Tumgik
#seçeneksizlik
seslimeram · 21 days
Text
Gösterilen - Yaşatılan
Tumblr media
Gösterilenler ile yaşananlar arasındaki uçurum hali her gün daha derinleşiyor. Bir yerdeki bir menzildeki yaşam idesinin dönüşümü ol mutlak iktidar pratikleriyle birlikte yenilenip dururken gösterilen her şey yaşananları karşılamıyor. Hiçbir biçimde doğrunun varlığının söz konusu edilmediği, esamesinin okunmadığı, yalanın, riyanın, hakaretlerin birbirini bu sahada takip ettiği bir döngünün yinelendiği zeminde hayat mefhumu derdest edilendir. Ol asgari yaşam hakkının talanına devam olunan yerde, herkesin birbirine kırdırılmasına devam olunur. Cürmün var edildiği zeminde, yalanın, kötülüğün, tahakküme rehineliğin bir biçimde aralıksız kılınmasından bu dönüşüm mefhumu okunabilir. Yıllar yılıdır süre duran aklın eylediği her şeyin yekunu toplumsal bir çürüme diskurundan başkası değildir. Bugün varılan radde, bunca sınamanın hemen arkasından çıkagelen şeylerin / etkin halini göz önüne getirdiğimiz vakit ol gösterilenlerle yaşatılanlar arasındaki uçurum hali kesin, kati bir uçurumu bildirir.
Duraksamadan var edilmiş riya söyleminin sunduğu, gerçekliği örseleyen hamlelerin tüm yekunu zaten meseleyi başından bu yana bildirir. Vatan, millet hikayesi seslendirilirken o devletin / devletlinin her durumda başı sıkıştığında var ettiği açmazları aşmak için başkası ya da diğerlerini hedef kılması bu uçurum mefhumunu görünür kılar. Tanımlanan nefretin birbiri peşi sıra sunulagelen hiddet halinin, pragmatizmin tamamlayıcısı olagelen şiddetin tam ve eksiksiz çağrılması hallerinden sonra çıkagelen her şey o yaşatan değil çürüten yer mefhumunu anlaşılır kılar. Cerahat elinde, toplumu daha da baskılayarak, eksilterek belli bir biçimde kuşatarak, daimi bir gözetimi var ederek ama her şeye müdahil olarak harap viran bir demokrasinin inşasına devam olunur. Her şeyin eksik kılındığı bir zeminde kaç seçim yengisi bir doğruyu var edecektir ki! Alışılageldik reflekslerin sergilendiği birbiri ardına herkesin oyuna sahip çıkmasına mersiyeler dizilen bir düzlemde, oradaki iradenin daha seçim gecesinden başlayarak törpülenmeye, ezilmeye nasıl başlandığı artık giz değil sır hiç değildir. Didaktik ezberlerini halkın birbirini ezmesi için bir vesile kılan bununla bir eylemselliği var eden, toplumu dönüştürüp, kutuplaşmayı sonsuz ihtimaller sarmalına ekleyen bir aklın sundukları ile uçurumlarla çevrilmiş ülke bir fabl değil hakikat olarak yerini alır. Budur hikayemiz.
Fethi Balaman'ın Mezopotamya Ajansında yayınlanan haberidir: “Polisin işkenceyle kafasını 3 yerden kırdığı 17 yaşındaki çocuğun götürüldüğü hastanede adli muayenesi yapılmadı, rapor olmadan savcılığın talebiyle tutuklanmasına karar verildi. Götürüldüğü cezaevi adli muayene raporu olmadan çocuğu kabul etmeyince, alelacele rapor düzenlendi.
Êlih’te, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) seçimi kazanmasından sonra 4 Nisan’da yapılan kutlamalara katılan 17 yaşındaki Süleyman Ç., kutlama sonrası işkence edilerek gözaltına alındı. Olay günü polisler tarafından gözaltına alındıktan sonra kafasına silah dipçiği ile vurulan ve kafası 3 yerden kırılan Süleyman Ç.’ye, adli muayene için götürüldüğü Batman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde rapor düzenlenmedi. Gerekçe belirtilmeden raporunun verilmemesi üzerine Süleyman Ç., önce Batman İl Emniyet Müdürlüğü sonra Batman Cumhuriyet Başsavcılığı’na sevk edildi. Adli muayene raporu olmamasına rağmen Süleyman Ç. hakkındaki işlemleri sürdüren savcılık, tutuklama istemiyle Batman Sulh Ceza Hakimliğine sevk etti. Sulh Ceza Hakimi, dosyada adli muayene raporu olmadan Süleyman Ç.’nin tutuklanmasına karar verdi.
Alelacele Rapor Alındı
Hukuki gereklilikler yerine getirilmeden yapılan işlemler, Süleyman Ç.’nin cezaevi kapısından dönmesine neden oldu. Süleyman Ç. sevk edildiği Batman M Tipi Kapalı Cezaevi idaresi, işkence gören Süleyman Ç.’nin adli muayene raporu olmadan, onu kabul etmeyeceğini bildirmesi üzerine bu sefer alelacele adli muayene raporu düzenlendi.
Müvekkilinin yaşadıklarını aktaran Süleyman Ç.’nin avukatı Yunus Bağış, cezaevi idaresinin darp raporu olmadan müvekkilini cezaevine alamayacağını bildirmesi üzerine alelacele İluh Devlet Hastanesi’nden rapor çıkarıldığını söyledi. Rapor olmadan gerçekleşen emniyet, savcılık ve hakimlik işlemlerinin kanuna aykırı bir durum olduğunu kaydeden Bağış, darp uygulayan polisler, raporu vermeyen doktorlar, rapor olmadan tutuklama isteyen savcılık ve tutuklama kararı veren mahkeme hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi.
Kafasında 3 Kırıkla Rapor Olmadan Tutuklandı
Kutlama sonrası dağılan kitleye polisin tazyikli suyla saldırdığını hatırlatan Bağış, “Çocuk yaştakiler gözaltına alınıp darp edildi. Bunlardan biri de müvekkilimdir. Gözaltı esnasında şiddete maruz kalıyor. Kafasındaki 3 kırık ile hastaneye götürülüyor. Gözaltına alınan kişiye uygulanan işlem burada uygulanmıyor. Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne götürülüyor. Ancak kafasındaki kırığa rağmen rapor verilmiyor. Ve bu şekilde TEM’e götürülüyor. Burada birebir görüştük ve işkenceyi ondan duyduk. Savcılığa sevk edildiğinde rapor meselesini ilettik. Ancak savcılık tutuklama talebiyle Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edildi. Burada da rapor talebimiz oldu. Ancak mahkeme tutuklama istedi. Tutuklandıktan sonra cezaevine götürülüyor. Cezaevi yönetimi rapor olmadan cezaevine alamayacaklarını belirtti. Bunun üzerine alelacele başka bir hastaneden rapor alındı. Sonrasında cezaevine alınan müvekkilim sonrasında Diyarbakır Cezaevine sevk edildi. Batman’da çocuk cezaevi olmadığı için buraya sevk edildi” diye konuştu.
‘Suç Duyurusunda Bulunacağız’
Gözaltı ile başlayan hukuksuzluğun tutuklama sürecine kadar devam ettiğini kaydeden Bağış, “Bu hukuksuzluğun yaşandığı sürecin tamamını zapta geçirdik. Elimizdeki ihlal belgeleri ile birlikte bu ihlal zincirinde kim suç işlemiş ise suç duyurusunda bulunacağız” dedi.
Hukuksuzluk Zinciri
Müvekkilinin tek bir somut gerekçe olmadan hukuksuz bir şekilde tutuklandığını kaydeden Bağış, “Tutuklama gerekçesi ise ‘Örgüte üye olmamak ile birlikte örgüt adına suç işlemek’ iddiası oldu. Bilindiği gibi bu madde iptal edilmişti. 8’inci yargı paketi ile birlikte tekrar devreye konuldu. Müvekkil dağılma esnasında bir sivil polis aracına atılarak işkence edilmiş. Hiçbir eylem ve etkinliğin içinde yokken evine giderken bu yaşandı. Kamu görevlisi veya malına karşı bir saldırı girişimi dosya içinde yok. Dosya arasında sunulan görüntüler de de yok. Tarafımız ve savcılık tarafından da incelendi. Tek bir delil yok. Ancak hukuksuz bir şekilde tutuklandı. Bu hukuksuzluk zincirleme bir hukuksuzluk oldu” şeklinde konuştu.”
Gösterilenler ile yaşatılanlar arasında, aksettirilen ile hakikat arasındaki bağlantısızlığın her neyi var ettiği Elih’te ortaya çıkan şu işkence tavrından dahi anlaşılabilir. Bir asırdan uzunca bir süredir terbiye etme / hizada tutma / bu ülkenin yurttaşları olduğunu sindirme konusunda arpa boyu yol alınamamış olduğunu gösteren bir karşıtlık bir çocuğun canının yakılmasında bir kere daha belirir. Durup dururken kolluk şiddetinin bir çocuğa, salt Kürd olduğu için var edilebilmesinin cüretidir mesela sorun. Hiçbir biçimde kural tanımama hal ve istemidir misal sorun. Bir çocuğa işkence edip, kafasında kırıklarla birlikte mahpusa yollayabilme iradesindeki sakatlıktır sorun. Bütünüyle birbirinin benzeri olagelen bir tavır silsilesi içerisinde Bakur Kürdistan’ı coğrafyasında hakkın da hukukun da telef edilmesi haline bunca canhıraş çabadır misal sorun. Anlatılan ile yaşananların arasındaki derin yar, o kör karanlıklarda nice hayatın gasp edilebildiği bir ülke gerçekliği söz konusuyken asıl nerede komşuluğun / eşit yurttaşlığın / hürriyet ve adaletin gasp olunabildiğinin / eksikliği ya da hiç var edilmemesinin meselidir misal sorun. Kim nasıl verecektir bunca ağır vebal, yıkıcılığın hesabını değil mi?
Evrensel Gazetesine bağlanalım: “Şırnak merkezde dün yaşanan uzman çavuş tacizi yürüyüşle protesto edildi. Yürüyüşe, Emek ve Demokrasi Platformu bileşenleri, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’na (KESK) bağlı sendikalar, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Şırnak Milletvekili Newroz Uysal Aslan, Barış Anneleri Meclisi üyeleri, Özgür Kadın Hareketi (Tevgera Jinên Azad-TJA) aktivistleri, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ile İnsan Hakları Derneği (İHD) yöneticilerinin yanı sıra çok sayıda kişi katıldı.
Cumhuriyet Meydanı’nda bir araya gelen kitle, “İstismar ve tacize dur de" pankartı ile KESK binasının önüne kadar yürüdü. Sık sık “Susma sustukça sura sana gelecek” sloganının atıldığı yürüyüşün ardından KESK binası önünde açıklama yapıldı.
“Cezasızlık Güç Veriyor”
Açıklamayı yapan Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Şırnak Şubesi Eş Başkanı Murat Özbey, halkın müdahalesiyle kadının kurtulduğunu söyledi. Özbey, “12 Nisan 2024 günü akşam saat 21.30 sularında Şırnak merkezde bulunan Dicle Mahallesi’nde evlerinin bulunduğu binaya giriş yapan genç yaştaki iki kadını takip eden Z.Ç. isimli şahıs, bina girişinde kadınlara karşı cinsel saldırıda bulunmuştur. Kadınların etraftan yardım istemesi üzerine vatandaşlar olaya müdahale etmiş ve müdahale neticesinde failin yaralandığına dair bilgiler yazılı ve görsel medyaya yansımıştır. Şırnak Valiliği'nin resmi açıklaması ile failin kamu görevlisi olduğu belirtilmiş olmakla birlikte kamuoyunda fail Z.Ç.'nin uzman çavuş olduğu belirtilmiştir” dedi.
Daha önce de benzer durumların yaşandığına dikkat çeken Özbey, failin cezasızlık politikası sonucu bu eylemi gerçekleştirdiğini dile getirdi. Özbey, “Deneyimlediğimiz üzere failin kamu görevlisi olması ve özellikle kolluk personelinin fail olduğu benzer vakalarda etkin ve adil bir soruşturmanın yürütülmemesi, faillerin cezasızlık zırhı ile korunması, failin bundan aldığı güçle bu eylemde bulunması toplumda böylesi bir infial yaratacak sonuç doğurmuştur. Cezasızlık bu coğrafyada başta kadın ve çocukların yaşam hakkı olmak üzere genel hak ihlallerinin en büyük zırhı olmuş ve olmaya da devam ediyor. Kamunun gücünü arkasına alarak bu suçları işleyen hiçbir failin etkili bir ceza aldığına şahit olmadık. Batman Beşiri'de Musa Orhan, Cizre'de fail Aslan A. ve Hakkari'de Esra Yücel davaları ve onlarca kamuoyuna yansımış davalar bu cezasızlık politikasının en net örnekleridir."
“Valilik Faili Korudu”
Valiliğin tacizle ilgili yaptığı açıklamanın faili korumaya yönelik olduğunu söyleyen Özbey, şöyle dedi: "Olayın basına yansıması sonrası Şırnak Valiliği tarafından yapılan basın açıklamasında fail ile ilgili herhangi bir adli ve idari soruşturmanın başlatıldığından söz edilmeksizin faile karşı eylemde bulunduğu iddia edilen 4 kişinin gözaltına alındığı belirtilmiştir. Şırnak Valiliğince yapılan bu açıklama, faili korumaya yönelik eksik ve yanlı bir açıklama olmakla birlikte adli ve idari makamların kamu görevlisi olan fail hakkında etkin bir soruşturma yürütemeyeceği yönündeki kuşkuları artırmıştır. Adli ve idari makamlarca etkin ve şeffaf bir soruşturma başlatılması ve yürütülecek soruşturma neticesinde failin hak ettiği cezaya çaptırılması için ilgili makamları göreve çağırıyoruz. Kurumlarımızın bu sürecin takipçisi olacağını ve demokratik tepkiler dışında hukuki sürecinde yakından takipçisi olunacağını tüm Şırnak halkına ve değerli kamuoyuna bildiririz."
“Fail Kaçırıldı”
Açıklamanın ardından konuşan DEM Partili Newroz Uysal Aslan ise, olaydan sonra failin polis tarafından kaçırıldığını ve korunduğuna dikkat çekti. Uysal, “Bugün burada olmamızın sebebi acı verici bir olaydır. Kolluk güçleri, halkımız arasında uyuşturucu, ajanlık dağıtmaya amaçlıyor. Burada yaşanan Firdevs Babat olayı aynı kişilerin eliyle yapıldı. Sakine Kültür olayı hala aklımızda. Bundan üç yıl önce buna benzer bir olay daha yaşandı ve tüm Şırnak halkı buna karşı ayağa kalktı. Dün yine sokaklarımızda aynısı yapıldı. Şırnak halkı bunlara karşı her zaman tepkisini ortaya koyacaktır. Olay sonrasında yaralı olarak gösterilen fail acil bir şekilde hastaneye kaldırıldı ve kaçırıldı” diye belirtti.
Açıklama, “Jin, jiyan, azadî” ve “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganlarıyla son buldu.”
Fail daha sonra açığa alınır, 17 Nisan günü ajanslara düşen habere göre de tedavisinin hemen ardından ceza hakimliğince tutuklanır. Tümüyle gösterilenler ile yaşatılanların arasındaki uçurum halinin her nasıl biçimlendirildiğine dair keskin / iç kıyıcı bir örnek karşımızdadır. İnsanların tepkimesi, siyaset örgüt / yapılarının kararlı baskılarının ardılı daha önce pek çok defa olduğu gibi kulak ardı edilmeden, insanlık düşmanı bir zatın en kestirmeden adalet önünde hesaba çekilmesi var edilir. Anlatılanlar ile var edilmiş olanı karşılaştırdığımızda gerçekliğin nasıl da biteviye bir sürünceme taşımaksızın “kuşatma” olduğu meydana çıkar. Biyopolitik bir tahakküm şeceresini mütemadiyen yeniden ve hiç yılmadan kullana gelen, yeniden birleştiren, yön tayini için zemin kılan aklın elinden daha kurtarılacak kaç insan vardır? Kaç kişinin canı yakıldıktan sonra nihayetinde bir ülkede ol ötekinin de yaşam hakkının farkına varılacaktır? Sorular soruları bütünlüyor. Kesin olarak emin olduğumuz yegane şey budur.
Kendini tekrardan var eden bir gümbürtü içerisinde seçim yenilgisini yeniden öteki olarak kodlanmış / bellenmiş olana saldırarak unutturma yolunda yürünür. Onca canhıraş yıkımı var eden bambaşka bir sureti temsilmiş gibi yeniden bildiğimiz, nobran, madun siyasetin en olmadık hamlelerini olur addeden bir cerahat sarmalına ülke teslim olsun istenir. Yalın bir halde / keskin / sürekli hedef alan, bilen bir yönetim katının varlığında hangi doğrulara yer vardır. Düpedüz doğrudan kesintisiz kılınan cerahat halinin ortasında hiçbir yarının var edilmemesi için halihazırda sürgit yinelenen hallerle / hamlelerle her nasıl bir yarına varılacaktır. Görünen, var edilen, yaşatılan ve sonrasına aktarılan her tahayyül ile güncel kılınmış bir tahakküm ekseninde uçurum dört bir yanımızı kuşatıyor. Geleceksizliğin tam da ortasında hayatın perişanlığına itiraz edilmedikçe, seçimden seçime memleket akla düşüp sonrasında unutulduğu müddetçe devam olunacak bir kısır döngü. İçinize siniyor mu?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Bul Beni – İsmet DEĞİRMENCİ – ArtDog İstanbul
1 note · View note
onderkaracay · 11 months
Text
Tumblr media
🗣️ Birbirinin Benzeri Tarikat ve Cemaatler Gibi Sürekli Üreyen Siyasi Partilerin Sonu Gelmeden Bize Kurtuluş Yoktur
Bir gün herkes doğruyu bulacak. Madem siyasette kimse koltuğunu bırakmıyor o zaman yeniden yurttaş olmak için herkes seçmen olmaktan istifa etmesi işe yarayacak tek seçenek kaldı.
✓ Anayasa'ya göre aday olmaması gereken aday olabiliyor.
✓ Sürekli kaybeden ve kaybettirenler de aday oluyor.
Bu seçeneksizlik bir dayatmadır.
Sonuçta kaybeden biz oluyoruz.
Çünkü siyasette seçeneksiz bırakılmak bize kaybettirmeye devam ediyor. Bu sebeple sandığı, hukuksuzluğu boykot edenler haklı çıktılar. Hukuksuzluğu meşru hale getirenler haksız çıktılar. O zaman kaybetmemenin tek yolu yurttaş olmak ve duruma el koymak için hukuksuzluğa ve kazandığı halde kaybettirene ve sürekli kaybederek kaybettirene ders vermenin tek yolu bunların hepsini boykot etmek sandığa gitmemek ve duruma el koymaktan geçmektedir.
Ve en önemlisi çok partili siyasi düzene son verme devrimini yaparak birlik beraberlik ve bütünlüğü korumanın kendi kendini yönetmenin tek çaresi olduğu bilincine varmak kurtuluşun kapısını bize aralayacaktır.
Demokrasi kendi paranı kimseye kaptırmadan kendi kendini yönetmektir.
Devlet toplumun sahip olduğu maddi değerlerin kasası olması gerekir.
Hukuk, devleti o toplumun her yurttaşı adına haklarını eşit korumaktır.
Eşit paylaşım yerine şahısların ve şirketlerin zengin edildiği ve karşılıksız para basma yetkisinin tefecilerde olduğu düzende halk, hak, hukuk ve ahlak yoktur. Kula kul, şirketlere müşteri, cemaat ve tarikatlara mürit ve siyasi partiler için seçmen düzeyine düşürülmüş bir toplum yurttaş özelliğini kaybetmiştir.
Siyasi partiler tarikatlar ve cemaatler benzeri birininin içinden çıkmış hiç birinin diğerinden bir farkı olmayan toplumu bölen, ayrıştıran ve ilişkileri şaibeli kötü niyetli yapılardır.
Bu kadar çok siyasi parti olmasına rağmen seçeneğin bu kadar az olması hiç birinin bir işe yaramadığını ve toplumu bölmek birlik, beraberlik ve bütünlüğü yok etmek adına ayrı partiler olarak bir araya ittifak kursalar bile sonucun değişmediğini en son seçim ile gördük.
Üstüne üstlük bu siyasi partilere hazine yardımı yaparak besliyoruz.
Atalarımız besle kargayı oysun gözünü diyerek boşuna uyarmamışlar bizi.
] Önder KARAÇAY [
7 notes · View notes
epifizz · 2 years
Note
Seçim yaklaşıyor ne acı ki oy verebileceğim herhangi bir parti yok mevcut durumu kabullensem daha kolay olacak ama öyle bir yapım yok ülkeden gitme gibi bir şansım ya da isteğim hiç yok. Kapana kısılmak böyle bir şey mi?
Mutlak bir seçeneksizlik muhakkak kapana kısılmaktır ama bu gerçekten mümkün müdür? Wittgenstein bir kişinin gerçek anlamda kapana kısılmasını içeri doğru açılan kapıyı sürekli dışarı itmesi, kendisine doğru çekmesinin aklına gelmemesi olarak tanımlamaktadır. Gerçekten seçeneksiz miyiz her anlamda yoksa kapıyı çekeceğimiz başka bir boyut daha var mı?
6 notes · View notes
theheartofmuses · 2 years
Text
Birçok insan da, boşu boşuna eğitim alıyor, ne iyi olarak mezun oluyor, gerek kendi yetersizliği ve beceriksizliği gerek ortam, gerek seçeneksizlik vs
0 notes
Text
Hiç mi yoktu köşeleriniz ya da bu kadar mı törpülendiniz? Hiç mi yeltenmediniz düş kurmaya? Korkaklık mı sığındığnız ya da seçeneksizlik mi?
