Tumgik
#Tapınağın Dışında
dipnotski · 3 months
Text
Kolektif – Tapınağın Dışında (2024)
Tapınak kendisini içeriye kapatan duvarlarla çevrilidir. Bu duvarların yüksekliği içeride korunması beklenen kutsal bir özün ritüellerin ötesine taşan kirli bir alana bulaşmasını önlemek içindir. Üniversite skolastik bir akademinin tapınağı haline geldiğinde, orada kural dışını düşünmek yasaktır. Oysa elinizdeki derlemenin akademik ciddiyetin yüce sınırlarını çiğnemekle hiçbir sorunu…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
civcivciefendi · 2 years
Text
Yarım ve Yarın
Bilemiyor nerede başlaması gerektiğini insan yazmaya. Gün araları şiir içleri gibi olur bilirsin. Gecenin içerilere sızdığı pencereler vardır, evet, ama bunların dışında günün çatlakları da vardır ufak ufak, kısa uzun ve üzgün şakrak. Bakıyorum kimse durduramıyor bu çatlaktan akanları, sen de akıttıkça akıtıyorsun ki çatlak kırık olsun kırık da evi yıksın. Yatağına gir uyu rüyanı gör, pencereden dışarı bak hatta atla kaçıncı kat olduğuna bakmadan diyor seslerimden biri, ama dur diyen başka bir karanlık güç var. Bu güç karanlık bir güç değil, karanlıktaki soluk sarı ışıkların topyekin gücü daha çok.
Küllük olarak bir güveç vermişler keşke içine kül koymasak da güveç koymuş olsalar. Ve insanlar yorucu işleri güçleri arasından bol ve renkli kazaklarını giyip gülümseyebiliyorlar, kimi sakalını bırakıyor, kimi kıvırcık saçını uzatıyor. O kıvırcık saç garip bir hale. Tuvaldeki yüzün etrafını hunharca siyaha boyarsın ve yüz kutsallaşır, işte öyle. Yalnızlık büyüyor ve pişmanlık duyduğun hataların kolu gittikçe bugüne ve hatta tam şimdiye uzanıyor, şimdi bir hata. Şu an bir hatadasın. Şu an bir pişmanlığın içindesin. Ve sen de gülümsüyorsun, yürüyorsun, belki de biraz sonra dans edeceksin kimbilir kimlerle. Aşırıgirdi değil ama azgirdideki aşırıbilgiye yoğunlaşıyorsun şimdi. Bu güzel. Pişmanlıklar küçüktür fakat büyüktür.
Sigaranı içmezken küllerin tam üstüne koyuyorsun; hayat ve ölüm bir kafa karışıklığı. Kusursuz yalnızlık, telefonun uçak modunda, gözlerinin gece modu açık. Güzel bir müzik giriyor, red hot chilli peppers diye şüphe ediyorsun ve öyle çıkıyor, ama hatırlamıyorsun ne zaman dinliyordun bunu, güzel bir zamanlar olsa gerek ama: nakaratı bekle. Bekle. Necessities. Dark? evet öyle. Batman gibi günlerini not alman lazım, geçmişin gibi günlerindeki ayrıntıları not almaya geri dönmen lazım. evet öyle. 5. birasında yamulmazdı Zorcan, ilginç. Uyku, kontrolün ta kendisi, şimdi kontrolden çıktı ve cıvık bir soğumuş sahlep gibi hayatın ameliyat masasına döküldü, her yer meni misali beyaz yapış yapış. Yenlerindeki bu pisliği umursayacak halde değilsin, birazdan kalkacak ve dans edeceksin. Ya da, öyle misin gerçekten?
Botların o kadar yalıtkan ki terledi ayak parmaklarının araları ve içerideki sıvı şimdi soğudu ve üşüyorsun sıcacık bir içeride olmana rağmen. Sen de insan azlığından istifade ederek (biraz sonra da insan fazlalığından istifade ederek) çoraplarını açığa çıkardın bir süre, ve ama sonra da hemen baldırının ve uyluğunun arasına sıkıştırdın. Isınmak. Belki durabilirdin bunu yapmadan da, ama yapmak seni katiyen büyük mutlu kıldı. Aynı anda iki ayağını dizinin arkasındaki aralığa kıstırabilecek kadar esnek bir yogacı değilsin. Sen bir yogacı değilsin. Bedenin senin tapınağın değil, ancak bir sığınak. Tapılmayan sığınaklar ise çürük ahşaptan mürekkep olur ancak. Ancak öyle olurlar. İnsanları dinlemeye geri dön, gözün seğiriyor.
Hikayeler kendilerini hatırlatmalı mı, bir hikaye olduklarını yani, okuyucuya, arada? Korkmaları gerekmez mi çünkü okuyucuları onları gerçekle karıştıracak diye. Daha da önemlisi, yazarları onları gerçekle karıştıracak diye. Ya da hatırlatmamalılar mı hepten, çünkü yazarın, ve okuyucunun da unutması gerektiğinden gerçeğin o hikaye olmadığını? Kapat. Haydi bir sigara sar ve sonra diğer ayağını bacağının arkasının arasına al. İki yarın tekrar bir bütün olsunlar hisler hususunda. Gözün seğiriyor ulan. Dur. Neden kimse gelmiyor ve neden kimse gelmeyecek yanıma sohbet etmeye veya en azından hiçbir soru sormaya, diye sormam lazım. Cevap. Gel. Belki de, yine, sanatla sarhoş olup ölmek/intihar etmek üzere olan biri gibi davranmalıyım kim biri yanıma gelip “iyi misiniz hocam” diye sorsun. Elim ağzım leşten ibaret.
Ben gülmesem de, ben kimsesiz olsam da, ben konuşmasam bile de dünya, savaşmaya değer uğruna. Birlikte gülüp konuşanlar var. Belki de mutlu değiller ve açıkçası umurumda değil olup olmamaları. Gülebiliyorlarsa ben de varım hepsine. di mi. Bir soru vardı, süpermen gibi güçlere sahip olabileceksin, even more than that, doktor manhattan gibi -ama seni kimse hatırlamayacak: birinin görüşünden çıktığın anda unutulacaksın. Sorusu da “evet mi hayır mı abi?”. Bunu bir cebimize koyalım, dursun. Sadece hayalet olsan bu dünyada, gezinen ve kimsenin, başka bir hiçbir varlığın fark etmediği ve etmeyeceği bir bilinç çarşafı olarak gezinmeye kafa sallar mısın (aşağı yukarı doğru), sorusuna da cevabım evet. Bir de süper kahraman olabileceksem, oho. Şu an ikinci sorudaki hayalet gibiyim, ama daha kötüsü -şu an insanlar yine benimle etkileşime geçmiyorlar, ama benim farkımdalar ve hoşlarına gitmiyorum, anlaşılıyor.
Hiç ısınamayacaksın. Yalandan ısınmak kolay. Bir yarını ısıtmak kolay da ikisi birden olmuyor bir türlü. Belki çok kısa bir an. Kendini daha da çok öğrenmelisin. Ve kendini siktir etmelisin. Tamamen değil, üzerine çıkıp tepinmelik siktir ediş, anladın? anladın.
29.3.2022
1 note · View note
Photo
Tumblr media
Hypatia: Filozof Matematikçi ve Astronom
Günümüzde bile kadının hem toplumdaki hem bilimdeki yeri tartışılırken, 1600 sene önce yaşamış İskenderiyeli Hypatia (370–415), felsefe ve bilim alanında önemli katkılarda bulunmuş ancak dönemin gerici zihniyeti tarafından, onun “inanmadan önce sorgulama ve bildiklerinin arkasında durma” olarak belirteceğimiz düşünce tarzı sebebiyle yok edilmiştir. Bu sadece Hypatia��nın değil bilim dünyasının cinayetiydi ve tarih boyunca da başka örnekleri yaşanacaktı.
Tumblr media
İskenderiyeli Hypatia filozof, matematikçi ve astronomdur. Bilimi ve zerafeti dışında güzelliği ile de ünlüdür. Hypatia’nın yaşadığı dönemde, İskenderiye Roma’nın bir eyaletiydi. İskenderiye’nin en önemli özelliği ve ünü ise müzesi ve kütüphanesine aitti. Hatta hepimizin çok yakından tanıdığı matematikçi Öklid (Euclid M.Ö-300) bu merkezde yaşamıştır. İskenderiye Kütüphanesi, felsefe okulu, müzesi ve bunlardan daha da önemlisi “eklektik” olarak adlandırdığımız geniş bir bakış açısına sahip öğretisi ile ünlüydü.
Tumblr media
Hypatia’nın biliminin temelleri, filizof olan babası Theon ile atılmaya başlandı. İlk eğitimlerini aldığı babası, Hypatia’nın dogma düşüncelere saplanmasına izin vermedi. Kendine saygısı olan bir kimse tarafından son gerçek olarak; hiçbir bilginin kabul edilmemesi gerektiğini, düşünme hakkını hep kullanmasını, yanlış düşünmenin hiç düşünmekten yeğ olduğunu öğretti. Babası, eserlerinde de bahsettiği üzere kızıyla hep gurur duymuştur. Hypatia, Atina’da eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye’ye döndü ve buradaki okulun başına geçti. Platon’un fikirlerini benimsedi. Hatta Platon, Aristo ve Suda gibi filozoflar hakkında İskenderiye’de halka açık dersler verdi. Bu sınıfta, daha sonra İskenderiye valisi olacak Orestes ve Ptolemais’in piskoposu olacak Synesius da vardı. Sonradan büyük bir filozof olan Synesius ona hayranlığını ve ilmine duyduğu takdirlerini içeren pek çok mektup yazdı. Synesios’un Hypatia’ya yazdığı mektuplar, felsefe tarih kitaplarında günümüze kadar gelmiştir.
Tumblr media
İskenderiye eklektik okulunda yeni Plâtoncu geleneği hâkimdi. Bu okul, hangi inanca, felsefi tarza sahip olursa olsun, herkese açtı. Farklılıkları bir çatışma unsuru olarak algılamayı değil, çeşitli görünümlerde olan temellerini aldıkları tek ve aynı kaynağa yönelterek, insanlık tarihinin belleğindeki kadim bilgiyi inisiyellerden filozoflara ve topluma aktarma çabası gösteren bir felsefe okuluydu.
Hypatia, sahip olduğu bilgileri cesurca ve kaygı duymadan öğrencilerine anlatmaya, dönemin önemli siyaset, bilim, din adamlarıyla görüşmeler yapmaya devam ediyordu. Bu bilgiler görünüşte ayrı olan inançların özündeki ortak bilgiye dayanıyordu.
Tumblr media
Hypatia, Roma’nın yavaş yavaş çökmeye başladığı, karmaşık bir dönemde yaşadı. Genel eğitim seviyesi çok düşüktü, bilgiye ulaşmak zahmetliydi, mesafeleri aşmak çok zordu. Kısacası tam bir ortaçağın yaşandığı dönemde, Hypatia bilime yaptığı katkılarla o döneme ışık oldu. Doğayı mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalıştı. Hypatia, matematik ve astronomi ilgili kitaplar da yazdı. Bu eserlerinden birinin adı “astronomik kanun”’dur. Eski olarak adlandırılan bilgileri yeniden açığa çıkarmış ve yeniden sunmuştur.
Tumblr media
Eğer Hypatia ve Theon olmasaydı Batlamyus (Ptolomy), Öklid ve diğer Yunanlı matematikçilerin eserleri günümüze ulaşmayacaktı. Kendisi ve babası Batlamyus’un astronomi kitaplarını düzenlediler ve yorumladılar. Ortaya çıkardıkları, canlandırdıkları bilgileri, öğrencilerine aktardılar. Yorumların bir tanesinin girişinde babasının, “Bu baskı filozof olan kızım Hypatia tarafından hazırlanmıştır” yazdığını görüyoruz.
O yıllarda İskenderiye’deki (Bu şehir Büyük İskender tarafından kurulmuştu) en önemli yapılardan biri Serapis tapınağıydı. Büyük İskender’in generali olan ve ölümünün ardından Mısır’a gelip kendini firavun ilan eden I. Ptolemaios Soter, bu Tanrı kültünü ilk yerleştiren firavundur. İlk başta şehir buna karşı çıkmıştır. Ama firavun bunu rüyasında Osiris tarafından söylendiğini belirtmiş ve tartışmaları sona erdirmiştir. Bunun üzerine şehirde muazzam bir tapınak yaptırılmıştır. Bu tapınak sûni bir tepe üzerinde 100 basamakla çıkılan bir yapıydı. Bir tıp eğitimi yuvası ve tedavi merkezi olarak pek çok yapıdan meydana geliyordu.
Tumblr media
Serapis tapınağı, müze ve İskenderiye kütüphanesi Hıristiyanlık için önemli engellerdi. İmparator Theodisius İskenderiye piskoposundan eski dine ait her şeyin yok edilmesini istedi. Başpiskopos Theodisius, elinde bir haçla ve ona eşlik eden rahiplerle tapınağa gitti. Tapınağın kollarını dışarı çekip parçalattı. Bu olayda pek çok tapınak görevlisinin ve hekimlerin öldüğü bilinmektedir. Daha sonra aynı yere bir kilise dikilmiştir.
Bu hareket İskenderiye Okulu üzerinde bir baskı kurmuş ve ayrıca fanatizmi de güçlendirmiştir. İskenderiye piskoposunun yerini almak için başpiskopos Timotheus ile rekabet halinde olan piskopos Cyril’in onun şehirdeki etkisinden ve liderlik özelliğinden hiç hoşlanmadığını kaynaklardan öğreniyoruz. Piskoposun şehirde rakibi sayılabilecek vali Orestes de, Hypatia’nın dinleyicileri arasındaydı. Piskopos Cyril Hypatia’nın sonunu hazırlarken bir yandan da cemaati Hypatia’nın değersiz olduğuna inandırması gerekiyordu. İncil’den yaptığı alıntılardan ilham alıyordu “Kadın sessizliği ve uysallığı öğrenmelidir. Kadının ne ders vermesine ne de erkeğin üzerinde yetki sahibi olmasına izin vermeyeceğim. Suskun olacak ve sessiz kalacaktır. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratılmıştır”. Cyril Hypatia’nın ölümünü doğrudan emretti veya halkı bunun için teşvik etti. Halkı kışkırtmış ve halk arasında Hypatia “dinsiz” ve “şeytan” olarak nitelendirilmiştir.
Tumblr media
Siyah kukuletalı, yaklaşık 500 kadar kalabalık bir fanatik grup, bir sabah Hypati evden çıkarken, onu durdurup arabasından indirdi. Saçlarından sürükleyerek kiliseye götürdüler, ardından da vahşice öldürdüler. Sonra bu güruh yaptıklarının dehşetine kapılarak onu kilisenin içinde ateşe verdi. Olay şehirde büyük yankı buldu.
Hypatia böyle acımasız bir şekilde yok oldu ve Hypatia’nın ölümünden sonra yeni Plâtoncu okul da onunla birlikte yok oldu. Hypatia, ölümünden bu yana unutulmayan bir isimdir ve adeta bir efsane haline gelmiştir. Bilim ve sanat alanında sembol olan Hypatia hakkında zaman içerisinde şiirler, romanlar, oyunlar yazılmıştır. Feminist sanata da konu olmuştur. Feminist sanatçı Judy Chicago, 1979’da San Francisco modern sanat müzesinde açtığı sergide Hypatia’yı o şiirlerde güzelliği ile değil de tüm görkemiyle ünlü ve yetenekli kadınlarla birlikte göz kamaştıran bir akşam yemeğinde sunar.
Tumblr media
Voltaire’e göre Hypatia, “bağnazlığın masum bir kurbanı; öldürülmesi ise yunan tanrılarıyla beraber, sorgulama özgürlüğünün de ortadan kalkışın bir simgesidir”. Voltaire bir aydınlanma filozofudur ve Hypatia onun muhalifliğinde sembol olarak kullandığı bir isimdir. Diğer yandan kendisine karşıt grup içerisinde “İskenderiyeli hayâsız bir öğretmen olarak kabul edilmiştir”.
Hypatia’yı daha sonra Ortaçağ’da ünlü usta Raphael’in en büyük eserlerinden biri olan “Atina Okulu”nda görmekteyiz. Raphael’in bu eseri Vatikan’da Papa Julius II döneminden Stanza della Segnatura’nın dört duvarından birinde yer almaktadır. Usta eserine başladığında, kendisine sorulan bir soru üzerine Hypatia’nın “Atina okulunun en ünlü öğrencisi” olduğunu söylemiştir. Ona hemen bu kaydı değiştirmesi gerektiği, aksi halde eserin yok edileceği söylenir. Bunun üzerine o da eserdeki kişiyi Papa’nın yeğeni olan “Francesco Maria della Rovere” (1490-1538) olarak değiştirdiğini belirtmiştir.
Tumblr media
Hypatia’nın bilime katkıları; gök cisimlerinin sınıflandırılmasında, hidrometre’nin bulunmasında, sıvıların yoğunluk derecesinin belirlenmesinde ve daha birçok konuda etkisi olmuştur.
Tumblr media
Hypatia’nın yaşadığı dönemden itibaren 1000 yıldan fazla süre geçmiş, ona rağmen kilise Raphael’in eserine Hypatia’yı katmasını engellemeye çalışmıştır. Bugüne kadar söylenen sözlerin eserde belirtilenin Hypatia olduğunu fısıldamaktadır. Zaten eserdeki kişiliklere baktığımızda Hermes, Platon, Aristo, Diyojen, Zenon, Fucino, Alkibiades arasında sıradan birisinin bulunamayacağını anlayabiliriz. Ve Hypatia, bulunduğu yerden hala bize gülümsemektedir.
Tumblr media
Hypatia işte böyle bağnaz, sığ düşüncelerden dolayı acımasızca, canice yok edildi. Düşünce özgürlüğü istedi, düşündüğünü söyledi, adaletsizliğe isyan etti, inandığı ve savunduğu bilim ve akıl için öldü…
Hypatia : filozof, matematikçi ve astronomdur. İskenderiye Kütüphanesi’nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Doğum tarihi: MS 360, İskenderiye, Mısır Ölüm tarihi ve yeri: MS Mart 415, İskenderiye, Mısır
69 notes · View notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 190. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 190: Yüz Kılıçla Delinen Kalp, Yabani Hayalet Şekil Alıyor
Neden ona böyle bakıyorlardı?
Aniden Xie Lian kenardan bir fısıltı işitti.
“Çok benziyor..”
“Sadece benzemekle kalmıyor… tıpatıp aynısı!”
“Sahiden o mu?”
Birisi doğrudan sordu. “Sen… o prens misin?”
Alışkanlık gereği, Xie Lian konuşmaya başladı. “Değilim…”
Ancak daha sözlerini bitiremeden yüzünü saran beyaz sargıların açılmış olduğunu fark etti. Bu esnada, onu sımsıkı sarmakta olan şey de tam olarak o beyaz ipekti. Yüzü şu anda önündeki kalabalığa tümüyle ifşa edilmiş durumdaydı.
Xie Lian’ın kalbi sanki ipin ucundaydı, ama kendisini sertleştirdi ve bakışlara karşılık verdi.
Sadece ona mı öyle geliyordu bilmiyordu ama, ona olan bakışlarında küçük bir parça şüphe görüyordu. Ama en azından, şu anki bulundukları tehlikeli durum nedeniyle, o gözlerde korktuğu gibi bir nefret veya öfke göremiyordu. Ancak, bir an sonra, insan dışı ulumalar tapınağın dışından yükseldi.
Xie Lian hızla başını çevirdi ve ulumanın kaynağının öncesinde bayılttığı İnsan Yüzü Salgınına yakalananlardan yükseldiğini keşfetti. Bir şekilde güçlerini toplamış ve sayıca artmışlardı. Elele, Veliaht Prens tapınağını çevrelemiş, durmadan uluyorlardı. Korkunç bir ritüel mi gerçekleştiriyorlar yoksa delirmiş iblisler oldukları için sadece dans mı ediyorlardı kestirmesi güçtü. Tapınağın içindeki kalabalık mutlak bir dehşetle bir araya gelmişti. Küçük bir çocuk gözyaşlarına boğuldu ve ailesi gözlerini ve kulaklarını kapatarak onu kollarının arasına aldı. Odadaki her yüz korkuyla çarpıtılmıştı.
“Ne yapacağız? Ne yapacağız?”
“İçeriye girebilirler mi…”
“İçeriye girmeseler bile, bu kadar yakın olduğumuz için yine de hastalık kapmaz mıyız? …Yanlışlıkla hastalık kaparsak ne yapacağız?!”
Xie Lian sargılarıyla savaştı, ama bir parça bile gevşetemiyordu. Görünüşe göre beyaz ipek çoktan güçlendirilmişti ve muhtemelen ruhani güçler taşıyordu.
Süregelen mücadelesi nedeniyle alnındaki damarlar fırlamıştı, kükredi. “Yüzü Olmayan Beyaz!”
Cevap gelmedi, onun yerine buz gibi bir el alnına dokundu. Xie Lian dondu, tüyleri diken dikendi. Gördüğü sahne hareket edememesine neden oldu.
Aşağıdaki insanların ona tuhaf tuhaf bakmasına şaşmamalıydı – sadece yüzü ifşa olmakla kalmamıştı, Yüzü Olmayan Beyaz da tam arkasında oturuyordu, karanlıkların içinde.
Beyazlara bürünmüş bu kadar uç bir karakterin karşısında, dikkatsizce hareket etmeyi bırak, hiç kimse nefes almaya dahi cesaret edemiyordu. Sonuç olarak da Yüzü Olmayan Beyaz onlar neredeyse yokmuş gibi davranıyordu ve, herkesin dikkatli gözleri altında, Xie Lian’ın kalkmasına yardım etti.
Xie Lian yattığı yerden oturur pozisyona geçmişti. Sunağın üzerindeydi, adeta bağlanmış, canlı bir heykeldi. Gözleri ve boynunu hareket ettirmek dışında hiçbir şey yapamıyordu.
Her ne kadar durum korku verici olsa da, dışarıda ulumakta olan Yüz Hastalığı mustaripleri daha korkunçtu. Kalabalığın dikkati dışarıdaki bozuk şekilli yaratıklara dönmüştü.
Birisi mırıldandı. “…Duyduğuma göre, aynı bölgede yaşayanlar birbirlerine bulaştırabiliyormuş, bu hastalık çok hızlı yayılıyormuş! Yakın olunca, kaçınılmazmış!”
Kısa bir süre sonra korkunç bir vebaya yakalanacaklarını düşününce, tapınakta çaresizlik dolup taştı.
Birisi öneride bulundu. “Neden birkaçımız dışarıya çıkarak şekilsiz yaratıkları bayıltmıyoruz, böylece de diğerlerinin kaçması için alan yaratmış oluruz?”
