Tumgik
#kesik kesik hatırlıyorum
sadovv · 2 years
Text
yagmur sesleriyle uyandim bundan daha iyi bi uyanis olamaz
4 notes · View notes
sertsiken0606 · 2 months
Text
Merhaba arkadaşlar ben İclal benim sizlere anlatacağım hikaye aslında çok uzun ama biraz az ve öz yazacağım. 49 yaşımdayım bu anlatacağım olaya kadar bekaretimi kimseye vermedim. 2019 a kadar kamuda öğretmenlik yaptım 2019 yılında sırf avukatıma inat üniversite sınavına girerek Ankara üniversitesi hukuk fakültesini kazandım daha önce görmüş olduğum derslerden muaf olunca 2 yıl birden geçip 3 sınıfı okumaya başladım ilerleyen zamanda korona falan olunca uzaktan eğitim ile mezun oldum. Artık diplomalı bir avukattım evim izmit te bu arada hemen bir büro açtım deneyimli 2 arkadaşım var onları da ikna ederek birlikte çalışmaya başladık malum Türk insanı sorunsuz olmuyor boşanma davası vs ben ağır ceza mahkemesindeki suçlarla ilgili davalara bakmaya başladım bir ara 20 yaşlarında 195 boyunda atletik yapılı bir genç geldi bu arada ben kendimden bahsetmemişim ben 165 boyunda 50 kg ağırlığında esmer siyah saçlı zeytin gözlü çıtır bir kadınım öyle övünecek ne bir kalçam ne memelerim var bu ofisimize gelen genç biraz tuhaf bir şekilde polis memuru ile atışmış polis memuru gencin kimliğine ve ehliyetine el koymuş geri vermemiş dava edecek bir avukat bulamadım ne olur yardım edin yalvarırım dedi emniyet müdürlüğüne dilekçe verdik 1 hafta sonra çalışma arkadaşlarımız arasında bahsi edilen bir görevli arkadaşımız yok böyle bir kimlik ve ehliyete el koyulma olayı olmamıştır denilerek cevap geldi bu arada genç hergün geliyor her öğlen yemeğini birlikte yiyoruz baya baya birbirimize alıştık o gelmediği zaman telefon ediyorum resmi cevap geldiğinde konuyu yargıya intikal ettirmek için dilekçe hazırladım birlikte adliyeye gidip savcılığa suç duyurusunda bulunduk. O gün canım akşam saatlerinde öğrendiğim bir haber yüzünden çok sıkılmıştı ne yapacağımı düşünürken telefonum çaldı arayan Bektaş tı biraz telefonda dertleştik ofiste otururken getirden 4 bira leblebi vs ısmarladım getir gelmeden Bektaş geldi ardından getirin servis elemanı geldi hemen aldım birlikte biraları içtik fazla içki içmem aslında malum içkiye alışık bir bünyem yok haliyle sarhoş olmuşum Bektaş evimi bilmiyordu sarhoş olduğum için kendi evine götürmüş eve gidene kadar ne olduğunu bilmiyorum uyudun dedi evine girdiğimizi hatırlıyorum 2 bira daha açtı içerken öpüşmeye başladık öpüşürken soyunmaya derken kendimizi çekyat ın üstünde sevişmeye başladık o benim amımı emerken bende onun sikini ağzıma aldım fazla sürmedi ağzıma bütün döllerini boşalttı bende daha önce hiç sevişmediğim için bilmiyorum kesik kesik inliyordum meğerse orgazm oluyormuşum ağzı yüzü loş ışıkta parıl parıl parlıyordu benim içimden akan sıvılardan olacak Bektaş beni kucağına aldı sikini amıma dayadı koltuk altlarımdan tutarak yavaş yavaş beni sikinin üzerine oturttu çok zevk alıyordum kızlığımı bozdu hiç pişman olmadım keşke daha önce çıktığım arkadaşlarımla birlikte olsaydım diye düşündüm bir an erkek arkadaşlarım geldi bir bir aklıma ama benim kızlığımı Bektaş bozacakmış Allah öyle emretmiş o gece sabaha kadar seks yaptık biraz uyuduk sabah saat 10 gibi uyanıp kahvaltı yapıp çıktım Bektaş evde yatıyordu büroma gittim aklım dün geceki yaşanmışlıklardaydı bir kaç önemli işimi halledip eve gittim fakat Bektaş evde yoktu tüm hayallerim yerle bir oldu. Telefon ettim neredesin diye sordum annem elini kesmiş hastaneye götürüyorum dedi kapattı telefonu. Bilgisayarı açtım porno video izleyip kendimi oynamaya başladım aklıma lisede ki erkek arkadaşım geldi telefon numarasını buldum aradım hemen yanımızda bulunan ticaret merkezinde ofisi varmış oradaymış bende aklıma geldin ne yapar ne eder bir arayayım dedim konu konuyu açtı nerede öğretmensin diye sordu güldüm ben avukatım öğretmenliği bıraktım dedim Fikret istediğin zaman gelebilirsin 1 bina yanındayım dedim ... Şimdilik bu kadar yeter gerisini daha sonra yazacağım umarım beğenirsiniz
65 notes · View notes
icinizdekibiri · 2 years
Text
"Biz hangi günahın tohumuyuz? Hangi
karanlık sanatın en cılız büyüsü?
Hangi küfrün kalbi en kıran kelimesi?
Yaşamak; üçüncü sınıf pavyon şairlerinin
sınıfı belirsiz kadınlara yazdığı
şiirler gibi iğreti duruyor üzerimde.
6 numaralı kapıdan çıkıp, koridorun
üzerinde günbatımına doğru yönelen
bir tren yolu gibi döşenmiş kırmızı
çizgiyi takip ediyorum. Sanki bütün
kabileler bu rayların üzerinde idam
edilmiş gibi. Islak ve sıcak. Ve
kırmızı. Tanrı buraya uğramış gibi
bırakılan devasa ayak izleri. Koridorun
sonundan yayılan cızırtılı bir ses
bütün odaları dolduruyor; “Don’t
Cry.” Kafamın üzerinde dönen ama
hiç de esinti yaratmayan pervaneye
bakıp şarkıya eşlik ederken, Ayrılık
ne renk? Diye düşünüyorum sessizce.
Kırmızı çizgiye çarpan turuncu hüzme,
koyuluğu biraz daha saydamlaştırırken
can çekişen alyuvarları görüyor
gibiydim, çığlıklarını duyuyor
gibiydim. Biraz da deli gibiydim…
Telefon çalıyor…
Telefon çalıyor, eskitme mobilyalarımı
deler gibi bir çınlama ile. Sigaramdan
bir nefes daha alıp, kahkaha atarken
çıkartıyorum dumanı. İçeri sızan ışıkla
birleştiğinde bu duman ve kahkaha da
olduğunda bir an için korku filminden
bir kareyi andırıyor bana. Telefon
çalıyor. Bir parça kan damlıyor annemin
en sevdiği halısına kesik bileklerimden.
Utanıyorum. Telefon çalıyor. Ellerimdeki
demir kokulu sıvıyı aceleyle üzerime
silip ahizeyi kaldırıyorum; -Neden
geç açtın? –Duş alıyordum anne, kan
ile… Telefon kapanıyor. Annem her
zaman yaptığım ölüm şakalarından biri
zannedip küfür gibi kapatıyor telefonu.
Acıyla gülümsüyorum çünkü kırıldım.
Annemin intihar dahil benim hiçbir
işi beceremeyeceğimi düşünmesi, beni
üzüyor. Beni üzdü. Beni şair yaptı.
Beni yalnız bir adam yaptı. Ah, anne!
Cehennemine odun olacağım sanırım. Ben
istemedim bunu, tanrı öyle diyor gibi.
Dakikalar ilerliyor… Cızırtılı “Don’t
Cry”a aldırmadan küçük bir kız çocuğu
gibi ağlıyorum, oyuncak bebeğinin
kolları kopartılmış bir kız çocuğu
gibi. Akrep, yelkovanın peşinden
koştukça geride bırakacağım sevgilimi
hatırlıyorum. Akrep bendim. Yelkovan hep
firari. İçimde büyük bir çukur açıldı
gibi hissediyorum birden bire. Birileri
o kuyuya düşmüşte, yardım çığlıkları
atar gibi. Aynada bana yansıyan yüzüme
bakıyorum; yakışıklı değil ama ortalama
bir ceset. İskandinav ırkına dahil
olmalıymışım, beyaz tenli olmak bana
yakışıyor. Babama kızıyorum ya da
anneme. Bir Norveçli ya da Danimarkalı
biriyle evlenebilirlerdi. Dizlerim
titremeye, ağırlığımı taşımamaya
başlıyor. Yakıt olarak kullandığım
kırmızı sıvı azalmaya başladı gibi.
Eğer bir arabanın benzin deposunu
delerseniz, benzin oradan akmaya başlar
ve depo tamamen boşaldığında arabanın
motoru stop eder. Bir araba gibiyim.
Yakıtım boşaldıkça fonksiyonlarımın
zayıfladığını hissediyorum. Birazdan
ivmem duracak. Görüş alanım azalmaya
başladı. Koridorun sonundaki duvarda
asılı portreyi aşırı bulanık görüyorum,
tabloda oturan ihtiyar, ayaklanıp sikini
gösterse, utanamam. Çünkü göremiyorum.
Sanırım vakit yaklaşıyor. Bunu kalemin
her otuz saniyede bir istem dışı elimden
düşmesinden yola çıkarak söylüyorum.
Lanet olsun, yazdığım ilk sayfa tamamen
kana bulandı. Olay yeri inceleme
ekiplerinin ne yazdığımı okuyabilmek
için kağıdı kimyasal işlemlerden
geçirmesi heyecan verici olacaktır.
Eğer geri gelebilseydim, onların bu
işlemlerle uğraşırken arkamdan ettiği
küfürleri duymak isterdim. Eğlenceli
olacağı kesin. Biriken kan, masadan
taşarak halıya damlamaya başlıyor.
Annemin en sevdiği halısı mahvoluyor. Bu
kez utanmıyorum. Ne de olsa gidiyorum.
Saatin tik takları, kanın yere
çarptığı anda çıkarttığı ‘şıp’ sesi,
koridorda yankılanan cızırtılı “Don’t
Cry.” Bu bir insanın müzisyen olmadan
yaratabileceği en kusursuz senfoni
orkestrası. Mozzart’ın, Bach’inkilerden
eksik yanı, kendinize has bir orkestra
olması. Seyirci yalnızca kendinizsiniz.
Bu daha özel kılıyor bu konçertoyu.
Kapı çalıyor… Birileri kapıyı öfkeyle
yumrukluyor. Kafamı masanın üzerine
usulca koyup, geride bırakacağım
sevgilimi düşünüyorum. En çok
özleyeceğim şey masmavi bir çift
göz olması, hayatımı yeterince iyi
yaşayamadığımı gösterir gibi duruyor
fakat ben bundan rahatsız değilim.
Gözlerimin kapanmasına engel olamıyorum.
Dudaklarımdan kendimin bile duyamadığı
bir fısıltı, hafif bir tebessümle
karışıp orkestraya karışıyor. Müzik
daha bir derin geliyor. Daha anlamlı.