1 note · View note
yenikibris · 2 years
Text
Kolombiya, 19 haziranı bekliyor - Özkan Yıkıcı
Kolombiya, 19 haziranı bekliyor – Özkan Yıkıcı
Son yıllarda dünyanın nerede ise her yöresi bol krizlerle boğuşuyor. Ne çözüm üretiliyor nede seçenekler netleşme şansı hala bulamıyor. Ekonomi, pandemi, ekoloji ve uygarlık krizelri değişik ağırlıkta dünyada yaşanan başlıca bunalımlardır. Genelde, krizler ve seçeneksizlik sonucu, birçok ülkede faşist hareketler ya direk iktidar veya kualisyon veya muhalefet de önemli yere geldiler. Bir fark olan…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
pdrneokur · 7 years
Photo
Tumblr media
#seçeneksizlik #engingectan #pdr #psikoloji #instagram #tumblr
3 notes · View notes
yedinoktasekiz · 4 years
Text
Merhaba.
Kağıtlar, kalemler başka durumlara alet edildiği için elimde bu kaldı.
İnsan başına bir olay ilk kez geldiğinde ne yapacağını biraz şaşırır ya, o şaşkınlık üzerimden bir senedir geçmiyor. Ne yapacağını bilemeyen, panikle oradan oraya koşturup şimdiki yara bandını nereye yapıştırsam iki gün daha giderim diye düşünen beceriksiz birine dönüştüm. Karar almakta zorlandığım oldu, ama kendimi bu kadar çözümden uzakta hissettiğimi hatırlamıyorum.
Sahip olmadığım, sonradan elime tutuşturulmasına rağmen bu kadar benimsediğim garip hayallerle ne yapacağımı bilemiyorum. Plan yapmak yerine hayal kurmama izin verebildiğime göre bir yerlerde kesinlikle bir kısa devre olduğu belli.
Buradan nereye giderim bilmiyorum, buraya neyle geldiğimin takibini de yapamıyorum, zaten nasıl eskiye dönülür unuttum. Eskide bir bok var mıydı emin de değilim. Kararsızlık değil de seçeneksizlik, beni felç ediyor. Elimde hiçbir durumu istediğim konuma geri getirecek araç yok. Kendimden başka bir şeyin üzerine hayal kurmanın saçmalığı da burada tıkandığından sanırım bunca süre işe yaramaz değerlendirilip hiç kullanılmadı. 
Her bildiğimden emin oluşumun kibrini geride bırakabildiğimde gördüğüme göre pek de bir işe yaramıyordu. Sağlıklı olmasını istediğim durumların öncekilerle olan farklılıklarına kapılmaktan boşluklarına kafamı bile çeviremedim. 
Yani, ne bileyim, bilmiyorum. Yumak oldum, böyle de tek işlevim bir kediye oyuncak olmak gibi hissediyorum.
0 notes
ansiklomedia · 5 years
Text
SEÇ İle Başlayan Kelimeler
SEÇ İle Başlayan Kelimeler
seccade seçebilmek seçilebilmek seçkin seçmek seccadeci seçenek seçiliş seçkinci seçmeli seccadecilik seçenekli seçilme seçkincilik seçmen secde seçeneklilik seçilmek seçkinleşme seçmenlik seci seçeneksiz seçilmiş seçkinleşmek seçtirebilme seciye seçeneksizlik seçilmişlik seçkinlik seçtirebilmek seciyeli seçi seçim seçme seçtirme seciyesiz seçici seçimlik seçmece seçtirmek seciyesizlik seçicilik …
View On WordPress
0 notes
winterheartstories · 6 years
Text
Kül ve Son:
Yine sevginin acıyı doğurduğu gecelerde, ben seni seviyorum, sen gidiyorsun. Gidişini izleme cesareti gösteremediğimi tahmin ediyorsundur, dönüp bakmış olmanı diliyorum adımlarını içimi bulandıran sensizliğe doğru atarken.
Arayışını kaybeden bir kâhin gibi, oturduğum yerden yaşam ve ölüm üzerine çok düşünüyorum. Her şey gibi onlar da birbirinin karşıtıyken, birbirinin içinde. Biri olmadan diğeri varlığını sürdüremiyor. 
Bazı inanışlarda, doğmadan önce neler yaşayacağımızı biliyor olduğumuz söylenir. Sokakta gördüğüm bebeklerin yüzüne bakıyorum. Bebeklik fotoğraflarıma bakıyorum. Yaşama başlarken, içinde bulunacağımız bu düşücü ve düşürücü maskeli baloda bizi erkenden uyarmayan derin karanlık, balolarda taktığımız maskenin ta kendisi galiba.Düşündükçe batıyorum ve kendime soruyorum; sevgi acıyı doğuruyorsa neden bu yola adım atıyoruz? Acı çekme merakımız nereden geliyor? Sonra da aslında insanların sevgiliye değil, sevgiye karşı acı çektiğini düşünüyorum. Gülüyorum, gerçekten böyle mi?
Sevgili…
İnsan birini sevmeye başladığında gökteki ve yerdeki tüm kutsal şeyler parlamaya başlıyor sanki. Onun yüzü, herkesin yüzünden daha güzel oluyor. Elleri herkesinkinden daha sıcak. Gülüşü öldürüyor, gülümsemeleri kızgın bir bıçak gibi deliyor. Ve bir gece tüm bunları alıp, yanında götürüyor. Geriye soluk bir dünya ve gülüşü olmayan günler kalıyor. Buna isimler verilmiş; eza. Yine aynı gidiş ile teker teker karanlığa gömülüyor ışıklar, güneşin sıcağıyla yanıyor olmasına rağmen.  Zaten güneş yakıcı ve yıkıcıdır. Aldanmamak lazım.
Söylediklerime ne kadar da gülüyorum. Ağzımdan çıkmaları çok kolay oluyor. Kalbimden, ağzıma doğru ilerlerken tüm bunlar hücrelerimi, damarlarımı, derimi parçalamış oluyor oysa. Ellerimi üşütüyor. Sözcüklerimde, gözle görülmeyen kanlar kusuluyor. Geçmişinde yolculuklar olan bu sözler, buraya yazılmadan önce beni parçaladı. Acısıyla beni binlerce kez anılar cehennemine gönderdi. Sevinciyle beni altın gökte cennet bahçelerinde ağırladı. Düşüşler yaşattı. Düşmemek lazım.
Bir kez aşka düştün mü…Bir kez aşka düştün mü avutulmak istiyorsun. Avutulup, uyumak. Çünkü doğan güneş sevilende doğuyor. Saatler sevilen oluyor. Sevilen ile uyanmaya çalıyor alarmlar, yemekler sevilen ile yenmek için pişiyor. Sevgilide batan güneş, yatakta ısıtıyor. Bir gece elinde avutulmamışlık kaldığında “Sevgi acıyı doğuyor…” ile başlıyorsun. Sonrası göz yaşına sığacak kadar küçük olmak büyük dünyada.
Tüm şehri dolaştım, belki bir duvar yazısında isimlerimiz yan yana gelmiştir diye. Gelmemiş. 
Ben seni seviyorum, sen gittin. Oysa içimde hala güzelsin.
Saturn: 
Bir insanın tutarlı olması, hayat sükunetiyle doğru orantılıdır. Kimi insanın hayatı, hataları sonucu oluşan acılarla doludur. Durgun ama içi çöp dolu bir göl gibi. Ne kadar kaçarsa kaçsın, doğası içerisindeki çöpleri uzun yıllar öğütemez. Şimdi size soruyorum; insanlar bir yerden başka bir yere gittiğinde acı ve hatalarını sırtında mı taşır yoksa onları geride mi bırakır? Bazı şeyleri geride bırakmak benim için hiçbir zaman kolay olmadı, olmuyor da hala. Kalbinizden silmek, telefon rehberinizden adını silmekten daha kolay oluyor mu sizin için? Ama siz terminaller arası hızlı aşk yaşayanlar, rehbere birini kaydederken ona özel ekran görüntüsü bile seçmiyorsunuz. 
Havalimanlarını eskiden çok severdim. Her çeşit insanın bir arada olduğu tek yer, her çeşit gerçekten. Bir banka oturup bir saat boyunca izlerseniz eğer insanları, takım elbiseli iş adamlarından, dünyayı gezen hippilere, üç farklı kadına sahip Arap şeyhlerinden, feministlere her türden iki bacaklıları izleyebilirsiniz. Kendim bile farkında değildim ama saçını kazıtan kaç kişi gördüm bilmiyorum, on kişiden sonrasını saymadım, sadece her gördüğümde hatırladım. Uzar zamanla. 
Ne tür bir bilgeliğe sahipsiniz? Değiştirebilecekleriniz ile değiştiremeyecekleriniz arasındaki farkı anlayabilecek kadar mı? Hayata dair bildiğim tek şey, her şeyin yok olduğu. Göldeki çöpler bile sonsuza dek kalmıyor orada. Her şey yok olur. 
Alfred Wallece, Darwin’e bir yazı postalar. Evrim teorisi üzerine yaptığı üç günlük çalışmalarının olduğu yazılardır bunlar. Birçoğunuzun Wallace ismini duymamış olmanızdan yola çıkarak, Darwin’in bu mektuplar karşısındaki tutumunun ne olduğunu anlamışsınızdır sanırım. Bilmenizi istediğim bir terimi sizinle paylaşmak için bu örneği verme gereği gördüm. Schultz kardeşlerin kelime anlamı “zamanın ruhu” olan “zeitgeist” isminde bir kavramı vardır. Yani her gelişme, kendi zamanını beklemek zorundadır. Darwin’e dönecek olursak, eğer uygun zeitgeist oluşmuş olsaydı Darwin olmadan da evrim teorisi tarihte zaten yerini alacaktı. Ben de kıl payı kaçırmış olduğum çarpışmaları, açamadığım ve kapatamadığım tüm o kapıları, gerçekleşmesi mümkün olmayan hayallerimi, ellerimle tuttuğum ama bırakmak zorunda olduğum cennet meyvelerini bu kavramla açıklıyorum. Zamanın ruhu okşuyor mu acılarınızı? Bir arabanın yan koltuğunda şehir turu yapmayı isterdim. 
Bir rüya gördüm, takip eden günlerde hep hatırladım.
5 numaralı kapıdan, elimde bavulumla elveda derken bir şehre aklıma geldi. Dudaklarını beni öpecekmişsin gibi sivriltiyorsun sanıyordum, acıtacak sözler fırlatıyormuşsun. Dokunduğun her yer yara bere içinde. Tüm bu kaos içerisinde kendini bozmayan iki şey var. Birisi Schubert’in Ave Maria’sı. Diğeri de çocukken yaptığımız gece yolculuklarında, Ay Dedenin bizi takip ettiğini sanarak sürekli pencereden onu izlememiz. Bir masada görmüştüm özlemekle alakalı bir yazı. Belki ben de seni çok özlemişimdir. 
İşte gerçek budur.  Turist:
Dün çok hoşuma giden bir şey fark ettim. Yatağın üzerinde oturuyordum, elimde bir kitap ve kulağımda kulaklık vardı. Bir playlist kendini zaman akışına bırakmış ilerliyordu. Sevdiğim bir şarkının, sevdiğim bölümünde gözlerimi kapatıp, kafamı yukarı kaldırdığımı fark ettim. İnsanlar sevdikleri şeylere, tepki verirler. Çevremizde olan her şey sevgidendir. Dünyadaki güzel ve çirkin şeylerin oluşmasına sebep olan şey, insanların üzerine bir lanet olarak akıtılmış bu duygudan gelir. İnsanların iyiye ya da kötüye yönelmesi de bundandır. Birinin sevgiye inanması veya artık inanmamayı seçmesi onun kaderini belirler. Karşılaştığınız ilk sevgiyi hatırlamıyor olabilirsiniz ama ilk sevgisizlik karşısında yaşadığınız şaşkınlığı hatırlıyorsunuzdur. Gördüğüm şeylere, okuduğum yazılara, dinlediğim yalanlara inanıp, şaşırmıyorum. Beni hiçbir şey şaşırtamaz. En büyük şaşkınlığı ölmemek için nefes almak zorunda olduğumuzu fark ettiğim o yaz, çocuk kampında yaşamıştım. Sevgisizlik üzerinde söylenecek çok şey var. Şunu söyleyebilirim ki yakın bir geçmişte sevgi olan ancak üzerinden bir asır geçtikten sonra aslında sevgisizlik olduğu anlaşılacak bir olaya şahit oldum. İzlemesi güzeldi, sezonun son bölümü olduğu anlaşıldığında yaşanan üzüntü ve hayal kırıklığı gibi bir bitişi oldu. Bu konuyla ilgili ilginç olan şey, olayı yaşayan karakterin bir oyuncu değil, turist olması. Bazı insanlar, turist gibidir. Bir turist gibi kadından, kadına gezerler. Onlar için içinde yaşayıp, ölecekleri bir kalp yoktur. Gidip ziyaret edecekleri kalpler vardır. Birkaç gün birini ziyaret eder, en güzel yerleri gezer, en güzel şeyleri yer, biletini satın alır başka bir kalbe geçerler. Londra’da yeni tanıştığı biriyle sabah otelde uyanmış olmasıyla, dün gece Viyana’da bir parkta hamak üzerinde uyumuş olmasının arasında bir fark yoktur çünkü onlar turist olmanın keyfini çıkarırlar. Böyle durumlarda yaşanacak bir vicdan azabı ya da cevaplanacak sorular yoktur. Siz, bir turistte ev sahipliği yapmışsınızdır. Ne kadar iyi ev sahibi olduğunuz, turisttin sizi tekrar ziyaret edip etmeyeceğine yön verir. Ben iyi bir ev sahibi değilim. Zaten 19 yaşında, küçük bir kız çocuğuyum, öğrenecek yıllarım var. Haz veren dünya, deneyimlenen dünya, bir şeyleri tüketilir ve sınırsız biçimde sömürülür kılan dünya... Nesnelerin yitimsiz sömürü düzeneği olarak tasarlanan bu dünyada değer olarak görülen ise, bu yitimsiz sömürü düzeneğinin tekniğinin oluşturduğu düzene ait olmanın ve onu sürdürmenin bilincini taşımaktır. Kendi ruhuna kapalı, amaçsızlığını araçları kolayca elde etme becerisiyle örten, mutluyum diyebilmeyi üretim/tüketim standartlarını gerçekleştirdiği anlara indirgeyen modern insan, doğal görünümlü umutsuzluk ve seçeneksizlik biçiminde içinde büyüyen karanlığın tanımsız acısı içindedir. Peki kurtuluş nasıl gerçekleşecek? Kimse bilmiyor. Umut geri döndüğünde kurtuluş ışığı da belirmeye baslar. Ama önce uykudan uyanmamız gerekiyor. Kadın ve erkek ilişkilerinde yaşanılan acıların neredeyse tamamı komplekslerin büyük rol oynamasıyla alakalıdır. Kimin egosunun daha yüksek olduğu bu savaş, ilk merminin bulunacağı rus ruletine benzer. Siz planlar yaparsınız, gezmek için, hediye vermek için, uyandığınızda yanınızda görmek için ama öncesinde oynadığınız oyunun mermisi, diğer kişiyi çoktan bulmuştur. Kimsenin suçlu olmadığı bu oyunun sonunda beklentilerinizin yarattığı hayal kırıklıklarını bir bir yaşarsınız. Ancak merak etmeyin, bir turist olarak sizin yaşayacağınız bir üzüntü bulutu yoktur. Hava bozmaya başlayınca biletinizi alır, güneye inersiniz. Gereğinden fazla düşünen insanların ortak özelliği mutsuz olmalarıdır. Ne kadar uzun ve derin düşünürse kendi mutsuzluk cezaları o kadar uzar. Ben çok düşünüyorum, her detayı her yalanı, her gerçeği bulmaya çalışıyorum. Vücutları okuyorum. Yakalanan her yalan bir şeyleri eksiltiyor henüz ne olduğunu bulamadım. Beni neden sevdiğini sandın? Sadakat ve sadakatsizlik bugünlerde hiçbir rol oynamamaya başlayan kavramlar ya da daha doğrusu anlamlarını değiştiriyorlar. Bir insanı başkasına bağlayan şey artık sadakat gibi belirsiz bir şey değil. Sonunda iki insanı birbirine bağlayan şey aşkın tersine çevrilmiş biçimidir; birbirinden bıkmaları, birinin çekip gitmesi, yok olması, ölmesi gerekliliğidir, ama bu durum aslında ne birinin çekip gitmesi ne de birinin ölmesidir. İnsanın sürekli olarak çarptırıldığı bir idam cezasıdır. Bu, tersine çevrilmiş aşktan lezzet alabilmenin bir koşuludur. Birinden bıkmak insanın yıllarca hatta gerekirse hayat boyu dayanabileceği bir şeydir oysa. “Nefret garip bir duygudur Türkan. Çok kuvvetli bir duygu.” Biten ilişkilerin çok bilindik sonrası aşamaları vardır. Ben bunu kılıç yapımına benzetiyorum; demircinin, kılıcı ısıtması, dövmesi, soğutması ve bunu kılıç yeteri güce ulaşana kadar tekrar etmesine. İlişkinin yaşandığı kısım, demirin ısıtılması gibi. Bir şekil verecekseniz bu aşamada vermeniz gerekiyor. Sonra dövülme ve soğutulma. Bu durumu kılıca benzetmemin diğer bir nedeni de kılıcın keskin olması tabii. Kalbimde kaldığın odayı temizlemeyi erteliyorum. Nasılsa kapısı kitli, kimse unuttuğun eşyaları çalmaz. Sadece hafif açık pencereden toz girebilir.
Olmayacak:  Olmayacak biliyorum. Biliyordum. 
Saat 03:00 bomboş sokakta Westbanhof’a yürüyorum ve düşünüyorum. Neden hep yanlış adımlar atıyorum? Kanımda mı var? Aklımda var galiba. Geri dönüp, hiç gitmemek gibi bir seçenek olabilseydi bunu yapardım ama yok. Sen gitmemem için hiç sebep vermedin. Küçücük bir zaman dilimine binlerce anı sığdırdım. Gömleğimin ceplerine, pantolonumun ceplerine, çantama, makyaj çantama, deri montunun cebine anılar sığdırdım. Açıp, bakıp, kapattığım. yağmur yağıyordu gittiğimde. Adımlarımı hızlandırdım, bir anı düştü cebimden. Alıp kulağıma taktım. Bana şarkı söylüyordu. biliyor musun, son şarkı söylediğinde hiç istekli değildin, neyse ki kulağımdaki eskilerden. Bak şurada uçan bir kırlangıç. Şimdi en iyi yaptığımız şeyi yapacağız. Hiçbir şey olmamış gibi yaşayacağız. Ben etrafta kimse yokken dönüp bakıyorum, sana. İçim kinle dolu, bugün günlerden hüzün. En kötüsü çiçeklere su vermeyi unutuyor olmam sanıyordum, en kötüsü yarım kalan her şey. Aklımda hep bir soru kalacak, beni sevdin mi gerçekten? sevdin sanıyordun. Zamanın tek yönlü olmasından nefret ediyorum, gecikmiş olmaktan, geç kalınmış olmasından nefret ediyorum. Neyse. “Saturn, kendi yörüngesinde dönerek zaman geçiriyormuş, halkasındaki tüm o gaz, toz bulutlarından kendine eğlenebileceği bir hayat yaratmış kendisine. Zaman zaman bazı tozlar koparak kendisinden uzaklaşmış, başka gezegenlere çarpmış, parçalanmış. Sorun değil, Saturn büyük bir gezegen birkaç taş parçası yörüngesinden ayrıldı diye ölecek değil ya. Uzaklarda bir yerde diğer gezegenlerden farklı bir yörüngeye sahip bir gezegen daha varmış. Bazen Saturn’den kopan taşlar bu gezegene doğru uçar orada dağılırmış. Bu iki farklı yörüngeye sahip gezegenler bir şekilde arkadaş olmuşlar. Güneşin etrafında dönerken zaman zaman denk geliyor ve muhabbet ediyorlarmış. Zaman içerisinde birbirlerine yaklaşmışlar ama bu hiç iyi olmamış. Saturn’un taşları ona çarpıp duruyormuş. Diğer gezegenin yörüngesi de Saturn’ün dengesini bozuyormuş. Arkadaş kalmalarının bir yolu olmalıydı mutlaka, ama bulamamışlar. Yine de saturn geri dönerken diğer gezegendeki tozları kendi yörüngesine katmış. Hep izi olacakmış." Hiç vazgeçmedim.
  Ay
Çok uzun zaman oldu, dünya kimi gezegene göre genç kimi insana göre çok yaşlı. Bazılarımızın kalbi gibi. Şimdiki zamanda hiçbir insan gerçekliği olduğu gibi kabul etmek istemiyor. Çünkü herkes bunun kendisini mutsuz edeceğini biliyor. Oysa günler geçiyor ve her şeyin üzerine çizgi üstüne çizgi ekleniyor. Zaman olması gerektiği gibi tek yönde ilerliyor.
Bizler, bir şehirden diğerine yapılan gece yolculuklarında otobüste rahatça uyuyarak yolculuklarını tamamlamak yerine, uyanık kalıp camdan dışarıyı izlemeyi tercih edenlerdeniz. Göreceğimiz tek şeyin karanlık yolda farların aydınlattığı şerit çizgileri olacağını bildiğimiz halde. Bunu yaparken kulaklarımıza ezgiler çalınıyor ve hayaller kuruyoruz. Çünkü hayaller, gerçekliğin ötesinde istediğimiz gibi bir hayat sunuyor. Sanırım erken öleceğiz. Buna rağmen her gelenin kalbimizle oynamasına izin veriyoruz. Hepimiz bundan yakınıyoruz değil mi?
