iii. İhanete Uğrayan Çocuk
Karakter: 48541
Kelime: 6247
Okuma süresi: 22dk
Kap’el, Eko Krallığı
İhanetin tadı; ağzındaki kan, suratının bastırıldığı çamurlu kardı.
Altı yaşında -Sedbaé’ce- okuma yazmayı , yedi yaşında Afurazé’ceyi öğrenmiş ve çoktan okçuluk derslerine başlamıştı. İlk kez avlanmaya çıktığında beyaz kürklü bir tilkiyi vurmuş ama oku onu öldürmeye yetmemişti. Av yolundan çıkıp tilkiyi kovalarken kolunun üstüne düşmüş ve kolunu kırmıştı. Kırılan kemiğin acısını her kar fırtınasında hala anımsıyordu. Bir Ekolu’nun kemikleri kaç yaşında olursa olsun kolay kolay kırılmaz.
Alastair beş krallıktaki en şanslı prensti. Sıcak, sevgi dolu bir annesi vardı ve babası -Kral Mardok- tahtını hakeden bir kahramandı. Tüm çocukluğunu ailesini örnek alarak geçirmişti; onları kopyalayarak. Kalbini annesinden almıştı ama Alastair’i Alastair yapan her şey babasından geliyordu.
Kolunun iyileşmesi yaklaşık bir sene sürmüştü. Oku bir yana, eline kalem dahi alamadığı bir sene. Elini kullanamaması Alastair için bir engel değildi -ve hiçbir zaman da bir engel olmayacaktı da-. Bu sürede Eko’nun sahip olduğu sayılı kitabeyi yürekten ezberlemiş, rün okumalarına başlamıştı. On dördüncü yaşını babasıyla ava çıkarak kutladı. On beş yaşında tüm eğitimlerini almış, taç giyme törenini tamamlamıştı. O hep büyümek istemişti ve başına gelen şey tam olarak da buydu. Birden bire, hazır olduğunu zannedip hiç hazır değilken büyüyüvermişti. Her şey ne zaman başladı tam olarak bilmiyordu ama onu büyümeye, gerçekten büyümeye iten ilk adım annesinin ölümüydü.
Ocak ayının başıydı. Hava hafif karlı ve tüm gökyüzü kirli bir beyaz renginde parıldıyordu. Veliaht prensin on yedinci yaş günü için saray ve çevresinde üç gün sürecek olan kutlamanın ikinci günüydü. İlk gün avlanılan hayvanların etleri, postları ve derileri marketlerde halka dağıtılıyordu. Alastair ve yaveri Mergen üzerlerine kaftanlarını geçirmiş sabah marketinde halkın arasına karışmışlardı. Alastair’in Mergen’in ısrarı üzerine kafasına doladığı atkısı gözleri dışında tüm suratını kaplıyordu. Sonuçta gümüş saçlı birisinin kralların soyundan geldiği hemen anlaşılırdı.
Saray Yolu’nun yakınındaki tüm hanlar ve tavernalar kutlama için Sora, Mir ve Tan’dan gelen yabancılarla dolmuştu. Alastair’in isteği üzerine ikili şehrin ucunda bulunan bir hana sıkıştılar. İçerisi o kadar tıklım tıklımdı ki yan masadaki gün sarhoşlarının dirsekleri masalarına çarpıyor, birisi fısıldayacak olsa -tüm gürültüye rağmen- kafasının içinde konuşuyormuşçasına sesini rahatça duyuyordu.
‘’Yasımız büyük Meh’peyker’im,‘’ Alastair bardağıyla masadaki içi dolu bardağı Mergen’in önüne sürdü. ‘’İçelim.’’
Mergen homurdanarak önüne itilen bardağı aldı, ‘’Sevincimiz daha büyük Pam’oshnick,’’ Mergen gözlerini Alasteir’in buz mavisi gözlerine dikti ve bardağını kaldırdı. ‘’İçelim.’’
Alastair suratını kapatan beze işaret parmağını takıp çenesinin altına kadar çekiştirdi. Halkın arasına gözlem yapmak için inmişlerdi. Alastair’in içi bir türlü rahat etmiyordu. İyi bir kral halkına yakın olandır, demişti annesi. Alastair iyi bir kral değildi, henüz değil. Bu güne kadar saray sınırlarını hiç terk etmemişti. Ama o iyi bir kral olacaktı; en adili, en adaletlisi, en büyüğü. Annesinin bunu görme fırsatını yakalayamadan göçüp gitmesi adil değildi. Hem de hiç adil değildi. Evet, babası hala onun arkasındaydı. Her bir adımını gözlüyor, olması gereken kişiye doğru onu yönlendiriyordu ama Alastair’in içi yanıyordu. Yağan tüm kara rağmen, esen kış rüzgarlarına rağmen, boğazından ardı arkası kesilmeden akan bal likörlerine rağmen kalbi tamamen alev almıştı. Doğru, sevinçleri büyüktü; Eko’nun tek prensinin doğum günüydü! Ama nasıl olurdu da yasları daha büyük olmazdı, nasıl olurdu da annesinin naaşını göremezdi?!
Alastair bitirdiği bardağını adet gereği masaya vurdu.
‘’Meh’peyker-’’ diyecek oldu ama Mergen kendi içi boş bardağını masaya vurarak Genç Prens’in sözünü hemen kesti.
‘’Pam’oshinck kendine gel. Etrafına bir bak, şu sevince bir bak.’’ Mergen eliyle etrafı gösterdi. Hayır diyordu, burası özel konuları konuşmak için fazla kalabalık. Alastair anladığını belirtircesine dudaklarını birbirine bastırdı. ‘’Bugün’den daha kutlu bir gün olur mu? Duyduğuma göre yarın saray kapılarında altın dağıtacaklarmış.’’ Mergen’in suratında yarım bir gülümseme vardı.
‘’Saray’dan altın gelir mi ki, peh!’’ yan masadaki orta yaşlı bir adam içkisini yudumlarken homurdandı.
Mergen tek kaşını kaldırıp adama döndü. ‘’Prensin doğum günü, yarın olmayacak da ne zaman olacak?’’
Orta yaşlı adam uzun bıyıklarında kalan likörün köpüğünü emdi ve dirseğini dizlerine dayayarak Mergen’e doğru eğildi. Şüpheli gözlerle bir süre Mergen’i ve Alastair’i süzdü.
‘’Siz buralardan değilsiniz herhalde.’’ dedi adam midesinden yükselen gazı yumruğunun ardına gizlemeye çalışırken. Alastair iğrenen gözlerle bakmaktan kendisini alıkoyamadı. ‘’İki gram altın peşinde koşayım derken canınızdan oluverirsiniz. Yaşlı Lev’i dinleyin. Canınız daha kıymetli.’’
Mergen ve Alastair göz göze geldi. İkisi de ortada dönen bu altın-peşinde-koşan-ölür saçmalığını ilk kez duyuyorlardı.
‘’Altını olanı köşede kıstırıyorlar deme bana,’’ dedi Mergen dalga geçen bir gülüşle. Lev kendi boşalan bardağını masaya çarptı. Ortada dönen genç bir çocuk üçünün de bardaklarını hızlıca doldurdu ve gitti.
‘’Çetelerden korkacak halimiz mi var? Altın toplamaya giden kimseler kayboluyor. Bekçiler ormanlardan ceset çıkarır oldu. Söylesene, saray kapısında, izdihamda ölen adamın ceseti nasıl ormandan çıkar?’’
‘’Altınlarını gömmeye gitmiştir.’’ dedi Alastair nehir gibi yumuşak akan sesiyle. ‘’Orman yılın bu zamanı tehlikeli; vahşi bir hayvana kapılmıştır.’’
‘’Bekçinin çırağından duydum, cesetlerin kemikleri suyu sıkılmış gibi büküm büküm bükülmüştü.’’ Lev bardağını dudaklarına götürdü.
‘’Bekçinin çırağı da iyi sallamış, bizim kemiklerimiz o kadar kolay bükülür mü hiç!’’ Mergen Alastair’e bir bakış atıp kendi bardağını eline aldı.