Koridora vuran güneş daha bir koyulaştı
gibi. Ben hala geride bırakacağım
sevgilimi düşünüyorum. Güzel günlerimiz
olabilirdi eğer insanlık jileti
yaratmasaydı. Gözlerim biraz daha
kısılıyor, biraz daha donuk bakmaya
başlıyorum. Haftalardır tezgahta duran
bir orkinos gibi ölü bakıyorum. Yüzüm
iyice kireçleşiyor. Biri kapıyı daha
da öfkeyle yumrukluyor. Sanki savaş
davulları çalıyor gibi. Gözlerimin
önünden minik bir kan nehri geçip
burnuma değiyor. Biraz demir biraz alkol
kokuyor. O nehirlerde avlanan korsanlar
görmek güzel olurdu diye düşünüyorum.
Konçerto, alkol, sigara, müzik,
tebessüm. Mükemmel ölüyorum. Tek eksik
var içimde, tutamadığım bir sıcak el.
En çok özleyeceğim bir çift mavi göz.
Kapı daha bir şiddetle vuruluyor. Ve kırıldı…
İçeri birkaç adam giriyor tanımadığım
ya da gözlerim fazla flu gördüğü
için tanıyamadığım. Üzerime doğru
koşarlarken artık veda vaktinin
geldiğini anlayıp hafif bir tebessüm
ile gözlerimi kapatıyorum. Sanki beni
kovalıyorlardı da ben kapıyı yüzlerine
çarptım gibi. Gözlerimi kapatırken en
çok bir çift mavi gözü özleyeceğim
aklıma geliyor. Gözlerim kapanıyor.
Gerisi?
Anlatılamayacak kadar karanlık…"
3 notes · View notes
coplugumden · 6 months
Text
ama çocukluğumu anımsadığımda gözlerimin doluşuna engel olamıyordum. daha sıra anılara gelmeden hem de. bir kitabı yarıda bıraktıracak kadar derin bir acı nüksettiğinde kalbe. yetmişini yeni doldurmuş bir kadın gibi doluyordu gözlerim, bazen cıvıl cıvıl etrafta koşturan, bazen suratındaki kocaman gülümsemeyle daha yeni çıkmaya başlamış eksik dişlerinin arasından gündoğumuna neşeyle bakan kız çocuğunu anımsadığımda. sanki yıllardır saçlarına uğramayan parlak kahverengi bukleleriyle ve bal köpüğü gözleriyle bembeyaz peluş tavşanını tutuyor. onu bıraktığını görmedim, hep yanında. ama o da çok yakında, elbet ki herkes gibi, sahip olduğu en büyük zenginliğini kaybedecek. ben kaybettim, ne zaman, nasıl olduğunu anlayamadan. bu kadar erken bırakmak benim hatamdı, bu kadar erken kaybedilmemeliydi. bu kadar erken çekilmemeliydi perde, henüz son bir sahne daha vardı ve onun adı hayattı. o zaman seyirciler koltuklarından birer birer kalktı, ışıklar kapandı. daha o zamandan biliyordum, bunun bir bedeli vardı. herkes gittikten sonra üzerime çöken sessizliğin çıkardığı kesik çığlıkları hatırlıyorum. duvara sürtünen tırnaklar benimkiler değildi ama diplerinde hissettiğim acı bana aitti. hayaletler benim değildi, hayaletler benimle değildi ama gölgeleri bana aitti.
giden insanlar belki hiç elimden tutmamıştı ama giderken götürdükleri göğüs kafesi bana aitti.
her gidiş bir kayıptı, kendi içinden sökülen bir parça. ve en sonunda senden sana hiçbir şey kalmıyordu. kendine kalmamışken insanlara yetemiyordun. içindeki son duygu zerresi de terk ettiğinde kaybedecek hiçbir şeyin kalmamış oluyordu. hepsi yitmiş, çoktan kayıplara karışmıştı.
0 notes
benikimsepeksevmez · 2 years
Text
Anne
Uzun zamandır gelmiyorum sana hayatımda o kadar olay oldu ki sana gelemedim.
En son asker gecesinden bahsettim üstüne çok olay oldu Anne. Ben içtim ve babamın karşısinda seni anlattım ağlaya ağlaya. Seni ozledigimi neler yaşadığımı kolumu gösterdim ona ağladım babamın bana dediği şeyleri kesik kesik hatırlıyorum ama onlardan biri ben de aynı durumdayım. Bende her gece ağlıyorum. Sırf senin için katlandım. Ağladım saatlerce ve herseyi anlattım. Sonrasında kustum insanlarla yanlız kaldım. Seni gordum takip ettim ağladım yıkıldım. Sonrasında tramvayda gördün beni baktın ve çok yakindik. Yine yıkıldım. Yigenimin doğum gününü kutladık geçen hafta perşembe. Çok güzel geçti kalabalıktı. Ev kalabalıktı ama benim için bombostu sen olmadığın için kimsenin bir önemi yoktu. Anne çok zoruma gitti. Yigenimi sevdim sevdim daha çok sevdim. Kuzenime ben artık onların peşinden kosmicam kaç aydır surdayim bir kere bile ugramadilar artık umrumda değiller konuşmalarsa konuşmasınlar demissin. Az önce de ablamla kavga ettim bana yalan söyledi şimdi ise bağırdı küçük bi meseleden bidaha sana bișey yapmicam gör sen gibi konuştu. Sanki ben ne yaptıysam bıktım artık bana kendini mecbur görmesinden. Annesizim ben o da ablam ya işte benim velim sorumlu benden. Anne bıktım insanların bana kinayelerinden acimalarindan sözlerinden.Acımalarindan bıktım anne. Bıktım Acımalarindan yıldım artık yaşamaktan yasayamamsktan hayatımın mahfolmasindan. Bu ara o kadar üzülüyorum ki sen bile gelmiyorsun aklıma anne lütfen kurtar beni bu iğrenç insanlardan iğrenç durumdan bıktım yemin ederim kendimden nefret ediyorum ya ben kendimden nefret ediyorum allahim al canımı lütfen lütfen al canımı lütfen yarebbim tek isteğim lütfen allahim nolur al canımı sana feryadimla yalvarıyorum lütfen allahim yoksa ben dayanamıyorum
0 notes
ruhumkatran · 2 years
Text
Hünerli ve Hüzünlü
İçimin parkı yıkıldı
Çocuklar sustu
Manzara karmakarıştı, kafam gibi
Bahçede terkedilmiş sandalyelere masal anlatıyordum
Kimsesizliğin burukluğunu yaşıyorlardı yazlık masalar
Kahvaltılar hem hünerli hem hüzünlüydü
Bazı sokakların ilhamına düşüyordum
Düşünüyordum üşüdüğümü
Üstüm başım hüzün içinde
Yalnız yağmurda çıkan salyangozların evi gibi
İçim dertli, topsuz
Oynayamıyor çocuklar
Tatlı acılar da var
Yağmurun ilk damlaları gibi
İğne gibi batıyor
Saçlarımın kesik uçlarını hatırlıyorum
Bazı hatırlamaların, hatıralarla ilgisi yok
Yüzüme vuran güzel şeyler de var
Hatırı sayılır
Ansızın gelen rüzgâr
Saçlarımı kimseye bırakmıyor
Yüreğime, yüreksizliğime dokunuyor yağmur
Çok yenilmiş bir kalp buluyorum
Eski uykumun başucunda
Yepyeni bir uyuşukluk kaplıyor içimi
Daha evvelden anımsadığım
Yabancı gelmeyen, yalan masallara inanıyorum
Ellerimin titrediği son masal bu
Sen olmasan üçüncü şiire geçemezdim
Gözkapaklarımı taşımakta zorlanıyorum
Hangi yükün telâfisi olabilirdi bu
Geceleyin eve kaçışlarımı hatırlıyorum
Sonra evden gitmelerimi
Üzerime kendimden başka bir şey almayışlarımı
Bıkkın vedalarımı
Kimseye feda edemediğim düşlerimi
Bir atlas bohçada topladıklarımı
Çekmecemin benden fazla dert yükü olduğunu
Suskunluklarımı gözlerime yüklediğimden
Anlamının ağırlığı
Anlayamamaktan geçiyor biraz da
Gözkapaklarımın ağırlığı bir kaldırım taşı etmiyor
Bir tek kaldırımlar gitmiyor evine
Yemek kokuları anneleri hatırlatıyor
Ne kadar annesiz kaldı sokaklar
Bir annesi olsaydı sokakların
Sarıp, eve götürürdü
Küçük bir çocuk yola aniden atladığında
Bir anne kızması
Ne güzel bir güvendi
Sonrası korkunun yer açtığı delikler
Tutunamayışlar, ürpertiler
Kendimi kaldırımlara attığım
Ayakta duramayışımın yorgunluğu
Akşamdan kalmalarım birikiyor gözkapaklarımda
Biraz daha beklesem bir akşam daha geçecek
Evlerin tütmeyen bacalarından keder tütüyor
Bazı şarkıları anımsatıyor, bazı şeyler
Aynı anlamlara gelemeseler de
Beklenilen şeyler var
Adımın bin bir türlüsünü görüyorum
Anlamı bozulmuş
Anlamsızlığı bir sızı olmuş
Çocukluğumun mektuplarını okuyorum
Dilimde eski şarkılar
Aynı masalların yazılmadığı bir tereddüt geçiyor içimden
Zaman endişe saçıyor
Kendimi öldürebildiğim kadar öldürüyorum.
