Tumgik
#grup şarkıları
pativenk · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
4 notes · View notes
artniyetsizsikerimx · 18 days
Text
Bir acayip durum - 5
Hastanenin kapısından çıkarken Zehra, Nazlı, Gamze ve Zeliha hanım aklımdaydı. Zehra ve Gamze’de yarım kalan bir tat vardı, Zeliha doyurmuştu ama açlık çektirmesini biliyordu, Nazlı hak ettiği yerdeydi şimdilik. Onunla ilgili tek planım evlenmek olarak kalmıştı. Gittikçe evlenilecek bir adam olmaya başlamıştım zaten!? Önümdeki koca ıslaklıkla polikliniklerin koridorlarından çıkışa doğru yürüdüm. Arada peşimde koşarak gelen idari işler müdürü son 10 günü açıklayamazsam işten çıkartılabileceğimi yetiştiriyordu, suratına anlamsızca bakarak hastanenin kapısından çıktığımda işsiz bir doktordum.
Epeyce bir süre yürüdüm,  sahile indim, güneşi batırdım; oradan karşıya geçtim Karaköy’den yukarı çıktım. Kerhaneleri kapatmasalardı iyi olurdu arada işimi görüp İstiklal’e çıkardım diye düşündüm. Yüksek kaldırıma geçtim, Tünel’e doğru eskilerden kalma pub, bar türü değişik eğlence anlayışı olan bir yer vardı içeri girdim. Bazen canlı caz veya Amerikan salon şarkıları ya da 70’lerin psikedelik  müzikleri çalan bir mekândı. Sahibi de o zamanlarda kalma biriydi, biraz hippi biraz çiçek çocuğu havalarındaydı. Girer girmez kafa yapan bir tütsü kokusu ve pek de masum olmayan birkaç duble içecek eşliğinde kafalar helyum dolu balon gibi vücutlardan ayrılıyor, mekanın tavanında amaçsızca uçuşabiliyordu.  İçlerine eser miktarda o eskilerin klasik otlarından ya da LSD tipi maddeler katıldığından kıllanıyordum ama çok dert etmiyordum ben de bir bağımlılık oluşturmamıştı. Buradan sarhoş çıkılmıyordu anlayacağınız, sadece ayaklar yerden kesiliyordu bir miktar.
Masalar tek, tük doluydu, hafif alkol berberinde yenen yemekler ile geceye hazırlanıyorlardı ama bir saate kadar kalabalık olacaktı mekân. Tünel ve İstiklâl’de yeni dünyaların keşfine çıkmış birkaç maceracı, gelişmiş ergen grup vardı. Ortamın sanılan “ marjinalliğine” yakışan ama üstlerinde biraz eğreti kalmış giysiler ve takılarla bezenmişlerdi.  Gözüme sadece kızlardan oluşan bir grup takıldı, grubun içinde dikkat çekici bir tanesi ile göz göze geldik. Başımı çevirdim bara doğru geçtim oturdum omuzumun üstünden arkama doğru bakındım yine göz göze geldik. İçecek bir şeyler söyledim. Barın arkasındaki ayna boynumun tutulmamasına yardımcı olmuştu. Ara ara aynadan göz göze gelmeye devam ettik. Daracık masalarda birbirlerine yapışık oturuyorlardı. O alana anca iç içe geçerek sığışabilmişlerdi. Mekânı verimli kullanma ve içerisini mümkün olduğunca doldurma anlayışı buna mecbur bırakıyordu gelenleri.  Mini etekli, şortlu, kotlu bacakları temas halindeydi. Kolsuz bluzların ortaya çıkarttığı omuzlar birbirini eziyor, özellikle içlerinden ikisinin aşağılara sarkan ince kolları sıska bacakların üzerinde yer buluyordu. Sesleri masanın dışına taşmayacak şekilde kısık sesle konuşuyorlar, sağı solu kesen meraklı gözler ile bakınıyorlardı.  Büyük gibi davranan küçük kızlardı. “İnisiye” kelimesi takıldı aklıma ve “İnisiyasyon” .
Büyümeye çalışan bir grup kadın adayı tam yerine gelmişler diye düşündüm.  Bende içkiler birer birer gidiyordu. Bacakların üzerindeki eller tatlı tatlı temas ettikleri pembelikleri okşuyordu. Bazen yakalanma korkusuyla rahatsızca masanın üzerine çıkıyor, lüzumsuz kadehleri, çatal, bıçağı tutmak için kullanılıyorlardı ama asıl amaçları hep masanın altında yer alıyordu sanki. Diyorum ya burada bir iki dubleden sonra kafalar güzel oluyordu. Bu arada göz değmeleri de devam ediyordu, ayna vasıtası ile olan bitenin farkında olduğumu biliyordu karşımdaki gözler.  Güle eğlene, sokula sokula devam ediyordu muhabbetleri. Ellerin bacaklarla muhabbetleri de elbette. Zaman geçtikçe, kadehlerdeki eser miktarda olan kimyasallar zihinlere eriştikçe, ortam kalabalıklaştıkça daha cesur ama daha saklanabilir olmuşlardı.  Ayna, ayna güzel ayna,  ortada ne varsa dökebiliyordu güzelce; yaramaz eller kasıklara doğru çıkıyordu. Göz bebeklerim bir masanın altı bir kızın gözleri ile buluşuyordu. Tebessümler de eşlik etmeye başlamıştı. İnisiyasyonu başlatmıştım sanırım. Arkadaşının küçük yaramaz elleri apış arasına girmişti. Kızlar oldukça güvensiz bir ortamda birbirlerine güvenmişlerdi. Tebessümüne biraz gerginlik, iri siyah göz bebeklerine biraz iç geçirişler eklenmişti. Yaramaz kızlar tehlikeli sularda yüzüyordu. Fark edilseler iyice güzelleşmiş  kafalara meze olurlardı, hoş geleni gideni seviyeli!! tiplerdi. Ya güzelce olan biteni izler ya da hep birlikte güzelce sikerlerdi.
Kızlar masadakilere bir şeyler söyleyip el ele kalktılar, yollarını uzatıp arkamdan geçip tuvaletin olduğu bölüme doğru gittiler. Tuvalete giden yol, turuncu sarı arası bir ışıkla aydınlatılmış, bakımsızlıktan grileşen boyası binanın yaşını duvara kusmuş, dişleri dökülmüş ağızlar gibi seyrekleşmiş yer döşemeleri üzerinde takılıp düşmemek için dikkatle yürümek zorunda kaldığın labirent gibi bir koridordan geçerdi. Yanlış kapı seni Tünelin kuytu sokaklarına çıkartır ya da başka bir binanın havalandırma şaftına. Bir sağ iki sol yan yana tuvaletlerin kapısına götürürdü.
Çişleri mi gelmişti o kadar oynaşmaktan ve içilen ikişer Arjantin biradan sonra yoksa daha fazlası için mi kalkmışlardı masadan merak etmiyor değildim. İki çıtırla tuvalet fantezileri depreşiyordu kafamda. İyice pisleşmiş beynimin içi diye düşündüm. Kendimi iyi hissetmek için “Ortalıkta göz göre göre buna cesaret eden arkada neler yapmazdı” dedim. Barın kenarında sola doğru dönerlerken siyah gözler ile karşılaştım yine. Önüme yeni konan canım Hennessy’den bir yudum dahi almadan arkalarından yollandım.  Labirenti avucumun için gibi biliyordum, doğrudan tuvalete yönlendim orospular yoktular. Ne ladys ne de gentelman tarafında. Bu kadar hızlı gelemezlerdi zaten tuvaletlere. Gerisin geriye diğer çıkışları kontrol ederek gelmeye başladım. İlk sağdaki sotede yoktular, ikinci sağ sahanlığa açılan kapı… Hafif aralıktı usulca araladım, çöpleri karıştıran kediden başka bir şey yoktu. Ne yaptığımı düşünmeden diğer iki çıkışı kontrol için hareketlendim. Şimdi düşünüyorum da baya sapık, tecavüzcü gibi ortalıkta dolaşıyordum. Gittiler ya da kaybettim diye telaşa da düşmüştüm baya. O iki orospuyu iş üstünde yakalayıp bir süre gizlice seyredip mastürbasyon yapmak sonra elim sikimde karşılarına çıkabilecek duruma gelmiştim. Üçüncü çıkış kuytu bir havalandırma boşluğuydu, kesif bir duman kokusu ile birlikte kedilerin! mırıltıları geliyordu kapının arkasında. Kapıyı açtım karanlığın içinde iki ateş ucu ve toparlanmaya çalışan küçük şırfıntıları gördüm.
Ateş uçlarından biri telaşla havada uçup taklalar atarak yere düştü, diğeri tütmeye devam ediyordu. Elindeki cigaralığı atan, yarısı dışarı taşmış memesini tişörtünün içine sokmaya çalışıyordu. Benim kara gözlü “Sakin ol bardaki adam “  bana döndü “ Naber babalık “ , “Seyretmeye mi sikmeye mi geldin?” “Gördün Çıtırları değil mi”  silahın tetiğine tek tek basıp aynı noktaya zevkle çakıyordu mermileri kaltak. Bir anda babacanlığım mı tuttu, kızın sözleri aklımı başıma mı getirdi, yoksa içinde bulunduğum zavallı, ezik halden kurtulmak için midir nedir bilmiyorum “Ne yapıyorsunuz burada “, başınızı derde sokacaksınız? “ diye azarlayarak lafa girdim. “Hasssiktir “ dedi. İçim ezildi Nazlı’nın ergen hali gibiydi kaltak.
 “Terbiyesizleşme yaşın kaç senin”  dedim babacan bir tonla.
“ Sikmen için kaç yaş lazım sana “ diye cevap verdi.
“Yetişkin olman yeterli”
“17, sikmek istemez misin?“
“Küçükmüşsün “
“18 olurum o zaman “
“O zamanda çok büyük oluyorsun”
“Ne boksun sen be” dedi.
Ne boktum hakikaten ben? Küçüklerden dersimi almıştım. Sırtımı döndüm, kapıyı çektim, barın önündeydim. Hennessy’e kimse dokunmamıştı. Bir dikişte bitirdim. İçim yandı iki dakika sonra dışarıda ter içinde yürüyordum. Hava nasıl olursa olsun Hennessy’nin yeri ayrıydı Zeliha Hanım gibi. Yedisinden yetmişine kadınlar aynı diye düşünürdüm ama Zeliha Hanım yine ayrıydı, Hennessy de.
Kapıyı sertçe çarpıp içeri girdim, üstüm başım leş gibi kokuyordu. Sigara, tütsü, alkol ve çoluk çocuğun karşısındaki maskaralığım üstüme sinmişti. Soyundum, dökündüm banyoya girdim.  Soğuk suyun altında öğlenden kalan marifetlerimin kalıntılarını temizledim, misler gibi kokuyordum. Yıkanmak tüm kirleri gidermişti. İçtiğim konyağın dalgalarında hâlâ sallanıyordum. Beceriksizce bornozu üzerime geçirdim yatağa uzandım. Zeliha Hanım gelip oturdu bir anda kucağıma, yüzünü örtmüş saçlarının arasında baş veren memeleri simsiyah gökyüzünde çifte ay gibi parlıyordu. “ Beni değiştir diyordu”, sesi içime yılan gibi kayıvermişti. Kucağımda oynaştıkça bulutların arasına girip kayboluyordu memeleri. Rüzgâra tutulmuş bayrak gibiydi bedeni. Kocaman açılmış avuçları ile göğsümü avuçlarken,  kolları dalgalanan bedenine payanda olmuşlardı. Saçlarından kurtulan yüzünde sıkıntılı ifadeler vardı, buzun rakıyı döndürdüğü mermer rengiydi suratı ve buzun çizdiği ince patikaların üzerinden gelen anason kokusuna yakışan bir hüzünle sevişiyordu benimle. Arkadan eşlik eden ince sazın namelerine karışan sesi ile  “Çok güzel” dedi “Onur Bey çok güzel, evine her geldiğimde kadınlığımı hissettim hep “ diye devam etti. “Senin evinde olmak, temizlemek, yemeğini yapmak, yanında olmak güzeldi, şimdi ise daha da güzel “ dedi “ HİSSETRİDİĞİN KADINLIĞIMI SANA SUNMAK” , “Değiştir beni” …
Ne yapmıştım bilmiyordum bu kadına ama kucağımda beni daha fazla içine almak için kasıklarımı zorlarken böyle diyordu. Kıvranıyordum elim sikimdeydi, sımsıkı sarmış aşağı yukarı sıvazlıyordum. Kupkuru ellerimin arasında canım yanmıştı, oysa Zeliha sırılsıklamdı.  Elime bolca tükürdüm, Zeliha Hanım iyice hızlanmıştı “Uzun zamandan beri ilk defa “ diyordu “İlk defa gerçekten sevişiyorum”. Güçlü ve isterik inlemeleri kulaklarımda çınlıyordu. Koca kadın çocuk gibi sesler çıkartıyordu. Yıllarca ıssızda seviştiği acemi ve sakil inlemelerinden belli oluyordu. Belli ki,  gizli saklı kuytularda becerilirken her defasında dudaklarını ısırmış, yaşanan belli olmasın diye tutmuştu kendini. İşini yaparken de tutardı; evde olduğum zamanlar benimle işi haricinde konuşmazdı. Kim bilir belki alttan alta bu hali üzerine çekmişti beni.
