Tumgik
#düşündükleri ağır geliyor insana
civcivwq · 7 months
Text
" Hiçbir şey yapmadan da yorulabiliyor insan, düşündükleri ağır geliyor mesela. "
23 notes · View notes
oguzhans003 · 5 years
Text
Yaşarsan.
Ve bir türlü geçmiyordu zaman, yorulmuştu ruhum artık bedenin hevasına kapılmıştıktan. Sanki elinde ki ibadet silahını bırakmıştı da şeytana, secde ettiriyordu nefsim. Sırf huzur bulmak için rakı masalarında geçen biçare ömrüm ne olacak? Ne olacak bunca yaşanmış kötülük? Kör kütük dünya şarhoşluğundan kurtulamamış ve arzularıma bir kıble olmuş dünya…
Acıların ne sonu ne de bir başı vardı sanki, gelince topyekün geliyor. Ardı arkası kesilmiyor ve ben de faturayı hep dünyaya kesiyordum. Hep dünyaydı suçlu olan? Sahi neden ben suçlu olayım ki, dünya bütün süslerini üzerine almış, aciz bıraktığım ruhum nasıl asıl olan kıbleyi bulacak ki? Aç ve susuz bırakılmış bir asker mesabesinde olan bir ruh, nasıl olur da tam donanımlı ve her zaman zinde olan, nefse binbir türlü stratejiyi vermiş şeytan karşısında bir başarı sağlayacak? Sorgulamalarımın ardı arkası kesilmiyor, okuduğum kitapların satır başlarında ki merak, satır ortalarında ki uçsuz bucaksız düşüncelerim nasıl olacakta mutlak doğruya varabilecek? Bunca bilgi arasında, samanlıkta iğne aramak gibi bir şeydi seni bulmak. Oysa insanların nefesi adedince sana varan o yollar. Her hangisini seçersem sana varabileceğimi biliyorum. Biliyorum ama yakıtsız bir uçak, konuşmayı bilmeyen bir dil gibiydi ruhum… Tam o esna da bir nida duydum, Rasul(S.A.V.) diyordu. Etrafındakiler diyordu. Onlar nasıl buldular? Nasıl yaşadılar? Nasıl yaptılar ise onlara baksana bre!? Gece yarıları en sevilen saatlerim, gündüzler en karanlık geçen dakikalar oluyor. Sıradan bir insan gibi yaşayamamanın en temel sebebiydi o düşünceler ve az önce bahsettiğim onca düşünmek meşguliyeti. Tabi ya, “Bu aklı boşuna vermedin bana. Düşün, idrak et, danış, tart ve sonuca var. Bütün bunlar için senin o ömrün.” Bu mana beliriyor onca okuduklarımdan, zaten başka bir işe de yarayacak değil onca kelime… Sen dışında anlattıkları bir şey yok bana. Sen dışında gösterdikleri, ima ettikleri ve duyurdukları yok. Bakınca bir şey göremezsin bazen. Bilmekten de iyisi yaşamak bazen. Yaşamaktan da iyisi o acıların nerden geldiğini ve nereye gittiğini bilmek bazen. Diyorsunuz ki şimdi; “Senin ki de acı mı kardeşim?” Diyorum ki, o acılar benim için. Siz ne bilirsiniz, bana ne ağır ne hafif geliyor? Her insana sanki farklı bir ruh parçası üflenmiş. Her kes başka bir açıdan doğruyu bulduğunu söylüyor. Peki hepsi senin ruhundan bir parçaysa, onların düşündükleri adedince doğru olmaz mı?