‘’Siz bana kulak verin.’’ dedi Lev derin yudumlarının arasında. ‘’Ortada daha büyük şeyler dönüyor, pis şeyler. Kadınların ağzında da dolaşıyor. Sarayda çalışan hanımlar kaybolmaya başlamış. Saraydan uzak durun.’’
Alastair elinde tuttuğu liköre gözlerini dikti. Annesi bundan mı bahsediyordu? Halkın saraya şüphesi mi vardı? Hayır, bu aptalca bir soruydu, halkın saraya şüphesi açıkça ortadaydı! Ama ne zamandır, ne zamandan itibaren bu şüphe başlamıştı?
‘’Ya diğer kaybolanlar?’’ dedi Mergen sahte bir ciddilikle. Dışarıdan bir göz için ciddi gözükebilirdi ama Alastair onun gerçekten ciddileştiğinde ne kadar korkutucu olabileceğini biliyordu. ‘’Savaştan kaçmak için bir örtbas olmasın bu?’’
‘’Savaş mı? Hangi savaş?’’ Lev kaşlarını kaldırdı. ‘’Oğlum sınırdan yeni döndü. İki taraf da safları çoktan dağıtıyor.’’
‘’Evet evet,’’ diye başka bir masadan bir adam katıldı. ‘’Teşamuh düşeli çok oluyor, kazanıyoruz!’’ bardağını havaya kaldırıp bir sevinç narası attı.
‘’Ne kazanması? Savaş bütçesi tükeniyor diye duydum. Olsa olsa geri çekiliyoruzdur.’’ daha ince yapılı bir adam söylendi.
‘’Eko gerim adım atmaz.’’ Lev karşı çıktı.
‘’Aranızda hiç mi gazete okuyan yok. Teşamuh sevgili prensesini bize sattı. Altın tepside sundu. Ne derseniz diyin ortada bir antlaşma söz konusu.’’ Hancıya yakın oturan bir adam elindeki yüzükleri masaya vurarak söylendi. Alastair kaşlarını çattı.
‘’Prensin nişanlısı mı olacakmış?’’ Mergen aynı şekilde çattığı kaşlarını yüzüklü adama çevirdi.
‘’Ne prensi? Bizim prens daha sarayın dışına çıkmamış gül yanaklının önde gideni. Kral kendine yeni bir kadın aldı.’’ adam büyük bir kahkaha ile bardağını masaya çarptı. Handaki diğer adamlar da gülüşmeye başlamışlardı. Bel altı laflarla prensese olacakları konuşuyor, ağızlarına gelen küfürleri büyük bir coşkuyla savuruyorlardı. Alastair’in içini yakan alev gittikçe harlandı. Sandalyesinden yükselirken daha bitmemiş bardağını hızlıca yana savurdu ve Lev’in üstüne fırlattı.
Mergen hızla yükselip Alastair’i omuzlarından yakaladı. Alastair’in omuzları aldığı derin nefeslerle hızla yükselip iniyordu.
‘’Hop hop! Kendine gel abicim!’’ Mergen sesini yükseltti.
‘’Siz bu yarım akıllıya bakmayın. Geçen gün kız kardeşini bir grup ırz düşmanına kaybetti. Şimdi ne zaman böyle laflar duysa dayanamıyor.’’ Mergen dişlerinin arasından bunu zorlukla söylemişti. Ayak üzeri uydurduğu yalanla handaki herkes bir an duraksadı, çoğunun suratından sempatiye benzer bir gölge geçip gitti.
‘’Sorun değil, sorun değil. Biz lafı fazla taşıdık.’’ Lev eliyle üstünü silmeye çalışırken oturduğu yerden doğruldu. ‘’Etrafta dönen bir gruptan hepimizin haberi var.’’
Alastair Mergen’e baktı, Mergen Alastair’e. Ne grubu?
‘’Gruptan kimsenin yüzünü gördün mü?’’ yüzüklü adam Alastair’e sordu.
‘’Uzun, ön dişi kırık bir eleman başlarındaydı.’’ Mergen hızlıca uydurdu.
‘’Kubat’ın adamları.’’ Lev sakalını ovuşturarak Alastair ve Mergen’i iyice süzdü. ‘’Bu akşamki devriyeye siz de katılın.’’
‘’Devriye gezmek askerlerin işi sanıyordum.’’ Alastair Lev’in bakışlarına aynen karşılık verdi.
‘’Askerlere güvenin; ormandan bir sonraki çıkan ceset sizinki olsun.’’
‘’Çetelerle uğraşmak zor değil mi? Başımıza bir bela almayalım şimdi.’’ Mergen’in sesinde sahte bir korku vardı.
‘’Çeteleri askerlere bırakmak çözüm değil. Önceden sadece paramıza, malımıza göz koyarlardı. Şimdi artık çocuklarımız sokağa çıkamaz oldu.’’
‘’Önceden kimsesizlere, güçlerinin yettiklerine dadanıyorlardı.’’ diye ekledi ince sesli adam.
‘’Bir organ mafyacımız eksikti!’’ yüzüklü adam homurdandı.
‘’Saat kaçta?’’ Alastair gevşeyen atkısını sıkıp dışarı çıkan saç tellerini parmağıyla kulak arkasına iliştirdi. Lev’in gözlerinde memnuniyete benzer bir ışık parladı.
‘’Gece üçte. Saray Yolu’nda Taverna Ari’ah’ın önünde.’’ Lev elini Alastair’e uzattı. Mergen Alastair’e bakıyordu ama Alastair mavi gözlerini önündeki Lev denen adamdan ayırmıyordu. Mergen o an Genç Prensin kafasında fırtınaların döndüğünü düşündü ve bu düşüncelerinde haklıydı da.
Alastair kendisine uzatılan elin bileğini tuttu ve Lev’le birbirlerinin bileklerini sıkarak anlaştılar.
‘’Ee, biz kaçalım o zaman. Daha yapacağımız çok şey var, bu gece görüşürüz!’’ Mergen Alastair’i omuzlarından kavrayıp kapıya doğru yönelirken cümleleri ardı arkasına hızla sıraladı. Anlaştıkları gibi gece buluşmuşlardı da.
Alastair ve Mergen önce saraya dönmüş -yol boyunca bir tartışmaya girmişlerdi- ve Alastair’i katılması zorunlu olan balo için hazırlamışlardı -ve tüm bu süreçte yine tartışmışlardı-. Balo geçmek bitmek bilmemişti ama Alastair kendisini bir anda, üstünde Ari’ah yazan paslı bir tabelanın altında beklerken buldu.
Gece havası Mergen’in kemiklerini titretiyordu, kollarını kendi etrafına dolamış endişeli gözlerle Alastair’e bakıyordu. İkisi de siyah uzun botlar, siyah dar pantolonları, siyah kaftanları, siyah şapkaları ve siyah eşarplarıyla baştan aşağı siyahla kaplanmışlardı. Alastair’in gözleri ay ışığının altında inci tanelerini anımsatan bir ışıkla parlıyordu. Mergen -her ne kadar göremese de- Alastair’in dişlerini sıktığını biliyordu. Alastair’in sol kolu o küçükken bir kez kırılmıştı ve soğuk hava çoktan kaynaşmış kemiklerinin arasından akıyormuşçasına canını yakıyordu.
Rüzgar durulmaya başladığında Lev’in silüeti sokağın başında belirdi. Yaşlı adam ellerini kollarının altına sıkıştırmış acele adımlarla yürüyordu. Mergen sırtını duvara yasladı ve Alastair’i kaftanından tutup geri çekti.
Alastair bir şey diyecek olduysa da Mergen’in gözlerindeki keskin ifadeyi görünce susmayı tercih etti. Yanlış giden bir şeyler vardı.
‘’Bilitzna!’’ Mergen dişlerinin arasından sessizce tısladı. Alastair’in kaftanındaki elini o kadar sıkmıştı ki eklemleri beyazlamıştı. Gözleri fıldır fıldır bakıyor, kafasındaki çarklar hızla dönüyordu. En sonunda Alastair’i peşinden sürükleyerek tavernanın köşesine doğru çekiştirdi ve kafasını köşeden gizlice uzatıp Lev’in onları fark edip etmediğine baktı. Lev onları fark etmemişti ve titreyerek yürümeye devam ediyordu.