Sevilen kişinin bir anda herkesten daha güzel olmasını yüzyıllardır anlayamıyorum. Bir anda güzelleşiyor elleri. Geçen gün ya da geçen yıl, "Ah daha güzeli var mı bu hayatta?" diye soran sen değilmişsin gibi bugün, daha güzelinin bu kişi olduğunu düşünüyorsun. Acımasız ve aptal olmak bunu gerektirir. Ey sevilen, senin gözlerin diğer gözden farklı değil, aynı çene yapısından çok fazla insanda var ama senin çenen diğer herkesten daha güzel çizilmiş. Senin yüzün, diğerlerinden güzel. Dudakların da şüphesiz en tatlısı. Şimdi yine hep oturduğum yerde oturuyorum ve aynı ellerle kelimelere dokunuyorum. Gözlerimin önünde yazılar yerine yüzün var gibi düşünüyorum. Âşıklar, sanki başka dertleri yokmuş gibi acılarına bir de hasreti eklemek için böyle yaparlar. Tam olarak seninle alakalı hissettiklerimi ellerimden dökeceğim.  Sana uzaklığın söylemini anlatıp durdum bunca zaman. Aslında alışılmadık bir durum bu. Sen, küçük sırlarınla beraber hissel olarak uzak, seslendiğim ve dokunduğum varlık olarak buradasın. İşte bu görülmedik çarpıklık, katlanılamaz bir "buradalık" doğuruyor ve ben iki zaman arasında, yani hissel zaman ve dokunumsal zaman arasına sıkışıp kalıyorum seninle alakalı. Yoksun (bundan yakınıyorum kendimce) ve buradasın (sana dokunduğuma göre). Tam bu noktada, acı çektiğimi azıcık duyurmak, yalan söylemeden bunu senden gizlemek için kurnazca bir geçiştirme yaratıyorum; söylememek. Düşüncelerimin ve kelimelerimin gücünü duyumsuyorum. Kelimelerle her şeyi yapabilirim... Hatta ve özellikle, hiçbir şey söylemeyebilirim. Peki bunun bize ne yararı olacak? Beni daha havalı mı göreceksin? Olması gerektiği gibi. Ben yakışıklı ve havalı bir alfayım ve beni böyle görmen gerekmekte. Sen buradaki uzaklık kelimesini anlayamayacak kadar uzaktasın düşüncelerime ve bir adım dahi atmıyorsun bana. Senin bir dünyan var, içinde ben yokum. Hangi kitap olduğunu unuttum ancak şöyle bir şey vardı:  Başımı yukarı kaldırdım ve bir yıldızın öldüğünü gördüm. "İnsanlar bunun neresinden keyif alıyor anlamıyorum. Bence en az sevdiğin birinin öldüğünü görmek kadar üzücü." dedim. "Çocukken ne çok severdim." diye bozdu sessizliği. "Ben sevmezdim!" diye karşı çıktım. "Ben, yıldızları severdim." –
Kayan o güzel yıldızlar ölüyor ve sen bunu güzel buluyorsun. Çok acımasızca değil mi? Değil aslında. Hep söylediğim gibi insan, doğası gereği kötüdür ve etrafındaki birçok ölüm kişiyi üzmez. Nadirdir, bazılarını da çok derinden üzer. Babam, abisi öldüğünde ağlamıştı. Yeni doğmuş, buruşuk bebek teni neden yeni ölmüş buruşuk yaşlı teninden farklı hissettiriyor? Birisi hayatın sıcaklığı diğeri de ölümün soğukluğu mu? Aklıma heykeller geliyor. Bana yaşamı en çok onlar hatırlatıyor ve bugün, şimdi de sen hatırlatıyorsun.  Yarın?  Yarın sen olmayacaksın be gülüm.
  Banyo: Suyu açtım, biraz ısınmasını bekliyorum. Soyundum, içeri girdim. Tanıştığımızda, sen tam karşımda oturuyordun. Bir tren vagonu, açık yeşil, plastik koltuklar ve ayakta duran birkaç kişi vardı. Sana bakıyorum gözümü ayırmadan.  Havalandırma penceresini kapattım. Su ısınmaya başladı. Ellerin oynuyor, sen de hissettirmeden beni gördün.  Sıcak suyun altına girdim, yüzüm, boynum ıslanıyor. Kafamı suyun altında tuttum şimdi saçlarımdan geçip, içime işliyor. Arkada barok dönemin gösterişli bir eseri kulağıma su sesiyle beraber giriş yapıyor. Daha mutlu olamazdım. Düşünüyorum. Güzel bir çocuk, ellerini neden sürekli oynatıyor? Bugün güzel bir gün değildi. Eve gitmek ve rahatlamak istiyorum. İleride duran çocuk da güzel ama karşımdaki daha ilginç. Nedir beni sana çeken? Şampuanı aldım. Elimle ne kadar kullanmam gerektiğine karar verip, saçıma götürüyorum. Güzel bir kokunun buharlaşmaya başlayan banyoya ilk yayılışı. Birbirinden farklı ot kokuları. Isırgan, lavanta, papatya... Baktığım şey gözlerin değildi. Gözlerim yüzündeyken düşüncelerim farklı bir şeye bakıyor. Göz göze geldik, uyanıyorum o hayalden. Şampuanı iyice yedirdim, diplerden uçlara doğru. Temiz olması gerekiyor. Zevkli biri olduğunu güzel giyinmiş olmandan anlıyorum.  Saçımı durulamak için kafamı tekrar suyun altına soktum. Gözlerimi kapattım, şampuan acıtmasın istiyorum. Kalkmak için kıpırdanıyorsun, sürü psikolojisiyle ben de kalkmaya hazırlanıyorum. Ayağa kalktın ve ben de aynısını yaptım. Aklımda bir şeyler var. Çok fazla şey aynı anda oyun oynuyor zihnimde. Suyun saçlarımı iyice duruladığını düşündüm. Parmaklarımı saçlarımın aralarında dolaştırıyorum. Çalan eser, parçanın yükseldiği yerde şu an. Şampuan kokusu, buharla birleşiyor. Duyumsuyorum. Duyumsamak doğru bir kelime mi? Koku almak bir duyu, öyle olmadı.  Gözlerimi duruladım, açtım. Benden uzunsun. Uzun erkekler hoşuma gider.  Elim kreme gidiyor. Yine avucumda ölçüyorum yeterli olduğuna emin olduğum zaman tekrar saçlarıma götürüyorum. Daha az bitki kokusu var ama bu da hoş. Tren anonsu beklemediğim bir yerin ismini söylüyor. İnmem gereken yerin o durak olup olmadığından emin olamıyorum. Krem saçlarıma işliyor. Yumuşaklık saçlarımın elimin arasından kaymasına sebep oluyor. Buhar çoğaldı. İnmem gereken yerin orası olup olmadığından emin olmak için soruyorum. Onaylıyorsun. Sesin sana yakışıyor. Spor yaptığını fark ediyorum. Omuzların geniş. Tarağı elime aldım, yumuşamışken saçlarımı taramam gerekmekte. Sonra zor oluyor. Önden gidiyorum. Yol ikiye ayrılıyor. İki farklı tabela var ancak gideceğim yerin ismi yazmıyor. Saçımı tararken bazı yerlerin dolaşmış olması canımın acımasına neden oluyor. Arkamdasın. Çalmakta olan parça yavaşlıyor ama notalar hala çok zengin. Tekrar suyun altına girdim. Saçlarımı durulama zamanı. O güzel sesinle gideceğim yönü söylüyorsun, onaylayıp, gülümsüyorum. Suyun altında dudaklarım bükülüyor. Gülümsüyorum. Durulandım. Dalin kokan sabunu lifime sürüyorum, şimdi birlikte yürüyen merdivene ilerliyoruz. Bileklerindekileri lastikleri ve ellerini neden oynattığını soruyorum. Dalin kokusunu çok severim. Çocukluğumu hatırlatır. Konuştukça konuşuyoruz. Yol bitiyor ve sonunda birbirimizi tekrar görmemiz gerektiğine karar veriyoruz. Öldüğümüz zaman hayatımız film şeridi gibi gözümüzün önünden geçecek olsa, annemin beni dalinle yıkamasını mutlaka hatırlarım. Lifi vücudumda gezdiriyorum. O geceden sonra biz tekrar görüştük, tekrar banyoda bunları düşündüm. Tekrar görüştük ve tekrar banyoda bunları düşündüm. Tekrar görüştük ve banyoda bunları düşünüyorum. Tekrar. Tekrar.  Sonra gelecekte bir gün?
  Adamlar ve Aşklar: Kimileri üzerine sevda türküleri tutturuyor. Tutturulmayacak gibi bir şey değil, kaç yılda bir başa geliyor ki? Aşkı gözünde ve gönlünde büyüten insanları hiç anlamazdım, küçük prensin çiçeği gibiydim bir zaman. Aranızda aşk kavramını hala anlamayan varsa henüz başına gelmemiş demektir.  Bazı aşklar üç gün sürüyor on altı kişi ölüyor.  Bir adam var sonumuzun ne olacağını hiç öğrenemeyeceğim. Geçmişimde bir arzuya gitmek istediğim tek bir an bile yok şimdi. Ancak o anların içindeyken ileride geri dönmek isteyeceğimi düşünmüşümdür hep. Zaten dönmek isteseydim de dönebilecek miydim bilmiyorum. Geçmiş, çoğu insanın sahip olmak istediği ama sahip olamayacağı bir şey. Zaman çarkı dönüyor, desen dilediğini dokuyor. Tüm geçmiş zamanlar, anılar birer gölge, birer enkaz olmaktan bir adım öteye gidemiyorlar. Hepinizin "şimdi" adını verdiği zaman aralığında yine dönüyor benim çarklarım. “Şimdi” dediğimiz zaman aralığının benden talep ettiği şey artık çok ağır. Üzerinde harfler olan kızgın bir demirle dokunuyor bana. Önce soyuyor beni tamamen sonra kızgın demiri vücudumun her noktasında gezdiriyor canı istediğinde daha bir hiddetle bastırıyor. Yeni izler kalacak eski izlerin üzerinde, bazıları neredeyse aynı noktada ve aynı izler olacak ama daha derin. Her yenisi, eskisini derinleştiriyor.  Ben şimdi bir şarkı dinliyorum ama sana bu şarkıyı dinlediğimi söyleyemiyorum. Senin şimdinde ne var bilmiyorum bu yüzden sessizim. Birilerinin seni soyup üzerine izler bırakıp bırakmadığını bilmiyorum. En derin izinin ne olduğunu bilmiyorum ama benim derin yaramda senin izin var. Şu an şarkı dinleyip sessiz olup olmadığını bilmiyorum. Seni bilmiyorum ama sen de beni bilmiyorsun. İzlerim biliyor. Aynı şarkıyı dinleyen 3.140.784 kişiyi kendime yakın hissediyorum. Benimle aynı zaman diliminde olmasalar bile benim dinlediğim şeyleri dinleyip, izlediğim şeyleri izlemiş, okuduğum şeyleri okuyup, düşündüklerimi paylaşmış olabilecek insanlardır belki. Sonra onlardan binlerce, milyonlarca kilometre uzakta olduğum geliyor aklıma. Başka bir gezegende olduğum. Daha önce herkesin en az bir kere yaptığı gibi, şimdi sen, beni sokakta gördüğün yavru kediye benzetiyorsun. Biraz durup seveceksin. Küçük bir an durup, gülümseyerek kafamı okşayacak vaktin var. Ne kadar şirin olursam olayım beni evine götürmeyeceksin. Sen arkanı dönüp gittiğinde surat ifademi, çıkarttığım sesleri görüp, duymayacaksın. Hiçbir çark bu gerçeği değiştirecek kadar güçlü dokunmuyor zamana. Tüm bu duygusal kelime oyunlarına rağmen biliyor musun yine de hangimizin sokaktaki yavru kedi olduğunu henüz bilemiyorum. İşte bu durum “hüzün” kelimesinin karşılığını bulmasına sebep oluyor. 
Kızgın demirin geliyorum demesi aynı zamanda bir yitimin de elçiliğini yapıyor. Onu, yani kalbini acıtanı yitirme korkusu, daha doğrusu aşkın nesnesini yitirme korkusu insanı yaratıcı kılar ve bu bir çeşit enerji kaynağıdır. Tıpkı hayatın değerinin farkına sadece hastalıkta varışımız, tüm değerlilerimizi yitirişte kaybedişimiz gibi.  Ancak her küçük ve büyük tüm şeylerin yok olacağını bilecek kadar yüzüklerin efendisi okudum. Olanlar ve yok olanlar için üzülen biriyimdir aslında. Yine de olabilecek olanların asla olmayacak olduğu gerçeğini görmek beni her zaman için daha derinden üzmüştür. Bak zamandan ve senden bahsederken nerelere geldik. Bu yüzden romantik değil "gizli romantik" olabilmişimdir hep. O yüzden kahveni sütlü içtiğini ikinci görüşmemizde hatırladım. Ben seni hep hatırlarım. Renkleri duymak ve sesleri görmek her romantiğin harcı değildir. Sen varsın ve yok olacaktır her şey.  Sonuç olarak kendime soruyorum.  Neden?
  Hayal: Güzel bir şey hayal kurmak. Bedava biletleri, istediğiniz saatlerde seansları. Bu bir kadın için kurulmuş hayal. Güzel gözleri var, güzel elleri. Birbirimize benziyor gibiyiz. Güzel kadınları severim. Bir göl var. Neresi olduğunu söyleyemem. Dupduru bir göl hiç kımıldamıyor. Hadi bir sigara yakayım. Akşam oldu neredeyse. Güneş batıyor, hatta battı. Göğü kızıla boyayan son kırmızı parçası da kaybolmak üzere ve turuncudan maviye dönüyor artık gök. Doğu karardı, batı biraz mavi. Başını ve sonunu görüyoruz gölün. Çok büyük değil haliyle. Etrafta; biraz uzakta ağaçlar var çok yakında sayılmazlar. Bu önemli çünkü ağaçlar gölge yapabilir.  Soyun tamamen. Çıplak ol kimse yok. Şehri ve trafiği gözetleyen kameralar henüz orada değil. Suya gir, yüzmeyi bilmiyorsan da gir sihirli olduğu için nefes alabiliyorsun içeride de. Yavaşça gözünü kapatman lazım artık. İlerle, ilerle, ilerle…  İleride bir portal var, kara delik gibi biraz. Bir enerji sanki tam bir şekli yok ama. Girerken soğuk hissedebilirsin ama açma gözünü, miden bulanır. Biraz renk değişimi olabiliyor. Akvaryuma bakarsın ya böyle hafif bir baş dönmesi hissi. İşte bu ondan daha fazla. Soğuğa da aldırma zaten alışıyorsun o soğuğa hem bir süre sonra geçiyor mutlaka. Geçitten geçtin demek. Biraz uzun sürüyormuş gibi gelebilir ama aslında çok uzun sürmüyor o his sadece 1 dakika en fazla o da yavaş yürürsen.  Şimdi gözünü aç. Hemen etrafa bakma. Önce bir ellerine bak, ayaklarına bak. Tamamen orada olduğuna emin olman lazım. Bazen evren kabul etmiyor insanları ama seni kabul eder. Şüphem yok pek. Gözlerini etrafta gezdir, renkli ve güzel bir yer orası biliyorum. İlgini hemen bir sürü şey çeker eminim de onlarla sonra oyalan. Saat geç olmadan bir şey göstermek istiyorum. Yukarıda eski dünyanda olmayan bir şeyler var burada. Kızıl, pembe bir gökyüzü. Çok çok nadir kış gecelerinde hafif kızarırdı gök eskiden burası o gökten daha parlak, bulutsuz ve daha kırmızı. Yakında görülen iki farklı gezegen var. Birisinin etrafı yeşil tonda ışıklar saçıyor. Diğeri bizim buradaki Ay'a benziyor. Beyaz, parlak, daha büyük. Yıldızlar bize çok yakın olsa bazıları böyle gözükürdü. Neyse burada o görüntünün olması çok güzel. Şimdi o güzel görüntünün tadını çıkarttıysan artık göz hizamıza dönelim.  Gülümsedin bence görüntü karşısında. Ben de eşlik ettim bunu düşünüp, gülümsedim. Biliyorum sen sadece sana gülümsememi istersin. Sana gülümsedim zaten. Bu kadar farklı renkler bir araya ancak gerçek dışı görüntülerde bir araya gelir. Senin içinde tüm renkler var. Saçların topluysa aç şu an. Çok uzun çünkü onlar, nefes almalı. Dalgalı, mis kokulu. Mavi gözlerinle tara orayı. Geriye bakma, geçidin enerjisi orada kendini belli ediyor. O garip bir his. Tüylerim diken diken oldu hatırlayınca.  Hadi biraz ilerle, sarı rengi seviyorsun sarı renklere yoğunlaş. Biraz odaklanırsan sana benzerler. Bence sihir gibi, bu çok hoşuna gider. Keyfini çıkar oraların. Acıkmayacaksın, susamayacaksın uzun süre. Her bölgenin kendi sesi var.  Biraz sıkılınca bana dön.  Ben, beklerim.
  Bazı Geceler Vardır: Bazı geceler vardır, tüm hayatınızın en mutsuz anıdır ve bunu paylaştığınız tek şey nemli yastığınızdır. Sessizce anlatmışsınız, sessizce dinlemiştir. Salyanızı, sümüğünüzü umursamadığınız, çocuksu haykırışlarınızı içinizden, sahip olduğunuz tüm sesle, ses telleriniz patlayana kadar dışarı vuramadığınız...  Gözlerinde kaybolduğunuz adamın ya da kadının acımasız cezalandırması mı üzmüştür? Sahip olduğunuzdan emin olduğunuzun, sizi bugüne dek hiç umursamamış sözleri mi kırmıştır? Ya da kollarınızla sardığınız o muhtaç bedenin başkası tarafından sevgisizce kirletilmesi mi yaralamıştır bilmiyorum ama kalbin boğaza çıktığı ve iki ellinizle dudaklarınıza sırf size itaatsizlik etmesin diye tüm gücünüzle bastırdığınız geceler vardır.  Hiç ummazsınız ancak o geceler unutulur. Üzerinden geçmeyeceğini sandığınız değerli zaman geçer ve siz hiç beklemiyorken o gecelerden birini daha yaşarsınız. İşte tüm gücüyle geri gelmiştir. Sanki bu sefer diğerinden bile daha kötüdür, daha sancılıdır. İki büklüm yatağınızın üzerinde kaşlarınız havada olanları düşünürsünüz. Bazen ağlayacak gücünüz olmaz. Sessizlik azılı bir düşman gibi zehirler sizi her nefes alış verişinizde. Duymaya alışık olduğunuz trafik, insan gürültüsü kesilmiş yerine kulaklarınızı ağrıtan yüksek bir sessizlik çökmüştür. Kalbiniz boğazınızı aşmış, kulaklarınıza ve beyninize ulaşmıştır. "Ölmek ister miydin?" sorusuna düşünmeden usulca "Evet" diyecek kadar güçsüz bırakılmışsınızdır.  Güzel anıları düşünmek bu sefer sizi gülümsetmez, hayattan soyutlar. Başka bir hisse taşır. Gülümsemenin anlamının bile bilinmediği bu yeni histe yolunuzu kaybedersiniz. Her yer bilmediğiniz renkler ve kokularla doludur. Hepsi somuttur ve sizi kovalar. Kalbinizi taşıyanın gözlerindeki ışık sizi bulsun, kurtarsın istersiniz.  Keşkeler... Keşkeler dokunabileceğiniz kadar somut ve yakındır ancak ne dokunabilir ne de değiştirebilirsiniz. Buluttan yapılmış bir zindan gibi. Siz keşkeleri haykırdıkça duvarları daralır.  Ve bir şarkı hiç beklemediğiniz anda tüm gerçekleri ortaya çıkarır. Hiç düşünmediğiniz, hiç hazır olmadığınız o ilk anda. Geçmişin ve geleceğin tüm yükünü taşımayacağını bildiğiniz omuzlarınıza bırakır ve der ki;
Burayı siz doldurun işte.
Ne İstiyor? Güzel bir soru. "Ne istiyor?"  Genelde birisinin ne istediğini anlamaya çalıştığınızda kendinize sorarsınız bunu. Ne istiyor? Bunun kendi içinde bir sürü duygu ve anlam barındırdığını düşünüyorum. Bizzat size, başka biri tarafından sorulduğunda da eğer enerji seviyeniz uygunsa büyük bir aydınlanma yaşayabilirsiniz. Sormasa bile anlarsınız bakışlarından. Bakışlarında "ne istiyor" sorusunu görebilirsiniz ama bu sesli sormasından daha etkilidir, onu söyleyeyim.  "Ne istiyorum biliyor musun?" diye başlamayın cümleye bilmiyor çünkü. Bilse sormazdı. Yine de daha kolay öyle başlamak. Ne istiyorum biliyor musun?  Komiğime gidiyor bu dünya. Henüz hazır değilmişim, yollandım ama tam ayak uyduramadım gibi. Ha ama çok çok iyi ayak uydurma numarası yapıyorum o ayrı. Çoğu insandan daha fazla uyumluyum, öyle değil miyim? Ölmek isterdim biraz. Küçük bir parçam öldü galiba. Ben kendimden birkaç parça dikmiştim sana. Koparırken kendini benden, çok acı çektim. İyileşti yine de zamanla. Bir ihtimal var. Ara ara boşluğu batıyor. Güzel müziğin sonlarına doğru hissedilen üzüntüye benzetiyorum. Hissi benziyor da geri açabilirsin şarkıyı. Üzüntüler kalıyor. Kapatıp açamıyorsun. Bazı şeyleri tekrar edemiyorsun. Yitmek zorunda.