Kelimelerim düşüncelerimin karmaşasına yetişmiyor. Düşüncelerim akan ve kaybolan onca zamana ne varıyor, ne çare oluyor. Esasen dert’te olmaktan başka bir işe yaramıyor. Bir bardak suya ihtiyacı olduğunu bilip, içip hayatına devam eden bir insan bahtiyarlığını neden bulamıyorsun ki? Aramıyor musun yoksa onu. Saçma mı geliyor sana. O insan bahtiyar mı? diye bir düşünce daha oluşuyor. Bu karmaşa benim eserim mi? senin yaratman mı? bir derviş mi olmalı insan hayatı boyunca, yoksa aslında derviş dediğimiz tokatı boşveren, allahtandır deyip geçen mi demek? Yoksa iradeli, sorgulayan, cevap için gece gündüz çalışan, ne dünyayı ne ahireti bırakan, gönlünü kaptırsa da son model bir sedan arabaya yada mavi gözlü birine. Kaderdir deyip geçebilen mi? Bizim geldiğimiz o muamma, gittiğimiz o muamma? Neden? En mantıklı bulduğum açıklama “aceba bu muammalar arasında tavrı ne olacak ve yaşaması nasıl olacak bunun?” insan sadece bikaç dakikalık zevk akabinde olan evladına bile onca merhamet ederken, yaradılanların en üstünü hitabına layık olduğu söylenen insana evla görüleceği söylenen işkenceler, neden?
Sen(C.C.) beni yaratan bu kadir gecesinde dimağımda oluşan bu sorular ve sorunlara cevabımı bildirsen. Ne istiyorum? Onu bana bildirsen. Menzile vardırsan. Üstümden ölü toprağını kaldırsan. Amin.
1 note · View note
akilfikirgezegeni · 4 years
Text
Tumblr media
Şu batıl inanç dedikleri şeyde nedir?
Ertan Yavuz
Sıradan şeyleri sıra dışı yapma konusunda harika bir düşünce yapımız var. Tarih boyunca açıklanamayan ne kadar çok durumla karşılaştığımızı düşünürsek batıl dediğimiz itikatların aslında ne kadar batıl ama bir o kadar da ihtiyaç olduğunu da görebiliriz. Özellikle korkuyu anlamlandırma adına oluşturduğumuz bu saçma fikir kalıpları çoğu zaman bizlerin soyut kavramları mantıklı bir şekilde içselleştirmeden yüzeysel olarak kabul etmesi anlamına gelmiştir.
Bir zamanlar yani kolektif bilincimizin bugünlere gelmediği dönemlerde zifiri karanlık bir gecede çevresinde hiçbir şey olmadığını bildiği halde duyduğunu zannettiği sesler ya da gördüğünü sandığı görüngüleri farklı yorumlayan insan atası ‘’Gaiplerden bir ses gelir bizlere, aman ulumanisa gözlere bak gözlere’’ diyerek, kendi kendini avutmak için bir takıp kompülsiyonlar oluşturarak rahatlamayı ve korkuyu görmezden gelmeyi öğrenmiş olabilir. Belkide rahatlamak yerine daha çok gerilerek obsesif takıntılar oluşturup kötü ruhların dünya da kalarak kötülüklerine devam ettiğini düşünmeyi seçmiş olabilir. Kim bilir belki de sırf bu yüzden etrafımızda bulunan tahtalara vurma davranışımız bu kötü ruhların kaçıp gitmesini sağlamak için oluşturduğumuz birer zorlantı hareketinden başka bir şey değildir. Vaktiyle iyi şans getirdiğine inanıldığı için meşe, çınar gibi ağaçlara vurulması da bu zorlantının olumlama versiyonu olsa gerek.
‘’Ayna ayna söyle bana, benden daha güzeli...?’’ Grimm kardeşlerin en meşhur masallarından biri olan Pamuk prenses ve yedi cüceler masalı üvey annesinin güzelliğini kıskandığı masum kızın yok edilmek istenmesi ve kalıcı güzelliğin tek bir kişide kalması için sihirli aynaya sürekli sorulup tasdik edilmesinin anlatıldığı bir masaldır. (Bu arada 18.yy’ın sonları ve 19.yy ortalarına kadar yaşamış Wilhelm Grimm ve Jacob Grimm kardeşler köy köy, kasaba kasaba dolaştığı bölgelerde o yöre halklarını dinleyerek kayıt altına aldıkları masalların bazıları, Rapunzel, Uyuyan Güzel, Çizmeli Kedi, Kırmızı Başlıklı Kız… Bu masalların pekte masum hikâyeler olmadığının da bilinmesi gerekir.)