‘’Ellerini uzat.’’ Mergen Alastair’e döndü. Alastair ona anlamadığını belirten bir bakış attığında ise Genç Prensin ellerini sertçe yakaladı ve karnının önünde -avuçları yukarıya bakacak şekilde- birleştirdi.
‘’Neler oluyor?’’ Alastair fısıldadı ama Mergen ona cevap dahi vermedi. Bunun yerine derin bir nefes aldı ve genç prensin ellerine tek ayağını basarak Taverna’nın çatısına büyük bir çeviklikle zıpladı. Parmakları çatının yağmur borularına sıkıca tutunmuştu.
‘’Ne duruyorsun itsene!’’ Mergen Alastair’e çıkışınca Alastair iç geçirerek Mergen’i yukarıya doğru ittirdi. Nefesi tıkandıysa da bunu belli etmemeye özen göstermişti. Mergen ondan bir kafa uzun ve oldukça ağır bir adamdı ama Alastair zorlandığını yüzüne yansıtan birisi hiç olmamıştı.
Mergen çatıya tırmandıktan sonra eliyle borulardan birine sıkıca tutundu ve neredeyse vücudunun yarısını aşağı doğru sarkıttı.
‘’Hadisene be!’’ Alastair’e fısıldayarak bağırırken elinin tekini havada şöylesine bir salladı. Alastair önce ana yolun tarafına bir bakındı sonra ise duvardan birkaç adım geri attı. Yeterince uzaklaştığına emin olduktan sonra hızla koştu ve duvardan zıplayarak Mergen’in elini yakaladı. Mergen onu borulara ulaşacağı kadar yukarı çektikten sonra ise kendi başına çatıda Mergen’in yanında yerini aldı.
‘’Bizi buraya neden çıkarttın?’’ Alastair sorusuna bir kez daha cevap almazsa Mergen’i çatıdan aşağı yuvarlayacağına karşı içinden yemin etti.
‘’Tuhaf olan bir şeyler var.’’ Mergen kısık sesle konuşurken çömelerek karlı çatıda Lev’i görebileceği bir noktaya ilerledi. Alastair yavaşça yaverini takip etti. ‘’Lev’in yürüyüşüne bak.’’ başıyla Lev’i işaret etti.
‘’Soğuktan üşüyor gibi gözüküyor.’’ Alastair gözlerini kısarak odaklanmaya çalıştı. Yaşlı adam üşüyor gibi görünüyordu ve açıkça sarhoştu.
‘’Hayır.’’ diye düzeltti Mergen. ‘’Diz kapaklarına bak, topuklarını nasıl yere tam basmadığına. Bu ahmak birisinin silahlanması. Hançerlerini yanlış koyduğu için düzgün yürüyemiyor olmalı.’’ Mergen mırıldandı. ‘’Ellerini nasıl kollarının altına koyduğuna bak.’’
Alastair gittikçe yaklaşan yaşlı adamı inceledi. ‘’Bir şeyler tutuyor.’’ dedi en sonunda.
‘’Doğru.’’ Mergen’in dudağı ufak bir gülümsemeyle hafifçe yukarı kalktı. Hızlı öğrenen bir öğrencisi olması ona her defasında yeni bir gurur veriyordu. ‘’Nasıl bir şeyler?’’
‘’Hançer?’’ Alastair cevabından emin değildi.
‘’Çıkan dumana odaklan, sıcak bir şeyler tutuyor.’’ Mergen kafasını yavaşça Alastair’e doğru eğdi. Hareketiyle siyah buklelerinden birisi gözlerinin önüne doğru düşmüştü.
‘’Isı taşı.’’ dedi Alastair. ‘’Hava oldukça soğuk, bunda tuhaf olan şey ne?’’
‘’Lev gibi birisinin kendi parasıyla ısı taşına sahip olması. Tuhaf olan bu.’’ Mergen huysuzca yerinde kımıldadı. Alt tabaka soyluların dahi almakta zorlandığı bu kalıntının bir köylünün eline geçmesi oldukça tuhaftı. Isı taşları, Krallıklar Dönemi öncesinde üretilmiş bir tür araçtılar. Üzerlerinde bulunan imparatorluk rünleri okunamıyor, dolayısıyla artık bunlardan üretilemiyordu. Aletin çalışma mekaniği oldukça basitti, hava ne durumda olursa olsun asla ısısını kaybetmiyordu. Ve bu ısı taşları hakkında bilinen tek şeydi.
Alastair sadece başını hafifçe sallamakla yetindi. Cam mavisi gözlerini Lev’in üzerine dikmiş, başka kaçırmış olabileceği detayları arıyordu. Yaşlı adam nereden geldiği belli olmayan, oldukça pahalı ve nadir bir aleti elinde tutuyordu ve vücudunda acemice yerleştirilmiş hançerler gizliydi. Ancak Lev’in daha yakına gelmesiyle fark ettiği detayla şaşkınlığına engel olamadı.
Mergen dişlerini gıcırdatarak bir küfür savurdu. İki eli de önünde yumruk olmuştu ve gözlerini Lev’in üzerinden çekmiyordu. Orta yaşlı adamın suratı taze tırnak izleriyle kaplıydı ve sol gözünü açamıyordu. Üstündeki kıyafetler yer yer ıslaktı ve pantalonunun ipleri yarım yamalak bağlanmıştı. İşlediği suç açıkça Mergen’in gözlerinin önünde duruyordu.
‘’Bekle.’’ dedi Alastair. Sakinliğini koruyup Mergen’i kolundan tuttu ve aşağı çekti. O ana kadar Mergen ayaklanmaya başladığını bile fark etmemişti; hissettiği öfkeden adeta gözleri dönmüştü.
‘’Başkaları yaklaşıyor, bak.’’ Alastair eliyle gölgelerin arasına karışmış figürleri gösterdi. Bu kişiler dikkatli gözlerle zor seçilen, iyi saklanmış kimselerdi. Mergen burnundan derin bir nefes aldı ve içinden -bildiği tüm dillerde- ona kadar saydı. Bu onu sakinleştirmeye yetmemişti elbet ama duygularının kontrolü ele almasına engel olmuştu.
Gölgelerde saklanan kimseler tek tek sokağa çıktılar ve Lev ne olduğunu anlamadan onu inin yanındaki sokak arasına doğru sıkıştırdılar. İki kişi Lev’in omuzlarını tutarken birisi sakince konuşuyordu. Lev önce konuşmaya karşılık verdiyse de çok geçmeden onu tutan adamlara direnmeye başladı. İkili Lev’in bacaklarına vurup onu diz üstü çöktürdü. Isı taşı kollarının arasından düştü ve yerdeki karı eriterek büyük bir buhar bulutu yarattı. Ortaya çıkan bulut görüş alanını kısıtlıyor ve Mergen’in dudak okumasına engel oluyordu.
Adamlar Lev’i bilincini kaybedinceye kadar dövdüler. İçlerinden birisi ısı taşını yerden kaldırıp kaftanının içine sıkıştırdı ve tavernaya girdi. Diğerleri bilinci kapalı Lev’i sürüklemeye başlayınca Mergen Alastair’e baktı.
‘’Borçla ilgili birşey konuştular. Lev ödemekte başarısız olmuş ve yeterli mal bulamamış.’’
‘’Bir grup suçlunun kendi arasındaki ilişkisi. İlgilenmemiz gerekiyor mu?’’ Alastair soğuk bir sesle sordu.
‘’Bir grup suçludan daha fazlası gibiydiler. Bahsettikleri malın cansız olduğunu düşünmüyorum.’’
‘’Ne öneriyorsun? Peşlerine düşmeyi mi?’’ Alastair Mergen’e şaka yapmasını beklermişçesine baktı. Mergen sadece omuz silkmekle yetindi.
‘’Takip edeceksek hızlı olmalıyız. Yada hana girip başlarındaki adamı kıstırabiliriz.’’ Alastair Mergen’in cevabına gözlerini devirdi.
‘’Peki öyleyse. Önden buyur.’’