 Hayal II: Kar bulutlarının kapattığı bir gecede, pamuk gibi sağa sola düsen, hafif ve her biri kendine özgü şekillere sahip olan karların manzarasına bakarken gözlerimin önünde canlanan bir şeyler var. Dışarıda yoğun kar yağmıyor henüz. Belki hava biraz daha soğuduğunda yoğunlaşır. Ancak siyah manzaraya baktığımda ben yine de yoğun, beyaz taneleri görüyorum. Yetmiyor görmek. Bir de onların önünde bir şeyler canlanıyor.  En sevdiğim.  Siyah, güzel bir hayat. Üzerindeki açık renkli her şeyi gösterir. Üstelik değerinin üzerinde güzelleştirir onları. Bu yüzden geceleri kar yağması beni hep mutlu eder. Gündüz olduğundan daha fazla doğaüstü gibidir. Böyle bir manzara hali hazırda gözlerimin önündeyken birkaç santim daha önünde başka hayatlar oluşuyor. Görüyorum ki burada görmediğimiz kadar büyük ağaçların yaşadığı bir yer var. Öyle büyükler ki kökleri bildiğimiz ağaçlar kadar. Köklerin arasında kendilerine yuva yapmış küçük insanlar yaşıyor. İnsan kelimesini sevmem, doğası gereği içinde kötülükle uyanmış canlılardır. Bu insanlar bizden farklı. Kötü değiller hiç ama hiç. Yüzleri pofuduk bulutlardan daha güzel ve gözleri hiç kıpırtı olmayan göllerden oluşmuş, ortalarında siyah bir ada olan. Hepsi yüzyıllar yaşında ancak en fazla on yedilerinde gibi. En uzun boylu olanı bizim standartlarımızdan biraz kısa. Dillerinden dökülenler hep en güzel şarkılar. Sadece gerçekler dökülüyor, yalan ve aptal gurur yüzünden söylenen kırıcı laflar yok. Pamuklu giysileri öyle hafif ve sade ki yaprak giyseler daha abartılı görünürlerdi.  Böyle mutlu olmaları çok güzel. Aklıma şu cümle geldi: "Zaman çarkı döner ve çağlar gelir gider."  Sevdiğim bir seride geçiyor bu cümle. Yaşadıkları güzel günlerin üzerine gölge düşmeden bırakıyorum görmeyi. Güneş ve zaman olduğu sürece gölge de olur diye düşündüm, içimdeki kötülük bunu düşünmeme sebep oldu. Köklerde yaşayan küçük bir insan olsam gölge sadece oynamak ve saati anlamak için kullanacağım bir olmayan olurdu.
 Mavi Uzaylı ile İnsan Kız: Bir uzaylı ile tanıştım. Kısa bir süre önce tanıştığı başka bir insanı anlatmak istedi. "Tamam, anlat" dedim. Bir uzaylı, bir insana başka bir insanı anlattı ve o insanın ağzını kullanarak söze şöyle başladı; İkiyüzlü ve sevgisiz insanlar gezegeni; Dünya.  Herkesin ikiyüzlü ve sevgisiz yaşadığı bir evrendeyim. Kendimi sağa ya da sola gidemeyecek kadar yorgun ve karışık hissediyorum. Şu an bulunduğum yerde sabitim çünkü her iki tarafta da insanlar ikiyüzlü, sevgisiz ve yalancı. Zaten gideceğim yönün sonucu diğeri ile aynıyken hareket etmem mantıksız olur. Tüm bunlara rağmen arada bir aşık olunuyor. Yahu çok garip insanlar! İnsanların sevgiden korkması neden?  Ben birkaç defa sevdim. Sevdiklerimden birisi çok farklıydı. Tek çocuktu, hiç sahip olmadığı kardeşinde olması gereken tezat huylara sahipti. "Kardeşlerden biri diğerine göre daha fazla sanata yatkın, oldukça duygusal diğeri ise çapkın ve yakışıklı." Ancak hiç kardeşi olmadığı için tüm bunları tek bedende toplamak zorunda kalmış. Zor iş. Bazı insanlar, diğerlerine göre daha fazla acı bırakırlar. Üzerinizden geçtiğinde ağırlığını hissedersiniz. Hızlıca yutmak zorunda kaldığınız lokma gibidirler. Fazla zamanınızın olmadığını bilirsiniz, tadını en çok alacağınız, size zevk veren "çiğneme" kısmını kısa tutmak ve yutmak zorundasınızdır. İşte böyle insanlar artık o kısa çiğneme sırasında alabildiğiniz tat kadar varlar. İşte bu böyle bir çocuktu benim için. Zamanım yoktu, zamanı bükme şansım yoktu. Oysa bükebilsem hiç durmadan aynı tarihler arasında, aynı cümleler ve notalar içerisinde yaşar dururdum. Bozuk kaset gibi. Üstelik bir süre sonra kabak tadı vermezdi.  Bu güzel çocuğun tadını alabildiğim kısa zamanların en güzelinde, kafamı yukarı kaldırdım ve boşluğa dedim ki "Tam şu an kartallar beni alıp, Mordor'a götürsün, Lorien'e götürsün ya da bir uzay gemisi gelsin ve beni alsın." Bu dünyaya dair yaşadığım son şey bu olsun. Buradaki gözüm kapanıp, oradaki gözüm açıldığında zihnimde kalacak son görüntü işte bu olsun.  Olmadı. Kartallar gelmedi ve kısacık sürede o güzel çocuğun güzelliği gözümde azaldı. Onun güzelliği soldukça benim kalbim parçalandı.  Son görüşmemizde ağzımda bıraktığı tat, kuru bir tahtayı yalamak gibiydi. Gözlerinin içine baktım, çok derinlere ulaşmak için uzun uzun baktım. Hissettiğim sevgisizlik hangimizden kaynaklanıyordu emin olamadım. Dünya üzerinde yaşamak işte bu yüzden zor. Sen hep kendini diğerlerinden farklı sanıyorsun, ancak değilsin. Herkes küçük dünyasında "iyi biri" olduğunu düşünür. Hiçbir insan bir diğerinden farklı değil. İnsanlar, karşısındaki kişi, kendisinden biraz yüksekte değilse ona acımasız davranır, kendisinden yüksek olan kişi ise aynı acımasızlığı kişinin kendisine gösterir. Bir çeşit döngü. Bu yüzden insanların iki yüzü var. Biri sevgisiz baktıklarına, diğeri severek baktıklarına. Sonuçta gerçek olan yüzün hangisi olduğunu kişinin kendisi bile bilmiyor kanımca.  Eğer insanlar, uzaylılar arasında para ile satılsaydı çok ucuza giderlerdi. Hatta oradaki en üstün yaratıklar kendilerine insan almak istemezlerdi.  Sevgisizliği hissetmek her evrende kötü mü?  Kötü sanırım.  Sevginin varlığını hala sürdürdüğü sıralarda, giderken unutulmuş ucuz bir kazak dünyanın en değerli hazinesi olabiliyor. Ne masum. İnsanın gülesi geliyor. Bir süre sonra toz bezi olup olmaması önemsenmeyecek eski kıyafetler gibi.
Yine, yeniden gözlerimi kapattım, bir uzaylı, lütfen, beni şu an al. Dudaklarımda bu izler varken. ..... Hikâyeyi anlatan uzaylı sustu. "Eee?" dedim "Neden sustun?"  "Gidip aldım, yaşadığı her şeyi unutturdum" dedi.  "İyi bari şimdi mutlu mu?" diye sordum.  Böyle bir şey sormama gerek yok. Cevabını biliyorum. “İnsanlar çok aptal ve bu masalın daha fazla uzamasını hak etmiyorlar.” Dedi uzaylı. Sonra da gitti.
 Kadın: 1999 yılının sonbahar aylarından birinde babamın hediye ettiği kaset sayesinde tanıştığım ve hala çok severek dinlediğim bir kadın sanatçı var Loreena Mckennitt. Hayal gibidir. Ben çocukluktan beri çok hayal kurarım. Herkesçe bilinir. Hiç yer ayırmıyorum bunu yaparken eylem de ayırmıyorum. En sevdiğim ise kulağımda bu kadının sesi varken kurduğum hayaller. Genelde sakin, mutlu eden hayaller oluyorlar. Bir de bir şeye taktığım zaman takarım. Birkaç ay boyunca hiç durmadan aynı hayali kurabilirim. Her seferinde çok küçük değişiklikler yaparım aynı hayal üzerinde. Bir süre sonra o hayal mükemmel olmaya başlar ve sıkılır başka hayale geçerim. Hep böyledir.  Kulağımda ezgisi. The mummer’s dance en güzellerinden. Başka bir ülkeye gidiyorum. İlk defa uzun süreliğine gidiyorum ve birçok şey kesin değil gittiğimde neler olacağına dair. Neler olacağını kestiremiyorum endişeleri içinde hayale dalmışım. Ne kadar uzun sürdüğünü bilmiyorum. Bir ara albüm bittiği için kafamı kaldırdım ki tekrar başa alayım çünkü fantastik hayaller bu kadınla güzel gidiyor. Kafamı kaldırdığımda karşımda oturan bir kadının çok dikkatli bir şekilde bana baktığını gördüm. Epey güzel bir kadın, renkli gözlü, dalgalı saçları var. Sonsuz ancak minicik bir an birbirimize baktık. Türk olduğum için gözümü ilk ben kaçırdım tabii. Açıkçası birine gözünü kırpmadan bakmak hep kavga sebebi olmuştur ülkemde. "Neden bakıyor?" sorusunu yönelttim kendime kafamı indirirken. Ancak bir defa o gözler benimkiyle birleşti ya. İçime bir sancı girdi benim. Şimdiye göre biraz daha gencim ve heyecanlıyım. Hayallere geri döneyim diyorum olmuyor. Kırmızı bir gömlek giymiş. Düşünmeden kafamı ara ara kaldırıp bakıyorum. Genelde bana bakarken görüyorum, onun dışında bir de dergi okuyor bazen. Hiç onunla ilgilenmiyor gibi göz atıyorum o tarafa anlamamasını umarak... Neyse bir süre sonra baktı benden bir cacık olmayacak güzelim dudaklarıyla bir gülümseme atıverdi oradan. Hop kaptım, hiç kaçırmam. Şimdiye kadar atılan hiçbir gülümsemeyi kaçırmadığımı söylemiş miydim? Ben de bir gülümseme kopartıverdim yüzümden. Benim atmam zor oldu ama iyi vuramadım, acemilik var biraz. Attım mı atamadım mı derken kalkmasın mı yerinden? Onunla beraber benim de kalbim yerinden kalkmış olacak ki ağzım kurudu. Neyse ki kısa süre önce su almıştım bu vagonlar arasında dolaşan adamdan. Açıp içeyim derken yanıma oturdu. Yine o güzel gülümseme. "Hi" dedim. Bir "Hi" diyebildim sadece. Gerçi kendimce ve neredeyse ilk adımı ben attım. Bu arada havalı olmaya çalışıyorum çünkü havalı olmak önemlidir. Suyu açtım güzelce bir yudum almak için o sırada o da bana "Hi!" dedi ve devam etti.  Kulağım sende güzel kadın ama bir su içeyim diyorum içimden. Suyu ağzıma götürdüm koca bir yudum almak için. Sahiden de koca bir yudum aldım. Yuttum. Yutmaz olaydım... Bu neydi? Bu su değil? Bir yudum ile insan kendi hayatını nasıl karartırmış orada anladım. İçtiğim su değil sodaymış meğer. Sodayı da sevmem zaten. Yurtdışında su alırken gazlı olup olmadığına dikkat etmek gerektiğini öğrendim bu boğulma anında. Gözlerim kızarmıştır kesin. Yine de öksürmemi güzel tuttum ama. Kadının konuşmasının sonundaki "Öğrenci misin?" kısmına yetiştim bunları düşünürken. Öğrenci olduğumu, nereye gittiğimi falan anlattım. Benim kalacağım yere yakın bir yerde evi olduğundan bahsetti. Okullarımız farklı. Arada başka şeyler de söylüyordu ama henüz İngilizce dersinde o konulara gelmemiştik maalesef. Yol boyunca piyano çalabildiğinden, ailesinden ve kendisinden bahsetti. Çok güzeldi ağzı, burnu genlerden herhalde. "Sana yardımcı olmaktan mutluluk duyarım." dedi sonunda. Telefon numarasını verdi. Önce bir böbrek avı olmasından şüphelenir gibi oldum çünkü yola çıkmadan annem bu konuda aşırı uyarmıştı. "İçkine ilaç atarlar" falan. Kimseye güvenmemek lazım. Banu Alkan filmleri bize bunu öğretti. Yerleşip şehri biraz tanıma sürecim çok sancılıydı. Sürekli sorunlar yaşadım. Ailemi üzmemek için, tek başıma çekmek zorunda kaldım o acıları. Gençtim daha acı listem kabarmamıştı, göğüs gerecek enerjim vardı.
Bu aşamalardan sonra biraz alıştım. Sonra da güzel yüzlü kadını aradım. Telefonda baya ilgili konuştu.” Akşam bir şeyler yapalım” gibi şeyler söyledi. "Seni meydandan alırım." dedi en son. İlk gün içimden ufak bir "acaba" geçmişti ancak kendimi buradaki inanların iyi ve yardımsever kişiler olduğuna inandırdım. Akşam çıkacaksak etek giyeyim dedim. Belki akşam dışarı çıkarım eteği götürmüştüm yanımda. Hazırlıklar tamamlandı akşam belirlenen saat geldi ben gittim meydana. Henüz bir sigaralık zaman geçmemişti geldiğinde. Zaten o vakitler sigara içmiyordum. Sol yanak öpücüğünü kondurdu. Umarım kokusu üstüme siner diye düşündüğümü net hatırlıyorum sarıldığında. Music House isimli bir yere gittik. Size yemin ediyorum barda çalışan herkes birer Elf idi. Bir kadeh içkiden sonra nelere dönüştü anlatmama imkan yok. Asla kötü gözle bakamadım öyle güzeldi insanlar. Dans etmeyi hiç bilmem, beceremem. Britta dans etmek istedi. Elimden tutup çekince kalktım mecbur. Öz güvensizlik uçan balon bende. Gerçi dans etmeme gerek bile kalmadı, kalabalıkta epey dikkat çekmiyordum bence. Ben hafif mutlu olup, rahatlamış olduğumu hissettiğimde, çok mu içtim acaba düşünceleriyle Britta'yı izliyorken başka bir kadın gelip dans etmeye başladı Britta ile. Çok kısa bir süre sonra da öpüştüler. Bu görüntü bacaklarımın hissizleşmesine ve karnıma bir acı saplanmasına sebep oldu. Dur yahu daha yeni tanıştık neyin kıskançlığı bu, gerek var mı gerçekten böyle hissetmene? Dün bir bugün iki bile değil, bugün bir. Neyse sonra onlar dans etmeye ve öpüşmeye devam ederken ben çıktım dışarı. Eve gideyim bari diye düşündüm. Biraz uzaklaşınca Britta geldi peşimden koşarak. Yarı İngilizce yarı Almanca bir şeyler anlatıyor ama ben kendisine "Ne diyorsun hala gavurun kızı" sorusunu İngilizceye çeviremediğim için bir şey diyemiyorum, bakıyorum sadece. Koluma girdi, benimle yürüdü. Eve geldim ama hiç ses çıkartmadım yol boyu. Düşündüm. Kapıya varınca içeri davet etmedim. Kapıyı açtım benimle geldi. Merdivenleri çıktık. Bana “Türkiş kafi” dedi. Zaten meşhur Türk kahvesini öğretecek bir yabancı arkadaş aranıyordum yalan değil. Ayıldık iyice. Epey beğendiğini söyledi kahveyi. Türkiye hakkında klasik konuşmalar yapıldı.
Bir sigara yaktı, camı açtım.
Zaman: Çok değer verdiğim bir kavram olduğu için en çok kırdığımdır.  Tüm gün bir şarkı vardı aklımda, sadece "Back, where it happened" cümlesini hatırlıyorum. Gerçi o da eksik bir hatırlamaymış. Herkesin iyi şarkılar bulduğu bir arkadaşı vardır. Zaman işte, geçiyor bir şekilde. Tüm gün aklımda olan bu şarkıyı bana o arkadaşım dinletmişti ve bir sosyal medya hesabında da paylaşmıştı. Turin diyordum ben ona, Turin abi. Neyse öyle çok kafama takıldı ki hangi şarkı olduğunu girip sabırla aradım ve buldum tabii ki.  Şöyleymiş aslında sözleri:   "Take her back in time to the place before it happened, before it happened. Take me back in time to the place where it happened, where it happened." Şarkı bir şeyler anımsatıyormuş bana meğer tekrar dinleyince fark ettim. Dinlediğim için sevindim. Sanırım zaman zaman bazı kadınları ya da erkekleri yavru hayvanlara benzetiyorum. Birazcık eğilip seviyoruz, sonra yol boyu bizi takip ediyorlar. Git diyorsun, daha çok yaklaşıyor. Yalnız olmak için bir yol daha. Hem zaten saat gecenin yarısını çoktan geçmişken, durup burada bir şeyler yazmanın yolu da yol değil. "İnsan doğası gereği kötüdür" geliyor aklıma. Bu cümleyi ilk defa lisede gördüğümüz felsefe dersinden hatırlıyorum. O günden beri aklımdan çıkmıyor. Hep kurulmasını beklediğim cümleydi. Üzerine düşünülmüş her şeyi araştırdım ve bu, bu fikri zihnimde bir yerlere kazımak için yeterli oldu.  Zaman ne çok şey kaybettiriyor, anlamıyoruz.  Sanıyoruz ki zaman içerisinde birçok şeye sahip oluyoruz. Oysa bizden çalınıyor çoğu şey. Bir yazı vardı, kimin olduğunu hatırlamıyorum ama diyordu ki; "Yazdıklarımı bir posta adresine göndermeyi düşündüm. Deftere yazdıklarımı parça parça, kelime kelime yollayacaktım ama sonra bir şey fark ettim bunları gönderebileceğim bir tek adres bile bilmiyordum. Paylaşabileceğim bir kişi bile yoktu." 
Birinin kimsesinin olmaması. Aynaya bakıyorum. Herkes "Gözlerin ne güzel" diyor ya. Daha önce hiç dikkatli bakmadığımı fark ettim. Nasıl baktığımı bilmiyorum. Kendime, başkasına baktığım gibi bakmaya çalıştım. Becerebildim mi bilmiyorum ama ilginç oluyor öyle yapmak. Kendini tanıyorsun sanki. Gözlerim güzelmiş ama daha güzelleri var. Dudaklarım güzelmiş ama daha güzelleri var. Kendime basit geldiğim için üzüldüm gerçi konumuz bu değil. Başkasında gördüğüm gözler ve dudaklar güzel oluyor. Umurumda olan o.  Son olarak uzun zaman önce, ilk kez aşık olduğumda, doğrusu olduğumu sandığımda o kişiyle aramda söyle bir konuşma geçmişti:  r: Sanırım son konuşmalarımız oluyor bunlar.  e: Üzücü biraz, ilk kez son konuşmalarımı yapıyorum biriyle. Neler söylemem gerektiğini de sen mi öğreteceksin yine? r: Hayır. Öğretmekten sıkıldım. Sadece o gün sana bakarken, kafamı senin bana hep yaptığın gibi yana bükmüştüm. Sen, sana doğru gelmemi istediğinde böyle yapardın hep. İşte o gün keşke gelseydin ve ben gelmeyeceğini anlayıp gitmek zorunda kalmasaydım. Şimdi hüzünlü hissetmeme sebep oluyor.  e: Biraz geç kalınmış bir beklenti. Yıllar içinde bir şeyler kayboluyormuş gerçekten.  r: Küçük masum kalbini hatırlıyorum. O bana iyi davranırdı. Kötüsün artık.  e: İnsanlar doğası gereği kötüdür.  r: Herkes şimdi sana "gözlerin çok güzel" diyecek. Düşünmek istemiyorum. G��zeller gerçekten, bakmayı seviyordum. Baktığında görüyordun dile gelmeyenleri. Şarkı "beni geriye gönder" diyor ya. Güzel şarkı ama göndermeyin sakın geçmişe. Hüzün var tüm o geçmiş zamanlarda. Şimdi daha güzel, gelecek daha güzel. Umarım.