Bir kişiye çağının en güzeli olmak için bir aynanın ona dünyanın en güzeli ünvanını verebilmesi ancak o aynanın sapasağlam olması ile mümkün olur. Peki o ayna kırk parçaya bölünürse geriye bahsi geçen güzellikten ne kalır? Sahibi olduğumuz güzelliğimiz elimizden alınırsa o kırılan aynanında uğursuzluk alameti olarak sayılması gerekmez mi? Yüzyıllar öncesinde daha camın ve aynanın ne olduğunu bilmedikleri zamanlarda gölde kendi yansımasını görerek aşık olan Narkisos’un yine kendine sahip olabilmek için göle uzanarak boğulması bir bakıma kırık aynanın laneti gibi bir şey değil mi? Bizler aklını mantığını ve duygularını kullanarak eşya diye nitelenen kendi dışımızdaki çevremizi algılayan yaratılar olarak kurduğumuz ilişkilerde bir başkası üzerinden kendimizi tanımlama becerisine sahibiz. Hoşlandığımız ya da hoşlanmadığımız bir huyumuzu ya da davranışımızı karşımızdaki insana yansıtarak olumlu veya olumsuz tüm özelliklerimizi daha iyi görmemizi sağlayabiliriz. Hatta bu durumu anlatan psikolojik bir de etkiye bile sahibiz. bknz. Ayna (Miror) Etkisi.
Milattan öncesi Antik Mısır medeniyetinin güçlü ve büyük olduğu dönemlerde kutsal olarak kabul edilen kedilerin yüzlerce yıl sonra şeytani büyücülük, sihir ve cadılıkla ilişkilendirilmesi de ilginç bir geçiştir. Mısırlılar kutsal saydıkları kedileri öldüğünde bile onlara düzenledikleri cenaze törenleri ile kedilerin her zaman iyi şans getirdiğine inanmışlardır ama Ortaçağ Avrupası her nedense cadılarla ve şeytanlıkla ilişkilendirdikleri kedileri canlı canlı katlederek günümüzde saçma olduğu bilinse de kara kedinin laneti batılını sürdürmüşlerdir.
“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...”
Ahmet Haşim “Merdiven” şiirini yazdığı zamanlardan çok daha uzun yıllar önce özelllikle hristiyan topluluklarda uğursuzluk sembolü olan merdiven altından geçmeme aslında yine Antik Mısırda kutsal sayılan ve firavunların mezarlarına bile koyularak öteki dünyada tanrılara ulaşması için kullanması düşünülen bir eşyadır. Aynı zamanda duvara dayanılan merdiven yaptığı eğim ile bir üçgeni oluşturmakta ve üçleme tıpkı hristiyan teslis inancında olduğu gibi Mısırda da kutsal sayılmakta böylece oluşturulan üçgenin altından geçmek dince yasak sayılmakta idi. Günümüzde hâlâ inancını koruyan bu batıl itikatın aslında işe yarar başka bir özelliği daha var. Siz siz olun merdiven altından sakin geçmeyin. Neme lazım üzerindeki ustanın elindeki tuğla ya da cam kenarındaki bir saksı her an kafanıza düşebilir.