Ancak, o yaratıkları öldürmeyi başarıp başaramayacakları bir yana, dışarıya çıkanların Yüz Hastalığına yakalanacakları bir kesinlikti. Bu kişinin başkalarının hayatını kurtarmak için kendisini feda etmesinin biricik örneğiydi. Böyle kesin bir kadere karşı, kim çıkmaya gönüllü olurdu? Hiç kimse.
Xie Lian olurdu tabi, eğer yapabilseydi. Ancak şu anda Yüzü Olmayan Beyaz tarafından alıkonulmuştu. Her ne kadar bir kerede yedi sekiz tanesiyle baş edebiliyor olsa da, onlarcasını durdurmak çok güç olurdu. Elbet birisi kaçıp Veliaht Prens tapınağına koşacaktı. Yüzü Olmayan Beyaz’ı öldürmeye gelince ise… Bu ihtimali değerlendirmek için aptal olması gerekirdi.
Ancak, birinin herkesi sakinleştirmesi gerekiyordu. Xie Lian sakinleşti ve sükûnetle konuştu.
“Lütfen hiç kimse ani bir harekette bulunmasın! O kadar hızlı yayılmıyor, çözüm bulacak vaktimiz var.”
Sadece ‘o kadar hızlı yayılmıyor’ demesi, herkesi tümüyle ikna etmeye yetmiyordu.
Şaşırtıcı bir şekilde, çaresizliği kaldıran Yüzü Olmayan Beyaz olmuştu. Buz gibi bildirdi. “Yüz Salgınından kurtulmanın ve iyileştirmenin bir yolu var.”
Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda, kalabalıktaki insanlar anında başlarını kaldırdılar. “İyileştirilebilir mi? Nasıl?!”
Xie Lian kalbinin durduğunu hissetti.
Yüzü olmayan beyaz sakince düşüncelere daldı. “Neden Ekselanslarına sormuyorsunuz? Ekselansları biliyor.”
Bir anda, yüzlerce göz Xie Lian’a döndü. Bakışların keskinliği içgüdüsel olarak geri çekilmesine neden olmuştu, ama Yüzü Olmayan Beyaz ona engel oluyordu, aksine onu öne itiyordu.
Birkaçının umut dolu sesini duyabiliyordu. “Ekselansları, sahiden biliyor musun?”
Xie Lian daha cevap veremeden, birisi heyecanla bağırdı. “Ben de onun bildiğini duymuştum!”
Şüpheci olanlar da vardı. “Eğer biliyorsa, neden başkent hala..? Tabi, bilip kimseye söylemediyse?”
“Prens, lütfen bize söyle, olur mu?”
Xie Lian hemen inkar etti. “Bilmiyorum!”
Ancak Yüzü Olmayan Beyaz ısrar etti. “Yalan söylüyorsun.”
Öfkeyle dolan Xie Lian sitem etmek istiyordu ama bunun Yüzü Olmayan Beyaz’ı daha fazla bilgi vermeye kışkırtacağından korkuyordu. İçten içe, ister inkar etsin ister etmesin, Yüzü Olmayan Beyaz’ın yine de söyleyeceğini düşünüyordu.
Bir süre mücadele ettikten sonra, yılgın bir halde kabul etti. “Bir yol… yok. İşe yaramaz!”
Bir an duraksadıktan sonra, insan deniz kızışmaya başlamıştı. “Ne demek işe yaramaz? Bize söylemezsen yarayıp yaramadığını nereden bileceğiz?”
Bir damla soğuk ter alnından süzüldü. Xie Lian içinden, Sahiden söyleyemem…, diye geçirdi.
Söylememeliydi!
Eğer gerçek gün yüzüne çıkarsa, o zaman her şey biterdi!
Kalabalığın içinde, birisi en sonunda bıkmıştı ve ayağa fırladı. “Zaten ölümün eşiğinde duruyoruz, saklayacak daha ne var? Burada ölene dek hedef tahtası gibi beklememizi istemiyorsan tabi!”
Nazik bir sesle, Yüzü Olmayan Beyaz öneride bulundu. “O zaman ben size söyleyeyim.”
“Sessiz ol!” Xie Lian bağırmıştı.
Doğal olarak, sesinde bir parça bile tehdit yoktu ve Yüzü Olmayan Beyaz onu duymazdan gelerek devam etti. “Başkentte hangi tür insanların Yüz Salgınından etkilenmediğini biliyor musunuz?”
Kalabalık dikkatle dinledi. Her ne kadar yaklaşmaya korkuyor olsalar da sormaktan kendilerini alamadılar. “N-ne tür?”
Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Askerler.”
Bitmişti.
Yüzü Olmayan Beyaz devam etti. “Neden mi askerler? Çünkü hepsinin yaptığı bir şey var. Ancak, bu şey normal insan tarafından yapılmaz, ve bu nedenle de halk Yüz Salgınından etkilenir.”
Kalabalığın gözleri ardına dek genişledi. Nefeslerini tutmuşlardı, sorguladılar. “Ve bu şey de..?”
Xie Lian ona doğru atıldı, ama en fazla, sadece denemiş olmuştu. Kahkaha atan Yüzü Olmayan Beyaz onu geri itti.
“Ne diye mi soruyorsunuz?” Diye mırıldandı. “Cinayet.”
Bitmişti!!!
Söylemişti. Sunağın üzerindeki Xie Lian kalbinin donduğunu hissediyordu.
İlk şoku atlatınca, insanlar inanamayarak tekrarlamaya başladılar. “…Cinayet mi? Bağışıklık kazanmak için öldürmek mi gerekiyor? İyileşmek için öldürmek mi gerekiyor?”
“Yalan olmalı!”
Ne yazık ki değildi, değildi. Yalan değildi!
Nihai gerçek buydu. Xie Lian bizzat doğrulamıştı. Kanla lekelenmiş el, bir hayatı sona erdiren el, Yüz Salgınına bağışıktı.
Hiç kimse bağışıklık kazanmanın çaresinin bu olduğunu düşünmemişti. Kalakalmış, kendi aralarında konuşuyorlardı.
“Nasıl olur?”
“En başından beri tuhaf olduğunu düşünüyordum, ama sahiden ordudan hiç kimsenin Yüz Salgınından etkilendiğini duymadım! Korkarım gerçek bu!”
“Gerçek bu!”
“Ama bunun anlamı da enfeksiyondan kaçmak için, birisini öldürmemiz gerektiği değil mi?”
“Kimi öldüreceğiz?”
İlk soruyu soran kişi hemen payladı. “Ne demek ‘kimi öldüreceğiz’? Sahiden öldürmek istediğini söyleme!”
Adam daha fazla konuşmaya cüret edemiyordu. Ancak öncesinde basit bir korkuyla dolu olan ve başka hiçbir şey barındırmayan yüzlerce göz şimdi pek çok duyguyla doluydu. Kimisi merak, kimisi ise şüpheydi.
Xie Lian’ın korkusu da buydu zaten. Yüz Salgınının tedavisi duyulunca, bir şey kaçınılmazdı.
Birbirini öldürmek.
Xie Lian’ın bağışıklık kazanmak için bir yol bulduktan sonra bunu kendisine saklamasının tek nedeni buydu. Öldürdüğün sürece, hastalıktan kurtuluyordun – belki insanların çoğu kendilerine mukayyet olabilirlerdi, ama riski alacak kadar çaresiz olan bir insan elbet olacaktı. Hastalığı önlemek için ilk kan döküldükten sonra ise, arkasından bir ikincisi gelecekti, sonra ise üçüncüsü…
Daha fazla kişi de aynı yola girdikçe, dünya kaosa sürüklenecekti. Eğer sonucu bu olacaksa, katı bir şekilde korumak ve hiç kimsenin öğrenmesine izin vermemek çok daha iyiydi.
Xie Lian çarpık bir şekilde gülümsedi. “Şimdi size neden işe yaramaz dediğimi anlıyorsunuz.”
Kalabalık sessizdi. Xie Lian iç çekti ve tüm gücünü topladı. Nazik bir sesle, yatıştırdı. “Ne olursa olsun, lütfen sakin kalın ve acele hareket etmeyin, yoksa, yaratığın avucunun içine düşeceksiniz.”
Kalabalıkta, soylu görünen bir çift vardı. Kollarında çocuğuyla kadın acı acı haykırdı. “Nasıl böyle oldu? Nasıl bu hale geldik? Neden bunca insan varken biz? Yanlış hiçbir şey yapmadık!”
Yakınındaki birisi lafı çarptı. “Ağla ağla ağla, ne diye ağlıyorsun? Tek bildiğin ağlamak! Buradaki hiç kimse yanlış bir şey yapmadı! Buradaki tek şanssız kendin misin sanıyorsun?”
Kadın öfkeyle karşı geldi. “Ne var, insanların ağlamasına bile izin vermeyecek misin?”
“Rahatsız edecek kadar ağlamanın ne faydası var? Çeneni kapatsan daha iyi!”
Böylesine acınası bir sebepten kavga çıkıyor olması inanılmazdı. Herkes duygusal bir çöküşün içindeyken, bu kadar küçük bir dokunuş bile alevlenmesine neden olabiliyordu.
Xie Lian hızla yatıştırmaya çalıştı. “Kavga etmeyi kesin! Sakin olun! Sadece sakin bir zihin sonuç bulabilir!”
Ancak o kalabalığı sakinleştirmeye çalıştıkça, insanlar o kadar sinirleniyordu. “Sakin mi olalım? Bu durumda nasıl sakin olabiliriz? Eğer çok sakinsen neden sen bir şey düşünmüyorsun? Bakalım ne buldun!”
“…” Xie Lian soruyla susturulmuştu. Elinde ne mi vardı?
Hiç!
Bir cevap için zihnini çaresizce aradı, öyle ki zihni patlayacakmış gibi hissediyordu. Ama önündeki durumu çözebilecek, hiçbir şey düşünemiyordu!
Aniden, yanağında bir sızı hissetti. Bir el yüzünü tutmuş ve çevirerek sunağın altındaki kalabalığa çevirmişti. Xie Lian’ın gözleri şaşkınlıkla açıldı.
Arkasından, buz gibi soğuk bir ses duyuldu. “Kimi mi öldüreceksiniz? Bu yüzü gördükten sonra, hala kimi öldüreceğinizi mi düşünüyorsunuz?”
“…”
Soruyu duyduktan sonra sadece sunağın altındaki hareketler durmakla kalmadı, başının üzerindeki hayalet alevi halkası da durdu.
Yüzü Olmayan Beyaz onlara hatırlattı. “Unuttunuz mu? O bir tanrı. Bunun anlamı da…”
Daha devamını duyamadan, Xie Lian göğsünü yıkayan soğuk bir dalga hissetti.
Donakalmıştı, aşağıya baktı ve simsiyah bir kılıcının ucunun karnını deldiğini gördü.
Kılıç uzun ve inceydi, bedeni siyah bir yeşim rengindeydi. Kenarı, kıvrak gümüş bir çizgi şeklinde ışığı yansıtıyordu. Soğuk çeliğin her bir parçası dondurucu kış geceleri kadar tehlikeli ve donuktu. Şüphesiz ki, nadir ve değerli bir kılıçtı. Xie Lian’ın sahip olmak ve bir daha asla bırakmamak için kafasını patlatacağı türdendi.
Gözlerini ondan alamıyordu, kılıcın ucu yavaşça batmaya başlayarak bir kez daha karnında kayboldu.
“ –Bedeni… ölümsüz.” Diye bitirdi Yüzü Olmayan Beyaz.
Daha hiç kimse tepki vermeye fırsat bulamadan, Yüzü Olmayan Beyaz kılıcı onlara doğru attı. ÇIN! Ucu yere saplandı ve sayısız izleyen gözün altında titreyerek durdu, yoğun, duygusuz halesi yavaşça sızar gibiydi.
Boğazından kanlar taştı ve hayalet alevi topu yarasını sarmak istercesine ona doğru uçtu.
Xie Lian kanı yuttu ve yüzü çarpıldı. “Sen… Sen!”
Görüş alanında dans eden ışıklar vardı, ve sanki bir anda sinirlenmiş gibi hayalet alevi doğrudan Yüzü Olmayan Beyaz’a uçtu. Ancak hayalet, çabasız bir şekilde yakalanmış ve avucunda esir düşmüştü.
“İyi izle.” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.
Bir an sonra diğer eliyle Xie Lian’ın yüzünü çekerek onunla yüzleşti. “Ne olmuş bana? Sıradan insanları kurtarmak istediğini söyleyen sen değil miydin?”
Xie Lian denedi. “Ama, ama ben – ben…”
Ama hiç böyle şartlar altında, insanları kurtarmak için böyle bir yöntem kullanılacağını düşünmemişti?!
Sunağın altında, kanlı sahne yüzünden çoktan korkudan gözyaşlarına boğulanlar vardı, ama aynı zamanda da cüretkar bir şekilde izlemeye devam edenler de.
“…O… sahiden ölmüyor mu?!”
“O haklı… bakın, neredeyse kan yok… hala hayatta, hala hayatta ve önceki gibi nefes alıyor!”
Xie Lian bir diğer yoğun, acı verici öksürükle işkence çekti.
Birisi doğruladı. “Başka bir değişle, eğer onu öldürürsek de ölmeyecek mi?”
“Harika!”
Kutlayan kişi azarlandı. “Harika mı? Bunun nesi harika?”
Azarlanan kişi sessizce konuştu. “Ölmeyeceği için… şimdi bir çözüm yolu bulmuş olmuyor muyuz?”
“Ama birisini bıçaklamak, bu çok…”
“Ama o bir tanrı! Eğer onu bıçaklasak bile ölmeyecek! Biz sadece sıradan insanlarız. Eğer Yüz Hastalığına yakalanırsak, kaderimiz çizilmiş olacak!”
Mücadelenin çözümlenişini izleyen Yüzü Olmayan Beyaz dalga geçti. “Buradaki sıradan insanlar, onları kurtarmanı bekliyorlar. Lütfen, devam et.”
Öfkenin alevleri Xie Lian’ın gözlerinde yandı. “İnsanları kurtarmanın tek yolu senin gibi çarpık canavarların kökünü kazımak!”
Yüzü Olmayan Beyaz alayla güldü. “Sorun ne? Ekselansları, biraz önce güvenle öldürülemeyeceğini söylemiyor muydun? Şimdi korkmuş olamazsın ya? Ölemeyeceğine göre, o zaman kendini feda et ve başkalarının acılarını dindir. Bu güzel bir şey olmaz mı?”
Xie Lian karşılık verdi. “En başından beri planın bu muydu? Bu dünyadaki herkes senin gibi acı vermekten keyif alıyor mu sanıyorsun?”
Sözlerini doğrularcasına, aşağıdaki insanların yüz ifadesi kurtarılmış insanlara ait sevinci yansıtmıyordu; onun yerine tereddüt vardı. Çelişen düşünceler vardı ve hiçbirisi aynı karara varamıyordu. Ancak, aynı zamanda da, hiçbirisi siyah kılıcı çekmeye cesaret edemiyordu.
Onun zihnini okurmuşçasına, Yüzü Olmayan Beyaz kahkaha attı. Başını onaylamaz bir şekilde iki yana salladı ve iç çekti. “Aptal çocuk, saf çocuk.”
Xie Lian başını çevirdi ve onun başını okşamasına izin vermeyi reddetti. Haykırdı. “Kaybol!”
Yüzü Olmayan Beyaz acıdı. “Yapmayacaklar mı sanıyorsun? Yanlış, istemiyor değiller, sadece hiçbirisi ilk olmak istemiyor, hepsi bu.”
“Ahhhh!”
Sunağın altından acı dolu bir haykırış yükselmişti. Önceki soylu görünümlü kadındı. “Çocuğum, çocuğum!”
Kollarındaki çocuk kontrol edilemez bir şekilde ağlıyordu ve bir yandan da tombul kollarında kara lekeler belirmeye başlamıştı. Etraflarındaki insanlar hemen geri çekilmeye başladılar, aralarında geniş bir mesafe bırakmışlardı.
“Çok kötü, çocuk yakalandı!!!”
Çiftin gözleri bomboştu. İkisi bir an bakıştılar ve ayağa kalktılar. Sunağın önüne ilerlediler, yerden siyah kılıcı çekerek çocuklarının eline koydular. Çarpık bir yüzle Xie Lian’a saldırdılar.
“…!”
Siyah kılıç son derece keskindi, Xie Lian karnındaki işkence eden acıyı hissettiği zaman, çift çoktan kılıcı çekmiş ve yüksek bir çınlamayla yere atarak durmadan özür dilemeye başlamıştı bile.
“Özür dileriz… çocuğumuz daha çok küçük, sahiden… başka yolu yoktu. Özür dileriz, özür dileriz, özür dileriz…”
Hareketlerini telafi edercesine külden ifadelerle, pek çok kez Xie Lian’ın önünde eğildikten sonra kalabalığın arasına çocuklarıyla beraber geri döndüler. Boğazını tıkayan kanlarla, Xie Lian tam kusmak üzereydi ki yanında Yüzü Olmayan Beyaz’ın güldüğünü duydu.
Kanı zorla yuttu ve tısladı. “Ne diye gülüyorsun? İstediğini elde ettiğini mi sanıyorsun? Hepsi senin zorlamanla oldu!”
Yüzü Olmayan Beyaz’ın elindeki hayalet alevi daha büyük bir güçle parlamaya başladı.
Hiç acele etmeden açıkladı. “İnsanların gerçek benliklerini ortaya çıkartmak için zorlamak gerekir.”
Yüz kişinin içinde, artık Yüz Salgınından korkmayan tek bir kişi bile yoktu. Çocuğun kolundaki siyah lekelerin yavaşça solmaya başladığını görünce, etraflarındaki insanlar sessiz ama ağır bir şekilde yutkundular.
Uzun bir süre sonra, ölüm sessizliği içinde, bir genç adam en sonunda öne çıktı.
Duyarsız bir yüzle, sunağa doğru yürüdü. Birleştirdiği elleriyle önünde birkaç kez eğildi ve yalvardı. “Özür dilerim, bunu yapmak istemiyorum. Sahiden bunu yapmak istemiyorum, ama başka yolu yok. Daha yeni evlendim, annem, karım, hala evdeler, beni bekliyorlar…”
Kelime kelime, artık daha fazla ilerleyemiyordu, bu yüzden gözlerini kapattı, kılıcı kaldırdı ve Xie Lian’a sapladı.
Ancak, gözleri kapalı olduğu için kılıç kenara kaydı ve Xie Lian’ın yan tarafına isabet etti. Gözlerini tekrar açtığında ise yerin hayati olmadığını gördü, bir anlık panikle kılıcı delirmiş gibi çekti ve titreyen elleriyle tekrar sapladı!
Dişlerini sıkarak ses çıkarmayı reddeden Xie Lian, bu iki ardışık acıyla sadece küçük bir inleme koyvermişti. Dudaklarının kenarında bir dizi taze kan sızdı.
Ölmeyeceği doğruydu. Ancak bu yaraları yüzünden acı çekmeyeceği anlamına gelmiyordu.
Silahla birleşen her bir parça etinin sesi, sıyrılan her kemiğin hissi onu deli ediyordu, sırf işkenceden kurtulmak için ölmüş olmayı diliyordu. Bu noktada, bir ölümlüden hiçbir farkı yoktu.
İkinci kişi işini bitirdiği zaman, o da aşağıya inmişti, ama bu kez bir kez bile eğilmemişti. Yüzünde, yaptığı işten kaynaklanan pişmanlıkla karışık bir sevinç ifadesi vardı. Hangisinin baskın olduğunu kestirmesi güçtü. Tekrar kalabalığa karıştığında ise, sessizlik geri dönmüştü.
Çok uzun bir süre geçmeden, birkaç kişi daha kendi sebepleri nedeniyle öne çıkacakmış gibi görünmeye başladı. Ancak, onlar daha ayağa kalkamadan birisi araya girdi.
“Artık buna dayanamıyorum.”
Kalabalık sesin kaynağına döndü ve Xie Lian da başını kaldırdı. Konuşan kişi iri yarı sokak sanatçısıydı üstelik.
Azarladı. “Sahiden bu canavarın size söylediği her şeyi yapacak mısınız? Benim gördüğüme göre, sadece saçmalayıp duruyor. Söylediği doğruysa bile, sırf ölmüyor olması bunu bir cinayet olmaktan çıkartmıyor!”
Etrafında izlemekte olanlar ona öğüt verdi. “Dostum, kendine gel, burada herkes ölmek üzere!”
Sokak sanatçısı savundu. “Peki ya ben? Ben de ölmeyecek miyim? Peki ben bir şey yapıyor muyum?”
Bir kısım çenesini kapattı ama bir an sonra, birileri suçlamaya başladı. “Senin gibi birisinin ailesinde yaşlılar veya çocuklar yoktu değil mi? Her koyun kendi bacağından asılır, ama bizim bakmamız gereken ailelerimiz var, nasıl seninle aynı olabiliriz?”
Sokak sanatçısı önayak olan çifti işaret etti ve konuştu. “Karım ya da çocuğum olmadığı doğru, ama olsaydı bile, uğrunda ölmem gerekseydi dahi, bırak kendi elimle onu yönlendirmeyi, asla oğlumun böyle bir şey yapmaya karar verdiğimi görmesine izin vermezdim. Eğer çocuk bir katil olarak büyürse, suçu ebeveynlerinin olacak. Eğer o kadar çaresizseniz, neden çocuğun sizin kalbinize bıçak saplamasına izin vermiyorsunuz?”
Kadının yüzü ıstırap doluydu. “Oğlumu lanetleme! Eğer lanetlemek istiyorsan, beni lanetle!”
Kocası da sinirlenmişti. “Sen delirdin mi? Oğlumun kendi anne babasını öldürmesini mi istiyorsun? Bu ne terbiyesizlik!”
Sokak sanatçısı muhtemelen ne demek istediğini anlamamıştı ve sertçe karşılık verdi. “Öldürmek öldürmektir! En azından oğlunun seni öldürmesine izin vermen cesaret sayılır. Bahsi gelmişken, neden maskeli tuhaf yaratığı öldürmeyi denemiyorsunuz?”
Bunu duyunca Yüzü Olmayan Beyaz kahkahalara boğuldu. Kalabalık korkmuş ve öfkeliydi. Korkuları canavara karşıydı, öfkeleri ise sokak sanatçısına.
Seslerini kıstılar ve azarladılar. “Sen..! Çeneni kapat!”
Ya yanlışlıkla canavarı kızdırırlarsa?
Sokak sanatçısı hemen anlamıştı. “Ah, demek büyük kötü adamı öldürecek kadar erkek değilsiniz, ve onun yerine bir başkasını deşmeyi seçiyorsunuz?”