5 notes · View notes
cptfisilti · 2 years
Text
Hatırlıyorum kesik kesik anılar mesela senin beni aradığın zaman nasıl mutlu olduğumu,bana mesaj attığın zaman yuzümdeki o tebessümü ve her mesajında heycanlandığım telefonun klavyesini doğru düzgün kullanamadım zaman kendime kızıp amma beceriksizim diye hayıflandığım geliyor aklıma. Biliyormusun insanın aklına bile getirmekten korktuğu şey geliyor insanın başına neyi yapmam diyorsan onu yapıyorsun. şöyle oluyor böyle oluyor hayat seni tepetaklak ediyor nasıl olduğunu bile anlamıyorsun zaman öyle hızlı geçiyor ki ,öyle ya senleyken seni duşünürken zaman hızlı geçerdi hep, ama şimdi geçen her saniye bir ömür alıyor benden, bir kara orman kaplıyor içimi bu ormanda çiçek yok ,böcek yok,hayvanlar yok hiç birşey yok sadece ölü ağaçlar var öyle kederli ki galiba cehennemden bir kesit bu . Yakmıyor seni erimiyorsun , ama çok acıtıyor canını keşke erisem kaybolsan diyorsun ama olmuyor , nere gitsen ne yapsan nereye saklansan buluyor seni o acı duygu ne ki bu diyorsun tanımlayamıyorsun o duyguyu aşk acısı mı bu? bilmiyorum ama daha derin bir şey bu. kalbinin en derinlerinde hissediyorsun kalbin parçalanıyor sanki öyle acıtıyor ki ,kabuk bağlamaycak bir yara bu ve en kötüsüde bir gün iyileşiceğine dair bir umudun kalmaması, umutsuzluk
5 notes · View notes
doriangray1789 · 3 years
Text
En uzun yazı
Korku. Kor dediğin ateşin alevli közü. Ku… dediğin belki kul belki kuş belki kum. Korda yanan kul, Kordan kaçıp uzaklara uçan kuş, Korla kızmış ayak kavuran kum. Korku. Kork dediğin emirdir. u… dediğin belki umut belki uyku. . Çocuk olmak güzeldi her şeye rağmen. Fakat büyümeye başladım. Değiştim. . Ne oldu bana? değiştim. Doğru olanı bilmek zormuş. Ne özleyebiliyorsun ne de unutabiliyorsun. Hem hayatına son hızla gelişerek devam edebiliyorsun hem de hep geçmişte kalan bir tarafını teselli etmeye çalışıyorsun hala. başka bir hayal kurabiliyorsun onsuz. Hem buz gibi hem hala sıcaksın. Fakat değiştim. Etkilenmemeyi, umursamamayı öğrendim. Yaprak döken tarafım cennete ısmarlarken eskiciye sattığım hayallerimi, bahar bahçe yanım aynada kendimi görmemi sağladı. Cehennemimden utanmamayı öğrendim. Cenneti özlemek yerine cennetin Sahibine güvenmeyi ve sığınmayı öğrendim.   . Yabancı biriydi bunları düşünenler. Kesinlikle ben değildim. Nasıl olur? Daha önce hiç görmediğimden eminim. acı biber sürülmüş çocuk ağzı gibi kızarıklığı etrafına yayılmış bir ağız, dudaklarının arasında çalıntı gibi duran çatlak ses… hayır, ses çıkarmadan konuşuyordu. dili kara yılan sinsiliğinde kıvrılıyordu dişlerinin arkasında. Dokundum omuzlarına. Ürperticiydi soğukluğu mu demeliyim sıcaklığı mı, tuhaf hissettiriyordu. Aynaya hohlamışım da sıcak nefesimin buğusu soğuk aynayı ılıtmış gibi. Ne öfkeleniyordum ne de rahatlıyordum. Yoruyordu. Her neyse. Kimi kandırıyorum. Evet. Hepsini ben düşündüm. Kesinlikle o bendim. Nasıl mı, yorgundum. Hala yorgunum gerçi. Derler ya “ hayat!”… Açıklayayım, aynaydı. Karşısında durdum öylece ve sadece gözlerime baktım. içine, tam göz bebeğine. İçimde kalanları gördüm. Yıkıldı yıkılacak bir sokak duvarına yaslanmıştım. Oturur vaziyette, dizlerimi kucaklamışım. Gözyaşım sümüğüme karışmış, yine çocukça bir şeylere içlenmiş ağlamışım. Ne zaman ağlasam dudaklarımın kenarı kızarır. Boğulur boğazım, titreyip durur anlatmak istediklerim. Yine donmuştum işte. Kim olduğu fark etmezdi aslında sadece sarılmak istemiştim sıcak bir kucağa. Ben bırakana kadar da gitmesin… Gelmemişti kimse. Ben de anlatamamıştım. Koşa koşa doğru caddeye… yok, intihar değil, hıh, hatırlıyorum tabi ya, camını sileceğim bir araba durur da üç beş kuruş alabilir miyim diye kırmızı ışığı beklemeye koyuldum. Yandı kırmızı. Camı karartmalı, lüks bir araba durdu önümde. İyi temizlensin diye hohladım. Yanmıştı nefesim. Buz gibiydi cam. Sildim. Ayna gibi olmuştu. Kendimi gördüm. Gece düşmüştü çoktan gözlerime. Yorulmuştum. İşin garibi aracın sahibi yaptığıma kızmamıştı. Lamba hala kırmızıdaydı. Zaman mı durmuştu ne?   . Ne zaman büyümek istesem çocukluğumu özlüyorum Ne zaman hatırlasam o günleri Acı anılarım düğümleniyor nefesime Büyümüş hissediyorum kendimi Ağlıyorum çocuk gibi . Gülmek zorundasın mutlu olduğunu ıspatlamak için. Ütüsüz çarşaf gibi kırışmalı göz çukurların. kirpiklerinde debelenmeli yüzünde huzur bulmak isteyen. Ağlamak zorundasın acının dokunulabilir olması için. akmalı tuzlu kanın yanaklarına kavisler çize çize kesik nefesinden dağılan alevle terlemeli saç tellerin dinlemeli ve “anlamalı” acını paylaşmak isteyen ara sıra mutlu olmalısın sıkılmamaları için acını paylaşmalısın samimiyetine inanmaları için. Sakın ha! Sakın içimde kalsın deme. Diyemezsin. Duymalılar. Korkuyorlar bilmedikleri her şeyden anlasana. Dost olduklarına inanmazlar sonra. Sadece susmak ve sarılmak… Çok şey istiyorsun. Bu öyle zor ki. Konuşmak zorundasın sana yardım edebilmeleri için Muhtaç olan sensin nihayet! Sakın ha! Sakın düşme bu tuzağa! Bırak kalsın… Bilseler ne olacak? Kendin olmak zorundasın hayaller kurabilmek için İstemiyorsan atma kahkaha, bakma kimsenin gözlerine İstemiyorsan sakla yaralarını içinde, açma kimseye İstemiyorsan sesini çıkarma, bak göğün derinliklerine İstiyorsun biliyorum. Sadece sussun ve sarılsın birileri. Sakın ha! Sakın bilmesin bunu kimse. Sarılacakları birkaç dakika… Susacakları, seni sevdiklerini söyleyene kadar. Yine konuşacaklar. Senin de konuşmanı isteyecekler karşılık olarak Mutlu olduğunda gülmeni, Acı çektiğinde ağlamanı bekleyecekler. Biliyor musun? Yaşamak zorundasın güzel ölmek istiyorsan Yaşamak istiyorsan katlanmak zorundasın. Katlanabilmek için bilmelisin ki Onlarla yaşamayı öğrenmek zorundasın. Ve sakın ha! kimse sonsuza kadar susamaz ve sarılamaz. İsteme bunu kimseden. Bekleme kimseyi bunun için. Bırak, içinde kalsın. . Geçmişteki hatalarımı telafi etmeye karar verdiğimde, İçimdeki bir ses diyor ki; yüzün var mı? Diğer ses de diyor ki; başka yolu var mı? Ve her yeni hatamda birinci ses daha da güçleniyor; Af dilemeye yüzün var mı? Diğer soru içimde kıvranıyor; Allah’tan başka kapın var mı? ... . Kovarım asamla gitmez penceremden sinek gezer odamın küflü kokusu. Hey gidi… başım taptaze karabiber dökerdi aşıma. Yumak yumak kireç düşüyor şimdilerde ne çare… tünerim bir kanepeye dalıp gider gözlüğümden kırıp camlarını firar eden kör bakışım. Kara bıyık altından sırıtır romatizma yüklü bulutlar. Geçen gün komşular mavi gök sarı gelin almış dediler. Hayırsız… bir ütü basmaz suratımdaki çaputa ah. Ağırlaşmış kulağımda kemiklerimin çıtırtısı. Ağzımdaki son değirmen taşı da öğütmez bir daneyi. Vallahi garezinden! Tutturmuş gider bir deprem şarkısı ellerimden. Derken acı acı tüter güya ısınmış yemek yanığı. Tencere derdine kim düşsün al etmişken yağmur feryat figan koparır dizlerimin tellalı. . Rüzgarın salladığı salıncağımda nefesim kesiliyor Kanayan burnum oluyor Kan kokusu üşütüyor yüreğimi Daha hızlı sallıyor, esiyor, estikçe uçuyorum Kanatlanan ruhum oluyor Başım… Toprağı öperken bedenim ürperiyor Kalkmaya çalışıyorum. Sallanmaya devam ediyor, çarpıyor, ağrıyan başım oluyor Durmuyor, elimi kaldırıyorum, dur! Kemiğini sızlatıyor parmağımın Ağlamaya başlıyorum bağıran içimdeki çocuk oluyor Ben susuyorum gözlerim konuşuyor Dinleyen sadece salıncağım oluyor, bekliyorum Yavaşlıyor ninni gibi, duruyor. Sanki acımı uyutmuş çağırıyor beni Binen ben oluyorum, sallasın diye rüzgarı çağıran… Burnundaki kanlı sümüğü içine çeke çeke gülümseyen İçimdeki çocuk… . Ve hırçınlaşır ansızın durgun deniz. o anda yemyeşil bir bahçede bulursun kendini. Rüya bu ya tam koklayacakken çiçekleri uyandırıverir seni perdesi kapalı pencerenin boğucu gölgesi. . insanları yargılamadan önce dinleyin. Yoksa sözlerinizle infaz ettiğiniz birinin suçsuz olduğunu öğrendiğinizde bir ölüyü yeniden hayata döndürüp ondan özür dileme yetkisini kendinizde bulamayınca vicdan azabı çekersiniz. . ne yapabilirdim ki dövüyordu fırtınalar yaprakları meyveler feryat ediyordu namusuna son bahar estikçe kanıyordu ağacın dalları ağlıyordu dimdik gövdesi kuruyordu göz pınarları zalimdi fırtınalar ne yapabilirdim ki ölüyordu mevsim gülmekten zevk alıyordu fırtınayı azmettirmekten tohumlar… toprak sarıyordu yaralarını kuşlar yalıyordu cerahatini sen yem yiyorlar sanıyordun hayır alnından öpüyorlardı geride kalan tohumların sen güneş açıyor gökte sanıyordun hayır o başını okşuyordu doğmamış yavruların ne yapabilirdim ki çürüyordu etleri meyvelerin soyuluyordu yaprakların derisi yetim tohumlar… onların kemiklerine sarılıp onları özlüyordu mezar başında dudakları kurudukça gözyaşı döküyordu biri ötekilere hüzün damlıyordu diğerlerinin boğazına karınları hasretle doyuyordu ne yapabilirdim ki savaştı bu doğacaklardı ve öleceklerdi onlar da bazı çocuklar gibi kimsesiz kim niye dertlensindi onlar günahsızdı cennete gideceklerdi nasıl olsa… . hani çocukken de aslında her şeyi anlıyorsundur. Fakat yetişkinler bunu görmezden gelir. çünkü onlardan küçüksündür. Bir yetişkin olduğunda da hala o her şeyi anlayan çocuksundur. Fakat çocuklar bunu görmezden gelir. çünkü onlardan büyüksündür. . dinlediğin müziğin feryatlarını