Kelebek Desenli Çocuk ve Sarı Yanaklı Kız:  Turkuaz çimenlerin yetiştiği, mavi saçlı canlılar evreninde kelebek desenli bir çocuk yaşıyormuş. Mandalina kokulu ve uzun boyluymuş. Kimsesiz çocuklara yardım toplama şatosunda yaşarmış ve gözleri hep gülermiş. Bu evren iki farklı kıtadan oluşurmuş ve her kıta aslında bir krallıkmış. Kelebek desenli çocuğun yaşadığı krallığın ismi Naneli Bonibon Krallığıymış.  Diğer kıtaya geçmek mümkünmüş ancak bunun için Pembe Okyanusu geçmek gerekiyormuş ancak bu okyanus her zaman çok dalgalı ve kızgınmış. Homurdanarak konuşur ve üzerinde yol almak isteyen her yolcuya sorular sorarmış. Bilemediklerinde onları ısırır ve derinlere çekermiş. Derler ki okyanusun içinde kimsenin bilmediği türden yaratıklar yaşarmış ve içeri çekilen mavi saçlı canlıları zamanla çirkin ve korkunç canlılara çevirirlermiş. Zamanla çirkinleşen eski mavi saçlılar bir geçit ile başka bir evrene gönderilirmiş ve efsaneye göre gönderildikleri evrenin ismi dünyaymış. Burada iki ayakları ve iki elleri olurmuş ve hepsinin dillerinde hep yalanlar olurmuş. Yazık. Elbette bu efsane, mavi saçlı canlıların çocuklarına meyvelerini sessizce yemeleri için anlatılan bir masala dönüşmüş bin yıllar içerisinde.  Kimsesiz çocuklara yardım şatosunda sıkılan ve kimsesiz çocuklar için daha fazla şekerleme bulmak isteyen Kelebek Desenli Çocuk bir gün karşı kıtaya geçmeye karar vermiş. Karşı kıtadaki krallığın ismi Çekirdeksiz Tatlı Böğürtlenler Krallığıymış. Kelebek Desenli Çocuk, ince bacaklı arkadaşlarından yardım istemiş ve hep beraber çok güzel bir gemi hazırlamışlar. Gemi en güzel ağaçların, en güzel dallarından oluşuyormuş ancak tek kişilikmiş. Çocuk hemen gemiye atlamış, arkadaşlarına el sallamış ve okyanusun üzerine çıkmış. Gülücük Sesli Rüzgarı arkasına almış ve ilerlemeye başlamış. Yolculuğunun ortasında Pembe Okyanus gemiyi durdurmuş ve yükselmiş. Geminin etrafında kocaman bir hortum oluşturmuş. Gülücük Sesli Rüzgar, okyanusun gücü karşısında boyun eğmek zorunda kalmış.  Kelebek Desenli Çocuk korkusuzmuş, öylece Pembe Okyanusun yüzüne bakmış. Pembe Okyanus yüzünü, çocuğun yüzüne yaklaştırmış ve sormuş "Seni tanıyorum, Kelebek Desenli Çocuksun sen! Peki ama sen beni tanıyor musun?" çocuk cevaplamış "Evet! Sen ünlü Pembe Okyanusun yolculara soru soran yüzüsün." Okyanus gülmüş. "Evet şimdi sana bir sorum var Kelebek Desenli Çocuk. Bilirsen geçmene izin vereceğim, bilemezsen ısırıp, içime çekeceğim. Çirkinleşecek ve başka evrene gönderileceksin." Hiç düşünmeden "Sor!" demiş cesur Kelebek Desenli Çocuk. Okyanus sormuş: "Tüm evrenlerde, en kolay bulunan ve tüm canlıların kendi içlerinde sakladığı, en çok sahip olmak istediği ancak çok nadir bulabildikleri şey nedir?" Kelebek desenli çocuk kaşlarını çatmış çünkü canı acımış. Cevabı biliyormuş ve sorunun bu kadar acımasızca sorulmasına çok üzülmüş. Kaşlarını düzeltmiş çünkü fazla beklemeden cevap vermek istemiş.  "Mutluluk" demiş.  Pembe okyanus tekrar gülmüş ve tekrar gülmüş. Sonra hüzünlenmiş çünkü kendisi de bunun acımasız bir soru olduğunu biliyormuş. Kendi hüznüyle baş başa kalmak için ve soruyu doğru cevapladığı için Kelebek Desenli Çocuğun yolundan çekilmiş ve Gülücük Sesli Rüzgara yol vermiş. Rüzgar tüm gücüyle itmiş gemiyi ve çekirdeksiz tatlı böğürtlen krallığına ulaştırmış yolcusunu.  Kelebek Desenli Çocuk kıtaya ayak basmış. Nereye gitmesi gerektiğinden emin değilmiş ve bu kıtanın havasının kendi kıtasına göre daha şekerli olduğunu fark etmiş. Sağa ya da sola dönmeden düz yürümeye karar vermiş. 7 gün ve gece yürüdükten sonra bir sabah ilerideki çalıların arasında bir hışırtı duymuş. Hışırtıların geldiği tarafa doğru çevirmiş yüzünü ve dikkat kesilmiş. Çalıların arasında uzanan iki uzun kulak görmüş. Kulaklar sağa, sola, yukarı ve aşağı hızlı hızlı hareket ediyormuş. Biraz daha yaklaşmış kelebek desenli çocuk. Sonra biraz daha. Bir anda kulaklar sabitlenmiş. Kelebek desenli çocuk cesur olduğu için çalıları aralamış ve öylece baka kalmış. İki uzun kulağın sahibi, sarı yanaklı, tavşan ağızlı ve fare burunlu bir kızmış. Her ikisi birbirine yıldızlar gökyüzünde parlamaya başlayana kadar bakmış öylece.  Zaman geçip yıldızlar tüm kıtayı aydınlattığında, bir yıldız yeryüzünde filizlenen aşkın ağırlığına dayanamayıp aşağı atlamış ve bu iki canlının tam ortasına düşmüş, yeşil ve göz alıcı bir ışık saçmış etrafa sonra sönmüş ve toprağa karışmış. Kelebek Desenli Çocuk ve Sarı Yanaklı Kız, yıldızın toprağa karıştığı yere doğru adım atmış. Seslerinin hala yerinde olup olmadıklarını bilmiyorlarmış ama çok önemi de yokmuş çünkü yerinde olması gereken şeyin sadece o an için kalpleri olduğunu biliyorlarmış. Kelebek Desenli Çocuk, mandalina kokusunu duyumsaması için elini Sarı Yanaklı Kızın fare burnuna doğru uzatmış.  Fare burnu kıkırdayarak duyumsamış kokuyu ve alması gereken güveni almış.  Kelebek Desenli Çocuk demiş ki "Ben Naneli Bonibon Krallığından geliyorum ve kimsesiz çocuklar şatosuna götürebileceğim yeni şekerlemeler arıyorum."  Sarı yanaklı kız üzülerek cevaplamış "Burada hiç şekerleme yok." Kelebek Desenli Çocuk şaşırmış. Çünkü tüm efsanelere göre turkuaz çimenlerin yetiştiği, mavi saçlı canlılar evreninin her yerinde hep şekerlemeler olurmuş. Sarı Yanaklı Kız devam etmiş. "Bu krallıkta sadece ben yaşıyorum, diğer tüm mavi saçlı canlılar pembe okyanusa karıştı çünkü tüm şekerlemelerimiz yağan yağmurlar yüzünden eriyip toprağa karıştı." Kelebek Desenli Çocuk çok üzülmüş. Kalbi çok büyük olduğu için üzüntüden ölmemiş ve aklına bir fikir gelmiş. Sarı yanaklı kızın elinden tutup 7 gün ve gece geri yürümüş ve gemiye binmiş. Ancak gemi tek kişilik olduğu için Sarı Yanaklı Kız dışarıda kalmış. Kelebek Desenli Çocuk gemiden geri inmiş ve tekrar Sarı Yanaklı Kızın elinden tutmuş. Beraber Pembe Okyanusun içine yürümüşler. Su henüz dizlerindeyken Gülücük Sesli Rüzgar yanlarına gelmiş ve demiş ki "Eğer çok hızlı olabilirsem sizi karşı kıtaya kadar hızlıca itebilirim." Kelebek Desenli Çocuk çok sevinmiş. Sıkıca tutmuş Sarı Yanaklı Kızın ellerini. Rüzgar bütün gücünü toplamış ve bir anda itmeye başlamış, gerçekten işe yarıyormuş. Ancak Pembe Okyanus durdurmuş rüzgarı ve çok sinirlenmiş!  "Soruma doğru cevap veremeyen hiçbir canlı üzerimde yolculuk edemez!"  Gülücük Sesli Rüzgar, Kelebek Desenli Çocuğu ve Sarı Yanaklı Kızı boğulmayacakları şekilde ayakta tutabiliyormuş ancak gücü de azalmaya başlamış. Pembe Okyanus sorusunu sormuş:  "Tüm evrenlerde, en zor bulunan ve tüm canlıların kendi içlerinde biriktirdiği, en az sahip olmak istediği ancak kurtulamadıkları şey nedir?" Gülücük Sesli Rüzgarın gücü öyle çok azalmış ki neredeyse Sarı Yanaklı Kız düşüyormuş. Kelebek Desenli Çocuk beklemeden cevaplamış "Hırs!" demiş. Pembe Okyanus çok yüksek sesle gülmüş ve gülmüş sonra hırlamaya başlamış.  "Yanlış cevap!"  Kelebek Desenli Çocuk şaşırmış ancak anlamış aynı zamanda. Cevap daha basitmiş ve aslında o an için kendi içindeymiş. Sevdiğini kaybetme korkusu ona yanlış cevap verdirmiş ve cevap tam olarak buymuş.  Korku. Pembe Okyanus, kelebek desenli çocuğu ve sarı yanaklı kızı ısırmış ve içine çekmiş.  Bin yıllar sonra turkuaz çimenlerin yetiştiği, mavi saçlı canlılar evreninde yaşayan canlılar, çocukları meyvelerini sessizce yesinler diye onlara bu masalı anlatmaya başlamış.  "....ve efsaneye göre kelebek desenli çocuk ile sarı yanaklı kız pembe okyanusun altında zamanla çirkinleşmiş ve ismi dünya olan bir evrene gönderilmiş. Bir birlerinden uzaktalarmış ve tanışmıyorlarmış. Ancak bir gün buradaki tüm canlılar korkusunu yenerse bir araya gelebileceklermiş ve bu evrendeki tüm yıldızlar bu büyük aşk karşısında kendilerini aşağı atacaklarmış."
Kuzgun ve Güvercin Evrenin birinde kuşlar yaşarmış. İyi ve kötünün var olduğu gibi hepsinin birbirine zıt renkleri varmış. Siyah bir kuzgun, beyaz güvercini avlarmış. Bu evrende bir gün: Bir kuzgunun silüeti, diyarın en karanlık gölgesine dönüşür. Karanlığın içine beyaz bir güvercini hapseder. Yıllarca karanlıkta, karanlıkla besler ve ruhunu siyahlara büründürür. Bin yıllar sonra diyarda karşılaşırlar. Uzun zaman olmuştur ve beklenmedik karşılaşma sonucu güvercinin gözleri dolmuştur. Hep içinde hazırladığı, onu hiçliğe iten, sevgiye aç bırakan sorusunu sorar: -Zamansız düşüyor mu aklına öpüşlerin? +Zamanlı, zamansız. "Ki onlar barındırıyordu ışıkları içinde. Benim; öpüşlerin ve öpüşlerim düşüyor her daim aklıma. Bir ipliğin ucunu bulmaktan daha kolay ve zor bunları tekrar düşlemek" der güvercin içinden. Dışından dolu gözlerle bakar ve durur öylece. Biliyorlardı küçük bir kıvılcım gerektiğini büyümesine tekrar bu aşkın. O kıvılcım hiç çakılmadı ve yollarını ayırdılar ölümlerine fazla kala. Her kuş başka bir kuşu avladı.
Anne: Tanrıların tanrısı Zeus için Rhea'dır.  Ve çok da farkında olmadığımız doğuranlarımızdır. Kutsallıkları ancak çok yıllar sonra fark edilendir. Çok asi olduğum zamanlar oluyor, çok üzücü ve kırıcı davranabiliyorum böyle zamanlarda babamda gördüğüm küçük gören bakışları annemde hiç yakalayamadım. Sanırım her şeye rağmen beni küçümsemeyen ve sevmeye devam eden tek kişi o bu hayatta.
Çok sevdiğim birini bilerek ve isteyerek kırabiliyor olmama idam cezası vermek istiyorum. İdam kesin çözüm olurdu, kırıyor olmama rağmen beni sevmeye devam etmesi katlanılabilecek tüm işkencelerden daha ağır.  Geçmişte hasta olduğu ve umursamadığım zamanları hatırlıyorum. Bir çeşit vicdan azabı bu şimdilerde. İstemsizce kaşlarım bükülüyor, alnım kırışıyor. Başparmağımı ve işaret parmağımı alnıma götürüyorum. Aklıma bir oyun karakterinin "Izdırap" demesi geliyor. Daha fazla yanında olmalıydım. 
Çok seviyor olmak hiçbir zaman hiçbir ilişki için yeterli değildir. Sevgiden fazlası gerekir ve ben karakter olarak sevginin tamamını göstermeden içimden yaşarım marifetmiş gibi ve karşımdakine fazlasını çok az gösterebilirim. Babam gibi. Hep babama benzediğimi söylerler. Yine de seviyorum ve tüm şımarıklıklarımı sana gösteriyorum anne, hep küçük ve sorumsuz bir kız çocuğu gibi.  Umarım ölmezsin hiç.  Tanrıçalar ölümsüzdür.
 Mutluluk: Bazen küçük şeylerin bizleri mutlu ettiğini unutuyoruz. Biraz önce bir kutu buldum. İçinde küçük bir obje var, aldığımı hatırlıyorum ama açmamışım ve küçük olduğu için diğer eşyalar arasında kaybolup gitmiş bir zaman. Basit bir karton kutuyu zarar vermeden açmaya çalışırken yüzümde kocaman bir gülümse olduğunu fark ettim. Yakalanan o küçük gülümseme neredeyse her şeyi geri sarıp düşünmeme sebep oldu. Düşünme ve mutluluk hissi devam etsin diye özenle söktüğüm bantları geri yapıştırdım ve tekrar tekrar söktüm, hepsinde aynı özen ve his vardı.  Hayatımın en güzel günlerini yıllar önce bıraktığımı düşündüm. Bu his başka gezegene gidip eski dostlarımı gördükten sonra tekrar Dünya'ya geldiğimde hissettiğim buruk, hüzünlü bir his gibi ama sadece bu, anlamak için yeterli değil. Sonra hatırladım mutlu günlerimin geride kalmadığını.
Bir kitap, oyun ve rüya karakteri var hafızamda. Giderken götürmesini istemiştim "Kalsın, seninle büyüyecek" demişti. Benimle büyüdü. Götürmediği hatıralar içinde bazı cümleler var. "Şimdi bir şey söylesem ne çok gülersin. Yıllar sonra bile gözlerinin rengi konusunda kararsızım. Bakmadığımdan değil."  Size dokunmuş birinin, gittiğinde götürdüğü hatıralara ne demeli peki? Hayata dair iç burkan detaylar. Bunu da benzettiğim bir şey var. İskoçya'ya gidip orada bir kadeh viski içmek gibi. Dönünce BAM! Bir daha içemeyeceksiniz gibi. Üzerinde konuşmaya bile değmiyor işte. Ne yazık. Muhtemelen hatırlamaya bile gerek olmayan insanlar. Onlar da diğer insanların onları görmek istediği gibilerdi, bazı insanlar böyledir. Çevrelerinin rengini aldılar ve ben onları nasıl görmek istediysem öyle gördüm. Gittiklerinde siliniyor olmalarına şaşırmak saçma.  Rengi olan insanı severim. Beni mutlu eder, küçük bir kutu gibi. Açarken özen göstermek gerekiyor. Böylece zarar vermemiş olursun. Kuzgun siyah, sıcağı sevmediğimden midir bilmiyorum güneşi hiç sevmem bulutlar bu yüzden hep olmalı diyordum. Sonra tamamen gece karanlığını sevdiğimi fark ettim. Güneş yok. Bazen ay var bazen yok. Mutluluk hakkında düşünüyorum. Düşündükçe aklıma sadece bir renk geliyor. İşte mutluluğu yaratan için oturup ağlanmalı.  Aklıma bir masal var… "Anlatılanlara göre çok çok eski bir zamanda çok uzak bir ülkenin padişahına gelen kahinler, padişaha ülkesinin çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu söylemişler. Söz konusu tehlike; bir yıl sonra doğacak olan ve kurduğu düşlerin hepsi bir anda gerçeğe dönüşecek olan bir çocuktu. Öyle ki bu çocuk başkentteki bütün evlerin altın olduğunu düşünürse evler gerçekten o anda altın oluverecekti. Bununla birlikte eğer padişahın fakir olduğunu düşünecek olursa, sarayları, köşkleri, mücevherleri ve altınları o anda hiçliğe karışacak ve padişah parasız pulsuz biri olacaktı. Çocuğu doğar doğmaz öldürmek olmazdı, çünkü kader artık bir kez bağlanmıştı. Desen dilediğini dokur. O, hiçbir şey düşünmeyecek olursa, düşünmedikleri için artık ne dünya ne de kendileri var olabileceklerdi. Bunları işitir işitmez dehşete kapılan padişahın emriyle, bir yıl sonra doğan söz konusu çocuk aranıp bulunmuş ve kırk bir ilmin üstadı olan doksan dokuz âlim, gerçek olan ne varsa çocuğa öğretmeye başlamıştı. Öyle ki çocuk bu sayede sadece gerçek olanları düşünecek ve böylece tüm bu âlemin nizamı aksamayacaktı. Fakat düş kurması yasaklandığı için sonunda bu çocuk çok mutsuz olmuştu. Onunla birlikte ülkenin de mutsuz olduğunu gören en yaşlı bilgin günlerce düşündükten sonra nihayet bir çözüme ulaşmış ve çocuğa düş kurmasının yasak olduğunu ama insanların düş kurduğunu düşlemesinde herhangi bir sakınca olmayacağını söyleyerek ona izin vermişti. Ve şimdi âdemoğlunun gördüğü her rüyanın bu mutsuz çocuğun bir eseri olduğu söylenir." Mutluluk için bir defa şöyle bir şey sormuştum;  "Sence mutluluk es geçilmesi gereken bir şey mi? Böyle olabileceğine inanıyor musun?"  Düşünmeden cevap verdiğini hatırlamıyorum.  "Hevesin kursakta kalması gibi bir şey mi sorduğun?" demişti. "Galiba hayır, buna inanmıyorum."
 Babanın Ölmesi: Gerçekleştiğinde yetim kalacağım olay. Babam hep "Uzatmaları oynuyorum." der. Her seferinde fazla umursamam. İnsan annesi, babası hiç ölmeyecekmiş gibi hissediyor. Büyüdükçe biraz daha gerçekçi geliyor gerçi. Kaç yasında olursan ol anne ve baban hayattayken büyümüyorsun. Büyük dertler yaşıyorsun ama büyümüyorsun.  Babamı çok severim, hiç anlaşamayız. Kan dediğimiz çok güçlü. Farklı dönemlerde doğmamıza rağmen birbirimize karakter olarak nasıl böylesine benziyoruz bilemiyorum. Örnek almamış olmama rağmen tüm düşünce şekillerimiz aynı. Zamanı geldiğinde ve fiziksel olarak artık yanımda olmadığında ne hissedeceğimi kestiremiyorum. Güçlü görünmemi gerektirecek şeyler var ancak bir insan babası olmadan nasıl güçlü görünebilir bilemiyorum henüz. Yıllardır her fırsatta saatlerce anı anlatır. Güçlü olmak için onlardan destek alacağım. En çok çocukluk anılarına üzülüyorum. Bilinçli bir çocukluk yaşamak her şeyin farkında olarak büyümek en zoru. Bir anısı var. 7 yaşında ayakkabı boyacılığı yaptığı dönemden. İlk defa aile fotoğrafı çekilecek. Bir şekilde fotoğrafçı gelmiş bölgeye. Para ayarlanmış. Çocuklara, büyüklere haberler salınmış tüm aile toplanacak. Toplanmış. Babam küçük olduğu için en öne yerleştirilmiş. Büyükler arkada, çocuklar önde bir poz. Fotoğrafın nasıl bir şey olduğu az çok biliniyor tabii. Babam el parmaklarındaki ayakkabı boyasını saklamak için parmaklarını avuç içine saklamış. Yumruk gibi. Ama gülümsüyor fotoğrafta. Gülümsemesi her zaman çok yazık çok kalp ağrıtan cinsten olmuştur babamın. Öldükten sonra bu anılar yüzünden kahrolacağım. Şimdi o hayattayken güçlü olmak daha kolay. Kendi hüzünlü hikayesini kendisinden güç alarak atlatıyorum.  Ölmeyin.
Ev: "Ev" hüzünlü bir anlatım şekli. Birinin ev gibi olması çok hüzünlü. Bu gece kar bulutları aydınlatıyordu göğü. Birinin ev gibi olması kararttı tamamını. Kimileri geçmişin çok acıtan bir şey olduğunu söylüyor. Ben de zaman zaman öyle hissetsem de tam olarak acıttığını söyleyemiyorum. İnsan olarak biz, değiştirebileceklerimiz ve değiştiremeyeceklerimiz arasındaki farkı anlayabilmek için gerekli bilgeliği ister miyiz? Sanırım bu çok kritik bir ayrım ama yok oluyoruz. Herkes ve her şey. Her şey yok olur. Bilgelik.  Aşk, ağaçlar, kayalar, altın, plastik... Ve tabii insanlar. Kendimize yok olmayı yakıştıramıyor olsak bile hiçbirimiz kurtulamayız. Bir grubun arasına sokulup bununla bir gün yüzleşebilirsin. Vücudun bir başkasınınkiyle temas ederken bir anlık da olsa, sana yürüyen bir kül yığını olduğunu unutturmaya yetecek kadar zevk açığa çıktığında buna şükredebilirsin. Bir şeylerin yok olduğu düşüncesini ve hüzünleri yok eden ufacık anlar.  İşte tam olarak gerçek budur; yok oluyoruz, bir şeyler için hüzünlenmek de yok oluyor bir süre sonra. Birilerinin ev gibi olması da geçiyor. Bunun için kimsenin kırılmasına gerek yok. Hep çok sorguluyordum "Nasıl oluyor birden fazla kez aynı yoğunlukta birilerine bir şeyler hissedebiliyoruz?" Sorguluyordum sonra bıraktım çünkü her seferinde farklı oluyor bu. Evet, karnımız ağrıyor, kıskançlık kendini gösteriyor etrafında, etrafımızda birileri olduğunda ama hayır. Farklı olan şeyler var. Çok fazla birini sevmemeye çalışıyorum çünkü her gelen bir parça götürüyor, inancım var. Kimleri sevmeyeceğini seçebiliyorsun ama kimi seveceğini seçemiyorsun. İnsanlık adına ne mutlu hala düğmelere bağlı olmayan yanlarımız var. Birilerini çok sevdim, birilerini seviyorum.  İlk kez aşık olduğumda 19 yaşındaydım. Gözlerimin önünde bir siluet var, merdivenden aşağı iniyor tüm siyahlığıyla. Yıllarca hayat çok karanlıktı, içinde boğulma zevki bir gün acıya dönene kadar siyahlara büründüğümü göremedim, ne büyük şans benim için. Ev gibiydi. Ev gibi olan tek yer o karanlık. Bir sabah sevmeyi bıraktığınızda kalbinizin etrafındaki dikenli tel yok oluyor. Yine de bir süre uykuya dalarken güçlük çekip, kaybolan sevgiyi düşününce kalbimiz hızlanıyor. O zaman yitirilen sevgiliye ait ruhsal bir acı geliyor ve sonra bunu yaşamamaya başlıyoruz. Tüm sempatikliğiyle ikinci defa aşık oluyorsun. Hızlı yaşa, genç öl oluyor bu. İlk iki sevgi masumdur bence. Hiçbiri ilk masumiyeti geri veremez kaybedeceklerini çoktan etmişsindir, kendine sakladığın güveni paylaşmışsındır yine de bir umut ikinci aşka da bir şeyler katabilirsin. Bunun kaybolmasıyla beraber aydınlığı ve karanlığı tatmış olursun. Artık aşk için "başlangıcı buradaydı ve sonu orada" dersin. Bundan sonrakiler sanırım şifa bulmak gibi. Buna aşk denmesine gerek yok gibi denir yine de. Ancak bu derece hüzünlü bir son, umutsuzluk ve inançsızlık içindeyken yine birileri gelir ve size dokunur. Çoğu zaman bir şeylerin aşıldığı, heyecanın kaybolduğu döneminizdesinizdir. Karşınızda çırpınan bir aşık görmek birilerinin eviniz olmasından da hüzünlüdür. Küçük saydam siluetler gibi etrafınızda dolanan masum umutlar arasında en az biri ilgi çeker. Tekrar seversiniz, bir sonu yok. Tekerrürden ibaret tıpkı yok olmak gibi. Aynı güzelliğiyle yine sevilir, kokusunun hafızanıza kazınması için cabalar harcanır. Önceki umutsuzluk yerini pembe rüyalara bırakır. Geçmiş, acı ve karanlık olmaya başlar bu yüzden geri dönüp ışık tutmak gerekiyor, gelip boğmasın diye. Özlemek kelime anlamının dışında saydam bir ip gibi bir şeylerin size bağlı olması anlamına gelir artık. Gelecek ve şimdi önemli, tutulması gereken. Özlemek, gerçek anlamıyla şimdiki zamanda bedava ve alınan olur.