Tek bir kabadayının aşağılamasına daha fazla dayanamayan birisi meydan okudu. “Bu herif durmadan vaaz veriyor ve ben de gelmiş onun özel biri olabileceğini düşünüyordum. Şimdi bakınca, ölü yüzünde bir damla kan bile yok, bence en fazla bir iki gün dayanır, ve hiç umursamadan gelmiş bizi yargılayacak cesareti buluyor. Eğer bu kadar hak yanlısıysan, neden biz dostlarının yaşaması için kendini feda etmiyorsun?”
Sokak sanatçısı düzeltti. “Kendimi feda etmek istemiyorum, ama başka birisini de. Kim ister? Sen ister misin? Peki sen? Ama en azından, ben hiç kimseyi öldürmeyeceğim.”
Birisi konuştu. “Ama o farklı.”
“Nasıl yani?”
“O bir tanrı! Sıradan insanları kurtarmak için – kendisi söyledi. Ayrıca – Ayrıca, o ölmüyor!”
Sokak sanatçısı karşılık vermek üzereydi ki Xie Lian daha fazla dayanamadı. Zayıfça öksürdü ve seslendi. “D-dostum! Hey, dostum!”
Ağzını açtı, ama önceki yaraları nedeniyle karşılığında dışarıya çok daha güçsüz bir ses ulaşmıştı. Sokak sanatçısı hızla başını çevirdi ve Xie Lian’ın sesi minnettarlık doluydu.
“Teşekkür ederim! Ama… sorun değil.”
Eğer devam ederse, muhtemelen dayak yiyecekti. Xie Lian geçen seferki yarışmaları nedeniyle adamın taşıdığı tüm yaraları hatırlıyordu.
Suçlu kalbiyle ekledi. “Teşekkür ederim! Öncesinde taş kırma yarışmasında aldığın yaralar iyileşti mi?”
“Ah? Ne diyorsun! Ne yarası? Taş kırma benim yeteneğim!” İri adam gururla bildirdi.
Adamın böyle bir zamanda bile saygınlığını kaybetmekten korkuyor oluşu, kan kusarken ‘ben çok iyiyim’ demekle aynı şeydi. Xie Lian gülmek istedi.
Aniden, birisi sokak sanatçısını işaret etti ve çığlık attı. “Yayılıyor! Yayılıyor!”
Xie Lian donakaldı ve sokak sanatçısı da. Parmağın gösterdiği yönü takip ederek, sokak sanatçısı yüzüne dokundu ve tahmin ettiği gibi, eşit olmayan bir şey vardı.
Etrafındaki insanlar hemen ondan uzaklaştılar. Xie Lian ağzını açtı, sokak sanatçısını çağırmak istiyordu. Peki ya ne yapması için? Onun da kılıcı saplaması için mi?
Kelimeler boğazına dizildi.
Bir an tereddüt ettikten sonra sokak sanatçısı yüzünü birkaç kez ovalayarak tapınaktan dışarıya fırladı. Olayın yaşanmasını izleyen Xie Lian arkasından bağırdı.
“Nereye gidiyorsun? Geri dön! Eğer tedavi edilmezse yayılacak!”
Ama adam çok daha hızlıydı ve geri bağırdı. “Geri dönmüyorum! Yapmayacağım diyorsam yapmayacağım…”
Kısa bir süre sonra şekli gözden kayboldu. Tapınağın dışındaki şekilsiz yaratıklar bir şekilde adamın onlardan birisi olduğunu biliyorlardı ve bu nedenle de yolunu kesmediler. Xie Lian seslenmeye devam etti, ta ki artık gölgesini bile göremeyene dek.
Sunağın altındaki insanlar mırıldandı. “Her şey bitti, o gitti!”
“Gerzek herif! Nereye giderse gitsin yayılacak, çok geç artık! Çoktan hastalığa yakalandı!”
“O… dağdan birini öldürmek için inmiş olamaz sonuçta değil mi?”
Ancak iri adamın ayrılmadan önce söylediği şeyler tapınaktaki insanları tereddüde düşürmüştü. Zaman geçti ve hiç kimse kılıcı almadı. Her şey bir anlığına duraksamıştı.
Xie Lian hissettiği şey neşe mi, tereddüt mü, korku mu bilmiyordu, ama en önemlisi de şimdi ne yapacağını bilmiyordu. Zihnindeki savaş sürerken, birisi ayağa kalktı.
“Bir şey söyleyebilir miyim?”
Orta yaşlı bir adamdı. Xie Lian başını kaldırdı ve adamı nedense tanıdık buldu, ama nerede karşılaştıklarını hatırlayamıyordu.
Hatırlamaya çalışırken, adam bir anda duyurdu. “Tüm dürüstlüğümle, o beni daha önce soymaya kalktı!”
“…”
O adamdı!!!
Kalabalık şok oldu.
“Soymak mı?”
“O prens değil mi? Bir tanrı değil mi? Hırsızlık mı yapmış?”
Adam onayladı. “Doğruyu söylüyorum.”
“Yani? Ne demeye çalışıyorsun?”
“Hepsi bu. Sadece herkese onun hırsızlık yapmaya çalıştığını söylemek istedim!” Adam tekrar oturdu ve konuşmasını bitirdi.
Tapınak tekrar ciddi bir sessizliğe bürünmüştü ki, ardından infilak etti. Tek bir cümleyle, kalplerine karanlığın tohumları ekilmişti.
Hırsızlık…
Aniden, sunağın altından bir diğer uluma yükseldi.
Birisi çığlık attı. “Bacağım, bacağım! Bir… bir tuhaf!”
Yine mi?!
Onları şaşırtan, sadece tek bir kişi de olmamasıydı. Aynı anda bir diğer daha haykırdı.
“Benim de! Sırtım! Lütfen birisi sırtıma baksın!”
Hiç kimse o ikisine yaklaşmaya cüret edemiyordu, onları birbirlerini incelemek üzere bırakmışlardı. Birisi bacağını sıyırırken diğeri üstünü çıkarttı. Bedenlerinin durumunu açık bir şekilde gördükten sonra, kalan insanlar korkuyla bağırdılar.
Bu iki kişinin üzerindeki yüzler, şekil almayı tamamlamışlardı!
“Nasıl bu kadar hızı büyüdüler?!”
“Unuttunuz mu? Uzun zamandır buradayız!”
“Ama nasıl fark etmediler?!”
“Bariz bir yerde değillerdi ve sadece biraz kaşındı. Bu hale geleceğini nereden bilecektim!”
“Bitti, bittik. Muhtemelen bizim üzerimizde de çoktan çıkmaya başlamışlardır.”
“Çabuk! Herkes kontrol etsin! Tüm vücudunuza bakın!”
Veliaht Prens tapınağında mutlak kaos hakimdi. İncelerken çığlıklar havayı dolduruyordu. Tahmin edildiği gibiydi! Çoktan pek çok kişinin vücudu yüzlerle sarılmıştı, sadece daha önce fark edememişlerdi. Şimdi baktıktan sonra, yeni yüzlerin tümüyle geliştiğini, hatlarının tamamen oluştuğunu fark ediyorlardı!
Sanki durumu biliyormuş gibi, Veliaht Prens tapınağının dışındaki şekilsiz yaratıklar daha da vahşice dans etmeye başladılar, el eleydiler hala. Ancak, içeride, her yönden korku ve endişenin yoğun sisleri yükseliyordu. Xie Lian’ın kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi hiç durmadan çarpıyordu.
Hatırladığına göre, Yüz Salgınının yayılması için bir süre geçmesi gerekiyordu, neden şimdi bu kadar hızlanmıştı?
Yüzü Olmayan Beyaz, Yüzü Olmayan Beyaz olmalıydı!
Başını hızla her şeyi başlatan soğuk gözlü izleyicinin tarafına çevirdi. Daha ağzını açamadan birisi ayağa fırladı.
Ağır bir şekilde nefes alarak, kızarmış gözleriyle yargıladı. “Sen… sen bir tanrısın, bir prenssin, ama yine de hırsızlık yapmaya cüret mi ediyorsun?”
Xie Lian kalakalmıştı, bu haldeyken neden bu adamın konuyu açtığını anlamıyordu, cevapladı. “Ben…”
Adam sertçe onu kesti. “Sana dua ediyoruz, ve sen ne yapıyorsun? Hırsızlık! Ne getirdin? Bir veba!”
O mu veba getirmişti?
Şok Xie Lian’ın yüzünden okunuyordu. “…Ben mi? Ben yapmadım?! Ben sadece…”
En sonunda insanların sabrının sınırına ulaştığı noktaya gelmişlerdi.
Gözlerinin kenarı kızarmış bir halde, yüz insan etrafını sardı. En yakınındaki yerdeki siyah kılıcı çekti. Xie Lian nefes almayı bıraktı.
Adam siyah kılıcı titreyerek yakaladı, bir yandan mırıldanıyordu. “Sen… Sen bağışlamamızı isteyeceksin değil mi? Günahlarının kefaretini vermeyi, değil mi?”
Çok fazla insan vardı. Eğer her biri ona bu kılıcı saplarsa, nihayetinde ondan geriye ne kalacaktı?
Sayısız kez delinmek, geride binlerce delikten oluşan ve ayırt edilemez bir et yığını bırakmak dışında, daha bile çok korktuğu bir şey vardı. Eğer onların istediklerini yapmasına izin verirse, kalbindeki bir şey, bir daha asla eski haline dönemeyecekmiş gibi hissediyordu.
Daha fazla düşünmek istemeyen Xie Lian haykırmaktan kendini alamadı.
“Yard –”
Ancak daha ‘yardım edin’ tümüyle şekillenemeden, aynı buzdan siyah kılıç bir kez daha bedenine saplandı. Xie Lian’ın gözleri korkuyla açıldı.
Ardından jilet kadar keskin kılıç kabaca geri çekildi. Ardından gelen sonraki kişi bir saniye bile harcamadı ve kılıç neredeyse aynı yere gömülmüştü. Xie Lian’ın boğazında hapsolan ses en sonunda özgür kalmıştı ve uzun, acı dolu bir çığlık tüm bedenini parçaladı.
Çığlığı o kadar içlerine işlemişti ki etrafındaki insanların tüyleri diken diken oldu. Gözlerini kapatarak, başlarını çevirenler bile vardı.
“…Bağırmasına izin vermeyin. Hızlanalım ve çabucak bitirelim!”
Xie Lian birisinin ağzına bir şey tıktığını ve elleri ile ayaklarının tutulduğunu fark etti.
Adam tekrar emretti. “Tutun ve düşmesine izin vermeyin. Ayrıca, yanlış yerlere saplamayın, eğer hayati olmazsa işe yaramaz!”
“Tek sıraya geçin, kimsenin hakkını yemeyin! Size geçmeyin dedim, ilk ben gelmiştim!”
“Neresi hayati? Sayılıp sayılmadığını nereden bileceğim?”
“Her neyse, sadece kalp, boğaz veya karnını hedef al yeter!”
“Eğer hayati bir yere sapladığından emin değilsen, bir daha dene!”
“Olmaz! Eğer ikinci kez saplarsa, o zaman diğerlerine nasıl sıra gelecek?”
Başlangıçtaki tereddüt ve gönülsüzlük, yerini kayıtsızlığa bırakmıştı. Zaman ilerledikçe, hareketleri daha da kolaylaşıyordu. Kılıcın sayısız saplanışının ardından, Xie Lian’ın gözleri ardına dek açılmış ve yüzü ağır ter damlalarıyla kaplanmıştı. Kalbinin derinliklerinde, bir ses usulca çığlıklar atıyor ve haykırıyordu.
Yardım edin.
Yardım edin, yardım edin, yardım edin.
Yardım edin, yardım edin, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım edin!!!!!
Acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor… acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR!!!!!!!!
Neden ölemiyorum.
NEDEN ÖLEMİYORUM?!!!
En acı sesiyle haykırmak istiyordu, ama boğazında tek bir harf dahi yoktu, muhtemelen çoktan tümüyle kesildiği içindi. Acıdan delirmek istiyordu. Sanki birkaç ömürlük acıyı çekmiş ve bundan sonra, artık başka hiçbir acıyı hissedemeyecek gibiydi. Hiçbir şey göremiyordu, dünya kapkaranlıktı, sadece yanında öfkeyle yanmakta olan hayalet alevi vardı. Daha parlaktı ve güçlenmişti. Ancak Yüzü Olmayan Beyaz’ın avucunun içinde, kaçmayı başaramıyordu.
Kendi dehşet dolu çığlıklarını duyamıyordu ama onun yerine bir diğer iç parçalayıcı haykırışı işitmekteydi, ve sanki bu ses alevlerden geliyordu. Her ne kadar ona ait olmasa da, duyduğu bu acı onunkiyle aynıydı, sanki o sesi çıkaran kendisiydi.
En sonunda, daha fazla akıl sağlığını korumayı başaramadı. Boğazında bir uğultu vardı ve bilinci tümüyle parçalandı. Aynı anda, bir patlama yükseldi ve öfkeli alevlerden bir dalga Veliaht Prensin tapınağını yıkadı.
“AAAHHHHHHHHHHHHHH!”
Kalın ve tiz çığlıklar birbirlerine girmişlerdi. Kızgın alevler kükredi ve her yeri ateşe verdi, herhangi birinin kaçmasını imkansız hale getirmişti. Hayalet alevi canlı bir şekilde titredi. Bir saniye içinde, Veliaht Prens tapınağının içinde bulunan yüzlerce yaşayan beden, yanarak yüz sıra kömür karası kemiğe dönüşmüştü!
Alevler en sonunda yatışıp, tekrar bir araya geldiği zaman, ilk baştaki küçük hayalet alevi topu çoktan yok olmuştu. Onun yerinde belli belirsiz şekillenmiş genç bir adam silueti vardı.
Genç sunağın yanmış, kara yüzeyinin önünde diz çöktü. Yerlere kadar eğilmişti, her iki eliyle başını tuttu ve muazzam, kahredici bir acıyla feryat etti.
Sunakta yatmakta olan kişiye ne olduğuna bakmaya cesaret edemiyordu, çünkü artık orada yatan şey bir insana benzemiyordu.
Kemikler ve kafatasları Veliaht Prens tapınağının içinde yerlere saçılmışlardı. Yüzü Olmayan Beyaz dönüp tapınaktan çıkarken kontrol edilemez kahkahalara boğulmuştu. Öfke alevleri ise sadece Veliaht Prens tapınağına uğramamıştı, dışarıdaki delirmiş, şekilsiz yaratıklar bile kuru ceset ve artıklara dönüşmüşlerdi. Sanki görmüyormuş gibi, Yüzü Olmayan Beyaz bu kömürleşmiş, külden kalıntıların arasından geçip gitti.
Tüm orman, hayır, tüm dağ titriyor ve ıstırapla haykırıyordu!
Sayısız siyah gölge gökyüzüne uçtu. Onlar, artık yaşam barındırmayan bu yerin, korkudan aklını yitiren ve kaçmak için çabalayan ruhlarıydı. Güçlü bir esinti ise onları her yöne savurmuştu. Veliaht Prens tapınağının üzerinde, huzursuzca gürleyen büyük bir siyah bulut katmanı, sanki devasa bir iblis gözüymüşçesine yavaşça dönmekteydi.
Bu şeytani bir yaratığın doğumuydu, yabani bir ruhun şekillendiğinin habercisi!
 Çevirmen: Nynaeve
152 notes · View notes
akilfikirgezegeni · 4 years
Text
Tumblr media
Hayata dair 32 Kural
Ertan Yavuz
1. Kural: Önce yaşayıp yaşamadığını kontrol et!
2. Kural: Eğer yaşamadığına inanıyorsan nefesine odaklan! Ki bu, en kestirme kendi farkına varma metodudur.
3. Kural: Etrafına bak! Senin dışında varolan ve hayatı kendi bildiği yollarla yaşamaya çalışan bir sürü insan var. Yanlız değilsin!
4. Kural: Ne yaptığın önemlidir ama nasıl yapman gerektiğini bilmek çok daha önemli. Neyi yaptığın seni, nasıl yaptığın başkalarını motive eder unutma!
5. Kural: Yolun hangi tarafında olduğunu bil! Hepimiz bir şeyleri başarmak için geldik bu dünyaya, başında, ortasında, sağında ya da solunda olman farketmez. Önemli olan nerede olduğunu ve durduğunu bilmek. Gerisi yolun işidir.
6. Kural: Bilmediğini kabul et! Bilgilenmek bir kör bıçağın bilenip daha keskin olması gibidir. Her seferinde ne kadar az şeyi bildiğini kendine hatırlat, olması gerektiği gibi davran, abartılı olmaktan kaçın. Zira keskin bir bıçak günün birinde seni de kesebilir.
7. Kural: Zorunlu sorumluluktan kaçma! Belli bazı sorumluluklar zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Okul taksiti, ev kirası, fatura ödemeleri vs. Zorunlulukta bir sorumluluktur ve yaşadığını hissettirir. Olmasaydın onlarda olmazdı unutma!
8. Kural: Yaptığın işi sev! Çoğu zaman mecburiyetin meşguliyeti olur. Eğer sevdiğin işi yapmıyorsan bu dünyanın sonu değildir. Meşguliyeti mecbur olmaktan çıkar. O zamanı kendini geliştirmek için kullan!
9. Kural: Daha az sinirlen! Aşırı stres hormonu(kortizol) hızla yaşlandırır, kalp ve damar hastalıklarına davetiye çıkarır. 5 sene sonra daha yaşlı ve daha huysuz biri olmak istemiyorsan su gibi ol. Bırak seninle birlikte aksın bütün sıkıntılar.
10. Kural: Daha çok kahkaha at! Gülmek hem sana hem de etrafındaki insanlara olumlu mesajlar verir. Bu güne kadar olan tüm savaşlarda sinir, sarin yerine gülme gazı atılsaydı neler olurdu bir düşün!
11. Kural: Kalk ve uyan! Uyumak canlılar dünyasında büyümekle eş anlamlıdır ama uyanmak uyumak kadar önemli bir eylemdir. Uyumak örtülere bürünmek ise uyanmak o örtülerden arınmaktır.
12. Kural: Bir amacın olsun! Yoksul olmak birilerinden dilenmeye, yoksun olmak kimden ne dileneceğini bilememene sebep olur. Herhangi bir amacı olmayan kişi yoksunluk içinde bocalayıp kaybolur. Hatırlanmaya dair en önemli şey bir şeyleri başaramasan da bunun için uğraş vermektir.
13. Kural: Kendini boşta bırakma! Bir işi bilmek herşeyi bilmek demek değildir. Bir iş bittiğinde yeni bir işe koyul!
14. Kural: Sadece insanlara değil tüm canlılara iyi davran! Konfüçyüs “karşılıklılık ilkesini” söylediğinden beri yaklaşık 2500 yıl geçti. Hâlâ sana yapılmasını istemediğin şeyi bir başkasına yapma diyoruz. Sende bu kurala uy ve yapma!
15. Kural: Farklı disiplinler edinmeye çalış! Hep aynı açıdan bakarsan hep aynı şeyi görürsün. Bakış açını değiştir ki baktığın şey de değişsin!
16. Kural: Kelimelerine sahip çık! Günün birinde geri alınacak sözler söyleme. Zira en kötüsü fütursuzca ve bilgisizce edilmiş sözlerdir. Ağzından çıkan kelimeler bir başkasının kulağında küpe olacaksa güzel durur aksi halde susmak en değerli maden gibidir değerini kendin belirlediğin.
17. Kural: Görmediğin şeyi duyma! Görmek bir ressamın duymak bir müzisyenin işidir. Eğer güzel göremiyorsan boyaların bitmiş, duyamıyorsun notaların eksilmiş olabilir. Eksiklerini tamamlamadan başka dillerin ve gözlerin esiri olma!
18. Kural: Mutlu olmaya çalış ama mutsuzluğunu da önemse! En mutlu anlarımız en az anımsadığımız anlardır. Çoğu zaman en kötü zamanlarımız en çok hatırlayıp acıda olsa güldüğümüz zamanlardır. Düştüğünde ne kadar çok güldüğünü bir düşün ya da sinirlerin bozulduğunda... Unutma! Sorun mutlu olmayı bilememek değil, mutsuzluğu becerememektir.
19. Kural: Tecrübe edinmek için hatalarını yok sayma! Hata yapmak insana özgü bir davranıştır. Deneyim dediğimiz de bu hataların analizi ile gerçekleşir. Sıfır hata diye bir şey yoktur. En azından biz ölümlülerin dünyasında...
20. Alışkanlıklarının efendisi ol kölesi değil! Chuck Paleniuk ’un “Dövüş Kulübü” kitabında dediği gibi “Sahip oldukların bir gün gelir sana sahip olur.” Popüler kültürün esiri olma daima oku, düşün, kendini geliştir. Sahip olamadıkların için üzülme tersi sahibi oldukların için daha çok şükret!
21. Kural: Kendini bil! Atina’da bir tapınağın giriş kapısının üzerinde yazıldığı gibi sende kendi merkezine asmalısın bu yazıyı. Tarih boyunca insanın anlam arayışı bugünlere kadar geldi ve hala aranmakta. Anlamın ne olduğu senin ona yüklediğin anlamla değer kazanır. Bu da ancak kendini bilmekle olur.
22. Kural: Asla vazgeçme! Normalde asla kelimesi olumsuzun örneklenmesi için kullanılır. Lakin bu şekilde kullanılması bir motivasyon önermesine dönüştürür. Hayatın boyunca karşı koyamayacağını düşündüğün güçlüklerle karşılaşabilirsin ve hatta altından kalkamayacağını kendine söyleyip pes etme noktasına gelebilirsin. Değişim pes noktasının tam arkasındadır sakın unutma ve asla pes etme!
23. Kural: İyilik yap! Yapılan araştırmalar iyilik yapmanın pozitif bir etkiye neden olduğu yönünde. Her gün en az bir iyilik yapmak için kendine bahaneler bul! Yaptığın iyiliği bir başkasına değil kendine yapılmış olarak kabul et!
24. Kural: Dua et! Neye inandığın kadar onunla nasıl iletişime geçtiğinde önemlidir. Unutma bir rüyanın gerçekleşmesi için önce uyanmak gerekir. Dua etmekte uykudan sonraki uyanıklık gibidir.
25. Kural: Yalan yere söz söyleme! Yalan doğruluğuna inanılmayan ama inandırılmak için önce kişinin kendisine, sonrada etrafındakilere söylediği kendiliğinden ve gerçekliğinden kaçış cümleleridir. Yalancı ise bu cümleleri söyleyebilen kişidir.