dahi duyamazsın ya zihninin gürültüsünden… . uzun bir zaman geçer güneşin önünden gölgesi ömrün olur kısacık… . Özlemek uzakları Bulutların akına karışmış karlı dağların arkasından Çıkıp gelivermeyen birileri buğusuna karışmış Gözlerinde yağmurun ıslağından Penceresinde odanın sıcağından Ellerine damlamış yaşı Tutamamak ışıkları Gecenin ardına saklanmış güneşin utancından Gülüvermeyen çehreleri efkara dalmış dumanında katil öksürüğünden yakışında çay bardağından maşukları . Yetmediğini anlamak yetişmeye çalıştığın her şeye… . Kul, yar hatrına yaşayacak kadar bu dünyadan ölecek. . Kanatları titrer mi kelebeklerin de uçmaya başlarken… . Büyümelisin çocuk Bedelini ödemelisin saflıklarının Kötüleşmeden güçlenmelisin çocuk Elini tutmalısın saf insanların Vefakar olmalısın çocuk Yıllar geçse de Elinden tutanların halini hatrını sormalısın Hayırlarını ummalısın İyi olmalısın çocuk . Kızmamalısın çocuk kırılmamalısın Her kaşını çatan kötü değil inan Dinlemelisin sevmelisin bazen sadece Bir gülümser yüz değmemiş gözler var Anlayışlı olmalısın rahat bırakmalısın Gülmelisin çocuk neşelenmelisin Hayat ihtiyarlamış Hüzne boğabileceğin kadar ömrü kalmamış inan Yaşamalısın tadını çıkarmalısın sadece Bir iyimser söz değmemiş kulaklar var Hoş konuşmalısın şiirlerin ardından Şarkılar yazmalısın Durmamalısın çocuk kımıldamalısın Ölüler yalnızca kabirde yatmıyor inan Canlanmalısın elimi tutmalısın sadece Kalkıp rüzgarın sesiyle ritim tutup İki tur halay çekmemiş ayaklar var Bir türkü tutturmalısın . Bir fani ateş ki cehennem olur Kul acınası Bir ilahi aşk ki Ateşine pervane olunası . Kelebek Gündüzün gökyüzünde mavisin Gecenin karanlığında kara Gözlerine baksan bir çiçeğin, neşesin Kapasan gözlerini, yara . Tekerrür eden tarihleri var şu kısacık ömrümün İstikamet üzere istikrar isterken yollar Ben sessizce beklerim şu anımı Kovalarken yıllar . Baktıkça hatırla ne kadar korkaksın Ne kadar cesaretin var düşlerinde Nasıl da mahzun göçmüş çocukluğun şu anına Başını okşa umutların Gözlerinde şefkat açsın Sen hayal kur Nasılsa dünyanın güveni gurbete göçmüş Baktıkça hatırla ne kadar siyahsın Ne kadar saklı güneşin var Nasıl da gölge çökmüş üstüne Işık tut dağılsın Cehenneminde cennet açsın Sen gülümse Nasılsa dünyaya kasvet çökmüş Baktıkça hatırla ne kadar kalabalıksın Ne kadar bir başınasın Nasıl da birikmiş anılar gözlerinin altına Gökyüzü yaş döktükçe yıkansın Çorak toprağı duyguların Sen hatırla Nasılsa unutanı çok dünyanın Baktıkça hatırla ne kadar ateşsin ne kadar güneş nasıl da yapışmış yakana dünya nasıl da yakışmış yüreğine dualar sen acizliğinin farkında ol nasılsa herkes hakimi dünyanın Baktıkça hatırla ne kadar boşvermişsin Ne kadar umursayan nasıl da şikayetçi herkes her şeyden nasıl da onlar gibisin herkesten mükemmel nasılsa birkaç parça beze sarılıp bir avuç toprağa sığacaksın kim seni nereden bilecek yıllar sonra sen kendini akışına bırak istersen rezil ol kim ağası olmuş bu dünyanın kim veziri olmuş hangi padişahın Baktıkça hatırla Korktuğun nedir neye cesursun Ne kadar memnunsun halinden Ne kadar kızgınsın diğerlerine Nasıl da dışındasın sahnenin Sahnenin tam ortasındasın Nasıl da yanılıyor kafanın içindeki koca ses Sen tıka kulaklarını git Bak göreceksin Umrunda değilsin kimsenin Rahatlayacaksın… . Zorlandığında hatıralara dön yüzünü ekşit Zira eşit değil bu hayatta imtihanlar kimi cahile göre adil de değil beklentilerini eksilt Kabul et! Eksiksin acizsin varlığın bir deri bir kemik ve ruhuna tercüman bir yürekten ibaret ... Bu kendine yaşattığın zorunlu hafıza kaybı Rahatlatır evet Lakin insaf et biraz kendine acı! İnsansın yalnızsın bu nefsinin aybı Bilirim ruhunda kaynatır kazanları sanırsın ki cehennem azabı! birilerini yada bir mucizeyi beklemekten vazgeç Beynindeki ıstırabı anlatamazsın sabret! ... Unutmakla teskin oldum zannedersin Nafile! Bilinçsizce gömersin derinlere Bilmeden aldatırsın kendini Aldanırsın kendine saklanırsın yinede sobelenirsin Yenilirsin Kaybedersin güveni ... Aradığın sıcacık bir sarılmayı bekleyemezsin kimseden Elini koy kalbine unuttur kırılmayı kızmayı Kimselere söylemeden tek kelime Kaybolmayı dene ama ölmeden! Yaşamayı dene gizlice Sarıl doyasıya sol yanına teselli ol kendine ... Yalnız mısın, sanmam ! çek içine okkalı bir nefes ümitlen! Tek günahkar sen değilsin Bir silkelen! Gözlerinden tek dökülen yaşlar değil Yakala! Yanaklarına düşmesin manalar tut hepsini bakışlarında kalsınlar ... Hatırla ki imtihanlı bu dünya Tek kaybeden sen değilsin Düşün insanları, yaşadıklarını-haketmeyen tek sen misin Sor kendine verilen nimetlere şükretmeyen sen değil misin? . Haramlar dolaşıyor gözlerime Gözlerim ah çok acıyor Günahlar sarmaşıyor ellerime Ellerim kapatmıyor gözlerimi Gözlerim kayıyor cehenneme Cehenneme dönüyor hayatım Ayaklarım emekliyor cennete Cennete gidemiyor yüreğim Yüreğim, hep arafta kalıyor. . gözyaşımla doldurduğum kadeh ! İçmek için koşacağım sana lakin Bir ihtiyar kadar ölgün adımlarım . Ve ölmüşüm gibi donmuş suretim . Geçmişim kadar sahte bir hayat bu Ve ben sarhoş olmak için seçilmedim Yaşamak arzusundayım aslında ben Lakin gömmek istiyor bilinmezliğin . . Yüreğimden kopan bir çığlık kadar sessiz haykırışlarım. Gözlerimden yağan sağanak bir yağmur kadar ıslak... Ellerimden tutan şu rüzgar kadar serin Hayalin Ve inad edercesine hislerime tutsak... Düşlerimden seçilen kabus kadar karanlık mı kaderim? Bilemem, susar birgün belki sayıklayışlarım. Sevemem isyanı, ümid ederim, lakin son nefesim gibi yorgun yakarışlarım. . Dertsiz görünür asi kulun sözde rahat yaşar dinden ahlaktan bihaber. İsyankardır üstüne üstlük. Lakin hidayet nimetine en muhtaç odur Rabbim. Ruhu sensizlikle azaptadır. Senin firakında gurbettedir. Sabreder farkında bile olmadan. Esirdir nefsine. işkence eder şeytanlar kalbine. Yaradır her zerresi.sıkılır gönlü her gecede. Acır soluğu zikrinsiz. Çilelidir başı. Sana sığınacağını bilmez. Kimsesiz sanır kendini. Yapayalnızdır Rabbim. Senden gafil kalan kulun Senden uzak oluşunun zulmü altındayken mazlumdur. Yardımına muhtaçtır. Yardım et Rabbim. . Bir bebek masumluğundayken sofi, bataklıkta hisseder kendini. Çünkü pişmandır. Varlığının şükrünü, derdinin sabrını eda edemediği için. Nazlı nazlı ağlar, anasına şefkat veren mürşidine yetmiş katını veren Rabbine dönerek. Merhametin de yaratıcısı olan Rabbi, sever nimetiyle, imtihanıyla. Her defasında ya düşer ya kalır sofi. Döner ağlar, saklanır ağlar, ağlar, ağlar… gözyaşına kevser döken peygamber olur. Başını okşayan bir ramazan rüzgarı. Cennet ipekleriyle saranı, cemaliyle sarılanı Rabbi olur. Bilmez sofi. Ağlar da ağlar. . Yarım kalan her adımda yolda kaldığımı hissediyorum... Tökezleyip düştüğüm her kaldırıma sarılıp ağlıyorum... Başımı çarptığım her taşa bulaşan kanımı, Ne kadar uğraşsamda silemiyorum... Kalkmak istiyorum ayağa, dimdik! Bacaklarım titriyor ayakta duramıyorum... Neye kızmalıyım şimdi atamadığım adımlara mı? Öfkemi kime vurmalıyım Kaldırım taşlarına mı? . Dili yok mudur acının, Neden anlatamıyorum? Sesi yok mudur ki, Kimseye duyuramıyorum? Tadı yok mudur ki tatsınlar? Bilseler ya ne kadar zor . Kokusuz da mı yoksa bu? Verdiği ıstırabı bir anlasalar... . gözlerimdeki feryadı dinliyorum, dargın... zorla susturulmuşum. dudaklarımın sıkılışına bakıyorum, kızgın... zorla güldürülmüşüm. Susuyorum, madem öyle istiyorlar... susunca da kızıyorlar, anlamıyorum. dayanıyorum, madem üzülüyorlar... gözyaşlarım darılıyor bu kez isyan ediyorlar... gülümse diyorlar, sana gülmek yakışıyor! ağlamayı kim ister ki? ya ben anlatamıyorum ya da onlar... hayır, anlamıyorlar... . Boyacı çocuk sıcak bir yaz günü çadırına dönerken, kendisini terlettiği için güneşi cezalandırmak istedi. Kara lekelere bulanmış elindeki, boya sandığını bir kenara bıraktı. Düşünmeye başladı. Onu dövsem bu zalimce olur bana yakışmaz, kızarsam da kalbi kırılır dedi kendi kendine. Sonuçta güneş kötü biri değildi. Cebinden pembe çizgili beyaz bir mendil çıkarıp terini sildi. Kaşlarını çattı. Mendile de boya bulaşmıştı. Sokağın başındaki hayrat çeşmesinde yıkamalıydı. Boyası çıkmazsa… hayır, kirli mendille gezemezdi. Üstü başı kapkara boyaydı. Ne var ki o mecburiyetti. Mendilse karakterini yansıtıyordu, kirli olmamalıydı. Derin bir nefes alıp verdi çocuk. Gözlerini kısıp güneşe bir yan bakış fırlattı. Kalkıp sandığını yüklendi. “hadi yine iyisin ki ben iyi bir çocuğum. Şimdi eğer ben kötü bir çocuk olsaydım seni çoktan yere indirmiştim. Yat kalk dua et bana” deyip gülümsedi. Güneş de ona gülümsedi. Güneş hakikaten hatasını anlamış olmalıydı. Çünkü kış geldiğinde mevsim boyunca utancından olsa gerek hiç ısınmamıştı. Çocuk çadırın yırtık yerinden gökyüzüne bakıp “aferin, dedi. Şimdi üşüyor olsam da sözümü dinlemen hoşuma gitti” . Cehennem mi yakmış da ateşiyle tehdit ediyor canımı Cennet mi gel diyor cilvesiyle kendine çekiyor canımı Hesabımı onlar mı görmüş de böyleler Nereden biliyorlar sol yanımı Belki umursamıyorum canımı Ben beni değil cananımı … . gece güneş gündüz ay olur karanlıkta ışıklara sabahlarda umutlara bakma yalancılar . Toprak! Hiçbir yağmur seni böylesine tuzlu bir suyla sırılsıklam etti, şişirdi