“Güzelce sikiyorsun, teşekkür ederim” dedi. Rahatlamış gibiydi bunları söylerken, uzun ve yavaş hareketler yapmaya başlamıştı, uzatmak istiyordu keyif aldığı anları.  Muhtemelen onun için nadir ve oldukça değerliydi bu anlar. Yavaşlayınca beni içine alışının her anını organımın etrafında sıcak pembe etinin temasını hissetmeye başladım.  Ateş gibiydi kadın. “Çok güzelsin” dedim, samimiydim. Eğildi, üzerime uzandı, ince kollarını boynuma doladı, dudaklarıma yapıştı, dili ağzımın içinde dolanıyordu, dudaklarımı dişledi, yaladı, bedenideki ıslak iki alandaydım şimdi. Kasıklarım, uyluklarım sızan sıvılarla kayganlaşmış; çenem, yanaklarım ağzının nemi ile ıslanmıştı.
Baştan aşağı doğru dans edercesine kıvranıyordu. Saçları yüzüme yapışmıştı. Beli oynak yer kabuğu gibiydi, bir yükseliyor bir alçalıyordu, elimi kalçasına attım, kaba etlerini ayırdım, parmağımı arka deliğine yasladım, hafifçe içine soktum. İyice kollarımızın arasına almıştık birbirimizi. Sadece ucunun bir kısmını soktuğum parmağım ateşe girmiş gibiydi resmen, kor gibi olmuştur diye düşündüm.  “Çok sıcaksın” dedim arzuyla. Biraz daha soktum, parmağım arkasında mum gibi eridi. Çok azmıştım, çok istiyordum onu; avcumu sikimin başına koydum, Zeliha gibi ıslak olan ayamı sikimin ucunda dolaştırdım. Tüm sinirlerim uyarılmıştı. Zeliha’nın kucağımda hopladığı gibi aşağı yukarı sıvazlıyordum sikimi; nabzım artmıştı, başım dönüyordu, heyecanlanmıştım.
Onun sikimi sarıp sarmaladığı gibi avcumun içinde küçük Onur’un başını sımsıkı sarıp aşağı iniyor sonra yukarı çıkıyor, ucunu uzun uzun okşayıp yine sıvazlıyordum. Diğer elimle taşaklarımı avuçlamaya başladım, tıpkı Zeliha’nın yaptığı gibi. Bacaklarımı, kalçamı kasıyor,  içine girercesine kıvranıyordum yatakta. Elime bir kez daha bolca tükürdüm. Kasıklarım iyice ıslandı, sırılsıklamdık ikimizde. Zeliha yine doğrulmuş, dolabildiği kadar dolmuş taşıyordu artık kucağımda, içini çekerek  “Güzel sikiyorsun, çok güzel “ diye dökülüyordu dudaklarından. Güzel dişleri vardı, kelimeler ağzından dökülürken güzel dişleri ortaya çıkıyordu. Ağzına, dudaklarına bakıyordum, taş gibi olmuştum avcumun içinde. Ağzının içinde olmak istemiştim ve zorluyordum Zehra’nın ağzını.
 Koca pembe dili ve dudaklarının arasında ortaya çıkan bembeyaz dişleri ile karşımda dururken. Ağzını sikiyordum Zehra’nın. Yukarıdan aşağı sıvazlıyordum sikimi, usul usul Zehra’nın yumuşak dudakları arasındaydım. Kocaman açtığı ağzının içine girerken dişlerinin ne kadar güzel olduğunu düşünmüştüm. Zeliha Hanım kaybolmuştu ortalıktan ama umursamıyordum. O güzel dişler sikimin ucunu ısırıyor,  dudakları sikimin gövdesini kılıf gibi sarıyor, dili sikimin ucunda dolanıyordu. Az buz değildi asistan bozuntusu.  Bornozun bir kısmı bacaklarıma dolanmış, bir kısmı altımda kalmış.
Bir Zehra bir Zeliha Hanım sırayla sikimin etrafında dolaşıyordu. Biri emiyor, bir dişliyor, Zeliha kemiklerimi kıracak gibi kasıklarıma bastırırken, Zehra, yılan gibi açabildiği kadar açıyordu ağzını ve “Bunun sonrası da olacak” diyordu açık açık.   İkisini de inanılmaz şekilde istiyordum. Görüntüler bir birine girdikçe ben hangisine gireceğimi şaşırıyordum. Buna rağmen yavaş, kontrollü ama derin derin soluklanıyordum yatakta. İnletiyorlardı beni. Sesim kulaklarıma bir garip geliyordu. Sırılsıklam avcumun içinde sikimi sıvazlarken ilk defa kendimi bu derece dinliyordum. İsimlerini sayıklıyordum. Bacaklarım bir yukarı bir aşağı iniyor, etrafımdaki iki kadının gözleri önünde kıvranıyordum. Zeliha zirvelerden yuvarlanmıştı çığlık çığlığa, yüzükoyun uzanmıştı. Üzerine çıktım. Lavların sızdığı kraterin içine tekrar girdim. Zeliha’nın içinde yanmak bambaşkaydı. Kadınımın içindeydim! Varoş temizlikçisi kadınım olmuştu, orta yaşın yumuşaklığındaki kaba etler pelte gibiydi altımda, Yastığı altıma aldım.
Üstümüz başımız sırılsıklamdı, üzerinde tutunamıyordum bir türlü, kayıp duruyordum. En derinlerine kolayca giriyor;  istekli, davetkâr, kaygan, pürüzsüz organın içinde rahatça yol alıyordum. Ezilen egolarımı tatmin etmek için becereceğim zavallı kadına sarmaşık gibi sarılmıştım bütün duyularımla. Omuzuna dişlerimi geçirmiş, kollarımı dolamış büyük bir hırsla sikiyordum bana teslim olan Zeliha’yı. Toza, dumana katılmıştı ortalık; hırlaya hırlaya boşalacaktım. “ Ağzıma boşal” dedi sedef kakmalı bembeyaz dişleri ile Zehra. Bakım odasında ayaküstü ağzı becerilirken bunu deyivermişti. Başını ellerimle sabitlemiş, gidip geliyordum kaltağın ağzında. Salya, sümük ve gırtlağına girdikçe makyajına karışan gözyaşları sızıyordu yanaklarından. “Boşalt “ dedim “Sen boşalt” . İnce, sırma dudakları ile sikimi kavradı. Ağzının bütün baskısını organımın üzerinde hissediyordum. Vantuz gibi emiyor, canımı acıtarak taşaklarımı sıkıyor, ağzından çıkartıp baştan aşağı yalıyor, çirkince sırıtıp vantuz gibi emerek içine alıyordu.
Öyle sert emiyordu ki şırıngaya çekilen ilaç gibi bedenimde üreyen sıvıların hareketini içimde hissediyordum. Canıma okuyordu resmen, emişinin etkisinden taşaklarım havası alınmış torba haline gelmişti sanki. Bu muameleye kayıtsız kalmamış ağzını sikmeden duramamıştım. Onunla birlikte içeri dışarı hareket etmeye başlamıştım. Yeterince azgın olduğumu düşündüğüm anlarda beni daha da azgın hale getirmişti. Hayvan gibi çiftleşmek istiyordum, işimi görüp, döllerimi bırakıp sürüdeki diğer dişiye yönlenecektim ama Zehra şu an bütün dikkatimi üzerine çekiyordu. Patlayacak noktaya gelmiştim. İki elimle sabitlediğim kafasını bıraktım , “Em, em, em” diye gittikçe incelen sesimle emir vermeye çalışıyordum. Zavallı bir sesle söylenen otorite nasıl görünürdü bilmiyorum ama son bir gayretle “ Em ucunu “ diye hırlamıştım en sonunda. “Ağzından çıkarma, em, sıvazlamaya devam et” diyordum. Zehra her söylenene harfiyen uyuyordu. Uzun uzun emdi, sikim içinde atmaya başladı, zerk ediyordum. Ağzının içinde kala kalmıştım öyle. Bir, iki, üç , dört.. dördüncü zerkten sona “ Hepsini içine boşaltma dışarı çıkar” dedim. 5 nci zerk dudaklarının üzerine yayıldı, 6ncısı yanağının kenarındaydı. Ağzını araladı, bomboştu, yutmuştu kaltak, yine çirkin ve arsızca sırıtıyordu. Baştan çıkartıcıydı, kışkırtıyordu; vahşiydi, kan emiciydi.  7ncisi dilinin üzerine, son damla ise yere gitti. “Yalamaya devam et” dedim. Dili ile sıvazladı sonra alevler saçılan nefesi ile gelip dudaklarını sikimin ucuna yapıştırdı. Acıtmadan, yumuşak bir şekilde emerek  ama yakarak içine aldı, sinir uçlarım deli gibi uyarılmıştı, çok hassaslaşmıştı boşaldıktan sonraki o his dehşet oluyordu, biliyorum, dokunulmaz bir hale geliyor.  O dokunuşu ile sarsılıyordum. Kafasını kavrayıp kasıklarıma bastırdım. Bastırdım. Bastırdım. Direndi kurtuldu, sarsmaya devam etti, bacaklarımda hâl kalmamıştı. Zayıf anımı yakalamıştı; yalamaktan ve beni temizlemekten vaz geçmiyordu. Karşı koyamıyordum ona nefesimi kesercesine son kez emerek içine aldığında hazırladığı keyif yatağının içine titreyerek yığılıp kaldım önünde.
Kulaklarıma gelen tıkırtıları takmamıştım ama gözüme saplanan ışık başımı yastığın altına sokmama sebep olmuştu. “Günaydın” geldi bir yerlerden.  Parlak ışığın anlık ağrısı ile zar zor araladım gözlerimi. Zeliha Hanım, yine her zamanki soluk renkli iş giysileri, saçlarını topladığı eşarbı ile temizliğe başlamıştı. Pek huyu değildi böyle rahatsızlık verici şeyler ama sorun teşkil etmemişti benim için. Sonra halim aklıma geldi neredeyse çırılçıplaktım, bornoz oraya buraya kaymış altımdaki çarşafın karışıklığına uymuştu. Altımda kalan sağ kolum ağrıyordu,  çekerken avucum karnıma yapıştığını fark ettim. “Lanet olsun “ diye geçirdim içimden.
“Ne oldu akşam, zor geçirdiniz galiba” dedi.
“Hatırlamıyorum “ dedim ama hatırlıyordum, utanmıştım.
Bornozu toparladım, doğrulurken altımdaki çarşafta hareketlendi, bir kez daha lanet okudum. Hafiften kasıklarıma yapışmıştı o da.
Doğruldum, hemen banyoya gittim, uzun uzun duş alamayacaktım. Elimdeki bulaşığı temizledim. Havluyu ıslattım, hâlâ uyuklayan küçük Onur’u, kasık ve uyluklarımın üstünü sildim. Yüzüme su çarptım. Kenarda duran dünden kalan boxer’ı altıma çekip çıktım. Zeliha Hanım hala odayı topluyordu, yatağı toplarken çarşafın üzerindeki leke bas bas bağırıyordu. Ucundan tutup çıkardı;
“Nevresimleri yıkanacaktı zaten “ dedi.
Ne anlamı varsa “Evet “ dedim. Çocuk gibi yakalanmıştım üzerinde ego tatmin ettiğim kadına. Yine zayıf hissetmiştim ama dert etmemiştim onun karşısında zayıflığımı.
“Çağırsaydın gelirdim” dedi.  Birazcık daha zayıflatmıştı beni kaltak!
“31 çektim” dedim.  “Sana gerek duymadım. Daha heyecanlı oldu sanki. “
“Bol bol çekersiniz artık!  “ dedi, sakince elindeki nevresimleri kirliye atıp banyodan çıktı tebessüm ile salona yöneldi.
“ Seni düşündüm” dedim
“Beni mi hayal ettiniz” 
Gözleri parıldar gibi oldu
“ Seni ve Zehra’yı” dedim. Gücüm yerine gelmişti.
“Hayal gücünüz baya iyi o zaman, çok mu hayal kurarsınız” dokundurmasını iyi biliyordu.
“Eskisi kadar değil “ diye cevap verdim. Hayallerimi gerçekleştireceğim çok fırsat ve malzeme var diyesim geldi kıyamadım.
