olabilir,- bunlar hoş, uygun isimler." Van Cheele onayladı, ama içten içe hoş, uygun bir çocuğa verilmelerinin daha iyi olup olmayacağını da merak etti. Genelde laf üretmekte Van Cheele kadar başarılı olan kanarya, korku dolu cıvıltılarla bir köşeye sinmişken, ağırbaşlı ve yaşlı köpeğinin oğlanla karşılaşır karşılaşmaz evden dışarı fırlaması ve inatla titreyip, inleyerek bahçenin en ücra köşesine sığınmasıyla şüpheleri hiç de azalmadı. Şimdi her zamankinden daha fazla, hiç zaman kaybetmeden Cunningham'a danışmaya karar vermişti. İstasyona giderken, halası Gabriel Ernest'in o öğleden sonraki çayda Pazar Okulu sınıfının çocuk üyelerini eğlendirmesi için düzenlemeler yapıyordu. Cunningham ilk başta fazla konuşkan değildi. "Annem bir beyin rahatsızlığından öldü," diye açıkladı, "o yüzden, görmüş olduğum veya gördüğümü sandığım imkansız derecede fantastik şeyler hakkında konuşmaya neden karşı olduğumu anlarsınız herhalde." "Ama ne gördünüz?" diye ısrar etti Van Cheele. "Gördüğümü sandığım şey o denli olağanüstüydü ki, aklı başında hiçbir kişi gerçekten olduğuna ihtimal verip doğrulayamaz. Sizinle geçirdiğim son akşam, bahçe kapısının yanındaki çalıların arasına yarı gizlenmiş duruyor, günbatımının solmakta olan rengini seyrediyordum. Birdenbire çıplak bir oğlanın farkına vardım, komşu havuzlardan birinden gelmiş ve tepenin kenarında gün batımını seyre dalmış bir yüzücü olarak kabul ettim. Duruşu putperest efsanelerinden çıkmış bir faunu öylesine andırıyordu ki anında onu bir model olarak ayarlamaya karar verdim ve bir dakika içinde ona yaklaşacaktım. Ama tam o anda güneş görüş alanından çıktı, bütün kavuniçi ve pembe renkler manzaradan silinip, yerine soğuğa ve griliğe bıraktı. Aynı anda şaşırtıcı bir şey oldu... oğlan kayboldu!" "Ne! Ortadan mı kayboldu?" diye sordu Van Cheele heyecanla. "Hayır,- işin korkunç yanı da bu," diye yanıtladı ressam,- "bir saniye önce oğlanın durduğu tepenin kenarında şimdi parlayan dişleri ve zalim, sarı gözleriyle iri bir kurt vardı. Size göre ben..." Ama Van Cheele düşünmek gibi gereksiz bir şeyle uğraşacak kadar beklemedi. Şimdiden en yüksek süratle istasyona doğru koşturmaya başlamıştı. Bir telgraf çekme fikrini aklından sildi. "Gabriel-Ernest bir kurtadam" şeklinde bir telgraf konuyu anlatmakta ümitsiz derecede uygunsuz bir çabaydı ve halası bunun kendisine anahtarını vermeyi unuttuğu şifreli bir mesaj sanırdı. Tek umudu güneş batmadan önce eve varabilmekti. Tren yolculuğunun ardından tuttuğu taksi kendisini, batan güneşin ışığında pembe ve leylak rengine çalmaya başlamış kasaba yollarından çileden çıkarıcı olarak tanımladığı bir yavaşlıkla geçirdi. Eve vardığında, halası bitirilmemiş reçel ve kekleri kaldırmakla meşguldü. "Gabriel-Ernest nerede?" dedi neredeyse bağırarak. "Toop'ların ufak çocuğunu evine götürüyor," dedi halası. "Vakit o kadar geç olmuştu ki, yanız başına gitmesinin güvenli olmayacağını düşündüm. Ne kadar güzel bir günbatımı, değil mi?" Ama batı göklerindeki parıltıdan hiç de habersiz olmayan Van Cheele, bunun güzelliklerini tartışmak için durmadı bile. Çok nadir olarak kullandığı bir süratle Toop'ların evine giden dar yolda koşmaya başlamıştı. Bir yanda değirmen suyunun hızlı akıntısı vardı, diğer yanda ise çıplak tepeler uzanıyordu. Yavaş yavaş küçülen kızıl bir güneş dairesi hâlâ ufukta görülebiliyordu ve bir sonraki dönemecin onu arkalarından koştuğu ikilinin