26. Kural: Hangi zaman boyutunda olduğunu bil! Sayılıp ölçülen takvim zaman boyutunda mı? Ki bu, sadece yaşlandırıp huysuzlaştırır. Kavranıp seçen zihin zaman boyutunda mı? Ki bu, ne zaman sorusunun en net cevabını verir. Kurgulanıp yiten duygu zaman boyutunda mı? Ki bu da, daimi hayıflanmaların keşke ve acabaların esiridir.
27. Kural: Başkalarının fikirlerini önemse! Sadece kendi gerçekliğine hapsolmuş bir insandan daha cahili yoktur. Bir başkasının da olsa doğru bilgilerin, farklı fikirlerin ve tecrübelerin sana katacağı çok şeyler var. Bir insanın yazılmış tüm kitapları okuyacak kadar veya tüm tecrübeleri edinecek kadar uzun yaşayamayacağını unutma!
28. Kural: Takip mesafeni koru! Bizleri yaşanması muhtemel olumlu hayatımızdan alıkoymaya çalışan negatif düşünceler veya duygular tıpkı trafikteki araçlar gibi peşi sıra hareket etmektedir. Zincirleme akıl tutulması kazalarına sebep olan ve bizlere zarar veren bu duygu ve düşüncelerin arasına güvenli bir takip mesafesi koyduğumuzda farkında bir yaşam fikrini ve güvenli bir anlayış tekniğini de kavramış olacağımızı hatırlamaya çalış!
29. Kural: Hiç kimseyi küçümseme! Tolstoy’un da dediği gibi “ Kimseyi küçümseyecek kadar büyük değilsin. Çünkü gün gelir küçümsediğin her şey için önemsediğin bir bedel ödersin.
30. Kural: Hiçbir şeyi Abartma! Abartmak olumsuz olanı hiç olmadığı kadar şişirmektir ve insana hiçbir artı değer katmaz.
31. Kural: Şiddetin her türlüsünden kaçın! Fiziksel, psikolojik, cinsel, ekonomik... Yaşattığın her şiddet gerçekte kendine duyduğun hiddettir.
32. Kural: Ben değil biz kuralına uy! Tıpkı bir Şaman öğretisinde söylendiği gibi;
Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz..
Nehirler kendi suyunu içemez..
Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez..
Güneş kendisi için ısıtmaz..
Ay kendisi için parlamaz..
Çiçekler kendileri için kokmaz.
Toprak kendisi için doğurmaz..
Rüzgar kendisi için esmez..
Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz..”
Doğanın anayasasında ilk madde şudur..
Herşey birbiri için yaşar..
Birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur.
Eski çağlardan süre gelen anlayıştı bu.
Bütünlüğü anlatırdı..
Özü iki cümleydi..
“Ben biz olduğumuz zaman ben olurum.”
“Ben, ben olduğum için sen, sensin.”(1)
Dipnot: https://www.mutluinsanlarkulubu.com/bir-saman-ogretisi-ben-ben-oldugum-icin-sen-sensin/
10 notes · View notes
multecibekes · 4 years
Text
ALEVİLER:
ARAP ALİ ADINDAKİ KATİLİN ve ÇOCUKLARININ ,ALEVİLİKLE İLGİSİ YOKTUR,ALEVİLİK ALİ ve ÇOCUKLARINDAN ÇOK ÖNCEDEN VARDI.
BU HEYKELE BİR DE BU AÇIDAN BAKIN;
ALEVİLİK 1400 YAŞINDA DEĞİL 5000 YAŞINDA‏ !
ALEVİLİĞİN EN ESKİ BELGESİ: GUDEA SİLİNDİRİ
Alevi mürşitleri Aleviliğin başlangıcını anlatırlarken: 'Ayin-i Cem ilk ne zaman ve nerede yürütülmüşse Alevilik de o zamanda ve o mekanda başlamıştır' derler.
Alevi inanışının temel taşı ve Aleviliğin yegane ibadet biçimi olan Ayin-i Cem törenine ait ilk yazılı belgeyi Paris Louvre müzesinde buluruz.Bu belge s 'Gudea Silindiri' olarak bilinen bir Sümer silindir tabletidir..
Sümer uygarlığının son reformisti, Lagaş şehir devletinin ünlü prensi Gudea tarafından MÖ.2125 yıllarında yazdırılan 50 cm boyunda 33cm çapındaki bu silindir tablet Alevi Ayin-i Cem töreninin uzak geçmişine ışık tutacak en eski yazılı belgedir.
Ayin-i Cem, Cem Evi’nin ayin için hazırlanması ile başlar, ayinde sunulacak yiyecekler, (lokma), içkiler (dem) ve Ayin-i Cem’i başlatacak çerağ(çıra-mum) hazırlanır. Sonra ayini yöneten pir (yada dede) törende hizmet görecek on iki hizmetliyi seçer.Ayin-i Cem çerağ uyarılması yada delil uyarılması adı verilen ritüelle başlar.
Gudea silindirinde önce dört-beş bin yıl önce Sümer'de yapılan törenin hazırlık safhası anlatılıyor
“…Gudea bir dizi ilahın yardımıyla tapınağı (cem evi) temizledi...törende (Ayin-i Cem) kullanılacak bütün yiyecekler (lokma) adak içkilerini (dem) ve tütsüleri (çerağ) hazırladı... Bunun ardından tapınağın (cem evi) gereksinimlerini karşılayacak bir gurup hizmetliyi (on iki hizmetli) atama işine geçti.” (parantez içlerini ben yazdım)
Sümer tabletinde bu girişten sonra törende görevlendirilen on iki hizmetlinin adları sayılıyor.
1. Kapıcı (gate keeper)
2. Kahya / Değnekçi (butler)
3. Nezaretçi /Gözcü (bailiff)
4. Silahtar (armaurer)
5. Müzisyen /zakir (musician)
6. Kuşbaz (game keeper)
7. Keçi Çobanı/Kurbancı (goatherd)
8. Dalyan Denetçisi (fisheries inspector)
9. Ulak /Peyik (messenger)
10. Tahıl Denetçisi (grain inspector)
11. Mabeyinci (chamberlain)
12. Arabacı (coachman)
Alevi Ayin-i Cem’inde yer alan On iki Hizmetli'nin adları şunlar
1. Pir Mürşit
2. Rehber
3. Gözcü (Yoklamacı)
4. Çerağcı (Delilci)
5. Zakir
6. Süpürgeci
7. Kurbancı (kimi bölgelerde Sofracı)
8. Saka
9. Peyik
10. Pervane (Semahcı)
11. Sucu-Kuyuccu
12. Kapıcı
Eski Çağda Sümer'de yapılan ayin ile bugün Anadolu'da halen yürütülen Alevi Ayin-i Cemleri arasındaki tek fark on iki hizmetlinin kimilerinde görülen farklı isimlendirmeler.Bu farklılıklar da;Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Ayin-i Cem’lerinde on iki hizmetlinin isimlendirilmelerinde yer yer görülen farklılıklardan çok da fazla değil.
Lokma , dem, çerağ ve on iki hizmetli dışında Alevi Ayin-i Cem töreni ile Sümer töreni arasında bir benzerlik daha var; Sümer dini törenleri müzisyenlerin çaldığı “balag” adını verdikleri bir müzik aleti ile müzik eşliğinde yapılırdı. Bugün Anadolu’da Aleviler’in Ayin-i Cem’leri de müzik eşliğinde yapılıyor. Bu törende kullanılan müzik aletinin adı herkesin bildiği gibi “bağlama” dır.
Sözü edilen Gudea Silindiri 1877 yılında Ernest de Sarzec tarafından antik Girsu şehrinde (Irak) bulundu. -Bu silindir tablet halen Paris, Louvre müzesinde Eski Çağ/Yakın Doğu bölümünde sergilenmektedir. Silindir tabletin müze kayıt numarası 1512 dir. -Gudea silindiri ilk kez 1905 yılında tercüme edildi. Sonraki yıllarda çok sayıda Sümerolog bu metin üzerinde çalıştı. Bu metin üzerinde en son ve en kapsamlı çalışmayı duayen Sümerolog Prof. Samuel N. Cramer (Şikago Üniversitesi) yaptı. Samuel Noah Cramer'in Türkçede de yayınlanan 'Sümerliler' adlı eserin 186. sayfasında konu edilmiştir.(Kabalcı Yayınları).
Kaynak Facebook can feda
Yoldaş'ın sayfasından.
7 notes · View notes
the-mustache-guy-la · 5 years
Text
K.1. Defterİmden Portreler, İlber Ortaylı (Kİtap İncelemesİ)
Tumblr media
Önceki yazımda verdiğim sözü tutmuş olmanın mutluluğuyla, uzak ve yakın politik, edebi veya bilim tarihinde önemli işlere imza atmış insanların, İlber Ortaylı’nın leziz Türkçesiyle ele alındığı ‘Defterimden Portreler’i inceliyoruz bu hafta. İlber Ortaylı’nın herhangi bir tanıtım cümlesine ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Zira, son 5-10 yıl içerisinde, özellikle HaberTürk ve CNN Türk gibi ulusal kanallarda Murat Bardakçı’nın,  Fatih Altaylı’nın ve Deniz Bayramoğlu’nun programlarına katılması ve yayımlanan kitap sayısındaki artışla (özellikle daha popüler bilim üslûbuyla yazılan kitapları) sokaktaki adam tarafından da çok iyi tanınan ve sevilen bir figür haline geldi. Onca kitabı arasında neden ‘Defterimden Portreler’i seçtiğimi merak edenler olabilir. Çok basit bir sebebi var, bu kitapta 292 sayfada 78 yerli ve yabancı politik, edebi veya bilim figürünü kısaca gerek tarihi önemleri, gerekse entelektüel etkilerine değinerek ele alıyor İlber Ortaylı.
Kitapta ele alınan kişiler arasında kimler yok ki? Gaius Iulius Cæsar’dan İbn-i Haldun’a, Evliya Çelebi’den Ludwig van Beethoven’a, Lev Tolstoy’dan Neslişah Sultan’a, Bülent Ecevit’ten Ayla Erduran’a, Attila İlhan’dan Kemal Kurdaş’a hepimizin en azından adını duymuş olduğu bir sürü isim sıralanabilir. Bununla birlikte, bir çoğunu daha evvel duymadığımız değerli entelektüeller de mevcut. Bu kitap hobi olarak tarih okuması yapmayı seven İlber Hoca hayranları için çok güzel bir kitap. Zira, son 2000 yılda Akdeniz Coğrafyasın’da yaşamış önemli insanlardan bahsederken, o kişilerin hayatlarındaki önemli olaylara da değinmiş olması münasebetiyle sadeleştirilmiş bir Akdeniz incelemesi okuyorsunuz kitabın uzak tarihte yaşamış figürlerin incelendiği ilk kısmında. İkinci kısımda ise ‘Çağdaş Türkiye’den Portreler’ inceleniyor. Yaşının el vermesi münasebetiyle okuduklarımızın bir kısmı doğrudan İlber Ortaylı’nın bu kişilerle olan bireysel tecrübelerinden oluşuyor.
 ‘Defterimden Portreler’in ‘Tarihten Portreler’ başlığını alan ilk bölümü daha evvel de söylediğim gibi daha tarihî ve bilindik kişilerden oluşuyor. İlber Ortaylı bu ana hatlarıyla bilinen isimlerden bahsederken genel geçer bilgiler dışında hazmı kolay fakat daha derin bir anlayış sağlayan bilgiler de veriyor. Misal Augustus’un Roma’nın ilk imparatoru olduğu genellikle bilinir. Fakat İlber Ortaylı bu detayı vermekle beraber, Augustus’un Galatya eyaletinin başkenti olan Ancyra’yı  Roma’nın Anadoludaki topraklarının ortasında bulunması ve ordular veya tüccarlar için uğrak bir nokta olması münasebetiyle önemsediği ve Frig döneminden kalan bir tapınağın üzerine Augustus Tapınağını yaptırıp bir de dünya çapında bugün halen meşhur olmasını sağlayan ‘Testamentum Ancryranum’u (Ankara Nutuğu) koydurduğu bilgisini verir. Ve bu metinde İmparator Augustus’un yönetimi süresince yaptığı icraatların hepsini yazılı olarak beyan ettiğini ekler. İlber Ortaylı kitap boyunca mercek altına aldığı ‘portre’lerle ilgili, bu tarz kıyıda köşede kalmış bilgileri gerçek bir ustalıkla kitabın akışına yedirmiş. Kitabın ilk bölümünde adı geçen şahıslar tarihe olan bireysel ilgimden mütevellit pek de yabancı olmadığım figürler olmalarına karşın, ağzımı açık bırakan detaylarla da sık sık karşılaştım. Eğer ki çok tarih okuması yapan birisi değilseniz, bu kitap vasıtasıyla çok güzel ve değerli bilgiler edineceğinizin garantisini verebilirim.
Yazıya devam etmeden bir itirafta bulunayım. Kitabın ‘Çağdaş Türkiyeden Portreler’ kısmındaki isimleri görüp, üçte birini bile tanımadığımı farkedince afallamış ve şaşırmıştım. Ve hatta haddimi aşıp, keşke daha bilindik isimleri ele alsaymış diyerek, kendi ülkemin yakın dönem entelektüel tarihiyle ilgili cehaletimi aşırı miyoplar haricindeki herkesin gözleri önüne sermiştim. Bu talihsiz olaya mukabil ‘İki düşün, bir konuş’ ve ‘Söz gümüş ise, sükût altındır’ gibi sözlerin değerini daha iyi anlamış ve özütmüş oldum.
İlber Ortaylı, kitabın bu bölümünde ele aldığı isimlerin epey bir kısmıyla bireysel olarak da tanıştığı ve onlarla ortak anıları da olduğu için, buralarda verilen bilgiler çok ama çok değerli. Misal, ‘‘son Osmanlı Şehzadesi Osman Ertuğrul Efendi’nin nüktedan bir kisiliği vardı. ‘En eski İmparatorluk Mısır 2500 yıl sürdü, sonra Roma 1200 yıl, bizimkisi 600 yıl, İngiltere 250 yıl... Süre gittikçe yarılanıyor, giderek sonuncu imparatorluğun ömrü 15 dakika olacak.’ demiştir’’ şeklinde kağıda döktüğü ifadelerle zaman zaman bahsi geçen şahıslarla olan bireysel anılarına başvuruyor o zâtları bize tanıtırken.
Bu kitabın ‘Çağdaş Türkiyeden Portreler’ kısmının benim için önemli olma sebeplerinden bir diğeri de Semavi Eyice gibi aydınların ne kadar zor koşullarda eğitim aldıklarından (Misal 1924 Amasra doğumlu Sanat Tarihçisi Semavi Eyice’nin 1943 sonbaharında Bizans sanat tarihi okumak için gittiği Berlinde bombalamalar altında, elektrikler kesik olduğu için mum ışığı altında katıldığı dersler, gibi.), yaşamlarını ya da araştırmalarını sürdürdüklerinden bahsetmesinden ileri geliyor. Ya da Kemal Kurdaş’ın ODTÜ kampüsü kurulurken verdiği emekler; Bülent Ecevit, İsmail Cem ve Attila İlhan gibi aydınlarımızın zarif kişilikleri ve insan sevgilerini anlatması...
Bir başka çarpıcı örnek ise İlber Ortaylı’nın 1965′te girdiği Mülkiyedeki üçüncü yılında dersine giren Nermin Abadan Unat ile ilgili yazdığı aşağıdaki satırlardı:
‘‘Nermin Hanım, değişikti. Kimi nerede azarlayacağını tahmin edebilirdiniz. Önyargılara ve ezbere tahammülü az olan zümredendi. Aynı özelliği sınıf arkadaşı, kadim dostu ve Mülkiye’den sonra gittiğim ODTÜ’de hocam olan Mübeccel Kıray’da da gördüm. Çakma fikir ve sözde gözlemlere tahammülleri yoktu, iyi de yapıyorlardı. Bu sayede bir nesil daha ciddi ve namuslu düşünmeye alıştı.’’ 
'Defterimden Portreler’de daha bir sürü değerli insan ile güzel bilgiler var keşfetmenizi bekleyen. Kitabın ilk bölümünde dünya tarihi ve bizim tarihimizde yer almış önemli figürler hakkında güzel ve değerli bilgiler veriliyor. Kitabın devamındaysa, yakın tarihimizde topraklarımızdan çıkmış, farklı alanlarda uzmanlaşmış, hem doğu, hem batı, hem de kendi kültürünü bilen ve hazmetmiş entelektüelleri tanıtıyor İlber Ortaylı. Yeni nesillerin bu entelektüelleri tanımasına ve belki de kendi rol modellerini bulmalarına yardımcı olarak gerek gençlere, gerek Türkiye aydın sınıfına, gerekse dünyada giderek yok olmaya yüz tutmuş entelektüel sınıfa, bu médiocrité (vasatlık) çağında bir umut ışığı oluyor. 
Önümüzdeki hafta bir podcast tanıtımı ile tekrar karşınızda olacağım.
Bir sonraki yazıda görüşene dek, keyfiniz yerinde olsun.
Esenlikler,
tmg
1 note · View note
karanlikmadde07 · 6 years
Text
4 Temmuz-7 Temmuz Denizli-Burdur-Isparta Gezisi
1. Gün. 4 Temmuz 2018
Sabah 5:45 uçağı ile İstanbul Atatürk Hava Alanı’ ndan Denizli’ nin Çardak ilçesindeki havaalanına indik. İlk kez Türkiye Gezginler Kulübü’ nün yaptığı bir geziye 3 arkadaşımla birlikte katılıyorum. Daha önce (3-4 yıl önce) Makedonya’ ya yaptıkları bir geziye dahil olmak istemiş ancak iş yoğunluğundan ötürü katılamamıştım. Rotamız üzerinde, sakin bir yerde gözleme veya küçük atıştırmalarla geçirilen kahvaltının ardından ilk önemli durağımız olan Aphrodisias Antik Kentine doğru yol alıyoruz.
Aphrodisias Antik Kenti: Kentin, antik dönemde mermer ocakları sayesinde oldukça zengin bir kent olduğunu ve yine mermer ocaklarına sahip olması nedeniyle özellikle heykel sanatında oldukça ileri ve ününün olduğunu rehberimiz Attila Bey’ den öğreniyoruz. Roma İmparatorlu’ nun dört bir yanına oldukça yetenekli heykeltraşlar yetiştirmiş bir şehir burası. Kurulduğu dönemde ızgara planlı olarak inşa edilmiş ve yaklaşık olarak 15 bin civarında insan yaşamaktaymış. Bu güzel antik şehir, 2017 yılında Dünya Miras Listesine kaydedilmiş. Şehiri gezerken, büyük ölçüde mermerden inşa edilmiş yapıların varlığına ve kabartma ve yazıtların iyi korunmuş bir şekilde ortaya çıkarıldıklarına şahit oluyoruz. Aphrodisias antik kenti, adını dönemin en ünlü ve önemli tanrıçalarından olan Afrodit adına yapılan Afrodit Tapınağından almış. Hristiyanlığın kabulünden sonra ise, şehirde Hristiyan mabetlerinin de yapıldığı mermerler üzerinde yer alan haçlardan ve piskoposluk binasından rahat bir şekilde anlaşılabiliyor. Ben buradaki bazı yazıtların fotoğraflarını çekerek, İstanbul Rumlarından bir arkadaşıma gönderdim ve kendisinden bu dilin oldukça eski bir grekçe olduğunu ama genel olarak yazıtlarda ne yazdığını da öğrendim. Şehirdeki en önemli yapı, kesinlikle türünün tek örneği olan ve 80 metre uzunluğunda ve 14 metre genişliğindeki Sebasteion. Bir diğer önemli yapı ise elbette Afrodit Tapınağı. Bu tapınağın yanında, bu antik kenti olağanüstü çabalarıyla ve emekleriyle bugünkü durumuna getiren Prof. Kenan Erim’ in mezarı da bulunuyor.
Bunun dışında, kentin sular altında kalmasını önlemek için geliştirilen tahliye/drenaj sistemlerinin geliştirildiğini görüyoruz. Çünkü bu bölge, aynı zamanda deprem kuşağı üzerinde yer alan bir bölge ve bu nedenle özellikle 4üncü ve 7nci yüzyıllardaki depremlerde büyük zararlar görmüş. Zaten menderes ovaları, fayların parçalanması sonucu oluşan graben (çöküntü) ovalarıdır ve bu çöküntü alanlarının akarsular tarafından alüvyon setlerle doldurulmasıyla bu ovalar ortaya çıkmıştır. Şehrin yaşadığı büyük problemlerin ve drenaj ihtiyacının altında yatan sebeplerde bu olsa gerek. Aphrodisias Antik Kenti gezimizin ardından Tripolis Antik Kentine doğru yol alıyoruz.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Tripolis Antik Kenti: Aracımızdan inince oldukça sıcak bir havaya ve rüzgara maruz kaldık. Ve şehirdeki bir gölgelik alana sığındık. Bu alanda bizi güneşten kaçmış ve kendisini sevdirmek isteyen bir köpek karşıladı. Oldukça uysal ve sevecendi. Neyse ki araç şoförümüz Ferdi Bey, elinde bulunan poğaçaları köpeğe verdi. Yemesinden ve davranışlarından hem midesinin aç olduğu hem de sevgiye aç olduğu anlaşılıyordu. Gelelim antik kente. Bu antik kentin ilk kuruluşu hakkında kesin bilgiler bulunmuyor. Daha sonra yaptığım araştırmalarda Tripolis şehrinin, Lidya şehirleri arasında yer almakla birlikte Frigya ve Karya bölgelerine ulaşımı sağlayan önemli sınır, ticaret ve tarım merkezlerinden biri olduğunu öğrendim. Menderes nehri ile Çürüksu (lycus) Çayının bereketlendirdiği, Çürüksu Ovasının büyük bir bölümüne hakim kentlerden biri. Ayrıca kuruluş biçimiyle ve şehircilik anlayışıyla yörenin en zengin kentleri arasında yer aldığı düşünülüyor. Bu antik kentte, yine depremler (horst-graben olayları bu bölgeyi oldukça tahrip etmiştir) ve savaşlar nedeniyle epey tahrip edilmiştir.
Tumblr media Tumblr media
Antik Havuz, Hierapolis, Pamukkale Travertenleri
Bu küçük antik kenti gezdikten sonra, dört gözle beklediğimiz ve antik havuzu da içerisinde barındıran Pamukkale Travertenleri ve Hierapolis şehrine doğru hareket ediyoruz. Öncelikle rehberden ve kulüp başkanı Prof. Dr. Orhan KURAL’ dan, Hierapolis bölgesinde maalesef bir zamanlar çok sayıda otelin inşa edildiğini ve bu nedenle Pamukkale travertenlerinin karardığını öğrendik. Pamukkale travertenleri bir turizm değeri olarak turist çekerken, öte yandan turistik otellerin yanlış yere yapılması nedeniyle yok olan doğal güzellikler… Bumerang misali… En nihayetinde, kendi kuyusunu kazan bir işletmecilik ve yönetim anlayışı...