“Kuru temizlemeye verilecek takımlar var, birkaç tane de gömlek ütülersiniz” dedim.
Bunları konuşurken birbirimizle ilgilenmiyor o etrafı toplarken, ben de üst baş seçmekle uğraşıyor, normal sohbet ediyor gibiydik. Lakin son cümle ilginç gelmişti. Gecenin bir vakti çağırsam gelebilir miydi?  Nasıl müsait olabilirdi ki? Evli değil miydi? Çoluk? Çocuk? onun hakkında pek bir şey bilmediğimi fark etmiştim. Beraber olduğumuz günlerde mesaiye geliyor temizlik yapıyor sonra arada sikiyordum. Saati gelince gidiyordu.
Üzerime ne geçirmiştim bilmiyorum ama giyinip dışarı çıktım. Saçma sapan bir düşünce takılmıştı aklıma. Evli değil miydi, gecenin bir vakti çağırsam nasıl gelebilirdi ki? Saçma sapan bir düşünce saplanıp duruyordu bu konuyu kurcaladıkça. Geri döndüm apar topar içeri girdim, salonda yoktu, mutfakta değildi yatak odasına yöneldim, yeni nevresimleri sermişti yatağa. İsabet olmuş dedim. Kollarımın arasına aldım sürükler gibi yatağa yönlendirdim. Çevirdim, eğdim. Eteğini yukarı kaldırdım, külotunu sıyırdım. Amı kupkuruydu, akşamki gibi bolca tükürdüm avucuma, amına sıvadım. Henüz uykusunun yarısında olan sikimi doğrulttum, içine girmekte zorlandım, bir daha bolca tükürdüm, parmaklarımı soktum içini kayganlaştırdım, anca elimin de desteği ile içine girebildim. Nasıl olsa içinde gidip gelmeye başlayınca sertleşecekti. Siktim, ağzını açmadı, tek kelime etmedi. İçine boşaldım. “Gündelikçimsin” dedim yine dışarı çıktım.
15 notes · View notes
uzaypotter · 1 month
Note
Yedinci ev- Anlat ona
Bu tarz grup ve şarkıları çok beğeniyorum ya
2 notes · View notes
Text
13.08.24 OPETH KONSERİ (ZORLU PSM)
Tumblr media
Selam dostlar! Biraz geç oldu, araya çok tatil girdi derken konserleri ihmal etmiş gibi olmayalım hemen kaldığımız yerden devam edelim. “Zorlu Psm” iki gün üst üste “Sold Out” olan “Opeth” konserlerini geride bıraktı. Yılların dinleyicisi olarak organizasyonu düzenleyenler kadar bu durum beni de şaşırttı. “Scorpions” “Megadeth” hıncahınç dolan “Kçp” konserleri tamam ama “Opeth” her zaman Türk seyircisinin kalbinde taht kurmasını bilmiş bir grup olmasına rağmen kendileri de dahil olmak üzere hiç kimse iki gün üst üste tükenecek bilet kapasitesi beklemiyordu. Mikael benim katıldığım 13 Ağustos gösterisinde konser boyunca teşekkür etmek zorunda kaldı, adamın şaşkınlıktan gözleri açıldı. (Herifler her geldiğinde ayrı bir şeyimize şaşırıyor.) Ne olmuştu, nasıl olmuştu da “Opeth” grubu ülkemize son geldikleri sene olan “Rock Off 2019” festivalinden beri bu kadar hayran toplamayı başarmıştı? Cevabı her zamanki gibi konser alanında aldım; “Aşk” Öyle bir kalabalık, öyle bir sevgi vardı ki gruba karşı kelimeler kifayetsiz kaldı. Şarkıları birlikte söyleyenlermi dersin, muhteşem “Opeth” görselleri eşliğinde kendinden geçenmi, donmuş vaziyette “Eargasm” geçirenlermi.. Bu konserde bol bol seyirci gözlemleme fırsatım oldu ama konsere geçmeden önce şu adı sık sık şaka malzemesi yapılan müthiş “Opeth” grubundan biraz bahsedelim.
Tumblr media
“Opeth” ilk dönemlerini Progressive/Death Metal hatta “Doom/Death Metal” soundlarıyla geçiren “Heritage” albümü ve sonrasında neredeyse günümüze gelene kadar (Burası şokomelli, daha sonra bahsedeceğim.) “Progressive/Rock” Sound’u ve bence tanımlamaların yetmediği daha da enteresan Soundlar yakalamış, romantik, hoş logolu ama bir o kadarda içerisinde sertlik barındıran güzide İsveç’imizden bir grup. “Opeth” müzikal olarak tanımlamak için gerçekten zor bir oluşum, her zaman zordu. “Dream Theater”, “Tool” vs. gibi ağır progresifler arasında “Opeth”te müzikal açıdan yorumlamaya kalibremin fiziken yetmediği, daha ziyade “gönül yorumculuğu” yapmaya çalıştığım bir gruptu. “Heritage” dönemine girip Mikael, Brutal vokale en azından albümlerde ara vermeden önce de grup, tarzlarını bambaşka yerlere taşıyabileceğinin sinyallerini veriyordu. Herhangi bir “Opeth” dönemi albümünü ya da şarkısını konserde, evde, arabada, okulda dinlerken kendinizi bir orada bir burada bulabilirsiniz. Brutal vokallerle bezeli son derece sert bir müzik devam ederken bir anda, ortada hiçbir sebep yokken, aniden dinlediğiniz müzik sakinleşir, sizi çayırlara çimenlere götürür, kır manzarası, çiçekler, oh oradan mis gibi kokular geldi, hafif bir rüzgar, aa inek mi o? falan şeklinde pastoral pastoral takılırken yine birden tepenize çekiç gibi Mikael Brutalleri, aşırı hızlı Riffler, davulda durmaksızın vuran Twinler falan biner. Allah’ınız şaşar, çığlık atarsınız, direksiyon hakimiyetini kaybedersiniz. Dikkat edin bazı iyi “DSBM” grupları şarkılarının özellikle başlarında bu “Opeth” etkisi diyebileceğim şeyi kullanır. Bir dönemimizi manik depresif geçirmemizin en büyük sorumlusudur bu “Opeth” Ay’ın şehri, gönlümün sultanı.
Tumblr media
“Nature”, “Death”, “Love”, “Heartbreak”, “Sorrow”, “Seasons”, “Occultism”… “Metal Archives”ta “Opeth” hakkında yazan şu temalara bir bakın. Belliki otçu baba türbesi gibi bir yer burası. Aklınıza ona göre mukayyet olun. Peki bu kadar anlatı bir Metal müzik dinleyicisi olarak “Opeth” sevgimizi anlatmaya yetiyor mu? Yetmiyor efendim alakası bile yok. “Opeth” solisti Mikael dediğimiz, Dünyanın en iyi Brutal vokal yapan adamlarından biri olan şahıs (Belki de en iyisi, konu epey tartışılır.) “Opeth”in solistliğini üstlenirken aynı zamanda “Katatonia”nın “Death/Doom Metal” icra ettiği güzide zamanların zirvesinde, Jonas Renkse’nin ses tellerinden ameliyat olması ve bir daha asla eskisi gibi Brutal vokal yapamayacak olması sebebiyle “Katatonia”nın “Brave Murder Day” albümündeki vokal kayıtlarını yapmıştır. Mikael, bence Dünyanın en iyi “Death/Doom Metal” albümü olan, asla yerine başka bir şeyi koyamayacağım bu eserde vokal yapması dışında yıllarca “Bloodbath” grubunun solistliğini de üstlendi. Kısacası, Martin Mendez, Fredrik Akesson, yeni davulcuları Waltteri ve klavye, perküsyona bakan Joakim gibi çok yetenekli müzisyenler dışında biz sadece “Opeth” izlemeye gitmiyorduk. “Opeth”ten çok daha fazlasıyla hasret giderip, kucaklaşacaktık. İşte böyle bir duygu atmosferi hakimdi güzel bir Ağustos akşamı “Zorlu Psm”ye.
Tumblr media
Ortam güzel, ortam neşeli, ortam kalabalık! Zorlu’nun dış kapılarından girdiğimiz anda neredeyse yola kadar taşmış olan bir kalabalık bizi karşılıyor. Aylar öncesinden “Sold Out” olan konser e kolay değil biraz sırada beklenecek. Kontroller sonrası “Psm” tarafına geçtiğimizde, bizi bildik, tanıdık o güzel, neşeli amfi karşılıyor. Dostlarla takılmalar, konuşmalar, özleşmeler, kavuşmalar hep burada gerçekleşiyor. Ortalamanın biraz üstü fiyattaki pahalı biralarımızla takılırken eski konserlerden bahsediyoruz. Konser saati yaklaşırken içeriye geçiyoruz, “Avm” yürüyen merdivenlerinden iniyoruz, “Merch” standı aşağıda duruyor, şöyle bir göz atıyoruz, dolapta yer, cepte para kalmadı dercesine gözümüz yaşlı standın başından ayrılıyoruz. (Bu seferki “Merch”lerde gayet başarılıydı, alanlar güzel günlerde kullansın.) Alana girdiğimizde henüz yukarısı da kalabalık olmasına rağmen doğru düzgün duracak yer kalmadığını görüyoruz. Hemen orta bir yerlere sıkışmak ve konser boyunca sıkışmamak lazım. Tuvalet yapılırsa bir daha aynı yere tekrar ulaşılamayabilir. Aldık pozisyonlarımızı, tuttuk çişimizi beklemeye başlıyoruz. Etraftan gelen “Ama siz çok uzunsunuz” “Pardon” “Biraz kenara çekilir misiniz” gibi klasikleşmiş cümleleri bertaraf ettikten sonra (Bu konu hakkında ayrıca bir not alacağım buraya yazmayayım şimdi hiç. Daha iyi konser alanları yaratabiliriz, yaratamıyorsak eğer birbirimize saygı, sevgi ve karşılıklı anlayışla yaklaşabiliriz sevgili dostlar. Bizim kitlenin bunu gerçekleştirebilecek potansiyeli var.) (Yine yazmış oldum neyse...) sahnede kıpırtılar gözlemliyoruz. Rüya gibi bir atmosferde uzaklarda bir yerlerde “Opeth” grubu sahneye çıkıyor.
Tumblr media
“Seven Bowls” introsu sonrası “Opeth” “The Grand Conjuration” ile hiç affetmeden dükkanı açıyor. “Opeth” büyüsü ve mistisizmi daha dakika bir, gol bir bizi sarıyor. Konser boyunca epey bir yerde kendimi müziklerine kaptırıp mal gibi sahneye bakakaldığım çok an oldu. Başta yazdığım etki “The Grand Conjuration”da başımıza bela olmuşken bu nispeten uzun “Opeth” şarkısı bitişinde ben, nasıl hissetmem gerektiğine henüz karar verememiştim. Sakin mi? Öfkeli mi? Büyülenmiş mi? D şıkkı hepsi. İlk dinlediğim ve benim için çok özel bir yeri olan “Opeth” şarkısı “Demon Of The Fall” çalınmaya başladığında masaya yeni bir şık eklendi, Ortadoğu’da kartlar yeniden dağıtıldı. Hemen Demonic moduma girdim, Full şarj olduktan sonra Start tuşuna basılan robot gibi şöyle önce bir kendime geldim sonra derhal kafa sallamaya başladım. “Opeth”in bu konserlerde kullandığı sahne ekranları ve görselleri o kadar iyi, o kadar başarılı ki “Demon Of The Fall” çalınırken arkada gözüken dağ manzaralarında kendimi oraya tırmanırken hayal ettim. Aklıma çok sevdiğim “Death” grubunun “The Sound Of Perseverance” albüm görselini getirdim daha da gaza geldim. Bu muazzam ve yorucu şarkı sonrası iyi ayarlanmış “Setlist”lerine, “Opeth” 2014 çıkışlı “Pale Communion” albümünün ilk şarkısı olan “Eternal Rains Will Come” koymuş. Demoniclik bitti pastorale devam birazda dinlenelim, huzur bulalım kısmına geçtik, “Opeth��in “Nature”, “Seasons” temaları ile şenlendik.