karşısına çıkarması gerekiyordu. Sonra birden her şeyin rengi silindi ve gri bir ışık kendini bir titremeyle ufka yerleştirdi. Van Cheele tiz bir dehşet çığlığı duydu ve koşmayı bıraktı. Toop'ların küçük çocuğundan veya Gabriel-Ernest'ten bir daha haber alınamadı, ama Gabriel-Ernest'ın çıkarılıp atılmış giysileri yolda bulundu, o yüzden küçük çocuğun nehre düşmüş olduğu ve bunun üzerine oğlanın soyunup, çocuğu kurtarmak için peşisıra suya atladığı varsayıldı. Van Cheele ve o anda orada bulunan birkaç işçi, giysilerin bulunduğu yerin yakınlarında bir çocuğun yüksek sesle haykırdığını duyduklarını belirttiler. On bir çocuğu daha bulunan Bayan Toop kaybını kısa sürede unutmayı başardı, ama Bayan Van Cheele bulmuş olduğu oğlanın ardından uzun bir süre yas tuttu. Kasaba kilisesine üzerinde "Gabriel-Ernest, kendi hayatını cesurca bir başkası için feda eden kayıp çocuk" yazan pirinç bir hatıra levhası astırmayı da düşünüyordu. Van Cheele çoğu şeyde halasının istediğini yapmasına izin verirdi, ama Gabriel Ernest adına bir hatıratı imzalamayı kesinlikle reddetti.   Read the full article
0 notes
gajder · 5 years
Text
Korku Hikayeleri; "Tepedeki Müzik"
Tumblr media
Korku Hikayeleri; "Tepedeki Müzik" Sylvia Seltoun kahvaltısını Yessney'deki yemek odasında, ateşli bir Ironside'ın Worchester savaşının sabahında kendine izin vermiş olabileceği kadar hoş bir mutlak zafer hissiyle etti. Yaratılış olarak pek az hırçınlaşırdı, ama duruma göre hırçınlaşan o daha başarılı savaşçılar sınıfındandı. Kader, hayatının genellikle avantajlar biraz aleyhinde olan bir dizi ufak çatışmayla dolu olmasını istemişti ve genellikle bunlardan zaferle çıkmayı becermişti. Şimdi en zor ve en önemli çatışmasını başarılı bir sonuca ulaştırdığını hissediyordu. Mortimer Seltoun'la, daha yakın düşmanlarının dediği şekilde "Ölü Mortimer" ile, ailesinin soğuk düşmanlığına ve onun kadınlara karşı etkilenmeyen umursamazlığına karşın evlenmiş olmak gerçekten de gerçekleştirilmesi kararlılık ve beceri gerektiren bir başarıydı,- dün kocasını Town dan ve onun uydu kaplıcalarından koparıp, kendi türünün sözlüğünde, onun yazlık evi olan bu uzak ormanla çevrili malikanemsi çiftliğe yerleştirerek' zaferini sonuç noktasına getirmişti. "Mortimer'ı asla götüremezsin," demişti kocasının annesi tenkit edercesine, "ama bir kere giderse kalacaktır,- Yessney'nin onun üzerinde neredeyse Town'unki kadar büyük bir büyüsü vardır. İnsan onu Town'a bağlayanın ne olduğunu anlayabiliyor, ama Yessney..." ve yaşlı kadın omuzlarını silkmişti. Yessney'de şehirde yetişmiş zevkleri pek çekecek gibi olmayan kasvetli, neredeyse yabani bir vahşilik vardı ve Sylvia, ismine rağmen (Sylvia ismi İngilizce sylvan (orman perisi, ormansı, ormana ait) kelimesinden türetilmiştir), 'yapraklı Kensington'dan daha ormanımsı bir şeye alışkın değildi. Taşraya, eğer fazla cesaretlendirirseniz sorun yaratıcı bir şey olmaya aday, kendine özgü bir şekilde mükemmel ve sağlıklı bir şey olarak bakıyordu. Şehir yaşamına güvensizlik onun için, Mortimer'la evliliğinden doğmuş, yeni bir şeydi ve dün gece Yessney'nin ağaç ve süpürgeotları üzerlerine kapanırken kocasının gözlerindeki 'Jermyn Caddesi bakışı' olarak adlandırdığı şeyin kademe kademe sönmeye başlamasını zevkle izlemişti. İrade gücü ve stratejisi baskın çıkmıştı,- Mortimer kalacaktı. Yemek odası pencerelerinin dışında, hoş görülü kişilerin bir çimenlik olarak