Neyse ki, antik bölgedeki bütün otellerin yıkılması, travertenlere kontrollü su verilmesi ve iyi bir bakım sayesinde, bölge yeniden güzelleşmiş ve doğal dokusuna dönmeye başlamış. Burada artık serbest zamanımız var. Dileyenler Antik havuzda yüzebilirler, dileyenler ise travertenlerde veya taşlarda (taş derken antik bölgedeJ )vakit geçirebilirler… Bu arada biz 4 kişi yavaş yavaş foto ekibi olarak anılmaya başladık. Kendi aramızda hem antik havuzda yüzme hemde travertenlerden aşağıya yürüyerek inme kararı aldık. Biz yaparız. Zamanı böldük ve önce antik havuza girerek havuzda oldukça keyifli vakit geçirdik. Gerçi ekipten birini, sürüye sürüye çıkarmak zorunda kalacağımızı düşünmedim değil. Hiç niyeti yoktu çıkmaya. Havuza giriş 50-TL ve biletle girebiliyorsunuz. Elinizdeki eşyaları, 10-TL depozito karşılığında oradaki dolaplardan birine kilitleme imkanınız var. Çıkarken anahtarı teslim edip paranızı (deposito) geri alıyorsunuz.
Antik havuzun suyu oldukça sıcak ve jeotermal bir su olduğu için rahatlatıcı bir etkiye sahip. Bu bölge fay hatlarının üzerinde olması ve horst-graben etkinliğinin yoğun olması nedeniyle, çok sayıda yer altından gelen jeotermal kaynaklara sahip. Kendi döneminde de Hierapolis ve çevresi tam bir sağlık merkezi durumundaymış. Bu konuda yapılan araştırmalara göre Antik Havuz’un suyu, kalp hastalığı, damar sertliği, tansiyon, romatizma, deri, göz, raşitizm, felç, sinir ve damar hastalıklarına, içildiğinde de spazmlı midelere çok iyi geliyormuş. Roma Dönemi’nden itibaren Antik Havuz’un etrafında sürekli olarak sağlık merkezlerinin kurulmasının nedeni de bu olsa gerek. Bugün antik havuzu meydana getiren ise, M.S. 7nci yüzyılda oluşan depremdir. Bu deprem zaten bölgedeki birçok yerleşim yerini tahrip etmiş bir deprem. Bölgedeki bütün antik kentlerin tarihinde çok belirleyici ve yıkıcı bir öneme sahip. Bu deprem sonucunda oluşan kırık içinde meydana gelen havuzun içine sütunlar ve diğer yapılar yıkılmış ve bugünkü antik havuzu oluşturmuş. Antik havuzdaki bu keyifli dakikaların ardından, Pamukkale travertenlerinden aşağıya doğru onlarca selfie ve fotoğraf çekerek inişe geçtik. Rehberimiz Attila Bey’ e bizi aşağıdan almalarını söylediğimiz içinde geç kalmaktan ve grubu bekletme ihtimalinden dolayı endişeliyiz. Hem acele ettik hem keyif aldık. Zamanı oldukça verimli kullandık.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Öğle ve Akşam Yemeği: Öğle yemeğini Doğa Restaurant’ ta yedik. Gerek ikramlardan, gerekse ana menüdeki yemeklerden çok büyük keyif ve tat aldık. Akşam yemeği oteldeydi ve karpuzu fazla kaçırdığım için keçi yutmuş piton gibi hissettim kendimi.
Konaklama: Konaklamayı Pamukkale’ de Lycus River adlı otelde yaptık. Ben, otelden, odamdan, havuzdan, akşam yemeğinden ve kahvaltısından oldukça memnun kaldım. Otelin tuvaletteki musluğuna kadar kullanımdaki bütün sular, jeotermal yani yeraltından gelen sıcak sulardan karşılanıyor.
2 notes · View notes
pinekmekci · 3 years
Photo
Tumblr media
* * * Wat Chalong tapınağı veya kısaca Chalong (Wat Chalong) - Phuket adasındaki en çok ziyaret edilen, en büyük ve en ünlü Budist tapınağı. * * Tapınağın tam ve orijinal adı Wat Chitarra (Wat Chaiyatararam), ancak bu tapınağın adı, belki keşişlerin kendileri ve bazı yerliler ve tur rehberleri dışında neredeyse hiç kullanılmaz. * * Chalong tapınağı Phuket, 19. yüzyılın başlarında inşa edilmiştir. Yerliler ve birçok Taylandlı turist tapınağa dua etmek ve Luang ve Luang Po Chuan'ın (Luang Pho Cham, Luang Pho Chuang) kurucuları arasında Chalong'un kurucuları olan saygın rahipleri onurlandırmak için geliyorlar. * * Bu iki keşiş, 1876'da Çin isyanına karşı savaşta, iyi bir bitkisel ilaç bilgisi sayesinde yerlilere yardım edip ve yaralıları tedavi etmişler. * * Chalong tapınağı, içinde birkaç bina, bir bahçe, küçük bir çeşme, Tapınak, krematoryum, çan kulesi, çardak, alışveriş ve hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu oldukça etkileyici bir vücut tapınağı kompleksidir. * * Günümüzde görebildiğimiz Budist tapınak kompleksi başlangıçta öyle değilmiş, zamanla tapınak büyümüş ve yeni binalar ortaya çıkmış * * En etkileyici, parlak ve popüler olan Phra Mahathat Chedi'nin binasıdır. Chedi, Sri Lanka hükümeti tarafından 72. yıl dönümünde Tayland Kralı Rama IX'a bağışlanan Buda'nın omuz kemiğinin bir parçası olan kutsal kalıntıların depolanması için 2001 yılında inşa edildi. * * Chedi'nin 60 metrelik bir tepesi var ve uzaktan göze çarpıyor, keskin kubbesi cennete doğru yükseliyor. * * Chedi'de her zamanki gibi ayakkabılara gidebilirsiniz ve Budist kültürünün kuralları girişte bırakılmıştır. * * #pınphotographytaylandda #thailand #phuket #gba7mayis . . #pinphotographyontheway #pinphotographyyolda . . #ig_roamersclub #roamersclub #gezginlerbirarada . #doyoutravel #travelling #traveltheworld #igtravel #travelwriter #postcardsfromtheworld #traveldeeper #ilovetravel #wanderlust #travelphoto #travelingram #mytravelgram #instatravel #travelblogger #wanderlust #travelstroke #travelphotography #ig_worldclub #worldcaptures * (at Wat Chalong Temple, Phuket) https://www.instagram.com/p/COkVXNYAWJH/?igshid=1q3qrhdvz8onk
0 notes
baliadasi · 5 years
Text
Bali Adası Gezilecek Yerler
Bali Adası Gezilecek Yerler
Seminyak ve Çevresi * Tanah Lot: Seminyak’ın kuzey tarafında yer alan bu tapınak Hindular için adadaki en kutsal tapınaklardan biri. Tanah Lot, 16. yüzyılda Java’dan Bali’ye gelen Nirartha adındaki rahibin, tapınağın üzerinde kurulduğu kayalığı görüp çok etkilenerek buradan ayrılmaması ve buraya tapınak yapılmasını öğütlemesi sonucunda yapıldığına inanılan, deniz çekildiğinde yürüyerek ulasilabilen hindu tapınağı.  Bali’nin en çok fotoğraflanan noktalarından biri olan Tanah Lot çok kalabalık olduğundan erken saatlerde gitmenizi tavsiye ederim.
Giriş ücreti: 60.000 rp. (yaklaşık 5 dolar), 6-12 yaş arası çocuklar için 30.000 rp.
Otopark giriş ücreti: Motorsiklet için 2000 rp. ,   araba için 5000 rp.
* Double Six Beach: Beach diyince aklınıza yüzebileceğiniz bir kumsal gelmesin. Buraya daha çok sörf yapmak, gün batımını izlemek için geliyorlar. Bali’ye özgü renkli şemsiyelerin, minderlerin atıldığı plajda bir şeyler yiyip içebilirsiniz. Gel git etkisiyle akşam üzeri çekilen deniz plajda kötü bir görüntü bırakıyor. Her mekan kumsala dj getirmiş. Müzikler iyi ama yemekler kalitesiz sadece birşeyler içmenizi tavsiye ederim.
*Patato Head Beach Club: Seminyakta zamanınız varsa gitmenizi tavsiye edebileceğim, Bali’deki popüler yerlerden bir tanesi. Bu özel işletme 11’de açılıyor fakat en geç 10.30’da orada olmalısınız. Çünkü aşırı kalabalık ve insanlar sıraya giriyor. Günlük 500.000 IDR. (yaklaşık 45o tl)  harcamanız şartıyla havuzun etrafındaki localarda oturabiliyorsunuz. O kadar para vermem derseniz de havuzun arkasındaki şezlonglara yada çimlere uzanabilir, sadece yiyip içtiğinizi ödeyebilirsiniz. Mükemmel bir gün batımı var, müzikler oldukça iyi, kaliteli bir mekan.
*Ku De Ta Beach Club: Seminyakta kime sorsanız, yada ne yapayım diye sorsanız size mutlaka Ku De Ta beach kulübü önerecektir. Okyanusa karşı kokteylinizi yudumlamak istiyorsanız doğru adrestesiniz. Muhteşem bir gün batımı da cabası. İyi yemek, güzel müzik, bir şeyler içmek istiyorsanız ziyaret edebileceğiniz kaliteli mekanlardan biri diyebilirim.
Uluwatu ve Çevresi * Uluwatu Temple: Julia Roberts’ın “Ye Sev Dua Et” filminde de geçen bu tapınak adaya gelipte mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. Kayalıkların tepesine konumlanmış, muhteşem okyanus manzarasıyla, tapınak içinde gün batımında gerçekleşen Keçak dansı ile sizi büyüleyen bir tapınak. Girişte kadın-erkek demeden “sarong” denilen örtülerle belinize sarmanız isteniyor. Tapınağın girişinde maymunlar sizi karşılıyor. Tapınaktaki maymunlara çok dikkat edin, fotoğraf makinenizi, güneş gözlüğünüzü, renkli şeylere meraklı olduklarından aksesuarlarınızı alıp kaçabilirler. İnsanlara o kadar alışkınlar ki bazılarının omuzuna atlayıp fotoğraf bile çektiriyorlar.
Keçak dansı akşam 18.00 de tapınak içindeki anfi tiyatroda gerçekleşiyor. 1 saat süren bu dans 15-20 dk sonra sıkmaya başlayabiliyor fakat yine de gün batımına karşı görülmeye değer.
Tapınağa giriş ücreti: Yetişkinler için 30.000 ıdr, çocuklar için 20.000 ıdr.
Açılış saati: 09.00-18.00.
*Padang Padang Beach: Uluwatu çevresinde gezdiğimiz plajlar arasında en sevdiğim burası oldu. Hem iniş ve çıkışının diğer plajlara göre kolay oluşu hem de kumsalının daha temiz, daha kalabalık oluşundan dolayı diyebilirim. Bali denize girmek için uygun bir ada değil fakat yine de gireceğim diyorsanız tavsiyem burası olur. Plaja girişte herhangi bir ücret yok. Maymunlara burada da dikkat!
*Bingin Beach: İnişinin ve çıkışının oldukça zorlu olduğu bu plaja inince sizde göreceksiniz ki 30 yaş altı tüm Avusturalyalılar özellikle sörf için buraya gelmiş. Burada sörf dersi veren hocalar bulmanız mümkün.  Plaja inerken ve çıkarken bayağı söylensenizde, sahile indiğinizde ne kadar çok yapılaşmanın olduğunu göreceksiniz. Güneşlenmek için hiç uygun bir plaj değil. Plajda çok iyi kahve, taze meyve suları, smoothieler ve restoranlar var.
*Blue Point Beach (Uluwatu Beach): Benim tüm plajlar içindeki favorim burası. Mekanlar özellikle de yeme içme kısmında bahsedeceğim Single Fin Bar saatlerce vakit geçirmek isteyeceğiniz, tekrar gitmek için can atacağınız yerlerden bir tanesi.  Burası da kalabalık yerlerden biri. Özellikle de sörfçülerin işgali altında. Bir gün tekrar buluşacağız diyerek ayrıldım buradan.Girişte  otopark için 2000 ıdr gibi bir ücret ödüyorsunuz.
Ubud ve Çevresi *Sacred Monkey Forest Sanctuary (Kutsal Maymun Ormanı): Ubud’a gelenlerin yapacakları popüler atraksiyonlardan biri bu ormanı görmek. Hindular bu ormanın ve içinde yaşayan maymunların kutsal olduğuna inanıyorlar.Ormanda 700 kadar maymun yaşamaktaymış. Orman, Ubud şehir merkezine yakın olarak konumlanmış. Keyifle ortalıkta yiyen içen maymunları görmek istiyorsanız gidin, korkuyorsanız sizin için oldukça zor bir deneyim olabilir. Girişte maymunlara vermeniz için muz satılıyor, alıp besleyebilirsiniz.
Giriş ücreti: Yetişkinler için 50.000 ıdr, çocuklar için 40.000 ıdr.
Açılış zamanı: 08.30-18.00.
*Tegenungan Rice Terrace: Ubud’dan yaklaşık 30 dk uzaklıktaki pirinç terasları için en uygun zaman Mayıs-Eylül arasındaki dönem. Bahsettiğimiz dönemler dışında gidiyorsanız da hasat toplanmış dahi olsa manzara yine de güzel. Yağışlı zamanlarda pirinç tarlaları arasında yürümek oldukça zor olabilir. Çok kalabalık olduğundan araç için yer bulmak oldukça zor olabiliyor. Biz arabayı uzağa bahsetmek zorunda kaldık. Yine terasın girişinde yerel halktan bir amca küfesiyle bekliyor, gelenlerle fotoğraf çektiriyor.
*Tegenungan Waterfall: Pirinç tarlalarına yakın konumdaki bu şelale yine vaktiniz varsa görmeniz gerekenlerden. Şelalenin iki giriş kısmı bulunmaktadır. Şöförümüz bizi daha sakin olan, çoğu kimsenin bilmediği şelalenin hemen arkasındaki kapıdan soktu. Bu kapı daha sakin olmasına rağmen diğer kapıdan girdiğinizde manzara daha fotoğrafik. Bundan dolayı da oldukça kalabalık, hediyelik eşya dükkanı, cafeler oldukça fazla iken otoparkta yer bulmak oldukça zor. Giriş ve çıkış tek yönlü olduğundan buradan çıkmak epey vakit alıyor.  Şelalede yüzmek debili aktığından zor, su çok kirli yüzmek için uygun değil, zaten buraya gelenlerin çoğunlukla fotoğraf çektirmek için geldiklerini, yüzmediklerini göreceksiniz.
*Campuhan Ridge Walk: Sizde bizim gibi pirinç tarlaları arasında yürüyüş yapmak istiyorsanız burayı mutlaka görmelisiniz. Ubud şehir merkezine oldukça yakın bu yolda pirinç tarlaları arasından yürüdükten sonra 2 km ilerisindeki kafede kahve molası verebilirsiniz. Turistler tarafında fazla bilinmeyen bu yolda sabah yada gün battıktan sonra yürümenizi tavsiye ederim.
*Ubud Palace (Puri Saren Palace): Ubud’a geldiğinizde tüm yollar buraya çıkıyor.Yani burayı gözden kaçırma gibi bir durum söz konusu olamaz.  Otellerin ulaşım hizmetinin de bu noktadan sağlandığı için tapınak ve çevresi kalabalık. Ubud Kraliyet ailesi tarafından da kullanılmakta ve hala içerisinde yaşıyorlar. Bundan dolayı tapınağın her yerini rahatça gezemiyorsunuz. Akşamları bu tapınakta Bali’ye özgü dans gösterileri düzenlenmekte.
*Ubud  Art Market: Burayı sanat galerisi sanabilirsiniz aslında pazar. Bali’ye özgü hediyelik eşya, ahşap aksesuar, kıyafetlerin satıldığı bu pazarda o kadar güzel şeyler var ki bir valizi boş getirseniz de olur. Pazarlık yaptığınız takdirde uygun fiyatlara çok güzel şeyler alabilirsiniz. Size teklif ettikleri ücretin en az 1/3 fiyatı verin.Pazar her gün açık. Pazarlık yapmadan bir şey sakın almayın!
*Pulina Coffee Plantation (Kopi Luwak Kahve Tadımı): Adaya dair en egzotik şeylerden bir tanesi de kahve tadımı. Nedir bu kopi luwak’ı meşhur eden? Asya’ya özgü civet kedisinin kahve çekirdiklerini tüketip, dışkılarının temizlenip belli işlemlerden geçmesi sonucu ortaya çıkan kahve Kopi Luwak kahvesi. Dünyanın en pahallı kahvesi sayılan bu kahveyi adada bir çok yerde tadabilirsiniz.
Bir çok tadım mekanı varken “Neden burası?” diye soracak olursanız, öncelikle pirinç tarlalarına 5 dk mesafede. Aynı zamnda tesis oldukça büyük ve pirinç teraslarına bakan mükemmel bir manzarası var. Mekanın otoparkına aracınızı park edip içeri girdiğinizde, çalışanlar biri tarafından karşılanıyorsunuz. Civet Kedisini yakından görebiliyor, kahvenin nasıl elde edildiğini, hangi işlemlerden geçtiğini adım adım görebilirsiniz.
Luwak kahvesinin yapımını öğrendikten sonra sizi tadım için masalara yönlendiriyorlar. Bir fincan Kopi Luwak kahvesinin siparişini verdikten sonra yanında denemeniz için ücretsiz 8 bardak farklı aromalara sahip kahve ve çay getiriyorlar. Benim favorim Ginseng ve Chocalate coffee oldu. Kopi Luwak kahvesinin de bir farkı var mı derseniz çok bi espirisi yok ama adaya gelmişseniz mutlaka denemelisiniz.
*Luwak kahvesinin tadım ücreti 5 dolar.
Diğer Bölgeler *Mount Batur: Halen aktif olduğu söylenen Batur Dağı’na sabah 5 gibi gidip gün doğumu yakalanmaya çalışılıyor. Biz çocuklu olduğumuz için gidemedik çünkü tırmanmak gerekiyor. Çok isteyipte yapamadığımız bir etkinlik oldu. Ada lokallerinin de  mutlaka gitmelisin dediği yerlerden olan bu dağa mutlaka tırmanın.!
*Pura Ulan Danau Bratan: Bedugül Bölgesi’nde Ubud’dan yaklaşık 2 saat mesafedeki bu tapınak benim gördüğüm tapınaklar içinde en etkileyici olanı. Bratan Krater gölü kenarına konumlanmış bu göl aynı zamanda bir dağın eteğinde 17. yüzyıldan kalma Hindu-Budist tapınağı. Adını Hint inanışına göre dünyanın ortasında bulunan kutsal dağ Meru’dan alıyor. 3,5,7,9 ve 11 katlı olabiliyor.  Kat sayısı arttıkça tapınağın önemide artıyor. Bu tapınağa giderken yolda karşılaştığınız manzaralar inanılmaz.
Açık Olduğu Saatler:08.00-18.00
Giriş Ücreti: 50.000 IDR( yaklaşık 4.5 dolar)
*Pura Tirta Empul: Gunung Kawi’ye yakın tapınak. Balide binlerce tapınak olmasına rağmen en kutsal sayılanlarından biri. Çok mistik bir tapınak. Tapınağa girerken kadınların saçlarının toplanması gerekiyor. Beline sarong bağlamanız isteniyor. Balililer bu kutsal suda yıkanıyorlar.
Giriş Ücreti:15.000 IDR
0 notes
gezinoktam-blog · 5 years
Photo
Tumblr media
Hacı Bayram Camii’nin bitişiğindeki Augustus Tapınağı, son Galatya Hükümdarı Amintos’un oğlu Kral Pylamenes tarafından M.Ö. 25 yılından sonra, Frig tanrısı Men’e adanmış bir tapınağın yıkıntıları üzerine inşa edilmiş.
Ankara’nın başkenti olduğu Galatya’nın Roma İmparatorluğu egemenliğine girmesini kutlamak ve İmparator Augustus’a bağlılığı kanıtlamak için yaptırılan tapınak, Bizans döneminde çevresine eklemeler inşa edilerek kiliseye dönüştürülmüş.
İmparator Ferdinand’ın elçi olarak yolladığı Hollandalı Busbecque tarafından Amasya’ya giderken bulunan tapınağın gün yüzüne çıkartılması için çalışmalar 1930 yılında Dr. Hamit Zübeyr Koşay önderliğinde gerçekleştirilmiş. Duvarlarının bir kısmının günümüze ulaşabildiği yapının kapısı ise bütünlüğünü halen daha önemli ölçüde koruyor.
İşlemeleri ile dikkat çeken bu kapının dışında tapınak çevresindeki kazılarda bulunmuş en önemli parçayı Ankara Anıtı (Monumentum Ancyranum) olarak adlandırılan yazıt oluşturuyor. Bu yazıtta ilk Roma İmparatoru Augustus’un başardığı işler anlatılıyor. Detayları okumak için tıklayın.
0 notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing – 127. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 127: TongLu Dağı Tekrar Açılıyor, Tüm Hayaletler Harekete Geçiyor
Yüz ifadesine bakılırsa, sağ gözü zonkluyor ve korkunç derecede acı veriyordu. Xie Lian hemen öne atıldı. “İyi misin?”
Hua Cheng’in ağzının kenarı seyirdi ama kelimelerini yuttu. E-Ming’in kabzasına kazınmış gümüş göz aniden açıldı ve göz küresi delirmiş gibi dönmeye başladı. Hua Cheng’in sunağın köşesinde duran elinin üzerinde damarlar belirdi, her an masayı ters çevirmekle tehdit eder gibiydi. Xie Lian elini uzattı, yardım etmek istiyordu ama Hua Cheng kükredi. “Geri çekil!”
Xie Lian’ın donduğunu görünce Hua Cheng sıkılmış dişleri arasından konuştu. “…Ekselansları, lütfen, çabuk benden uzaklaş. Ben…”
Xie Lian sözünü kesti. “Bu haldeyken bana nasıl gitmemi söylersin?!”