Kimine göre batıl kimine göre ise metafiziksel bir olay olan nazar değmesi ya da diğer bir ismi ile göz değmesi inancı ilkçağ insanına kadar uzanmaktadır. Tarih öncesi insanlar kendi aksini karşısındaki insanın gözlerinin içinde gördüğü zaman ruhunun o kişi tarafından ele geçirildiğini düşünüyordu. Zaman içerisinde Mısırda, Orta Doğuda kızgın güneşin ve çölün ortasında kem gözlü insanlardan ve tabi pek muhtemel olan güneşin o keskin ışınından korunmak için gözlerinin çevresine maskaralar çekerek korunma yöntemini bulmuşlardı. Böylece gerçekte hem güneşin zararlı ışınlarından hemde bir inanç geliştirerek kem gözlü insanlardan korunmuş olacaklardı.
Evrenin oluşumundan bu yana tarihimiz bir çok olayın yaşandığı, savaşların yapıldığı, icatlar geliştirerek yeni çağların açılıp kapatıldığı sayısız olaylarla dolu. Batıl diye adlandırdığımız nice olayın arkasında insanın korku, kaygı ve korunma ihtiyacının yattığını söyleyebiliriz. Bunlardan biride onüç sayısının uğursuzluğudur. Bu inanışta diğerleri gibi belli zamanlarda ve olaylarla ortaya çıkmıştır. Önceleri İskandinav mitolojisinin sonrasında hristiyan dininin bir miti olan onüçün laneti günümüzde de birçok yerde sıklıkla uygulanmaktadır. Uçaklarda 13 numaralı bir koltuğun olmaması, otellerde 12 no'lu odadan 14 no’lu odaya atlanması... Gerçekte İskandinav mitolojisi içerisinde 12 tanrının yemek yemesi sırasında yeraltı ve kötülük tanrısı Loki’nin bu yemeğe gelerek tanrı Balter’i öldürmesi ile sonuçlanmasından sonra onüçün uğursuzluğu kabul edilmiş sonrasında Leonardo Da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” isimli tablosuna da konu olan Hz. İsa ve 12 havarisi ile bir arada iken onunla birlikte sayının 13 olması ve bu yemek sonunda Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi bu batıl inanışın dinsel olarak kendine yer bulmasına da sebep olmuştu. Hatta bu lanetin günümüzde bir fobiye de yol açtığını belirtmem gerekir ismide “triskaidefobi” yani 13 sayısından korkmak.
Tüm yanlış inanışlarımızın bir zamanlar anlamlı bir olaydan başladığını bilmek doğru inandığımızı zannettiğimiz bir çok yanlış inanışında devam etmemesi gerektiğini gözler önüne serer. O halde hayatımızın bir çok yerine masum totemler dikmeyi bir kenara bırakarak korkularımızın esiri olmaktan kurtulmalıyız. Sırf bizleri rahatlattığını düşündüğümüz tekrarlı ve tılsımlı sözlerden ya da davranışlardan vazgeçip sözde ritüellere bir son vermeliyiz. Bir zamanlar insanlar gök gürültüsü tanrısına inanır ve hava durumu her değiştiğinde kendilerinin lanetlendiğini düşünürdü. 75 yılda bir kez dünyaya teğet geçen kuyruklu yıldız hem bereketi hem de bir topluluğun mahvı anlamına gelebilirdi. 16. yy’da İspanyol denizci Hernando Cortes Güney Amerikalı yerliler Azteklerle (Şimdiki Meksika) tanışması ve onları yokederek topraklarını ele geçirmesi de tıpkı yukarıda yazılan batıl bir takım inanışlar yüzünden olmuştur. Dönem itibariyle dünyanın evrenin merkezi kabul edildiği yıllarda Aztekler de dünyadaki diğer insanlardan izole bir şekilde yaşıyordu. İnanışlarına göre insan kurban ediyor ve bu kurbanları denizlerden geleceğini düşündükleri tanrılarına adıyorlardı. Ve tam da düşündükleri ve inandıkları gibi Cortes ve adamları denizden geliyor, tıpkı hayallerindeki gibi beyaz tenli ve sakallı ayrıca dört ayaklı ve ilk defa gördükleri hızlı bir hayvana biniyorlardı. Üstelik ellerinde onların hiç görmediği delikli bir metalle...