 Karanlık: Kimsedir. Bir sabah uyandığımda hiçbir değişiklik yoktu hayatımda. Birbirini kovalayan günleri bilirsiniz. Bölük rüyalar, çalan alarm, hemen mi kalksam yoksa ertelesem mi düşünceleri. Sevgiyi, acı olmadan yaşayabilen kaç kişi var?  Sevgi acıyı doğurur.  İşe gitmekten bıktım. Her alarm sesi beni biraz daha yıldırıyor hayattan. Hiç hayattan yıldınız mı?  Sıradan bir gün daha kendini zaman denizine usulca bıraktı hayatımda. Çok önemli hatıralarım var o denizde.  Denize girmeye karar verdiğim geceler oluyor. Şimdi soyunup giriyorum. Karşıma ilk çıkacak olanla konuşacağım. Zaman denizi ılıktır. İlerledikçe bazen soğur bazen ısınır. İçerideki her şey tanıdıktır.  Bir ses duydum. Bana "neden ağlıyorsun?" diye sordu. Ses tam da hatırladığım gibi yumuşacıktı. Ağladığımı o ana dek fark etmemiştim. "İnsanlar" dedim. "İnsanlar beni yoruyor, biliyorsun. Sen nasılsın?" Nasıl olduğunu biliyorum. Bir insanın bu kadar üzgün olabilmesi mümkün mü? Her güldüğünde ağlıyor içeri. Bir zamanlar çok düşünmüştüm bunu. Köküne kadar inmiştim. Kökünde sadece kor var. Yaklaşılmaması için. Aklımdan geçenleri okur gibi; bana dönüp; "Kalbine giden yola gözyaşların yüzünden baraj kurmuşsun. Birikmiş, kenarları bataklığa dönmüş. Biraz ileri gitmek istesem batıyorum dizlerime kadar." dedi. Bu acımasız bir eleştiri ve bir o kadar hüzün barındırıyor içinde. Kim sevdiğini bataklıkta bırakmak ister? Ben hiçbir zaman istemedim.  "Hayır" dedim. "Hayır, batmıyorsun. Batacak gibi olursan seni severim.” Ben seni severim... Sana dokunmuşluğum var.  Dokunmak, merdiven çıkmaktan daha zor.  "Beni seversin sen. Biliyor musun? Ne vakit karanlık bana korkuyu sunmazsa o vakit insan olmayı bırakacak ve yol alacağım. Toprağın temiz, çekici kokusu arındıracak kötülüklerden ve diğer her şeyden. Benden arındıracağı tek şey sen olacaksın."  Bilerek yapıyor… Bunca zaman sonra, denize düşmüşken ve ona sarılıyorken, bilerek mi kırıyor? Yüzmek için havuzu tercih ederim. Dibinde neler olduğunu ve olmadığını daha rahat görüyorsun ancak pistir ve fazla keyif vermez. Sevginin acıyı doğurması buna benziyordur belki. Onu istiyorsan dibini görmeyeceksin. Gerçi ben, yüzmeyi bilmiyorum. "Sen çok sıkıcısın." dedi. Arkamı dönüp gidiyorken. "Ve iradesizsin. Buradan çıkıp, denize yeni düşünceler ve anılar kattıktan sonra düşüp yine bana sarılacaksın." Birçok insan bırakılmış, terkedilmişlerin izini sürmez. Belki de en doğrusu budur.
Hayat: Ahir bir zaman, insanın karşısına ne çıkacağı pek belli olmuyor. Buna rağmen çok iyi görünenin altında kötü, çok kötü görünenin altında da iyi olabileceğini öğrenmek için çeyrek asra ihtiyacınız olabiliyor. Siz kaç defa sahip olacaksınız bilmiyorum şunu söylemeliyim ki genelde sadece bir hayat oluyor. Değerlendirme konusunda sosyal düzene yenik düşmemek lazım tabii mümkün olabilirse. Hep söylemişimdir dünyanın en zor şeyi bir insanın fikrini değiştirmek. Çocukça hayaller kurmak için binlerce yıl yaşlıyım. Her şeyi boş verip, mutlu bir hayata adım atılamayacağını biliyorum. Siz de bilin istedim ancak bir şey daha var bilmenizi istediğim. İnsanlar tekrar seviyorlar. Sadece her seferinde derine batıyor bir şeyler. Yine de sevmek güzel. Daha söylediklerimin bazılarının doğru, bazılarının yanlış olması. Bir gün anne olmak lazım. Tatlı Bebek Muz ve Üzgün Bal Böreği: Zaman kavramının bizim bildiğimizden farklı olduğu, sarı ve turuncu bir evrende tatlı bebek muz ve üzgün bal böreği yaşıyormuş. Tatlı bebek muz oldukça neşeli ve sarıymış. Her sabah uykusundan uyanırken gülümsermiş ve ayakkabılarını giydirmesi için annesini beklermiş. Üzgün bal böreği ise oldukça kederliymiş çünkü dışarıya yaydığı tatlı bal kokusunun kötü olduğunu düşünürmüş. Bu yüzden hep hüzünlü uyanır ve kendi ayakkabısını kendi giyermiş. Tüm güzel muffinler ve cupcakeler kötü kokmadığını söyleseler de üzgün bal böreği ikna olmazmış ve herkesten uzak kendi küçük kurabiye duvarlı evinde yasarmış.  Ayakkabıları annesi tarafından giydirilen tatlı bebek muz, bir sabah dışarıya çıkıp yakın arkadaşları olan süte batırılmış bisküvi ve böğürtlen reçeli aromalı ıhlamur ile oynamaya başlamış. Daha sonra yanlarına gelen elma yaprağının çok üzgün olduğunu görmüşler. Tatlı bebek muz sormuş "elma yaprağı, neden üzgünsün?" ve elma yaprağı cevaplamış. "Kurabiye duvarlı evde yasayan üzgün bal böreği bana "günaydın" demedi."  Sarı ve turuncu evrende herkes birbirine "günaydın" der. Bu bilinir ve önemlidir. Herkes birbirini sevmeli ve arkadaş olmalıdır orada yoksa sarı ve turuncu evren hastalanıp ölür.  Duyduğuna inanamayan ve şaşıran tatlı bebek muz, kurabiye duvarlı eve gidip durumu kendi gözleriyle görmek istemiş. Nice güzel ve sevimli şarkılarla yürüyen tatlı bebek muz sonunda kurabiye duvarlı eve ulaşmış ve kapıyı 3 kez çalmış. ÇAP ÇAP ÇAP! Üzgün bal böreği yavaşça kapıyı açmış ve gelenin tatlı bebek muz olduğunu görmüş. Üzgün bal böreği, tatlı bebek muz kendisinden gelen bal kokusundan rahatsız olmasın diye geriye doğru 7 adım atmış ve beklemiş. "Günaydın" demiş tatlı bebek muz. Buna rağmen cevap alamamış ve üzgün bal böreğinin duymadığını düşünerek daha tatlı ve yüksek sesle "GÜNAYDIN!" demiş.  Yine cevap alamamış.  Üzgün bal böreği bu sabah hiç konuşmama kararı vermiş ve bunun kötü kokudan kurtuluşu olacağını düşünmüş ancak böyle bir karar verdiğini sarı ve turuncu evrendeki sevimli canlılar bilmiyormuş. Sarı ve turuncu evrende zamanı gelmeden asla evine dönmeyen sıcak, yuvarlak gök cisminin önüne evrende daha önce hiç görülmemiş renkte karanlık, sevimsiz bir bulut geçmiş. Bulut öyle kızgınmış ki hiç durmadan homurdanıyormuş. Yüzü asık ve kasları çatıkmış. Öyle ki çıkarttığı sesler bile hiçbir güzel müziğe benzemiyormuş. "Hom hom hom..."  Ve tatlı bebek muz, günaydın demeyen üzgün bal böreğine, kızgın bulutu göstermek için dışarı çıkmasını rica etmiş. Üzgün bal böreği, tatlı bebek muzu uzaktan takip ederek dışarı çıkmış ve o da karanlık, sevimsiz bulutu görmüş. Bunu görmek onu daha da üzmüş ve geri kurabiye duvarlı evine kaçmış korkuyla. Sarı ve turuncu evreni hasta eden şeyin sebebinin kendisi olduğu düşünmeye başlamış. Bir yerde haklıymış, karanlık, sevimsiz bulutun, sıcak gök cisminin önüne geçmesinin sebebi, üzgün bal böreğinin "günaydın" dememesiymiş.  İsteyerek yapmamış ama olmuş işte bir kez. Üzgün bal böreği, elleriyle gözlerini kapatıp ağlamaya başlamış. Sarı ve turuncu evrende daha önce kimse ağlamamış. Sarı ve turuncu evrende depremler olmaya başlamış, karanlık, sevimsiz bulutlar çoğalmış ve zamansız bir gece yaratmış. Gece aslında iyi niyetliymiş ancak karanlık, sevimsiz bulutlar onu ele geçirmiş ve zorla kötü olmasını sağlamışlar.  Dışarıdaki tatlı bebek muz, süte batırılmış bisküvi ve böğürtlen reçeli aromalı ıhlamur koşarak annelerine ve arkadaşlarına haber vermişler. Sarı ve turuncu evrendeki herkes kurabiye duvarlı evin önünde toplanmış ve üzgün bal böreğine ağlamaması gerektiğini söylemişler.  Kurabiye duvarlı evin duvarları çatlamaya başlamış. Üzgün bal böreği, ağlamaya devam ettikçe gözlerinden düşen damlalar kurabiye duvarlı evin çatlaklarına nüfus etmiş ve eritmeye başlamış. Dışarıda deprem ve zamansız gece varken artık ağlamayı bırakmanın faydasız olacağını düşünmüş üzgün bal böreği! Daha çok, daha çok ağlamış ve sarı turuncu evrenin tüm o güzel gök cisimleri arasından kayıp, başka bir gezegenin atmosferine çarpmasına sebep olmuş.  Atmosferde binlerce küçük parçaya ayrılan sarı ve turuncu gezegenin en büyük parçaları bu gezegenin her yanına yayılmış. Su, ateş, hava ve toprağı oluşturmuş ve sonra sarı turuncu gezegenin parçalanan 7 parçası, 7 güzel insanın gözlerine düşmüş. 7 parçası, 7 kötü insanın kalbine düşmüş ancak yine de düşmek için binlerce parçası varmış geride.  Bazı gecelerde karanlık, sevimsiz bulutların homurtusu arasında hala ağlayan üzgün bal böreğinin sesinin geldiğini söylerler. Üzgün bal böreği, karanlık, sevimsiz bulutların arasında kendi göz damlalarında yıkanıp kötü olduğunu düşündüğü kokusundan kurtulmuştur belki.
 Kadın II: "Bazı kadınların neden bu kadar güzel olması" diye düşünüyordum sonra düşüncelerimi kontrol edemedim. Hafızamdaki her şey önüme serilmeye başladı. Boş duvarda dans eden bir sürü düşünce. Kimine göre uzun kimine göre hızlı geçiyor zaman. Ne hızda geçtiğinin önemsenmediği zamanlardan birinde yine vicdan azabı çekiyorum. Zorla kendime doğru çektim ve çekiyorum da.  Şimdi zor bir paragraf bekliyor sizi. Direkt bu paragrafı atlayabilirsiniz. Böyle bir hakkınız var. Nesnelerin yitimsiz sömürü düzeneği olarak tasarlanan bu dünyada, değer olarak görülen şey, bu yitimsiz sömürü düzeneğinin tekniğinin oluşturduğu düzene ait olmanın ve onu sürdürmenin bilincini taşımaktır. Bilimsel bilgi ve bu bilgini değer karşılığı olan liberal-demokratik ülküler, kökensel olarak umutsuzluğu bir seçeneksizlik olarak hazırlamıştır. Bunun en tehlikeli yanı da bize bu seçeneksizliğin mevcut kapitalist düzenin insan doğasına ve bu doğanın özgürleşmesine uygun tek düzen olduğu biçiminde aşılanmış olmasıdır. Kendi ruhuna kapalı, amaçsızlığını araçları kolayca elde etme becerisiyle örten, mutluyum diyebilmeyi üretim/tüketim standartlarını gerçekleştirdiği anlara indirgeyen modern insan, doğal görünümlü umutsuzluk ve seçeneksizlik biçiminde içinde büyüyen karanlığın tanımsız acısı içindedir. Peki kurtuluş nasıl gerçekleşecek? Kimse bilmiyor. Umut geri döndüğünde kurtuluş ışığı da belirmeye baslar ama önce uykudan uyanmamız gerekiyor. UYAN NEO! Şimdi neden kadın başlığına böyle bir serzenişte bulundum kimse bilmiyor benim dışımda. Birbirine bağlantılı durumlar mevcut ama o başka zamanın konusu.  Erkekler kendilerini üzen kadınları anlatma konusunda daha rahatlar. Şarkılarda, türkülerde kadınını şikayet eden insanlara çok rastlıyorum. Kadınların erkekleri şikayet etmesi daha az ama bir kadının başka bir kadını aşk için şikayet etmesine henüz rastlamadım. Ben şimdi bunu yapacağım. Kadın-erkek ilişkilerinde komplekslerin büyük rol oynadığını hesaba katarsak senin ve benim birbirimize büyük acılar yaşatmış olmamızın nedeni belki de budur. Senin bana karşı böyle acımasız olmanın nedeni belki de komplekslerinin neden olduğu büyük acıdır? Kim bilir. Buradaki "kim bilir" soru değil bu yüzden sonunda soru işareti yerine nokta var. Kimse bilmiyor çünkü. Kadınlar ve erkekler kendilerine de çoğu zaman dürüst olmamayı seçerler. Kendime karşı dürüst olduğumda utanıyorum ve çoğu zaman vicdan azabı çekiyorum. Bir kadın var çok güzel. Öyle böyle değil. Ayağındaki tırnağın şeklinden, saçının ucundaki kırığa kadar güzel. Sesi güzel, dokunması güzel, nefesi güzel ama aptal. Cesaret ve karakterin oturmamasının verdiği geçici aptallık. Yine de karnınıza yumuşak bir dokunuş yapabilmiş ve Satürn kelebeklerini bir süre uyandırıp uçurmayı başarabilmiş. Çok güzel bir kadınla tanıştığınızda, elinizdeki her şeyi alma riski olduğunuzu biliyor olmalısınız. Elimdeki her şeyi alırsa ruhumla baş başa kalırım. Normal psikolojiye sahip birinin ruhuyla baş başa kalmaması gerekir eğer biraz da zekiyse. Tanışıklığımızın devam ettiği süreler çok kısaydı ve her minik zamanı değerlendirmek istiyordu. Gazozların sevildiği bir yerde elimi tutmasıyla mı başladı denge kaybı yoksa evde yanına oturup vereceğim ilk öpücüğü gözleriyle izlemesiyle mi emin değilim. Bunun hakkında düşünsem de karar veremedim. Sen çok güzeldin ben çok yaşlanmıştım. Sen çok gençtin ben genç olamayacak kadar asildim. Gençlik insana aptal şeyler yaptırır. Aptal şeyler de kayıplar getirir. Birinin aptal şeyleri yapmasını izlemekten keyif almadığım tek anımdır bu.  "Hep geçmiş üzüntülerime yer veriyor olmama üzülürdün bak o yerlerin birinde şimdi sen varsın." Kanepede yatmanı istemezdim çünkü çarşafları yeni değiştirmiştim ve turistlerin hep daha iyisine layık olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü onlar biziz; turistler. Sen, benim hayatımda turisttin, ben de bir şekilde senin. Gerçi ben kendi hayatımda da turist sayılırım. İnsan bedenine binlerce yıldır yerleştirilmiş kapsülüm. Sen orada uyu isterdim ama hiç fırsatın olmadı. Olsaydı sen temiz çarşafta uyu ben kanepede isterdim ve sen buna sevdiğin birisi ölmüş kadar çok üzülürdün. İlk birlikte uyuyacağım kişi sen olmadın çünkü insan doğası gereği kötüdür. Lakin senin aşkın oldukça taşınabilir bir aşktı. Öyle ki üzerine beton dökülmesini beklemeden başka bir yere taşımak gibi. İnsanların hiçbir yerde, sık meydana gelen aktarmalarda dahi kaybetmeyeceği bir el çantası gibi. Bugünlerde taşınabilir aşkı nereden bulacaksın? Herkesin daha üçüncü gün aşkının etrafında elli katlı bir bina yapmayı tercih ettiği bir dünyada? Bazen çok şey istiyorum. İsteklerime dünya üzerine ayak basmış kaç kişi cevap verebilirse.  Şöyle bir şey demiştim: "muhtemelen o da diğer insanların onu görmek istediği gibiydi, bazı insanlar böyledir, çevrelerinin rengini alırlar ve ben de onu nasıl görmek istediğimi bilmiyordum. En azından şimdilik." Seni nasıl görmek istediğimi anladığımda sen çoktan rengini almıştın. Üzerine tüm boyayı döksem bile istediğim gibi olmayacak bir renk. Hep olduğu gibi hakkında her şeyi söyleyip hiçbir şey söylemedim bak. Yine de son olarak eklemek istediğim bir şey var.  Sadakat ve sadakatsizlik bugünlerde hiçbir rol oynamamaya başlayan kavramlar ya da daha doğrusu anlamlarını değiştiriyorlar. Bir insanı başkasına bağlayan şey artık sadakat gibi derin anlamı olmasına bazen bugünün belirsiz bir şeyi değil. Sonunda iki insanı birbirine bağlayan şey aşkın tersine çevrilmiş biçimidir. Birbirinden bıkmaları, birinin çekip gitmesi, yok olması, ölmesi gerekliliğidir ama bu durum aslında ne birinin çekip gitmesi ne de birinin ölmesidir. İnsanın sürekli olarak çarptırıldığı bir idam cezasıdır ama her seferinde kurşunların yanı başından geçip gitmesi ve kurşunların bir türlü isabet etmemesine gülebilmektir. Bu, tersine çevrilmiş aşktan tat alabilmenin bir koşuludur. Birinden bıkmak insanın yıllarca hatta gerekirse hayat boyu dayanabileceği bir şeydir bence.  Ramazan davulcusu tam şu an çalmaya başladı. Oldukça eğlenceli bir ritim tutturmuş olması manidar. Neyse bak şimdi sen yoksun davulcu var. Yarın birisi olacak ama davulcu yine olacak. Yarın bitmese diye düşünüyorum ama bitecek.  İyi uykular olsun.
  Küçük Bebek Beyinli Çocuk ve Mavi Gezegenli Kız: Mavi gezegenli kızın mutsuzluktan öldüğü ve bir damla yeşil çiçek suyu içerek hayata geri döndüğü bir dönemde başka başka kıtalarda yaşayan küçük bebek beyinli bir çocuk varmış. İsmi “6 ” olan bir ayna geçitinden içeriye doğru bakarlarken ilk kez birbirlerini görmüşler. Mavi gezegenli kız ön görüye sahip olduğundan çok ağlamış çünkü neler olacağını biliyormuş. Aynı zamanda küçük bebek beyinli çocuk o dünyanın en mutlu bebek beyinlisi olmuş çünkü ön görüye sahip değilmiş. Ön görüye sahip olmak lanetlerin içerisinde en kötü olanıdır. Mutsuzluğu, neşesizliği ve heyecansızlığı doğurur. Önce öper sonra doğurur tüm bunları. Yine de birbirlerini sevmişler ancak küçük bebek beyinli çocuğun sevgisi, evrenler içerisindeki en büyük sevgiymiş. Mavi gezegenli kız bu sevginin altında bazen eziliyormuş. Bir defa ayağı ve kolu acımış bu ezilmeler yüzünden. Ağlamaları iyileştirmiş tüm ezikleri. Küçük bebek beyinli çocuğun aşkı nebula gözlerinden ikisini kör etmiş. Artık sadece tek bir göz ile görebiliyormuş fakat bu göz bildiğimiz tüm gözlerden farklı algılıyormuş dünyasını. Tek gözü sadece mavi gezegenli kızın gözlerindeymiş. Onun görmek istediği gibi görmek istemiş dünyayı. Onun sevdiği ve baktığında onu mutlu eden tüm renkli çiçekleri onun nebula gözlerinden görmek istemiş. Bazı evrenlerin tanrıları hırslı ve kıskançtır. Bu evrenin tanrısı öyle kıskanç ve kötüymüş ki iki küçük canlının birbirini sevmesinden hoşlanmamış. Hele küçük bebek beyinli çocuğun aşkının büyüklüğünü öyle kıskanmış ki neredeyse elma çayını üzerine dökecekmiş. Küçük bebek beyinli çocuğun kalbini büyütmüş, aşkından ölmesi için. Kalbi büyüdükçe mutluluğu artmış çünkü daha çok sevebildiği için mutlu olmuş küçük bebek beyinli çocuk. Tanrı bu sefer mavi gezegenli kıza dönmüş ve ona inançsızlık ve güçsüzlük vermiş. Tanrılar böyledir. Acımasız ve katildirler. Mavi gezegenli insanlar küçük ve pembe kulaklı canlılardır ve hep ağlarlar. Tanrının verdiği inançsızlık ve güçsüzlük altında nefes alamayan mavi gezegenli kız son bir kez küçük bebek beyinli çocuğu öpmek istemiş. Öpücüğün son kez olduğunu bilmeyen küçük bebek beyinli çocuk verebileceği en iyi öpücüğü vermek yerine en iyisinin bir kötüsünü vermiş. Ve sonra tanrı da ölmüş.
