Tumgik
#veya böyle biri var mi
sadovv · 2 years
Text
yagmur sesleriyle uyandim bundan daha iyi bi uyanis olamaz
4 notes · View notes
yolguncesi · 2 months
Text
Alışmanın Trajedisi 
Paramparça edilen benliklerle yaşamaya alıştırılıyoruz. Belki de tarihin kendisi alışkanlıklar tarihi haline geldi. “İnsan her şeye alışıyor” klişesi de buradan besleniyor. Alışmasa keşke. Yani belki koşullara veya yeni olarak ortaya çıkanlara adapte olunabilmeli ama alışılmamalı. Alışmak direngenliğin ölümüdür çünkü. Alışınca mücadele edemezsin, alışınca sorgulamazsın, alışınca aramazsın. Sadece alışırsın ve nehirlerin alıştığın şeye bürünür. Gözün aydın, gönüllü olarak kölesin artık.
Hele de büyük idealleri olan insanlar için alışmak ruhun göçmesi anlamı taşır ki dünya ruhu göçmüşler diyarına dönecek böyle giderse. Bu halde yüzümüz karanlığa dönük oturmuş arkaya dönüp ışığa bakmayı bile hesap edemiyoruz. Bu yüzden paramparça edilmiş benlikler ağır gelmiyor bize. 
Üzerimizde var olan o koca mahalle baskısı bize yalan söylemeyi öğütledi ve öyle öğrendik. Ancak özgürlüğü düşleyen biri yalan söylemezse başına neler geliyor? Bazıları açısından yaşamanın gerekçesi haline geliyor artık yalan. Peki ya kolay mıdır gerçekten her şeyi kaybetmeyi göze alan bir dürüstlük? Dürüstlük dayatılırken realite yalan söyle diyor. Bu bir parçalanma biçimi. 
Nelere alıştığımızı bir düşünsek ya! Hiç açmadan yalnızca başlıklar halinde yazsak bile sayfalar yetmez. Alışılmışlıklar parçalıyor işte benliği. Kişilik bölündükçe bölünüyor, gitgide zayıflıyor. Dış müdahalelere açık hale geliyor. Böyle bir durumda karakter mi kalır insanda? Büyük tavizler büyük sonlara açılan kapılar oluyor. İnsandan geriye yalnızca giysileri kalıyor. Ne bir fikir, ne bir zikir, ne bir eylem. Yani paramparça edilince benlikler, geriye bir yangına bile ait olmayı beceremeyen küller kalır. 
Sonra bir umut beliriyor ya insanın içinde. Biri çıkıp yalnızca söylemiyor, söylediklerini yapıp bir de somutlaştırıyor ya. Schindler’in Listesi filmindeki son sahne gibi… Her şey siyah beyaz. Sadece bir kız çocuğunun üzerindeki kırmızı giysi renkli. Ona odaklanıyorsun çünkü o sahnede tek umut o. Aynı umut işte. Aynı anlamlı salınma hali... Öyle bir yürüyüş.
Diyorsun ki göğüm, denizlerim, dağlarım onun rengine bürünse de içimdeki küller uçuşup doğaya karışsa. Zor işte. İnsanın kendi içindeki külleri savurması yani… Çok zor. Seni karamsarlığa iten de, yaşama bağladığını sandığın da o küller. Bir hiçliği, daha doğrusu yokluğu kaybetmekten korkar mı insan? Korkar çünkü parçalanmış kişiliği kanatlanmasının önündeki en büyük engel. Kişilik özelliklerine paramparça edilmişliğin gölgesi düşüyor. Birçok insan tanıdım içinde bahar bahçesi taşıyan. Ama bu bahçenin kapılarını sımsıkı kapatmak zorunda kalan. Çünkü dışında öyle bir dünya var ki “böyle davran” diyor. Bununla da yetinmiyor “şöyle konuş, öyle gülme, öyle hüzünlenme” diyor. 
O insanlar öyle bir hale gelip kendisine sürekli bir şeyler buyuran dünyaya öylesine alışıyor ki kendi bahçesini unutuyor. O bahçenin esemesini okuyamıyor. O güzellikler öylece içinde eriyip kaybolup uçuyor gidiyor. “Ben böyle olmayacağım” diyenler, direnenler de var. Onlar da yöntem sorununun kıyısına çivileniyor. Hep kar altında olduğumuzu bize düşündüren şey bunlar işte. Oysa biraz anlamlı kavganın hakikatine bürünsek sadece umudu bulmayla kalmayacağız. Bu karı hafif eşelesek bile çimlenmekte olan bitkiler orada, tam da kar ile toprak arasında duruyor. Bunu rahatlıkla görebileceğiz. Bakıp göremeyenler olup çıktık.
31 notes · View notes
selcandy · 3 months
Text
Ben 3 sene önce falan endoskopik kaş kaldırma ameliyatl oldum ya (sol gözüm sağdakine göre daha düşüktü, onu eşitlediler), o dönemde ne zaman “nasılsın, nasıl oldun” dese en iğrenç ve zavallı hallerimi direkt fotoğraf olarak yolladığım biri vardı burda. Kendimi blogumda ameliyattan bahsedecek kadar iyi hissettiğim günlerde aynı kişi ilgili gönderimin altına kocasının bu tip şeyleri “kafayı yemek” olarak değerlendirdiğini yorum olarak yazmıştı. Herkes çevresini kendi gözünden algılar ya (belki de tam bir çıkarım insanı olarak bu benim hatamdır), benim 30 senelik arkadaşlarımın bile kocaları benden yola çıkarak böyle fikirler üretmediği veya Ali’m, babam gibi kendi etrafımdaki erkeklerden böyle tenkitler hiç duymadığım için büyük bir şok içinde karşılaşmıştım bu durumu. İlk dalga geçtikten sonra dedim ki ulan ben yüzüm yamulmuş halde bir sürü fotoğraf gönderdim bu insana, acaba hata mı ettim, bu fikri bana iletme cüretinde bulunacak boyuttalarsa fazlasını o zamanlarda da yapmışlar mıdır? Hani bazı şeyleri içinden düşünür / kendi aranda konuşursun ama o insanı üzebilecek, sinirlendirebilecek bir şeyse bunu ona söylemezsin ya sağlıklı bir süpersgon varsa, o sağlığı sorguladım işte.
İkinci düşünce dalgası da geçtikten sonra gözüme bu insanın “herkes çok kırıcı, herkes çok düşüncesiz” içerikli bir postu çarptı, sonra esasında bundan ne kadar sık yakındığını anımsadım. Birden her şey aşırı samimiyetsizleşti; önceden bu gönderilerini okuduğumda çok üzüldüğümü hatırladım. Keşke benim yakın çevremde yaşayan biri olsaydı, ben ona ne güzel arkadaş olurdum derdim. Arkadaş olma konusunda taviz veremeyeceğim; sürdürmeye değer dostluk buldum mu bokunu çıkarırım - o yüzden en yakın arkadaşlarım neredeyse doğduğum günden beri var, neyse. Artık onu da diyemediğimi fark ettim. “Sen de kimi zaman kırıcı ve düşüncesiz davranıyor olabilirsin”den açtım konuyu, buraya yazdıklarımın hepsini yüzüne de söyleyip (yoksa zaten buraya da yazamazdım) onunla iletişim kurmaya devam edemeyeceğimi söyledim. Ben çok şey bir insanım; birisini hayatımdan çıkarınca onun adı ben veya başkası tarafından anılmamaya başlar. Başkaları anmadı ama ben “ya beni pelet kuma bir arkadaşım geçirdi Allah ne muradı varsa versin” gibi, “benim çok sevdiğim bi’ arkadaşım vardı o da yolda cins kedi bulmuştu onu sahiplenirken bile cins kedi sahiplenme halini garipsemişti” gibi araya sıkıştırılmış ufak detaylarla yadetmekten geri durmadım. Bilincinde olmadığım bir durum değildi, bilmiyorum hatta belki bilinçli bile yapıyor olabilirdim.
Hülasa, neden bir anda bu konuda iç dökme ihtiyacı hissettin derseniz, bu kişinin beni engellediğini vb bugün fark ettim dşsmdmd. Biriniz bi’ post atmış, gelen yorumları aşırı merak edebileceğim bir posttu, yorumlara bakınca anladım. Bir sebep yakıştıramadığımdan “lan ben mi engelledim acaba hatunu kazara” diye kendi engellenenlerime baktım, yoo. Belki çok olmuştur, ben bugün fark etmişimdir ama durumu aşırı tuhafsadım. Bazen varoluşumla bile insanlara rahatsızlık verebildiğimi keşfedip neden sonuç ilişkisi kurmaya çabalıyor, başaramayınca yaşanan hadiseyi daha da garipseme evresine geçiyorum. Bunlar çok enteresan olaylar, 78 yaşıma geldim çözemedim bakın. Keşke kötülüğünü istemeyi geç, iyiliğini önemsemediğim insanlardan böyle şeyler gelse de “yaa bak sen öyle yaparsan böyle olur” vb gibi çıkarımlar yapabilsem ve bana bir şey kazandırsa ama böyle olunca çok havada kalıyor, bulut gibi pıt diye asılıyor bir yere sanki. Yine de kara bi’ bulut değil o, ilgi çekebilecek bir tonda ama kapkara da değil yani. Belki de bu, başka bir çıkarımın konusudur ve başka bir şeyi öğretiyordur, öyle değil mi?
28 notes · View notes
tarkankurdu · 7 months
Text
İstediğin kadar kendini geliştir, istediğin kadar elit olmaya uğraş, çevren ve ailen neyse o çukurdan çıkamıyorsun. Ben tv izlemiyorum babam sabah akşam haber dinliyor sanki benim oda da çalıyo o televizyon bütün o saçma salak haberleri duyuyorum mecburen. Eski arkadaşı geliyo adamın iki kelimesinden biri küfür. Aile mi var, kadın mı var, çocuk mu var hiç umurlarında değil. Çocukluğum da böyle geçti. Sadece salonda soba olduğu için mecbur salonda sigara dumanı altında ve tv, küfür eşliğinde ders çalışmaya çalışıyordum. Çok fazla kitap okudum, yazılar yazdım, şiir yazdım ama kurtulamıyorum o çukurdan. Hâlâ o küfürbaz herif geliyor misafirliğe, hâlâ her gün sabah akşam haber dinliyorum. Artık nefret etme sınırlarını da aştım. Ünlülerin ve başarılı insanların biyografilerini okuyorum bi yerlerden destekleri var. Ya ailelerinde ya çevrelerinde bir şekilde elit insanlar oluyor, ona yardım veya destek olan, fikir veren insanlar oluyor. Bende yok. Ben Türkiye'nin en tehlikeli mahallerinden birinde doğdum büyüdüm. Hayatımda bir kere bile içki veya sigara içmedim. Kendimi hep uzak tutmaya çalıştım ama çok klasik bir şey " coğrafya kaderdir ". Çok doğru bir söz. Benim çevremde arkadaşlarım bile okunacak bir şeyi heceleyerek okuyan insanlardı. Kitap aldığım zaman sen mal mısın kitaba para veriyon diye salak salak sırıtan insanlardı. Ama çıkamıyorsun işte, hayat şartları, pahalılık, sağlık şu bu yani bi şekilde kurtulamıyorsun şu pis düzenden. Duvara tırmanıyosun ama duvar kaygan. Geri aşağı düşüyorsun. Köyde hem çobanlık yapıp hem okuyan insanlar örnek verilir ya, emin olun onlara da en azından fikren destek olan, sevgiyle yaklaşan insanlar olduğu içindir. Yoksa insan kendi kendine bir bok başaramıyor. Çok zorladım, çok denedim, gece gündüz metinler hazırladım, podcastlar yaptım, sayfalar yönettim, dijital kitaplar yazdım, şiirler yazdım, seslendirdim, dublajlar yaptım, mizah sayfaları yaptım. Ya hesaplarım kapandı ya tutmadı. Ama ne yaptıysam emek harcadım kaliteli şeyler yapmaya uğraştım. Gece uyumadım sabahlara kadar bir şeyler yaptım. Sonuç ? Tiktokta götünü sallayan bi kız kadar kimse umursamadı. Gerçekten çok iyi bildiğim bir şey var ki, bu dünyada gerçekten emek veren, gerçekten hakeden insanlar değersiz oluyor. İnsanlar nerde polemik var, nerde ahlaksızlık var onları seviyorlar. Veya sen emek veriyosun vakit harcıyosun ama senden çalıp paylaşan birinin sayfasında daha çok beğeni alıyor içeriğin. Yani hırsız daha değerli. Nefret ediyorum ya herşeyden iliklerime kemiklerime kadar nefret ediyorum. Son olarak bu sitemi yapmama sebep taştığım olay, Twitter da bi hesap çıktı karşıma beni takip etmiş. Sayfanın adı Orospu çocuğuyum. Merak ettim niye kendine böyle diyo diye bi tıkladım herif annesine, kız kardeşine karşı neler neler yazmış, gizlice fotolarını çekip paylaşmış ve takipçi sayısı 38 bin. 38 bin !
Sende salak gibi geceni gündüzüne kat bişeyler üretecem diye ugraş. Gerçekten kendimi çok çaresiz ve salak hissediyorum. Bu pis düzende bu lanet çağda iyi kalmak o kadar zor ki, tarih öncesinde yaşasak bu kadar zorlanmazdım. 2024 değil 2104 de olsa insanlıktan bi bok olmaz..
35 notes · View notes
amezhu · 2 months
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
205. BÖLÜM - 500 kişi bulmaya çalışmak - eski bir dostla karşılaşmak - 2
Xie Lian o kadar şok olmuştu ki ağzını açamadı.
Shi Qing ‌Xuan‌ kafasını kaşıdı, “Hahahhaha, İlk başta başka biri gibi görünmek ve sizi gizliden gözlemlemek istemiştim, ama ekselanslarının gözleri çok keskin. Ne yapalım elden bir şey gelmez, yeteneğim ve zarafetim unutulamaz hahahahaha…”
“…” Xie Lian ellerini onun omzunda koydu ve boğazını temizledi, “…Lordum Rüzgar Ustası.”
Shi Qing Xuan gülmeyi bıraktı ama hala kafasını kaşıyordu, sanki saçları pire doluydu ve ölesiye acıtıyordu, “Ekselansları, ben artık Rüzgar Ustası değilim.”
“Pekala, Qing Xuan.” Dedi Xie Lian. Sormadan önce biraz duraksadı, “Nasıl… bu hale geldin?”
“Ah şey… uzun hikaye” dedi Shi Qing Xuan. “Her neyse öyle veya böyle, şu an buradayım, son halim bu.”
Tam o sırada tapınağın içindeki kalabalık dışarı seslendi, “Ne? Ol’ Feng! Bu ikisini tanıyor musun?”
Shi‌ Qing‌ ‌Xuan‌ arkasını döndü, kolunu Xie‌ Lian'ın omzuna doladı ve sertçe vurarak, “EVET! Geçmişimden arkadaşlarım!”
“NE? ARKADAŞLARIN MI? OL’ FENG NEDEN BAŞTAN DEMEDİN?”
“Ol’ Feng senin gibiler bir bakışta kimin bir eli yağda bir eli balda büyüdüğünü anlayabilir. Eminim yine uyduruyorsun!”
Kalabalık şaşırdı ve hayrete düştü, olayları büyük bir anlaşmaya dönüştürdü, komik olabilirdi ama Xie Lian üzgün hissetti. Üçü arasında yalnızca geçmişin rüzgar ustasının gerçek olduğu bilinmesi gerekliydi. “Bir eli yağda bir eli balda büyümüş mü?” Shi Qing Xuan çok sinirlenmişti, “NE DİYORSUN SEN? HİÇBİR ŞEY UYDURMUYORUM!!”
“Lütfen. Eskiden hâlâ deli olduğun ve bütün gün saçma sapan konuştuğun zamanları hatırla, bunları unuttuğumuzu mu düşündün?”
Shi Qing Xuan HA! NE! DUR NEE!! Diyerek anlaşılamaz seslerle haykırıyordu. “BEN GİDİP ARKADAŞLARIMA YARDIM EDECEĞİM! GİDİYORUM! BAKIN GİDİYORUM! BAŞKA GELEN VAR MI?”
Bu kez kalabalık birbirine baktı ve bir an sonra şöyle dediler: “Pekala, tamam. Onlar Ol’ Feng’in arkadaşlarıyla o zaman farklı.”
“Ol’ Feng ile gidelim, Birisi tarafından ölesiye dövülmesin diye, bir kolu ve bir bacağı da eksik.”
“HEY!” Shi Qing Xuan bağırdı.
Hala pes etmeyen ve baskı altında kalanlar vardı. “Cidden bir ödeme yok mu? Ödeme olmasa bile tıka basa tavuk bacağı da olabilir?”
Xie, Lian, Shi Qing, Xuan'a kısa bir açıklama yaptı ve her iki taraf da durumu anlamıştı. Shi Qing Xuan bir düşündü ve şöyle dedi; “Neden bu iş için kandırma ve zorlama kullanamayacağımızı anladım ama bu insanlar uzun zamandır yemek yemedi, biraz olsun bir şeyler vermek iyi olmaz mı?”
Açgözlü bir kalbe sahip olmadıkları sürece sorun olmazdı, Xie Lian cevapladı, “Sorun değil. ama şöyle söyle.” Shi Qing Xuan’ın kulağına fısıldadı, “Ben de aynı şeyi düşünüyordum.” Sonra arkasını döndü ve bağırdı, “BU İŞ TAMAMLANDIKTAN SONRA HERKES BÜYÜK BİR KASE TAVUK BACAĞI ÇORBASI ALACAK, HEY! AMA GELSENİZ DE GELMESENİZ DE VERİLECEK! DUYDUNUZ MU? GELMESENİZ DE HERKESE BİR KASE VERİLECEK! BİZ SADECE İSTEKLİ OLANLARI ARIYORUZ!”
İfade şekli kurnazcaydı, “Herkese bir kase!” gitseler de gitmeseler de yemek yiyebileceklerdi, bu da gelmeye karar verenleri son derece değerli kılıyordu. Shi Qing Xuan bağırdı, “GELEN VAR MI? NE KADAR ÇOKSA O KADAR İYİ! GELİN GELİN GELİN! HERKESE SÖYLE ÖDEME OLMAYACAK, HEY! SADECE BİRAZ YARDIM EDİN, DÜNYAYI KURTARMAK, KRALİYET ŞEHRİNİ KURTARMAK FALAN FİLAN, SADECE GÖNÜLLÜLER GELSİN! BU İŞ BİTTİKTEN SONRA HERKESE YEMEK DÜŞECEK”
Belki de yolu gösteren biri olduğu için, göz açıp kapayıncaya kadar soğuk ve kayıtsız tapınak aniden ateş gibi ısındı ve dilenciler de tanıdıkları diğer evsizlere bilgi vermek için ayrıldılar.
Xie‌ ‌Lian,‌ ‌Hua‌ ‌Cheng,‌ ‌ve ‌Shi‌ ‌Qing‌ ‌Xuan‌ ‌yıkık tapınağın girişinin önünde durdular.
Xie Lian tapınağın adına bakmak için kafasını kaldırdı ama tabela yoktu, Fu Gu şehrindeki rüzgar ve su tapınağını, su ustasının kafası kesilmiş ilahi heykelini, rüzgar ustasının da bir kolu ve bacağı kesilmiş ilahi heykelini hatırlamaktan kendini alamadı. En sonunda kendini tutamadı ve Shi Qing Xuan’a dönerek tereddütle sordu, “… Qing Xuan?”
Shi Qing Xuan kolunu Xie Lian’dan çekti, “Efendim? Ah, kusura bakma ekselansları, ellerim kirliydi ve… kıyafetlerin. Haha”
Tabii ki, pislenmiş sol kolu Xie Lian'ın beyaz cübbesinin omzunda kirli izler bıraktı, Xie Lian’a temizlemek için yardım etmek istercesine baktı ama fark etti ki eğer dokunursa daha da kirlenir, elini geri çekti ve belli belirsiz garip şekilde güldü, Xie Lian sanki o bu şeyleri önemsiyormuş gibi. O yalnızca tek bir şeyle çok ilgileniyordu, “Lordu… Qing Xuan, kaderin…”
  Shi Qing Xuan şaşırmıştı, “ne olmuş kaderime?”
“Kara Su, değiştirdi mi yani?” Xie Lian sordu.
Nihayet Shi Qing Xuan anladı ve hızla şöyle dedi, “Ah hayır hayır hayır, yapmadı, hiçbir şey yapmadı. Yanlış anladın, o hiçbir şey yapmadı.”
Xie Lian da Kara Su’yun Shi Qing Xuan'ın kaderini değiştireceğini düşünmemişti, “O zaman bacağın ve kolun?”
Shi Qing Xuan kafasını kaşıdı ve utangaç bir şekilde konuştu, “Bunu da o yapmadı. Nasıl söylesem ki… orada biraz şansım kötüydü, burada da biraz dikkatsizlik, yani hepsi benden kaynaklı.”
Ayrıntıları söyleyemediğinden, Xie Lian onlar adına baskı yapmadı. Sadece, bir şekilde Shi Qing Xuan'ın şu anki durumu, Kara Su’nun Rüzgar ve Su Tapınağı'nda öfkesini dışarı atmaya yönelik kehanet benzeri hareketleriyle benzerdi, kim bilir bu gizemli gücün ne olduğunu?
“O gün, ruhsal güçlerim birdenbire çekildi ve sana yardım edemedim. Gerçekten çok üzgünüm.” Dedi Xie Lian.
Shi Qing Xuan kafasını salladı, “Bunların hiçbirinin seninle alakası yoktu zaten. Eğer ekselansları bana önceden bana neler olduğunu söylemeseydi baştan sona kadar kafam hala bulutların arasında olurdu.”
“O günün ardından tam olarak ne oldu?” Xie Lian sordu.
Görünüşe göre He Xuan, Shi Du Wu’nun kafasını kestikten sonra eli ayağı boşaldı ve öylece kalakaldı, He Xuan’ın ona dediği hiçbir şeyi anlayamadı‌, sadece belli belirsiz Xuan'ın onu Kara Su Adası'ndan çıkardığını hatırlıyordu. Daha sonra kraliyet başkentine atılıp terk edildi. Neden kraliyet başkenti olduğunu anlamasa da sonradan aklına geldi ki geçmişte Shi Qing Xuan’ın her zaman buradaki ziyafet ve eğlenceler hakkında çırpınırdı, bu yüzden burası tanıdıktı. Her şey bulanıktı ve sonunda bu durumdan kurtulduğunda, adını her şeyini çöpe atıp buraya yerleşmişti.
Ruhsal güçlerinin tamamını tamamen kaybettiği için kimliğini belirleyecek hiçbir şeyi yoktu ve ‌günlerini pislik içinde geçirmek zorunda olduğundan doğal olarak Üst Mahkeme onun bulunduğu yerin izlerini bulamayacaktı.
“Her halükarda onunla hiçbir ilgisi yok.” Dedi Shi Qing Xuan. “O zamandan sonra onu bir daha görmedim zaten.”
Muhtemelen en iyisi birbirlerini bir daha hiç görmemeleriydi. Çözmesi gerçekten zor bir meseleydi; Böyle biri öldürür mü, öldürmez mi? Ayrıca, Su Ustası da ölümünün eşiğindeyken He Xuan'dan vahşice tiksinti duyuyordu. Xie Lian Shi Qing Xuan’ın kaderi için cidden üzülmüştü. Tam o sırada dilenciler çetesi daha fazla insanla birlikte geri döndü ve kalabalık yüksek sesle gevezelik ederek birbirlerini ittirdi, “OL’ FENG, OL’ FENG! BU İNSANLARI SENİN İÇÇİN TOPLADIK, NE DÜŞÜNÜYORSUN?”
Shi Qing Xuan başparmağıyla onları onayladı, “HARİKA İŞ MİLLET! HERKESE BİR TAVUK BACAĞI!”
“O kadar çok insan var ki, hepimizi beslemeye gücü yetecek mi acaba?”
Elini bir anda savurdu, Xie Lian bir anlık yüzbinlerce merit saçacağını düşünmüştü, ancak sadece şunları söyledi; “BU DAHA HİÇBİR ŞEY! NE KADAR OLDUĞUNU BOŞVER, BUNDAN ON KAT DAHA ÇOK KİŞİYİ BESLEYEBİLİRLER!”
Kabaca sayılacak olursa neredeyse iki yüz kişi vardı, Xie Lian’ın beklentisinden çok daha fazlaydı! Xie Lian mutlu olmuştu, “Lordum Rüzgar Ust… Qing Xuan cidden harika yardım ettin!”
Shi Qing Xuan gururluydu; Llütfen, ama tabii ki! Gittiğim her yerde yüzlerce kişiyi çağırabilirim ve belki de ileride çete falan da kurabilirim, çete lideri olurum hahahahahaha…”
“Ol’ Feng yine kafayı yedi.” Arkalarındaki dilenci grubu yorum yaptı.
“Evet, doğru! ‌Yine gösteriş yapıyor!”
“Ne! Gösteriş yapmıyorum!” Shi Qing Xuan haykırdı.
Ama o birkaç dilenci sadece bacağını çekmek zorunda kaldı ve Xie Lian'a şöyle dedi: “Dostum, bilmiyorsun değil mi? Ol’ Feng ilk geldiğinde tamamen mahvolmuş haldeydi, tüm gün dırdır ediyor, herkesin peşinden koşup tanrı olduğunu söyleyerek övünüyordu.”
Shi‌ Qing‌ ‌Xuan‌ biraz hasta görünüyordu ve hemen üzüldü, “Senin saçmalıklarını dinleyecek zamanım yok, tavuk bacağı yemek isteyen ayaklarını hareket ettirsin!”
Xie Lian sessizce onları dinledi, gülümsemesi giderek soldu. Kalbi hem üzüntüyle kıvranmış hem de aydınlanmıştı.
Lord Rüzgar Ustası değişmişti, hem de değişmemişti.
Tanrıya şükürler olsun.
Shi Qing Xuan konuştu, “Ekselansları şimdi ne yapacağız? İşte senin için topladığım kişiler, şimdi senin ellerine bırakıyorum.”
İnsan sayısı yeterli değildi ve sadece geçici olarak dayanabilirdi, rün kurulduktan sonra bunun üzerinde daha fazla düşüneceklerdi. Xie Lian cevapladı, “Çok iyi, şimdi bu kadar insanı tutabilecek boş bir alana ihtiyacımız var.”
Onlar konuştukları sırada Hua Cheng hiç konuşmaya dahil olmamıştı, Xie Lian onun şu anda ne düşündüğünü söyleyemezdi. Ancak şimdi konuştu, “Kolay iş. Gege, sadece benimle gel.”
Xie Lian başını salladı ve Shi Qing Xuan neşeyle selamlarken topallayarak oraya gitti, “MİLLET TAKİP EDİN! KAYBOLMAYIN! HEY!”
Xie Lian ona yardım etmek istemişti ama kimsenin yardımı olmadan da yavaşlamadan yürüdüğünü görünce durumu anladı. Böylece büyük bir dilenci grubu gecekondu mahallesinden dışarı itilip bir telaş içinde sokaklara döküldü, çok uzağa gidemeden sinirli bir ses duyuldu, “DURUN BAKALIM ORADA! NE KADAR ÇOKSUNUZ. GECE YARISI BİR ŞEYLER Mİ YAPMAYI PLANLIYORSUNUZ?”
Dilencilerin hepsi büyük ölçüde paniğe kapılmıştı, “AH HAYIR! SADECE GECE DEVRİYESİ!”
Xie Lian, Hua Cheng geriye bakmayınca o da bakma zahmetine girmedi. “Onları umursama.” Sonrasında asker yere yığıldı.
Dilenciler hayrete düştüler ve gevezelik etmeye başladılar, Shi Qing Xuan haykırdı, “SESSİZLİK! DAHA ÇOK ASKERİN DİKKATİNİ ÇEKECEKSİNİZ!”
Böylece grup, fısıltıları susturacak şekilde ses tonunu düşürdü. Hua Cheng yürümeyi kesti ve konuştu, “Gege, bu cadde iş görür.”
“Bu mu?” Xie Lian sordu, “Konuma göre kesinlikle en uygunu bu ama fazla göze çarpmaz mı?”
Bu büyük cadde çok geniş ve ferahtı, düzdü ve asfalttı, ileri doğru gidiyordu. Kraliyet başkentinin ana caddesiydi, tabii ki göze çarpıyordu. Herkes seslendi, “Evet, ya fark edilip yakalanırsak?”
Ancak Hua Cheng şöyle dedi: "Sorun yok. Bizi fark etseler bile yakalayamazlar.”
Xie Lian başını salladı, "Millet, şimdi sizin için şunu açıklığa kavuşturmalıyım. Daha sonra karşılaşabileceğimiz şey çok kötü bir yaratık ve tehlike olabilir. Ancak içeri girerlerse tüm kraliyet başkenti tehlikeye sürüklenir. Bu yüzden tekrar hatırlatmak isterim ki cidden bunu istemeniz ve aklınızda tereddüt olmaması gerekiyor. Korkan veya gitmek isteyen var mı?"
Hiç kimse. Xie Lian devam etti, “Çok güzel, şimdi el ele tutuşun ve geniş bir çember oluşturun.”
Birisi şaşkına dönmüştü, "Bu nasıl bir rün. Sanki bebeklerin el ele tutuşması gibi!”
Shi Qing Xuan bağırdı: "Cidden saçma! sadece talimatları takip edin!"
“Heh! Ol’ Feng sen yanlış anladın, kimse senden fazla saçmalayamaz. Tanrım!”
Kalabalık gevezelik ve telaşla emirleri takip etti ve iki yüz kadar insan el ele tutuştu, Kraliyet başkentinin geniş ve ferah ana caddesinde çok büyük bir insan çemberi oluşturuyorlardı. Shi Qing Xuan sordu, “Biz böyle el ele tutuştukça şu canavarlar kraliyet başkentine giremeyecek değil mi?”
“Hayır.” dedi Xie Lian. “Er ya da geç aşağı doğru hücum edecekler.”
Shi Qing Xuan'ın kafası karışmıştı, "O halde yaptığın bu rün ne işe yarıyor."
“Tuzak!” Xie Lian açıkladı. “Bu düzen bir kez kurulduktan sonra eğer yaratıklar kraliyet başkentinin koruma kalkanını kırıp aşağı inerse etrafa dağılmaktansa bu çembere çekilip tuzağa düşecekler.”
14 notes · View notes
endergelisenataklar · 5 months
Note
deniz gezmis hakkinda soylenilen terorist, polis öldürdü, asker öldürttü, filistinde gerilla egitimi aldi sozleri dogru mu, yani bir kisim inaniyo bir kisim inanmiyo ama dogru bi tanedir ortada illaki kanit da vardir. eger gercejten boyle bisey varsa biz neden savunuyoruz yoksa da onlar niye ortada kanit yokken bunlara inaniyolar. bence bu konuya aciklik getirecej tek kisi sensin bu uygulamada
yani elbette kabul edenler etmeyenler olur. bugün solcu birinin ölüm yıldönümü kutlanır, sağcılar direkt teröristti yaftasını yapıştırır. yarın sağcı birinin ölüm yıldönümü kutlanır, solcular aynı argümanları türetir. kendi şahsım olarak hayatım boyunca insanları hep doğruları ve yanlışlarıyla ele aldım. asla ama asla hiçbir mesleği, ideolojiyi, statüyü, kişiyi, kurumu, kutsamadım. elbette, sevdiğim saygı beslediğim oldukça şey veya şeyler oldu. ama kutsamak, kutsal görmek apayrı bir husus. deniz gezmiş'e gelirsek; adam yaralamıştır, adam kaçırmıştır, banka soymuştur, silahlanmıştır ama silahlanmanın yanlış bir şey olduğunu daha sonra kavramıştır. ama tek bir kişinin canına dahi kastetmemiştir. bunların belli başlı, kiminin haklı, kiminin haksız diyebileceği sebepleri vardır. bu kısımları kendince araştırıp, yorumlayabilirsin. benim bakış açıma gelirsek, kendisi dönemin amerikan sevicilerine karşı antiemperyalist bir tavırla karşısında durmuş ve bütün ömrünü türkiye'nin bağımsızlığına adamıştır. bunu yaparken doğruları olmuş mudur, evet. yanlışları olmuş mudur, ona da evet. ama kısacık ömrünü ülkenin bağımsızlığına adayan biri terörist olamaz, kimse kusura bakmasın. adamı ipe götüren herkes, bir yerlerde milletvekili, belediye başkanı, parti başkanı vs. oldu. zamanında pek tabii o da aynı yolu seçebilirdi. ama yapmadı. ideali uğruna ömrünü feda ettiği için bile saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. bugün mesela celal şengör çıkıp adama "eşkiya" demiş. bunu diyen adam kenan evren'in mezarına çelenk yollayan adam. kendisini sever sayarım ama abi hiç sormazlar mı deniz gezmiş eşkiya oluyorsa kenan evren ne oluyor diye? ona bakılırsa mustafa kemal de padişaha karşı gelip, silahlı bir devrim yaptı. dünyanın her yerinde neredeyse bütün devrimler böyle olur. bunu diyen adama sistem yalakası oportünist derim. başka bir şey diyemem. amerika'nın 6. filosunu deniz gezmiş ve arkadaşları yurttan kovmak için eylem yaparken önlerine dikilenler daha sonra 6. filoya secde ettiler bu ülkede. bununla celal şengör'ün elitist çözüme inanan ve dolayısıyla mandacılığa dahi sıcak bakan birinin çelişkisini kabul etmek akıl dışı kalıyor. bir diğer şey de cehalet. devrim, devrimci, antikapitalizm, antiemperyalizm nedir bilmeden banka soydu, adam kaçırdı demek. abi ne olacaktı? devrim pub'larda konser verilerek yapılmıyor maalesef. köleliğini ve adaletsizliği kanıksamayan insanların isyanı, teröristlik veya eşkiyalık değildir şahsen. banka soymuş, okul basmış, devletle çatışmış: literatüre bakarsan eşkiya da dersin, terörist de, evet. peki ama bunları neden yapmış bu adam, devlet eliyle yapılan bir haksızlığı düzeltmek için mi? ezilen kesimin daha çok refah yüzü görmesi için mi? karşınızda yanlışını kabul etmesini istediğiniz taraf devlet olunca, hukuki yollarla mücadele etme imkanı kalıyor mu? bu açıdan bakınca da, bir kahraman çıkıyor ortaya. dediğim gibi aynı tabloyu, atatürk ve benzeri başka liderler için de çizebiliriz, atatürk kimine göre diktatör kimine göre bir ulusu yoktan var eden bir adamdı. hangisi doğru peki? devlet denen kurum yozlaşmaya her daim müsait olmuştur, halk olarak bizlere düşen, onu takip etmek, koyun gibi sırıtıp, vatan millet devlet diye yüceltmek yerine, gerektiğinde tepki gösterebilmektir. atatürk tam da bu yüzden bursa nutkunu söylemiştir bizlere yani gençlere. kısaca, her devlet böyledir. ve bütün halklar, gerektiğinde devletin onlardan üstün olmadığını hatırlatmalıdır. devlet asayişten ve pembe tablolardan yana olup, her sorunu örtbas etme peşinde olsa bile, büyük tepkilere suskun kalamaz. bu haydi anarşik olalım demek değil. farkındalıklı ve bilinçli olalım demektir. bu yolda da deniz gezmiş benim için bir figürdür.
18 notes · View notes
doriangray1789 · 2 months
Text
Pamuktan prenses mi olur? Prenses dediğin taş olur…
Pamuk cüce ve 7 prenses, yedi prenses ve o cüce, yamuk prenses ve düzgün cüceler, cüce prenses ve selvi boylu alyazmalı, pamuk prenses ve akraba evliliği sonucu oluşan cüceleri, kavruk prenses ve jedi cüceler, uzun cüce ve kırk haramiler (bu yeni masal, cücelik illa da boyla olmaz karakter yapısıyla da cüce olunabilir)
Biz tam 7 cüceyiz, pamuk prensese bile bakarken yedimize yediniz bayram etsin şeklimiz diyenler yokmudur?
merhaba biz pamuk prenses ve yedi cüceleriz. -yerde bile bulsan sayacaksın demişler ablacım, kusura bakma… iki.. üç…dört….(yiğit Özgür karikatürüydü)
prensesin yaşamı, toplumda kadını varedenin erkek olması gerekliliğine paralel olarak önce sonlandırılır sonra prens tarafından yaşama döndürülür. çünkü havvanın olması için ademin kaburga kemiği lazımdır. pamuk prenses önceden ölür, masalı anlatan tanrının düştüğü yanılgıya düşüp onu başıboş bırakamaz çünkü ve havva'nın yiyip adem'i cennetten attırdığı elmanın öcünü prensesten alır. ilk günah elmasını yiyen prenses, prensin başına bir iş açamadan ölüverir ve arınmış olarak yeniden hayata döndürülür. masalcı simgesel olarak ilk günahı telafi eder ve onlar muradına ererken, dünya halkları da günahlarından arınmış olurlar.. Elmanın 🍎 kırmızı, sulu, diri ve lezzetli oluşu altında. aşktan münezzeh, şehveti temsil eder bütün folklörlerde ve her zaman bir kadın tarafından sunulur. bir kadına veya bir erkeğe. ama asla, sunan erkek olmaz. çünkü baştan çıkarmadır nihayetinde ve kadim bilgi sahipleri bir erkeğin hiçbir koşulda isteksiz bir kadını baştan çıkaramayacağı bilinir. öperek uyandırma konusu kadını cinselliğiyle tanıştırmak gibi gelebilir ilk düşünüldüğünde. ama benzer bir örnekle gördük ki, 100 yıl uyuyan prensesin de uykusuna dalmadan önce eline iğne batmış ve kan çıkmıştı. bu konserve edilmiş prenseslerin uykularının suçlulukla girilmiş oruç olduğu kanısı böyle güçleniyor. biri dipdiri bir elmaya diş geçiriyor, biri de bütün uyarılara rağmen "iğne" batmasıyla kanıyor.
şehvetle kanı zehirlenen ve masumiyetini yitiren bu "zavallı" prensesi cam bir tabutta ölmeden uyumaya mahkum edenler, kadının zevkle yapılan her şeyden suçluluk duymaya alıştırmış feodalitenin paryalarıdır. ÖLÜME KARŞI DOĞUMU - YAŞAMI ELİNDE BULUNDURAN KADIN… prensesler ölmezler, ama yaşamazlar da. taa ki, yine beyaz bir at üzerinde gelecek, düzenin "iyi" temsilcisi prince charming dudaklarından masumane öpene kadar.
Öte yandan, bu masalda fiziksel engellilere yönelik bir ayrımın da var. pamuk prenses'in onca yokluk içinde cücelerden herhangi biriyle değil de bir prensle öpüşecek olması, son tahlilde, masal dinleyicisine, toplumun cücelere bakış açıcını da ortaya koyar.
Bir de sen kimsin lan bizim mahallenin kızına sarkıyon… hayırdır.. o prensi hadım ederler
her şeyden önce bu kızcağızın orijinal adı snowwhite'tır; "karbeyaz"… saf, eldeğmemiş, masum ama soğuk… frijit değil, henüz ateş yüzü görmemiş, ısınmamış, vücudu yanaklarını kızartacak hormonları salıvermemiş yani huri…
grameride yanlış.. 7 cüce olmalı.. 3 bebeğe 3 bebekler mi dersin..
çocuklar için hep kötü örnek olmuştur zaten (o yaşta, bir prens tarafından öpülmenin ölüyü bile diriltebileceği inancıyla büyüdük lan biz
12 notes · View notes
turqlands · 26 days
Text
Bu yolun sonu “Türk-Kürt-Arap Federasyonu” mu?
M.Tanzer Ünal
Makaleyi mutlaka okuyun.
Ülkemizde son günlerde “akıl dışı” olaylar yaşanıyor.
Acayip!
Sabah uyanıyoruz, bakıyoruz Dışişleri Bakanlığı’ndan bir müjde (!)
“15 yaş altı ve 50 yaş üstü Iraklılar, 1 Eylül’den itibaren ülkemize vizesiz girebilecek.”
Haydaaa…
Nereden çıktı bu karar?
Neden böyle bir karar alındı?
Bu kararın mantığı ne?
Ülkemiz, bu karardan ne kazanacak, ne kaybedecek?
Hiçbir açıklama yok.
Emir, büyük yerden!
Patron emretti, uyguluyoruz.
Şimdi vatanımızın geleceğinden kaygı duyan herkes, bunu tartışıyor.
Şunun şurasında bir hafta sonra uygulama başlayacak, sınır kapılarında Iraklılara hiçbir güçlük çıkarılmayacak ve vize sorulmayacak.
Pasaportuna damga vurduran elini kolunu sallayarak Türkiye’ye girebilecek.
Ülkemizde ne kadar kalacaklar?
Dönecekler mi, dönmeyecekler mi?
Ne iş yapacaklar, geçimlerini nasıl sağlayacaklar?
Sağlık ve eğitim hizmetlerini bedava mı alacaklar?
Bunlara da ileride vatandaşlık verilecek mi?
Kafalarda onlarca soru…
Cevabı var mı bu soruların?
Yok!
Irak’la ilgili bazı bilgiler
1 Eylül’den itibaren Iraklılar artık elini kolunu sallaya sallaya ülkemize girebileceğine göre, Irak’la ilgili bazı bilgileri beynimizin bir köşesine yerleştirmekte yarar var.
*Irak’ın nüfusu, 45 milyon.
*Halkın yüzde 42’si okuma yazma bilmiyor.
*Ortalama eğitim seviyesi, 3 yıl.
*Kişi başına milli gelir, 4.600 dolar.
*Nüfusun yüzde 75’i Arap, yüzde 20’si Kürt, yüzde 5’i diğer.
*İnsanların çoğu mesleksiz. “Birey” sayısı çok az. Devletten aldıkları “şartlı sosyal yardımla” geçiniyorlar, yönetenlere biat ederlerse yardım almaya devam ediyorlar.
*Dünya Bankası verilerine göre, “çalışma verimi” çok düşük. Devlette çalışan bir memur ve işçinin günlük verimi, sadece 17 dakika.
*Mesleksizlik ve işsizlik, gençlerde büyük sorun yaratmış durumda. Gençler, çoğunlukla gelişmiş başka ülkelere gitmek istiyor, bunu başaramayanlar da PKK veya diğer terör örgütlerinin aylık 300-400 dolarlık militan olma tekliflerine evet demek zorunda kalıyorlar.
*Irak, her ne kadar görünürde biri merkezi (Irak Cumhuriyeti), diğeri bölgesel (Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi) iki hükümet tarafından yönetiliyorsa da, ülkenin esas patronu ABD.
İşte, vizesiz kapılarımızı açtığımız Irak’ın durumu bu.
Kafalarda bir soru daha…
15 yaş altı ve 50 yaş üstü Iraklılara vize uygulanmayacağına göre, 45 milyon nüfusun acaba ne kadarı bu yaş diliminde?
45 milyon nüfusun yarısı…
Yani en az 20 milyon.
Demek bu 20 milyon Iraklı, artık bundan sonra değişik zaman dilimlerinde aramızda olacak.
Bu işin içinde bir “hinlik” var
Yaşadıklarımız, normal değil.
Bu işin içinde bir “hinlik” var.
Yıllardır, 13 milyon sığınmacıdan (işgalciden) ülkemizi kurtarmak için mücadele ederken, şimdi bir de başımıza “vizesiz Iraklılar” çıktı.
Adeta “Moğol istilası” altındayız.
Mevcut 13 milyon sığınmacı…
Buna Türkiye’ye vizesiz girme hakkı olan 20 milyon Iraklının 10 milyonunu da ekleyin, ne yaptı?
23 milyon…
Türkiye’de doğurganlık hızı, yani bir kadının yaşamı boyunca hayata getirdiği çocuk sayısı, 1.5.
Irak, Suriye, Afganistan gibi, vatandaşları Türkiye’ye sığınan ülkelerde bu sayı kaç biliyor musunuz?
Kadın başına 3.5.
Bu da demek oluyor ki, Türkiye’nin demografik yapısı önümüzdeki 10 yıl içinde hızla değişecek.
İşte bu nedenle “İşin içinde bir hinlik var” dedim.
“Türksüz, Türkiye projesi”ne doğru koşar adım
Emperyalist devletler, “Türk vatandaşlığı üzerine inşa edilmiş 100 yıllık bir toplumsal kültürü” yok etmek istiyorlar.
Kendilerini bu topraklardan kovan Atatürk’ten ve Cumhuriyet’in kuruluşundan intikam almak istiyorlar.
Ülkemizde “kendilerini Türk bilenlerin” sayısını hızla azaltmak istiyorlar.
Hedeflerine koşar adım yürüyorlar.
Bu yaşadıklarımızın hiçbiri tesadüf değil.
Hepsi planlı programlı.
Hepsi bilinçli…
Amerika’da yazılan BOP senaryosu, noktasına virgülüne kadar uygulanıyor.
Filmi AKP döneminin ilk yıllarına sarın, “TC”, resmi dairelerden silindi mi?
Silindi…
“Türk milliyetçiliği” ayaklar altına alındı mı?
Alındı…
“Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyen andımız, okullardan kaldırıldı mı?
Kaldırıldı…
Ülkeyi yönetenler, “Türk milleti” demeyeli kaç yıl oldu, bir de bunu düşünün!
Daha hangi birini sayayım?
Yahu, Turizm Bakanlığı bile “Türk” kelimesine karşı savaş açtı.
Müzik korolarının başındaki “Türk” kelimesi kaldırıldı, uyduruk sözcükler kondu.
Örneğin, “Edirne Devlet Türk Müziği Topluluğu”nun ismi, “Edirne Rumeli Müzikleri Topluluğu” olarak değiştirildi.
Emperyalist devletler, yıllardır uyguladıkları “Türksüz, Türkiye projesi”nde son aşamaya geldiler.
Bir taraftan yasaklarla “Türklüğü” unutturuyorlar, diğer taraftan ülkemizdeki Türkleri;Iraklı, Suriyeli, Afganlı işgalleriyle “azınlık” hale getiriyorlar.
Kartlarını açık oynuyorlar, ama ne yazık ki toplum “afyon yutmuş gibi” olup biteni alkışlamaya devam ediyor.
Bu yolun sonu ne biliyor musunuz, “Türk-Kürt-Arap Federasyonu”!
Federasyon da biliyorsunuz, bir ülkeyi parçalamanın ön adımı.
Federasyon kurulur, bir süre sonra her bir federasyon bir parça toprak alıp kendi yoluna gider.
Benim gördüğüm bu.
Tehlikeli sularda yüzüyoruz.
Dikkat edin, emperyalistler, bütün düğmelere aynı anda bastılar.
Hukuksuz devlet…
Ekonomik kaos…
Yönetim krizi…
13 milyon sığınmacı…
Şimdi de “vizesiz Iraklılar”…
Türkiye, tam teslim alındı.
Türkiye, 100 yıl sonra bir kez daha “kurtarılması gereken ülke” konumunda.
Artık uyanalım!
Yarın, çok geç olabilir.
(Alıntı)
9 notes · View notes
egotangoo · 2 months
Note
Güzel koku bağımlısısın sanırım
Evet. Her şeyim çok güzel kokmalı. Kıyafetim parfümüm saç kremim yüz kremim hepsini kokusuna göre seçiyorum. Kız arkadaşlarımın parfümlerini seçiyorum. Biri güzel kokmuyorsa onunla iletişim kuramıyorum. Koku benim için çok önemli ya. Kokuya göre insanları yakın veya uzak bulabiliyorum illaha kötü kokması da gerekmiyor. Şekerli parfümler falan çok uzak bana. Herkesin beğendiği dalin kokusundan da hoşlanmıyorum. Erkek parfümlerinin yarısı traş losyonu gibi. O kadar ağır kokular çok itici. Kadınların baskın kullandığı ve üstünde yıkandıkları kokular ve o kokunun karışması falan çok kötü. Çok nahif kendine has kokular var müthiş mesela. Bir de temizlik diye bir koku var. Genelde anne evinde yıkanan çamaşır mesela. O kokuya aşığım böyle tişörtü giyiyorsun mis. Dustan çıkıp havluyu alıyorsun üstüne hayat işte bu falan oluyorsun o net anne kokusu yani.
8 notes · View notes
uyumadan · 4 months
Text
Tumblr'da 2011 yılında ilk blogumu açtığımda arayüzü bu şekildeydi.
Tumblr media
Tabii bu Tumblr'ı yaratan David Karp'ın profilinden çekilmiş bir ekran görüntüsü. O zamanlar Tumblr'da bir şey patlayıp çatladığında David'den bahsederdik hep. Herif o yıl 25 yaşındaymış.
Arayüz ne enteresan değil mi? Tumblr'ı hangi temada kullanıyorsunuz bilmiyorum fakat ben örneğin kapkara olan temayı kullanıyorum daima. O zamanlar Tumblr mavisi denen renkti bu ekrandaki, oturmuştu yani. Üstteki post barı Tumblr'ın ikonik bir elemanı, ondan kolay kolay vazgeçmezler fakat görüleceği üzere o zamanlar çok ilginç bir tasarımı vardı. Web 2.0 denen, o dönem çok popüler olan bol gradyanlı akımın etkileri göze çarpıyor illaki. En önemli durumlardan biri de, bildirimler postların arasında dashboard'a ve blogun kullanıcının görebildiği sayfasına böyle satır satır düşüyordu. Sohbet mohbet diye bir olay yoktu, soru sorar veya gönderi yapardın ve sende bir kopyası kalmazdı. Bugün soru gönderme konsepti halen aynı durumda tabii fakat o zamanlar iletişim için yalnızca bunu kullanabiliyorduk, ne enteresan değil mi?
Tabii o zamanlar m*bil arayüz saçmalığı daha yok. Sike sike oturacaksın o bilgisayar karşısına. Sonra hem mobil, hem Facebook etkisi olarak tüm sosyal ağların tasarımı birbirinin aynısı oldu. Tumblr zaten en son gitti Twitter'ın tasarımını birebir arakladı. Ulan sen Tumblr'sın, Twitter gitsin senden çalsın. Çöplük lan orası. Yıllar önce buranın asosyal ama dolu diyebileceğimiz bir avuç kitlesi yeni insanların buraya üye olmasını pek istemezdi. O yıllarda benim mizahım diğer sosyal ağlarda pek anlaşılmazken burada ilgi görüyordu. O dönem herkes Temel fıkrası falan paylaşıyordu Facebook'ta amk. Twitter'dakiler sik sik tespitler yapıp o şişme sosyal ağın akışına kapılırken, mizah anlayışları tek tipleşirken diğer yanda da insanlar birbirlerine Formspring üzerinden hayatlarındaki önemsiz detayları soruyordu. Öte yanda asla anlayamadığım, şu an şu mekandayım diye Foursquare'de konum paylaşanlar vesaire vesaire.
O kadar yazdım, halen daha konu bir yere bağlanacak mı ben de bilmiyorum. Öyle bar bar bar bar konuşasım geldi. O dönemin tasarımı bahane. Elbette ayrı seviyorum, şu an ipini koparan herkes internette kendi hesabıyla peydah oldu, eskiden kafası basan girerdi. E öyle olunca arayüzler de ortalamanın düşen zekasına göre bir evrim geçirdi. Fakat o bir yana, o tasarım bana o zamanları anımsatıyor. Gerçi düşünüyorum da, o zamanki her şey bir anda şimdi tekrar var olsa ben sanırım yine kendimi yabancı hissedeceğim her şeye. O noktayı aştık diye düşünüyorum. Bu saatten sonrası nostaljinin lüzumsuz edebiyatı, nostalji unsurunu doğuran parametreler var olduğunda mutluluk vermeyeceğinin farkında olmak en iyisi. Sadece geçmişe bakıp her şeyin iyi yanını hatırlıyorsun. O yıllar benim için önemliydi, keşke başa dönüp şu hayatı bir de tecrübeli biri olarak oynasam diyorum. Yoksa Tumblr mambılır bahane. O sadece geçmişe bakan bir pencere
7 notes · View notes
siir-defterim · 6 months
Text
Tumblr media
Geçen seneydi sanırım...
Cumartesi günü Kadıköy çarşıya indik, Mercan’da bir ekmek arası midye yiyelim dedik. Hava da buz gibiydi, içimiz ısınsın diye içeri geçtik, çıktık üst kata..
Kalkmamıza yakın arkamıza bir anne-kız geldi oturdu.
Soğuktan donan bizim gibi içeri atıyor kendini, tüm masalar doldu, garson oradan oraya koşturup duruyor.
Arkam dönük ama farkındayım, bir türlü dikkatini çekemediler adamın. Sonunda kadıncağız yüksek sesle seslendi :
-“ Kardeş, bakar mısın..!”
Hani filmlerde olur ya, zaman tüneline girer, döne döne bambaşka bir devirde bulur insanlar kendilerini..
Öyle oldum.
“Kardeş, bakar mısın?”
Yahu, biz çocukken tanımadığımız herkese böyle seslenilirdi..!!
Çünkü kalben, tanıdık-yabancı herkesin kardeş olduğuna inanarak büyütülürdük, yetişirdik biz.
Pazarda sebzeleri taşıyan hamal kardeşti, yolda adres sorduğumuz takım elbiseli adam da öyle, parkta salıncağımızı kapan çocuk da kardeşti, okul çıkışında renkli macun satan delikanlı da, kasapta sıra beklerken anneannemin sohbet ettiği teyzeler de..
Aslında nasıl bir sosyal adalet düşünsenize: “Herkes eşit!!”
Çocuk bahçesinde oynarken bir çocuk kaydırak sırasında sizi ittirip önünüze geçince veya tahtıravalliye sizden önce koşup binince, anne-babalar uyarırdı hemen :
-“Kızılmaz öyle! O senin kardeşin..”
Yani o yaştan itibaren, birbirimize karşı hoşgörülü olmayı öğrenirdik.
Hepimiz kardeşiz sonunda, ve birbirimize karşı anlayışlı, sabırlı olmalıyız.
Kızım üç yaşındayken, bir salıncak kuyruğunda, sıra kimin çocuğunda diye kavga eden iki anneyi gördüğümden beri şok içindeyim.
Biz neyi yanlış yapıyoruz diye sordum kendime o anda..
“Kızılmaz, o senin kardeşin” den, iki çocuk adına kavga ederek örnek olan annelere..
Bu ne zaman bu kadar değişti?
Niye değişti?
Sonra düşündüm ki, bu iki soru çok anlamsız aslında.
Sorulması gereken şu : Doğrusu hangisi?
Şimdi facebookda, orada burada yorumlar yazılıyor görüyoruz ya hani, “Biz buyuz, lanet olsun..” “Bu millet bunu hak ediyor “ .
O feci, dayanılmaz gündüz kuşağı saçma sapan programlarını izleyip de, aile içi en gizli derdini milyonların önünde paylaşan garip tiplere, “işte bizim özümüz bu” diyen arkadaşlarım var ya benim..
Siz özümüzü ne zannediyorsanız, sizin karşınıza “işte o” insanlar çıkıyor.
Peki, biz bundan mı ibaretiz ?
Bence değiliz.
Hangi dünya ülkesinde çocuğunu “siz kardeşsiniz” diye yetiştirecek bir bilgelik vardır sizce?
Anadolu’da bir köye gidin bakın, kendi aç kalır, son bardak ayranını size ikram eder.
Bir kamyon şoförüne , sigarasının izmaritini yere atmamayı öğretemezsiniz belki, ama bir zorda kalsanız, koşar yardıma gelir.
Yere biri düştü mü, on kişi toplanır başına , onu oradan kaldırmak için..
Şu sıralar daha değişik görünüyor olmamız, özümüzün değiştiği anlamına gelmiyor.
Ben özümüzün hala şahane olduğuna, ve bir süreliğine gömülmüş bu yönümüzü aslında hepimizin çok özlediğine şahidim.
İşte bu sayfada bana yazdığınız o yorumlardan görüyorum bunu.
Sadece birine “kardeş” diye hitap etmek bile, karşı tarafın yüreğini yumuşatmaz mı? İkinizin “bir” olduğunu düşündürmez mi?
Bence şu güzelim, şu hırpalanmış, şu inanılmaz derecede bahtsız ve aynı zamanda akıl almaz derecede şanslı ülkede, bizler hepimiz bin bir renkten acaip bir ahenk oluşturan kocaman bir aile değil miyiz?
Hem hangi kardeş birbirine tıpatıp benzer ki?
Birbirine kızar, küser, farklı görüşte olabilir, hayat kardeşleri farklı yollara sürmüş, farklı giysiler giydirmiş de olabilir.
Ama onlar özde kardeştir.
Birinin eli kesilse, öbürünün canı acır diğer odada..
Kardeşlik tam da böyle bir şeydir.
Bir şey oldu, bir virus girdi içimize, hani şu bilgisayarlarımıza girenler var ya.. İşte onlardan..
Fabrika ayarlarımıza dönmek çok kolay.
Şifre sorarsa hayat size...
Şifremiz şu : “Bakar mısın kardeş🙏🙏💖💖
Hayal Ağacım
Bige Güven Kızılay
7 notes · View notes
baybaykus · 19 days
Text
Bu yolun sonu “Türk-Kürt-Arap Federasyonu” mu?
(M.Tanzer Ünal)
Ülkemizde son günlerde “akıl dışı” olaylar yaşanıyor.
Acayip!
Sabah uyanıyoruz, bakıyoruz Dışişleri Bakanlığı’ndan bir müjde (!)
“15 yaş altı ve 50 yaş üstü Iraklılar, 1 Eylül’den itibaren ülkemize vizesiz girebilecek.”
Haydaaa…
Nereden çıktı bu karar?
Neden böyle bir karar alındı?
Bu kararın mantığı ne?
Ülkemiz, bu karardan ne kazanacak, ne kaybedecek?
Hiçbir açıklama yok.
Emir, büyük yerden!
Patron emretti, uyguluyoruz.
Şimdi vatanımızın geleceğinden kaygı duyan herkes, bunu tartışıyor.
Şunun şurasında bir hafta sonra uygulama başlayacak, sınır kapılarında Iraklılara hiçbir güçlük çıkarılmayacak ve vize sorulmayacak.
Pasaportuna damga vurduran elini kolunu sallayarak Türkiye’ye girebilecek.
Ülkemizde ne kadar kalacaklar?
Dönecekler mi, dönmeyecekler mi?
Ne iş yapacaklar, geçimlerini nasıl sağlayacaklar?
Sağlık ve eğitim hizmetlerini bedava mı alacaklar?
Bunlara da ileride vatandaşlık verilecek mi?
Kafalarda onlarca soru…
Cevabı var mı bu soruların?
Yok!
Irak’la ilgili bazı bilgiler
1 Eylül’den itibaren Iraklılar artık elini kolunu sallaya sallaya ülkemize girebileceğine göre, Irak’la ilgili bazı bilgileri beynimizin bir köşesine yerleştirmekte yarar var.
*Irak’ın nüfusu, 45 milyon.
*Halkın yüzde 42’si okuma yazma bilmiyor.
*Ortalama eğitim seviyesi, 3 yıl.
*Kişi başına milli gelir, 4.600 dolar.
*Nüfusun yüzde 75’i Arap, yüzde 20’si Kürt, yüzde 5’i diğer.
*İnsanların çoğu mesleksiz. “Birey” sayısı çok az. Devletten aldıkları “şartlı sosyal yardımla” geçiniyorlar, yönetenlere biat ederlerse yardım almaya devam ediyorlar.
*Dünya Bankası verilerine göre, “çalışma verimi” çok düşük. Devlette çalışan bir memur ve işçinin günlük verimi, sadece 17 dakika.
*Mesleksizlik ve işsizlik, gençlerde büyük sorun yaratmış durumda. Gençler, çoğunlukla gelişmiş başka ülkelere gitmek istiyor, bunu başaramayanlar da PKK veya diğer terör örgütlerinin aylık 300-400 dolarlık militan olma tekliflerine evet demek zorunda kalıyorlar.
*Irak, her ne kadar görünürde biri merkezi (Irak Cumhuriyeti), diğeri bölgesel (Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi) iki hükümet tarafından yönetiliyorsa da, ülkenin esas patronu ABD.
İşte, vizesiz kapılarımızı açtığımız Irak’ın durumu bu.
Kafalarda bir soru daha…
15 yaş altı ve 50 yaş üstü Iraklılara vize uygulanmayacağına göre, 45 milyon nüfusun acaba ne kadarı bu yaş diliminde?
45 milyon nüfusun yarısı…
Yani en az 20 milyon.
Demek bu 20 milyon Iraklı, artık bundan sonra değişik zaman dilimlerinde aramızda olacak.
Bu işin içinde bir “hinlik” var
Yaşadıklarımız, normal değil.
Bu işin içinde bir “hinlik” var.
Yıllardır, 13 milyon sığınmacıdan (işgalciden) ülkemizi kurtarmak için mücadele ederken, şimdi bir de başımıza “vizesiz Iraklılar” çıktı.
Adeta “Moğol istilası” altındayız.
Mevcut 13 milyon sığınmacı…
Buna Türkiye’ye vizesiz girme hakkı olan 20 milyon Iraklının 10 milyonunu da ekleyin, ne yaptı?
23 milyon…
Türkiye’de doğurganlık hızı, yani bir kadının yaşamı boyunca hayata getirdiği çocuk sayısı, 1.5.
Irak, Suriye, Afganistan gibi, vatandaşları Türkiye’ye sığınan ülkelerde bu sayı kaç biliyor musunuz?
Kadın başına 3.5.
Bu da demek oluyor ki, Türkiye’nin demografik yapısı önümüzdeki 10 yıl içinde hızla değişecek.
İşte bu nedenle “İşin içinde bir hinlik var” dedim.
“Türksüz, Türkiye projesi”ne doğru koşar adım
Emperyalist devletler, “Türk vatandaşlığı üzerine inşa edilmiş 100 yıllık bir toplumsal kültürü” yok etmek istiyorlar.
Kendilerini bu topraklardan kovan Atatürk’ten ve Cumhuriyet’in kuruluşundan intikam almak istiyorlar.
Ülkemizde “kendilerini Türk bilenlerin” sayısını hızla azaltmak istiyorlar.
Hedeflerine koşar adım yürüyorlar.
Bu yaşadıklarımızın hiçbiri tesadüf değil.
Hepsi planlı programlı.
Hepsi bilinçli…
Amerika’da yazılan BOP senaryosu, noktasına virgülüne kadar uygulanıyor.
Filmi AKP döneminin ilk yıllarına sarın, “TC”, resmi dairelerden silindi mi?
Silindi…
“Türk milliyetçiliği” ayaklar altına alındı mı?
Alındı…
“Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyen andımız, okullardan kaldırıldı mı?
Kaldırıldı…
Ülkeyi yönetenler, “Türk milleti” demeyeli kaç yıl oldu, bir de bunu düşünün!
Daha hangi birini sayayım?
Yahu, Turizm Bakanlığı bile “Türk” kelimesine karşı savaş açtı.
Müzik korolarının başındaki “Türk” kelimesi kaldırıldı, uyduruk sözcükler kondu.
Örneğin, “Edirne Devlet Türk Müziği Topluluğu”nun ismi, “Edirne Rumeli Müzikleri Topluluğu” olarak değiştirildi.
Emperyalist devletler, yıllardır uyguladıkları “Türksüz, Türkiye projesi”nde son aşamaya geldiler.
Bir taraftan yasaklarla “Türklüğü” unutturuyorlar, diğer taraftan ülkemizdeki Türkleri;Iraklı, Suriyeli, Afganlı işgalleriyle “azınlık” hale getiriyorlar.
Kartlarını açık oynuyorlar, ama ne yazık ki toplum “afyon yutmuş gibi” olup biteni alkışlamaya devam ediyor.
Bu yolun sonu ne biliyor musunuz, “Türk-Kürt-Arap Federasyonu”!
Federasyon da biliyorsunuz, bir ülkeyi parçalamanın ön adımı.
Federasyon kurulur, bir süre sonra her bir federasyon bir parça toprak alıp kendi yoluna gider.
Benim gördüğüm bu.
Tehlikeli sularda yüzüyoruz.
Dikkat edin, emperyalistler, bütün düğmelere aynı anda bastılar.
Hukuksuz devlet…
Ekonomik kaos…
Yönetim krizi…
13 milyon sığınmacı…
Şimdi de “vizesiz Iraklılar”…
Türkiye, tam teslim alındı.
Türkiye, 100 yıl sonra bir kez daha “kurtarılması gereken ülke” konumunda.
Artık uyanalım!
Yarın, çok geç olabilir.
Alıntı
3 notes · View notes
Note
Tabi hiçbir hemcinsim kimseye muhtaç değil hepimiz ayaklarımızın üstünde duracağız kimseye kendimizi ezdirmeyip birbirimizin en büyük destekçisi olacağız bizi bizden başka kimse sesimizi duyamaz o yüzden birbirimizin sesi olacağız
Bir şey diyim mi bende gerçekten hani son attığımı okumuşsundur belki de artık anonim olarak mesaj atarsa cevap bile vermem çünkü hemcinsimin kendini bu kadar rezil etmesi çok berbat olay
Benim anlamadığım olay biri hemcinsine nasıl böyle rahatlıkla kötü laflar ediyor veya bir erkek için kavga eder ben halen anlamış değilim gerçekten millet kafayı yemiş onlar adına ben daha fazla utanıyorum ben kadınların güçlü olduklarını kimsenin bizi ezmemesini sağlamaya çalışıyorum ama başkası gelip böyle rahat bir şekilde kendini küçük düşürüyor çok utanıyorum
Offfff kızımm sen benim parelel evrendeki halim misin nesin her gün bu konuşmayı kendini değersiz gören kendini erkeklere ezdiren güçsüz ezik gibi davranan onlarca hemcinsime yapıyorum kafaları basmıyor ciddiyim bizi bizden başka kollayacak kimse yokken böyle davranmak ta ne yaa anlamıyorum. Bir erkek için kavga edenlerden ve bir erkeğin peşinden koşanlardan hiç bahsetme valla kusarımmmm onlar adına utanıyorum hiç mi gururları yok anlamıyorum... Daha söyleyecek çom sey var aslında ama neyse
Burdanda seslenmiş olayım tam yukarıda tarif ettiğim kişilere bu blog kapalıdır!
20 notes · View notes
aynodndr · 8 days
Text
Tumblr media
Bir yerde vedanın başlangıcı olarak yazdığı bu satırlar çok uzun bir iç döküş. Sanki bir parçalanma:😔
"Sizin hiç canlı canlı kolunuzu kestiler mi?
Hiç elinizi uzattınız mı ocakta yanan ateşin üzerine?
Demir tokmakları, başınıza başınıza indirdiler mi iri yarı adamlar?
Gözü dönmüş birileri kırdılar mı parmaklarınızı?
Tel örgülere takıldı mı sırtınız yerlerde sürünürken?
Birisi gelip kolunuzu kıvırdı mı arkaya, zorlayarak "çat" diye kırıverdi mi?
Çaresizlik denilen; çaresi bulunmayan tek gerçek, sarıldı mı boğazınıza?
Adamın biri gelip iki gözünüze iki parmağını sokup, kör etti mi sizi?
Büyük değirmen taşlarını getirip koydular mı üzerinize, sırt üstü yatarken?
İyice bilenmiş bir bıçağı böğrünüze sokup çevirdiler mi 360 derece?
Ayağınız kayıp yola düştüğünüzde, bacağınızın üzerinden hiç kamyon geçti mi?
Su diye size uzatılan bardağı kafanıza diktiğinizde içinde asit olduğunu fark ettiniz mi?
Demir bir çubuk boğazınızdan girip boyununuzun arkasından çıktı mı hiç?
Yolda sessiz sakin yürürken, aniden birisi gelip suratınızın en ortalık yerine muhteşem bir yumruk savurdu mu?
Balkondan düşen koca bir saksı, tam kafanızın ortasına indi mi?
Evinizin alev alev ateşler içinde yandığını seyrettiniz mi?
Bir insanın sel suları içinde çırpına çırpına can verdiğini gördünüz mü?
Veya bütün bunları görmemiş, yaşamamış bile olsanız, biraz düşününüz.
İşte bunların hepsi bir anda, benim başıma geldi.
19 yıl babalık etmeye çalıştığım, Allah'ın bana emaneti, canım, gülüm, hayatım, her şeyim, birtanem, sebeb-i hayatım, evladım, oğlum Nihad, 3 dakika içinde yok olası kollarımın arasında ölüp gitti.
Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Kapının camı şahdamarını kesmişti.
Fıskiye gibi kan fışkırıyordu. Kan fışkırıyordu, umutlarım, istikbalim, hayatım yerlere dökülüyordu. Bana yakın durması gereken oğlum, beni ölmeden öldürüyordu...
Bugün senden ayrılalı tam 1 yıl oldu. 365 günün, bir tanesinde bile seni göremedim, elini tutamadım, yanağını öpemedim, bağrıma basıp sıkı sıkı sarılamadım. Evde tek başıma otururken, kapıda anahtar dönmedi ve sen içeriye girmedin. Bir tek gece odanın ışığı yanmadı. Ben kapını açıp, "yatıyorum, sen yatmıyor musun?" diye soramadım...
Yaşamak canımı sıkmaya başladı.Sekreterim Gül, senin aradığına dair bir tek not vermedi tam 365 gündür. Bu kadar çabuk mu unuttun beni diye düşünüyorum zaman zaman. Ama beni unutmayacağını, unutmadığını biliyorum, ben de biliyorum, halan da biliyor, enişten de, Ece de. Ama oradan bir bağlantı kurulması mümkün değil...
Günler geçiyor arslanım. Her geçen dakikayı beni sana yaklaştırdığı için seviyorum. Eskiden nasıl üzülürdüm zaman geçiyor, birgün senden ayrılacağım diye. Ama şimdi her şey tersine döndü... Her şeye tahammül edebiliyor insan. Allah böyle bir sabır vermiş kullarına. Ama tahammülü mümkün olmayan bir tek şey var. Senin sevginden mahrum olmak. Bunu hissedememek.
İşte ölmeden bu öldürüyor insanı."
31Ağustos 1996 yılında kaybettiği oğlunun ardından 23 Temmuz 2000 yılında geçirdiği kalp krizi sonucunda vefat eden ustamızın ve oğlunun mekanı cennet ola..
4 notes · View notes
amezhu · 1 month
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
221. BÖLÜM - Hayalet Kral ile tanışma - Veliaht prensin sarayında saklanma -
Bu sefer Hua Cheng’in gülümsemesi sahte değildi. Aksine, daha da parlaktı. Guoshi şaşıp kalmıştı, elini kaldırıp parmağıyla onu işaret etti, “…Sen sen sen, o sensin! O çocuk! Sen o çocuksun!
Parmağı ve sesi cidden titriyordu. Hua Cheng neşeliydi ve hiç konuşmadı, ama yüzünden her şey açıkça okunuyordu; haklısın, ben neredeyse tüm TaiCang dağını yakıp kül eden Yalnızlık Yıldızının kendisiyim!
“…”
Guoshi döndü ve talep etti, “Ekselansları, neler oluyor? Biraz açıklasan?”
Xie Lian ellerini açtı ve utanarak gülümseyerek omuz silkti, “İşte… gördüğün gibi.”
Guoshi tamamen şok olmuştu. Sağ elinin arkasını sol eliyle defalarca şaklattı, sonunda konuşabilmişti, “Gördün mü? Gördün mü gördün mü gördün mü, sana demiştim! Sana Yüce Hayalet Kralların bu kadar kolay kışkırttırılmaması gerektiğini söylemiştim. O kadar genç yaşta, öylesine korkunç bir ısrarla karşınıza çıkıyor ki! Ne zamandan beriydi, sekiz yüz yıldır! SEKİZ YÜZ YIL! Sekiz yüz yıld��r seni takip ediyor. Korkunç, çok korkunç! Benim fallarım cidden fazlasıyla doğru!”
“Lütfen usta, lütfen bırak şunu, artık bunun hakkında konuşmayalım...” Xie Lian yalvardı. ‌
İçten içe düşündü, ‘sen muhtemelen on bin tanrı mağarasının tamamını dolduran ilahi heykelleri görmedin bile. Bunu görseydi, muhtemelen Hua Cheng'i sellerin vahşi bir canavarı, deli, çılgın bir hayalet sanır ve Xie Lian'ı kolunun altına alıp kaçardı.’ Guoshi hâlâ şokunu atlatamamıştı, "Hayır, bu şekilde çok korkutucu, bu çok derin bir saplantı ve hesaplama! Ekselansları, kesinlikle dikkatli olmalısınız, bu şekilde kolayca istismar edilirsiniz, sizi kandırmasına karşı dikkatli olun!"
Xie Lian, "San Lang böyle bir şey yapmaz," dedi.
Hua Cheng de sert bir sesle, "Çok fazla düşünüyorsunuz. Herkesi kandırabilirim ama Ekselanslarını değil." dedi.
Guoshi tartışmak için eğildi, "Seni kurnaz genç adam, anlamadığımı sanma. Ekselanslarının bu konuda çok bilgili olmadığı gerçeğini tam olarak kullanmıyor musun? Neden hemen şimdi yüzüme karşı ruhani gücün nasıl ödünç verildiğini söylemiyorsun? Kaç şekilde ödünç verilebilir ve sen nasıl ödünç veriyorsun? ‌Ekselanslarına ne dedin?”
“…”
Tumblr media
Xie Lian bağırmaya başladı ve rastgele sesler çıkararak haykırdı, “HAHAHAHA PEKALA PEKALA! BOŞVERELİM, ÖDÜNÇ ALDIĞIN SÜRECE NASIL OLDUĞUNUN NE ÖNEMİ VAR, DEĞİL Mİ? HAHAHA HEPSİ AYNI ŞEY! HEPSİ AYNI!”
Eğer konuya devam ederlerse, kaynayan ve boğulan bir ördek gibi kanat çırpmaya başlayacaktı. Xie Lian aniden ciddileşti, “Pekala, artık ciddi işler konuşalım. Şu an bizi buraya kilitledi ve hala harekete geçmedi, ne planlıyor?”
“Muhtemelen senin için başka bir bilmece düşünüyor.” Dedi Hua Cheng.
“Peki bu nasıl yapılabilir?” Xie Lian merak etti.
“Söylemesi zor.” Dedi Guoshi, “Doğruyu söylemek gerekirse her şey mümkün. Ekselansları, konuyu değiştirmeyin! Size tavsiye veriyorum şurada, sapkınlıkların zihninizi karıştırmasına izin vermeyin veya tatlı sözcüklere aldanmayın. Diyorum ki o…”
Tam o sıra Hua Cheng karanlık bir şekilde konuştu, “Gege, biri geliyor.”
“Bana yalan söyleyebileceğini düşünme.”  Dedi Guoshi, “Ekselansları gibi beni kolayca kandıramazsın…”
Ama Xie Lian, “Ah, usta, sana yalan söylemiyor, gerçekten biri geliyor, öncelikle saklanalım.”
Hua Cheng ile birlikte, hafifçe ayaklarıyla hücrenin tavanındaki kirişe sıçrayıp saklandılar.
Odanın dışından dağınık ayak seslerinin gelmesi uzun sürmedi. Bir adam kapıyı tekmeleyerek açtı ve zevkle çılgınca güldü, “WHAWHAHHAHA, CENNET ALEMİ TAM Bİ ÇÖPLÜK! ENİNDE SONUNDA BU ATANIN AYAKLARININ ALTINDA EZİLMEK ZORUNDA KALMADI MI?”
“…”
“…”
“…”
Sesi duydukları an üçü de konuşamaz oldu.
Dışarıdan yeşil cübbeli bir adam kasıntılı bir şekilde içeri girdi, günlerdir görmedikleri Qi Rong değilse kimdi!
Görünüşe göre Jun Wu sadece cennet alemini kilitlememiş, canavar ve şeytanları da serbest bırakmıştı. O canavarlar cennetin başkentinin sokaklarında özgürce dolaşıp etrafa saldırabilirlerdi, bu pratikte mantığın tepe takla olmasıydı, son derece tuhaf!
Guoshi de gelenin Qi Rong olabileceğini düşünmemiş ve gerilmişti. Qi Rong onu işaret ederek bağırdı, “Seni lanet Guoshi, lanet bunak, ölümsüz bunak! Hehe! Beni küçümsediğin ve öğrencin olarak almadığını hatırlıyor musun? Şimdi ne düşünüyorsun? Tokat gibi indi, değil mi? Karma işte, böyle bir sonu hakettin!”
Arkasından çekingen bir küçük kafa baktı, bu Gu Zi idi. Bu muhtemelen Gu Zi’nin böylesine şatafatlı bir yere ilk gelişiydi, gözleri kocaman açılmış etrafına bakıyordu. Qi Rong memnum ve gururluydu, “Canım oğlum, görüyor musun? Burası cennet alemi ve artık, benim, benim malım.”
Gu Zi şok olmuştu, “Gerçekten mi, baba? Burası çok büyük…”
“TABİİ Kİ!” Qi Rong haykırdı, “İnanmıyorsan izle, tü tü tü!! İSTEDİĞİM YERE TÜKÜRÜRÜM VE KİM BANA YAPMAMAMI SÖYLEMEYE CESARET EDEBİLİR?”
Guoshi, “…”
Gu‌ ‌Zi‌ bir anlığına tereddüt etti ama yine de fısıldadı, “Baba, yerlere tükürmek çok da iyi bir şey değil. Burası çok güzel ve temiz, kirleteceksin.”
Qi ‌Rong‌ şaşkına dönmüştü.
Guoshi de daha fazla dayanamadı, “Bi kendine bak, çocuklara nasıl şeyler öğretiyorsun? Kaç yaşına gelmişsin hala nasıl iyi bir rol model olacağını bilmiyorsun? Çocuklar bile senden daha olgun!”
İki taraf da ders verince Qi Rong’un utanması sinire döndü ve küfürler ederek ayağa sıçradı, “SENİ YAŞLI BUNAK, SEN NE BİLİRSİN Kİ?! Yaşlı biri gibi davranmak mı, SİZİN BENİ EĞİTMENİZE İZİN VERİR MİYİM! VE SEN! NASIL BABANLA BÖYLE KONUŞMAYA CESARET EDERSİN HA, SENİ NANKÖR VELET!”
Gu Zi azarlandı ve üzgün bir şekilde ses çıkarmayı bıraktı. Qi Rong bağırmayı bitirdikten sonra, hiçbir şey olmamış gibi davranarak tükürdüğü tükürüğü suçluluk duygusuyla ayaklarıyla sildi ve Gu Zi'yi dışarı sürüklerken küfürler savurdu. Hatta gitmeden önce Ling Wen Sarayı'nın en göze çarpan duvarına büyük harflerle bir satır yazdı: "Üç diyarın bir numaralı Hayalet Kralı Yeşil Hayalet Qi Rong buradaydı".
Qi Rong, Ling Wen Sarayı'ndan çıktıktan sonra, Xie Lian'ın koluna sakladığı mavi daruma bebeği düşerek o büyük kelimelerle yazılı duvarın önüne kondu ve Qi Rong'un dağınık bir şekilde sildiği tükürük izi, öfkeden çıldırmış gibi çılgınca döndü. Xie Lian ve Hua Cheng de aşağı atladı ve Xie Lian daruma bebeğini yeniden eline aldı.
Guoshi başını salladı, "Prens Xiao Jing gerçekten de... Yüz yıl bir gün gibi geçti, zevki inanılmaz derecede kötü, hiç gelişmediğine inanamıyorum."‌ ‌
Hua Cheng duvara bir göz attı, kibirli bir ifade gösteremeyecek kadar tembeldi, tek bir şey söyledi, “İğrenç.”
Guoshi sonunda onunla aynı fikirde oldu ve ellerini kollarının içine soktu, “Aşırı iğrenç. Uzun yıllar sonra, Hayalet Şehirdeki ‘Kumarbazın İni’nin kapısındaki bir dizi cehennem gibi ayet karmaşası dışında, bu yazı ondan on kat daha iğrenç. Daha önce hiç bu kadar iğrenç bir şey görmemiştim!”
Hua Cheng, “………………..”
Xie Lian diğer taraftan umutsuzca gülmeye çalışıyordu, “Hahahah, usta, bahsettiğin ayet karmaşasını görmüştüm ve ben güzel yazıldığını düşünmüştüm. Çok tarz dolu, daha çok beğendim.”
Guoshi’nin kafası karıştı, “Ekselansları, nasıl böyle bir şey söyleyebilirsin? Senin kaligrafin en klas ustalardan öğretildi, nasıl güzel ve iğrenç arasındaki farkı söyleyemezsin? O yazı üç diyarın en kötüsüydü, en iyi ustalar bile onu kurtaramaz. Cidden neyini beğendin? Zevkiniz mi bozuldu?”
Xie Lian, “HAHAHAHHAHAHAHHAHAUSTAA, ARTIK DAHA FAZLA KONUŞMAYALIM LÜTFEN!!!”
Aniden Hua Cheng konuştu, “Gege, Jun Wu harekete geçti. Muhtemelen senin yanına gelecek. XianLe sarayına doğru gidiyor.”
Guoshi sarsıldı, “Ne! O zaman ekselansları acele etmelisin! Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, sen de güzelce saklan, ikinizin bir araya geldiğinizi keşfetmesine izin vermeyin. Benim üç arkadaşımın dağ ruhu bedenleri şu an TongLu dağı sınırları içinde tıkılıp kaldı, özgürleşmeye çalışıyorlar. Ne tür eylemlerde bulunursak bulunalım, onlar özgür kaldıktan sonra daha fazla şans olacağı kesindir. Unutmayın, pervasızca hareket etmeyin!”
Doğal olarak Xie Lian bunu biliyordu. Guoshi'ye veda ettikten sonra ikili Ling Wen Sarayı'ndan ayrıldı, sayısız muhafız ve iblisin arasından hızla ve gizlice uçarak geçtiler ve XianLe Sarayı'na ulaşmalarına daha dört blok vardı ki tam o sırada Hua Cheng tekrar konuştu, "Gege, XianLe Sarayı'na ulaşmasına bir blok kaldı."
Xie Lian “!”
İzlediği gümüş kelebeğe dokundu ve gözlerinin önünde bir sahne belirdi. Jun Wu'nun bir eli arkasında, yalnız başına yürürken XianLe Sarayı'nın kapılarına ulaşmasına neredeyse yüz adım kalmıştı.
Ne yapmaları gerekiyordu? Bu ya Jun Wu'nun peşinden geri dönecekleri ya da ona çarpacakları anlamına gelmiyor muydu? Ayrıca XianLe Sarayı'nın kapılarındaki muhafızlar da hala Hua Cheng tarafından taşlaştırılmış haldeydi.
Birden Jun Wu'nun arkasındaki ilahi sarayın kapıları açıldı ve kapıların ardında biri durarak, "Lordum," diye seslendi.
Jun Wu adımlarında durakladı ve arkasına baktı, "Yağmur Ustası? Ne oldu?"
Onu durduran kişi gerçekten de Yağmur Ustası. Muhtemelen Jun Wu alakasız kişilerin Yağmur Ustası’nın konutuna yaklaşmaması gerektiği talimatını vermişti, bu yüzden muhafızlar dışında başka iblis veya canavar görünmüyordu. Çok kibarca, "Lordum, size vermeyi unuttuğum bir şey var. Lordumdan bir dakikalığına uğramasını isteyebilir miyim?" dedi. Jun‌ ‌Wu‌ başını eğdi,‌ ‌”Tabii ki.”‌ ve böylece geri döndü. Xie Lian iç çekti ve rahatça nefes aldı,‌ ‌”Tanrıya şükürler olsun, Lord Yağmur Ustası!” Döndükten sonra Lord Yağmur Ustası için on sekiz uzun tütsü yakmaya karar verdi!!!‌ ‌
Bu şansı kullanarak, ikisi dört blok boyunca oradan oraya koşup Jun Wu’dan önce XianLe sarayına vardılar. Onlar kapılardan geçerken, Hua Cheng gelişigüzel elini salladı ve kapıdaki gardiyanların üzerindeki büyüyü kaldırdı. Bir anlığına şaşkına döndüler ve hiçbir şeyin yanlış olduğunu kesinlikle fark etmediler. Xie Lian hızla iç odalara doğru koştu, daha henüz rahat bir nefes alamadan kapıdaki gardiyanların Jun Wu’nun geldiğini anons etmesiyle yüzü değişti.
Jun Wu çok hızlı gelmişti.
Görünüşe göre Lord Yağmur Ustası onu uzun süre oyalayamamıştı. İkisi birbirine baktılar, tek kelime etmeden Xie Lian hızla yatağa atladı ve sırtını dışarıya d��nerek uyuma taklidi yaptı, Hua Cheng ise kendini perdelerin arkasına gizledi. Kendini tam gizlemişti ki Jun Wu içeri girdi.
Yavaşça masanın yanına geldi ve konuşmaya başlamadan önce bir anlığına sessiz kaldı, “XianLe, dinleniyor muydun?”
Xie Lian cevaplamadı. Jun Wu masaya oturup elindeki bir şeyi masaya koymuş, ardından kendine çay koymuştu.
Nazikçe konuştu, “XianLe, Senin iyiliğin için burada kalmanı sağladım. Beni dinlediğin sürece sonucun çok daha iyi olacağı pek çok şey var."
Xie Lian ters dönmedi ve sırtı hâlâ ona dönüktü. Aksi takdirde, Guoshi'nin ona söylediği her şeyi hatırladığında, azgın denizler gibi olan kalbiyle, şu anda hala nazik ve kibar olan Jun Wu'ya karşı nasıl bir ifade kullanacağını bilemeyecekti.
Bir sonraki an, Jun Wu onun arkasında durgun bir şekilde konuştu, “Ama, oynamak için gizlice kaçmakla kalmadın, odana saklanmak için birini bile geri getirdin. Görünüşe göre, artık beni gerçekten dinlemiyorsun.”
219. bölüme kitaptaki görseli ekledim. guoshi ve jun wu'nun prens hali var. görmek isteyen bakabilir.
9 notes · View notes
bir-devrin-tarihcisi · 9 months
Text
Tumblr media
Ve aleyküm selam anonim
Pek müsait vaktim olmuyo ilk fırsatta yazayım dedim. Bu soruların cevabını bir şüphen mi var kitabında okumuştum özellikle Rabbimizin kötülüklere müsait etmesi konusunda, insanın cüzi iradesi konusunda çok güzel açıklamalar ve deliler sunmuştu hocamız. Oradan da alıntı atayım yine aklınıza takılan bir yer olursa elimden geldiğinde yardımcı olmaya çalışırım.
Cennet ve cehennem sorusunda da kaza ve kader meselesi devreye giriyor. Rabbimizin bir şeyi bilmesi onun ilmindendir bizim seçimimiz ise irademizdendir. Az önce yaşadığım bir olayı anlatayım benzetmek gibi olmasın haşa yanlış bir şey söylemekten Rabbime sığınırım. Öğrencilerime sınav yaptım ama sınav öncesinde hangi öğrenci bu soruyu yapar hangisi yapamaz bunu biliyordum bak dedim sen 100 alacaksın çünkü soruyu ben hazırladım ve onlarıda süreç içinde gördüm. Rabbimiz bizi yaratmadımı bizi bizden iyi bilmez mii kulun ne günah işleyip neye meyledeceğini bilmez mii çünkü soruları o hazırladı hatta daha ilerisi bizi o yarattı biz bu aciz halimizle öğrencimizin yüksek alacağını biliyorsak o öğrenciyide haşa yaratmadığımız halde rabbimiz bizi yarattığı halde bilmezmi
Kitapta geçen yeri atayım👇
"Allah kötülüklere engel olsaydı yani daha doğrusu kötülükleri yaratmasaydı imtihanın bir anlamı kalır mıydı? İmtihanın olmayışıyla dünyada oluşumuzun mantıklı bir gerekçesi olacak mıydı? Hep iyilik, sevap olacak olsaydı Allah’ın insana verdiği cüz-î irade ne işe yarayacaktı?
Allah her şeyi zıddıyla yaratmıştır: İyilik-kötülük, soğuk-sıcak, gece-gündüz, güçlük-zayıflık, ihtiyarlık-gençlik, zenginlik-fakirlik v.s... İnsan dilediğini seçme iradesine sahiptir. Allah ateşi, insanın ihtiyaçlarını karşılaması için yaratmıştır; fakat insan o ateş nimetini bir yeri yakmak için de kullanabilir. Bu durumda “Allah niçin ateşi yarattı” denilebilir mi? Allah iyinin yanında kötüyü de yaratmıştır. Seçme iradesi insanın elindedir. Sınavda “Hocam neden doğru şıkkın arasına yanlış şıkları koydunuz sadece doğru şıkkı koysaydınız olmaz mıydı?” veya “Hocam siz yanlış şıkları koyduğunuz için ben doğru şıkkı bulamadım.” diyen bir öğrenciye öğretmeni ne cevap verebilir? Öğrencinin yanlış tabiri caizse kötü dediği şıkları doğru olan şıkkın arasına koymasak sınavın ne anlamı kalır? Hatta böyle bir yanlış şıkkı olmayan bir soru hazırlamak mantıksız olmaz mı? Dolayısıyla bu dünyada hep iyilik olacaksa imtihanın ne hikmeti olacaktı? Demek ki iyinin yanında kötü de olmalı ki insan cüz-î iradesiyle iyi olanı tercih edebilmeli. Hep sıcak olsa soğuğun ne anlamı olur? Veya hep karanlık olsa gündüz olmasa… Görüldüğü gibi zıt olan iki şeyden biri ortadan kalkarsa diğerinin de anlamı olmayacaktır.
(Vaktiniz varsa bu konu 3-4 sayfalık atabilirim)
Güzel bir video da bırakayım 👇🏻
youtube
12 notes · View notes