Kral Montezuma denizlerden gelen bu adamları ellerinde onlar için çokta önemli bir meta olmayan altınlar ve değerli taşlarla karşılamıştı.
Ne mi oldu?
Azteklerin binlercesini Cortes ve adamları öldürdü, milyonlarcasını da kendileri ile birlikte vücutlarında adaya getirdikleri çiçek mikrobu...
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Bu her zaman böyledir.
“Batıl yok olmaya mahkumdur.”
Kaynakça: Panahi. Charles/Sıradan şeylerin sıradışı kökleri/Çev. Melis Aktaş/Maya kitap
0 notes
akilfikirgezegeni · 4 years
Text
https://www.eksisozluk.com/entry/107565280
Şu batıl inanç dedikleri şeyde nedir?
Ertan Yavuz
Sıradan şeyleri sıra dışı yapma konusunda harika bir düşünce yapımız var. Tarih boyunca açıklanamayan ne kadar çok durumla karşılaştığımızı düşünürsek batıl dediğimiz itikatların aslında ne kadar batıl ama bir o kadar da ihtiyaç olduğunu da görebiliriz. Özellikle korkuyu anlamlandırma adına oluşturduğumuz bu saçma fikir kalıpları çoğu zaman bizlerin soyut kavramları mantıklı bir şekilde içselleştirmeden yüzeysel olarak kabul etmesi anlamına gelmiştir.
Bir zamanlar yani kolektif bilincimizin bugünlere gelmediği dönemlerde zifiri karanlık bir gecede çevresinde hiçbir şey olmadığını bildiği halde duyduğunu zannettiği sesler ya da gördüğünü sandığı görüngüleri farklı yorumlayan insan atası ‘’Gaiplerden bir ses gelir bizlere, aman ulumanisa gözlere bak gözlere’’ diyerek, kendi kendini avutmak için bir takıp kompülsiyonlar oluşturarak rahatlamayı ve korkuyu görmezden gelmeyi öğrenmiş olabilir. Belkide rahatlamak yerine daha çok gerilerek obsesif takıntılar oluşturup kötü ruhların dünya da kalarak kötülüklerine devam ettiğini düşünmeyi seçmiş olabilir. Kim bilir belki de sırf bu yüzden etrafımızda bulunan tahtalara vurma davranışımız bu kötü ruhların kaçıp gitmesini sağlamak için oluşturduğumuz birer zorlantı hareketinden başka bir şey değildir. Vaktiyle iyi şans getirdiğine inanıldığı için meşe, çınar gibi ağaçlara vurulması da bu zorlantının olumlama versiyonu olsa gerek.
‘’Ayna ayna söyle bana, benden daha güzeli...?’’ Grimm kardeşlerin en meşhur masallarından biri olan Pamuk prenses ve yedi cüceler masalı üvey annesinin güzelliğini kıskandığı masum kızın yok edilmek istenmesi ve kalıcı güzelliğin tek bir kişide kalması için sihirli aynaya sürekli sorulup tasdik edilmesinin anlatıldığı bir masaldır. (Bu arada 18.yy’ın sonları ve 19.yy ortalarına kadar yaşamış Wilhelm Grimm ve Jacob Grimm kardeşler köy köy, kasaba kasaba dolaştığı bölgelerde o yöre halklarını dinleyerek kayıt altına aldıkları masalların bazıları, Rapunzel, Uyuyan Güzel, Çizmeli Kedi, Kırmızı Başlıklı Kız… Bu masalların pekte masum hikâyeler olmadığının da bilinmesi gerekir.)