mi? Allah beni topraktan yarattı. Elim topraktan, gözkapaklarım topraktan, yanaklarım topraktan… Gözlerimden yağan yağmur öylesine sağanak ki yanaklarım tuzlu su yutmaktan şişti, şişirdi gözlerimi, kaşlarımı, dudaklarımı… aahhhh… çok yorgunum! . Onlar, içlerindeki taşı saran birer şeker kabuğu. Sen üstü tozlanmış bir şekersin. Onlar rengarenk yüzleriyle ÜSTler. Sen, üstündeki tozlarla pasaklı, aşağıda. Onlar adaletsizlikten vazgeçmeyecekler. Sen, arındıkça tozlarından, iyisi de gelecek kötüsü de gelecek tadına. Gülümseyeceksin. Onlar, şeker olduğunu zannettikleri taşlarıyla ezdiklerini zannedecekler seni. Sen parça parça olsan da her zerrende tatlı olacaksın. Sen ezildikçe, onların sertliğine bulaşacaksın. Ancak o zaman sızlatacak adalet, onların taşa doymamış damaklarını. Senin, ömrün tükenecek yalakaların ağzında. Eriyeceksin bulaştığın taşların tozunda. Yine de tadını korumakla, onların, kabuklarından çıkıp dürüstlüğü görmelerine vesile olacaksın. Şeker kabuklarının cazibesine aldanma. Saklanma, şeker kal, tatlı kal… güçlü yetişkinler anlamasa da şu çocuklar anlayacak seni. Tozlarını temizleyip öpecekler alnından. . anlatıyorlar. dinliyorum. Bıksam da belli etmiyorum. Oysa az daha yesem kusacağım kadar yediğim bir yemek gibi her kelimesi. Dudaklarımı zorla gülümsetiyorum. Yahut şaşırmışçasına açıyorum gözlerimi. Zaten can atıyorlar ya işe yarıyor ve daha hararetle anlatmaya devam ediyorlar. Sonra nazikçe “anlıyorum” diyorum. Bu çoğu kez tatmin ediyor. Geçici de olsa susuyorlar. . Yazmak ve düşünmek istiyorum. Bununla ne elde edeceğim? Bir şey elde etmem gerekmiyor ki Hayatımı bununla geçirmek istiyorum. Gezeceğim, göreceğim, okuyacağım, gözlemleyeceğim… Yazacağım ve düşüneceğim. Yazdıklarımı okuduğumda “kendimi bulabiliyorsam” amacıma ulaşmışım demektir. Kendimi mi arıyorum? Neredeyim? Böyle soruları kendine hiç sormadan yaşayan INSANLAR var. Ve oturduğu yerden yahut (çalışma,eğlence… çoğaltabilirsiniz) masasından kalkıp, düşünen İNSANLARa sesleniyorlar: “Çok düşünürseniz aklınızı kaybedersiniz!” Ya aklımı kaybettiğim yerde ruhumu bulursam? Ya ruhumu bulduğumda bedenimin farkına varırsam? Bedenim… Kimine gore güzel kimine göre çirkin. Ama bana göre kesinlikle “lüzumlu”. Ruhumun tahtırevanını taşıyacak bir hamal lazım değil mi? Ruhumu bulmak ve sevmek istiyorum. Ya ruhumun da bulmak ve sevmek istediği başka bir şey varsa? … (bunu kendiniz itiraf edin) Yegâne cevabı bildiğim halde neden hâlâ böylesine durgun ve boşluktayım anlamıyorum. Neden dalgalanıp doldurmuyorum kıyılarımı? . Yürümek istiyordu. Hüzünlüydü. Üzerindeki siyah kaşe palto hoştu. Yaprak dökmüş çıplak ağaçlar da tamamdı. Fakat elinde kırmızı bir şemsiye, ayağında kırmızı bir bot yoktu. mesela, paltosuyla uyumlu, klasik tarzda şapkası olan bir beyefendi… Nasıl bir tablonun düşüydü bu böyle? Evet rüzgar titretiyordu dişlerini. Estikçe, dudakları kuruyor çatlıyordu. Burun kemikleri donuyordu doğru. Fakat yağmur bile yağmıyordu ki ne şemsiyesi… . Asfaltın buğulu gözleri sıcak bakıyordu katilin çatık kaşlarına. Gözlerinin kısılma noktasına yağlı terler akıtıyordu güneş. Hararetle alıp verdiği nefesin arasından simsiyah çürümüş köpek dişi rahatlıkla görülüyordu. Dili damağı kurumuştu. Küçük dilinin deve dikeni gibi boğazına yapıştığını hissetti. Küfredecek oldu vazgeçti. . Gök severdim eskiden. Yıldız, bulut, yağmur… deniz seviyorum şimdilerde. Toprak, çiçek, insan… gök; nefesti, umuttu, ağıttı. Yer; ölüm, solmak, efkar. .
2 notes · View notes
ruhuleyl · 4 years
Text
Bazı hüzünler vardır insanı hayattan soyutlayan. Zamanın o anında durursun sen, zaman durmuş gibi gelir aslında. Fakat her şey, herkes akışındadır, sen değilken. İçimi kaplayan hüzün dalgasını sizlere anlatmam mümkün değil. Bu satırları yazarken bile zihnim puslu, cümleler kesik kesik, kelimelerimin doğruluğundan dahi şüpheliyim. Evet zaman zaman hayatımızda sorunlar olur ve art arda gelir fakat hepsinin bir dengesi olmalı diye düşünüyorum. Mesela bu zor zamanlardan önceki ya da sonraki günlerde güzel şeyler olmalı ki kendimizi avutalım, biraz daha dayanmak için bahaneler üretelim. Fakat bayağı uzun zamandır dengeler alt üst oldu hayatımda. Düzeltmeye çalıştığım ve biraz da olsa iyiye gittiğini düşündüğüm her şey sonraki gün daha da kötü bir şekilde tepside önüme sunuluyor. Öyle bir durum ki; a bunu sevmedim, bunun tuzu eksik, bunun tadı yok, bu sulu olmuş, yok şunun şuyunu beğenmedim değiştirmek istiyorum deme şansın bile yok. İster sev ister sevme önüne geleni yemek zorundasın. Ha diyelim ki yemedin, açlıktan şuurunu da kaybetsen o tepsiyi önünde bırakıp çürümeye mahkum ediyorsun. Sonra şunu hatırlıyorum, bu tepsiyi bulamayanın da var olduğunu. Yani her durumda kendimi şu şekilde avutuyorum; en azından uyuduğun bir evin, yediğin tabak yemekler var. Üzgünüm ama bu yetmiyor artık bana. Aç olayım sokakta ama mutlu olayım cümlesi dolanıp duruyor zihnimde, haklı olarak. On dokuzdan fazla olan yıldır yaşadığım eve aitlik hissetmiyorum. Kitaplarımdan, telefonumdan başka elime alıp da gidebileceğim hiçbir şeyim yok. Şunca yıldır yer edinememişim şu dört duvar arasında. Hep bir fazlalık olmuşum, atılıp gidilmesi gereken. Kalbime sığdırdığım acılar yaşımın on katı. Kötü olan şey ise hâlâ gücümün yerli yerinde olması. Sanki bunların beş katı da olsa üstesinden gelecek gibi. Fakat isteğim yok, hevesim yok, amaçlarım yok. Ortada geçmişi yok edilen masum bir çocuk ve geleceği elinden alınan bir kadın var, kimse onları görmüyor aslında. Düşüp düşüp kalkmalarımı kimse fark etmiyor. Bir çığlık atıp da dökülsem gök ikiye ayrılacak gibi. Keşke sizlere şu yumruk kadar denilen organı açıp da içini gösterebilsem. Anlatma ihtiyacı duysam da anlatma isteğim yok, hiç kimseye. İçine sığdırdığı dünya ile kıvranan, cehennemin içinde çığlıklarla yanan bir kadına güzel günlerden, umuttan bahsedilemez. Bu saatten sonra ancak ölüm paklar.
209 notes · View notes
modestane · 3 years
Text
Ofise gittiğimiz günlerde cep telefonuma aldığım notlardan birinde yazıyor: Şoföre yapılanlar. Böyle çalakalem aldığım notlar aklımda çakanın bir polaroidi adeta; fikir net değil, ama orada. Gerçi bu nota sebep olan şeyi iyi hatırlıyorum.
Salı ve Perşembe akşamları dersim olduğu için Fransız Kültür'ün yakınından geçen Kenmore servisine biniyordum. Şoför de, şansa, Fransız sömürgesi bir Afrika ülkesindendi. Yol boyunca dinlediğimiz ağır aksanlı Fransızca radyo yayını sırasında ateşli şekilde siyasi bir görüşü, belki yeni filizlenmiş bir direnişi savunduğu anlaşılan, araya diğer ana dilinde kelimeler serpen spikerin sözlerini takip etmeye çalışmak gibi faydacı bir huy edinmiştim. Böylesi spontan son dakika egzersizi, hocaya laf yetiştirebilmemi garantilermiş gibi.
Kursa gitmediğim bir gün, karşı kaldırımdan kalkan Harvard Square servisinde oturmuş kalkmamızı beklerken parktan çıkmak için manevralar yapan, yine Afrikalı bir servis şoförünün inip bizim Kenmore şoförünü kenara çektiğini, yolunu kestiği için onu hırpaladığını gördüm. Yağmurla bölündüğünden anca kesik çizgilerle kesişen iki servis farının orta yerinde bizimki özür diledikçe, elini dostane diğerinin koluna, omzuna koydukça gereksiz yere tansiyon yükseldi, montlar ve saçlar ıslandı, hareketler kayganlaştı ve sonunda kızıl sakalları ve tuhaf pembelikte yüzleriyle Boston'ın yerlisi olduğu anlaşılan birkaç diğer şoför gelip ikisini ayırdı. Ben de ilk fırsatta durumun muhasebesini yapmak, fırsat verilince her garibin, çapı nispetinde zalime dönüştüğü hakkında düşünmek için bu notu telefonuma yazdım.
A Special Day'i izlerken bunların aklıma gelmesi tesadüf değil.
Hitler'in Mussolini'yi ziyaret ettiği, halkın coşkuyla ve marşlar söylerek, akın akın sokağa döküldüğü bir günde, yorgun bir ev kadını (Sophia Lauren) ve eşcinselliğinden ötürü işinden kovulmuş radyo spikeri (Marcello Mastroianni) tüm bu curcunanın kıyısında, aynı avluya bakan dairelerinde sabaha başlayıp, çok başka noktalarda geceyi noktalarlar. Diğer herkes için milli duyguların şahlanışı sebebiyle özel olarak yaftalanacak bu günde, rejimin en alt tabakalarına mensup iki insan arasında hızla kurulan tuhaf hiyerarşi, Sophia Lauren'in filmin sonlarına doğru Marcello Mastroianni'ye -kibarca, ama tartışmasız şekilde- tecavüz ederek hayranı olduğu diktatörlüğü serbest yorumlaması, Marcello'nun bu daha önce maruz kalmadığı türden şiddete nasıl tepki vereceğini bilemeyerek -ve hatta belki iyi tanıdığı vasıtasız eril şiddeti buna tercih ederek- gecenin karanlığında kaybolmasıyla ve tüm diğer görsel (özellikle mimari) detaylarıyla mükemmeldi.
Tumblr media
1 note · View note
mustafasalihbozok · 5 years
Text
Tumblr media
Atatürk’ün sandalına takılıp yüzen veletlerden biriydim
En çok fırça yediğim ve bir o kadar da keyif aldığım röportajlardan biriydi bu haftaki. Bütün ezberleri bozan, bunu sadece söyledikleriyle değil, hayatıyla da ortaya koyan, kendisini asla bir sanatçı olarak görmeyen dünya çapında bir sanatçıyla karşılıklı üç saat geçirdim. Değil üç saat, üç gün anlatsa yine nefes almadan dinlerdim. O yüzden de lafı hiç uzatmadan sözü ona, sanatın simyacısı Ara Usta’ya bırakıyorum...