Mergen sakince çatıdan atladı, düşüşünü hafifletmek için kendi etrafında bir takla attı ve ayaklanıp kaftanına yapışan karı silkelerken sırıtarak Alastair’e baktı. Alastair Lev’i götüren adamların hala takip edebilecekleri bir yakınlıkta olup olmadığını kısaca kontrol etti. Adamlar takip edebilecekleri bir mesafedelerdi ama oldukça hızlı hareket ediyor ve gözle takip edilmesi zor yolları seçiyorlardı. Alastair parmağını suratını kapatan eşarbına taktı ve onu aşağı indirerek çenesini açığa çıkardı. Ağzından derin bir nefes verdikten sonra ise en başta çatıya tırmanmak için kullandığı borulara tutunarak aşağı sallandı ve kendisini yere bıraktı. Amatörce atlayışının ardından tüm ağırlığı ayakları yere değer değmez dizlerinde birikti ve çok uzun süre ayakta duramadan yere düştü. Mergen karnından gelen bir kahkaha ile güldü ve ayağa kalkmasına yardım etmek için Alastair’e elini uzattı. Genç Prens homurdanarak kendisine uzatılan eli kabul etti ve Mergen’in arkasından adamları takip etmeye başladı.
Takipleri çok uzun sürmemişti. Karmaşık yollardan ve kestirmelerden ilerleyen adamları takip etmek her geçen saniye kolaylaşmıştı çünkü Mergen de Alastair de gittikleri yere oldukça aşinalardı. Saray’ın doğu kapısının önünde iki muhafız adamları karşıladı. Birisi Lev’i onlardan alıp bir el arabasının üzerine taşırken diğeri içi muhtemelen para dolu olan bir keseyi adamlara uzattı.
‘’Saraydan uzak durun.’’ Mergen Lev’in kelimelerini bir fısıltıyla tekrar etti. Alastair ustasına; yaverine sorgulayan gözlerle baktı. Mergen ise gözlerini adamlardan ayırmamış, neler döndüğünü anlamaya çalışıyordu. Ödemesini alan ikili uzaklaşırken ve muhafızlar el arabasını saraya taşırken Alastair’i kolundan yakaladı ve ona kendisini takip etmesini işaret etti.
Genç Prens ve yaveri doğu kapısından sessizce içeri süzüldüler. Vücutları duvara yakın, adımları sessiz önlerinde ilerleyen iki muhafızı takip ettiler. Mahzene giden koridorun önünde muhafızların durmasıyla Mergen Alastair’e beklemesini işaret etti ve ne yaptıklarını görmek için duvarın köşesine ilişti. Muhafızlardan birisi duvardaki taşlardan birkaç tanesine vurdu, vurduklarından bazılarını ittirerek duvarın içine doğru çevirdi ve elini bu boşluklardan sokarak taştan yapılma gizli kapıyı ıkınarak açtı. Mergen yavaşça gerileyip Alastair ile birlikte tünelleri hızlıca terk etti. Doğu kapısından çıktıktan ve daha önce saklandıkları yere tekrar vardıktan sonra Alastair’e döndü.
‘’Babana karşı bir komplo kuruluyor olabilir.’’ dedi tek nefeste.
‘’Ne saçmalıyorsun sen öyle?’’ Alastair yüzünü ekşitti.
‘’Mahzen koridorunda gizli bir kapıyı açtılar,’’ diye açıkladı Mergen ve hızla ekledi. ‘’Bizim bildiklerimizden değil. Nereye vardığını henüz bilmiyorum ama öğreneceğim.’’ Alastair kaşlarını çattı. Mergen’in ondan kurtulmaya çalıştığını anlayacak kadar onu iyi tanıyordu.
‘’Ben de geliyorum Mergen.’’ dedi ciddiyetle.
‘’Prensim, geç oldu. Odanıza çekilip dinlenin. Sabahın ilk ışığıyla raporunuzu size bizzat teslim ederim.’’
‘’Mergen-’’
‘’Alastair.’’ Mergen bir baba tonlamasıyla Prens’i susturdu. ‘’Neyle karşılaşacağımı bilmiyorken seni oraya sürüklememi bekleme benden.’’
‘’Bana karşı gelmeye kalkışma,’’ Alastair sakince uyardı. ‘’Ben de geliyorum, dedim. Bu bir rica değildi.’’
Mergen uzunca Alastair’e baktı, geri adım atmasını beklediği açıktı. Alastair tek kaşını kaldırdı ve Mergen’e meydan okuyan bir gülümseme attı. Mergen pes edip kafasını tek hareketle onaylarcasına aşağı salladı ve Alastair çenesine indirdiği eşarbını burnunun üstüne kadar geri çekti. Burnu üşümüştü ve sırıtmasına engel olamadığını Mergen’e göstermek istemiyordu.
Muhafızlar kapıdan geri çıktıklarında Alastair Mergen’e döndü.
‘’Ee, şimdi napıyoruz? Nöbet saatini mi bekleyeceğiz, onları yakalayacak mıyız yoksa başka bir kapıdan mı geçeceğiz?’’
‘’Yanımdan ayrılma yeter.’’ Mergen huysuzca Alastair’i susturdu. Mergen Alastair’in dediği gibi başka bir kapıdan geçmeyi düşünüyordu. Saraydaki tüm tüneller bir şekilde birbirlerine bağlılardı ve Mergen tüm bu bağlantıları avucunun içi gibi biliyordu. Bir tanesi hariç. Alastair ile önce güney kapısına yöneldiler. Mahzen koridoruna en yakın geçiş buradaydı. Hızlı bir kaçış durumunda yakında bulunan Alastair’in odasında da saklanabilirlerdi. Güney kapısından büyük bir rahatlıkla geçtiler ve boş koridorları hızla aştılar. Mahzen koridoruna girdiklerinde Mergen dönen taşları bulmak için muhafızı taklit ederek taşlara parmaklarını vurdu. Tok ses çıkaran taşları ittirerek çevirdi ve açılan boşluğa ellerini geçirip kapıyı oynatmayı denedi. Muhafız kapıyı açarken ıkınmakta haklıydı, kapı oldukça ağırdı.
Alastair Mergen’e çekilmesini işaret edip kapıyı ter dökmeden açtı. Kapının arkası karanlıktı ve kötü kokuyordu. Eğer içeri girerlerse köşeye sıkışma ihtimalleri vardı ama tereddüte düştüğü an Mergen’in onu odasına kışkışlayacağını bilmek Alastair’i ilk adımı atması için cesaretlendirdi.
Mergen onu başıyla onaylayıp eşikten geçti ve Alastair’in kapıyı kapatışını izledi. Tek ışık kaynakları olan çevrilmiş taşlar yerlerine geri oturtulunca ikili karanlığa gömüldüler. Alastair gözlerinin kapalı olmadığından emin olmak için kirpiklerini oynattı, burnunun ucunu dahi göremiyordu.
Mergen ellerini önünde tutarak ve ayağını sürüyerek biraz ilerledi. Havasız, dar bir koridorun içindeydiler. Karanlığın derinliklerinden çürük, o an hatırlayamadığı ama anıları çok da uzak olmayan tanıdık bir koku yükseliyordu. Yer ayaklarının altından kaybolduğunda Alastair duvarlara sıkıca tutunarak kendisini durdursa da Mergen merdiven olduğunu anladığı basamakları inmeye başladı. Adımları temkinli olmasına rağmen Alastair’in takip edebileceğinden daha hızlıydı. Durup Alastair’in ne kadar geride kaldığını anlamaya çalıştı ama ne karanlıkta görebiliyor ne de dar duvarlardan seken nefes seslerinden emin olabiliyordu. Elini kaftanının cebine attı ve cebinden ışık saçan bir kalıntı çıkarttı. Yumurta büyüklüğündeki taş avucunun içine tam oturan, üzeri eski yazıtları andırmayan, hatta sembolden daha çok resimle çizilmiş gibi duran turuncu çizgilerle basamakları aydınlatıyordu.
Mergen taşı kaldırıp Alastair’in önündeki basamaklara ışık tuttu ve Genç Prens’in ona yetişmesi için bekledi. İndikleri her basamakta sıcaklık artıyor, çürük kokusu yoğunlaşıyordu. Ter damlaları Mergen’in kaşından süzülüyor, midesinden acı bir sıvı sık sık yükselip boğazını yakıyordu. Tek elini cebine atarken Alastair’in durması için diğer elini kaldırdı. Cebinden içi kuru karanfil dolu bir bez parçası çıkarttı ve eşarbıyla tekrar kapatmadan önce burnuna bunlardan tıkıştırdı. Dişlerinin arasında bir tanesini ezerken bezi Alastair’e uzattı.