 Yastık: Bazen yalnız bazen bir başkasıyla paylaşılabilen, neredeyse tüm sırlarımızı ve çoğu zaman gözyaşlarımızı saklayan dosttur yastık.  Bazı dertlerin şifaları olmalı, özlemek gibi. Yastığa başımı koydum ve düşündüm. Şöyle döküldü bir zamandır kafamda dokunan düşünceler: Ne çok şey istiyorum, daha fazla mutlu olmayı istemeden önce istemem gereken daha önemli bir şey var. Daha az mutsuz olmak. Kendi içimde bir şeyleri tamir etmek istiyorum. Bunun için ihtiyacım olacak şeyler listesinde sadece "ben" olmalıyım. Kanımda kimyasal bir şey olmamalı. Zaten aptal kimyasallar sadece "kötü" dediğimiz her şeye adapte olmamızı sağlamaktan başka bir şey kazandırmıyor. Yastığa döktüm düşüncelerimi ve hep olduğu gibi emdi beni, içinde sakladı.  Çok uzun zaman önce bir tür mekanizma geliştirmiştim ama artık uygulamıyorum. Şöyle bir şeydi "çok yoğun gözükmek". Dikkat edin çok yoğun gözüken kişiler, dışarıdan bakıldığında anlaşılmayan bir "hayatın tadını çıkartamama" gizlerler. Sanırım hayata sürat katmak bir şekilde yaşamın lezzetini bilinçaltında bitirmek gibi bir şey.  Söyleyeceklerim bunlar değildi, bunlar söyleyeceğim şeylerin cesaretini toplamam için gereken ön sözlerdi. Zaman geçtikçe daha duygusal olmak nereden geliyor? Sahiden bilmiyorum. Babam da zamanla duygusallaştı, gözlerimin önünde, izledim. Genlerden geliyordur belki ama böyle söylemek bile biraz komik. Genç bilim adamlarını rahatsız etmeyelim. Çok duygusallaşıyorum zaman zaman. Öyle ki bir şarkı, bir süre önce sevilenin de dudaklarından komiklik olsun diye dökülmüş olan şarkı, güneş henüz batmamışken bana bunları yazdırıyor.  Sen "şarkı söyle" dendiği zaman asla söylemezsin biliyorum. Bana şarkı söylemen için "bir ara şarkı söyle" demek gerekir.  Pek hatırlamıyorum ve hatırladıklarım da zamanla silinmekte.  İnsanlar çok yalancı. Kalbimi ağrıtıyor bu durum. Yalan öyle bir hale geldi ki artık sevdiğin dudaktan dökülüyor diye inanıyorsun doğrusunu bildiğin halde bu yüzden en güzeli çok az konuşmak. Bırak beyinden geçenler dudaklara ulaşmasın. Dudaklarından daha fazla aptal şeyler dökülmesin diye birini öpmek çok hüzünlü olurdu. Öpmenin sebebi bu olmamalı. Çok güzel bir öpücük biliyorum. Çok güzel bir zamanda, olması gerektiği gibi gelmişti. Beni öpüp öldürmüştün ve tekrar öpüp hayata döndürmüştün. Çünkü öpüşlerin hep ölüm ve hayat barındırıyordu.  Bu hikayede kaç kişi var biliyor musunuz? Bilmeyin. Çünkü bir süre sonra herkes, her şey gibi yok olacak. Eğer çok eskimediyse yastık kalabilir. Eskidiği zaman o da yok olacak. En büyük hüznüm senin boynunun kokusunu barındıran o yastık kılıfını çıkartıp yenisini takmak olacak. Küçük bir aptal gibi hüzünlerden hüzün beğendim ve boynunu seçtim. Çünkü boyun, bir insanın en güzel yeridir. Yaşadığını hissettiren kalp atışının, kanın ve kokunun en güzel olduğu yer orası. Hangi şekilde uyursan uyu, öpmek için hep küçük bir parça bulunabilir. Eğer aynı yastıkta uyuma şansımız olsaydı, uyanıp öperdim ve tekrar uyurdum.  Bu günlerde birinden hoşlanmak ne çirkin bir şey. "Saçmalamasana beni korkutuyorsun, hoşlanmak yok takılıyoruz". Zamanla kendine bile söylemediğin, kara delikte sonsuza dek uzanacak bir gerçek bu oysa. Sebebi çok eşlilik. Eğer sen birinden hoşlanırsan ona sahip olmak istersin, sahip olduğunda onun bir başkasıyla sevişmesi hep olduğundan biraz daha zor olacaktır. Bu yüzden tüm bu yaşanmışlıklara "takılmak" deniyor işte. Bir taraf diğer tarafa boş değil ama itiraf edilemiyor hatta daha da hüzünlüsü iki tarafın da birbirine boş olmadığı takılmalar. Büyük bir meteorun, içinde benim olmadığım bir kara parçasına düştüğünü izlemek gibi sanki. Beni öldürmeme ihtimali var ama orada bir şeyler ölecek ve buna rağmen çok güzel düşüyor. İzlemeden duramıyorum. "İki taraf birbirine boş değilse neden mutlu bir ilişki yaşanmıyor?" bu soru aklınıza geldiyse sizi öpebilir miyim yanaktan? Çünkü hala çok naif ve tatlısınız. Benim de aklıma geldi ancak Avrupa kafası hayatlar üzerine bolca su döktü ve dedi ki "aptal olma ve kalkanını kaldır yoksa yanacaksın". Hangi dizide, şarkıda ya da şiirde geçiyor bilmiyorum ancak bir soru var duvarlara bolca yazılan diyor ki "Beni neden sevmedin?" bir sorunun bu kadar içten ve gerçek olması yasaklanmalı. Birine bir gün bu soruyu sorarsam aynı içtenlik ve naiflikle cevap vermesini isterim. Tam olarak nelere serzenişte bulundum bilmiyorum. Bir yastık ve bir boyun hatırlıyorum. İşte duygusal durumun en harika yanı bu. Bir sürü derdin var, söyleniyorsun ama geriye sadece yastık ve boynunun kokusu kalıyor. Bunu yaşayamayacak noktaya gelirsem Norveç'e gideceğim ve canlı olarak Sigur Ros dinleyeceğim. Sonra kuzey ışıklarını falan izlerim.  Canınız cehenneme dostum, koca kıçınızı kaldırın ve gidin buradan.
 İtiraf: Theoden bir gün karanlıktan, ışığa doğru uyandı ve bir şey söyledi: "Babalar, oğullarını gömmemeli." İnsanlar çoğaldıkça, kendilerini yalnızlaştırıyorlar.  Bir kurabiyenin tadı ne kadar güzel olursa olsun, birkaç gün dışarıda bıraktığınızda yumuşar ve tadı kötüleşir. Bayatlamıştır. Bayatlamış olmasının altında eski tadını hala alabilirsiniz ancak size ilk yediğinizde hissettirdiği güzel şeyleri hissettirmez. Geriye kalan bayat kurabiyeleri çöpe atarsınız. Tıpkı bazı insanlara yaptığımız gibi. Gökyüzünün soğuk mavi, serin ve kuşların henüz hayata katıldığı erken bir saatte, küçük üçgen penceremden yatakta hala uzanıyorken dışarıya baktım. Yorganın altındaki sıcaklığı anımsamak şimdi bile bir rahatlık veriyor. Dışarının serin, soğuk renginin ulaşamadığı bir yerdi o an için yorgan altı. Uykuya devam edip etmemek arasında kaldım. Yapılacak bir işin olmamasının verdiği huzurla tekrar uyumak için gözlerimi kapattım zaten uyanmak için oldukça erken bir saatti, kendimi huzurlu hissettim. Tıpkı bazı insanların bize hissettirdiği gibi.  Hala iyi insanların var olduğunu bilmek güzel bir şey. İyi insanların kendisi için oldukça kötü olan bu durum benim için güzel çünkü ben iyi bir insan değilim ve bu iyi insanı istediğim gibi kullanabilirim. Tıpkı bir zamanlar birileri tarafından kullanılmış olduğumuz gibi.  "Saf duyguyu kirletmek" tüm evrenlerde hoş karşılanmayan ve oldukça günah olan bir eylemdir. Çünkü saf duyguya sahip olan insanın bizzat kendisini kirletmiş ve şeytanlaştırmış olursun. Her kirletme karşıdakine verdiği kadar eylemin sahibine de zarar verir. Tüm bu zararlar zaman içerisinde hiçbir deterjanın çıkaramayacağı kirlere dönüşür ve insanı mutsuzlaştırır. Tıpkı bizim mutsuz ettiğimiz, bizi mutsuz eden insanlar gibi.  Bazı insanlar şarkı gibidir. Çok seversiniz, bazen hiç durmadan dinlersiniz. Bir süre sonra çoğu sıkar. Birisi özel kalır.
 Yaşam: Hayali bir kara parçasının sisli, soğuk bir sabahında doğurgan bir kadının, hayat verdiği bir et parçasını beyaz çarşafa sardılar ve sağlıklı doğmuş olmasını kutlamak için kadehlere şaraplar doldurdular. Her doğan yeni çocuk için yapılmazdı bu kutlama. Bazı çocuklar doğdukları için şanssızlardı. Onlara hayat verenlerin kadehleri dahi olmazdı çoğu zaman. Kutlanan çocuk "Demirkalp" ismini aldı, klan ismi buydu. Aynı sisli sabahın aynı saatlerinde bir başka çocuk gözlerini bu evrene açtı, kimsenin kadeh kaldırmadığı bir çatı altında. Klan ismi "Karakanat" ve ortada bir başka klan çocuğu ciğerlerini oksijen ile doldurdu. Ona "Yüksekgöz" dendi. Yüzyıllardır süren savaşın üç farklı ucunda aynı sabaha uyanmış oldular.  Bu üç doğumun hikaye ile hiçbir alakası yok. Yine de yer verilmesi gerekiyordu, verildi.  Hikaye üçünün de ortak noktası olan bir kadın ile alakalı. Kadın tüm düzenin kaynağıdır. Kimisi sonsuza kadar beraber yaşamaları uğruna Xibalba'ya yükselir. Demirkalp, Karakanat ve Yüksekgöz kılıçlarını aynı kadının ateşiyle dövdü, soğuttu, dövdü, soğuttu, dövdü, soğuttu. Demirkalp'in kılıcı güzeldi, nazikti ve keskindi. Karakanat kılıcını daha ağır tuttu ve güçlüydü, üzerinde hiçbir desen yoktu, Yüksekgöz kılıcını hedefleri gibi inançlı ve dengeli tuttu.  Birbirini hiç görmemiş üç savaşçı, kılıçlarını aynı kadın için salladı ve toprağı düşman kanıyla besledi.  Her savaşın sonunda kadın, savaşçılarının yaralarını iyileştirmek istedi. Bazılarında başarılı oldu ve kendinde yaralar açtı. Her bir yarası için diğer savaşçılarına kucak açması gerekti. Hayat böyledir. Birilerinin yaralarını iyileştirmek istersin ve yara alırsın. Birileri seni iyileştirirken yaralanır. Her şeyin yok olduğu güne kadar sürecek bir gerçektir bu.  Karakanat üzerine efsaneler yazılacak bir savaşçıydı. Uzun geceler ve sessiz günler geçirdi kadınla. Birbirini izleyen sessizlikler arasında kadının kalbini en çok yaralayan savaşçı şüphesiz ki Karakanat'tı. Her savaşın sonunda üzerinde yağmur, kan ve gerçek minnet kokusuyla kapısını çalardı kadının. Hiç geri çevrilmedi. Kadın kafasında papatyalardan yapılmış, güzel kokulu tacıyla fıçıyı doldurur, süngerle temizlerdi savaşçısını. Kulağına ne kadar sadık olduğunu ve sevgisinin büyüklüğünü fısıldardı adamın. Beraber çok dolunay gördüler, kadın hayatının en güzel ve genç yıllarını onunla harcadı. Hiçbir gün ve geceden pişmanlık duymadan kafasını hep onun göğsüne yasladı. Küçük yalanlarının, kuş cıvıltısına benzediğini düşündü. Doğduğu gün ve öleceği gün kalbinde hep Karakanat olacağını bilerek uyandı sabahlara ve yemekler pişirdi savaşın sona ermesini beklerken. Ona farklı isimler verdi ve farklı hikayelere konu etti. Gün geçtikçe kalbinin ateşe verilmiş olduğunu fark etti.  Herkes kalbi sönük doğar, bir gün birisi gelir ve onu ateşe verir. Sonradan uğrayan herkes biraz misafirdir ve en fazla bu ateşi körüklemiş olur. Daha büyük bir ateş yakamaz ancak onu söndüremezler de. Kimi ateşi ilk yakana hayatının sonuna kadar kin ve nefret duyar, kimi saygı ve sevgi. Hissedilen ne olursa olsun, hatırlanan da, ateş hep yıkım demektir. En büyük düşmanımı yok etmek istesem kalbini ateşe verirdim ve cehennem için kendime yol açardım. Kalbi ateşe verilen herkes o noktadan sonra gelecekte birilerinin düşmanı olacağını bilir. Demirkalp hep asildi, yaralarını gösterme konusunda kibirliydi çünkü birçoğu başka kadınlar tarafından açılmış aciz yaralardı ve sonunda dizlerinin üzerinde, kırbaçla cezalandırıldı. Her vuruş kadının kalbinden Demirkalp’i sildi. Her vuruş, Demirkalp'in kalbine aşk kattı. Üzerine en az konuşulacak savaştı bu yüzden Demirkalpti. Yüksekgöz savaşçılar arasında en saf olanıydı. Ancak aptal değildi. Üzerinde ışıkla dolaşırdı. Gerekmedikçe kılıcını çıkartmazdı ancak çıkarttığında vahşileşirdi ve acıması yoktu. Savaş onu ne kadar yormuş ve yaralamış olursa olsun elinde yolda koparttığı bir çiçekle çalardı kadının kapısını. Kadını iyileştiren tek savaşçı Yüksekgöz idi çünkü kalbini ateşe veren kadın işte bu kadındı. Bu yüzden o savaşına 1-0 yenik başlamıştı. Kadın her zaman onun zayıf noktası olmuştu. Düşmanlarının ne kadar acımasız olacağını görmesi için bu bilginin onlara sızdırılması kafiydi. Kimse bunu sızdıracak kadar kötü olmamalı düşüncesi naifliktir. İnsanlar doğası gereği kötüdür. Kadın da öyle.  Birinin zayıf noktası haline geldiğinizde güçlenirsiniz, geçmişte açılan yaraların bazıları bununla beslenir ve zamanla iyileşmeye başlar ancak bu açlık bir süre sonra ateşinizden de beslenmeye başlar ve yok olursunuz. Her şey gibi.  Yazık.
 Yumuşatıcı: Temiz çamaşırları asmayı çok seviyorum, yumuşatıcının kokusu henüz çok tazeyken. Hepsini hizaya getirmek ve şekline göre ayırmak çok rahatlatıcı oluyor. Kuruduklarında onları kenara kaldırmak ve yenilerini asmak.  Terapi.  Bir süre sonra temiz, kuru çamaşırlar ütü masasının üzerinde küçük bir tepe oluşturuyor. Daha fazla büyümesine izin vermeden katlayıp yerlerine götürüyorum. Yumuşatıcının sakinleştirici kokusu bugün öyle yoğun ki işime odaklanamıyorum. Bu koku bana olmayacak şeyleri anımsatıyor bugün. Hiç sahip olmadığım bebeğimi.  Bebek, aylarca karnında büyüyen bir canlı. Tanrıya, bilime, güzel ve kötü her şeye inanmaya sebep olacak kadar mucizevi bir şey. İnançlarını, beklentilerini ve tüm hayallerini üzerine kurduğun küçük insan. Henüz koklamadım ama bana temiz çarşaf kokusunun verdiği rahatlığı ve mutluluğun çok daha fazlasını vereceğini biliyorum. Dün gece karanlığın en karanlık olduğu yerde beni hayata bağlayan şey sana sahip olacak olmam oldu. Rüyamda koklamıştım. Yumuşak ve seyrek saçlarının arasında ince deri ve yumuşak kemikten oluşan hassas kafatasına dudaklarımı değdirip, acıtmadan koklayarak öptüğümde, incecik damarlarından akan kanın sıcaklığını hissedebildim. Bir dakikadan daha az sürede yaşadığım bu anda sana çok anlam yüklediğimi fark ettim. Hiçbir erkeğin yaşayamayacağı bir şey. Aşkın en saf ve bencil olmayan hali.  Diğer halleri saf değil ve içerisinde çok fazla bencillik barındırıyor. En saf olanını bulduğunu düşündüğün andan bir süre sonra hayal kırıklığına uğratıyor insanı. Bu biraz Schubert’den Ave Maria gibi, üst üste 20 defa dinlediğinde başta yarattığı huzur yerini kızgınlığa bırakıyor. Geçişte neler olduğunu anlamıyorsun. İşin içinde iki yetişkin insan olduğunda yaşanılan şeyin şeytani dürtülere sahip olmaması mümkün değil. Tüm geçici mutluluklar şeytan icadıdır, ilahi olmayan anlamda. Alışkanlığa sebep olur, huzur yerini kızgınlığa bırakır. Bu durum bana güneşi hatırlatıyor. Yoğun, varlık sebebi ama ölüyor.  Bana bir annenin, bebeğine baktığı gibi bakman kızgınlık ve huzur veriyor. Bunun öyle bir saflığa sahip olmadığını biliyorum işte kızgınlık veren kısmı bu ancak ortadaki "gibi" çok güçlü ve huzuru doğuruyor. Bu noktada kulağıma Handel - Sarabende çalıyor sanki. Saf başlayan ancak kızgınlık doğuran bir eser. Saçlarım yumuşak, kemiğim hassas değil biliyorsun ve yine de öyleymiş gibi öpüyorsun. Aydınlık ve karanlık beni ikiye bölüyor. İkiye bölünüyorum ve bir diğerine tamamen sahip olamıyorum. Ayın karanlık tarafını biliyor ancak hiçbir zaman göremiyor olmamız gibi. Tüm bu yarı kızgınlık halinde, senden bunu yapmamanı rica edemiyorum çünkü yarı huzur öylesine hassas ki içimdeki kızgın karanlığı dizginliyor. Günler içerisinde eşitliğin bölünmediği bu savaşta, gelecekte bir gün kırılma noktası yaşayacağını biliyor olmak bedenimin tam ortasına hızlı ve sert bir kamçı indiriyor. Durgun bir gölün tam ortasına büyük bir meteorun düşme manzarası. Rahatlatıcı olansa gölün o ölü durgunluğuna kafanı batırdığında içerisinde o durgunluğa tezat oluşturan kalabalık yaşamın var olduğunu görebilmek oluyor. Mozart - Requiem kadar kalabalık ve tetikte.  Saf aşkın ne olduğunu anladığım ve öğrendiğim noktada, diğer tüm canlılara haksızlık yapacağımı biliyorum. Geçmişte, bugünde ve gelecekte aşık olduğum her canlının ötesinde, daha güçlü olan doğmamış bir bebek var. Bir kıymetli ve daima barışın hâkim olduğu beden.  Yumuşatıcıların her biri farklı bir kapı. Tavşan Masalı: Çimlerin üzerinde henüz çiğ damlaları varken, sisli bir sabaha uyandı. Yürürken pamuk ayakları ıslanıyordu ama üşümüyordu, bu yüzden sorun değildi. Aklında bambaşka şeyler vardı. Bugün kendini ve sevdiği adamı bulma günüydü belki de. Her adım atışında hayatını düşündü, tüm o desendeki anıları. Neydi ve ne olmuştu? Günlerdir içinde bastıramadığı bir öfke vardı. Nasıl bir yaşanmışlık bunu yaratıyordu acaba. O da bilmiyordu. Bilmiyor muydu? Bunu söylemek ne kadar kolay. Ama ben biliyordum tıpkı onun da bildiği gibi. Hepimizin içinde öfke yaratan ve diğer tüm duyguları yaratan anılar vardır. Bununla ilgili hisleri biliyorum, kimsenin bilmek istemediği.  Yürümesi titrekti ama yine de hızlandı. Belli bir süre önce yaşadığı o güzel günü düşündü. Arkadaşlarıyla çimenler arasında yuvarlanırken ve birbirlerinin üzerinden atlama yarışı yaparken biraz daha uzakta başka bir tavşan vardı. Yalnızdı ve kitap okuyordu. Bir de okuduğu kitaptan notlar alıyordu çünkü bir kalem ve bir defter de vardı yanında. Tüyleri uzundu ve bir tavşana göre oldukça iriydi. Ona bakan tek tavşanın kendisi olmadığını fark etti. Bir grup dişi tavşan da o yöne bakıyor ve arada bir kıkırdıyordu. Öfke bir. Kıskanmak.  Oyun neşelenmesini sağlamadı. Biraz uzaklaşıp tüylerini temizlemeye çalıştı. Güzel gözükmek istiyordu. Benekleri vardı, ona sorsalar daha farklı olmak isterdi. Papatyalar gibi sarı beneği olsun isterdi ama kimse ona sormadı. Yaratıcı her kimse, kimseye sormazdı zaten. Tavşanlara taşıyamayacağı yükler verirdi ve bir gün eğlenceli bir maceraya çıktıklarında ya da yavrularına yiyecek aramak için yollara düştüklerinde iki tane çok parlak güneş gösterip, şaşırtır sonra da öldürürdü. Yaratıcı biraz böyleydi. Öfke iki. Memnuniyetsizlik.  Güneş iyice yükselmeye başladı. Neredeyse tüm sabah yürümüştü. Geriye dönüp baktı, evinin tümseğini seçebiliyordu. Ailesi uyanmış ve günlük işlerine girişmiş olmalıydı. Acaba annesi uyandığında kendisini göremeyince ne düşünmüştü. Korkmuştu belki de? Ailesine küçük eziyetler etmek, bebek tavşanlığından beri en büyük eğlencelerinden biriydi. Farklı olmak, öyle davranmak onun olayıydı. Göle doğru ilerledi. Yaklaştığında sağa sola hamleler yaparak etrafı kokladı. Her şey yolunda gibiydi. Kafasını yukarı kaldırıp baktı, düşman kartallardan iz yoktu. Yalnız olmak ve göl kenarında çıldırmak için harika bir gündü. Daha fazla düşünmeden ayaklarının ikisini göle soktu ve geri çıkardı. Şimdi onları temizlemek ve sonrasında birkaç yemiş kemirmek zamanıydı. Rahatlık.  Huzur tavşanlar için geçici bir hevestir.  Bir kıpırdanma, bir hışırtı duydu. Burnunu havaya kaldırıp görmeye çalıştı neler olduğunu. Çimlerin arasından hızla bir şey üzerine doğru geliyordu. Ne yapacağını bilemedi. Donakaldı tüm tavşanlar gibi. Çarpışma. Şoku atlatması kısa sürdü, ikinci şok çarpıştığı şeyi görünce geldi. İri tavşandı bu. Özür diledi çarpışmaları onun suçu olmadığı halde. En azından iri tavşan da şaşırmış görünüyordu. Kişi için zamanın durması ve aynı anda çok daha hızlı işlemesi aşkın işiydi. Tüm evreni yöneten büyük duygulardan biriydi aşk, öyle yoğundur ki bazen içerisinde binlerce duyguyu barındırır. En büyük düşmanı ve en yakın arkadaşı olan nefret ile aralarında ince bir çizgi vardır. Tıpkı okyanus ve kara parçası gibi. Ben ve o gibi.  Tavşan, pamuk patilerinin titremesini durdurmak için toprağa bastırdı. Konuşmak onun işiydi, her zaman konuşurdu şimdi dışında. Şimdi, ona bir oyun oynuyordu. Bir tavşan kalp atışı zaman sonra iri tavşan konuştu: “Burada, bu saatte ne yapıyorsun?” Burada bu saatte seni düşünüyor. “Oyun oynuyorum.”  Kişi aşık olduğunda içinde neler yaşar? Neden sesi keser, neden kontrolü kaybettirir?  Evrenin büyüklüğü karşısında küçülüyorum. Tüm bunlar hem gerçek hem değil gibi. En çok küçük tavşana üzülüyorum. Patilerini kirleterek aşka dalmak istediği için. Çoktan patileri aşkın tüm kirliliğiyle hırpalanmış ve temizlenemeyecek kadar yaşanmışlıklarla körelmiş iri tavşana kalbini vermek istediği için. Öfke üç. Üzüntü.  Peki tavşanlara ne mi olmuş?