Tumblr media
Grup elemanlarının profesyonelliği üst düzey olduğu için sahne performansları da üst düzeydi. Özellikle Mikael seyirci iletişimi konusunda “Frontman”liğin kitabını yazdı diyebilirim. Konser boyunca seyirciye pena fırlatmayı ihmal etmedi, sürekli iletişim halinde kaldı vs. İlk günkü konserde güzel ülkemizin ne kadar güzel olduğunu anlatmanın yanı sıra Mikael, kendisinin iyi bir Erkin Koray hayranı olduğundan ve Erkin Koray plaklarını toplamayı çok sevdiğinden de bahsetti. (İkinci günkü konserde sanırım İbrahim Tatlıses üzerinden bir şaka döndürmüş.) Türkçe Rap’in sevilen isimlerinden Sagopa Kajmer ile çektirdiği fotoğraf zaten şimdiden efsaneler arasında yerini almıştı. Anlayacağınız Mikael ve “Opeth” grubu ülkemizle gayet içli dışlıydı. Konser boyunca gitarlar çok iyi duyuldu, davul başta biraz sıkıntılıydı fakat sonradan düzeldi. (Davulcu arkadaşıma göre pek düzelmedi, ben alıştım sanırım.) Klavyenin büyülü kullanımı ve perküsyonların müziğin geneline kattığı baharat tadı lezizdi. Mikael belki eskisi kadar Brutal’lerde yükselmiyor, uzatmıyordu ama turnenin sonu sayılırdı ve adamımızın artık yaşı da vardı.
Tumblr media
“Zorlu Psm”nin orta, arka bölümlerinde ben kendi adıma güzel verimli bir sesi konser boyunca alabildim. Özellikle arka bölümde olan kısa boylu dinleyiciler haklı olarak pek bir şey görememekten şikayetçi oldu. Sahne önü zaten Full’dü. Uzak görüş, oturmalı bölüm için Mikael kendisi de bu durumu bir Müslüman şakasıyla süsleyerek “Oradan görebildiğiniz kadarıyla nasılız?” gibi bir şey söyledi. Bir yorum olarak genel alanların kademeli sistemle arka tarafa doğru yükselerek gitmesinin sağlanması taraftarıyım. Bu şekilde herkesin optimum bir görüş açısına kavuşması sağlanabilir. “Dorock XL Fitaş Venue” sahnesinin en sevdiğim yanı bu anlattığım sisteme sahip olması ve genel alanın sahneden arkaya doğru değil daha ziyade yan taraflara doğru geniş olmasıdır. Yine de daha önce Zorlu stüdyoda oturarak izlemiş olduğum “Empyrium” konseri gibi “Opeth” konseri de her ne kadar pek bir şey gözükmese de oturmalı düzende iyi şekilde dinlenebilecek konserlerden olabilir. “Saturnus” grubu için de buna benzer bir yorumum olmuştu.
Tumblr media
“The Drapery Falls” “Her şeyi unut, benimle birlikte düş” dercesine etrafımızı sarıyor. Trans haline geçtiğimiz, duygudan duyguya savrulduğumuz bu şarkı sonrası hepimizin bildiği, çok sevdiği, inzivaya çekildiğimiz zamanlarda “Playlist”imizin başında duran “In My Time Of Need” geliyor. “Opeth” ne kadar büyük bir grup abi ya bölümü burada gerçekleşiyor. Bütün seyircinin bu şarkıya eşlik ettiğini gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum. Bu harika anları geride bıraktıktan sonra başka bir sevgiliye; “Face Of Melinda”ya geçiyoruz. Mikael gerçekten enteresan bir adam. Ben bir insanın sahnede çok kısa aralarla hem bu kadar şeytani olup hem de akabinde bu kadar romantik olabilmesine hayret ediyorum. Gerçekten özel bir insan… “Heir Apparent” çalınırken aklım tekrardan sahnedeki ekran kullanımı ve görsellere gidiyor. Mikael ve gitarların durduğu alt bölüm, Davul, klavye ve perküsyonun bulunduğu bir üst bölüm ve bunlarında üzerinde duran dev ekranla birlikte sahnede üçe bölünmüş gibi duran, özellikle ortadaki ekranın ince bir film şeridini andıran konumuyla sahne kadrajı harikaydı. Başta değinmeye çalıştığım müjdeyi verecek olursam eğer, Mikael malumunuz tekrardan albümlerde Brutal vokal kullanımına geri dönüyor. Birkaç hafta önce yayınlanan yeni Single’ları “S1” bunun habercisi niteliğinde. Klibi de son derece sinematik olan bu şarkıda korku temaları, inler, cinler, periler, musallatlar yoğun şekilde kullanılmış. Konserde gördüğümüz yukarıda bahsetmeye çalıştığım film şeridi metaforlu “Opeth” sahnesi ve yeni çıkan Single ile yayınlanacak albümü düşündüğümüzde kolaylıkla söyleyebilirim ki “Opeth” tarafına bizi çok daha sinematik şeyler bekliyor. Neden olmasın belki “Rammstein”dan alışık olduğumuz film tadındaki klipleri korku/gerilim temaları halinde “Opeth”ten de ilerleyen zamanlarda görebiliriz.
Tumblr media
Bu korku temasının biraz daha “Hollywood” vari olacağını belirtmem gerekiyor. Çok ciddi şeyler beklememek lazım. Bu noktada aklıma tabi ki yine İsveçli “Ghost” grubu geliyor. “Ghost” görsellerinin daha renksiz bir hali bizi ilerleyen süreçte karşılayabilir. Konsere geri dönecek olursak eğer daha da geriye dönmem gerekiyor. Çok sevdiğim bir arkadaşımın telefonu (O kendini biliyor.) “Ghost Of Perdition” şarkısının açılışıyla çalardı. Yıllardır bir anda böğüren Mikael ile gelen telefon sesiyle yaşamaya alışmış olan ben, bu şarkı konserde çalındığında yine şöyle bir etrafıma bakındım ulan bizim elemanın telefonumu çalıyor diye. Şaka bir yana hiç affetmeden giren bu şarkı sonrası tamamen dağıldık. Hemen üzerine aşırı iyi bir görsel desteğiyle birlikte “Sorceress” çalınmaya başlandı. Yani konserden bir an vazgeçtim, al çerezini kolanı otur film gibi ekranda akan görselleri seyre dal düşüncesi geldi geçti kafamdan. Bu anları gerçekten tekrar yaşamak isterdim. Bol bol görüntü aldım, yapabildiğim kadar kadraj yaptım hehe. “Opeth” bu şarkı sonrasında sahneye kısa süre veda ederken biz biraz soluklanmaya çalışıyoruz. Bereket tekrar sahneye döndüklerinde Mikael hemen gelecek şarkıya girmek yerine uzun bir tartışmanın fitilini ateşliyor. “Black Rose Immortal” hafif şekilde çalınıyor gibi yapılıyor ama hemen kesiliyor ve Mikael seyirciyle akıl oyunları oynamaya başlıyor. Son olarak bir şarkı çalınacak ve bu “Black Rose Immortal”mı olacak yoksa seyircinin hep bir ağızdan bağırdığı bambaşka bir şarkımı ya da Allah’ın bildiğini kuldan saklamayalım parçası “Deliverance”mi? “Black Rose Immortal”mı? “Deliverance”mi? Limon! Sirke! Yunus idi, Hızır idi derken finalde ilk gün konsercileri olan bizim bahtımıza tekrardan “Black Rose Immortal” düşüyor. (Deliverance tahmin ettiğiniz gibi ertesi gün çalınıyor.)
Tumblr media
Gotik bir köprüyle bezenmiş albüm kapağına sahip “Opeth”in “Morningrise” albümünden “Black Rose Immortal” açın şu an dinleyin. Nasıl? Kendinizden geçtiniz dimi yirmi dakika boyunca. İşte bunun konserde canlı çalındığını hayal edin. Yirmi dakika, belki daha fazla süre boyunca duygudan duyguya geçiyorsunuz, bir süre geçtikten sonra şarkının hiç bitmeyeceğini hissetmeye başlıyorsunuz. Şarkı, “Opeth” sizi ele geçirmiş, bir kara delik misali içeride sıkışıp kalmışsınız “Loop”ta dönüyorsunuz, etrafınızdaki yıldızlar, gezegenler de sizinle birlikte dönüyor. Vahşi ve hızlı bir şekilde başladığınız yolculuğunuz sizi yormuş, zaman geçtikçe yaşlanıyorsunuz, sakinleşiyorsunuz, müzikte sakinleşiyor, uzay boşluğu, sessizlik, hiçlik… Bu ve buna benzer daha anlatamayacağım tonlarca çeşitli duyguyla birlikte şarkıyı dinlemiyoruz, “Opeth”i sahnede izlemiyoruz resmen yaşıyoruz. Bu şarkı bitiyor, konser bitiyor ve ben aklımdan hala “Opeth” tanımlamaya uğraşıyorum. Bugün bu tanımı kendimce daha iyi yapabileceğimi düşünüyorum. “Opeth” bir “Sanat” grubu arkadaşlar. Seversin, sevmezsin, anlarsın, anlamazsın ayrı konu ama “Opeth” her zaman bulunduğu yerde “Sanat” için var olmaya devam edecek bir grup. Aşk, Nefret, Doğa, Öfke, Mistisizm, Büyü kelimelerini aklımda düşünürken hepsinin üzerine bir sünger çeker gibi Mikael’in Brutal vokalini duyuyorum ve rüyadan uyanıyorum.
Tumblr media
Evet… “Sanat” dolu geçen bir “Opeth” konserinin daha sonuna geliyoruz. Kendimi toparlamaya çalışıp, konser alanında çıkışa doğru ilerlerken her zamanki gibi bir “Opeth” konserinden daha mutlu olarak ayrılıyorum. İki gün “Sold Out” şekilde verilen konser serisinden olan tek hayal kırıklığım iki farklı günde çalınan iki farklı şarkı oluyor. “Black Rose Immortal” dinleyenler olarak biz “Deliverance” de dinlemek isterdik, keza ikinci gün konsere gidenler için de tam tersi geçerlidir muhakkak. Maalesef herkes her iki konsere de katılamıyor ve dinleyemediği eser insanın aklında kalıyor. Bu da işin nazarlığı olsun diyoruz. Konser alanından çıkıyoruz, merdivenlerden yukarıya, kapılardan geç hoop tekrardan amfidesin. “Opeth” konseri kritikleri bitmiyor, belki elli kişiyle konuşuyorum. “Nasıldı abi?” “Ses iyi miydi” “Çok iyilerdi abi ya” cümleleri havada uçuşuyor. Çok güzel anılarla evin yolunu tutuyoruz, bir sonraki “Opeth” konserini dört gözle bekliyoruz. Yeni albüm, yeni “Opeth”, yine yeni yeniden Mikael Brutal vokali diyoruz. Hepinizi gözlerinizden öpüyoruz. Nice konserlere!
Tumblr media
2 notes · View notes
Text
"Syd ayrıldıktan sonra Pink Floyd absürtlüğünü kaybetti." söylemi
Tumblr media
Grubun tarihçesini araştırırken karşımıza Syd'in ayrılışıyla ilgili pek çok teori ve görüş çıkar. Aralarından en çok sıyrılan ise budur çünkü "Pink Floyd dinleyicilerinin de kabul ettiği üzere" diye belirtilerek altı doldurulmaya çalışılır "grup bozdu" iddiasının. Bu yüzeysel ve basitçe deneme-yanılma yapılabilecek bir iddia. Çünkü Syd'in üretimine dahil olduğu yalnızca 2 albümümüz ve birkaç erken dönem teklimiz var (See Emily Play ve Arnold Layne gibi). Bunlardan ilki bir şarkı hariç tamamı kendisine ait olan "The Piper At The Gates Of Dawn" ve sadece tek bir şarkısı kendisine ait olan (Jugband Blues -ki albüme koymayıp tekli yayımlamak istemiş ancak grup kabul etmemiştir-) "A Saucerful Of Secrets"dır. Dolayısıyla elimizde ilk albüm ve Syd'in grup içindeki genel davranışları kalıyor bu bozma iddiasını deşmek için.
Tumblr media Tumblr media
Kısaca "Piper" olarak kodlayacağım "The Piper At The Gates Of Dawn" albümünden başlayalım. Albüm; Astronomy Domine ile dinleyiciyi hayal alemlerinin ötesinde, kozmik boşluklara çarptıra çarptıra Jüpiter'den Satürn'e sürükleyerek başlıyor ve Bike'ın şizofrenik melodilerinde sayko-çocuksu bir aşkla sona eriyor. Aralarda The Gnome şarkısıyla sevimli cüce Grimble Grumble'un hayatına göz atıyor, Roger'ın savaşta ölen babasıyla adeta dalga geçen tahta bacaklı Corporal Clegg'in her zaman yanımızda duran siam kedisi Lucifer Sam ile tanışıyoruz. Grubun Barrett-Waters-Wright-Mason tandemiyle kaydettiği ve "early years" olarak adlandırılan, Syd'in ayrılışına kadar süren zamanda kaydedilmiş ilk albüm Piper. Ve Syd'in gruptan ayrılışının ardından çıkaracağı 2 solo albümle büyük benzerlikler taşıyor kısım kısım. Malum onun şarkıları, vokalde de ana gitarda da o çıkıyor karşımıza ve kendisinin son derece keskin bir tarzı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu durumu söz yazarlığıyla dengeleyip tüm şarkılarında bizi zihnindeki bambaşka gezegenlere uçurmayı başarıyor. Albüm baştan aşağı karmakarışık bir masal kitabı gibi. Pink Floyd'un ilerleyen yıllarda başlayacak, tekil hikayeleri binbir zenginlikle anlatan konsept albüm çağını öngören bir yapıda aslında. Ama bunu zıtlığıyla, binbir hikayeyi Syd'in bakış açısından anlatarak yapıyor. Şarkılar arasında pürüzsüz geçişler ve anlamsal bağlantılar yok fakat aynısını anlatıcı için söyleyemeyiz. Biz birinin kafasındayız, hikaye anlatmayı çok seven bu birinin zihninde tuhaf bir şeyler döndüğü çok bariz. "Yippiee! You can't see me but I can you!"