Ara Abi sen kim bilir şimdi neler anlatacaksın da ben nereden başlayacağımı bilemiyorum...
- O zaman ne demeye gelip karşıma oturdun ulan!
Dakika 1 Gol 1! Ne soracağımı da unuttum. Bari gazetecilik ezberinden gidelim; çocukluğunuzdan başlarsak efendim.
- Bir yaz günüymüş, 16 Ağustos perşembe... Anamın sancıları tutmuş ve altıyı çeyrek geçe de ben doğmuşum. O günden bugüne kadar da yaşıyoruz işte.
Allah daha çok ömür versin. Anne babandan bahsedelim mi biraz?
- Babam aslen Şebinkarahisarlı, annemse İstanbullu. İkisi de Ermeni. Dedemin yalnız Kadıköy’de altı tane evi vardı, o yüzden annemlerin İstanbul’da tam nerede oturduğunu bilmiyorum.
Annen zengin bir ailenin kızı yani...
- Evet öyleydiler.
Peki ya baba tarafı?
- Baba tarafında kimse yoktu ki! 1915 Ermeni Tehciri sırasında sürüldükten sonra bir daha ailesinden haber alamamış. Kalmış mı adam yetim! Bizimkini yatılı Ermeni mektebine yollamışlar da o yüzden ölmemiş. O mektebe gitmese, bunu da öldüreceklerdi. Büyük facialar vardır bu memlekette! Allah’ın belası bir memleketti, ne zaman ne olacağı da belli değildi.
Neyse biz ülkeyi bırakıp babana geri dönelim...
- Eczane sahibi zengin bir herifti. Bakma o zamanlar zaten 4, bilemedin 5 eczane vardı İstanbul’da. Ayrıca öyle şimdiki gibi bakkaldan alışveriş eder misali “Bana bilmem ne ilacını ver” falan yoktu. İlaçlar dükkanın arkasında yapılırdı. Büyük kimyacıydı benimki. Eczacıbaşı’nın kurucusu Süleyman Ferit Bey de sınıf arkadaşıydı.
Eczacıbaşı sonradan aldı yürüdü ama...
- Babamın yanında çoluk çocuk gibi kalıyordu aslında. Fakat 1956’da Adnan Menderes kalkınma fonundan Türk sanayici ve eczacılara büyük yardımlar etti. İşte ondan sonra Eczacıbaşı da Eczacıbaşı oldu.
Nasıl bir ortam vardı evde?
- O zamanlar buradaki Ermeniler, Fransız aileleri gibi yaşardı. Entelektüel bir yapımız vardı. Her birimiz en az 2-3 lisan konuşurduk. Beni de en iyi mekteplerde okuttular hep.
Sen kaç lisan biliyorsun peki?
- Türkçe, Fransızca, İngilizce, Ermenice biliyorum. Gerisini saymayayım, s*ktir et.
SINIFTA KALMAYAN HERİF ADAM OLAMAZ
Seni sınıfta oturmuş öğretmeni dinleyen bir çocuk olarak hayal bile edemiyorum Ara Abi. Hakikaten nasıl bir öğrenciydin?
- Nasıl olacağım, haylazın tekiydim. 3 kere sınıfta kaldım. Zaten bana sorarsan, sınıfta kalmayan herif, adam olamaz. Hep bir korku vardır dersleri iyi olan öğrencilerde, o korkudan dolayı da sürekli çalışırlar.
Evdekiler ne diyordu senin bu adam olma “stratejine”?
- Sokaklarda serserilik yapmayayım diye babam ortaokulun sonunda İpek Film’de işe koydu. Sinema şirketlerinin patronu, İsmail Cem’in babası İhsan Bey eczaneden arkadaşıydı.
Ne iş yapıyordun film şirketinde?
- Ne yapacağım ulan? Verdikleri her işe koşuyordum.
Çekirdekten sinemacısın yani...
- Benden başka orada çalışan herkes sinemacı oldu ama benim macera yarım kaldı.
O niye?
- Yeni bir filmin fragmanını göstermek için onlarca insanı şirkete davet etmişlerdi. Gösterim sırasında odanın kapısını bir açtım, baktım her taraf yanıyor. Ama öyle böyle değil, çok büyük bir yangın çıkmıştı binada. İtfaiyenin damdan en son kurtardığı adam bendim. Anam üzüntüden şeker hastası oldu o gün. Babam da bir daha izin vermedi sinema yapmama.
Sen de “sinema olamazsa tiyatro yaparım” mı dedin?
- Muhsin Ertuğrul babamın arkadaşıydı zaten. Oyunlar için gerekli bütün makyaj malzemeleri bizim eczanede yapılırdı. Tiyatroyla hep ayrı bir bağım vardı. Her akşam piyesleri sahne arkasından izlerdim. Tahsilim de tiyatro üzerinedir zaten.
Oyun da yazmışsın duyduğum kadarıyla...
- Dokuz tane bir boka yaramaz piyes yazdım. Her şiir yazan kendini şair zanneder ya... Çocukça bir hevesti benimkisi, öyle çıkıp da oyun yazarıyım diyemem. Hikayeler falan da yazıyordum ayrıca. Hatta Ali İhsan Aygün takma adıyla Yeni İstanbul gazetesinin öykü yarışmasına katılmışlığım bile var.
Neden takma isim kullandın Ara Abi?
- Ermeni olduğumdan işin içine kamış koymasınlar diye, neden olacak? Ama kazandıktan sonra gittim dedim ki benim adım Ara Güler’dir.
1950’DE MUHABİR OLDUM 64 YILLIK MUHABİRİM’
Küçükken Atatürk’le tanıştığın doğru mu?
- Florya Köşkü’nün yanındaki halk plajının üstünde evimiz vardı. Atatürk de zaman zaman oraya gelir, denize girerdi. Atatürk’ü görmüşümdür. Çünkü hep orada otururdu, çizgili mayosuyla. Öyle barikat falan da yoktu. O geldiğinde biz de bütün veletler toplanırdık. Daha küçücüğüz tabii, Atatürk’ün kim olduğunu bilmezdik bile.
Sonra tanıştın mı bari?
- Ulan ne tanışması? Küçücüğüm diyorum, kafan mı basmıyor. Arkası kesik bir sandalı vardı. İşte ben de o sandalın arkasına takılıp yüzen veletlerden biriydim. Olay bundan ibaret!
Gelelim o zaman muhabirlik “virüsünü” kapmana!
- Sinema şirketi yanınca babam beni hikaye yazıyorum diye Yeni İstanbul Gazetesi’nde işe soktu. 1950’de muhabir oldum. Ondan sonra da boku yedim; işte bugüne kadar geldim.
6-7 Eylül Olayları sırasında muhabirdin öyleyse...
- Tabii, o günleri çok iyi hatırlıyorum. Yıl 1955. Halk Oyunlarını Yayma ve Yaşatma Kurumu vardı. Açıkhava Tiyatrosu’nda bir gösterileri olacaktı. Benim vazifem de gidip fotoğraflarını çekmekti. Neyse ben çıktım yola, İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Bir de ne göreyim? Camı çerçeveyi indiriyorlar her yerde.
Ne yaptın peki?
- Taksim Sineması’nın karşısında balkonu olan bir kahvehane vardı. Hemen oraya sığındım. Dışarıda o ona bağırıyor, camlar kırılıyor, tüm dükkanlar yağmalanıyor, anlayacağın tam bir kaos. Millet dükkanların vitrinlerinden içeri dalıp, yeni elbiseleri giyip çıkıyordu.
Kocaman herifler üç paltoyu birden üstlerine geçiriyorlardı. Soygun oldu, resmen soygun!
Tam bir rezillik...
- Mehmet Cemal’in anasının Gilda diye bir dükkanı var, süs eşyaları satılıyordu. Gittiğimizde “Cemal Paşa’nın dükkanıdır burası” diye engel olmaya çalışıyorlardı. “Gilda Türk değildir. Gilda ne demek?” diye başladılar yıkmaya. O zihniyet bugün olsa bütün Türkiye yıkılır, bir tane dükkan kalmaz çünkü gavur isminden geçilmiyor.
Aklın sizin eczanede kalmıştır...
- 6 Eylül öğleden sonra başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren olaylarda 73 kilise, 7 ayazma, 2 manastır, bir fabrika ile 5538 gayrimenkul tahrip edildi ama bu olayda Beyoğlu’nda tek dokunulmayan dükkan babamın dükkanıdır.
Şanslı adammış baban...
- Ne şanslısı ulan? Bizim eczaneyi ilkyardım kliniğine çevirmişlerdi de ondan yıkmamışlar. Yaralananların hepsi oradaymış. Bu da işlerine geldiği için dokunmamışlar. Yoksa etraftaki tüm dükkanları talan etmişler. İptidai bir memleketti burası, iptidai!
ADNAN MENDERES, O DÖNEM CANIMA OKUDU
Dönemin başbakanı Adnan Menderes’le çok vakit geçirmişsin...
- Sorma, Adnan Menderes benim canıma okumuştur o dönem.
Hayrola niye?
- İstimlaklar yapılırken devamlı yanında olmamı isterdi de ondan.
Sen pek istemediğin yerde duracak bir adama benzemiyorsun halbuki...
- O zamanlar Hayat Dergisi’nde çalışıyordum. Mecmua ilk çıkacağı zaman 100 bin satar diye hesap etmiştik. Ona göre kağıt stoğu yaptık, fakat 400 bin satınca boku yedik. Düşün bir, kağıt ta Macaristan’dan geliyor.
Yeni kağıt siparişi verseydiniz siz de...
- Ulan sen hangi dönemden bahsettiğimin farkında mısın? Matbaada baskı yapılacak kağıdın dağıtımı hükümete bağlıydı. İstedikleri haberleri basmayanlara kağıt mağıt vermiyorlardı. Biz de mecbur kalıyorduk bu p*zevenkin suyuna gitmeye. Beni sevdiği için Adnan
Menderes’e yağ çekme görevi de bana verilmişti. O yüzden her gittiği yerde peşindeydim.
O çalkantılı dönemde meslektaşlarının çoğu ya gözaltına alındı ya da hapse girdi. Senin var mı böyle bir tecrüben?
- Bu memleketin çalkantısız dönemi mi var sanki? 27 Mayıs İhtilali olduğunda gittim çektim, tankları falan... O sırada Time Life, Stern ve Paris Match’ın buradaki temsilcisiyim.
Hemen içeri aldılar tabii...
- Sorduğun suale cevap mı vereyim, yoksa sen mi anlatırsın?
Tamam hocam sustum, dinliyorum.
- Neyse ihtilal oldu, fotoğrafları çektim. Filmleri yıkamadan beş rulo hazırladım, yurtdışına göndermek için üzerine etiketlerini yapıştırdım. Filmleri gören gümrükçü “Abi her gün buradasın. Seni tanıyoruz. Ama bu tank resimlerini nasıl göndeririz? Bizim ağzımıza sıçarlar” dedi.
Sen ne yaptın peki?