  Şiir
Biraz da öldüm elbette. Hep yara alacak değildik ya.  Bu ölümler sadece içimin yaşayan yerlerinde oldu.  İçimde, senin olduğun yerlerde.  Öldü oralar, en son dokunan sen olmuş ol diye.
                                                                              …
0 notes
ebookindiroku-blog · 6 years
Text
Düş’ün Felsefesi Ütopyalar Ebook
Düş’ün Felsefesi Ütopyalar “Baştan her şeyi parçalamak gerek. Bu dünyaya biraz olsun doğru dürüstlük getirebilmeden önce, kahrolası uygarlığımız toptan gitmeli”. DU GAED bu sözüyle insanın var olduğu günden beri süregelen ve sonu kestirilemeyen düşünceler çatışması içinde bulunduğunu dile getiriyor. Hepimiz etkin veya edilgin olarak bu çatışmanın içine itilmiş bulunuyoruz, ideolojik, dinî ve felsefi düşünce dizgelerinin oluşturadurduğu bu çekişme ve çatışmada bir tür “Düş felsefesi” olan ütopyaların yeri nedir? Bugünkü dünyayı biçimlendirmede bir payı var mıdır? Uygulanabilirliği olanaklı mıdır? Ütopyalar ters-ütopyaya nasıl dönüşmüştür? Çalışmamızda bu sorulara karşılık bulmaya çalışacağız. Ütopyalar gerçek dışı olarak tanımlansa da yazarının yargısı olarak da düşünülebilir. Ütopyalar geçmişe değil geleceğe baktığı için mucizevi olaylardan ziyade daha çok insan olasılıklarına yönelir. Onlar her şeyde mükemmelliğe baktıkları için iyimserliğin ve umudun öğretisidir. Ütopyanın erdemi insanların uğraştığı fakat elde edemediği idealleri ayakta tutmaktır. Böyle olunca da gelecek için bir uyarıcı vazifesi görürler. İnsanların gerçekleştiremeyeceği ideallerini tatmin etmek amacıyla yazılan ütopyalar kendi içlerinde seçeneksiz oluşlarından dolayı, son dönemlerde ters-ütopyaya dönüşmüşlerdir. Bu seçeneksizlik, ütopya ile ters-ütopyanın ortak yanıdır. Eşitlik ve toplum mutluluğu adına bireysel eğilimlerin ve değerlerin geriye itilme, bunlara hiçbir yer tanınmaması, ütopya anlayışını ters-ütopyaya dönüştüren kritik adımdır.   Ütopya yazarı kendi seçeneğini ortaya koyarken iyimserdir, bir tür yeryüzü cenneti sunar. Bu sayede okuyucunun desteğini sağlamaya çalışır. Ters-ütopya yazarı ise, düşüncede cennet vadedenlerin yol açtığı cehennemi sergilemeye çalışır. Böylece, ters-ütopya ütopyalardaki gerçekleşmesi mümkün olmayan idealleri yergi, eleştiri ve ironi sanatlarını kullanarak çürütüp gerçekleri kendine özgü, çeşitli yollarla göstermeye çalışır.  
Düş’ün Felsefesi Ütopyalar Ebook
0 notes
seslimeram · 11 months
Text
Yorgun...
Tumblr media
Yorgun kalınan bir hayat tecrübesini var ediyor bugünün ülkesi. Her şeyin hemen hemen her bir durumda yokuşa sürüldüğü, insani olan müştereklerden ayrıştırıldığı bir zeminde, yerilip, yutulurken her şey yorgun bırakılıyor o hayatı var edenler. Sıradan olan insanların en temel haklarının talan edilebildiği yerde seçimden seçime akla getirilen demokrasi hali istem ve pratiğinin hiçbir şeyi çözümlemediği de ortaya çıkar. Cerahat, cürüm ve safiyane kötülük ekseninde oluşturulan hemen her şeyle birlikte bu durum bir fasit döngüyü var eder. O fasit döngünün aşılamazlığı da bütünüyle tahakküme esaretin vaaz edilmesi de bir biçimde yorgun kalmayı beraberinde bir hakikate dönüştürür. Yeni denilen ülkenin açıkta yönelimi, bekası iş bu şimdinin pratikleriyle var edilen tahakküm nesnelliğinden / eksiği gediği olmayan tehditlerden bina edilir. Tümüyle bedene yönelik siyasetin sunduğu halin edim, eylem, ederi ve toplamında o yorgunluk kalıcı kılınır. Demokrasi, eşitlik, adalet ol hürriyet şu hakkaniyet kavramlarının boşa düşürüldüğü sahnede cürümlerin hedefi kılına gelen şey hayattır. Belki bundan bu kadar ayrıksı / eksiksiz yabancılaşma bundandır.
Yaygın bir biçimde var edilen mesel, hayatın dönüştürülmesinde her dem bet / fecinin bir istikamet kılınmasıdır. Her zaman, her yerden varlığı tescillenmiş olan cerahat tecelli ederken tahakküm pratikleri yaşamı duraksamadan eksiltmenin bir yöntemi kılınır. Baş amir ve sultasının yirmi bir koca senede imal ettiği ülkenin / yönelimi bu bahisten çıkan ve güncellenendir. İktidar makamından, yaygın medya denilen saray soytarılarının cirit attığı ortama, sokağa salınmış olan partizanların, jurnallemek bir yandan tehdit, hakaret ve şiddetle teşviki mesaileri öte yandan sunulan / paylaşılan şey bu tahakküm veçhesini yinelemektir.
Seçim tahayyülünün ikinci tura kalacak olmasının kesinleştirilmesi sonrasındaki iki hafta boyunca tehdit / terör / ayrımcılık ve dibine kadar latent bir muhafazakarlık pazarlanırken o nihai yorgun düşürme taktikleri de devreye konulmuştur. Kesintisiz kılına gelen hemen her türden tehdidin yamacında bir kere daha adil bir seçimin var edilmeyeceği muştulanır. Baş efendinin kurduğu düzlem, içişleri nazırı, iletişim işleri başkanlığı nam kurgu üretme, kafa ütüleme merkezindeki çakma goebbels, siyaseten esirliğini akp ile var edenler, ana akım medyadan teslim olduğunu sabah akşam zikredenler ve nicesiyle bir linç fırtınasının imali söz konusu edilir. Bay Kemal Kılıçdaroğlu, önce Aleviliğinden hedef kılnır. Sonra ona oy verenlerin inançları sorgulanır. Önce HDP ile müzakere üstünden, terörle iltisaklı ilan edilir, oysa ortada ne pazarlık ne de tek satırlık bir alavere dalavere söz konusudur, montaj kasetler devreye girer. PKK’li bir temsilin Haydi, haydi, haydi diye bağırdığından medet umulup bunlar bu demeye getirilir. Bunlar, Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhuriyet Halk Partisi ve seçmenleri. Kesmez bütün bu hadsizlik silsilesi, terörist bu defasında bizzat ol birlikteliği var edip, düzenin yıkıcılığına dur demek isteyen tüm kesimleri muhteviyatına dahil eder. Baş efendi için koltuğun kıymeti, verilecek hesapların hiçbirine yanaşılmaması ve dahası bu zorbalık düzeni / çeteleşmiş ülkenin sadakasıyla yaşanır, öyle ya da böyle diye var edilen bir göz boyama hali içerisinde seçim de / seçenekler de gümbürtüye konulur. Seçim sonrasına kala kalacak yegane şeylerden birisi bugün artık en az iki kutba bölünmüş, birlikteliğini kaybetmiş bir ülke gerçekliğidir. Bu kesindir. Devri sabık iktidarın sunduğu / yönlendirdiği / nefretini örtük değil açıktan var ettiği her hamleyle birlikte bu bahis de kalıcı kılınır. Böyledir bu ülke, bu kadarcık bir tahayyülle rehin alınmıştır, nokta!
Bianet’ten aktaralım: “Son yıllarda Türkiye'de demokrasi ve insan haklarının durumu giderek kaygı verici bir halde. Bu yüzden 2023 seçimleri genellikle ülkenin modern tarihinin en önemli seçimleri olarak adlandırılıyor. Bir değişimin gerçekleşmesi ve Erdoğan'ın 20 yıllık otokratik yönetimine son verilmesine dair bir umut ışığı veriyor. Ancak insan hakları açısından ne gibi değişiklikler bekleyebiliriz? Sivil Haklar Savunucuları* (Civil Rights Defenders) 2018 Sivil Haklar Savunucusu Ödülü sahibi Murat Çelikkan'la ülkenin karşı karşıya olduğu güncel sorunlar ve muhtemel seçim sonuçlarının insan hakları üzerindeki potansiyel etkileri üzerine söyleşti.
* * *
Bugünlerin Türkiye'deki en acil insan hakları sorunlarını belirleyip tanımlayabilir misiniz?
2015'ten bu yana her şey hızla kötüleştiğinden, aralarından birini öne çıkarmak çok zor. Ancak hukukun üstünlüğünün ortadan kalkması en acil konu olabilir. Hakim ve savcılar cumhurbaşkanının kamçısı gibi iş görüyor hukuksuz, akıl almaz mahkumiyet ve tutuklama kararları veriyorlar. Elbette ifade özgürlüğü hakkının yok edilişi bununla el ele yürüyor. Bir başka konu da güvenlik güçlerinin barışçıl protestolara karşı orantısız şiddet kullanması olabilir.
Türkiye'deki siyasi iklim son birkaç yılda nasıl değişti ve insan haklarını nasıl etkiledi?
80 milyon insanın bir kişinin zihninde hapsedildiği bir ulus düşünün. Ve bu kişinin çok otoriter, dindar, yayılmacılıktan yana bir muhafazakar olarak düşünün. Şu anda Türkiye'de olan bu. Türkiye, adli istatistiklere göre, dünyada en fazla sayıda "terörist"e sahip, çünkü savcılar ve hakimler terörle mücadele yasalarını keyfi ve bol keseden kullanma eğiliminde. Terörle mücadele yasalarıyla yargılanan veya hüküm giyen on binlerce insan var. Binlerce insan cumhurbaşkanına hakaret etmiş sayılıyor. Türkiye'nin hiçbir yerinde barışçıl bir gösteri ve protesto yapamazsınız. Güvenlik güçleri doğruca saldırır ve gözaltına alır. İçişleri Bakanı her gün LGBTİ+'ları hedef alıyor ve kriminalize ediyor. Muhalefetteki yasal Kürt partisi, hükümet temsilcilerince terörist olarak adlandırılıyor. Siyasetin bütün fırsat ve alanları kapatılmış durumda.
Neden, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerininTürkiye'nin yakın tarihindeki en önemli ve belirleyici anlardan biri olduğu söyleniyor?
Ülke neredeyse iflas halinde. Enflasyon oranının yüzde 150 olduğu iddia ediliyor. Nepotizm öylesine güçlü ki, ülkedeki kurumların hiçbirinin verimli çalışması mümkün değil. Son deprem bu açıdan çok dramatik bir deneyim oldu. Liyakatsizlik yüzünden binlerce insan hayatını kaybetti. Öte yandan, Türkiye siyaset tarihinde ilk kez, tamamen farklı siyasi hedeflere sahip birçok parti, otokratik rejime karşı neredeyse bir cephe oluştururcasına bir araya gelebildi. Dolayısıyla, Türkiye'de demokrasi ve insan hakları için gerekli değişimi yaratabilmek açısından tarihsel bir andayız.
Uzun süredir Cumhurbaşkanı olan Erdoğan'ın ya da muhalefet adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nun kazanmasının Türkiye'de insan hakları açısından karşılaştırmalı potansiyel sonuçları neler ve politikaları insan haklarının belirli alanlarını nasıl etkileyebilir?
Muhalefet kazanırsa, muhtemelen sınırlı da olsa, ortak bir geleceğin tartışılabileceği bir alan açılabilir. Erdoğan'la demokrasi ve insan hakları için sivil ya da siyasal alan olmayacak.
Muhalefet adayının (eğer kazanırsa) insan hakları durumunu iyileştirmek açısından ele alması gereken en acil konular hangileri?
Devlet kurumlarının, yargının, güvenlik güçlerinin, akademinin ve basının siyasallaşması. Son 7 yıldır herhangi bir muhalefete ve tartışmaya yer yok. İnsan hakları örgütleri ve insanlar ya marjinalleştirildi ya da kriminalize edildi. LGBTİ+'lar, Türk ailelerini mahvetmek için uğraşan Batı'nın ahlaksız, sapkın ajanları vb. olarak hükümetin doğrudan hedefi. Kadınlar kolektif haklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya ve Kürtlerin hakları için sesini çıkartmak isteyen herkes ya cezaevine atılıyor ya da terörist olarak kriminalize ediliyor. Şu anda Türkiye'de geçerli olan tek paradigma, komşularla, bölgede veya ülke içinde güvenliktir. Tüm sistem ve ideolojinin değişmesi gerek.
Ülkedeki insan haklarının uzun vadeli sonucu ve değişimi ile ilgili kişisel umutlarınız ?
Muhalefet kazansa bile, insan hakları savunucularının uzun bir zamandan beri birike gelen insan hakları sorunlarının dürüst ve adilane ele alınmasının sağlamaları için güçlü bir mücadele vermek gerekecek. Dolayısıyla seçimden hangi sonuçla çıkılırsa çıkılsın insan hakları savunucularının çok çalışması gerekecek.”
Murat Çelikkan’ın satır satır bildirdiği insan hakları ihlallerinin meylettiği hallere dair onlarca ilavede bulunabiliriz. Böyle bir fasit döngü içerisinde duraksamadan çürüten, her dem mahvı önceleyen, aralıksız bir halde zorbalığın imkanları dahilinde cerahat nüfuzunu güncelleyen bir erkin varlığı bugün meseledir. Yorgun kılan, o iktidar direncinin aralıksız bir halde saldırmaya devam etmesidir. Yargının dikte edilerek, tehditlerle bir hiza tutturup gittiği, haklılığın sorgulanmasının dahi önünün birkaç cümle, birkaç manşetle söz konusu edilebildiği bir zeminde tek bir iyi gün var edilebilir mi sahi ama sahiden de? Bütünüyle o meram dizgisi içerisinde Murat Çelikkan bunları anlatıyor halihazırda, okur muydunuz?
Yorgun düşüyoruz artık bu kadar afaki kötülüğün birbiri ardına yinelenip durulurken, demokrasicilik oyunu oynanmasından. Bir polis devletine dönüştürülüp, el alınabilecek tüm hukuki dayanaktan yoksun çeteleşme imgesi içerisinde hayatın zaptını mümkün kılan eylemlerin arkasının / dibinin / sonunun gelmediği yerde yorgunluk daim kılınıyor. Ne yana dönerseniz hukuksuzluk, hangi güne başlarsanız öyle derinden sabitlik kazandırılmış bir tehdit / terör / yıkım hali / hakimiyeti var ediliyor. Düzen ve onun şimdiki sahiplerinin o seçim galibiyeti üzerine kurumsallaştırdıkları tahakküm veçheleri hayatı günbegün daha da zora koştururken sahiden düşünebiliyor muyuz; durmak yok yola devam bir tükenişin ta kendisine çıkandır diye. Yorgunluk var ediliyor artık, apolitik bir menzil haline evrimin tekinsiz ve kapkaranlık bir hale rehin addedilen ülkenin gerçekliği karşımıza çıktı, çıkıyor. İyi mi bu haller, daha nereye kadar...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Açık Stratejiler Dizisi – İhsan OTURMAK v/K24
0 notes
onderkaracay · 2 years
Photo
Tumblr media
#önderkaraçay #seçeneksizlik https://www.instagram.com/p/CXNhvbco3Oq/?utm_medium=tumblr
1 note · View note
epifizz · 3 years
Text
Buraya bir şeyler yazmak istedim, ne yazacağımı bilmeden sadece bir şeyler aktarmak. Ancak fark ediyor ki insan, okunulacağını bilerek yazdığında aslında mesele kendini anlatmak olmuyor... Yazmak istemiyorum aslında, yazmak istesem kimsenin okumayacağı yanmaya yazgılı bir kağıt da işimi görürdü. Mesele işitilmek oluyor, kendimi duyurmakla ilgileniyorum aslında. Ancak o zaman da kendini aktarmaktan, amacın konuşmak olmasından kaçınılmaz olarak uzaklaşıyor insan işte. 
Kelimeler aktarma gayesinden uzaklaşıp yalnızca işitilmek istemek ama bunu yaparken konuşmayı, yazmayı gerçekten istemezken seçeneksizlik içerisinde yine de o eylemi yapmaya çalışmak. Kendini anlatma amacından yoksun kendini nasıl duyurur ki insan? İşte... Konuşulabilecek tek şey ancak çıkan ağzı değil, duyacak kulakları düşünen bir musiki denemesi. Sessizliğin kafesinde gömülmüş duyurmak isterken kendini, bunlardan uzakta kimsesiz alanlarda bestelediğin kucağa hoş gelen ezgiler bütünü -kelimesiz.
36 notes · View notes
besinhaberajansi · 6 years
Text
Engelli değil engellenmiş çocuklar: Bir seçeneksizlik olarak özel eğitim ve rehabilitasyonlar – Sevgi Türkmen
http://dlvr.it/Q0hwBW
0 notes
sporunyildizi-blog · 7 years
Photo
Tumblr media
Yetkin: Akşener, AK Parti’ye oy veren kitleye ulaşabilmeli Yetkin'in 'Akşener, Erdoğan'ı zorlayabilir mi?' başlıklı yazısından öne çıkan bölümler şu şekilde: …Akşener'in (Cumhurbaşkanı Recep Tayyip) Erdoğan'ı zorlaması için Erdoğan'ın asıl sorunu olan şehirli, belli ölçüde yaşam tarzı rahatsızlığı yaşayan, ancak istikrar ve seçeneksizlik gibi nedenlerle AK Parti'ye oy veren kitleye ulaşabilmesi gerekiyor.
0 notes