Hua Cheng konuşurken sesi tümüyle nazikti. “Eğer burada biraz daha kalırsan, ben –”
Bir anda sıra sıra yükselen hayalet inlemeleri ve haykırışları QianDeng Tapınağının dışından yükseldi. Hayaletler şehrin ana caddesinde koşuşturuyor, iki göz iki çeşme ağlıyor, başlarını tutmuş inliyorlardı, sanki kafaları ikiye yarılmış ve ölümün eşiğindeymiş gibilerdi. Kaosun ortasında, Qi Rong en önden koşuyordu. İnsan bedenine sahip olduğu için, her ne kadar etten bedeni güçlerini azaltsa da, aynı zamanda da hayaletlere yönelik olan saldırılara karşı bir tür koruyucu kalkan görevi görüyordu. Sırf bu sayede Qi Rong rahat bir şekilde koşuyordu ve kaçmak için bir fırsat yakalamıştı. Gu Zi’yi sarmalayan kadın hayaletler de yere düşmüş ve baş ağrıları çekerek ağlıyorlardı. Uyuşturucu melodilerini söyleyemedikleri için Gu Zi sersem bir halde uyanmış ve ilk gördüğü şey delirmiş gibi kaçan Qi Rong olmuştu. Ayaklandı ve bağırarak arkasından koşmaya başladı. “Baba! Baba! Beni bekle!”
Koşarken Qi Rong arkasına baktı, dilini çıkardı ve dudak büktü. “LULULULULALALALA, AFERİN SANA, BABACIK KAÇIYOR! HAHAHAHAHAHAHA.”
Ancak Gu Zi iki küçük bacağıyla hala peşinden koşuyordu. Aralarındaki mesafenin açılmaya başladığını görünce gözyaşlarına boğuldu. “Baba! Lütfen beni bırakma! Baba, beni de al!”
Qi Rong durmadan tükürüyordu. “KAYBOL! KAYBOL! BENİ TAKİP ETME! NE ÇİLE AMA!”
Tükürüğü uzaklara uçmuş ve Gu Zi’nin alnının ortasına çarparak onu popo üstü devirmişti. Daha çok ağlamaya başladı, öyle ki kalbi parçalanacak ve ciğerleri yerinden çıkacak gibiydi. Xie Lian daha fazla dayanamadı ve QianDeng Tapınağından öfkeyle çıktı. “Qi Rong!”
Qi Rong önündeki yolu kapatan Xie Lian’ı gördüğü anda korkuyla arkasını döndü ve geldiği yöne doğru gerisin geri kaçtı. Koşarken Gu Zi’yi yerden kaptı ve tehdit etti. “SAKIN YAKLAŞMA! GELİRSEN GÖZLERİNİN ÖNÜNDE BU KÜÇÜK VELEDİN KAFASINI ISIRIVERİRİM!! Uslu oğlan, babacığın akşam yemeği olacak, evlat gibi evlat! Yarın babacık seni pişirecek! Ateşte mi yoksa buharda mı pişeceğini seçebilirsin! HAHAHAHA!”
Tehdidi Xie Lian’ın cesaretini hiçte kırmamıştı. Ancak tam peşinden koşacaktı ki arkasında büyük bir gürültü koptu. Sanki aniden öfkeye kapılmış gibi Hua Cheng mürekkep, fırça ve kağıt tomarını masadan atmış ve yere devirmişti. Kendini en kötüsüne hazırlayan Xie Lian’ın artık Qi Rong’la uğraşacak vakti yoktu ve hemen arkasını döndü. “San Lang…”
Aniden Hua Cheng ona sımsıkı sarılmıştı. Yüce Hayalet Kralı fısıldarken, sesinde bir titreme vardı. “Yalan söyledim. Beni bırakma.”
“…” Güçlü kolların arasında kapana kısılan Xie Lian, bir heykel kadar hareketsizdi. “San Lang? Benim kim olduğumu biliyor musun?”
Sanki tüm mantığını kaybetmiş ve karşısında kimin olduğunu ayırt edemiyormuş gibi görünüyordu. Xie Lian’ı kollarıyla daha da sıkı sardı ve mırıldanmaya devam etti. “…Yalan söyledim. Beni bırakma.”
Xie Lian’ın gözleri büyüdü. Tapınağın dışında, Gu Zi kontrolsüz bir şekilde ağlarken, Qi Rong histerik kahkahalarından bir diğerine boğulmuştu. Kıkır kıkır gülüyordu. “HEHE! HUA CHENG SİKİK SENİ!! BU SÜREKLİ BENİ AŞAĞILADIĞIN İÇİN SANA BİR DERS OLSUN! BÜTÜN GÜN UKALA UKALA GEZEN SEN, ŞU HALİNE BAK! KARMA İŞTE! KENDİN KAŞINDIN!!”
Bunu duyunca sokaktaki acıdan tükenmenin eşiğine gelmiş hayaletler hemen sövmeye başladılar. “Yeşil hayalet! Seni işe yaramaz çöp torbası, lordumuza küfretmeye cüret mi ediyorsun?!”
Etraflarındaki hengame Hua Cheng’i köşeye sıkıştırıyordu ve daha da kızışmıştı. Sanki onları paramparça edecekmiş gibi elini kaldırdı. İçgüdüsel olarak Xie Lian elini indirmesi için ona sarıldı. Yatıştırmaya çalıştı. “Tamam, tamam. Yanındayım, yanındayım.” Elini sallamasıyla QianDeng Tapınağının büyük kapıları kendiliğinden kapandı. Qi Rong’un bu şartlar altında tapınağın içine girmesine izin vermemek için, Xie Lian kovaladı. “Eğer gideceksen, defol git! Seninle uğraşmaya vaktim yok! Eğer kaybolmazsan o zaman sana neler yapaca… – AH!”
Meğer Hua Cheng onun sığ kucaklamasından tatmin olmamış ve Xie Lian’ı yeşim masanın üzerine itmişti. Mürekkep, kağıt, fırçalar, hepsi düştü ve yere saçıldı. Mücadele eden Xie Lian’ın elleri yanlışlıkla masanın üzerindeki ıstampaya değmiş, altındaki kağıda kızıl-kırmızı izler bırakmıştı. ‘Ayrılığın Acısı’nın üzerindeki ‘Wu Dağı kalktıktan sonra, bulutlar artık bulut değildir’ mısrasındaki ‘Wu Dağı’ kelimeleri şimdi parlak kan kırmızısı izlerle lekelenmiş, çarpıcı derecede güzel görünmesine neden olmuştu. “San…” Xie Lian konuşmaya başladı.
Ama sözlerini bitiremeden Hua Cheng onu omuzlarından tuttu ve onu öpmek için eğildi.
Qi Rong şüphesiz bir tuhaflık olduğunu seslerde anlamıştı ve kahkaha attı. “Kuzen Veliaht Prens, dikkat etsen iyi olur! Hua Cheng muhtemelen köpek gibi kudurmuştur, kimi görse ısırır! Ben, şahsen, gidip haberleri yayacağım. Hua Cheng’den intikam almak isteyen bir sürü keşiş ve efsuncu var, onunla ilgilenmek için gelmek isteyebilirler! AHAHAHAHAHA…” Qi Rong’un sesi uzaklara doğru kısılırken, Xie Lian’ın kalbi gittikçe sıkışıyordu. Eğer Qi Rong sahiden Hua Cheng’in yanlış yaptığı efsunculardan büyük bir ekibi çağırırsa, iblislerin şu anki zayıf hali göz önünde bulundurulduğunda, Hayalet Şehri savunabilirler miydi?
Ancak bu esnada, Hua Cheng ona düşünecek fırsat tanımıyordu. Her ne kadar yaşamadığı için sıcaklık yayamıyor olsa da, şu anda tüm bedeni yanıyordu, sanki ateşi çıkmış gibiydi. Dudakları birbirine kenetlenmişken, Xie Lian gelen sıcaklık dalgalarını kabul etmeye zorlanmıştı. Aslında Hua Cheng’i itmek için uzattığı elleri, şimdi omzundaki kırmızı kumaşların arasına gömülmüştü.
Belki de Hua Cheng’in ruhani güçleri çok büyük miktarda olduğu için, Xie Lian boğazının, göğsünün ve karnının sıcaklıkla dolduğunu hissediyordu, öyle ki rahatsız hissetmeye başlamıştı. Eğer böyle devam ederse, içinde dökülen bütün bu güçlerle patlayacakmış gibiydi. Çenesi kasıldı ve vurmak için elini kaldırdı. Her ne kadar tokadı atmış olsa da, kendisini Hua Cheng’e vurmaya ikna edemediği için eli sadece omzuna isabet etmişti, darbesi ne güçlü ne zayıftı. Etkilenmeyen Hua Cheng bileğini tuttu, yere bastırdı ve Xie Lian’ın dudaklarına saldırmaya devam etti.
Sahiden daha fazla böyle devam edemedi. Bu kez Xie Lian her iki elini de kullandı. Hua Cheng’i ittikten sonra panikle sunağın kenarına kaçtı, nefes nefeseydi. Ancak kan çanağına dönmüş gözleriyle, Hua Cheng bırakmadı ve peşinden giderek onu sunağa yatırdı. Xie Lian haykırdı. “San Lang!”
“…”
Belki sesi ona ulaştığı için, uzun bir süre onun yüzüne bakan Hua Cheng aniden, kemiklerini ezecek kadar sertçe sarıldı.
Onun biraz kendine geldiğini ve ilerlemesinin durduğunu görünce Xie Lian rahat bir nefes verdi. Ancak Hua Cheng’in kollarının arasında dururken, Yüce’nin içindeki kararsız bir enerjinin dışarıya çıkmak için savaştığını hissedebiliyordu. Hua Cheng’in onu yakaladığı anda öpmesine şaşmamalıydı. İçinde böyle bir savaş koparken, defetmek için bir çıkış bulmalıydı. Bununla birlikte, tamamen kendine gelebilmesi için, kanın tümüyle akması gerekiyordu. Ancak Hua Cheng canlı değildi, kanı nasıl olurdu?
Bir süre düşündükten sonra Xie Lian bir karara vardı. “…Beni affet.”
Hua Cheng’in yüzünü ellerinin arasına aldı ve gönüllü olarak dudaklarını onunkilere sardı, nazikçe sıcaklığın çalkantılı akıntısını kendi bedenine yönlendiriyordu, onun acısının ve çektiği işkencenin azalmasına yardım ediyordu. Hua Cheng içgüdüsel olarak kollarını Xie Lian’ın beline sardı, Xie Lian sadece birazcık titredi. Bir an sonra sunağın üzerinde yuvarlanıyorlardı.
Sahiden hiç adil değildi. Xie Lian, Hua Cheng’in birazcık bile tehlikeli olabilecek hiçbir yerine dokunmaya cesaret edemiyordu. Ancak, zihni bulanıklaşan Hua Cheng’in parmakları hiç utanmadan bedenin her noktası keşfediyor, Xie Lian’ın sessiz bir işkence çekmesine neden oluyordu. Bu sunak normalde tanrıya adak sunulması için yerleştirilmişti, ama şimdi üzerinde dilleri ateşli bir savaşla birbirine dolanmış bir hayalet ve bir tanrı ikamet ediyordu. Her ne kadar abes bir durum olsa da, görüntü nefes kesiciydi.
Geçmişte, her ikisi de az çok kendindeydi ve her zaman haklı çıkartacak bir neden vardı. En azından böyle bir şey yaparken kontrollüydüler, sadece dudakları birbirine değiyordu sonuçta, olan başka hiçbir şey yoktu. Ancak bu kez, puslu bir zihinle birleşen hareketli eller, sadece dudaklar ve dişlerden oluşan sınırı açıkça aşmıştı. Xie Lian sersemlemiş bir halde en sonunda bir şeyin farkında vardı. Her ne kadar her seferinde olaylar kontrolü dışında gelişiyor ve başka şansı kalmıyor olsa da, aslında, hepsinde içinde tutamadığı, gizli bir arzu da vardı.
Tüm bir gece boyunca işkence çektikten sonra, Hua Cheng’in içindeki kararsız enerji en sonunda sakinleşmeye başlamıştı. Xie Lian’ı tutan el, yavaş yavaş gevşedi. Xie Lian döndü ve oturdu. Hua Cheng’in uyuyan yüzünü izlerken, en sonunda rahat bir nefes aldı.
Diğer tarafa döndüğünde, E-Ming’in gözünün hala delirmiş gibi dönmekte olduğunu gördü. Xie Lian eğri kılıcı aldı ve ancak uzun bir süre okşamasının ardından kılıç hilal şeklindeki gülümsemesine geri kavuştu, sanki en sonunda tatmin olmuş gibiydi. Kısa bir süre sonra Hua Cheng uyuduğu yerden hızla doğruldu. “…Ekselansları?!”
Xie Lian hızla yüz ifadesini toparladı. Arkasını döndü ve ışıldadı. “Uyandın mı? Artık her şey yolunda.”
Hua Cheng hızla etrafını taradı. QianDeng Tapınağının içinin yerle bir olduğunu olduğunu söylemeye gerek yoktu. Hua Cheng ise ondan beklenmeyecek kadar dağılmış görünüyordu, sanki dün gece neler olduğunu hatırlayamıyor gibiydi. Xie Lian konuşma fırsatını kaçırmadı, sesi sakin ve kendinden emindi. “Dün gece ne mi oldu? Tüm astlarının ya aniden ateşi çıkmış ya baş ağrısıyla kıvranıyorlardı. Kimse yerinde duramıyordu. Sen de öyle, ve oldukça huysuzdun!”
Hua Cheng bilmek istiyordu. “Başka?”
“Başka ne? Hepsi bu kadar.” Xie Lian gözlerini kırpıp açtı.
Yüce onu sorguya çekerken, Hua Cheng’in bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu. “Sahiden başka hiçbir şey olmadı mı? O zaman nasıl sakinleştim?”
Xie Lian hafifçe boğazını temizledi, sanki biraz utanmış gibi görünüyordu. “Gerçeği söylemek gerekirse… San Lang lütfen bana kızma. Bunlardan başka…” Hali hazırda okşamakta olduğu E-Ming’i işaret etti ve kabul etti. “Ben, ehem, ehem, bir de seninle dövüşmek zorunda kaldım.”
“…”
Hua Cheng ona şüpheli bir şekilde bakıyordu. “…dövüştük mü?”
Xie Lian kalesine tutundu ve içten bir şekilde ona baktı. “Evet öyle. Bak, dövüştüğümüz için salon karmakarışık oldu.”
“…”
Hua Cheng rahat bir nefes almadan önce bir an duraksamıştı ve başını eline yasladı.
Daha fazla zorlamayacağını fark edince, Xie Lian en sonunda asılı kalmış kalbinin tekrar attığını hissetti ve sessizce tuttuğu nefesini verdi.
“Açıldı.” Hua Cheng aniden fısıldadı.
“Ne açıldı?” Xie Lian sordu.
Hua Cheng başını kaldırdı ve oldukça ciddi bir sesle konuştu. “TongLu Dağı tekrar açıldı.”
Bu sözleri her ikisi için de daha açık olamazdı. Xie Lian’ın gözleri irileşti. “Yeni bir hayalet kralı… doğmak üzere?”
Xie Lian rapor vermek için geri döndüğü zaman, Üst Cennette de durmaksızın fırtınalar kopuyordu. Büyük Savaş Salonuna gelen Xie Lian farkında olmadan sorgulayacak birisini aradı. “Fırtına Ustasının nesi var?” Ancak kelimeler dudaklarından döküldükten sonra Rüzgar Ustasının bir zamanlar durduğu yerin boş olduğunu fark etmişti. En önde duran Su Ustası ve köşede oturan Toprak Ustası da yoktu. Şaşırdı, kalbi sızladı, ardından etrafına baktı ve Lang Qian Qiu’nun salona girdiğini gördü.
Onu uzun bir süredir görmüyordu, kilo verdiğini fark etti, çok daha karamsar görünüyordu. Xie Lian’la göz göze geldikleri zaman tek kelime etmeden başını çevirmişti.
Xie Lian etrafını tarafı ve öylesine konuşabileceği hiç kimsenin olmadığını fark etti.
Bir ses ona cevap verdi. “Bir şeyi yok. Bir Hayalet Kralı doğmak üzere; hayaletler ağlıyor ve tanrılar sesleniyor, fırtınalar durmayacak.”
Ona cevap veren Feng Xin’di. Bir nedenle, Xie Lian onu görünce inanılmaz bir dostluk hissetmekten kendini alamadı. Ancak Feng Xin’in gözlerinden birisi morarmıştı ve Xie Lian uzaklarda, salonun öteki ucunda durmakta olan Mu Qing’e bir bakış atmaktan kendini alamadı. Mu Qing’in yanağı kızarmıştı. Görünüşe göre bunca yıldır biriken kinleriyle, geçen seferki kavgaları oldukça sert geçmişti.
Jun Wu konuştu. “Bugün hepinizi buraya çağırmamın nedenini, eminim hepiniz biliyorsunuz.”
Cennet mensupları biliyordu. Jun Wu yavaşça devam etti. “Evren bir ocaktır, tüm akıllı varlıklar ise bakır; derin sularda ve kızgın ateşlerde, tüm sınamalar onun içinde var olur.
“TongLu Dağı, şeytani haberlerle dolu uğursuz bir yerdir, her an patlayabilecek canlı bir volkanı bulunur.
“Birkaç yüzyılda bir, dağdaki Gu Şehri kapılarını açar ve milyonlarca hayaletin içinde, en çok önceki Hayalet Krallarını etkiler. Yüce olmaya susayan her canavar, iblis ve hayalet TongLu Dağına gider. Hepsi buluştukları zaman, TongLu Dağı bir kez daha mühürlenir ve katliam resmi olarak başlar.
“Geriye tek bir kişi kaldığı zaman, yeni bir Hayalet Kral doğmuş olur.
“Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru ve Gemileri Batıran Kara Su, bu şekilde doğmuş olan Hayalet Krallardır. İkisi de Yüce olarak Dağdan çıktılar. Kara Su on iki yıl harcadı. Hua Cheng ise on sene de çıkabildi.”
Mu Qing soğuk bir sesle konuştu. “Bir Kara Su ve bir Hua Cheng’le bile başa çıkmak bu kadar zor. Neler yaptılar baksanıza. Bir üçüncüsü gelirse, gözümüzü bile kırpamayız.”
Xie Lian nazik bir şekilde yorum yaptı. “General Xuan Zhen, Kara Su İblisi konusunda yorum yapmayacağım. Ama Hua Cheng uygunsuz bir şey yapmadı.”
Mu Qing şişmiş, kızarık yaklarıyla ona bir bakış attı. Pei Ming söze girdi. “Onlarla başa çıkmak güç. Bu yüzden milyonlarca hayaletin toplanmasına engel olmalıyız, değil mi?”
“Haklısın.” Dedi Jun Wu. “Milyonlarca hayaletin toplanması sadece birkaç ay sürüyor. Onları öncesinde durdurmalıyız.”
“Peki ya zamanında yetişemezsek? Oyalamanın bir yolu var mı?” Xie Lian sordu.
“Var.” Dedi Jun Wu. “Ama umarım iş o noktaya varmaz. Uyarılmış hayaletler kaos yaratıyor ve hapsedilen pek çok canavar ile iblis yerlerinden kaçtı, ilgilenmemiz gereken en acil durum bu. Büyük çoğunluğu kadın hayalet Xuan Ji, cenin ruhu, Brokarlı Ölümsüz gibi oldukça tehlikeli insandışı varlıklar. Şu anda TongLu Dağına doğru koşuyor olmalılar. Acilen bir kez daha alıkonulmaları gerekiyor.”
“Hepsi kaçtı mı?” Xie Lian altını çizdi. “O zaman sahiden tam bir kaos yaşanıyor.”
“Bu yüzden de korkarım bütün savaş tanrıları dikkatli olmalı ve kendi bölgelerini dikkatle incelemeli.” Dedi Jun Wu.
“O zaman… peki ya ben?” Xie Lian sordu.
Her ne kadar Xie Lian şu anda Hurda Tanrısı olsa da, yine de geçen iki seferinde savaş tanrısı olarak yükselmişti ve şu anda da bir savaş tanrısı sayılırdı, onlardan tek farkı kendine ait bir bölgesi bulunmamasıydı. Bir süre düşündükten sonra Jun Wu tekrar konuştu. “Xian Le, neden Qi Ying ile gitmiyorsun.”
 ·         MXTX, Yazar Notu:
Veliaht Prens bir aydınlanma yaşadı, bakalım ilk kim itiraf edecek~ Elbette kışkırtılmış olması Hua Hua’nın öpüşmesi gerektiği anlamına gelmiyor, ama, Hua Hua sahiden çok öpüşmek istiyordu! Elbette başka şeyler de…
 Çevirmen: Nynaeve
166 notes · View notes
kochero · 4 years
Text
Türkiye'nin Antik Kentleri Ziyaretçilerini Bekliyor
Türkiye'nin dünyaca ünlü antik kentleri ve ören yerleri, yeni tip koronavirüs (Covid-19) ile mücadelede normalleşme süreciyle yeniden misafirlerini ağırlayacak. Antalya, İzmir, Muğla, Aydın, Manisa, Denizli, Çanakkale, Burdur, Adana, Nevşehir, Adıyaman, Kars ve Bitlis gibi Türkiye'nin pek çok şehrinde yer alan antik kentler ile ören yerleri, yerli ve yabancı turistlerin ziyaret ettiği noktaları olarak ön plana çıkıyor. Salgınla mücadelede normalleşme süreciyle yeniden turistlerin gezebileceği gözde ziyaret yerlerinden olacak antik kentler ile ören yerlerindeki sessizlik, yerini hareketliliğe bırakacak. "Kontrollü normalleşme" sürecine hazır olan ve pek çoğu UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi'nde yer alan antik kentler ve ören yerleri, Anadolu Ajansı ekiplerince havadan görüntülendi.
Perge Antik Kenti
Tatil için en fazla tercih edilen bölgelerden olan Akdeniz, antik kentleri ve ören yerleriyle de ilgi çekiyor. Antalya'nın Aksu ilçesinde yer alan ve Geç Klasik, Helenistik ve ağırlıklı olarak Roma döneminin izlerini taşıyan Perge Antik Kenti, turistlerin en çok ziyaret ettiği mekanlar arasında yer alıyor.
Termessos
Antalya'nın Döşemealtı ilçesinde yer alan ve güçlü savunmasıyla Büyük İskender'in alamadığı şehir olarak tarihe adını yazdıran Termessos Antik Kenti, çok özel yapılar, endemik bitkiler ve yaban hayatıyla ziyaretçilerine başka bir dünyanın kapısını açıyor.
Patara
Antik Likya Birliği'nin oy hakkına sahip 16 şehrinden biri olan Patara, Büyük İskender'in kuşattığı kentler arasında. Romalılar döneminde önemli bir ticaret merkezi olan Patara'nın, Bizans döneminde de bu önemini sürdürmesi dikkati çekiyor. Patara Plajı, tarihi ve kültürel mirasıyla ziyaretçilerine muhteşem bir deneyim sunuyor. Kentin kazı çalışmaları Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından sürdürülüyor.