adlandırabilecekleri üçgen bir turba yokuşu vardı ve onun ihmal edilmiş küpeçiçeklerinden oluşan alçak çitinin ardında daha dik bir süpürge ve eğrelti otu yokuşu meşe ve porsuk ağacı dolu tümsekli tepelere dönüşüyordu. Vahşi, açık yabaniliğinde yaşam sevincini görünmeyen şeylerin dehşetine sinsi bir şekilde ilişkilendiren bir bağ var gibiydi. Sylvia, bir Sanat Okulu beğenisiyle manzaraya bakarken kendinden memnun bir şekilde gülümsedi ve birden neredeyse tüyleri ürperdi. "Çok vahşi," dedi kendisine katılmış olan Mortimer'a,- "insan böyle bir yerde Pan'a tapmanın tam olarak sona ermediğini düşünebilir." "Pan'a tapma asla sona ermedi," dedi Mortimer. "Diğer daha yeni tanrılar zaman zaman ona inananları bir kenara çektiler, ama o herkesin sonunda gelmesi gereken Doğa Tanrısı. Ona Tanrıların Babası denirdi, ama çocuklarının çoğu ölü doğdu." Sylvia, dürüst, belli belirsiz bir düşkünlük şeklinde dindardı ve inançlarından basit sonradan olmalar şeklinde bahsedildiğini duymaktan hoşlanmadı, ama Ölü Mortimer'ın herhangi bir konu üzerinde böylesine enerji ve inançla konuşmasını duymak en azından yeni ve umut verici bir şeydi. "Pan'a gerçekten inanıyor musun?" diye sordu kuşkuyla. "Bir çok konuda aptal olabilirim," dedi Mortimer yavaşça, "ama buradayken Pan'a inanmayacak kadar aptal değilim,- eğer sen de biraz akıllıysan, onun ülkesinde, ona inanmamazlığını fazla övünerek göstermezsin." Bir hafta sonra, Slyvia, Yessney etrafındaki orman yürüyüşlerinin cazibesini tüketince, çiftlik binalarını araştırma turuna başladı. Bir çiftlik avlusu zihninde yayıklar, dövenler, gülümseyen sütçü kızlarla birlikte neşeli bir koşuşturma ve ördekle dolu göllere dizine kadar girmiş su içen at sürüleri sahnesi oluşturmuştu. Yessney malikane konağının kasvetli gri binaları arasında dolaşırken ilk izlenimi ezici bir durgunluk ve yalnızlık oldu, sanki uzun zaman önce baykuşlara ve örümcek ağlarına terk edilmiş tek başına, boş bir evdeymiş gibi,- sonra sinsi, tetikte bir düşmanlık hissi geldi, ağaçlı tepeler ve korularda pusuya yatmış gibi görünen görünmeyen şeylere ait o aynı gölge. Ağır kapıların ve kepenkli pencerelerin arkasından toynakların huysuzca yere vurması veya zincir yularların sesi ve arada bir ahıra kapatılmış bir hayvandan boğuk bir böğürtü geliyordu. Uzak bir köşeden uzun tüylü bir köpek kadını dikkatli, hiç de dost olmayan gözlerle izliyordu,- Sylvia yanına yaklaşınca, sessizce kulübesine kaydı ve kadın yanından geçince yine aynı şekilde sessizce dışarı çıktı. Bir saman yığınının altında yiyecek arayan birkaç tavuk Sylvia yaklaşınca bir kapının altından kaçtılar. Sylvia'ya bu ambar ve ahır yabaniliğinde bir insanla karşılaşsa, kendisinden hayalet görmüşçesine kaçacaklarmış gibi geldi. En sonunda, bir köşeyi hızla dön��nce, kendisinden kaçmayan canlı bir şeye rastgeldi. Bir çamur gölünde uzanmış, aşırı büyük bir domuz, köylü kadınların en vahşi domuz eti hesaplarında bile görülemeyecek kadar devasa ve kızmaya ve gerekirse derhal istenmeyen yaklaşımlara karşı koymaya hazır. Göze batmayan bir geri çekilme yapma sırası bu sefer Sylvia'daydı. Saman yığınlarının, inek damlarının ve uzun boş duvarların yanından geçerken, tuhaf bir sesle irkildi... bir erkek çocuğunun kahkahasıyla, harika ve şüphe dolu. Çiftlikte çalışan tek oğlan, sırma saçlı, kart suratlı bir yamak olan Jan'ın en yakın tepenin eteğinde patates toplamakla meşgul olduğu görülüyordu