‘’İhtiyacın olacak, bana güven.’’
Alastair karanfil dolu bezi Mergen’in elinden kaptığı gibi burnuna ve ağzına geriye kalan tüm karanfil kurularını tıkıştırdı ve sadece gözleri açık kalacak şekilde yüzünü güzelce kapattı. Merdivenin sonuna geldiklerinde ikisinin de ağızları uyuşmuş, koku duyuları körelmiş haldeydi.
Mahzenin en az üç katı büyüklüğünde bir odadalardı. Ellerindeki ışık taşının ışığı ne duvarlara ne de tavana ulaşıyordu. İçeride en ufak bir havalandırma dahi yoktu. Odadaki hava durgundu. İçerisi düzensizdi. Alastair yanlarından geçtiği tahta tabureler, demir zincirler ve devrilmiş masalara baktı. Ataların döneminden kalma bir işkence odasına benziyordu. Kolluklarında kilit bulunan tahta sandalyeler, zincirli yataklar, tavandan sarkan kelepçeler ve duvara monte edilmiş prangalar… Alastair bir an için ölü birisine ait olduğundan emin olduğu bir ayak gördü ve kafasını çevirdi. Zincirlerini çekiştiren, acıyla yalvaran ölülerin seslerini hayal edebiliyordu. Bir mezarda dinlenme hakkına erişememiş tüm ruhlar için Alaz’a dua etti. Odada ilerledikçe ruhsuz bedenlerin sayısı artıyordu. Her defasında bakışlarını yere eğiyor, iç içe geçen taşların arasında oluşan yosunları inceliyordu. Mergen durunca Alastair de durdu. Kafasını kaldırdı ve hareketsiz kesilmiş adama sorgulayan gözlerle baktı.
Mergen’in bakışları bileklerinden zincirlenerek havada duran kadın silüetine kilitlenmişti. Kadının belinden yukarısı net gözükmeyecek kadar ışıktan uzakta, yukarıda asılıydı. Alastair gözlerini kısarak net görmeyi denedi, onu çeken tanıdık bir his ensesini gıdıklıyordu. Ne kadar denerse denesin gözlerini kısmak karanlıkta daha iyi görmesine yardımcı olmayacaktı; bu yüzden uzanıp Mergen’in elindeki ışık taşını aldı. Taş beklediğinden daha soğuktu ve eldiveninin altındaki derisini karıncalandırıyordu. Kolunu kaldırıp kadının vücudunu aydınlattı. Beli bir bez bebek gibi sıkılmış, kaburgaları kırılmıştı. Kanı giydiği geceliğinin üzerinde kurumuştu. Alastair şaşkınlıktan yanlışıkla dişlerinin arasına sıkıştırdığı karanfilleri yuttu. Kadının geceliği inanılmaz bir şekilde annesine hediye ettiği Mir İpeği geceliklere benziyordu. Kan lekesi tüm desenleri yutmuştu ama Alastair tüm kanın altında yatan çiçek desenlerini seçebiliyordu.
‘’Evlat-’’ Mergen ona seslendi ama kulakları duymayı kesmişti. Tek duyabildiği kendi nabız sesiydi.
Gözleri kontrol edemediği bir şekilde; Mergen’in ona öğrettiği şekilde her bir detaya tutunmaya başladı. Kadının bileklerinde bulunan benleri saydı, üzerindeki geceliği inceledi ve üzeri ışığını yitirmiş donuk mavi gözlere baktı. Kadının burnu kırıktı, suratında neyden kaynaklandığını bilmediği girinti çıkıntılardan tanınamayacak haldeydi. Ama Alastair tanımıştı. Karşısındakinin annesi olduğunu anlaması için hiçbir kanıta ihtiyacı yoktu.
Elinden ışı taşını düşürdü ve geriye doğru sendeledi. Tüm vücudu nasıl çalışacağını unutmuş ve kilitlenip kalmış gibiydi. Başı dönüyordu. Midesi bulanıyordu. Gözleri yanıyordu. Kusmak istiyordu. Dün defnedilen annesinin cesedi nasıl olurdu da sarayın bilinmedik bir mahzeninde asılı durudu? Hastalıktan ölmüş annesi işkence görmüş gibi duruyordu. Cesedine bakacak olursa ölümü yeni değil, aylar öncesinden gerçekleşmişti. Cesedine bakacak olmak… Alastair kendi ayaklarının üzerine kusmadan önce suratındaki eşarbı zorla aşağı indirdi.
Neler oluyordu? Kafası karışmıştı ve hasta hissediyordu. Hiçbir şeyi anlamıyordu. Annesinin hatırası adına bir tavernaya gitmişti ve şimdi sarayın gizli bir odasında onun cesedini buluyordu. Neler oluyordu? Babası ona nasıl bunlardan bahsetmezdi? Onun haberi olmadan sarayda birşeyler dönmesinin imkanı yoktu. Babasının tüm bu olanlardan kesinlikle haberi vardı. Olmak zorundaydı. Tüm bunların bir açıklaması da olmak zorundaydı ama Alastair’in aklına bir tanesi dahi gelmedi. Hiçbir neden bunları açıklamaya yetmezdi.
Mergen Alastair’in sırtını sıvazlamaya devam etti. Diğer eli kolunu sıkıca tutmuş, onun yere düşmesine engel oluyordu.
Alastair yağmurlu günlerde ateşin önüne kıvrılır, burnunu korku romanlarına sıkıştırırdı. Şimdi ise okuyabileceklerinden çok daha korkunç bir anın içinde sıkışıp kalmıştı. Cehennem bu olmalı, diye düşündü. Mergen’in onu çekiştirirken ne dediğini anlayamadı, adeta farklı bir dilde konuşuyordu.
Alastair tüm gördüklerini yalanlamak istedi. Bir kabustan uyanacağına tamamen kendisini inandırmıştı. Mergen’in onu odasına kadar sürüklemesine izin verdi. Anlamıyordu. Etrafında dönen hiçbir şeyi anlamıyordu. Mergen onu merdivenlerden çıkartırken, ağır kapıyı ıkına ıkına açarken durup baktı. Aldığı nefeste boğuluyormuşçasına elleri boğazına gitmişti. Nefes alamıyordu. Ciğerleri acıyordu.
Koridorları geçtiler. Mergen Alastair’in suratını örten eşarptan kurtuldu ve onu odasına itekledi. Ona içmesi için uzattığı suyu Alastair elinin tersiyle iteklerken gözlerinde kıvılcımlar çıkmaya başlamıştı. Mergen’in elleri titriyordu. Nefes almak onun için de zorlaşmıştı. Suratındaki eşarbı hışımla çıkartıp ışık taşıyla beraber cebine tıkıştırdı. Ağzındaki karanfilleri yere tükürdü ve titreyen elleriyle saçlarını düzeltti. Ciğerlerini derin nefeslerle doldurdu. Alastair olmasa kafayı sıyıracağından emindi. Gözlerini kırpıştırdı, Genç Prens’e gözkulak olmalıydı ama dizleri titriyordu.
Mergen yatağın üzerine yenilgiyle çökmüş Alastair ise odada bir ileri bir geri yürüyordu. Şafağa saatler kalmıştı. Genç Prens’in elleri saçlarını çekiştiriyordu. Sinirliydi; kızgındı. Aldatılmış olmanın hissiyatını kalbinde taşıyordu. Tüm bunlardan babasını sorumlu tutmak istemiyordu. Başka bir yolu olmalıydı, başka bir cevabı. Babası annesini nasıl öldürebilirdi ki? Bunu düşünmesi dahi yanlış hissettiriyordu. Mantığıyla çatışsa da, kendisini kandırmak için çabalasa da başka bir yol göremiyordu. Babası sevgi dolu bir adamdı; ailesine son derece bağlı iyi bir insan. Ve aynı zamanda bir kraldı. Şu anda içinde bulunduğu sarayın kralı. Mahzeninde yüzlerce cesedin bulunduğu sarayın…
Anıları zihninde parladı ve Alastair’in boğazından bir hıçkırık yükseldi. Gördüklerini istese de unutamayacağının farkındaydı. Midesi yanıyordu. Kusmak istiyordu. Gözlerini kapattıkça gördükleri netleşiyordu. Tüm bunlar yanlıştı. Gerçek değildi, bugün yaşadığı hiçbir şey gerçek değildi.