Myra Antik Kenti
Antalya'nın Demre ilçe merkezi ve civarında yer alan Myra Antik Kenti, adını üzerine kurulduğu ovadan alıyor. Demre Çayı batısındaki ulaşıma elverişli kanal ile şehrin denizle bağlantısı sağlanırken kanalın diğer yanında yer alan Andriake Limanı'ndan da deniz ulaşımı ve ticareti yürütüldü. Özellikle Likya Dönemi kaya mezarları, Roma Dönemi tiyatrosu ve Bizans Dönemi Aziz Nikolaos Kilisesi (Noel Baba) ile ünlü Myra'da, Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından kazı çalışmaları sürdürülüyor.
Andriake
Demre ilçesinde Çayağzı mevkisinde yer alan Andriake, Myra'nın Limanı ve civarındaki yerleşim olarak biliniyor. Milattan Önce 200 yıllarında Andriakos Nehri'nin ağzında Andriake isimli bir şehrin olduğu ve Milattan Önce 197'de 3. Antiokhos'un, Antiokheia'dan çıkarak, Ptolemaioslar’ın elinde bulunan yerleri alarak, filosuyla Andriake'ye geldiği rivayet ediliyor.
Aspendos
Serik ilçesine bağlı Belkıs köyünde yer alan, antik tiyatrosuyla meşhur Aspendos Antik Kenti, tarihi yapıları dolayısıyla yerli ve yabancı turistlerin en çok ziyaret ettiği tarihi alanlar arasında yer alıyor.
Xanthos Antik Kenti
Fethiye-Kaş kara yolunda, Fethiye’ye 46 kilometre uzaklıktaki Kınık beldesinde yer alan şehir, Xanthos Nehri (Eşen Çayı) kenarındaki ovaya hakim iki tepe üzerinde kuruldu. Likya Birliği'nin idari merkezi olarak bilinen Xanthos ören yeri, Likya uygarlığının özgünlüğü ve kazılarda elde edilen buluntuların önemi dolayısıyla UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi'ne dahil edilmişti.
Phaselis
Antalya'nın Kemer ilçesi Tekirova beldesinde yer alan Milattan Önce 7'nci yüzyılda kurulan Phaselis Antik Kenti, birçok medeniyete ev sahipliği yaptı. Limanları, agoraları ve şehir sikkeleri üzerindeki gemi betimlemeleri Phaselis'in ticari liman hüviyetini vurgular nitelikteki özellikleri arasında yer alıyor. Kent yapıları ve nekropolis alanıyla dikkati çeken Phaselis, yerli ve yabancı ziyaretçilerini bekliyor. Muğla'nın "Gladyatörler şehri" StratonikeiaUNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'ndeki Muğla'nın Yatağan ilçesinde Osmanlı yapılarıyla da kaynaşmış Stratonikeia Antik Kenti, her yıl gün yüzüne çıkarılan yeni eser ve yapılarla ziyaretçilerini büyülüyor. "Gladyatörler Şehri" olarak anılan Stratonikeia Antik Kenti, yerli ve yabancı ziyaretçilerin gezi rotalarında yerini koruyor. Kentte Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Stratonikeia Antik Kenti Kazı Başkanı Prof. Dr. Bilal Söğüt'ün başkanlığındaki araştırmacılar kazı çalışması yürütüyor.
Ege ve Akdeniz'i Birleştiren Antik Kent: Knidos
Ege ve Akdeniz'in birleştiği yerde özel konumu, geçmişte birçok ünlü bilim insanına ev sahipliği yapmasıyla ünlenen 2 bin 600 yıllık Knidos Antik Kenti, çeşitli çalışmalarla ayağa kaldırılıyor. Aynı zamanda bir liman kenti olan Knidos'ta kazı çalışmaları Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ertekin Doksanaltı tarafından yürütülüyor. Kentte kilise, tiyatro, liman caddesi ve sütunlar dikkati çekiyor.
Sagalassos ve Kibyra
Burdur'un Ağlasun ilçesinde "Aşkların ve imparatorların şehri" olarak bilinen geçmişi Milattan Önce 3000 yılına dayanan ve 2009'da UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'ne alınan Sagalassos antik kenti, ziyaretçilerini sokaklarında tarihi yolculuğa çıkarıyor. Yine Burdur'un Gölhisar ilçesindeki "Gladyatörler şehri" olarak bilinen devasa anıtsal yapıların yer aldığı Kibyra Antik Kenti de görkemli bir görsel şölen sunduğu ziyaretçilerini büyülüyor. Görülebilen tüm mimari kalıntıları Roma İmparatorluk Dönemi'ne ait olan kentte kazı çalışması Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi tarafından yürütülüyor.
Mersin'in Antik Kentleri Kapılarını Açtı
Doğu Akdeniz'in önemli turizm merkezlerinden Mersin'deki 2 bin 500 yıllık Uzuncaburç Antik Kenti, tarihle iç içe olmak isteyen misafirlerini bekliyor. Metrelerce uzunlukta sütunlarıyla İzmir'deki Efes Antik Kenti'ni andıran 2 bin 500 yıllık Uzuncaburç, ziyaretçilerine sütunlu ana caddeyi, tören kapısını, tarihi çeşme binasını, Zeus Tapınağı'nı, üzüm hevenkli sandukasını, şans tapınağını, kuzey kent kapısını, amfi tiyatrosunu, burçlarını, Helenistik anıt mezarlarını ve kiliselerini görme imkanı sunuyor. "Güneşin şehri" olarak adlandırılan ve tarihi yaklaşık 3 bin 500 yıl öncesine dayandırılan Mezitli ilçesindeki Soli-Pompeiopolis Antik Kenti ile Anamur ilçesindeki liman şehri Anemurium Antik Kenti, eşsiz güzellikleriyle ziyaretçilerini bekliyor.
Anavarza
UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'nde yer alan Adana'daki Anavarza Antik Kenti, Helenistik, Roma, Bizans, Sasani ve Osmanlı dönemlerine ait kültür izlerini taşıyor. Tarihte "Yenilmezler Şehri" adıyla tanınan Anavarza Antik Kenti'nde, yolunun yanı sıra görkemli kapısı ve surlarıyla dikkati çekiyor.
Efes
İzmir'in simge yapılarından Selçuk ilçesindeki UNESCO Dünya Miras Listesi'nde bulunan Efes Antik Kenti, antik dönemin en önemli merkezlerinden biri. Tarih öncesi dönemden başlayıp Helenistik, Roma, Doğu Roma, Beylikler ve Osmanlı dönemleri boyunca kesintisiz yerleşim gören tarihinin tüm aşamalarında çok önemli bir liman kenti ve kültürel ve ticari merkez olma özelliği taşıyor. Yılda ortalama 1 milyon kişinin ziyaret ettiği Efes Antik Kenti, 100 yıldan bu yana yerli ve yabancı turistleri bölgeye çekiyor.
Smyrna Agorası
İzmir'in en kalabalık bölgelerinden biri olan İkiçeşmelik Caddesindeki Mezarlıkbaşı mevkisinde yer alan Smyrna Agorası, Roma ve Osmanlı'dan günümüze uzanan tarihe tanıklık ediyor. Kadifekale ile deniz arasında Körfez manzarası eşliğinde kurulan ve yüzyıllar boyu farklı kültürlerden sakinlerini, ziyaretçileri, gezginleri ağırlayan antik kent, bazilikası, tarihi duvar yazıları, depreme karşı korunmuş yapıları ve 2 bin yıllık su kanalıyla tarihten kesitler sunuyor.
Pergamon Antik Kenti ile Bergama Kızılavlu Ören Yeri
UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi'ne 2014 yılında giren Bergama, tarihi boyunca işgallere ve yıkımlara maruz kalmasına rağmen stratejik bir noktada olarak medeniyetlere ev sahipliği yaptı. Pergamon Antik Kenti'nde Roma imparatorları Traian ve Hadrianus için inşa edilen Traianus Tapınağı ve tapınağın hemen güney yönünün alt terasında Helenistik Döneme ait 200 bin ciltlik kitap koleksiyonuna sahip ünlü Pergamon Kütüphanesi bulunuyor. Milattan Önce 1. yüzyılda yaşamış yazar ve filozof Pilinius Secundus'un "Küçük Asya'nın en ünlü ve muhterem şehri" olarak tanımlanan ören yeri, ziyaretçilerini bekliyor. Bergama ilçesinde Milattan Sonra 2'nci yüzyılda Roma İmparatoru Hadrian döneminde inşa edilmiş bir tapınak olan Kızılavlu (Bazilika) en görkemli anıtsal yapılarından biri olarak biliniyor. Tapınağın tamamının tuğladan yapılmış olması ve büyük ön avlusu dolayısıyla tapınak halk arasında "Kızılavlu" olarak adlandırılıyor. Ön avlusu Bergama Çayı üzerine yerleştirilen su tünelleri üzerine oturtulan ve dönemin büyük bir mimari mühendislik eseri olarak adlandırılan Kızılavlu, anıtsal duvar yüksekliği ve çok büyük ön avlusu ile dikkati çekiyor.
Bergama Asklepion Ören Yeri
Milattan Önce 4. yüzyılda Pergamon Akropolü dışında "sağlık tanrısı" Asklepios adına kurulan Asklepion Ören Yeri, gelişmiş mimari düzeni, uygulanan tedavi yöntemleri ile dönemi en önemli tedavi merkezi unvanına sahipti. Günümüze kalan kalıntıları Roma İmparatoru Hadrian tarafından yaptırılan düzenlemelere ait olan Asklepion, Türkiye'nin görülmesi gereken antik bölgeleri arasında yer alıyor.
Afrodisyas
Antik çağda "aşkın ve güzelliğin tanrıçası" olarak bilinen Afrodit'e adanmış kentler arasında en bilineni olan UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'nde yer alan Aydın'ın Karacasu ilçesindeki Afrodisyas Antik Kenti, iyi korunmuş yapılarıyla dikkati çekiyor.
"Anadolu'nun Pompeisi" Priene Antik Kenti
Aydın'ın Söke ilçesinde, iyi korunmuş yapısı ve özgün şehir planı dolayısıyla arkeoloji dünyasında "Anadolu'nun Pompeisi" olarak adlandırılan UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'ndeki Priene Antik Kenti, Athena Tapınağı, tiyatro, Demeter Tapınağı, agora, Zeus Tapınağı, bouleuterion, Yukarı Gymnasion, Aşağı Gymnasion, Mısır tapınağı, Bizans kilisesi ve konut alanlarıyla dikkati çekiyor.
Sardes
Tarihte ilk madeni parayı basan Lidya Krallığı'nın başkenti Sardes Antik Kenti, fotoğrafçılar tarafından sık sık ziyaret ediliyor. Manisa'nın Salihli ilçesinde bulunan ve şehircilik tarihi Milattan Önce 1200'lü yıllara dayanan Sardes, farklı medeniyetlerden ayakta kalmış yapıların da bulunduğu çok sayıda eseri bünyesinde barındırıyor.
Laodikya
Denizli'deki Laodikya Antik Kenti, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nde bulunuyor. İçinde, İncil'de adı geçen 7 kiliseden birinin yer aldığı Laodikya Antik Kenti'ndeki kazı ve restorasyon çalışmaları, Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Celal Şimşek başkanlığındaki ekip tarafından 2003'ten bu yana yürütülüyor.
Hierapolis
UNESCO Dünya Miras Listesi'nde yer alan Pamukkale, her yıl eşsiz güzellikteki travertenleri görmek ve şifa bulmak için gelenlerin yanı sıra bölgeyi çevreleyen Hierapolis Antik Kenti'nde Hristiyanlık açısından kutsal kabul edilen yapılarıyla inanç turizmine de ev sahipliği yapıyor. Pamukkale'yi ziyaret etmek üzere, kuzey kapısından girenlerin içinden geçtiği Hierapolis Antik Kenti, arkeolojik literatürde "Kutsal Kent" olarak tanımlanıyor. Kuruluş tarihine ilişkin bilgiler net olmamakla beraber Milattan Önce 2. yüzyılda Amazon Kraliçesi Hiera adına kurulduğu tahmin edilen kent, 80'li yıllarda Hz. İsa'nın havarilerinden olan Aziz Philip'in paganlar tarafından burada öldürülmesinden sonra inanç merkezi olarak kabul edildi.
Üzerine Destanlar Yazılan Kent: Troya
Homeros'un Milattan Önce 7. yüzyıla ait ünlü İIyada ve Odysseia destanlarında bahsedilen Çanakkale'nin UNESCO Dünya Miras Listesi'ndeki dünyaca ünlü Troya (Truva) Antik Kenti, görenleri kendine hayran bırakıyor.
Assos
Çanakkale'nin Ayvacık ilçesine bağlı Behramkale köyünde bulunan ve UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer alan Assos Antik Kenti, bir liman şehri olmasının yanı sıra dönemin bir öğretim merkezi olarak da ön planı çıkıyor.
Trakya'nın Tek Antik Tiyatrosu: Vize
Tarihi Milattan Önce 5 binli yıllara dayanan Kırklareli'nin Vize ilçesi, tarihi ve doğasıyla göz dolduruyor. İlçe, Geç Roma dönemine ait Trakya'nın tek antik tiyatrosu Vize Amfitiyatrosu'na ev sahipliği yapıyor.
İç Bölgelerin Antik Kentleri ve Ören Yerleri Turistleri Bekliyor
İnsan yerleşimi Paleolitik döneme kadar uzanan ve "güzel atlar ülkesi" anlamına gelen Nevşehir'in turizm bölgesi Kapadokya, peribacaları, doğal kaya oluşumlarıyla kaplı vadiler, kayadan oyma tarihi manastır, şapel ve yer altı şehirleri ile yılın her mevsimi konuklarına masalsı bir manzara sunuyor.
"Medeniyetler Beşiği" Ani Ören Yeri
UNESCO Dünya Miras Listesi'nde yer alan, "Dünya Kenti", "Medeniyetler Beşiği", "Binbir Kilise" ve "40 Kapılı Şehir" olarak da adlandırılan Ani Ören Yeri, yerli ve yabancı turistleri cezbediyor. Ani'den günümüze surlar, cami, katedral, saray, kiliseler, manastırlar, ateşgede, hamam, köprü ve bir bölümü yıkılmış kapalı pasajdan oluşan yaklaşık 25 kadar önemli yapı ayakta kaldı.
Eski Ahlat Kenti
Huri, Asur, Urartu, Pers, Helenistik, Roma, Bizans, Emevi, Abbasi, Mervanoğulları egemenliklerini gören Bitlis'te Eski Ahlat Kenti, söz konusu medeniyetlerin yanı sıra taşıdığı Selçuklu, Ahlatşahlar, Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlı izleriyle turistlerin ilgisini çekiyor.
Hattuşaş
Anadolu'nun ilk medeniyetlerinden Hatti ve Hititler'in kültürel mirasına ev sahipliği yapan Çorum'un Boğazkale ilçesindeki Hattuşa Antik Kenti, UNESCO Dünya Kültür Mirası ve Dünya Belleği listelerindeki tek antik şehir unvanıyla Türkiye'nin göz bebeği turizm mekanları arasında yer alıyor.
Alacahöyük Ören Yeri
Türkiye'nin ilk milli kazı alanlarından biri olan ayrıca Anadolu'nun bilinen ilk barajlarından Hitit Barajı, kral ve prens mezarları, Aslanlı Kapı sfenksi, ziyarete açık arkeolojik kazı alanına ev sahipliği yapan Alacahöyük, kentte en çok ziyaretçi çeken mekanların başında geliyor.
Nemrut Dağı
Güneşin doğuşu ve batışının en güzel izlendiği yerlerden biri olan Nemrut Dağı, UNESCO Dünya Miras Listesi'nde yer alıyor. Kommagene Krallığı'na ait 50 metre yüksekliğinde, 150 metre çapındaki tümülüs ve dev heykellerin bulunduğu 2 bin 206 metre yükseklikteki Nemrut Dağı'nı her yıl binlerce ziyaretçi ağırlıyor.
Arslantepe Höyüğü
Anadolu'nun bilinen en eski şehir devletinin kurulduğu Malatya'daki Arslantepe Höyüğü binlerce yıllık geçmişiyle UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'nde yer alıyor. Fırat Nehri'nin batı kıyısında Malatya'ya 7 kilometre mesafedeki Arslantepe, yüksek tarım potansiyeli, sulak alanları ve nehrin taşkınlarından korunan yapısı sayesinde binlerce yıl insanoğluna kucak açmış tarihi mekanlar arasında yer alıyor.
Aizanoi Antik Kenti
Kütahya'nın Çavdarhisar ilçesinde yer alan Aizanoi Antik Kenti, Zeus Tapınağı, stadyum-tiyatro kompleksi ve dünyanın ilk borsalarından biri olan macellumu ile Roma döneminin en önemli kentlerinden biri olarak ön plana çıkıyor. İlginizi çekebilir: Kızkalesi'nde Bu Yıl Zam Yok Read the full article
0 notes
bilalayberk-blog · 6 years
Text
Üç Kısa Deneme ve Bir Şiir
Zamanında yazmışız işte
Posted 6 Gün önce at 21:41 by bilalayberk
Gençlik heyecanlarıyla, çiçeklenen elma ağacının altında uzandığım o günlerde huzurlu uyuşukluğum yalnızlığın sıkıntısına dönüşmesin isterdim. Düşlerimi eğlendirmek için gökyüzüme kondurduğum şehirlere isimler verirdim. Bunlar diğer düşlerimdeki öğeler gibi bazen bir gözkırpışımla,kimi zamansa bir anlık unutuşumla yok olan şehirlerdi. Başka yerlerde doğmaya yollanan güneşi anlayışla karşılardım. Eninde sonunda tüm bunlar ve ben, 'zaman'ı çocukluğundan beri tanıyan, rüya denilen ile rüya olmadığı söylenen arasına çekilen, mikroskobik fileli tülden örtüye, 'uyku'ya açardık kollarımızı. --- Hayal kurmanın tatmin edici yanlarından biri herkesin kendi 'sonsuz'u kadar güce ve uçsuz bucaksız bir özgürlüğe sahip olmasıdır. Ancak bu aynı zamanda herkesin kendi 'sonsuz' u ile kısıtlandığı anlamına da gelir. Hayallerimizde, duyumsadığımız şeylerin ve bunların sonlu sayıda birleşiminin dışında bir şey yoktur. Yani hayal kurarak bilmediğimizi bilemeyiz. En özel alanlarımızda - hayallerimizde- dahi böylesi bir kısıtlayıcılığa mahkum olmak yaratılış kodlarımızdandır. --- Gerçeği tüm gerçekliğiyle ortaya sunduğumuzda yeterince inandırıcı gelmiyor dinleyenlere. Biraz yalanla rengi bir iki ton açılmış doğrular daha ikna edici oluyor. Çok şeyi abartarak anlatmaya,olur olmaz ufak çaplı yalanlar söylemeye ve duymaya o kadar alışmışız ki, içinde, içlerimizdeki şeytanın o bildik ifadelerini bulamadığımız doğrular,birer hikayeye dönüşüyor. Yani iki türlü de hikayelerde yaşıyoruz. --- Untitled Dev dalga dediğin Okyanusun albatros kanadına özlemidir. Her acı uygun adamların dergahlarında Uygun birer aşkla izah edilebilir. Cürmünden büyük tortusu olanın payına düşen Köhne bir tapınağın sükûnetidir. Hal böyle olunca Anlatacak bir şeyim yok diyorum işte Daha ne anlatayım? Şuarâdan kalan boşlukları doldurdu ortak akıl Zevzek akıl Yeni nesil boş kalfalar Nasipsiz bilgeler  Ölümsüz ahkâmcılar  Şu felsefe taşlarınızı düşürün artık Kanlı fikirlerinizi kendi duvarlarınıza işeyin
0 notes
hasansonsuzceliktas · 6 years
Text
Bali: Yerle Göğün Birleştiği Ada...
Gece saat 11 suları… Sağanak yağmur altındayız... Etrafımız zifiri karanlık... 9 kişi yağmur ormanlarının içinden geçerek yukarıya doğru tırmanıyoruz. 1.800 metre yükseklikteymiş gittiğimiz tapınak. Önde bir Balili gidiyor, elinde bir el feneri ama sadece kendini aydınlatıyor. En arkadan ben geliyorum. Elimde sadece cep telefonu ışığı. Bu halde tırmanıyoruz basamaklardan. Kimse şikayet etmiyor halinden. Ama en başından uyarmıştı rehber, “Emin misiniz, bakın çok yağışlı ve karanlık olacak, ben Balili'yim ben bile çıkmam bu halde” demişti. Ama ertesi gün uçak vardı ve biz kafaya koymuştuk, o en tepeye çıkacaktık… Ve çıktık da. Hiçbir şey bizi döndüremedi yolumuzdan ve aşağıya indiğimizde rehberimiz Dada dedi ki “Her Balili hayatının bir döneminde buraya mutlaka gelmek zorundadır. Burada atalarımıza saygı sunarız. Bu da benim üçüncü çıkışım. İlkinde çocukken gelmiştim. İkincisinde çocuğum olduğunda. Şimdi sizinle buradayım. Madem bu kadar arzulusunuz, o zaman bu adada sizi götürebileceğim öyle yerler var ki…” İşte Bali’nin derinliğini anladığım nokta bu olmuştu.
Tumblr media
Niyetiniz Ne? Öyle bir yer düşünün ki dünyanın bir numaralı turistik adası olsun. Sörfçüsünü de mutlu etsin, balayına geleni de; ruhsallık peşinde koşanını da doyursun, değişik kültürleri tanımak isteyenini de… Yiyin, için, eğlenin, gezin, aktivite yapın, ritüellere katılın… Ama hepsinin ötesinde ruhsal dünyanın derinliklerine açılan kapılar barındırsın. İşte Bali böyle bir yer. Siz neyi ne kadar isterseniz o kadar alırsınız bu adadan. Niyetiniz instagrama egzotik fotoğraflar koyabileceğiniz bir gezi yapmak ise enfes kareleriniz olur; birbirinden değişik lezzetler tatmak ise damağınız bayram eder; rafting yapayım, dalayım çıkayım, yanardağa yürüyüş yapayım derseniz buyrun her türlü aktivite mevcut; şifacılarla çalışayım, meditasyon yapayım derseniz, bunları da sunar size. Bu sebeple gelmeden önce niyet etmelisiniz, Bali’den ne istiyorsunuz? Niyetinize göre yanıt alırsınız buradan…
Tumblr media
Gülümseyen Ada Bali’nin bana derinliklerini açması dört yolculuk sürdü. Toplamda bu adada bir 45 gün kalmışlığım vardır. Uçaktan baktığınızda bir ucundan diğerini görebildiğiniz, kuzeyinden güneyine 90 km. genişliğinde olan böyle ufak bir yerin, bu kadar büyük zenginliğe sahip olması inanılmaz. O kadar kaldım, gezdim ama halen gitmediğim o kadar çok yeri var ki… Tıpkı bir soğan gibi katman katman açıyor ada kendisini bana. İlk gittiğimde ziyaret ettiğim birçok yere artık gitmiyorum mesela. Çünkü fark ettim ki oralar sadece fotoğraf çekilmek için güzel yerlermiş. Ama enerjisel açıdan benim aradığım yerler değillermiş. Evet, Tanah Lot, Uluwatu, Ulan Bratu Bratan gibi Bali denildiğinde ilk akla gelen, masaüstünüze resimlerini koyabileceğiniz ziyaret noktalarından bahsediyorum. Gerçekten görsellik çok güzel, ama gelin görün ki binlerce turist arasında çok da keyifli olmuyor. Keza ben bir yere gittiğimde oranın enerjisini hissetmek isterim. Ama o kalabalıkta o enerjiyi hissetmek ne mümkün!