ve Mortimer, kendisine sorulduğunda, Sylvia'nın geri çekilmesine neden olan saklı alayın başka bir olası veya mümkün sahibini tanımadığını söyledi. O izlenemez yankının hatırası kadının Yessney etrafında asılı sinsi, uğursuz 'bir şey'in diğer izlenimlerine eklendi. Mortimer'ı pek az görüyordu,- çiftlik, orman ve alabalık dereleri kocasını şafaktan gün batımına kadar yutuyor gibiydi. Bir keresinde, sabahleyin kocasının gittiği yönü izleyerek, ulu porsuk ağaçlarıyla çevrelenmiş ceviz koruluğunda, ortasında, üzerinde gençlik dolu Pan'ın ufak bronz bir heykelinin yükseldiği taş bir kaide bulunan bir açık alana vardı. Güzel bir işçilik parçasıydı, ama kadının dikkatini esas olarak ayaklarının dibine bir adak olarak bırakılmış, yeni kesilmiş bir üzüm salkımı çekti. Malikanede üzümler pek fazla değildi ve Sylvia salkımı öfkeyle kaideden aldı. Yavaşça eve doğru yürürken, küçük gören bir sıkıntı düşüncelerini kapladı ve sonra neredeyse korkuya varan keskin bir hisse dönüştü,- yoğun bir çalı örtüsünün arkasında bir oğlanın yüzü, esmer ve güzel, ifade edilemez derecede uğursuz gözlerle kendisine kaşlarını çatmıştı. Boş bir patikaydı, aslına bakılırsa, Yessney etrafındaki bütün patikalar boştu ve Sylvia bu aniden ortaya çıkış hakkında fazla düşünmemek için beklemeden ileri doğru hızlandı. Elindeki üzüm salkımını kaçışı sırasında düşürmüş olduğunu ancak eve vardığında keşfetti. "Bu gün ormanda bir genç gördüm," dedi Mortimer'a o akşam, "esmer ve oldukça yakışıklı, ama bakılınca alçağın teki. Sanırım bir çingene çocuğu." "Mantıklı bir teori," dedi Mortimer, "yalnız buralarda şu zamanda hiç çingene yok." "O zaman kimdi o?" diye sordu Sylvia ve Mortimer'ın kendine ait bir teorisi olmadığı anlaşılınca, adağı buluşunun hikayesine geçti. "Sanırım bu senin işindi," diye gözlemledi,- "zararsız bir delilik çeşidi, ama insanlar bilselerdi, senin korkunç derecede aptal olduğunu düşünürlerdi." "Onunla herhangi bir şekilde oynadın mı?" "Ben... ben üzümleri attım. Çok aptalca göründü," dedi Sylvia, Mortimer'ın duygusuz yüzünde bir kızgınlık ifadesi arayarak. "Bunu yapmanın pek akıllıca olduğunu sanmıyorum," dedi kocası düşünceli bir şekilde. "Orman Tanrılarının kendilerini rahatsız edenlere karşı oldukça korkunç davrandıklarının söylendiğini duydum." "Onlara inananlar için korkunç belki, ama benim inanmadığımı görüyorsun," diye sertçe yanıtladı Sylvia. "Hepsi bir," dedi Mortimer, sakin, duygusuz ses tonuyla, "senin yerinde olsaydım ormandan ve meyve bahçelerinden uzak durur ve çiftlikteki boynuzlu hayvanlara karşı tetikte olurdum." Hepsi saçmalıktı, elbette, ama bu ıssız ormanla çevrili mekanda saçmalık sahte bir huzursuzluk düşüncesi yetiştiriyor gibiydi. "Mortimer," dedi Sylvia aniden, "sanırım yakında Town'a gitmemiz gerekecek." Zaferi düşündüğü kadar bütün olmamıştı; kendisinin vazgeçmeye hazır olduğu bir zemine taşımıştı kadını. "Bir daha Town'a gideceğini sanmıyorum," dedi Mortimer. Annesinin kendisine dair öngörüsünü tekrarlıyor gibiydi. Sylvia hoşnutsuzlukla ve biraz da kendini hor görerek, ertesi gün öğleden sonraki gezintisinin kendisini içgüdüsel olarak orman ağının uzağında tuttuğunu fark etti. Boynuzlu hayvanlara gelince, Mortimer'ın uyarısına pek gerek yoktu, çünkü kadın onlara her zaman en iyi koşullarda şüpheci bir tarafsızlıkla bakmıştı, hayal gücü en anaç inekleri cinselliklerinden yoksun bırakarak onları her an 'kırmızı