- Ne yapacağım? Resimleri tasdik ettirmek için Radyoevi’ne gittim. Sonuçta her şey orada bitiyor. Kenan diye bir albay resimlere bakıp “Bunlar ne?” diye sordu. Ulan sanki p*zevenk bu memlekette yaşamıyor. Başladı beğenmediklerini atmaya. Aklı sıra bana sansür uyguluyor. “Hepsini atıyorsun, ben Time muhabiriyim. Adamlara kartpostal mı göndereyim? Sen istediğin kadar ihtilal yap, ben o resimleri göndermezsem, dünyanın hiçbir şeyden haberi olmaz” dedim, o da yanındakilere “Çok konuşuyor, alın şu ib*eyi” diye bağırdı.
Nereye götürdüler seni?
- Daha bir gün önce makineli tüfekle o radyoevini basan herifler, tutup kolumdan beni genel müdürün boş odasına götürdü. Kapının önüne de kaçmayayım diye bir er koydular. Arada gidip çocuğa “Bana sigara ver ulan” falan diyorum. Sabaha karşı aşağıdaki beni çağırdı, resimleri verdi, “S*ktir git” dedi.
Sonuçta yurtdışına yollayabildin fotoğrafları...
- Yolladım yollamasına da bu olay yüzünden Türkiye’deki ihtilal dünyada 24 saat “rötarlı” çıktı.
SOPHIA LOREN BENİ ARKADAŞI SANIP POZ VERDİ
Biraz havayı yumuşatalım... Fotoğrafını çektiğin en güzel kadın kimdi?
- Kesinlikle Antonella Rinaldi! Müthiş bir İtalyan hatundu.
Sophia Loren’den de mi güzeldi?
- Yahu bırak onu bunu, Antonella muazzamdı.
Sophia’yı da çektin ama değil mi?
- Hem de ne çekmek! 11 kere gittim Cannes Film Festivali’ne. Bir keresinde Sophia, kocası Carlo Ponti’yle gelecekmiş. Otelin önünde müthiş bir kalabalık, her taraf fotoğrafçı kaynıyor. Hiç ipimde değil, ben milyon kere çekmişim Sophia Loren’i... Ben o fotoğrafçıların arasına girmiyorum, lüks muhabirim randevuyla çalışıyorum anladın mı? Neyse “Kim bekler bunları?” deyip asansöre doğru yürüdüm. Arkamdan kim geldi dersin?
Albay Kenan mı?
- Zevzeklik etme. Bir baktım Sophia ve Carlo da asansöre doğru yürüyor. Hop ben de otel müşterisi gibi bindim arkalarından. Suratımı tanıyorlar ama kim olduğumu bilmiyorlar. Gazeteci olduğumu bilseler anında atarlar. Dokuzuncu katta indiler. Takibe devam ettim. Hep birlikte yürüyoruz, zannedersin aynı ailedeniz. Neyse süitlerine geldik, “Oh be patırtıdan kurtulduk” dediler. Makinemi bir kenara bıraktım, bunlarla sohbet etmeye başladım.
Sen, Carlo ve Sophia mı var sadece odada?
- Birkaç kişi daha vardı canım. Ben de aralarında kaynayıverdim işte. Baktım Sophia yatak odasına geçti. Ayakkabılarını çıkarttı rahat etmek için, yatağın üzerine oturdu. Hemen “Böyle birkaç kare resmini çekeyim mi senin” dedim, o da “Çeeek” dedi. Beni hâlâ arkadaşlarından biri zannediyor (gülüyor).
Ara istedi bir göz, Sophia verdi badem göz...
- Fotoğrafları çektim, İstanbul’a yolladım. Rezalete bakar mısın, gazete “Muhabirimiz Sophia Loren’in yatak odasında” diye manşet yapmış. Karıyı düzmüş gibi olduk iyi mi?
FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN AKIL HASTANESİNE YATTIM
Her ünlü bu kadar kolay “Çeeek” dememiştir herhalde...
- Ne kolayı? Resim çekmek uğruna akıl hastanesinde bile yattım.
Neden, yaşadıkların yüzünden sinirlerin mi bozuldu?
- Yok ulan o kadar da değil! Ürdün Kralı Talal akıl hastanesinde yatıyordu. Adamın öyle bir karısı vardı ki, kafayı üşütmemesi işten bile değildi. Tüm dünya basını devrik kralın bir kare fotoğrafını çekmek için yarış halindeydi ama başaran yoktu. Neyse ben bunun resmini çekmek için hastaneye gittim. Tabii almıyorlar içeri. Başladım garip garip hareketler yapmaya, “Hastayım” falan demeye. Maksat hastaneye deli olarak girip fotoğraf çekebilmek!
Çekebildin mi bari?
- Gittiğimin ilk günü bana bir iğne yapmazlar mı, feleğim şaştı. Fotoğraf çekmeye teşebbüs edince Talal’in korumaları “Bir daha seni görürsek vururuz” dediler. O gece hastaneden kaçtım.
İçinde ukte kalmış, fotoğrafını çekemediğin başka kimler var?
- Bir tane çok zorlamama rağmen çekemediğim, bir de fırsat olmasına rağmen bile bile çekmediğim var.
Senin gibi adam fırsatını bulup deklanşöre basmaz mı?
- Pire gibi dolanarak dünyanın en cevval tipini yaratmış Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı da ondan. Chaplin, benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam... O zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Karısı da
Amerikalı ünlü tiyatro yazarı Eugene O’Neill’ın kızı Oona’ydı. Bunların şatosunun önünde 3 gün kar kıyamet demeden bekledim. Sonunda Oona donmamdan korkup, “Konuşursan konuş ama resim çekme” dedi.
E yine de çaktırmadan çekseydin, son fotoğrafları olurdu...
- Adam yürüyen iskemlede felçli resimlerini çektirip akıllarda böyle bir imaj bırakmak istemiyordu. Çünkü o da benim gibi elimdeki fotoğraf makinesinin acımaz olduğunu biliyordu.
Objektifinden kaçan diğer isim kimdi?
- Jean Paul Sartre! Tam ayağının altına alıp dövmelik, şımarık Fransız Rosif diye bir sekreteri vardı herifin. Gece sokakta görsem de karanlıkta benzetsem şu pezevengi diye içimden çok geçirdim ama yapmadım. Aslında kazığı şuradan yiyorsun; Türk olduğun için... Türk gazeteci olduğunu duyduklarında yarı yarıya kaybediyorsun. Bir de o it araya kamış koydu. Sonunda birkaç resmini çektim Sartre’ın ama kendisiyle konuşma fırsatım olmadı.
Sağlık olsun, sen de gidip koskoca Picasso’yu çektin!
- Ulan çektim ama çekene kadar neler çektim sen gel onu bana sor. Herkes adamı tanımak istiyor fakat bir o kadar da çekiniyor. Oğlu benim arkadaşımdı. Bir gün yemeğe davet etti, gittim. Masada muhabbet ederken “Babamla seni bir araya getirmemi istiyorsun ama o beni hiç sevmez” dedi.
Neden sevmezmiş?
- Yahu Picasso kaç çocuğu olduğunu bile bilmezdi. Mahallede herkese atlamış durmuş işte. Antika bir herif...
Sonunda nasıl kesişti peki yollarınız?
- Fotoğrafçılığını yaptığım Skira Yayınevi, Picasso’nun kitabını basacaktı. Patron da arkadaşım. “Beni yanında götürmezsen senin için ne bir fotoğraf çekerim ne de bir daha seninle konuşurum” dedim. Ev atmosferindeki fotoğrafları çekme görevini kaptım.
Tehditle ulaştın Picasso’ya yani...
- Gittim, üç gün evinde kaldım. Bir ara bana dönüp “Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin resmini çizeyim” demez mi! Düşünsene çağın en büyük ressamı Picasso beni çizecekti, ama herif 90 küsur yaşında ulan. Verdiği sözü beş dakika sonra unutur diye başladım etrafta boş kağıt aramaya. Her yere baktım, bir temiz sayfa bulamadım. En sonunda çektim kütüphanesinden bir kitap, açtım kapağını, uzattım Picasso’ya. İçimden de “Nasıl olsa sonra sayfayı yırtıp alırım” diye geçiriyorum.
Sözünü unutmadan, çizdi mi resmini?
- Çizdi tabii. İmzasını da attı. Türkiye’de bir tane orijinal Picasso vardır, o da benim evimde.
Kitabını geri verseydin bari adamın?
- Ulan sonra baktım kitap da antika. Sayfasını yırtmam imkansız. Onu da öylece alıp yanımda getirdim.
DALİ 10 DAKİKALIK POZ İÇİN 25 BİN DOLAR İSTEDİ
Ressamlarla devam edelim... Salvador Dali desem...
- Herif Dali değil bildiğin deli. O da az uğraştırmadı beni. İlk tanışmamız Paris Meurice Otel’de kaldığı süitte oldu. Kapısını çaldım, içeri girdim. Burun burunayız herifle. Öfkeli gözlerle bana baktı, “Niye fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” diye sordu. Benden “Ünlü bir kişisiniz de ondan” cevabını aldıktan sonra şöyle bir baktı; “Peki. 10 dakika poz veririm ve 25 bin dolar isterim” dedi.
Pamuk eller cebe...
- “Yanımda nakit yok gidip alayım” diye ayrıldım otelden. Parayı bırak, istediğim gibi çekim yapmam için en az bir saat lazım. Neyse biz hem vakit hem de nakit konusunda pazarlığımızı yaptık. Tekrar gittim bunun yanına. Fakat herif yerinde durmuyor, zannedersin makineyle eskrim yapıyor.
Neymiş derdi?
- Dali günlük yaşamında da gerçeküstü öğelerin peşinde bir adamdı. Öyle bir hava yaratıyordu işte. Bir ay boyunca böyle uğraştırdı beni, sonunda “Ya dosdoğru çekeriz fotoğrafları ya da çeker giderim” dedim.
Dali’ye resti çektikten sonra ne oldu?
- Ertesi gün için söz verdi. Bir gittim, bu sefer odada üç Fransız gazeteci var. “Bunların gözü önünde çalışamam” dedim. Onları göndereceğine söz verdi.
Fotoğraf değil rest çekiyorsun adama...
- Bu aldı gazetecileri karşısına; “Katranın kimyasal formülünü bilir misiniz?” diye sordu. Ulan nereden bilsin adamlar? Neyse baktı hiçbirinden ses yok, Dali kendisi verdi formülü. Sonra da “Ben bastonumu bir kazan katranın içine soksam, o baston 25 bin dolar eder. Siz aynısını yapsanız, hepinize aptal derler. Anladınız mı?” dedi. Gazeteciler başlarını sallayınca da “İyi o zaman gidip yazın ne anladıysanız” diye adamları gönderdi. İşte ben de o gün Salvador Dali’nin fotoğraflarını çektim. Resimlerden birini de imzalattım. Herif ne kullandıysa 24 saat kurumadı attığı imza. Ee haydi artık keselim, yoruldum ulan!
Tamam tamam son bir soru... Genelde huysuz ve aksi bir izlenimin var.
- Enayiliğe kızıyorum da ondan. Herif enayi bir şey soruyor, azarlıyorum. O zaman da aksi olmuş oluyorum. Anladın mı? Bitti mi şimdi?
Yok devamı yarın... Senin hikayen bir güne sığmaz...
- (Gülüyor)...
Yarın...
Politikacı olmak bir şey mi? Olsana Picasso göreyim.
Nazım’ın birkaç resmini çekip pır oldum. Onu okumak bile suçtu.
İzzet Çapa.27.09.2014
7 notes · View notes
ladysbooks · 5 years
Text
Yok olma zamanı
Gözlerimi bir adada açtım. Doğmuştum ve işte vardım. Ellerime baktım. Ellerim benimdi. Mülkiyeti kıskıvrak tuttum ellerimle belinden. Onunla birlikte bir çalılığın üstüne yığıldık. Seviştik yetmedi bir daha seviştik. Tuttum ellerini avuçlarından öptüm. Ağlamak, ayıp değil ki yavrucağım. Ağladım. Ömrüme katacaktım. Çünkü benimdi. Fakat benim olmasına sadece bana ait olmasını kaldıramadığı yüreğim işte o zaman ilk anarşist eylemini yaptım ve kaçtım. Dağların arasından geçtim. Kendime bir tapınak inşa etmek için güzel bir yer aradım.
Önce bir ateş yaktım. Ve tüm ruhları çağırdım. Bana güzel bir yamaç vermelerini istedim. Denize bakan az güneş ışıklı bir yer için çıplak gönlümün istediği gibi dans ettim. Dans ettikçe bir odun daha attım. Attıkça terledim ve yine işte vardım.
Ruhlar çıplak vücudumla dans etti. Bana seni fısıldadılar. Söyle bana seni ilk kez öptüğümde mutsuz muydun? Karşında bir yeni yetme gibi tırnaklarımı kemirirken sabah ezanı okunduğunda moda sahiline iniyorduk. Ben çok yorgun ve sen çok içmişken orada her şey benim hezeyanım mıydı? Bütün hayata küsmüş olmamı tırnaklarımdan çıkarırken beni ben olduğum için sevmemiş miydin? Mutsuz muydun harbiden? Bir odun daha. Oysa sabaha karşı pideci açık olunca bana pide almıştın. Ben eve gelince hepsini yemiştim. Sahi ben mi abarttım? Sana, ekmeğe ve kuşlara yemin ettiğimde düzgün bir kadın olacağıma dair ben mi abarttım? Sahi herkes abartır mı? Ben seni ilk gördüğümde tüm çocukluğuna rağmen seni sevmeye karar vermiştim. Sen ise başın ilk sıkıştığında beni sevmekten vazgeçtin. Söyle bana sokakta geçerken aylak adam gibi ben sana denk mi geldim? Bir daha geri dönmeyeceğin, asla konuşmayacağın, sakinliğine ayaklarını kesecek çakıl taşları koyan ve içinde dünyaları biriktiren bokuna kadar çelişkili dünyalarda karakterler yaratan ben gibiyken işte ben sahi sen benim neden ben olduğumu en iyi bilenken niye kaçmadın benden?
Yalnızlığı çok sevdiğimi en iyi sen biliyordun. Yalnızlıktan korkmadığım daha ilk gün söylemiştim sana. Fakat yine de sana onca uğraşlarla yaptığım tapınaktan çıkarma beni demiştim. Bir kere karanlığa alışmışım ve oradan çıkarsam bir daha geri dönemem. Flamingoların güzelliğini görebilen dünyadan vazgeçebilir mi? Patron olmuş biri ameleliğe geri dönebilir mi? Bin kere çıkarma beni oradan dedim. Beni uyandır. Beni yalnız bırakma demiştim şimdi neredesin? Sen aslında hiç olmasaydın bu kadar kırılır mıydım? Belki olmadın. Ben yükledim kelimelerimle anlamı.
Ben hala uyanmak istemiyorum. Bir ateş daha ve biraz dans daha. Terlemiş çıplak vücudumu soğuk toprağa bırakıyorum. Yağmur yağmaya başlıyor. Ruhlar bana tapınağımı gösteriyor. Kendimi baştan inşa etmeliyim. Giriyorum tapınağa. Elimde bir kuş tüyü ve bir bıçak. Bileğime ufak bir kesik atıyorum. Sadece mürekkep olsun diye. Kanıyor.  Duvarlara yazmaya başlıyorum.
Bir daha asla sevmeyeceksin yazıyorum. Sonra siliyorum. Seveceksin ama diyorum. Kan göremem bilirsin. Bayılıyorum. Ayılıyorum. Bir özür diliyorum. Bilirsin canı acıyan can acıtamaz. Canım çok yandı ya canımı acıtanlardan bile özür diliyorum. Ve yazıyorum. Özür dilediğinde merhameti ağır basan birini seveceksin diyorum. Bayılıyorum. Ayılıyorum. Hatırlıyorum. Seni çok özlemiştim hatırlıyorum. Birini mülk edinmeden seveceksin yazıyorum. Kimse senin değilmiş gibi seveceksin diyorum içimden. Özür dilerim hiçbiriniz burada değildiniz. Bahane üretmeyin. Yoktunuz işte. Yazıyorum. Bir tek tapınağımın duvarları vardı yanımda bayılarak onunla konuştum. Bir kısmını hatırlıyorum. Ben o gece tapınak duvarlarından özür diledim. Siz yoktunuz. Tüm gitmelerimden ama gidememelerimden özür dilemek istemiştim. Tapınak duvarlarına yazdım. Çok ağlıyordum. Hatırlıyordum. Belki hatırlamak en kötüsüydü. O orada olsaydı sabaha kadar özür dilerdim. Fakat yoktu işte. Tapınak duvarlarına yazdım bir bir. Merhametinin ağır bastığı zamanlarda bu insan buna değer mi? Diye düşün yazdım bir de. Değeri ise sana ne kadar değer verdiğinden anlayabilirsin yazdım. Çok iyi tanımak gerekliydi ama tanımak bile yetmiyordu bazen. Ve yetmedi işte. Bunu da yazdım.
Bayıldım ve ayıldığımda her sabah olduğu gibi ne yapacağımı bilmemeye uyandım.    
https://www.youtube.com/watch?v=TGHOcyiZrDs
2 notes · View notes
bulut-lar-la · 6 years
Text
şimdi şöyle oldu...
son gönderinin üstünden iki buçuk yıl geçmiş. bu iki buçuk yıla bir ev ve şehir değişikliği, akraba kazıkları, askerlik sığdırdık... yaş aldıkça herşeyin daha da boktanlaştığı ve git gide huysuz, sürekli şikayet eden hayattan ve insanlardan bıkmış bir şekilde dolanır oldum. elden kaçan fırsatlar yaklaşık 500-600 bin tl zararla sürekli sonu gelmeyen bir bahtsızlık ve ihanetlerle iyicene piştik derken meğer yanmaya başlamışız, dibimiz tutmuş. antalya macerası sona ermeden önce bir askerlik durumları çıktı. hoş askerlik yaptım diyemem 8 saat çalışan bir memur gibiydik ama inanın stresi bile yetiyor... bir sene gün gün saat saat sayarak geçirmek en zor zamanlardan biriydi. tam o düşüncelerle uğraşırken birde akraba durumları yormaya başaladı. mal mülk insanın gözünü nasıl kör eder bir kez daha görmüş olduk. zaten insana yakınlarından başka kolay kolay zarar veren olamaz ki. insana yan etkisi olan ilaçlardan çok yanındakilerdir işte. tabi bu arada ülkenin gidişatı da hiç iç açıcı değilken yavaş yavaş umutların yerini karamsarlığa, hayallerin yerini geçim derdine doğru hızla götürdüğü anlar bunlar. saçma sapan klişelerin içinde olmak traji komik bir durum işte. fotoğraf çekmez gitara dokunmaz oldum. sürekli yarın ne olacak acaba diye düşünmek saçlarıma beyazlar ekledi. bir yandan da sürekli evlenip duran çevre ve 'aha sıra sana da geliyor' bakışlarını bir çırpıda üstümden atabilmenin rahatlığı var. aynı şekilde devam eden şeylerse... içmek unutmak. içmek güzelleşmek. içmek düşünmemek. askerliği unutmak için yoğun  bir tedavi programı uyguladığım anlarda sarıp sarıp içtim. bir ay boyunca her saat. düşünüp durdum ve daha da geriye attım kendimi. dibi bir türlü bulamıyorum. mutsuzluk ve karamsarlığın bir sonu yok. çünkü sürekli yeni olumsuzluklar olmaya devam ediyor... tumblr'a ilk üye olduğum zamanları hatırlıyorum da grubumuzla sahneye çıkıp sololar atan, neredeyse her anın fotoğrafını çeken, çevremle sürekli ilişki içinde olan kendini beğenmiş ve bir bok olduğumu zanneden biriydim ama mutluydum. şimdi yeniden istanbul’da boktan bir evde ve boktan bir işte çalışıp acaba prime ne kadar kesik atacaklar diye düşünürken buldum kendimi. 
yani zaman harbiden çok çabuk geçti... pardon ‘üstümüzden geçti’ bilemiyorum belki hayata dönebilirim... neden olmasın ? buraların dutluk olduğu zamanları özlüyorum...
1 note · View note
Text
Ruhum sende kaldı. Sokak sokak keşfettiğim. Taşında yattığım, nehrini içtiğim, toprağından öptüğüm. Bir yanım. Koca bir yanım sende kaldı. Yağmurunda ıslandığım. Rüzgarında uçtuğum. Yollarında düştüğüm. Böyle sert sevilir mi. Alnım ak taşıyorum her bir izini. Bedenimi kaplayan morluklar hep senden yadigar. Uzun uzun bakıyorum. Seviyorum, okşuyorum. Seni hatırlıyorum, özlüyorum. Şaraptın sen. Kızılcık şerbetiydin. Dudaklarımdan akan. İçimi yakan. Arzu dolu, ihtiras dolu bir gece ayazı. Yalın ayak yürüdüğüm kaldırımların kesik oldular. Parmaklarımı kırdım teker teker. Saçlarımı yoldun biraz. Ah böyle sert sevilir mi. Böyle heybetli olunur mu. Sen beni kaç kere yerlere attın da süründürdün. Sen beni kaç kere savurdun da duvarlarına çarptım. Senin koynunda yatıp hatırlamadığım gecelerin günahı hep benim boynuma. Beşiktin sen, güzel bir kadındın, yârdın, acıydın, hasrettin. Ait oluşluktun. Sana aittim kimseye, hiçbir yere olamadığım kadar. Dilimden anlayandın. Gözümden okuyandın. Damla damla, nefes nefes içime doldun sen. Yanımda taşıdığım oldun. Kavuştuğumda gülüşüm. Uzağında burukluğum oldun. Vatanım oldun.
2 notes · View notes
lmpossiblehappiness · 3 years
Text
"Kaçıncı denemen bu?" Kesik dolu bileğimi tutan doktor birşey düşünür gibiydi."Sevgilimin beni hafızasından sildiği günden sonra oldu hepsi " dedim." Seygilinizi hatırlıyor musunuz?"dedi."Evet hatırlıyorum,benimle düştüğü akıl hastanesinde doktorculuk oynardık."
1 note · View note
realmuffinn · 6 years
Photo
Tumblr media
Ellerim kesik kesik.. Kan kolumdan aşağı yol almış.. Ben de kendi uçurumumun kıyısından.. O yolunu buluyorken, kaybolmuşluğumu hatırlıyorum.. Gözümden akan yaşlar yanaklarımdan çenemde birikmiş..  Yolunu boynumda bulmuş.. Ekilen tohum bile beslendiği toprağı yarıp da yolunu bulmuş.. Herşey herkes varacağı yere varmayı bilmişte ben ortada kalakalmışım..
5 notes · View notes