Bunlar, sıradan bir insanın sözcükleri değil.
Tumblr media
Elbette Syd, gökten inmiş bir spastik değildi. Onu anlamak için büyüdüğü çağı, bulunduğu evi ve bir de içine düştüğü kültürü anlamak gerekir. II. Dünya Savaşı'nın ve ardından özellikle ABD tarafından yürütülen Vietnam gibi kanlı operasyonların ardından; temel ilkesi özgürlük olan ve bunu kuraldışılık, absürtlük, zıtlık olarak tanımlayan yeni bir nesil ortaya çıkar. Hikayenin en başında, Elvis'in geneleklerin dışındaki müziği (bugünün ihtiyarları onu ne kadar el üstünde tutuyorsa, o zamanın ihtiyarları da o kadar yabancı karşılıyordu) evlerinde siyasetten başka bir şey konuşulmayan çocukları kolaylıkla tesiri altına almıştı. Ardından The Beatles'ın çıkışı ve yükselişiyle (Syd sıkı bir Beatles hayranıydı) bu anti-otoriter, barış yanlısı, hayalperest gençlerin müzikal kisvesi Beatnikler olarak anılmaya başlandı. İlerleyen yıllarda psychedelic rock olarak anılacak ve Pink Floyd tarafından adeta kitabı yazılacak deneysel müzik türünün tohumları da ilk kez bu zamanlarda atıldı.
Tumblr media
Grubun tüm üyeleri lise zamanlarında farklı müzikal denemelerde bulunsalar da zannediyorum en ilginç serüven yine Syd'e ait. Babasının teşviki sayesinde küçük yaşta ilk gitarını alan ve buna yakın zamanda babasını kaybederek içindeki potansiyel paletini ruhunun bölük pörçük tuvaline bulayarak madara etti adeta. Bu onun sanatı, onun imzası ve başka kimsenin tam olarak anlayamadığı diğer her şeyiydi. Derslerde gitarını sıra altına saklayıp çaktırmadan ayakkabılarıyla tıngırdatıp durarak hocalarını uyuz ettiği zamanlardan tanınan bir rock yıldızı olmanın klişeleri arasında yaratıcılığını sıkıştırılmış hissedip boğulduğu zamanlara kadar hep bir tuhaflık vardı bu herifin zihninde dönen melodilerde. Hep çok uzaktaydı. Keşke burada olsaydı ama hiçbir zaman değildi. Bu "keşke ejderhalar gerçek olsaydı" demek gibiydi. Bunun absürtlüğü Wish You Were Here'ın sözlerinde gizliydi.
Yani, yani anlatabileceğini mi düşünüyorsun; cenneti cehennemden? Mavi gökyüzünü acıdan? Yeşil çayırı soğuk demir raylardan? Bir gülüşü maskeden?
Syd'in zaafı Roger gibi kontrol ya da Rick gibi çekingenlik değildi. Onun sorunu aynı zamanda hayatının ona en büyük armağanı olan yaratıcılığıydı. Çünkü içinde, kontrol edemediği bir canavara dönüşmüştü. Tam midesinin ortasında rengarenk parıldayan dişleriyle öğünlerini içine çeken kara delikten ağızlı, acımasız bir canavardı bu. Dönemin gençleri evet ideolojik olarak "doğru" olanın peşindeydi ancak onları bu noktaya getiren şey yalnızlıkları ve sahipsizlik hisleriydi. Bir şeylerden kaçıp birbirlerini buluyorlardı. Kırgın ve sitemkarlardı dünyaya karşı fakat bu onları mantıklı insanlar yapmaya yetemezdi. Önü alınamayan bir uyuşturucu bataklığı içinde yüzüp ziyan oldular, bugün onların fikirlerinden geriye ne kaldı? Birkaç eski slogan, anlamından kopmuş bir el hareketi ya da eskimiş bir sembol mü? Belki de daha azı. Yaşadıkları dönemin şartlarından ilham alsalar da suçları olmayan doğal bir şekilde doğru kullanamadılar. Uçmayı öğrenmeden yuvalarından atılmışlardı. Gökyüzünde birbirlerini kanatlarından tutsalar da biliyorlardı ki yere çakılmaktaydılar. Havada olan her şey uçamaz fakat her şey düşebilir. Tıpkı Syd gibi.
Tumblr media Tumblr media
Syd gruptan atılmadı, Syd gruptan ayrılmadı; Syd hiçbir zaman grupta olmadı. Kimsenin odasında iki boyutlu bir poster olarak gözlerinin içine bakmadı, o sadece hayali kurulmamış ve aslında hiç yaşamamış bir rock yıldızıydı. Ama Syd'in yıldızı ne rock ne resimler ne de şiirlerdi. O tek başına bir sanat akımıydı. Hatta bana bile inanma, o benim senin ve kimsenin zannettiği hiçbir şey değildi. Sahnelerde dakikalarca seyirciye arkasını dönüp aynı akoru tıngırdattığı da olurdu, sonraki yıllarda Comfortably Numb'a ilham olacak kadar ciddi kasılmalar da yaşardı, çıkacakları büyük sahnelerden önce Roger'a "yapmak istediğimiz gerçekten bu mu" diye mızmızlanıp sonraki gösterilere götürülmezdi de. Ama bunların hiçbiri ayrılma sebebi değildi. Çünkü o gruptan kaybolmadı, direkt olarak kayboldu. Yok oldu. Kendisine yazılmış Wish You Were Here'ın vokal kaydı esnasında stüdyoyu basıp herkesi ağlattığında bile oradaki Syd değildi aslında, onun bir yüzünün dışavurumuydu. Ve tıpkı ay gibi onun da birden fazla yüzü vardı, bu ölüp ruhu dolaşanlardan biriydi yalnızca. Ve grup içinde hiçbir zaman istenen bir şey değildi ayrılığı. Sahnelere çıkmasa da, kliplere katılmasa da ya da kayıtlara gitar çalmasa da şarkı sözlerini yazıp yanlarında kalması için çok çabaladı herkes ama o çoktan yolcuydu fikirlerini gösteremeyen hiçbir teleskobun radarına giremeyecek galaksilere. Buraya kadar grubu ondan ayrıştırarak magazin kovalamaya çalışan iddiaları kenara bırakıp Syd'i biraz tanıdıysak konumuz olan albüm incelemesine geçebiliriz.
Tumblr media
Piper, her şeyiyle özgün bir albüm. Onun yaptığını yapan ya da onun kullandığı yöntemleri kullanan başka bir benzeri yok. Eşsiz ve bir tanecik bir şaheser. Okyanusun dibinde binlerce yıldır aranan efsanevi bir canavar gibi. Varlığı öylesine muğlak ancak merak uyandırıcı. Syd'in anlatım tarzı insanların "Pink Floyd'un absürt zamanları" olarak lanse edilir. Eh, Syd olmadan bu grup onu tam olarak nasıl yakalayabilir? Gerçekten, bu müziğin bir tercih olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bir kasıtla üretilebileceğini, tekrarlanabileceğini... Bu en ufak tabirle ahmaklık ve doğal eklentisiyle enayilik olur. Örneğin tam olarak kim sevdiği kıza Bike'ı yazabilir? Cidden, "Kolaysa sen yap." değil bu dediğim, inanılmaz zor değil çünkü. "Kolaysa sen düşün." daha ziyade. "Kolaysa sen hisset." Jugband Blues karmaşık bir parola gibi, kolaysa sen çözümle.
Bir bisikletim var, matrak bir şey. Önü açık kırmızı ve siyah. Aylardır bende o. Eğer güzel olduğunu düşünürsen, sanırım bana da öyle gelir. (...) Bir sürü çörek adamım var. Biri şurada, biri burada, bir sürü zencefilli. Birkaç tane al istersen, tabakta duruyorlar. Sen tam bana göre bir kızsın. Sana her şeyi verebilirim, eğer bir şeyler istersen.
Tumblr media
Yahut geçirdiği bir psikoz esnasında halüsinasyon olarak gördüğü hayali kız olmasa nasıl yazacaktınız See Emily Play'i? Emily olmazdı ki ortada. Örnekler elbette çoğaltılabilir. Ancak Syd gibi özgün zihinler çoğaltılamaz. Ve Pink Floyd kadar ucu açık ve sınırsız gruplarda bile tutulamaz, hapsedilemez. Grubun ondan sonraki yıllarda yaptığı müzik onunkilerden farklı ancak bunun sebebi bozması olmadığı gibi, absürtlüğün kaybolması da değil. Zira Syd'in müziği tek bir kelimeyle bu şekilde ifade edilemeyeceği gibi, grubun geri kalanının ilerleyen yıllarda yaptığı sanata da hakarettir bu. Roger, Nick, Rick ve David de bozduklarını düşünüp ayrı gruplara dağılarak unutulsalardı bugün The Dark Side Of The Moon'umuz, The Wall'umuz, Wish You Were Here'ımız, Division Bell'imiz, Meddle'ımız olmazdı. Echoes ile dünyada ilkel yaşamın izlerini keşfe çıkamaz, Time ile zamanın acımasız gerçekliğine uyanamaz, Shine On You Crazy Diamond ile gençliklerimizin ruhuna sarılamazdık. Değişen şey absürtlük değildi, yeri doldurulamayacak birinin gidişiydi. Bir yeri yoktu, bir kabın şeklini almıyordu. Kendi şekli, kendi dünyası, kendi sanatıydı; Syd Barrett efsanesinin.
Tumblr media
Come on you raver, you seer of visions, come on you painter, you piper, you prisoner, and shine!
6 notes · View notes
kelimebahcesi · 6 months
Text
Öyle bir şeye denk geldim ki hissettiğim şeyin ne olduğunu bile bilmiyorum ama sizinle paylaşmak isterim... Bu şarkının solisti Halil'in en büyük hayali bir albüm çıkarmak ve şarkılarını birçok insana duyurmaktı. Hayallerini gerçekleştirmek için inancı ve azmi yeterince fazlaydı. Ama parası yoktu. Grup arkadaşlarıyla yaptıkları şarkıları bir albümle beraber piyasaya çıkarmayı çok istiyordu. Bu yüzden bir fabrikada çalışıyor ve albüm için para biriktiriyordu. Bu süreçte yaptıkları ne olur gitme şarkıları internette çok fazla dinlenip birçok insana ulaşınca grup konser verebilmek için sponsor bile bulmuş ve ilk konserleri için hazırlıklar başlamıştı. Nihayet hayallerin gerçeğe dönüşeceği anlar yaklaşıyor derken Halil, ilk konserlerinden üç gün önce çalıştığı fabrikadaki patronun arabasını yıkarken elektrik akımına kapılıp hayatını kaybetmiş. Bir sürü gerçekleşmeyi bekleyen hayallerin, güzel günlerin arefesinde öylece hayattan kopan Halilden geriye başta "ne olur gitme" olmak üzere birkaç şarkı kalmış işte. Onun vefatından sonra grup arkadaşları Halil'in anısına bir albüm çıkarmışlar. Sonra da zaten grup dağılmış. Albümün adı beni çok etkiledi. Hayaller odası. Halil şarkı yaptıkları o küçük odaya hayallerimin odası dermiş. Ben hayallerini yarıda bırakmak zorunda kalan, hayallerinden kopan insanları görünce çok çok üzülüyorum. Kader tabi bazı şeyler ama insan yine de yüreğine çöken hüzüne engel olamıyor ki.. Eskiden dinlediğimde de zaten çok üzülürdüm bu şarkıda, artık solistinin hayallerini düşünüp daha da çok üzülüyorum. O yüzden çok dinleyip kanser etmemek lazım kendimizi, hayaller için.