Tumblr media
Bu tapınaklar Balililer için çok önemliler, çünkü adayı doğal afetlerden koruyan tılsımlı tapınaklar bunlar. Tsunami, deprem, volkan bölgesi burası. Her an her şey olabilir. Fakat Balililer, yüzyıllardır adayla iletişim kurmayı başarmışlar. Olabilecekleri yönetebiliyorlar. En hafif biçimde atlatmalarını sağlıyor bu da. Eğer çok büyük bir şeyin geldiğini görürlerse de kendilerini kurban etmekten çekinmiyorlar. Biz Batılılara pek uygun bir kafa değil belki bu, ama 1967’de Aggung Yanardağı patlaması sırasında köylüler yaşadıkları yeri terk etmeyi reddediyorlar ve 5 bin kişi canını adaya veriyor. Nasıl yani diyor insan. Ama Balililerin inançları da buna çok yatkın. Tamamıyla Müslüman olan Endonezya’nın aksine Bali Hindu. Hindu üçlemesinde yıkım tanrısı olan Şiva’nın yolunu izliyorlar. En büyük tapınakları Şiva için kurulmuş. Yıkım da yaratım kadar değerlidir diyorlar. Ayrıca aydınlık güçlere olduğu kadar, karanlığa da büyük saygı var. Adada dolaşırken veya gittiğiniz tapınaklarda yaratıklara, şeytanlara rastlıyorsunuz. Bir keresinde gittiğimiz çok kutsal bir Bali Tapınağında sunu yapılan yerdeki vampir dişli tanrıçayı görünce rehberimize şunu sormuştum: “Biz şu anda bir vampirin önünde oturuyoruz yanlış görmüyorum, değil mi?” O da gülmüştü: “Siz Batılılar, karanlıktan kaçarsınız. Ama biz iki tarafa da aynı saygıyı gösteririz. Sağ bacağımız aydınlıksa, sol bacağımız karanlıktır” demişti. Peki böyle inanışları olan insanlar, birbirlerine nasıl davranıyorlar derseniz? O kadar gün Bali’de kaldım ve birbirine bağıran ve sert davranan bir tane Balili görmedim ben. Dünyanın en güzel insanları belki de… Sürekli gülümsüyorlar ve iletişimleri muhteşem. Yeme-İçme, Kalma Nasıl? Webdeki birçok blogda Bali’de yeme içme kalma olanaklarıyla ilgili birçok yazı bulabilirsiniz. Kısaca otantik Endonezya mutfağından, dünya mutfaklarına her türlü yiyecek mevcut. Bol bol tropik meyve de cabası. Kalma derseniz ucuz hostellerden, çok lüks otellere sayısız seçenek mevcut. Grup halinde gidip bir villada kalmak ise en güzeli. Masaj ve spa olanakları ise dünyaca ünlü. Bali masajını duymuşuzdur. Sokaklarda çok ucuza da yaptırabilirsiniz, lüks otellerde gayet güzel rakamlara da… Ama bu kısımları uzun uzadıya anlatmak istemiyorum, webden okuyabilirsiniz. Ben webden okuyamayacağınız kısımları aktarayım size, özellikle de ruhsal boyutunu…
Tumblr media
Bali’ye İlk Yolculuğum Bali’ye ilk seferimde adaya yabancıydım ve daha önce gitmiş arkadaşların yaptığı programla hareket ettik. Fakat şimdi görüyorum ki o program gayet “hafif” ve ortalama Amerikalı bir spiritüel turiste göre hazırlanmış. Zaten üçüncü gününde bizimkiler de isyan etmişlerdi bu ne yahu diyerek. Aklınızda olsun Bali’de Nusa Dua, lüks oteller bölgesidir. Oraya bir günlüğüne denize girmeye gidebilirsiniz. Ama tatile gidiyorum Bali’ye deyip, 14 saat uçak yolcuğunu çekip, kendinizi Nusa Dua’ya kapatacağınıza Antalya Belek’e gidin daha az zahmet çekmiş ve daha iyi bir deniz bulmuş olursunuz. Bu sebeple hele ki kültürel veya ruhsal bir yolculuk niyetindeyseniz, Nusa Dua’yı düşünmeyin. İlk yolculuğumuzda 5 gün kalmıştık orada ve çıkan isyan sonucu ben çözüm arayışına girdim ve o anda rehberimiz Dada ile tanıştım. Evet, bizimleydi ilk günden beri ama onunla ilk iletişimim o isyan esnasında oldu. Bana dedi ki “Hasan, ben olsam bu turu böyle yapardım.” Rotayı çizdi bana ve o gün onun dediği gibi yaptık. İşte gerçek Bali ile o gün tanıştık ilk. Bu ilk yolculuğun en güzel armağanı Dada olmuştu bana. Ve de yine o yolculukta Balili şifacılarla da tanışmıştık. O ana kadar teknikler öğrenmekle gerçekleştiğini sandığım şifacılığın doğal haline şahit olmuştum. Yine de keyif almıştım Bali’den çok. Ada ile bir merhabalaşmıştık.
Tumblr media
Tapınaklar Tapınaklar… Bali’ye ikinci sefer gittiğimde artık yolculuk lideri bendim ve tüm planları Dada ile birlikte yapıyorduk. Fakat Bali, bu bağlamda rahat bir alandır. Yani mesela Mısır’a gittiğinizde plan bellidir ve ona uyarsınız. Pek değişiklik yapamazsınız. Ama Bali’de, “Bali Zamanı” işler. Hiçbir şey için acele edilmez, her şey kendi zamanında akar. Zaten yolculuk esnasında da o sabahki ruh halimize göre belirliyorduk gideceğimiz rotayı. Kimse de zaten Hasan planda bugün bu yazıyordu, oraya mı gidiyoruz demiyordu bile. Hatta o kadar akıştaydı ki herkes kimse nereye gittiğimizi bile sormuyordu. Zaten sorsalar bile gittiğimiz yerlerin adını bir tek Dada doğru söyleyebiliyordu. (Ben halen birçok tapınağın adını bilmem.) Bu arada tapınak demişken, Bali’ye “Bin Tanrılı Ada” derler. Her yer tapınak doludur. Ama öyle böyle değildir bu. Büyük tapınakların dışında, her bölgenin, her köyün, her mahallenin, her evin ayrı ayrı tapınakları ve sunakları vardır. Hatta bindiğiniz araçta bile bakarsınız bir sunak var. Tanrılarına çiçekler, yiyecekler, hatta içtikleri sigarayı bile sunu yaparlar. Dualarında önce her şeyi yaratan BİR yaratıcıya dua ederler. Çünkü her ne kadar Bin Tanrılı desek bile, o Tanrıların, BİR Yaradan’ın yansımaları olduğunu söylerler. O BİR olandan, üç çıkmıştır: Brahma, Vişhnu ve Shiva. Dualarının ikinci bölümü onlara gider. Sonra da dua edilen alan hangi Tanrıya veya Tanrıçaya aitse ona dua edilir. Duanın dördüncü kısmında ise varoluştaki tüm Tanrı ve Tanrıçalara selam edilir. En sonunda da yine BİR olan Yaradan’a dua edilir ve ritüel tamamlanır.
Tumblr media
Bazı tapınaklarda bu dua ritüeli o kadar çok sık tekrarlanır ki yorulursunuz eğer Balili değilseniz. Ama Balililer için ibadet yaşamlarının doğal bir parçasıdır. Sabahtan akşama dua ettikleri nice özel günleri vardır. Dolunaylarda ise tapınaklarına geceyarısı gidip, dolunayın enerjisini çekip, tüm negatiflerini bıraktıkları özel ritüelleri vardır. Bazen de üç gün kapanırlar tapınağa. Mesela bir yolculuğumuzun tarihini değiştirmiştim bu sebeple. Dada, köy tapınağına kapanacaktı ve biliyorum ki oraya girince gelmez bitmeden süreç. Köy tapınağı demişken de zannetmeyin ufacık bir yerden bahsediyorum. Dada bizi bir gün “Sizi benim köyümün tapınağına götüreyim” dedi. Bir gittik baktık, kocaman, gayet ihtişamlı bir yer. “Burası önceden kraliyet tapınağıydı, sonra köyüme kaldı” dedi yine gülerek. O tapınağın enerjisine hayran kalmıştım ve her seferinde de mutlaka uğrarız oraya. Ayrıca bir alan girerken izin almanın önemine de ilk defa bu tapınakta şahit olmuştum. Malum “Batılılar”, turist modunda her şeyi mübah görür ve elimizi kolumuzu sallaya sallaya her yere girmeye “hakkımız” vardır! Fakat bir Bali Tapınağı’na, hele ki bir Kraliyet Tapınağı’na girerken önce izin almanız gerekir. Kimlerden? Önce o alanın koruyucu ruhlarından. Ardından da kapıdaki nöbetçi ruhlardan. Her Bali Tapınağı’nda girişte nöbetçiler vardır. Dışsal gözler sadece heykel görürler de gönül gözü açık olanlar oradaki ruhların farkına varabilir. Hatta bir keresinde çok kutsal bir alana girmek istediğimizde, kapıdaki nöbetçi ruhların buna izin vermediğini bilirim ben. Kalbimizden sorduğumuz “Girebilir miyiz?” sorusuna “Hayır” yanıtını almıştık ve yanımdaki arkadaşımla birbirimize bakıp aynı anda “İzin alamadık” demiş ve oraya girmemiştik. Görünenin ötesine nice görünmeyen dünyalar vardır ve Bali’de bunu rahatlıkla hissedebilirsiniz. Hatta denir ki Bali’de Tanrılar, insanların arasında dolaşırlar.
Tumblr media
Şifalı Şelaleler, Çeşmeler… Bali’nin tapınaklarını anlat anlat bitmez. Nitekim sonraki yolculuklarımda ben bunları keşfetmeye başladım birer birer. Her bir tapınağın ayrı bir enerjisi ve gücü vardı. Kimisinde dişil enerji yoğunken, bir kısmında eril daha güçlüydü veya bir adalete ayrılmışken, diğeri ticarete ayrılmıştı. Ziyaret ettiğiniz her yerde ayrı bir aktivasyon alabiliyordunuz. Bir keresinde başka bir adadaki tapınağa gittik. Burası en kutsal tapınaktır dedi Dada. Biz de ona uygun kapalı giyindik. Tam içeri gireceğiz nöbetçi bize kızdı (bu bildiğimiz insan) “gidin yerel kıyafetler giyin” dedi. Sonra gittik giydik bulduk kıyafetleri. Ne görelim, bildiğiniz transparan dantelli kıyafetler. Bizim kızların her birisi oldu birer huri. Sonra deniz tanrısının sunağına gittik. Rahip bizi inisiye etmek için denize attı. O güzelim kıyafetlerle bir güzel de yüzdük, mis gibi olduk. Tabii Bali’de tek ıslandığımız seremoni bu olmadı. Nice kutsal çeşme ve şelale var altına girebildiğiniz. Mesela Pura Sebatu Şelalesi var, burası fiziksel ve mental şifa üzerine. Buz gibi şelalenin altına giriyorsunuz ve de eğer bedeninizde herhangi bir hastalık varsa su, süt beyazına dönüyor ve hastalık sizden gidiyor. Yine Tirta Empul çeşmeleri var çok ünlü. Burası çok kalabalık oluyor genellikle. 12 çeşme var ve her bir çeşmenin ayrı bir enerjisi var. Balililer, her birisini bildikleri için ihtiyaçları neyse o çeşmenin altına girip  dualarını ediyorlar. Bir Batılıya göre şifalandıklarına inanıyorlar, onlara göre doğrudan şifayı alıyorlar. Artık siz ne derseniz. Sizin inancınız size, onların inancı kendilerine… Ben şelalere de, çeşmelere de bayılıyorum ve her seferinde mutlaka gidiyoruz birlikte.
Tumblr media
Sonraki Seferlerim… Bali’ye ilk gidişimden sonraki seferlerimde adanın nice noktasını keşfettik yol arkadaşlarımla birlikte. Sadece tapınaklarını da değil, plajlarını, safari parklarını, restoranlarını da gördük elbette. Her açıdan çok güzel zaten ada. Ama benim odağım daha çok ruhsallık üzerine. Bu noktada en fantastik yerlere son seferimizde gittik. Bir gece Dada dedi ki “Hasan bu gece çok kutsal ve büyülü bir gece, kimi Balililer mezarlıklarda geçirirler bu geceyi, gitmek ister misiniz?” Dedim, tabii ki. Sen de gelecek misin diye sorunca “Ben gelmem, çünkü korkarım. Çok ağır gelebiliyor bana” diye yanıtladı. Bizim Dada Bali tipi ermiş olduğu için sadece bir rehber değil, aynı zamanda psişik sezgileri de açık birisi. Bana gördüklerini zaman zaman açtığı için de anladım onu. Biz kendimiz gittik mezarlığa rahip eşliğinde. Gerçi hoş Balililer ölülerini yaktıkları için bildiğimiz anlamda mezarlıkları yok. Gittiğimiz yer de bir ölü yakma alanıydı. Diyeceksiniz ne gördün? Etraftaki enerjileri hissettik ama herhangi bir korku olmadı. Keza enfes bir meditasyondu. Sonra yine bir gün Dada, “Adanın kuzeyine bir ejderha mağarası var, gitmek ister misiniz?” diye sordu. Aaa tabii diye atladık hemen. Ama adanın kuzeyi deyince kolay bir yolculuk zannetmeyin. 90 km yol ama 3.5 saatte gidiliyor. Biz oraya gittik. Önce adalet ve ticaret tapınaklarını ziyaret ettik. Adalet biraz gariban bir tapınaktı. Ama ticaret tapınağına bir girdik, bir ihtişam bir ihtişam. Rahipler girişte bağışları sayıyorlar. Ve de bir arkadaşımız “orada paralarını inisiye ettim, sonra Türkiye’ye dönünce o paraları kime verdiysem gelirleri arttı” dedi. O ikisinden sonra biz ejderha mağarasına gittik. Şöyle bir hikayesi var oranın, o bölgede bir köy var ve bir rahip geliyor oraya. Rahibi bir şekilde kızdırıyorlar ve bir büyü yapıyor, tüm köy boyut değiştiriyor. Farklı bir boyutta yaşıyor orası artık ve Balililer bunu biliyor. Gayet de doğal karşılıyorlar. Nitekim alana girdik, alan bir acayip. Acayip sıcak ve yanıyoruz resmen. Sonra bir sunağa girdik. Burası mağaranın girişidir dediler. Ritüelin içindeyiz ama ejderhanın varlığını hissediyoruz hepimiz. Fakat bir baktık ki o sunağın arkasında mağara falan yok. Dağa doğru uzanan yol var. Yolun devamında da mağara yok. Ejderha nerede o zaman dedik, başka bir boyutta dedi Dada gülerek. Bir Batılı için inanmışsınız da öyle hissetmişsiniz diyebileceğiniz bir durum, bir Balili için o kadar doğal ki. Ve evet ben de net olarak hissettim o ejderhayı… Ama beş duyumun algılayabileceğinin ötesinde bir durumdu bu.
Tumblr media
Ardından da yazının en başında anlattığım tırmanış deneyimi geldi. Artık bu Bali’deki deneyimlerimizin taçlanması oldu. Ve de Bali, Dada’nın ağzından dile geldi ve dedi ki “Daha nice yerlerim var görülecek, gelecek sefere bunları için hazırlanın.” İşte o anda anladım Bali’nin derinliğini… Kendini katman katman nasıl açtığını. Sadece görünürde değil, görünmeyende de nice alana geçit olduğunu… ***** Şimdi sorun kendinize eğer Bali’ye gitmek niyetindeyseniz, ne kadarını istiyorsunuz diye? Veya daha önce gördüyseniz, ne kadarını gördünüz veya daha ne kadarını görmeye hazırsınız diye? Bu cennet adaya giderken esas niyetiniz ne? Sonra çıkın yolculuğunuza niyetiniz gerçek olsun sizinle... Read the full article
0 notes
gezgornet · 3 years
Text
Termessos - Antalya
Tumblr media
Termessos Antik Kenti, Pisidia Bölgesi'nin “Milyas” olarak anılan güneybatı bölümünde, bugün “Güllük” adını taşıyan Solymos Dağı’nın dorukları arasındaki vadide, Anadolu’nun en eski halklarından Luvi'lerin soyundan gelme Solym’ler tarafından kurulmuş önemli bir antik kenttir. Orman içinde korunan ören yerlerinin en çarpıcılarından biri olup, aynı adı taşıyan Milli Park içinde yer alır. Antalya-Korkuteli karayolunun 24'üncü kilometresinden sola tırmanan özel yolla, Güllük Dağı’ndaki kalıntılara ulaşılabilir. Şehrin tarih sahnesine çıkışı Büyük İskender’in İ.Ö.333’de kenti kuşatması ve Termesosluların güçlü bir savunma yaparak kenti teslim etmemesiyle olmuştur. İskender’in ölümünden sonra kent Ptolemy'ler tarafından alınmıştır. İ.Ö. 189 yılında komşu şehir İsinda’yı zapteden Termessos’lular İsinda halkının şikayeti üzerine Anadolu’daki Roma Kuvvetleri Komutanı Manlius Vulso tarafından cezalandırılmışlardır. Büyük ihtimalle aynı tarihlerde Termessos ile Likya Birliği arasında bir savaş da söz konusuydu. İ.Ö. 71’de Roma ile arasında “dostluk ve ittifak” bulunan Termessos’un işlerinde bağımsız olduğu ve kendi kanunlarını kendileri yapacakları konusu da Roma senatosunca kabul ve tasdik edilmiştir. İ.Ö. 36’dan 25’e kadar Galatialı Amyntas’ın Pisidya’nın diğer kentleriyle Termessos’u da yönettiği bilinmektedir. Roma İmparatorluk döneminde ise şehrin bağımsızlığını koruduğu bastığı sikkelerden anlaşılmaktadır. Şehrin Bizans döneminde ve sonraki devirlerdeki durumu hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Termessos kenti terk edildikten sonra yeni bir yerleşmeye tanık olmadığı gibi deprem ve doğal tahribin dışında oldukça sağlam ve iyi korunmuş ören yerlerinden biri olarak gösterilebilir. Şehrin kalıntıları Antalya-Korkuteli karayolu üzerindeki Yenicekahve yakınında bulunan Hellenistik Devir suru ile başlar ve Güllük Dağı'nın zirvesine kadar devam eder. Otoparktan sonra şehre tırmanan patika takip edildiğinde, sağ yanda İmparator Hadrian devrinde yapılmış İon düzenindeki tapınağın basamak ve anıtsal girişine rastlanır. Aşağı şehir surları ve su kaynağının bulunduğu alandan güneye doğru tırmanmaya devam edilirse, solda yer yer birinci katı ayakta kalmış Gymnasium’a ulaşılır. Birçok oda ve salondan oluşan yapının güneybatısında, arkalarında dükkânlar bulunan sütunlu cadde yer alır. Hemen yakınında kanalizasyon şebekesinin mükemmelliğini gösteren kanallar hala görülebilir. Düzlüğe çıkıldığında, orman gözetleme noktasına giden patikanın solunda şehrin birçok resmi yapısının bulunduğu alana ulaşılmış olur. Düzlükteki ilk kalıntı agoraya aittir. Batısındaki portiko veya stoa, II. Attalos zamanında (İ.Ö. 159–138) inşa edilmiş olup Dor düzenindedir. Agoranın doğusunda, yamaca yaslanmış olan ve Antalya Körfezi’ni görebilen konumdaki tiyatro yer alır. Tiyatronun yaklaşık 100 metre güneybatısında çatı yüksekliğine kadar ayakta duran meclis binası bulunmaktadır. Agoranın doğusundaki düzlükte ise birbirine geçişli 5 adet sarnıç, derinlik ve genişlik açısından benzersizdir. Şehrin güneybatısında, “Kurucunun Evi” ola-rak adlandırılan Roma tipinde fevkalade güzel bir villanın kalıntıları yer almaktadır. Cephe duvarı Dor düzeninde olan ve 6 m yüksekliğe erişen yapı, kapısının sol tarafındaki kitabeden dolayı ‘Kurucunun Evi” adını almıştır. İlginizi çekebilir: Side Antik Kenti – Antalya Termessos, çok sayıda tapınağa ve çok geniş mezarlık alanlarına sahiptir. Mezarlarının çeşitliliği ve bezemeleri oldukça zengindir. Bunlardan Büyük İskender döneminin önemli komutanlarından Alketas’ın mezarı (İ.Ö. 319) ve diğerleri şehir tarihine ışık tutmaları açısından da önemlidir. Anıtsal mezarların yanında çok sayıda savaşçılıklarını betimleyen kalkan motifli lahit, mezarlık alanında oldukça geniş bir yer kaplar. Antalya Müzesi’nde Termessos’a ait en ilginç eser “Lahitler Salonu”nda sergilenen “Köpek Lahdi” dir. Stefanos adlı köpeğe sahibesi tarafından yazılmış şiirsel kitabe benzersiz olmasıyla ayrı bir önem taşır. Kaynak: "Termessos" Dünden Bugüne Antalya , Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü (2012)
Tür:
Antik Kent
Turizm Türü:
Doğa-Kültür Turizmi
Adres:
Termessos, Döeşemealtı / Antalya
Nasıl Gidilir:
Antalya otobüs terminalinden Korkuteli minibüsleriyle sapakta inildikten sonra taksiyle veya doğrudan özel araçlarla ulaşılabilir. Termessos - Antalya Navigasyon Yardımı için Read the full article
0 notes