görmeye' yatkın boğalar haline sokardı. Meyve bahçesinin arkasındaki dar otlakta otlanan koçun, dikkatli ve tedbirli bir şekilde göz altında tuttuktan sonra, yumuşak başlı olduğuna hüküm vermişti,- ancak bugün onun uysallığını denememeye karar verdi, çünkü genellikle sakin olan hayvan otlağın bir ucundan diğerine her türlü huzursuzluk belirtisiyle koşturuyordu. Alçak sesli, kesik bir kaval sesi, sanki kamış bir flütten çıkıyormuş gibi, yan taraftaki bir koruluğun derinliklerinden geliyordu ve hayvanın huzursuzca dolanmasıyla korudan gelen vahşi müzik arasında ince bir ilişki var gibiydi. Sylvia adımlarını yukarıya doğru yöneltti ve Yessney'nin yukarılarına açılan yamaçlardaki süpürgeotu kaplı yokuşu tırmandı. Çalınan notaları arkasında bırakmıştı, ama ayaklarının dibindeki ağaçlı tümseklerden rüzgâr başka bir çeşit müziği getiriyordu,- bir kovalamadaki av köpeklerinin havlamasını. Yessney tam Devon ve Sommerset'in eteklerindeydi ve avlanan geyikler bazen bu yöne gelirdi. Sylvia o anda ve o amansız koro arkasında giderek artarken, sürekli olarak tepelerde yükselen ve tümsekleri geçerken alçalan siyah bir nesne görebiliyordu ve yakalanması insanı doğrudan ilgilendirmeyen herhangi bir av için hissedilen heyecanlı sempatiyle gerginleşti. Sonunda geyik meşe çalılıkları ve eğrelti otlarının en dış sırasından geçti ve açıklıkta nefes nefese durdu, iyi döşenmiş bir kafası olan şişman bir Eylül geyiğiydi bu. Görüldüğü kadarıyla yolu Undercombe'un kahverengi göllerine doğru inmek ve buradan kırmızı geyiklerin tercih ettikleri sığınağa, denize doğru ilerlemekti. Ancak, Sylvia'nın şaşkınlığına rağmen, geyik başını yukarı tepeye çevirdi ve süpürgeotlarının üzerinden cesur bir şekilde yavaş yavaş yaklaşmaya başladı. "Korkunç olacak," diye düşündü Sylvia, "av köpekleri onu gözlerimin önünde parçalayacaklar." Ama sürünün müziği bir anlığına susmuş gibiydi ve onun yerine yeniden o vahşi kavalı duydu, şimdi bu taraftan geliyordu, şimdi oradan, sanki yenilmek üzere olan geyiği son bir çabaya zorluyormuş gibi. Sylvia, sık bir çayüzümü çalılığı kümesinin arkasına yarı saklanarak, hayvanın yolundan uzak durdu ve onun, böğürleri terden kararmış, ensesindeki tüyler buna zıt biçimde ışığı göstererek, gergin bir şekilde yukarı doğru sıçrayışını seyretti. Kaval birden kadının etrafında tiz bir şekilde duyuldu, ayaklarının dibindeki çalılıktan gelirmiş gibi ve aynı anda iri hayvan arkaya dönerek, doğrudan Sylvia'nın üzerine geldi. Bir an içinde hayvana karşı duyduğu acıma, içinde bulunduğu tehlikeye karşı vahşi bir korkuya dönüştü,- sık süpürgeotu kökleri kaçma çabalarıyla alay ettiler ve kadın kendinden geçmişçesine yaklaşmakta olan av köpeklerine bakındı. İri boynuz uçları birkaç yarda önündeydi ve dondurucu bir korku anında Mortimer'ın çiftlikteki boynuzlu hayvanlardan uzak durması hakkındaki öğüdünü hatırladı. Sonra yüreği neşeyle çarparak, tek başına olmadığını gördü,- birkaç adım ötede, dizlerine kadar çayüzümü çalısının içinde, bir insan şekli duruyordu. "Onu uzaklaştır!" diye haykırdı Sylvia. Ama şekil yanıt veren bir harekette bulunmadı. Boynuzlar dosdoğru kadının göğsüne girdi, avlanan hayvanın ekşi kokusu burun deliklerini doldurdu, ama gözleri gelmekte olan ölümünden çok, gördüğü başka bir şeyin dehşetiyle dolmuştu. Kulaklarında bir erkek çocuk kahkahasının yankısı vardı... harika ve şüpheyle dolu. Read the full article
0 notes