6 notes · View notes
lemonsherbett · 2 years
Text
Blackpink ses olarak da model olarak da çok iyi ama bilmiyorum biraz abartildigini düşünüyorum şimdi mesela habire dinlediğim bir grup ama her şey ortada aynı zamanda . Aslında grubu kotulestiren en temel etken blinkler . Ben artık blink gibi hissetmiyorum çünkü ilahlastiriyorlar ve kızlar sahnede adam akıllı senkronize bile olamıyor. Blinkler ödül törenlerinde BP ödül alamayınca zaten bu ödül töreni blackpinkin seviyesini düşürüyor diyor ama yedi yıllık grup ilk defa daesang alınca manyak gibi kuduruyorlar. Kızlar çok tatlılar şarkıları da bir o kadar çok seviyorum ama abartılacak bir yerleri olduğunu düşünmüyorum
10 notes · View notes
hypnogaja · 2 years
Text
skz'ye mama'da şarkıları bu kadar bok ettikleri için sinirliyim. son albüm de bu sinire girer galiba. dünya turundan dolayı performanslarını düşürmüş olabileceklerini düşündüm. evet sebebi bu olabilir. ama hakkaten bok gibi olmasına rağmen birileri mükemmeldi en iyisiydi daha iyisi olamazdı falan diyince tilt oluyorum. diğer performansları daha izlemedim o yüzden karşılaştırma yapamıyorum ama cidden bok etmişler şarkıyı. konserlerde de şarkının orijinal müziği ile söylemiyorlar çoğunlukla (band oluyor arkada) ama o performanslar bu kadar iyi olurken bu nasıl bu kadar kötü olabilmiş? geçen seneki mamayı çok beğenmemiştim ama bi dinlenilirliği vardı. bunun yok. sahne performansı sadece dans değildir. şarkı bok gibiyse bir sike yaramaz. en azından ben böyle düşünüyorum. şey değilim gideyim hate yorumları atayım söveyim edeyim falan filan. sadece hayal kırıklığına uğratıp duruyor beni en güvendiğim grup. üzüyor yani.
8 notes · View notes
papdenui · 2 years
Text
ikinci edisyon
15/03/23
20h : Nazlı’dayız, bana özel hayatını açıyor, acımdan uzaklaşırsam daha iyi olur sanıyor. bir süre ona olanlardan bahsediyoruz. kötü hissettirmiyor, ama kızgınım, içimde dinmeyecek bir ateş yanıyor gibi hissediyorum. ayça haber bekliyor, deniz gizem haber bekliyor, ayşe bile bekliyor -yaşayan ayşe arkadaşım... bazen kendimi bu cümleyi anlatılarımın sonuna eklerken buluyorum (ah!)-. Çıkıyorum oradan yolda Adélie’yi arıyorum, sevgilime eski sevgilimin beni ne denli üzdüğünü anlatıyorum, ne güzel dinliyor beni, çok kabul edici bir yönünden. sevildiğimi hissediyorum, usul usul ağlıyorum, kızgınlığım geçmiyor.
22h : Himmet’e geldim, şarap içiyoruz, peynir yiyoruz, nedense böyle oldu. iyi bir ev sahibi, sinirden ağlayacak gibiyim, ağlamıyorum. çocukluklarımızdan konuşuyoruz, sevgiyi öğrenmemiş olmak hala muhabbet konusu, Ayça’yla da konuşmuştuk. ulusu bir çocukluk anına bağlıyoruz, acaba ondan mı böyle oldu. yine ben geldim, oyun bitti, bana sarılmadı, artık ikinci bir kimseyi seviyor. annem gibi, kardeşim gibi. 
16/03/23 : Elif’teyim. yine çok uzun süre sonra buluştuk, ama hala aynı arkadaşlık içimizde. buna evrilen bir dostluk. şarap içiyor, suşi yiyoruz, konuşuyoruz, konuşuyoruz, konuşuyoruz. konu ulusa kadar geliyor, sonra susuyorum. biraz queer fotoğraflar çekiyoruz, biraz elifin yeni yaptığı şarkıları dinliyoruz, sonra müzik açıp dans ediyoruz. elifle bunu yaparız. hep yaptık, 2012′den beri. bunun doğallığının güzelliğinde, bunu bizzat bilerek, bırakıyorum kendimi, usul usul dans ediyoruz. ikinci şarap şişesi biterken artık hazırım konuşmaya. ulusu anlatıyorum, ağlıyorum, gerçekten yaralı bir hayvan gibi ağlıyorum, çok çaresiz, acısıyla ne yapacağını bilemeden, göğsüne çekiyor elif beni, sırtımı okşuyor, ben bi süre öyle ağlıyorum. keşke hiç tanımasaydım onu ve sevmeseydim, çünkü artık onun olmadığı bilinciyle devam edeceğim hayata diyorum. sırtımı okşuyor, şimdi böyle hissetmen çok normal, iyi ki sevdin bence, bunu hiç tatmayan insanlar var hayatta diyor. ben de böyle derdim. ama kalbim burun kıvırıyor.
20/03/23 : Fransaya döndüm. bütün gün iş, seminer, vs. saat 17 oluyor, psikiyatrın karşısındayım. türkiyeyi anlatıyorum, annemi, ayşenin mezarını, nasıl da ellerimizde kırıldığını (aldım bir parça mezar taşını Ayşe, bunu düşündükçe kalbim eziliyor, ah!), ulusu. duygusal olarak yorgunum diyorum. ulusu hiç anlamamıştım daha, merak ediyor, özet geçiyorum, ama ulus diyecek halim de yok artık, ona dair gözyaşlarını artık akıtmışım. gönülsüz laflar ediyorum, dediğime ben de inanmıyorum, yine de güzellediğim bir aşk. sonra diyor ki “sizce de çok yunan tragedyası gibi değil mi? sizce bu aşkı biraz idealize etmemiş misiniz?”. Müüüüüüüthiş canım sıkılıyor, öyle ki çıkıp gidesim var. kötüsü cevap bile veremiyorum doğru düzgün, “yo hayır diyorum, öyle değil, bizim ilişkimiz evet size böyle geliyor olabilir, ama öyle değildi. bize dair bi şeydi”, durmadan “yooo öyle değil, bilmiyorum, ama öyle değil.”, zırvalıklar. inanmıyorum ki ben de artık. neye inanayım bilmiyorum. görüyor musun ulus beni düşürdüğün hali. kızıyorum. o sırada sana kızıyorum, psikiyatra kızıyorum, bıktım her şeyden ve herkesten ve olayları analiz etmekten. bir süre bundan konuşuyoruz, sonra olayı bağlıyorum. “neyse işte türkiye zordu, iki mezarlık ziyaret ettim, iki kişiye veda ettim”. diyecek bir şeyi yok, seansın sonuna geldik, gitmem gerek.
21h : derslerim bitiyor, işten çıkıyorum. müthiş canım sıkkın. JP ile yürüyoruz, yemek yiyeceğiz, fransada emeklilik yasası grevleri devam ediyor. her yerde polis, vücudum geriliyor, polislere bakmadan yürüyorum, bu savaş benim savaşım değil. artık kimsenin savaşında vurulmak istemiyorum. restoran biz gidene kadar kapanmış oluyor, çok yürüdük. sonra evin yakınlarında başka bir restorana gitme kararı alıyoruz. karanlık yollar, neden böyle loş anlamıyorum. polisler grup grup ara sokaklarda, çok iriler, sanki dik dik bakmaya kalksan üzerine çuvallanacak gibiler. biraz daha ilerliyoruz, biber gazı kokusu geliyor burnuma, çok da gerginim, soruyorum dönüp “sen de alıyor musun kokuyu?”, almıyor tabii. bu bizim oraların derdi heralde diye düşünüyorum, zorla öğrendiğimiz bir korunma taktiği. gaz var evet, birazdan öksüre tıksıra geçiyoruz sokakları, hala açım, psikiyatra müthiş gıcığım, sinirden çatlayacak gibiyim. sonra diyorum ki, çok kızgınım ama haklı heralde. üzer dedi tragedyalar, heralde benim bu üzgünlüğe tutunmamı gördü. çünkü demiştim, daha önce de terapiye gittim ama ona hep yalan söylüyordum, çünkü mutsuz olmak hoşuma gidiyordu, mutsuz olmazsam yazamam sanıyordum, yazmak için mutsuzluğuma devam etmek istedim. bilmem, dedim bunu, bunu mu gördü acaba? acaba ulusa bu yüzde mi tutundum? attım bir soru, bugün böyle geçiyor.
25/03/23 : Paris’teyim, dün JP ile bir barda oturduk, psikiyatrı konuştuk, gıcık olduğumdan bahsederken, bakıyorum o hissim geçmiş. yokluyorum bir panik kalbimin o sinirden kaskatı yerini, yok, sanki bir yara bandını sökerek almış kadın. fakat altında yara kalmamış meğer, yokmuş. bakıyorum, yumuşacık şimdi kalbimin o köşesi, hassas falan hala, ama katı değil. bilmem nasıl anlatsam. işte kabuğu düşmüş meğer o yaranın, alttan gelen derinin rengi hala biraz yeni, daha açık tabii. normal. ama acı acı ulusu da düşündüğüm yok artık, canım ağlamak istemiyor. ben o yara kalksın istememişim. yani ayça işte sana dediğim gibi o gece ağlarken : “ya unutursam diye çok korkuyorum, çünkü unutmak istemiyorum, çünkü unutursam o da herkes gibi olur”.
Ulus benim için herkes gibi oluyorsun. yarın doğum günün. kutlu olsun.
2 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
MEGADEATH
MetallicA dan ayrılan Dave Mustaine’nin kurup başını cektiği, İron Maiden ve MetallicA ile beraber 90'lı yıllara damgasını vurmuş ANARŞİST heavy metal grubudur ve bence en iddilalı albümleri Rust ın Peace dir.... 
Marty Friedman’ın katılımıyla tavan yapan grup, enstürman hakimiyetiyle beraber Mustaigne’in eşine zor rastlanır vokaliyle ön plana çıktılar SERT BİR SOUND a sahip SPEEDTRASH tarzı müzik yapan gruptur...
MEGADEATH anti-militarist, özgürlükçü, dünyayı ve siyaseti çok önemseyen tavrıyla ön plana cikmiş, bireysellikten uzak bir gruptur. fanatik hayran kitlesine sahiptir ve Dave Mustaine yıllardır bu grubu başarılı bir şekilde ayakta tutan bir sanatçıdır Turkiye'de de konser verdiler, ikinci gelişlerinde bende oradaydım sanırım 2005 di...  sahne şovu, sahne kullanımı şarkı sözleri dinleyici kitlesinin yüreğine ulaşabilmesi önemlidir.... iyi az kalır,çabuk tüketilir... sömürülmeye açıktır ama onlar bence daha uzun süre sahnede kalacaklardır zira anti emperyalist globalizm karşıtlığı devam ediyor
Bu gün size ‘’Peace sells but who’s buying’’ ve Holy Wars isimli şarkıları seçtim ancak dediğim gibi sıkı sert bir soundu var...