Babası cenazeye katılmasına bu yüzden mi engel olmuştu? Annesini görmesine engel olmak için. Alastair’in adımları yavaşladı. Tüm hayatı gözlerinin önünde bir nehir gibi akıyordu. Babası iyi bir adamdı. Merhametli ve güleryüzlü. Ama annesine daha önce hiç gülümsememişti. Alastair duvara toslamış gibi birden durdu. Bunu yeni fark ettiğine inanamıyordu! Babası annesine daha önce hiç gülümsememişti. İkisini bir arada gördüğü zamanları hatırlamaya çalıştı ama aklına tek bir an gelmiyordu. Annesi babasına hiç adıyla seslenmemişti. Zorunda kalmadıkça asla aynı odada bulunmamışlardı bile! Annesi pek gezmezdi. Doğru, sık sık şehre inerdi ama sarayda bulunduğu süre boyunca odasını neredeyse asla terk etmezdi. Alastair’in nefesi boğazını tıkadı. Annesini son görmesinin üzerinden aylar geçtiğini fark etti. O nasıl olurdu da annesini bu kadar uzun süre görmezdi? Hafızasında bir sorun olmalıydı, annesini görmeyeli… Hayır.
Alastair dizlerinin üstüne çöktü. Bu gerçek olamaz, bu gerçek olamaz, bu gerçek olamaz…
Mergen Alastair’i omuzlarından sıkıca kavradı. Genç Prens’in gözleri kızarmış, şişko yaşlar soluk yanaklarından süzülüyor ve yere damlıyordu. Alastair’in gözlerinde dehşet vardı. Acı. Parmaklarını etine bastırarak Mergen’in onu tutan bileklerine tutunmuştu. Nefes alamıyordu. Tüm oda dönüyordu. Kalbi aynı anda birçok yerden bıçaklanıyordu. Kanı damarlarında kaynıyordu. Bu hissin başka bir açıklaması olamazdı. Alastair ölüyor olmalıydı!
Mergen Alastair’i omuzlarından sarstı.
Alastair’in Mergen’e bakan gözleri saatlerdir ilk kez onu gördü. Yüzü acıyla çarpıldı. Mergen öğretmişti, Mergen ona detayları görmeyi öğretmişti. Annesi’nin cesedi gözlerinin önüne geldi, ölümü yeni değildi. Üzerindeki hiçbir iz taze değildi. Alastair hıçkırarak kafasını Mergen’in göğüsüne bastırdı. Babası annesini öldürmüştü ve üzerinden aylar geçmişti. Alastair ne annesinin yokluğunu fark etmiş, ne de babasının bir katil olduğunu anlamıştı.
‘’İzin veremem.’’ Alastair’in dalgın gözlerinden bir karartı geçti. Karar vermişti. Acısını saklayacak ve zamanı gelince acısını yaşamak için kendisine izin verecekti. Şimdi değil; şu an değil; zamanı gelince. Şimdi yapması gereken sorumluluk almaktı.
‘’Daha fazla acıya sebep olmasına izin veremem. Bir yalancının halkıma eziyet etmesine izin veremem. Anneme,’’ derin bir nefes aldı. ‘’Anneme yaptıklarını tekrarlamasına izin veremem.’’
‘’Bütün bunları bir günde yapamazsın Pam’oshinck. Karşındaki bir kral.’’
‘’Ve ben de onun oğluyum.’’ Alastair kararla Mergen’e baktı. Mergen’in alnı endişeyle kırıştı. Mardok gibi bir krala bir prensin gücü yetmezdi, ona engel olmanın tek yolu onu altetmek olabilirdi; krallığı elinden almak.
‘’Kan düellosu.’’ Mergen fısıldadı. Alastair kafasını salladı.
Mergen’in kaşları endişeyle büküldü. ‘’Kral’a öyle hemen meydan okuyamazsın, bu delilik.’’
‘’Sarayda bir mezarlıktakinden daha fazla ceset olması kadar değil,’’ Alastair dişlerini sıktı. ‘’Annemin,’’ derin bir nefes, ‘’-annemin.’’ Alastair’in gözleri tuttuğu gözyaşları ile yandı. Kafasını iki yana sallarken göğüsü hızla inip kalkıyordu, sesi bir fısıltıdan farksızdı. ‘’Hiçbir şey yapmadan duramam.’’
‘’Ateşten korkan kavak tüyünü erken sular.’’ Mergen yüzünde anlaşılması zor bir ifadeyle uzunca Alastair’e baktı.
‘’Yanmaktan korkmuyorum.’’ dedi Alastair. Gözlerinde kararlılık vardı. ‘’Bu hikayede yanan ben olmayacağım.’’
Mergen hazırlanması gerektiğini söyleyip Alastair’i düşünceleriyle yalnız bıraktı. İçinde küçük bir parça son dakika da olsa pes etmesini umut ediyordu. Alastair usta bir silahşördü. Gördükleri arasında en iyisi. Birçok silaha yatkınlığı vardı ve kılıç kontrolü ölçülemezdi. Mardok’a karşı en ufak bir kazanma şansı olan birisi varsa bu kişi Alastair’di.
Genç Prens küvet niyetine kullandığı fıçının içinde oturmuştu. Küvete sığmayan bacaklarına sarılmış, kalbini yatıştırmaya çalışıyordu. Soğuk suda ıslanan saçları omuzlarına ve sırtına yapışmıştı. Kafasında yaşanacak olan düellonun olası senaryolarını kuruyor, yapacağı her bir hamleyi tek tek büyük bir dikkatle düşünüyordu. Babasıyla defalarca talim yapmıştı, talim yaptığından daha fazlası onu izlemişti. Neyle karşı karşıya olduğunu biliyordu. Yarın güneşin doğuşunu göremeyebilirdi; başarısız olup devamı gelecek ölümlere engel olamayabilirdi; mahzendeki maktulların ruhlarını kurtaramayabilirdi; hiç aşık olmadan sonsuzlukta kayabilirdi.
Ekolular Alaz’a inanırdı. Her Ekolu içinde Alaz’ın kıvılcımını taşırdı. Öldüklerinde ruhları tutuşur, atalarının yanında, gökyüzünde yerlerini almak için yükselirlerdi. Alastair henüz kendi ikiz kıvılcımını bulamamıştı. Yarım kalan ruhunun sonsuz gökyüzünde kaybolmasından korkuyordu. Bir gün sönüp gideceğinden; sonsuzluğun onu yutacağından…
Uyumadan önce yıldızları izlemeyi severdi. Atalarının ona yol göstermesi için onlara dua eder, kendisinden önce gelenlerin hikayelerini tahmin etmeye çalışırdı. Hergün mutlaka bir yada iki tane kayan yıldız görürdü. Acaba onların arasında annesi de var mıydı? Onun yükselişine tanık olmuş muydu? Annesi kendisini tanımadığı için Alastair’e kızmış mıydı? Tek başına olduğu için korkmuş muydu? Babası annesinin -ve birçoğunun- elinden sonsuzluğu çalmıştı. Sıradaki kendisi mi olacaktı?
Alastair sudan çıktı. Düşünmek boşunaydı. Aklını doldurmamalı ve hedefine odaklanmalıydı. Tek yapması gereken kazanmaktı. Kazandıktan sonra geri kalan vaktini düşünerek harcayabilirdi. Ağlayabilir, yas tutabilir yada unutmayı tercih edebilirdi. Buna vakti geldiğinde karar vermeliydi.
Saçlarını sıkıca ördü, teninden daha dar gelen içliğini giydi ve üzerine deri zırhını geçirdi. Deri botları bileklerinin üstüne kadar sıkıca düğümlenmişti. Siyah pelerinini omuzlarına atarken odasını terk etti. Koridorları hızla yürüyor bir yandan da pelerinini bağlıyordu.