Bir kişiye çağının en güzeli olmak için bir aynanın ona dünyanın en güzeli ünvanını verebilmesi ancak o aynanın sapasağlam olması ile mümkün olur. Peki o ayna kırk parçaya bölünürse geriye bahsi geçen güzellikten ne kalır? Sahibi olduğumuz güzelliğimiz elimizden alınırsa o kırılan aynanında uğursuzluk alameti olarak sayılması gerekmez mi? Yüzyıllar öncesinde daha camın ve aynanın ne olduğunu bilmedikleri zamanlarda gölde kendi yansımasını görerek aşık olan Narkisos’un yine kendine sahip olabilmek için göle uzanarak boğulması bir bakıma kırık aynanın laneti gibi bir şey değil mi? Bizler aklını mantığını ve duygularını kullanarak eşya diye nitelenen kendi dışımızdaki çevremizi algılayan yaratılar olarak kurduğumuz ilişkilerde bir başkası üzerinden kendimizi tanımlama becerisine sahibiz. Hoşlandığımız ya da hoşlanmadığımız bir huyumuzu ya da davranışımızı karşımızdaki insana yansıtarak olumlu veya olumsuz tüm özelliklerimizi daha iyi görmemizi sağlayabiliriz. Hatta bu durumu anlatan psikolojik bir de etkiye bile sahibiz. bknz. Ayna (Miror) Etkisi.
Milattan öncesi Antik Mısır medeniyetinin güçlü ve büyük olduğu dönemlerde kutsal olarak kabul edilen kedilerin yüzlerce yıl sonra şeytani büyücülük, sihir ve cadılıkla ilişkilendirilmesi de ilginç bir geçiştir. Mısırlılar kutsal saydıkları kedileri öldüğünde bile onlara düzenledikleri cenaze törenleri ile kedilerin her zaman iyi şans getirdiğine inanmışlardır ama Ortaçağ Avrupası her nedense cadılarla ve şeytanlıkla ilişkilendirdikleri kedileri canlı canlı katlederek günümüzde saçma olduğu bilinse de kara kedinin laneti batılını sürdürmüşlerdir.
“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...”
Ahmet Haşim “Merdiven” şiirini yazdığı zamanlardan çok daha uzun yıllar önce özelllikle hristiyan topluluklarda uğursuzluk sembolü olan merdiven altından geçmeme aslında yine Antik Mısırda kutsal sayılan ve firavunların mezarlarına bile koyularak öteki dünyada tanrılara ulaşması için kullanması düşünülen bir eşyadır. Aynı zamanda duvara dayanılan merdiven yaptığı eğim ile bir üçgeni oluşturmakta ve üçleme tıpkı hristiyan teslis inancında olduğu gibi Mısırda da kutsal sayılmakta böylece oluşturulan üçgenin altından geçmek dince yasak sayılmakta idi. Günümüzde hâlâ inancını koruyan bu batıl itikatın aslında işe yarar başka bir özelliği daha var. Siz siz olun merdiven altından sakin geçmeyin. Neme lazım üzerindeki ustanın elindeki tuğla ya da cam kenarındaki bir saksı her an kafanıza düşebilir.
Kimine göre batıl kimine göre ise metafiziksel bir olay olan nazar değmesi ya da diğer bir ismi ile göz değmesi inancı ilkçağ insanına kadar uzanmaktadır. Tarih öncesi insanlar kendi aksini karşısındaki insanın gözlerinin içinde gördüğü zaman ruhunun o kişi tarafından ele geçirildiğini düşünüyordu. Zaman içerisinde Mısırda, Orta Doğuda kızgın güneşin ve çölün ortasında kem gözlü insanlardan ve tabi pek muhtemel olan güneşin o keskin ışınından korunmak için gözlerinin çevresine maskaralar çekerek korunma yöntemini bulmuşlardı. Böylece gerçekte hem güneşin zararlı ışınlarından hemde bir inanç geliştirerek kem gözlü insanlardan korunmuş olacaklardı.
Evrenin oluşumundan bu yana tarihimiz bir çok olayın yaşandığı, savaşların yapıldığı, icatlar geliştirerek yeni çağların açılıp kapatıldığı sayısız olaylarla dolu. Batıl diye adlandırdığımız nice olayın arkasında insanın korku, kaygı ve korunma ihtiyacının yattığını söyleyebiliriz. Bunlardan biride onüç sayısının uğursuzluğudur. Bu inanışta diğerleri gibi belli zamanlarda ve olaylarla ortaya çıkmıştır. Önceleri İskandinav mitolojisinin sonrasında hristiyan dininin bir miti olan onüçün laneti günümüzde de birçok yerde sıklıkla uygulanmaktadır. Uçaklarda 13 numaralı bir koltuğun olmaması, otellerde 12 no'lu odadan 14 no’lu odaya atlanması... Gerçekte İskandinav mitolojisi içerisinde 12 tanrının yemek yemesi sırasında yeraltı ve kötülük tanrısı Loki’nin bu yemeğe gelerek tanrı Balter’i öldürmesi ile sonuçlanmasından sonra onüçün uğursuzluğu kabul edilmiş sonrasında Leonardo Da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” isimli tablosuna da konu olan Hz. İsa ve 12 havarisi ile bir arada iken onunla birlikte sayının 13 olması ve bu yemek sonunda Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi bu batıl inanışın dinsel olarak kendine yer bulmasına da sebep olmuştu. Hatta bu lanetin günümüzde bir fobiye de yol açtığını belirtmem gerekir ismide “triskaidefobi” yani 13 sayısından korkmak.
Tüm yanlış inanışlarımızın bir zamanlar anlamlı bir olaydan başladığını bilmek doğru inandığımızı zannettiğimiz bir çok yanlış inanışında devam etmemesi gerektiğini gözler önüne serer. O halde hayatımızın bir çok yerine masum totemler dikmeyi bir kenara bırakarak korkularımızın esiri olmaktan kurtulmalıyız. Sırf bizleri rahatlattığını düşündüğümüz tekrarlı ve tılsımlı sözlerden ya da davranışlardan vazgeçip sözde ritüellere bir son vermeliyiz. Bir zamanlar insanlar gök gürültüsü tanrısına inanır ve hava durumu her değiştiğinde kendilerinin lanetlendiğini düşünürdü. 75 yılda bir kez dünyaya teğet geçen kuyruklu yıldız hem bereketi hem de bir topluluğun mahvı anlamına gelebilirdi. 16. yy’da İspanyol denizci Hernando Cortes Güney Amerikalı yerliler Azteklerle (Şimdiki Meksika) tanışması ve onları yokederek topraklarını ele geçirmesi de tıpkı yukarıda yazılan batıl bir takım inanışlar yüzünden olmuştur. Dönem itibariyle dünyanın evrenin merkezi kabul edildiği yıllarda Aztekler de dünyadaki diğer insanlardan izole bir şekilde yaşıyordu. İnanışlarına göre insan kurban ediyor ve bu kurbanları denizlerden geleceğini düşündükleri tanrılarına adıyorlardı. Ve tam da düşündükleri ve inandıkları gibi Cortes ve adamları denizden geliyor, tıpkı hayallerindeki gibi beyaz tenli ve sakallı ayrıca dört ayaklı ve ilk defa gördükleri hızlı bir hayvana biniyorlardı. Üstelik ellerinde onların hiç görmediği delikli bir metalle...
Kral Montezuma denizlerden gelen bu adamları ellerinde onlar için çokta önemli bir meta olmayan altınlar ve değerli taşlarla karşılamıştı.
Ne mi oldu?
Azteklerin binlercesini Cortes ve adamları öldürdü, milyonlarcasını da kendileri ile birlikte vücutlarında adaya getirdikleri çiçek mikrobu...
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Bu her zaman böyledir.
“Batıl yok olmaya mahkumdur.”
Kaynakça: Panahi. Charles/Sıradan şeylerin sıradışı kökleri/Çev. Melis Aktaş/Maya kitap
0 notes