youtube
youtube
5 notes · View notes
aykutiltertr · 10 days
Video
youtube
Yanmazsan Aşk Olur mu - Murat Balkan ✩ Ritim Karaoke (Kürdi Minör 4/4 C ...  ⭐ Video'yu beğenmeyi ve Abone olmayı unutmayın  👍 Zile basarak bildirimleri açabilirsiniz 🔔 ⭐ KATIL'dan Ritim Karaoke Ekibine Destek Olun (Join this channel to enjoy privileges.) ✩ ╰┈➤ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join ✩ ORİJİNAL VERSİYONU 🢃 Linkten Dinleyip Canlı Enstrüman Çalıp Söyleyerek Çalışabilirsiniz. ⭐ 🎧 ╰┈➤ https://youtu.be/8NvibkVcX8A ✩ (MAKE A LIVE INSTRUMENT ACCOMPANIMENT ON RHYTHM IN EVERY TONE) ✩ Aykut ilter Ritim Karaoke Ekibini Sosyal Medya Kanallarından Takip Edebilirsiniz. ✩ İNSTAGRAM https://www.instagram.com/rhythmkaraoke/ ✩ TİK TOK https://www.tiktok.com/@rhythmkaraoke ✩ DAILYMOTION https://www.dailymotion.com/RhythmKaraoke ⭐ Yanmazsan Aşk Olur mu - Murat Balkan ✩ Ritim Karaoke (Kürdi Minör 4/4 C Sebare Beste Murat Balkan) ❤ @RitimKaraoke Müzisyenlerin Buluşma Noktası.... ➤ SANATÇININ DİĞER ŞARKILARI İÇİN OYNATMA LİSTESİNE BAKABİLİRSİNİZ...         ⭐ 🎧 ╰┈➤   https://www.youtube.com/playlist?list=PL9SktAtLVupNyM-EmxinLsp6Lrga71Xkx ➤ ESER ADI                : YANMAZSAN AŞK OLUR MU? ➤ SÖZ GÜFTE            : MURAT BALKAN ➤ BESTE - MÜZİK      : MURAT BALKAN ➤ USÜL                       : 4/4 C SEBARE ➤ MAKAM - DİZİ        : KÜRDİ - MİNÖR ➤ ARANJÖR              : SERKAN BALKAN ➤ ENSTRÜMANLAR : YAYLI GRUP KEMAN ➤ KİMLER OKUDU    : MURAT BALKAN ➤ FİRMA - ŞİRKETİ   : POLL PRODUCTION 783.167 görüntüleme  23 Şub 2024  #pollproduction #muratbalkan Murat Balkan - Yanmazsan - (Official Video)                             ŞARKI SÖZÜ Unutulmaz yaşananlar Bazen bir şarkı hatırlatır Yüreğimde pişmanlıklar Ellerimde kokusu kalır İçimde fırtınalar kopar Gözümde bir kaç damla yaş Yüzünde garip bir telaş Yanmazsan aşk olur mu Sevmezsen dert olur mu Yandım bittim sayende Hasret düştü canıma Karakışlar kapıda Aşka küstüm sayende Yanmazsan aşk olur mu Sevmezsen dert olur mu Yandım bittim sayende Hasret düştü canıma Karakışlar kapıda Aşka küstüm sayende İçimde fırtınalar kopar Gözümde bir kaç damla yaş Yüzünde garip bir telaş Yanmazsan aşk olur mu Sevmezsen dert olur mu Yandım bittim sayende Hasret düştü canıma Karakışlar kapıda Aşka küstüm sayende Söz & Müzik: Murat Balkan Düzenleme: Serkan Balkan Klip Yönetmeni: Kemal Başbuğ Murat Balkan kimdir? Şarkılar Bizi Söyler konuğu Murat Balkan kaç yaşında, nereli? 29 Ocak 2022 19:30 Güncelleme: 19:34 Twitter'da Paylaş Facebook'da Paylaş WhatsApp'da Paylaş Bugün Kanal D ekranlarında yayınlanacak olan Şarkılar Bizi Söyler Yılbaşı programı konuğu Murat Balkan kimdir? Şarkılar Bizi Söyler konuğu Murat Balkan kaç yaşında, nereli? Murat Balkan şarkıları! Ünlü sanatçıların sunumuyla ekrana gelecek olan Şarkılar Bizi Söyler izleyicilerin ilgi odağı oldu. Program hakkında detaylar merak edilirken Şarkılar Bizi Söyler programı konuğu Murat Balkan kimdir? Şarkılar Bizi Söyler konuğu Murat Balkan kaç yaşında, nereli? Murat Balkan şarkıları araştırıldı. MURAT BALKAN KİMDİR? 1987 yılında Bayrampaşa'da doğan Murat Balkan, 1957 yılında Makedonya'nın Üsküp şehrinden İstanbul'a göç eden bir ailenin çocuğudur. Murat Balkan davul, darbuka, akordeon çalan ve Rumeli halk oyunlarına ilgili olan sanatçı bir baba ve yine Selanik müzisyen bir aileden gelen annenin oğlu olan Balkan, İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Halk Oyunları Bölümünü bitirdi. Murat Balkan, İstanbul'da sanat hayatına devam etmektedir Cumartesi akşamları izleyicilerine müzik şöleni yaşatan Şarkılar Bizi Söyler programında bu akşam Murat Balkan konuk olacak. Şarkılarıyla izleyiciye eğlence dolu anlar yaşatacak olan Murat Balkan kimdir, kaç yaşında ve nereli? Murat Balkan şarkıları neler? İşte Murat Balkan hakkında merak edilenler... MURAT BALKAN KİMDİR? Murat Balkan, 1957 yılında Makedonya'nın Üsküp şehrinden İstanbul'a göç eden bir ailenin çocuğu olarak 1987 yılında Bayrampaşa'da doğdu. Aynı zamanda davul, darbuka, akordeon çalan ve Rumeli halk oyunlarına ilgili olan sanatçı bir baba ve yine Selanik müzisyen bir aileden gelen annenin oğlu olan Balkan, İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Halk Oyunları Bölümünü bitirdi. Akordeon çalmakta, kendi özel müzik gruplarıyla çeşitli etkinliklere katılmaktadır. Bunun yanında kendi özel albümlerini çıkarmaktadır. Halen İstanbul'da sanat hayatına devam etmektedir.
0 notes
burakurnaz · 11 days
Text
akşam trafiğin sebepsiz sıkışıklığında beklerken başak'tan bir sürü mesaj geldi. başak da benim gibi hayallerinin heyecanını ve neşesini göstermekten çekinmeyen birisi. belli yine bir fikre heyecanlanmış bu. ekim başında kaş'a gidiyorum, ruhumun son bir denize daha ihtiyacı var.
aslında bu hafta sonu doğum günümü kutlamak için istanbul'a mervelerin yanına gitmeyi teklif etmiştim. pek sıcak bakmamıştı, meğerse kafasında böyle bir plan varmış.
valla bu naif tatile gitmek için elimden geleni yapıcam. ihtimalin güzelliğini düşündükçe kulağımda grup gündoğarken şarkıları çalıyor.
0 notes
Text
05.04.2024 DARK TRANQUILLITY KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)
Tumblr media
“Dark Tranquillity”, 2024 yılının aylar öncesinden “Sold Out” olan etkinlikler serisi kapsamında önce 4 Nisan Ankara, sonra 5 Nisan günü İstanbul Beşiktaş IF’te konserlerini verdi. İstanbullular olarak konsere bir, bir buçuk saat kala (Aylar öncesinden açıklanan saat 21.00 idi.) IF’in sokağında yerimizi aldık. Garip bir durum vardı, “Sold Out” olan bir konsere göre dışarıda fazla bir yoğunluk yoktu. Bu durumu kapının erken açılmasına bağladık fakat aksine, etkinlik alanını gören camlı bölümün önüne oturduğumuzda alanın içinin de fazla kalabalık olmadığını gördük. Bu insanlar neredeydi? Cevabı; grup sahneye çıktıktan sonra aldık. “DT”nin ilk üç şarkısı boyunca insanlar mekana giriş yapmaya devam etti, içerisi hınca hınç doldu.
Tumblr media
Mekanın nispeten geç dolmasının sebepleri; organizasyonun etkinlik saati, kapı açılış saati gibi bilgileri sosyal medya üzerinden geçmemesi, etkinlik gününün uzun bayram tatili öncesi son mesaiye denk gelmesi, Kadir gecesi günü konserin olması vs. olabilir. Sonuç olarak biz mekana girerken kapıda çok uzun bir kuyruk vardı ve dediğim gibi ilk üç şarkıdan sonra içeride nefes alacak yer kalmamıştı. Halimizden memnunduk, hatta epey memnunduk. Konser tek kelimeyle inanılmazdı. Bu yazıda konserden bahsederken ve “DT”nin inanılmaz performansını överken aynı zamanda muhteşem solistleri Mikael Stanne için ayrı bir parantez açacağım. Mikael; tavırları, güler yüzü, sosyalliği ve sosyal zekası, naifliği ve asla düşmeyen enerjisi ile bu parantezi hatta yazıyı, kocaman sayfaları, belki kitapları hak ediyor!
Tumblr media
Konserin benim nazarımda inişleri ve çıkışları vardı. Hoş bir giriş introsundan sonra (“Iron Man-Black Sabbath”) “Encircled” “Treason Wall” “Hours Passed in Exile” şarkıları başta dediğim gibi ısınma turları olarak geçti. “DT” İstanbul’da verdikleri bir önceki konserlerinden bu yana yeni bir albüm çıkarmadı. (Son olarak “The Last Imagination” isimli güzel bir Single yayınladılar. Önceki ziyaretlerinde 2020 çıkışlı “Moment” albümü ağırlıklı bir “Setlist” izlemişlerdi.
Tumblr media
Benim şahsen çok başarılı bulduğum bu albümden “Phantom Days” şarkısıyla konsere devam ettiler. Seyirci ciddi manada kıpırdanmaya başladı. “Terminus (Where Death Is Most Alive) ve az önce bahsettiğim yeni singleları “The Last Imagination” sonrası çalınan “Atoma” ile seyirci resmen ateşlendi. Artık geriye dönüş yoktu. Nispeten genç Bassçılarının performansı çok iyiydi. Tecrübeli klavyecileri atmosferi canlandırıyordu. (Davul ve klavyenin sesini hafif düşük bulsam da ses genel olarak iyiydi.) Gitaristleri ve Sololarına diyecek hiçbir şeyim yok, kaybolup gittim ama artık İsveçli sevilen dostlarımız “DT”nin enstrüman ekibini çok güzel bir noktaya koyup, Frontman’leri Mikael Stanne’den bahsetme zamanımız geldi çattı!
Biraz alakasız olacak ama sizlere yıllar yıllar önce İş Sanat’ta gittiğim bir “Fado” (Portekiz halk müziği.) konserinden bahsetmek istiyorum. Mariza isimli “Fado” sanatçısı konserin ortasında, uzun enstrümantel bir şarkıda sahneden seyircinin arasına inip herkesin elini tek tek sıkmıştı. (Herkesin!) Oturmalı bir seyirci düzeninde, bütün seyircilerin koltuklarının yanına gidip, gülümseyip onların ellerini sıkmak takdir edersiniz ki epey vakit almıştı. Kimse şikayetçi değildi, inanılmaz duygusal anlardı. Zaten enstrümantel bölüme geçmeden önce bu şarkıyı ve Portekiz ülkesi hakkında ki, Portekizli insanlar, Dünya insanları hakkında ki duygusallığını uzun uzun anlatmıştı. Herkes sakince, tek tek elinin sıkılmasını beklemişti. “Mariza”nın elini sıkarken onun yüzünde gördüğüm duygusallığı, insanlığı, güler yüzü ve naifliği daha önceden birçok defa karşılaştığım ve önceki yazılarımda bahsettiğim “Katatonia” grubundan Jonas Renkse dışında Mikael Stanne’de gördüm. (İsveç alçakgönüllülüğü bu olsa gerek :) Bu adam bir önceki konserleri sonrası “Dorock HMC”ye gidip sabaha kadar bütün insanlarla fotoğraf çektirmiş, muhabbet etmiş, bira içmiş, suratından bir saniye olsun gülümsemesini esirgememişti. Bu konser boyunca ve sonrasında da aynısı oldu. Dünya bir yana Mikael Stanne’in iyi niyet enerjisi bir yana! Sen Çok yaşa!
Tumblr media
“Nothing To One” “The Dark Unbroken” “What Only You Know” ve yine 2020 albümlerinden “Identical To None” ile “DT” ara vermeden tam gaz devam ediyor. Mikael’in bir dakika duracak hali yok, sadece bazen seyircinin aşırı reaksiyonu karşısında nutku tutulup sahneden iniyor, önde ki seyircilerle hoşbeş ediyor, seyirciye inanamaz bakışlar atıp yüzlerine gülümsüyor. Konser boyunca buna benzer birçok görülmeye değer an yaşandı. Bazı şarkılarda arka planda şarkı sözlerinin aşırı iyi görseller eşliğinde verilmesi seyirciyle etkileşimi arttırdı. (Bence daha fazla grubun daha fazla konserde kullanması lazım gerçekten hoş bir detay oluyor.) Başlarda ki görsellerde neredeyse hipnotize oluyordum, zor toparladım.
Tumblr media
“Sold Out” olan bir Metal müzik konserinde bir sürü arkadaşınızı, dostunuzu görüyorsunuz. Bu konserde onlardan biriydi, gerçekten keyifli muhabbetler yapıldı, eskiler yad edildi, abilerimiz, ablalarımız anıldı. (RIP BARON-Çağlan Tekil.) Birçok farklı duygu yaşandı... Konsere dönersek eğer, “Forward Momentum”la birlikte işler artık duygusal bir şekilde sertleşiyor. “Cathode Ray Sunshine” “State Of Trust” “Final Resistance” (Pek severim.) ve “Therein” sonrası grup yoğun alkış kıyamet eşliğinde sahneden kısa süreliğine iniyor. Herkes hep bir ağızdan grubu sahneye geri çağırmak için avazı çıktığı kadar bağırıyor ve nihayet zurnanın ZART! dediği yere geliyoruz…
Tumblr media
Melodiyi duyar duymaz beyninizde atom bombası gibi patlayan, sizi bir anda ayağa kaldıran, “Hassiktir” dedirten şarkılar vardır. Konu “DT” olunca yine birçok şarkı insanın aklına gelir tabi ama bir tanesi vardır ki zannetmiyorum herhangi bir Metal müzik dinleyicisi buna kayıtsız kalabilsin. “Lethe” ile “DT” sahneye dönüyor, ortalık… Pek anlatabileceğim gibi değil... Çakmak çakıp eşlik eden mi dersin? Alkış tutan mı? Kendinden geçen mi? Bağırıp çağıran mı? Bütün bu hezeyanlar geçtikten sonra tabiki yekvücut olup “Lethe” diye hep bir ağızdan grubun efsane şarkısına eşlik ediliyor.