Doğu merdivenlerini hızla indi ve şövalyelerin idman sahasına kadar hızını hiç kesmedi. O geldiğinde saray gardiyanlarının bir kısmı ve bölük liderleri çoktan Mardok’la birlikte antrenmana başlamışlardı. Alastair’in kalbine sakin kalması için yalvardı. Mardok kendisini fark edip antrenmanı durdudu. Alastair boynunu eğmeden babasının karşısında durdu. Kuru kar ayağının altında gıcırdıyordu.
‘’Kral Mardok,’’ Nabzı yanaklarını ısıtır, nefesi havada asılı kalırken gür bir sesle babasına seslendi. ‘’İşlediğin günahların kefaretini ödemen için sana şans sunuyorum.’’ Mardok alaycı bir ifade ile Alastair’e baktı. Askerlerin hepsi dikkat kesilmişti. Kimi merak, kimi ise küçümseyici bir ifadeyle ona bakıyordu.
‘’Ne saçmalıyorsun sen?’’ Mardok gülerek sordu.
‘’Sana kan düellosuyla meydan okuyorum.’’ Alastair çenesini kaldırdı. Buz mavisi gözlerinde keskin bir bakış vardı. ‘’Tahtını bırak ve günahlarınla yüzleş.’’
‘’Alastair!’’ Mardok bağırdı. ‘’Sen ne saçmaladığını sanıyorsun?! Oyunu bırak-’’
‘’Suçlarını kabul et!’’ Alastair’in omuzları sarsıldı. ‘’Alaz’dan ayırdığın ruhlar için af dile. Annem için af dile.’’
Mardok’un çenesi kasıldı, göğüsü şişti ve omuzları yükseldi. Çatılan kaşlarının gölgesi gözlerine düşmüş, bakışları kararmıştı.
‘’Peki öyleyse.’’ dedi soğuk bir sesle. Kafasını çevirip yere tükürdü ‘’Meydan okumanı kabul ediyorum Prens Alastair. Eğer isteğin annene katılmaksa sana yardım edeceğim.’’
Alastair omuzlarında hafif, arkası boş bir ağırlık hissetti. Bir anının hayaleti avuçlarını omuzlarına koymuş adeta ayaklarını daha sert basması için ona yardım ediyordu. Onu sıkıca saran parmakların varlığını hissettiğine yemin edebilirdi. Burnu soğuktan koku alamıyordu ama bir an annesine ait olan o şefkat dolu leylak kokusunu duymuştu. Kalbi göğüsünde tekledi. Annesinin varlığını yanında hissedebiliyordu. Gözleri buğulandı.
Güneş ufuk çizgisinde belirmeye başlarken pembe denilebilecek bir renk beyaz karı örtüyordu. Hayatının en güzel gündoğumu gözlerinin önünde gerçekleşiyordu. Yumurta sarısı güneş önce turuncuya kayıyor; turuncu pembeye; pembe mora ve oradan maviye çalıyordu. Bu renk cümbüşü bulutları da boyuyordu. Kafasını kardan çıkartan utangaç otların üzerleri buz tutmuştu. Ağaçların üzerinde biriken karlar bir kalın kaban misali onları sarıyordu. Alastair derin bir nefes aldı. Huzurun resmine iyice baktı. Göğü annesinin fırçasının boyadığından emindi. Omuzlarında sıcak avuçlarını hissediyordu. Çevresinde onu destekleyen tek bir kişi olmamasına rağmen Alastair yalnız değildi. Daha önce hiç olmadığı kadar bir bütündü.
Antrenmanlarında sık kullandığı takımını kuşandı. Sol koluna demir çerçeveli, ıhlamur odunundan yapılma bir kalkan takılıydı. Kalkanın bakımı yapılmamış deri kayışları çatlamıştı ve bileğini sıkıyordu. Sağ kolunda kılıcını tutuyordu. Tek elle kuşanması kolay, hafif metalden yapılma uzun bir kılıçtı bu. Mardok’un elindekinden oldukça daha kısaydı ve ağırlığı yarısı kadar yoktu. Ayaklarını açtı, diz kapaklarını hafifçe büktü ve kılıcının kabzasını gıcırdatana dek sıktı.
Alastair kazanacak olursa Eko’nun yeni kralı olacaktı; Mardok’un yaptıklarından habersiz halkı için bir tiran… Mardok’un kazanacağı bir senaryoyu Alastair aklına getirmemişti. Mardok’un kazanmasının onun için tek bir anlamı vardı, ölüm. Kanı, babasının zaten kana bulanmış ellerini daha fazla kirletemezdi. O da zorla bu dünyadan kopartılan yüzlerce kişiden sadece birisi olacaktı. Mardok’un yaptıkları gizli kalacak, günahları gökyüzünün dengesini bozup belki de dünyanın sonunu getirecekti.
Askerler bir sonraki kralın kim olacağına dair bir merakla Mardok ve Alastair’in etrafını sardılar. Mardok’un elinde kendi kılıcı duruyordu. Bu kılıcın normal bir insanın iki eliyle desteklemekte zorlanacağı bir ağırlığı ve kalkan kullanılmasını gerektirmeyecek bir genişliği vardı. Mardok tek eliyle kılıcını kendi etrafında bir kez döndürdü, iki, üç ve Alastair’in kafasını hedef alarak savurdu. Bunu yaparken vücudunda korkudan veya önlemden bir iz yoktu. Alastair’e gereken saygıyı göstermiyordu.
Alastair tek adımını geriye attı, omuzlarını sıktı, dengesini korudu ve hafifçe eğilerek gelen darbeyi kalkanıyla karşıladı. Mardok’un öylesine savurduğu kılıcının ağırlığı kemiklerini titretti. Mardok kılıcını kendine çekip tekrar vücudunun etrafında döndürdü. Gözlerinde ancak bir hayvanda bulunabilecek bir vahşiliğin parıltıları vardı. Alastair dişlerini sıktı, kendisini inceleyen Mardok’a bakışlarıyla karşılık verdi.
Babasının onu sınadığının farkındaydı. Kafasında aynı senaryoyu defalarca döndürmüştü. Kılıcını hafifçe kaldırdı ve topuzunu kalkanın metal kaplama kenarlarına vurdu. Gözlerini babasından ayırmıyordu. Kılıcını tekrar kaldırdı ve tekrar kalkanına vurdu. Belirli bir ritimde, gittikçe artan bir kuvvetle buna devam etti. Mardok’un suratındaki eğlenen ve kendine güvenen ifade her saniye kayboluyordu. Mardok’un kılıcını sıkmasıyla kolundaki kaslar kasıldı. Alastair öne atıldı. Kılıcını iki eliyle kavramıştı. Vuruşunu yapmak için kollarını kaldırdı ama yeterince hızlı değildi. Mardok yana çekildi ve Alastair’in kılıcı havayı kesti. Gözleriyle babasını takip etmeye çalışsa da yere düşmeden önce gördüğü son şey kendisine doğru atılan tekmeydi. Tepki verecek vakti yoktu. Kalkanıyla kaburgalarını hedefleyen ayağı durdurmayı denediyse de kendisini yerde buldu. Düşmesinin hemen ardından kafasını hedefleyen darbelerden kurtulmak için yerde üç kez yuvarlanmak zorunda kaldı. Mardok mola vermiyor, kan dökmek için acele ediyordu.
Alastair’in ayağa kalkmak için vakit yaratmaktan başka çaresi yoktu. Bir sonraki darbeyi kalkanıyla tutmayı düşündü. Sol kolunu kendisine siper ederken kılıcıyla Mardok’un baldırını çizebilirdi.
Yerde yuvarlanmasını durdurup hızla kalkanının takılı olduğu kolunu kaldırdı. Kılıcın üzerindeki ağırlığını hissetmeyi beklemeden uzanıp babasının bileğini çizmeyi denedi. Mardok’un kılıcı kalkanını bir dal parçasıymışçasına yarıp Alastair’in bilek kemiğine saplandı.
Genç Prens acıyla uludu. Mardok kılıcını çekip geriye iki adım attı, bileklerindeki kesit çok derin değildi. Alastair hızla ayağa kalkıp tekrar pozisyon aldı. Sıcak kanı dirseğinden damlıyor, ensesinden ve alnından terler boşalıyordu. Gözlerinin önünde noktalar beliriyor, yer ayağının altında hareket ediyordu. Dengesini sağlamakta zorlanırken kılıcını bir tur çevirdi. Acısını göz ardı etmek zordu ama devam etmesi gerekiyordu.
Mardok ve Alastair dans eder gibi hareket etmeye devam ettiler. Birbirlerine değdikçe çınlıyan kılıçlar birbirlerinin üzerinde kayıyor, sekiyor ve bazen balçaklara takılıyordu. Omzunu hedefleyen bir darbeyi kılıcıyla tutmak isterken Mardok’un kaba gücüne tamamen direnememiş, kılıcın etini kesmesine izin vermek zorunda kalmıştı. Benzer kesikler kollarında ve bacaklarında da bulunuyordu.
Mardok -tıpkı kılıçları gibi- Alastair’den uzun ve güçlüydü. Alastair her bir darbesine karşılık verebiliyordu ama gücü bu darbelerin hiçbirini tamamen durdurmaya yetmiyordu. Genç Prens’in gözlerindeki ışk buna rağmen sönmemişti. Şu ana kadar Mardok’a verebildiği tek zarar bacaklarındaki iki ince kesikti ama buna rağmen suratında kararlılıktan başka hiçbir ifade yoktu.
Her şey tam olarak Alastair’in planladığı gibi ilerliyordu. Bu düelloya başlarken zarar görmeden çıkamayacağının farkındaydı. Kavgayı yönetemiyordu. Rakibini bastırabilecek büyük bir güce de sahip değildi. Ama Alastair’in zihni kılıcından daha keskindi. O kavgaya yön verebiliyordu. Karşısındakini -bu durumda Mardok’u- istediği konuma sokuyor ve bunu fark ettirmeden yapıyordu.
Kılıçları çarpışmaya devam ederken Alastair Mardok’un etrafını çevrelemeye başladı. Düello ne kadar uzarsa kazanmaya o kadar uzaklaşacaktı. Mardok kendisinden çok daha iyi bir durumdaydı ve Alastair’e karşı bir korkusu yoktu. Alastair’in ise tek ihtiyacı olan şey buydu.
Kolunu hedef alırmışçasına kılıcını kaldırdı ve Mardok savunmaya geçmek için kolunu kaldırırken kılıcının yönünü değiştirdi. Dizlerinin üstüne çöküp kılıcını kendisine doğru çekti ve tek harekette Mardok’un serçe parmağını yerinden kopardı. Mardok acıyla bağırırken kılıcının kabzasını Alastair’in burnuna sertçe geçirdi.
Alastair’in burnu kulaklarına ulaşmayan bir çatırtıyla kırıldı. İçinden buna değerdi, diye geçirdi. Mardok’u yenmesinin bir yolu yoktu; Mardok’u bir düelloda yenmesinin bir yolu yoktu. Tek şansı Kral’ın elinden kılıcını çalmaktı ama bunu yapamayacağını iyi biliyordu. Defalarca aklından geçirmişti; Mardok’un kılıcını çalması imkansızdı. Kılıç, kendisinin kuşanamayacağı kadar ağır ve büyüktü.
Alastair’in gözleri birkaç saniyeliğine karardı. Gözlerini kırpıştırarak Mardok’tan hızla uzaklaştı. Adımları sarsaktı. Yüzünde kanlı bir gülümseme vardı. Kirpiklerinin her bir kıpırtısında gözyaşları yanaklarından boşalıyordu. Mardok’un kılıcını çalamazdı ama kılıcını kullanmasına engel olabilirdi.
Kulakları çınlıyordu. Vücudu sınırına ulaşmıştı, son darbeyi vurması gerekiyordu. Mardok’un hiddetli kızarmış yüzü bağırırken ağzında toplanan kanı yere tükürdü. Babası onu daha önce hiç görmediği kadar sinirlenmişti. Ağzından tükürükler saçarak emirler yağdırıyordu ama Alastair’in çınlayan kulakları ne dediğini duymuyordu.
Alastair yavaş ama güçlü adımlarla Mardok’a yaklaştı. Kılıcını iki eliyle sıkıca kavradı ve içinden Alaz’a bir dua okurken bitirici vuruşu yapmak için kollarını kaldırdı. Mardok kılıcını savurmak için kaldırmayı denedi. Kabzası kandan kayganlaşmıştı. Sol eliyle destek olarak ağır kılıcını kaldırmaya çalışırken Alastair kılıcını indirdi.
Darbesi Mardok’un göğüsünü çizdi. Babasının kanı suratına sıçradı. Alastair’in kollarındaki güç gittikçe çekiliyordu. Nefesi göğüsünü ağırlaştırıyor, alnından akan soğuk terler gözlerini yakıyordu. Annesini aklına getirdi. Tıpkı onun gibi ölmeyi bekleyen, tutsak kalmış insanları…
Anıları gözlerinin önünden bir film gibi akıyordu. Unuttuğunu düşündüğü hatıralar iyi yada kötü, geçmişine ait her bir düşünce; her bir his onu kılıcını kaldırması için büyük bir güçle dolduruyordu. Alastair daha önce böyle bir ihanete hiç uğramamıştı. Daha önce ihanete uğramamıştı.
Dadısının ona hikaye sözü verip uykuyla onu kandırması, arkadaşı olacağını söyleyip aile ilişkileri adına ona yaklaşan soyluların çocukları, bahçede bulduğu yaralı kuşun iyileştirelecek yalanıyla ondan alınıp öldürülmesi… Alastair bir kral olarak yetiştirilmişti. Sarayın güvenliği içerisinde, onu asla incitemeyecek insanlar arasında. On yedi yaşına bir gün önce basmıştı, yetişkin sayılmasına sadece bir sene kalmıştı ama Alastair büyümemişti. Bir çocuktan farkı yoktu. Belki de bu sebepten babasının yaptıklarını hâlâ sindiremiyordu. Babası annesini öldürmüştü. Onu yalanlar ve hayallerden oluşan bir kafese kilitlemiş, kanatlarını kesmiş ve özgür olduğu yalanına inandırmıştı.
Alastair’in kolları havadayken tereddüt etti. Babasını öldürmeliydi; tek yolu buydu. Mardok bir kraldı. Tanrılara karşı gelmişti ve yozlaşmıştı. Alastair’in nabzı boynunda atıyoru. Kalbi, adeta kaburgalarını içeriden yumrukluyor ve ona yalvarıyordu. Alastair’in içinde bir yerde, küçük bir çocuk babasının affı için ona yalvarıyordu.
Alastair kılıcını indirdi. Mardok’un boynunu yerinden sökecek ve herşeye bugün bir son verecekti. Dudaklarında delirmiş bir gülümseme, yanaklarında hala akmaya devam eden yaşları vardı. Ensesinde ve bileklerinde hissettiği güçle dengesini kaybetti. Gözleri kararmadan önce gördüğü Mardok’un donuk bakışları onu korkuttu. Kılıcı Mardok’a dokunamadı. Askerler bileklerine ve ensesine yapışmış, onu yüzükoyun yere yapıştırmışlardı.
Alastair’in kararan gözerinin önünde Mardok’un ölümü geçti. Bir geyik ona ölümü getirecekti. Güzelliğiyle onu aldatacak ve en acı ölümü tatlı bir öpücüğün arkasına gizleyecekti. Mardok’tan geriye kıvılcımı dahi kalmayacaktı. Alastair’in nefesi boğazında tıkandı. Ölümün soğuk fısıltısını kulaklarında duydu. Görüşünü tekrar kazandığında ona uzatılan bir bezle kanamasını durdurmaya çalışan babasını gördü. Boynunu dikleştirmiş, Alastair’e bakıyordu.
Alastair onu tutan ellerden kurtulmak için debelendi ve kafası sertçe yere basıtırıldı. Mardok Kan Düellosu’nun kurallarını çiğnemişti. Askerlerden birisi Alastair’in saçını çekti. Kafasına dayanan bir bıçağın saçlarını kestiğini duyabiliyordu. Alastair bağırdı ve suratını yan çevirdi. Ondan saçlarını alıyorlardı! Kırık bir sesle dişlerinin arasından Mardok’a bağırdı.
‘’Alaz seni terk edecek. Ölümünün tadını alacaksın.’’
İhanet göğüsünü yakıyordu. Ve tadı; ağzındaki kan, suratının bastırıldığı çamurlu kardaydı.
1 note
·
View note