Ne önceki konserde ne de uzun zamandır “DT” bu şarkıyı canlı çalmamıştı ve bu gecenin çalınan tek “Lethe” şarkısı bu olmayacaktı! Kendimizi özel hissediyoruz, “DT” Türkiye’yi, bizde onları gerçekten çok seviyoruz. “Lost To Apathy” tamamda artık “Misery’s Crown”da (Sanırım en sevdiğim “DT” şarkısı olabilir.) iyice dağılıyorum, artık ne olacaksa olsun! İyice kabarmış saçlarım ve koca bedenimle “Headbang” yaparken sanıyorum arkada en az on kişinin manzarasını sahil şeridine dikilen gökdelen gibi kapatmışımdır. Bunun için özür dilerim, yaradılış işte. Mağdur arkadaşlara saygılar, sevgiler.
Tumblr media
Konser bitiyor, bende bitmişim. Saçımı sakalımı toplamam on dakika falan sürmüştür. Dışarıya çıkabildiğimiz zaman biraz daha mekanın restoranında oturuyoruz. Muhabbetler, kritikler, şu konser var, bu albümü dinle vs. Bakıyoruz adamlar içeriden yavaş yavaş çıkıyor. Önceki konserden bol bol fotomuz olsa da fazlası göz çıkarmaz, koştur koştur Mikael’i yakalıyoruz. Tabiki bizi kırmıyor, ayaküstü hoş beş bile ediyoruz. (Arka fonda gülen bir dayı ve Tekel dükkanı manzaralı şahane bir Mikael’li fotoyu koleksiyona ekliyorum.) Ben bu naifliğe tekrardan hayran kaldım. Adam uçakta olsa “abi foto çektireydik” desen, herif uçaktan rahmetli Zeki Müren gibi atlar, seninle fotoyu çekilir sonra uçağa geri biner. O derece… Helal olsun sana Mikael, iyi ki bu Dünya’da senin gibi insanlar var!
Konser bitti, adamlar yorgundur şimdi otele geçerler, haydi bizde dağılalım saçmalığı içerisinde evlere gidiyoruz. Adamlar ne dağılması Dorock HMC’yi dağıtmaya gidiyor! Yetmiyor, Mikael sahnede “Razor INC.” ile birlikte iki tane “DT” şarkısı söylüyor, bunlardan biri “Lethe” oluyor. Ben böyle şey ne duydum, ne gördüm. Sabah olunca evde pişmanlıktan kendimi yedim yedim, duvara attım! Bir önce ki konserleri sonrası da yazının başında dediğim gibi Dorock HMC’de sabaha kadar oturmuşlardı. (Ah benim aptal kafam bok vardı evde.) “Razor INC.” den Başer’in Mikael’le olan sarılma görüntüleri bana teselli oluyor. Bu dostluk, bu anlayış, bu sevgi… Önceki gelişlerinde de şimdi de gözlerimi dolduruyor. Bize harika bir gece yaşatan, emeği geçen herkese çok teşekkürler! Çok yaşa “Dark Tranquillity” çok yaşa “Razor INC.” çok yaşa “Dorock HMC” Nice nice konserlerde Görüşmek üzere!
DOROCK OR DIE!
Tumblr media
3 notes · View notes
mel-inoe · 1 month
Note
Bak bunu kesinlikle hayatımı ve o anı romantize etmek için yazmıyorum ama öğrendiğim zaman hani filmlerde olur ya bir şimşek çakar, gözlerin açılır,her şey yerli yerine oturur, tüm olaylar göz önünden geçer işte tam o oldu. Kalakaldım, seninle tüm konuşmalarımız zihnimden saniyeler içinde geçti, her şey yerine oturdu ve aydınlanma geldi. Garipti sbxjsbxh Dün instagramda, instagramdaki mistype infjlerin infj olmakla gurur duyduğunu, hiçbir infjnin infj olmaktan mutlu olmayacağını okumuştum iyi denk geldi senin dediğinle sdhcjeb enneagramın konusunda net miyiz peki? 5 misin? Intj kankinle ayrılmanı da gördüm ama pat diye sormaktan biraz çekiniyorum belki konuşmak istemezsin ya da üzerim diye o yüzden soramadım. Neden ayrıldınız, tamamını söylemesen de en azından ucundan çıtlatsan? Amasya diyince nedense aklıma ağaç dolu yeşil bir şehir geliyo ama muhtemelen alakası yok (biraz varmış baktım şimdi). O kedi şeysi babaannemlere yürüyerek 5-10 dakikacık, yanlarına gittiğimde kesin gidip bakmam lazım kedi şeysine. Köpekler biraz dışlanıyo gibi ama onlar da gece canavar, gündüz melek biraz ayıp yaptıkları, kınıyorum. Bu ara aşırı dinlediğim birkaç şarkı önereyim tabii. The cure-boys dont cry(toxic ilişkide bulunduğum kişinin zihni gibi bu şarkı, erkek değil tabii kendisi o ayrı. Evdeysen ve mümküse bunun youtubetaki halini dinle), the cure-lovecats, bakar-hell n back. Keko şarkıları, kekoluk, çetecilik, suç işlemek falan moda oldu artık. 14 yaşında ölen kızın da tiktok videolarında suç ve keko sevgili güzellemeleri varmış. Eskiden herkes farklı şeylerle ilgilendiği için herkesten bir şeyler öğrenirdim elbet ama artık herkes maalesef aynı, npcler. Bu konulardan çıkıyorum. Yurtta kaldığını varsayarak soruyorum, yurt hayatı nasıl? Sigaraya başladın mı?
vay be xkwoasösnkw varya bu konuda o kadar doluyum ki anlatamam. bir insanın bu kadar duygusal olup üstüne bu kadar akılcı olması bence yasal değil. iki dişli çarkın arasında öğütülüyorum sanki. bir yerde insan kendine karşı bile samimi olmadığını falan hissediyor çok değişik bir kafa. enneagramım 5 evet ama kanat konusunda asla emin değilim. ince düşünceli olman hoş. hayatımda o kadar acı verici mevzu oldu ki arkadaşlık mevzularına üzülmeye tam olarak fırsat bile bulamadım. çıtlatayım, arkadaşım üniversiteye benden bir sene önce gitti. o dönemler de benim bir desteğe "özellikle" arkadaşımın desteğine ihtiyaç duyduğum zamanlar, gittiği gibi itti beni. kırıcı cümleler söyledi, yeni arkadaşlarından bahsetti. zor zamanımı yalnız atlatınca ve itildiğimi görünce gönül bağımı koparmıştım. arkadaşım yaptığı şeyden pişman oldu, çok toparlamaya çalıştı ama olmadı. denemekten yoruldu, veda mesajı attı. ben de üstelemedim. zaten yeterince yorgundum ve yine zor bir dönemden geçiyordum, eskiden yaptığı şeyi yine yapınca, yine en acılı zamanlarımın birinde yeniden beni yalnız bıraktığını görünce mesajına cevap vermedim aylarca. hiç konuşmadık, bağımız öyle koptu.
kafam bozuk olunca amasyada bir ırmak kenarı yürüyüşü yapıyordum iyi geliyordu. kayseride de kedi şeysine giderim artık dkwlsmdmk sen İstanbuldaydın değil mi?
the cure- boys don't cry, sözleri çok manidarmış (benim arkadaşımla olan durumuma da uyuyor) hanımefendinin duygusal olarak karşısındakini manipüle etme eğiliminde olduğunu düşünüyorum ama intj gibi "manipülasyonun babası" olan bir tipin bu tür manipülasyonlara gelmediğini de tahmin ediyorum. grup çocuk grubuymuş, çok şaşırdım. şarkı baya baya pişmanlığı anlatıyor. vay be. love cats'de güzelmiş, bana eskiden okuduğum bir kitabın retro atmosferini hatırlatıyor. hell n back, adamın sesi niye sakinleştiriyor anlamadım ama bu da hoşuma gitti. teşekkürler.
evet, erkekliğin asaletle ve şerefle değil kavgayla ve şiddetle kazanıldığını düşünenler toplumunda yaşıyoruz artık. beyefendi bu konulardan benimle tanıştıktan sonra kendini çekmişti. işinde gücündeydi en son. hele de yakın arkadaşını kaybedince bu tür konulara hala sıcak bakmadığını düşünüyorum. isteyerek içinde değildi orası da ayrı. 14 yaşındaki kıza üzüldüm. üstünkörü ve özentiyle beslenen heves odaklı duyguların gerçek hayatta böyle ağır sonuçları olacağını küçük yaştaki bir çocuk öyle kolayca hesap edemiyor işte. npc kısmına katılıyorum ama son zamanlarda kendimi görmezden gelme eğilimindeydim, tanımlayıcı hiçbir aktiviteye el uzatasım yoktu. kitap bile okumayıp sadece çalışıyordum. (farklılığın getirdiği yalnızlığın dayanılmaz olduğu zamanlar)
yurt hayatı çok renkli, halay çekmeli, boğuşmalı, boş yapmalı bi ton günümüz oluyor. macerasız geçen günümüz yok denecek kadar az oluyor genelde. sigaraya bağımlı olmayan tiplerdenim. liseden beri kafam eserse bir kaç dal içer sonra aylarca içmem ama dürüst olmak gerekirse bu sene sıklığı biraz arttı ama son iki aydır iki dal falan içmişimdir. yine kafamın bozuk olduğu bir ara ard arda sekiz dal falan içmiştim maksimum.
0 notes
darkyayincilik · 2 months
Text
Festivalde Şiir Dolu Bir Akşam
 Bursa Büyükşehir Belediyesi adına BKSTV tarafından Atış Grup sponsorluğunda düzenlenen 62. Uluslararası Bursa Festivali’nde sanatseverler şiir dolu bir akşam yaşadı. Dünyaca ünlü ikili, bariton Güvenç Dağüstün ve piyanist Burçin Büke’nin sadece şiir bestelerini seslendirdikleri “Şair Şarkıları” adlı projelerinin konuğu, ünlü sanatçı Zuhal Olcay oldu. Konserde, izleyicilere unutulmaz bir müzik…
0 notes
pazaryerigundem · 2 months
Text
4 Türk gençten ABD'de yapay zekâ destekli ilk Türk klip
https://pazaryerigundem.com/haber/185069/4-turk-gencten-abdde-yapay-zeka-destekli-ilk-turk-klip/
4 Türk gençten ABD'de yapay zekâ destekli ilk Türk klip
Tumblr media
Keşanlı Sedat’ın, Mechanical Turks ile ABD’de yapay zeka destekli ilk Türk müzik klibi yayımlandı.
Erdoğan DEMİR / EDİRNE (İGFA) – Aralarında Keşanlı Sedat Parlatıcıbilek’in de bulunduğu California’da yaşayan, teknoloji ve müzik sevdalısı dört Türk genç tarafından kurulan Mechanical Turk, Türkçe müzikte bir ilke imza attı. Google Labs ile işbirliği yapan gençler “Mekanik Aşk” isimli şarkıları için tamamen yapay zeka görüntüleri kullanarak bir müzik videosu hazırladı.
Yüzeysel ilişkileri konu alan “Mekanik Aşk” şarkısını müzik videosunu yapay zekâ stop-motion tekniği ile üreten ana akım rock tarzında düzenleyen Mechanical Turks grubunun yaratıcılığı dijital platformlarda dinleyicilerle buluştu.
Çalışma, Google Labs ile iş birliği yaparak hayata geçiren Türk müzisyenler, bu inovatif projeyle, Türk müziği ve video prodüksiyonunda yeni bir dönemin kapılarını araladı.
Tumblr media
Mekanik Aşk, sözlerinde yüzeysel yaşanan ilişkilere ve bu ilişkilerin doğurduğu hayal kırıklıklarına dikkat çeken, derin duygusal içeriklere sahip bir parça.
Şarkının müziği, ana-akım rock tarzında bir düzenleme ile yapıldı. Mechanical Turk, bu projede Türkiye’nin önde gelen müzisyenlerinden olan Mor ve Ötesi ve Can Bonomo ile çalışmış Kaan Arslan’dan prodüksiyon desteği aldı. Bu sayede şarkının hem müzikal kalitesi hem de teknik detayları oldukça üst seviyede.
Grubun ana vokali, daha önce “Üç Boyutlu Yalnızlık” isimli solo albümünü çıkarmış olan Kaan Tarıman. Diğer grup üyeleri ise Türkiye’de tanınmış müzik gruplarında yer almış yetenekli müzisyenler Can Yücel, Sonat Karakaş ve Keşanlı Sedat Parlatıcıbilek’ten oluşuyor.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes