Tumgik
#sekiz prens
bircicekannesi · 2 years
Text
Ayin yapıldığı için yağmur yağmaz
Yağmur yağana kadar ayin yaparsın.
6 notes · View notes
thbcway · 27 days
Text
Heavens Official Blessing, Yeniden Düzenlenmiş Versiyon, Kitap 1 Bölüm 10 - Kırmızı bulutların arasından çiçeğe hayranlıkla bakarken, kalp şevkat ile dolu
Hua Cheng onu sırıtarak aldı, bakmak için kaldırdı ve elinde tuttuğu şeyi sallayarak, "Sözü aldım" dedi.
Gerçekten kabul ettiğini görünce, Xie Lian ne diyeceğini bilemedi. Uzun bir süre sonra, "Bu soğuk. Biraz sert olabilir." dedi.
Hua Cheng dedi ki, "Sıkıntı yok, önemi yok."
Xie Lian der, "O zaman.. Ben gidiyorum?"
Hua Cheng dedi ki, "Şimdiden mi gidiyorsun? Pekala."
Hala biraz pişman görünüyordu ama birşey yapmadı. Salondaki tüm hayaletlere gelince, onlar çoktan suskunlaşmışlardı. Daha önce hayaletler Xie Lian'a yol verdiklerinde, onun yolunun sonunu görmesini izlemek için can atıyorlardı, ama bu sefer ona yol verdiklerinde, hepsi ona hayranlık ve merakla baktılar: Bu, Şehir Lordu'nun biriyle bahse girmek için ilk kez geri çekilmesiydi ve bahis yarı pişmiş bir buharda pişmiş çörekti, ama bunlar bile iyiydi, Şehir Lordu sonuçta böyle yaramazdı, sadece bir hevesle etrafta dolaşıp durmadığını kim bilebilirdi. Beklenmedik bir şekilde, Şehir Lordu gerçekten kaybetti! Sadece kaybetmekle kalmadı, aynı zamanda tüm ciddiyetiyle buharda pişmiş bir çöreğin yarısını diğer eline vermesini de istedi. Şehir Lordu'nun kıdemleri ve kıdemlerinin kıdemleri olarak, sessizce izlemekten başka ne söylemeye cesaret edebilirlerdi ki?
Amanın, bu adam gerçekten de şehrin efendisinin ağabeyi miydi?
Geriye bakmamaya kararlı olmasına rağmen, Xie Lian öne birkaç adım attıktan sonra omzunun üzerinden geriye bakmaktan kendini alamadı ve Hua Cheng'in doğrudan ona doğru baktığını gördü. Ona bakan Hua Cheng, buharda pişirilmiş çöreğin yarısını havaya doğru fırlattı, yeniden yakaladı ve başını eğerek bir ısırık aldı.
"..."
Sanki kendisi tarafından ısırılmış gibi, Xie Lian, Lang Qianqui'yi yakaladı ve hemen dışarı atıldı, neredeyse bir masayı devirecekti hatta hareket ederken. İkisi de çılgınca koştu ve tenha bir sokağa girer girmez, Shi Qingxuan çekildi, elindeki yelpazeyle saçlarını her yere savurdu, "Çok yakındı, çok yakındı, sonunda dışarı çıktık. Korkumdan parçalara ayrılacaktım neredeyse!" dedi.
Xie Lian'ın kalbi hala çarpıyordu ve Lang Qianqui, "Korkudan bile solgunlaştın." dedi. Shi Qingxuan, "Bu korkudan değil! Bu daha önceydi.. Eh, ben bununla doğdum." dedi.
Hayalet teyzeler ve ablalar tarafından yüz bakımı yaptırmaya sürüklenmesinin onun için pek de onurlu bir şey olmadığını hatırlayarak, sözlerini yarıda keserek ciddi bir şekilde, "Qianqui, az önce neden kumarbazın inine atladın? Sanki burasının kimin sahası olduğunu bilmiyorsun!" dedi.
Lang Qianqui ellerini açtı, "Başka seçeneğim yoktu. Acil bir durumdu, kumarbazın kumar kupasını açmasına izin veremezdim, bu yüzden harekete geçmem gerekiyordu."
Shi Qingxuan, "Ne kötü bir hareket. Neredeyse kızıl bir yağmura dönüşüyordun. Hepimiz seni toplamak için bir havzanın nerede bulunacağını tartışıyorduk!" dedi.
Lang Qianqiu karşılık verdi, "O zaman ne yapmalıyım? Başkalarının ortaya çıkmasını mı beklemeliyim?"
Shi Qingxuan sinirli bir şekilde, "Öyle olsa bile..." dedi, ancak Lang Qianqui başını çevirip Xie Lian'a bakmış ve gülümsemişti, "Az önce için çok teşekkür ederim. Üç kez yükselen Veliaht Prens siz misiniz? Etkileyici!"
Başkası bunu söyleseydi şüphesiz ki alaycı olurdu, ancak Xie Lian, Lang Qianqui'nin "Etkileyici" ifadesinin kalbinin derinliklerinden geldiğine tamamen inanıyordu. Sırıtarak, "Evet, o benim." dedi.
Lang Qianqui ona karşı gerçekten de en ufak bir önyargı taşımıyordu, onu karşıladıktan sonra doğal olarak başkaları hakkında konuşmaya başladı, "Az önceki kişi Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru muydu? Gerçekten çok güçlü. Ancak o efsanelerden farklı görünüyor."
Xie Lian der, "O efsanelerde nasıldı ki?"
Lang Qianqui, "Efsane, onun sekiz yaşında bir çocuk olduğunu söylüyordu." dedi. Xie Lian bir kıkırdama bıraktı. Shi Qingxuan ellerini salladı, "Sahte Kılık! Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru, yüzlerce sahte kılık kullanmış olmalı. Kimse kendisinin neye benzediğini bilmiyor. Bu da sahte bir kılık olmalı."
Ama Xie Lian düşündü, "O gerçek." dedi.
Lang Qianqui ekledi, "Ama tuhaf bir mizacı var ve ürkütücü davranıyor. İnsanlarla çok fazla uğraşıyor!"
Xie Lian bir kahkaha bıraktı, "Tamam, bu kadar gevezelik yeter! Hala resmi görevlerimiz olduğunu unutmayın." Dedi.
Shi Qingxuan dedi ki, "Doğru, önceliğimiz görev. Nasıl araştıracağız?"
Xie Lian, "Hayalet Şehir düşündüğümden çok daha büyük. Ayrı ayrı araştıralım." dedi. Xie Lian, hayaletlerle karşılaşmaları durumunda tabuların ne olduğunu ve onlarla karşılaştıklarında belirli canavarları nasıl memnun edeceklerini ayrıntılı olarak açıkladı ve diğer ikisi tekrar tekrar başlarını salladı. En sonunda, "Hayalet Şehir'e pek aşina değilim. Başka tabular olup olmadığını bilmiyorum. Sadece akışına bırakalım. Yirmi dört saat içinde burada buluşacağız." dedi.
Shi Qingxuan "Tamam" diye cevapladı karşılık olarak ve az önce öğrendiklerini denemek için aceleyle gitti. Lang Qianqui'de "O zaman ben de gideceğim" dedi.
Ama Xie Lian onu durdurdu, "Majesteleri."
Lang Qianqiu daha yeni birkaç adım atmıştı bile ve omzunun üstünden ona bakarak "Ne oldu?" diye sordu.
Xie Lian aniden gülümsemesini bir kenara bıraktı ve ciddiyetle ona doğru eğildi.
Tumblr media
8 notes · View notes
nsfwprens · 7 months
Text
Bir, iki, üç, dört ve beş.
Dumanın yükselişini izledi. Kulağı şiddetle çınlarken gözlerini kapattı. Çınlamayı dinledi. Başında toplanan keskin acıyı sakince hissetti...
Bir, üç, dört ve sekiz.
Gözlerini açıp kırık, isli pencereden gün doğumuna baktı.
Bir, iki ve yedi.
Sigarasını dudakları arasına alıp derin bir nefes çekti. Ve bıraktı. Dumanı dağılırken izledi. Bunu tekrarladı, tekrarladı ve tekrarladı...
Bir, iki ve üç.
Sağındaki paketten çilekleri aldı. Söndürdüğü sigaranın izmaritini pakete attı. Çileklerden birini ağzına atıp hızlıca çiğnedi ve yuttu. Ardından diğerini aldı eline. Yavaşça ısırdı bu sefer. Sakince çiğnedi, hissetti...
Bir ve beş.
Sola çevirdi başını. Meftunu olduğu gözlere baktı. Elinde kalan çilekleri uzatıp gülümsedi. "İster misin?" Ela bakışlar elini buldu. Ela gözlerde acıma duygusu yoğunlaştı. Prens'te ellerine baktı. Avucunda iki çilek tutan titrek ellerine. Utançla başını önüne eğdi.
Bir, beş, yedi ve sekiz.
"Prens!" Dizlerini kendine çekti. Elinden düşen çilekler yerde yuvarlandı. Kollarını dizlerinin etrafına sardı. "Seni affediyorum." Kollarını çözüp hızla yerden kalktı. Ela gözlere baktı. Gözleri doldu. Tutamadı...bir damla acı firar etti. Ela gözlü yaklaştı. Elini kaldırdı ve Prens'in yanağına koydu.
Dört...
Ela gözlü bulanıklaşıp kaybolurken Prens dizlerinin üstüne düştü. Ellerini yere koyup dengesini sağladı. Dizlerinin üstünde doğruldu. Belindeki silahı aldı. Başına dayadı.
Dokuz.
Çığlıkları soğuk kasım havasını delerken tetiği çekti. Keskin bir silah sesi... Bir kurdun acı uluyuşu... Ve kapıdan nefes nefse giren sevgilisi...
3 notes · View notes
benimpencerelerim · 5 months
Text
VEDA
“ne garip duygu şu ölmek”, der Şafak Türküsü adlı şiirinde Nevzat Çelik. Çok erken yaşlarda fark eder bunu. Koca bir ömrü çok kısa bir zaman dilimine sıkıştırmanın yol açtığı yoğun duygular farkındalığını erken yaşlarda geliştirmiştir. Irvin Yalom’un, farkındalığı dramatik bir şekilde geliştirdiğini söylediği “sınır deneyimi”ni hayatının erken bir döneminde yaşamıştır çünkü.
Farkındalığı çok geç gelişen bir fani olarak, birbirini sarmalayan zaman ve mekanın birlikteliğinin de benzer duygulara yol açtığını ancak geç yaşlarımda farkedebildim.
Hayatımda hem süre hem önem açısından çok büyük yer tutan iki devden biri SPK. Diğeri de hayatımın en kıymetli sekiz yılını geçirdiğim ve o yılların hazinelerini hala şefkatli ana kucağında pamuklara sararak saklayan Darüşşafaka Lisesi.
Buraya uzunca bir parantez açmak istiyorum. SPK’yı DEV olarak nitelememi bir çok insanın onaylamayacağını düşünüyor, hissediyorum. Bazı (uzman) arkadaşlarımın “bu SPK ömrümüzü yedi” yakınmalarını hatırlıyorum. Bir kaç örnek ile genelleme yapmak elbette doğru değil ama kurum içinde bir çok insanın böyle düşündüğünü sanıyorum.
Heybetli bir dağın üstünde yaşayan bir tavşan onun yüceliğini farkedebilir mi. Sanmıyorum. Sadece tavşan değil, son derece zeki insanlar da içinde yaşadıkları ortamın olumlu/olumsuz niteliklerini farkedemeyebilir, onun gerçek değerini anlamayabilir. Çoğunu kanıksadığımız için, içinde yaşadığımız ortamın güzelliklerinin de, kokuşmuşluğunun da boyutlarını, kıymetini/vahametini farkedemeyiz çoğu zaman.
Elbette hemen her olgunun/varlığın olumlu yönleri olduğu gibi olumsuz olanları da vardır. Varlığın/olgunun bütünü hakkındaki nihai görüşümüz/yargımız bizim tutumlarımızla belirlenir. Bizim, değişik olgular karşısında takındığımız tutumlar da... Uzun hikaye, o da divana kalsın.
Gezmeye geldiği şehirde dolaşan yabancının dikkatini sürmekte olan bir inşaat dikkatini çekmiş. Çalışan işçilerden ikisiyle ayak üstü sohbet etmiş. İşçilerden biri, “ne yapıyoruz mu dediniz, ne yapacağız demiş, taş kırıyoruz, taş taşıyoruz, çimento torbaları, kum, tuğla, harç, vs, hamallık yapıyoruz, ömrümüzü tüketiyoruz”, demiş. Diğer işçi ise büyük bir gururla, “ne mi yapıyoruz beyim”, demiş, “biz burada bir katedral inşa ediyoruz”.
Hamallık yapmadan katedral inşa edilebilir mi anne.
Bir psikodrama seansında oynadığımız “Büyülü Dükkan” adlı oyunda, dükkan sahibi rolündeki doktora, “ebedi mutluluk istiyorum, bunun için gözlerimden birini veririm”, demiştim. O kadar kıymetli gözlerim vardı ki, ebedi mutluluk için bile ikisinden birden vazgeçmeyi göze alamamıştım. Ve onların kıymetinin farkında değildim. Ancak o zaman ebedi mutluluk kadar kıymetli iki hazinemin olduğunun farkına vardım.
Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne.
“Benim çiçeğim gezegenimi güzel kokularla dolduruyordu ama ben bunun sevinciyle yetinmeyi bilmedim. Şu kaplan pençesi konusunda söylediklerine sinirleneceğime ona şefkat duymalıydım.
İçini dökmeye devam etti: ‘ O zaman hiçbir şey anlamamıştım!. Onun laflarına değil, yaptıklarına bakmalıydım. Mis gibi kokular saçıyor, beni sevinçten sarhoş ediyordu. Ondan kaçmamalıydım! Zavallı kurnazlıklarının ardındaki iyiliği fark etmem lazımdı. Çiçekleri anlamak kolay değil. Ama ben onu sevmeyi bilemeyecek kadar küçüktüm o zaman.’”
“Sözüne devam etti: ‘Gidip güllere bakarsan senin gülünün dünyada biricik olduğunu anlayacaksın. Geri gelip bana veda ettiğinde sana armağan olarak bir sır vereceğim.’
Küçük Prens gidip güllere tekrar baktı.
‘Siz benim gülüme hiç benzemiyorsunuz, hatta bir hiçsiniz,’ de onlara. ‘Kimse sizi evcilleştirmedi, siz de kimseyi evcilleştirmediniz. Siz benim tilkimin eski hali gibisiniz. O da yüz bin başka tilkiye benziyordu. Ama biz onunla dost olduktan sonra dünyada biricik o.’
Güller hoşlanmadılar bu sözlerden.
‘Sizler güzelsiniz ama boşsunuz,’ diye devam etti Küçük Prens. ‘Kimse sizin için ölmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini sanır elbet. Ama o tek başına hepinizden daha önemli, çünkü ben onu suluyorum. Çünkü ben onu fanusun altına yerleştirdim. Çünkü ben onu paravanla korudum. Çünkü ben onun için tırtılları yok ettim (kelebek olsun diye bıraktığım iki üç tanesi hariç). Çünkü ben onun sızlanmasını, böbürlenmesini, hatta kimi zaman suskunluklarını dinledim. Çünkü o benim gülüm.’
Tilkiye geri döndü: ‘Hoşça kal…’ dedi.
‘Hoşça kal,’ dedi tilki. ‘İşte sırrım, çok basit: Ancak yüreğinde görebilirsin. Asıl görülmesi gereken gözle görülmez.’
‘Asıl görülmesi gereken gözle görülmez,’ diye tekrar etti Küçük Prens unutmamak için.
‘Senin gülünü bu kadar önemli kılan şey, onun için harcadığın zamandır.’”
Sevgi neydi anne.
Ellili yaşlarda Sirkeci’de dolaşırken, birden yıllar öncesine geri döndüm ve içim burkularak 11-12 yaşındaki kendimi tek başına büyütmeye çalıştığı dört çocuğundan birinin istikbali için, yatılı okul sınavına girmesi için küçücük bir ilçeden gelip dev bir şehre henüz ayak basan, okuma yazma dahi bilmeyen annemin elinden tutmuş, karşılamaya gelemeyen amcamı korku ve şaşkınlıkla ararken buldum.
Zaman ne garip şey anne.
Buna benzer duyguları ilk defa, Darüşşafaka’nın eski yerleşkesini, mezun olduktan yıllar sonra ziyaret ederken yaşadım. O kutsal mabedin ve orda geçirdiğim yılların ne kadar kıymetli olduğunu da ilk defa o zaman anladım.
Aynı duyguları, iş hayatımın hemen hemen tamamını geçirdiğim SPK için de hissedeceğimi deneyimlerimden yola çıkarak tahmin edebiliyorum. Ama yeni bir hayata merhaba demeye hazırlandığım bu günlerde taze yaranın acısını sıcağı sıcağına farkedemediğimiz gibi ondan ayrılmanın acısını da onun kıymetini de, ne kadar tahmin edersem edeyim pek anlamıyorum.
Farketmediğimiz, anlamadığımız, hissetmediğimiz şeyleri anlatmak, imkansız olmasa da pek kolay değil. O yüzden bir pilav gününde ziyaret ettiğimiz Darüşşafaka Lisesi’nin eski yerleşkesinin uyandırdığı duyguları anlattığım satırları, o satırlarda ifade ettiğim hislerin SPK için de geçerli olacağından emin olarak veda mesajı yerine gönderiyorum.
Vedalar her zaman zor mudur bilmiyorum ama bunca yıldan sonra bana zor geliyor. Eksik evraklarımı teslim etmek için personel müdürlüğünün kapısını çaldığım gün de, iş başı yaptığım gün de, ilk projemi bitirdiğim gün de daha dün gibi. Lakin yıllar su gibi akıp gitmiş, ayrılık zamanı gelip çatmış kapıya. Artık demir almak günü gelmiş bu limandan.
Ölmek ne garip şey anne.
Zaman, Mekan, Anılar, Hayat 9 Temmuz 2014, 19:16
ARZ’IN MERKEZİNE SEYAHAT
Bir pilav daha geçti. Okuldayken, pilav günlerinde geziye çıkarırlardı bizi. Kuru köfte ve haşlanmış katı yumurtalarımızdan oluşan kumanyalarımızla, Belgrad Ormanlarına giderdik şarkılar söyleyerek.
Bir yandan hala çocuktuk, öte yandan müthiş bir büyüme ve kabul görme arzusu kavuruyordu içimizi. Çocuk damgası yiyeceğiz diye korka korka, salıncaklara binerdik. O güzelim salıncakların tadına varamadan, kös kös dönerdik okula günün sonunda.
Okulda okurken geçirdiğim bir pilav gününü hatırlıyorum. Belki daha fazlasını da geçirmiştik. Anımsamıyorum. Yaşlı bir ağabeyimizle, aynı masada kuru fasulyeye kaşık sallamıştık. O bize sorular yöneltmişti. Neler konuşmuştuk hiç hatırlamıyorum.
Bu Pilav Günü için izin alınmış. Eski binaya gittik. Anılar, anılar, anılar. Her köşede bir Karun Hazinesi. Dokunsalar ağlayacaktım.
Yeni binaya girdik ilk önce. Sınıflara göz attık. Kat kat kalkan boyalarda ve çatlayan duvarlarda akan zaman kara tahtalara gelince durmuş kalmıştı. Mazi, kara tahtalardaki acemi el yazılarında soluk alıp veriyordu.
Gözüm, o çürüyen ve dökülen odalarda anılar selinin rüzgarında dalgalanan gençlik ateşlerinden başka bir şey görmüyordu. Cunningham süper mini eteğiyle bir şeyler anlatıyordu köşesinde. Başımızda kavak yelleri esiyordu. Yeni yetmelik düşlerimizin soğuk güzeli, muhteşem bacaklarıyla körpe heyecanlarımızı kışkırtıyordu.
Kütüphanedeki kitapların kuşe kaplı ciltlerinde parlıyordu florasan lambaları. Ve ben hala, duvarın yanındaki bir masada, heyecanla, Jule Verne’nin Arz’ın Merkezine Seyahat’ini okuyordum. O zamanlar nerden bilirdik ki, arzın merkezi tam da burası olacaktı. Hayatımızın en önemli parçalarından birini oluşturan, Bir ömre bedel sekiz yıllık döneminin hiç silinmeyecek izlerinin merkezi olacağını Daçka’nın, nereden bilebilirdik ki.
Bedenimiz 2008’de ruhlarımız 1970lerdeydi. Bizim gibi, yatakhanelerimiz de ikiye bölünmüştü. Yatakhanenin hemen girişinde, alt ranzalardan birinde, annesinin şefkatli kollarında, 12 yaşında bir melek uyuyordu. Hoparlörden başlayan müzik yayınıyla güne merhaba demesi yakındı:
“Nights in white satin, never reaching the end, Letters I’ve written, never meaning to send. Beauty I’d always missed with these eyes before. Just what the truth is, I can’t say anymore. ‘Cos I love you, yes I love you, oh how I love you.”
Alt katta ise, koridorun en sonundaki hazırlık bir sınıfı yürekleri gümbür gümbür atarak, tam tekmil bekliyordu. Az sonra, uzun koridorun içinde, Nazıma Antel’in güçlü topuk sesleri yankılanacaktı sadece.
Yine o koridorun dibinde, biri hazırlık ikide, biri hazırlık birde, sömestre tatilinden henüz yeni dönmüş iki çocuk, yavaş yavaş çöken karanlığın içinde, evciler dönmediğinden hala tenha olan koridorda, sessizce çöken anne hasretiyle göz yaşları dökecekti.
Eskiden demir kapının ardında dışarı çıkmak için çırpınırdık. Ellerimiz kapının aralığından dışarının sonsuzluğuna doğru uzanırdı fütursuzca. Ama demir kapıdan içeri adım atmak için dünyaları vereceğimiz günler de gelecekti.
Futbol sahasıyla eski binanın birleştiği yerden, büyük demir kapıya kadar kıvrılarak uzanan, Arnavut kaldırımına benzeyen, fakat ondan daha geniş olan emektar yol üstünden gelip geçenleri selamlıyordu hala.
Demir kapının önünden geriye doğru baktığımda eski bina ve büyük futbol sahası görünüyordu. Saçları dağınık mahzun bir çocuğun ansızın yokuşun başında belirip, dalgın dalgın yukarıya doğru yürümeye başlaması an meselesiydi. O kadar yakındı bana gençliğim. Uzansam ellerini tutacaktım 15 yaşındaki kendimin.
Bir yanıyla bir buzdağı gibi boğazına kadar geçmişe batmış, bir yanıyla ise boylu boyunca şimdiki anın içinde uzanan o sihirli mekanda yoğunlaşmıştı bütün dünya. Ve o delikanlı hatıralarla dolu mekan, bütün yaşantıları yeniden canlandırıp şimdiki zamana taşırken, puslu zihnimizin labirentlerinde yeniden kuruluyordu sivilceli görüngüler evreni. Bir göz kırpma mesafesindeydi otuz yıl önceki biz Oysa erişilmesi imkansız bir uzaklıktaydı o günler. Geçen zamana kimin hükmü geçmişti ki.
Bütün mekanları, değirmenlerinde ağır ağır öğüten amansız nehir ve içinde, bütün zamanların cirit attığı, huşuyla dolup taşan kutsal mabet oyunlar oynuyordu bizimle. Geçmişin büyülü soluğu efsunluyordu bedenlerimizi. Varlıkların zorba efendisi ve bütün varlıkları kendi potasında eritip kaynaştıran kadim bilgesinin işbirliği parçalara ayırıyordu bizleri. Şimdiki parça, geçmişteki parçayı özlemle anıyor, umutsuzca arıyordu. Oysa, bilmez ki biçare gönüller, dönen yoktur onun seferinden.
ŞEHİR
“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim,” dedin, “bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. Ama kötü yazgım peşimi bırakmaz ne yapsam, ve kalbim şimdi burada gömülü bir ceset sanki. Ruhum daha ne kadar katlanacak bu çoraklığa? Hangi yana çevirsem yüzümü, ne yana baksam Hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma Bunca yıllarımı tükettiğim şu ülkede.”
Yeni bir ülke bulamazsın, arama sakın, Bir başka deniz de bulamayacaksın. Nereye gitsen bu şehir arkandan gelecektir, Aynı sokaklarda dolaşıp duracaksın yine, ve yaşlanacaksın aynı, hep aynı mahallede, hep aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Ve dünyayı bir uçtan bir uca dolansan da Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Yanılma sakın, bir başka gelecek umma, ne seni bekleyen bir gemi var limanda ne de çıkacağın başka bir yol. Nasıl tükettiysen ömrünü şurada, şu köşecikte, Öyle tükettin demektir onu, tüm yeryüzünde de.
Konstantinos Kavafis (1863 - 1933)
0 notes
dortnumara · 8 months
Text
Prens Dizisi konusu ve Oyuncuları, Prens 2. Sezon Ne Zaman Yayınlanacak?
Tumblr media
Prens Dizisi konusu ve Oyuncuları, Prens 2. Sezon Ne Zaman Yayınlanacak? Giray Altınok'un başrolünde yer aldığı Prens dizisi, heyecan verici bir gelişme ile sevenlerine müjde veriyor: Yeni sezon onayını aldı! Bu başarılı yapım, bir sezon daha izleyicileriyle buluşacak olup, takipçileri tarafından sabırsızlıkla bekleniyor. Ancak, Prens dizisinin yeni sezonunun ne zaman yayınlanacağı ise hala bir sır. Başarılı dizinin yönetmen koltuğunda deneyimli isim Bülent İşbilen bulunuyor. Senaryosunu Giray Altınok ve Kerem Özdoğan'ın birlikte kaleme aldığı Prens, izleyicilere keyifli bir yolculuk sunmaya devam edecek. İlk sezonu 16 Haziran tarihinde ekrana gelen dizi, sekiz bölümle seyircilerin begenisini toplamayı başarmıştı. Prens dizisinin ikinci sezon hazırlıkları başlamış durumda. Ancak, izleyiciler merak içinde: Prens dizisinin yeni sezonu ne zaman izleyicilerle buluşacak? Hangi platformda yayımlanacak? Tüm bu soruların cevapları, dizinin takipçileri tarafından büyük bir merakla bekleniyor.
Prens Dizisi konusu ve Oyuncuları
Tumblr media
Prens Dizisi konusu ve Oyuncuları "Prens" dizisi, kimsenin umursamadığı bir tarihte ve göz ardı edilen bir ülkede, Bongomia'da geçen olayları konu alıyor. Hikaye, Bongomia kralı Thun'un ani ve şüpheli ölümüyle başlıyor. Thun'un ölümünden sonra, ailesi tarafından adeta ihmal edilen Prens, tahta geçer. Ancak, bu tahtın kendisine getireceği sorumluluklar ve karmaşıklıklar, izleyicilere sürükleyici ve oldukça eglenceli bir hikayeye dönüşüyor. Prens, üvey annesi, yengesi ve hain amcasıyla baş etmek zorunda kalırken, tahtın ağırlığı altında yaşadığı zorlukları eglenceli bir dille ekranlara aktarılıyor. Ailesi arasındaki entrikalar ve çatışmalar, Prens'in hükümeti yönetme sürecindeki kararlarını etkilemeye başlar. Ayrıca, Prens'in kontrolsüz bir şekilde Macarlarla başlattığı savaş, hikayeyi daha da karmaşık hale getirir. https://www.youtube.com/watch?v=RwP-qq8jqHw Prens Fragman Prens Dizisi Oyuncuları
Tumblr media
Prens Dizisi Oyuncuları "Prens" dizisinin başarılı kadrosu, diziye renk katan birbirinden deneyimli ve yetenekli oyunculardan oluşuyor. İşte "Prens" dizisinin oyuncu kadrosu: - Giray Altınok - Ceyda Düvenci - Derya Pınar Ak - Çağdaş Onur Öztürk - Burak Topaloğlu - Serdar Orçin - Aslı Tandoğan - Bahadır Vatanoğlu - Yılmaz Gruda - Onur Özaydın - Hüseyin Avni Danyal
Prens 2. Sezon Ne Zaman Yayınlanacak?
"Prens" dizisinin heyecanla beklenen yeni sezonu, başrol oyuncusu Giray Altınok'un Instagram üzerinden yaptığı duyuru ile onaylandı. Ancak, dizinin ne zaman yayımlanacağı konusunda henüz net bir bilgi bulunmamakta. Hazırlıkların başlamış olması, izleyicileri gelecek sezon için heyecanlandırmış olsa da, yayın tarihi hakkında detaylı bilgi henüz paylaşılmadı.
Prens dizisi nerede yayınlanıyor?
"Prens" dizisini izlemek isteyen kullanıcılar diziye BluTV platformu üzerinde erişebilirler. Dizi ve Film kategorisinden daha fazla yazı için buraya tıklayabilirsiniz. Read the full article
1 note · View note
gamerbulten · 9 months
Link
Disney Plus Beauty and the Beast prequel serisine Hawkeye oyuncusu eklendi Luke Evans ve Josh Gad'a katıldı Küçü...
0 notes
apsny-news · 2 years
Text
Damac 0-3 Al-Nassr MAÇ SONUCU - ÖZET | Cristiano Ronaldo gollerine devam ediyor!
Suudi Arabistan Profesyonel Futbol Ligi‘nde Al-Nassr, deplasmanda Damac‘ı 3-0 mağlup etti. Ligin 18. hafta mücadelesinde Al-Nassr, Prens Sultan bin Abdülaziz Stadı‘nda Damac ile karşılaştı. Konuk ekip, Portekizli yıldızı Cristiano Ronaldo‘nun biri penaltıdan ilk yarıda attığı gollerle sahadan 3-0 galip ayrıldı. Ronaldo, yeni takımındaki beşinci maçında sekiz gole ulaştı. Apsny News
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 190. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 190: Yüz Kılıçla Delinen Kalp, Yabani Hayalet Şekil Alıyor
Neden ona böyle bakıyorlardı?
Aniden Xie Lian kenardan bir fısıltı işitti.
“Çok benziyor..”
“Sadece benzemekle kalmıyor… tıpatıp aynısı!”
“Sahiden o mu?”
Birisi doğrudan sordu. “Sen… o prens misin?”
Alışkanlık gereği, Xie Lian konuşmaya başladı. “Değilim…”
Ancak daha sözlerini bitiremeden yüzünü saran beyaz sargıların açılmış olduğunu fark etti. Bu esnada, onu sımsıkı sarmakta olan şey de tam olarak o beyaz ipekti. Yüzü şu anda önündeki kalabalığa tümüyle ifşa edilmiş durumdaydı.
Xie Lian’ın kalbi sanki ipin ucundaydı, ama kendisini sertleştirdi ve bakışlara karşılık verdi.
Sadece ona mı öyle geliyordu bilmiyordu ama, ona olan bakışlarında küçük bir parça şüphe görüyordu. Ama en azından, şu anki bulundukları tehlikeli durum nedeniyle, o gözlerde korktuğu gibi bir nefret veya öfke göremiyordu. Ancak, bir an sonra, insan dışı ulumalar tapınağın dışından yükseldi.
Xie Lian hızla başını çevirdi ve ulumanın kaynağının öncesinde bayılttığı İnsan Yüzü Salgınına yakalananlardan yükseldiğini keşfetti. Bir şekilde güçlerini toplamış ve sayıca artmışlardı. Elele, Veliaht Prens tapınağını çevrelemiş, durmadan uluyorlardı. Korkunç bir ritüel mi gerçekleştiriyorlar yoksa delirmiş iblisler oldukları için sadece dans mı ediyorlardı kestirmesi güçtü. Tapınağın içindeki kalabalık mutlak bir dehşetle bir araya gelmişti. Küçük bir çocuk gözyaşlarına boğuldu ve ailesi gözlerini ve kulaklarını kapatarak onu kollarının arasına aldı. Odadaki her yüz korkuyla çarpıtılmıştı.
“Ne yapacağız? Ne yapacağız?”
“İçeriye girebilirler mi…”
“İçeriye girmeseler bile, bu kadar yakın olduğumuz için yine de hastalık kapmaz mıyız? …Yanlışlıkla hastalık kaparsak ne yapacağız?!”
Xie Lian sargılarıyla savaştı, ama bir parça bile gevşetemiyordu. Görünüşe göre beyaz ipek çoktan güçlendirilmişti ve muhtemelen ruhani güçler taşıyordu.
Süregelen mücadelesi nedeniyle alnındaki damarlar fırlamıştı, kükredi. “Yüzü Olmayan Beyaz!”
Cevap gelmedi, onun yerine buz gibi bir el alnına dokundu. Xie Lian dondu, tüyleri diken dikendi. Gördüğü sahne hareket edememesine neden oldu.
Aşağıdaki insanların ona tuhaf tuhaf bakmasına şaşmamalıydı – sadece yüzü ifşa olmakla kalmamıştı, Yüzü Olmayan Beyaz da tam arkasında oturuyordu, karanlıkların içinde.
Beyazlara bürünmüş bu kadar uç bir karakterin karşısında, dikkatsizce hareket etmeyi bırak, hiç kimse nefes almaya dahi cesaret edemiyordu. Sonuç olarak da Yüzü Olmayan Beyaz onlar neredeyse yokmuş gibi davranıyordu ve, herkesin dikkatli gözleri altında, Xie Lian’ın kalkmasına yardım etti.
Xie Lian yattığı yerden oturur pozisyona geçmişti. Sunağın üzerindeydi, adeta bağlanmış, canlı bir heykeldi. Gözleri ve boynunu hareket ettirmek dışında hiçbir şey yapamıyordu.
Her ne kadar durum korku verici olsa da, dışarıda ulumakta olan Yüz Hastalığı mustaripleri daha korkunçtu. Kalabalığın dikkati dışarıdaki bozuk şekilli yaratıklara dönmüştü.
Birisi mırıldandı. “…Duyduğuma göre, aynı bölgede yaşayanlar birbirlerine bulaştırabiliyormuş, bu hastalık çok hızlı yayılıyormuş! Yakın olunca, kaçınılmazmış!”
Kısa bir süre sonra korkunç bir vebaya yakalanacaklarını düşününce, tapınakta çaresizlik dolup taştı.
Birisi öneride bulundu. “Neden birkaçımız dışarıya çıkarak şekilsiz yaratıkları bayıltmıyoruz, böylece de diğerlerinin kaçması için alan yaratmış oluruz?”
Ancak, o yaratıkları öldürmeyi başarıp başaramayacakları bir yana, dışarıya çıkanların Yüz Hastalığına yakalanacakları bir kesinlikti. Bu kişinin başkalarının hayatını kurtarmak için kendisini feda etmesinin biricik örneğiydi. Böyle kesin bir kadere karşı, kim çıkmaya gönüllü olurdu? Hiç kimse.
Xie Lian olurdu tabi, eğer yapabilseydi. Ancak şu anda Yüzü Olmayan Beyaz tarafından alıkonulmuştu. Her ne kadar bir kerede yedi sekiz tanesiyle baş edebiliyor olsa da, onlarcasını durdurmak çok güç olurdu. Elbet birisi kaçıp Veliaht Prens tapınağına koşacaktı. Yüzü Olmayan Beyaz’ı öldürmeye gelince ise… Bu ihtimali değerlendirmek için aptal olması gerekirdi.
Ancak, birinin herkesi sakinleştirmesi gerekiyordu. Xie Lian sakinleşti ve sükûnetle konuştu.
“Lütfen hiç kimse ani bir harekette bulunmasın! O kadar hızlı yayılmıyor, çözüm bulacak vaktimiz var.”
Sadece ‘o kadar hızlı yayılmıyor’ demesi, herkesi tümüyle ikna etmeye yetmiyordu.
Şaşırtıcı bir şekilde, çaresizliği kaldıran Yüzü Olmayan Beyaz olmuştu. Buz gibi bildirdi. “Yüz Salgınından kurtulmanın ve iyileştirmenin bir yolu var.”
Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda, kalabalıktaki insanlar anında başlarını kaldırdılar. “İyileştirilebilir mi? Nasıl?!”
Xie Lian kalbinin durduğunu hissetti.
Yüzü olmayan beyaz sakince düşüncelere daldı. “Neden Ekselanslarına sormuyorsunuz? Ekselansları biliyor.”
Bir anda, yüzlerce göz Xie Lian’a döndü. Bakışların keskinliği içgüdüsel olarak geri çekilmesine neden olmuştu, ama Yüzü Olmayan Beyaz ona engel oluyordu, aksine onu öne itiyordu.
Birkaçının umut dolu sesini duyabiliyordu. “Ekselansları, sahiden biliyor musun?”
Xie Lian daha cevap veremeden, birisi heyecanla bağırdı. “Ben de onun bildiğini duymuştum!”
Şüpheci olanlar da vardı. “Eğer biliyorsa, neden başkent hala..? Tabi, bilip kimseye söylemediyse?”
“Prens, lütfen bize söyle, olur mu?”
Xie Lian hemen inkar etti. “Bilmiyorum!”
Ancak Yüzü Olmayan Beyaz ısrar etti. “Yalan söylüyorsun.”
Öfkeyle dolan Xie Lian sitem etmek istiyordu ama bunun Yüzü Olmayan Beyaz’ı daha fazla bilgi vermeye kışkırtacağından korkuyordu. İçten içe, ister inkar etsin ister etmesin, Yüzü Olmayan Beyaz’ın yine de söyleyeceğini düşünüyordu.
Bir süre mücadele ettikten sonra, yılgın bir halde kabul etti. “Bir yol… yok. İşe yaramaz!”
Bir an duraksadıktan sonra, insan deniz kızışmaya başlamıştı. “Ne demek işe yaramaz? Bize söylemezsen yarayıp yaramadığını nereden bileceğiz?”
Bir damla soğuk ter alnından süzüldü. Xie Lian içinden, Sahiden söyleyemem…, diye geçirdi.
Söylememeliydi!
Eğer gerçek gün yüzüne çıkarsa, o zaman her şey biterdi!
Kalabalığın içinde, birisi en sonunda bıkmıştı ve ayağa fırladı. “Zaten ölümün eşiğinde duruyoruz, saklayacak daha ne var? Burada ölene dek hedef tahtası gibi beklememizi istemiyorsan tabi!”
Nazik bir sesle, Yüzü Olmayan Beyaz öneride bulundu. “O zaman ben size söyleyeyim.”
“Sessiz ol!” Xie Lian bağırmıştı.
Doğal olarak, sesinde bir parça bile tehdit yoktu ve Yüzü Olmayan Beyaz onu duymazdan gelerek devam etti. “Başkentte hangi tür insanların Yüz Salgınından etkilenmediğini biliyor musunuz?”
Kalabalık dikkatle dinledi. Her ne kadar yaklaşmaya korkuyor olsalar da sormaktan kendilerini alamadılar. “N-ne tür?”
Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Askerler.”
Bitmişti.
Yüzü Olmayan Beyaz devam etti. “Neden mi askerler? Çünkü hepsinin yaptığı bir şey var. Ancak, bu şey normal insan tarafından yapılmaz, ve bu nedenle de halk Yüz Salgınından etkilenir.”
Kalabalığın gözleri ardına dek genişledi. Nefeslerini tutmuşlardı, sorguladılar. “Ve bu şey de..?”
Xie Lian ona doğru atıldı, ama en fazla, sadece denemiş olmuştu. Kahkaha atan Yüzü Olmayan Beyaz onu geri itti.
“Ne diye mi soruyorsunuz?” Diye mırıldandı. “Cinayet.”
Bitmişti!!!
Söylemişti. Sunağın üzerindeki Xie Lian kalbinin donduğunu hissediyordu.
İlk şoku atlatınca, insanlar inanamayarak tekrarlamaya başladılar. “…Cinayet mi? Bağışıklık kazanmak için öldürmek mi gerekiyor? İyileşmek için öldürmek mi gerekiyor?”
“Yalan olmalı!”
Ne yazık ki değildi, değildi. Yalan değildi!
Nihai gerçek buydu. Xie Lian bizzat doğrulamıştı. Kanla lekelenmiş el, bir hayatı sona erdiren el, Yüz Salgınına bağışıktı.
Hiç kimse bağışıklık kazanmanın çaresinin bu olduğunu düşünmemişti. Kalakalmış, kendi aralarında konuşuyorlardı.
“Nasıl olur?”
“En başından beri tuhaf olduğunu düşünüyordum, ama sahiden ordudan hiç kimsenin Yüz Salgınından etkilendiğini duymadım! Korkarım gerçek bu!”
“Gerçek bu!”
“Ama bunun anlamı da enfeksiyondan kaçmak için, birisini öldürmemiz gerektiği değil mi?”
“Kimi öldüreceğiz?”
İlk soruyu soran kişi hemen payladı. “Ne demek ‘kimi öldüreceğiz’? Sahiden öldürmek istediğini söyleme!”
Adam daha fazla konuşmaya cüret edemiyordu. Ancak öncesinde basit bir korkuyla dolu olan ve başka hiçbir şey barındırmayan yüzlerce göz şimdi pek çok duyguyla doluydu. Kimisi merak, kimisi ise şüpheydi.
Xie Lian’ın korkusu da buydu zaten. Yüz Salgınının tedavisi duyulunca, bir şey kaçınılmazdı.
Birbirini öldürmek.
Xie Lian’ın bağışıklık kazanmak için bir yol bulduktan sonra bunu kendisine saklamasının tek nedeni buydu. Öldürdüğün sürece, hastalıktan kurtuluyordun – belki insanların çoğu kendilerine mukayyet olabilirlerdi, ama riski alacak kadar çaresiz olan bir insan elbet olacaktı. Hastalığı önlemek için ilk kan döküldükten sonra ise, arkasından bir ikincisi gelecekti, sonra ise üçüncüsü…
Daha fazla kişi de aynı yola girdikçe, dünya kaosa sürüklenecekti. Eğer sonucu bu olacaksa, katı bir şekilde korumak ve hiç kimsenin öğrenmesine izin vermemek çok daha iyiydi.
Xie Lian çarpık bir şekilde gülümsedi. “Şimdi size neden işe yaramaz dediğimi anlıyorsunuz.”
Kalabalık sessizdi. Xie Lian iç çekti ve tüm gücünü topladı. Nazik bir sesle, yatıştırdı. “Ne olursa olsun, lütfen sakin kalın ve acele hareket etmeyin, yoksa, yaratığın avucunun içine düşeceksiniz.”
Kalabalıkta, soylu görünen bir çift vardı. Kollarında çocuğuyla kadın acı acı haykırdı. “Nasıl böyle oldu? Nasıl bu hale geldik? Neden bunca insan varken biz? Yanlış hiçbir şey yapmadık!”
Yakınındaki birisi lafı çarptı. “Ağla ağla ağla, ne diye ağlıyorsun? Tek bildiğin ağlamak! Buradaki hiç kimse yanlış bir şey yapmadı! Buradaki tek şanssız kendin misin sanıyorsun?”
Kadın öfkeyle karşı geldi. “Ne var, insanların ağlamasına bile izin vermeyecek misin?”
“Rahatsız edecek kadar ağlamanın ne faydası var? Çeneni kapatsan daha iyi!”
Böylesine acınası bir sebepten kavga çıkıyor olması inanılmazdı. Herkes duygusal bir çöküşün içindeyken, bu kadar küçük bir dokunuş bile alevlenmesine neden olabiliyordu.
Xie Lian hızla yatıştırmaya çalıştı. “Kavga etmeyi kesin! Sakin olun! Sadece sakin bir zihin sonuç bulabilir!”
Ancak o kalabalığı sakinleştirmeye çalıştıkça, insanlar o kadar sinirleniyordu. “Sakin mi olalım? Bu durumda nasıl sakin olabiliriz? Eğer çok sakinsen neden sen bir şey düşünmüyorsun? Bakalım ne buldun!”
“…” Xie Lian soruyla susturulmuştu. Elinde ne mi vardı?
Hiç!
Bir cevap için zihnini çaresizce aradı, öyle ki zihni patlayacakmış gibi hissediyordu. Ama önündeki durumu çözebilecek, hiçbir şey düşünemiyordu!
Aniden, yanağında bir sızı hissetti. Bir el yüzünü tutmuş ve çevirerek sunağın altındaki kalabalığa çevirmişti. Xie Lian’ın gözleri şaşkınlıkla açıldı.
Arkasından, buz gibi soğuk bir ses duyuldu. “Kimi mi öldüreceksiniz? Bu yüzü gördükten sonra, hala kimi öldüreceğinizi mi düşünüyorsunuz?”
“…”
Soruyu duyduktan sonra sadece sunağın altındaki hareketler durmakla kalmadı, başının üzerindeki hayalet alevi halkası da durdu.
Yüzü Olmayan Beyaz onlara hatırlattı. “Unuttunuz mu? O bir tanrı. Bunun anlamı da…”
Daha devamını duyamadan, Xie Lian göğsünü yıkayan soğuk bir dalga hissetti.
Donakalmıştı, aşağıya baktı ve simsiyah bir kılıcının ucunun karnını deldiğini gördü.
Kılıç uzun ve inceydi, bedeni siyah bir yeşim rengindeydi. Kenarı, kıvrak gümüş bir çizgi şeklinde ışığı yansıtıyordu. Soğuk çeliğin her bir parçası dondurucu kış geceleri kadar tehlikeli ve donuktu. Şüphesiz ki, nadir ve değerli bir kılıçtı. Xie Lian’ın sahip olmak ve bir daha asla bırakmamak için kafasını patlatacağı türdendi.
Gözlerini ondan alamıyordu, kılıcın ucu yavaşça batmaya başlayarak bir kez daha karnında kayboldu.
“ –Bedeni… ölümsüz.” Diye bitirdi Yüzü Olmayan Beyaz.
Daha hiç kimse tepki vermeye fırsat bulamadan, Yüzü Olmayan Beyaz kılıcı onlara doğru attı. ÇIN! Ucu yere saplandı ve sayısız izleyen gözün altında titreyerek durdu, yoğun, duygusuz halesi yavaşça sızar gibiydi.
Boğazından kanlar taştı ve hayalet alevi topu yarasını sarmak istercesine ona doğru uçtu.
Xie Lian kanı yuttu ve yüzü çarpıldı. “Sen… Sen!”
Görüş alanında dans eden ışıklar vardı, ve sanki bir anda sinirlenmiş gibi hayalet alevi doğrudan Yüzü Olmayan Beyaz’a uçtu. Ancak hayalet, çabasız bir şekilde yakalanmış ve avucunda esir düşmüştü.
“İyi izle.” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.
Bir an sonra diğer eliyle Xie Lian’ın yüzünü çekerek onunla yüzleşti. “Ne olmuş bana? Sıradan insanları kurtarmak istediğini söyleyen sen değil miydin?”
Xie Lian denedi. “Ama, ama ben – ben…”
Ama hiç böyle şartlar altında, insanları kurtarmak için böyle bir yöntem kullanılacağını düşünmemişti?!
Sunağın altında, kanlı sahne yüzünden çoktan korkudan gözyaşlarına boğulanlar vardı, ama aynı zamanda da cüretkar bir şekilde izlemeye devam edenler de.
“…O… sahiden ölmüyor mu?!”
“O haklı… bakın, neredeyse kan yok… hala hayatta, hala hayatta ve önceki gibi nefes alıyor!”
Xie Lian bir diğer yoğun, acı verici öksürükle işkence çekti.
Birisi doğruladı. “Başka bir değişle, eğer onu öldürürsek de ölmeyecek mi?”
“Harika!”
Kutlayan kişi azarlandı. “Harika mı? Bunun nesi harika?”
Azarlanan kişi sessizce konuştu. “Ölmeyeceği için… şimdi bir çözüm yolu bulmuş olmuyor muyuz?”
“Ama birisini bıçaklamak, bu çok…”
“Ama o bir tanrı! Eğer onu bıçaklasak bile ölmeyecek! Biz sadece sıradan insanlarız. Eğer Yüz Hastalığına yakalanırsak, kaderimiz çizilmiş olacak!”
Mücadelenin çözümlenişini izleyen Yüzü Olmayan Beyaz dalga geçti. “Buradaki sıradan insanlar, onları kurtarmanı bekliyorlar. Lütfen, devam et.”
Öfkenin alevleri Xie Lian’ın gözlerinde yandı. “İnsanları kurtarmanın tek yolu senin gibi çarpık canavarların kökünü kazımak!”
Yüzü Olmayan Beyaz alayla güldü. “Sorun ne? Ekselansları, biraz önce güvenle öldürülemeyeceğini söylemiyor muydun? Şimdi korkmuş olamazsın ya? Ölemeyeceğine göre, o zaman kendini feda et ve başkalarının acılarını dindir. Bu güzel bir şey olmaz mı?”
Xie Lian karşılık verdi. “En başından beri planın bu muydu? Bu dünyadaki herkes senin gibi acı vermekten keyif alıyor mu sanıyorsun?”
Sözlerini doğrularcasına, aşağıdaki insanların yüz ifadesi kurtarılmış insanlara ait sevinci yansıtmıyordu; onun yerine tereddüt vardı. Çelişen düşünceler vardı ve hiçbirisi aynı karara varamıyordu. Ancak, aynı zamanda da, hiçbirisi siyah kılıcı çekmeye cesaret edemiyordu.
Onun zihnini okurmuşçasına, Yüzü Olmayan Beyaz kahkaha attı. Başını onaylamaz bir şekilde iki yana salladı ve iç çekti. “Aptal çocuk, saf çocuk.”
Xie Lian başını çevirdi ve onun başını okşamasına izin vermeyi reddetti. Haykırdı. “Kaybol!”
Yüzü Olmayan Beyaz acıdı. “Yapmayacaklar mı sanıyorsun? Yanlış, istemiyor değiller, sadece hiçbirisi ilk olmak istemiyor, hepsi bu.”
“Ahhhh!”
Sunağın altından acı dolu bir haykırış yükselmişti. Önceki soylu görünümlü kadındı. “Çocuğum, çocuğum!”
Kollarındaki çocuk kontrol edilemez bir şekilde ağlıyordu ve bir yandan da tombul kollarında kara lekeler belirmeye başlamıştı. Etraflarındaki insanlar hemen geri çekilmeye başladılar, aralarında geniş bir mesafe bırakmışlardı.
“Çok kötü, çocuk yakalandı!!!”
Çiftin gözleri bomboştu. İkisi bir an bakıştılar ve ayağa kalktılar. Sunağın önüne ilerlediler, yerden siyah kılıcı çekerek çocuklarının eline koydular. Çarpık bir yüzle Xie Lian’a saldırdılar.
“…!”
Siyah kılıç son derece keskindi, Xie Lian karnındaki işkence eden acıyı hissettiği zaman, çift çoktan kılıcı çekmiş ve yüksek bir çınlamayla yere atarak durmadan özür dilemeye başlamıştı bile.
“Özür dileriz… çocuğumuz daha çok küçük, sahiden… başka yolu yoktu. Özür dileriz, özür dileriz, özür dileriz…”
Hareketlerini telafi edercesine külden ifadelerle, pek çok kez Xie Lian’ın önünde eğildikten sonra kalabalığın arasına çocuklarıyla beraber geri döndüler. Boğazını tıkayan kanlarla, Xie Lian tam kusmak üzereydi ki yanında Yüzü Olmayan Beyaz’ın güldüğünü duydu.
Kanı zorla yuttu ve tısladı. “Ne diye gülüyorsun? İstediğini elde ettiğini mi sanıyorsun? Hepsi senin zorlamanla oldu!”
Yüzü Olmayan Beyaz’ın elindeki hayalet alevi daha büyük bir güçle parlamaya başladı.
Hiç acele etmeden açıkladı. “İnsanların gerçek benliklerini ortaya çıkartmak için zorlamak gerekir.”
Yüz kişinin içinde, artık Yüz Salgınından korkmayan tek bir kişi bile yoktu. Çocuğun kolundaki siyah lekelerin yavaşça solmaya başladığını görünce, etraflarındaki insanlar sessiz ama ağır bir şekilde yutkundular.
Uzun bir süre sonra, ölüm sessizliği içinde, bir genç adam en sonunda öne çıktı.
Duyarsız bir yüzle, sunağa doğru yürüdü. Birleştirdiği elleriyle önünde birkaç kez eğildi ve yalvardı. “Özür dilerim, bunu yapmak istemiyorum. Sahiden bunu yapmak istemiyorum, ama başka yolu yok. Daha yeni evlendim, annem, karım, hala evdeler, beni bekliyorlar…”
Kelime kelime, artık daha fazla ilerleyemiyordu, bu yüzden gözlerini kapattı, kılıcı kaldırdı ve Xie Lian’a sapladı.
Ancak, gözleri kapalı olduğu için kılıç kenara kaydı ve Xie Lian’ın yan tarafına isabet etti. Gözlerini tekrar açtığında ise yerin hayati olmadığını gördü, bir anlık panikle kılıcı delirmiş gibi çekti ve titreyen elleriyle tekrar sapladı!
Dişlerini sıkarak ses çıkarmayı reddeden Xie Lian, bu iki ardışık acıyla sadece küçük bir inleme koyvermişti. Dudaklarının kenarında bir dizi taze kan sızdı.
Ölmeyeceği doğruydu. Ancak bu yaraları yüzünden acı çekmeyeceği anlamına gelmiyordu.
Silahla birleşen her bir parça etinin sesi, sıyrılan her kemiğin hissi onu deli ediyordu, sırf işkenceden kurtulmak için ölmüş olmayı diliyordu. Bu noktada, bir ölümlüden hiçbir farkı yoktu.
İkinci kişi işini bitirdiği zaman, o da aşağıya inmişti, ama bu kez bir kez bile eğilmemişti. Yüzünde, yaptığı işten kaynaklanan pişmanlıkla karışık bir sevinç ifadesi vardı. Hangisinin baskın olduğunu kestirmesi güçtü. Tekrar kalabalığa karıştığında ise, sessizlik geri dönmüştü.
Çok uzun bir süre geçmeden, birkaç kişi daha kendi sebepleri nedeniyle öne çıkacakmış gibi görünmeye başladı. Ancak, onlar daha ayağa kalkamadan birisi araya girdi.
“Artık buna dayanamıyorum.”
Kalabalık sesin kaynağına döndü ve Xie Lian da başını kaldırdı. Konuşan kişi iri yarı sokak sanatçısıydı üstelik.
Azarladı. “Sahiden bu canavarın size söylediği her şeyi yapacak mısınız? Benim gördüğüme göre, sadece saçmalayıp duruyor. Söylediği doğruysa bile, sırf ölmüyor olması bunu bir cinayet olmaktan çıkartmıyor!”
Etrafında izlemekte olanlar ona öğüt verdi. “Dostum, kendine gel, burada herkes ölmek üzere!”
Sokak sanatçısı savundu. “Peki ya ben? Ben de ölmeyecek miyim? Peki ben bir şey yapıyor muyum?”
Bir kısım çenesini kapattı ama bir an sonra, birileri suçlamaya başladı. “Senin gibi birisinin ailesinde yaşlılar veya çocuklar yoktu değil mi? Her koyun kendi bacağından asılır, ama bizim bakmamız gereken ailelerimiz var, nasıl seninle aynı olabiliriz?”
Sokak sanatçısı önayak olan çifti işaret etti ve konuştu. “Karım ya da çocuğum olmadığı doğru, ama olsaydı bile, uğrunda ölmem gerekseydi dahi, bırak kendi elimle onu yönlendirmeyi, asla oğlumun böyle bir şey yapmaya karar verdiğimi görmesine izin vermezdim. Eğer çocuk bir katil olarak büyürse, suçu ebeveynlerinin olacak. Eğer o kadar çaresizseniz, neden çocuğun sizin kalbinize bıçak saplamasına izin vermiyorsunuz?”
Kadının yüzü ıstırap doluydu. “Oğlumu lanetleme! Eğer lanetlemek istiyorsan, beni lanetle!”
Kocası da sinirlenmişti. “Sen delirdin mi? Oğlumun kendi anne babasını öldürmesini mi istiyorsun? Bu ne terbiyesizlik!”
Sokak sanatçısı muhtemelen ne demek istediğini anlamamıştı ve sertçe karşılık verdi. “Öldürmek öldürmektir! En azından oğlunun seni öldürmesine izin vermen cesaret sayılır. Bahsi gelmişken, neden maskeli tuhaf yaratığı öldürmeyi denemiyorsunuz?”
Bunu duyunca Yüzü Olmayan Beyaz kahkahalara boğuldu. Kalabalık korkmuş ve öfkeliydi. Korkuları canavara karşıydı, öfkeleri ise sokak sanatçısına.
Seslerini kıstılar ve azarladılar. “Sen..! Çeneni kapat!”
Ya yanlışlıkla canavarı kızdırırlarsa?
Sokak sanatçısı hemen anlamıştı. “Ah, demek büyük kötü adamı öldürecek kadar erkek değilsiniz, ve onun yerine bir başkasını deşmeyi seçiyorsunuz?”
Tek bir kabadayının aşağılamasına daha fazla dayanamayan birisi meydan okudu. “Bu herif durmadan vaaz veriyor ve ben de gelmiş onun özel biri olabileceğini düşünüyordum. Şimdi bakınca, ölü yüzünde bir damla kan bile yok, bence en fazla bir iki gün dayanır, ve hiç umursamadan gelmiş bizi yargılayacak cesareti buluyor. Eğer bu kadar hak yanlısıysan, neden biz dostlarının yaşaması için kendini feda etmiyorsun?”
Sokak sanatçısı düzeltti. “Kendimi feda etmek istemiyorum, ama başka birisini de. Kim ister? Sen ister misin? Peki sen? Ama en azından, ben hiç kimseyi öldürmeyeceğim.”
Birisi konuştu. “Ama o farklı.”
“Nasıl yani?”
“O bir tanrı! Sıradan insanları kurtarmak için – kendisi söyledi. Ayrıca – Ayrıca, o ölmüyor!”
Sokak sanatçısı karşılık vermek üzereydi ki Xie Lian daha fazla dayanamadı. Zayıfça öksürdü ve seslendi. “D-dostum! Hey, dostum!”
Ağzını açtı, ama önceki yaraları nedeniyle karşılığında dışarıya çok daha güçsüz bir ses ulaşmıştı. Sokak sanatçısı hızla başını çevirdi ve Xie Lian’ın sesi minnettarlık doluydu.
“Teşekkür ederim! Ama… sorun değil.”
Eğer devam ederse, muhtemelen dayak yiyecekti. Xie Lian geçen seferki yarışmaları nedeniyle adamın taşıdığı tüm yaraları hatırlıyordu.
Suçlu kalbiyle ekledi. “Teşekkür ederim! Öncesinde taş kırma yarışmasında aldığın yaralar iyileşti mi?”
“Ah? Ne diyorsun! Ne yarası? Taş kırma benim yeteneğim!” İri adam gururla bildirdi.
Adamın böyle bir zamanda bile saygınlığını kaybetmekten korkuyor oluşu, kan kusarken ‘ben çok iyiyim’ demekle aynı şeydi. Xie Lian gülmek istedi.
Aniden, birisi sokak sanatçısını işaret etti ve çığlık attı. “Yayılıyor! Yayılıyor!”
Xie Lian donakaldı ve sokak sanatçısı da. Parmağın gösterdiği yönü takip ederek, sokak sanatçısı yüzüne dokundu ve tahmin ettiği gibi, eşit olmayan bir şey vardı.
Etrafındaki insanlar hemen ondan uzaklaştılar. Xie Lian ağzını açtı, sokak sanatçısını çağırmak istiyordu. Peki ya ne yapması için? Onun da kılıcı saplaması için mi?
Kelimeler boğazına dizildi.
Bir an tereddüt ettikten sonra sokak sanatçısı yüzünü birkaç kez ovalayarak tapınaktan dışarıya fırladı. Olayın yaşanmasını izleyen Xie Lian arkasından bağırdı.
“Nereye gidiyorsun? Geri dön! Eğer tedavi edilmezse yayılacak!”
Ama adam çok daha hızlıydı ve geri bağırdı. “Geri dönmüyorum! Yapmayacağım diyorsam yapmayacağım…”
Kısa bir süre sonra şekli gözden kayboldu. Tapınağın dışındaki şekilsiz yaratıklar bir şekilde adamın onlardan birisi olduğunu biliyorlardı ve bu nedenle de yolunu kesmediler. Xie Lian seslenmeye devam etti, ta ki artık gölgesini bile göremeyene dek.
Sunağın altındaki insanlar mırıldandı. “Her şey bitti, o gitti!”
“Gerzek herif! Nereye giderse gitsin yayılacak, çok geç artık! Çoktan hastalığa yakalandı!”
“O… dağdan birini öldürmek için inmiş olamaz sonuçta değil mi?”
Ancak iri adamın ayrılmadan önce söylediği şeyler tapınaktaki insanları tereddüde düşürmüştü. Zaman geçti ve hiç kimse kılıcı almadı. Her şey bir anlığına duraksamıştı.
Xie Lian hissettiği şey neşe mi, tereddüt mü, korku mu bilmiyordu, ama en önemlisi de şimdi ne yapacağını bilmiyordu. Zihnindeki savaş sürerken, birisi ayağa kalktı.
“Bir şey söyleyebilir miyim?”
Orta yaşlı bir adamdı. Xie Lian başını kaldırdı ve adamı nedense tanıdık buldu, ama nerede karşılaştıklarını hatırlayamıyordu.
Hatırlamaya çalışırken, adam bir anda duyurdu. “Tüm dürüstlüğümle, o beni daha önce soymaya kalktı!”
“…”
O adamdı!!!
Kalabalık şok oldu.
“Soymak mı?”
“O prens değil mi? Bir tanrı değil mi? Hırsızlık mı yapmış?”
Adam onayladı. “Doğruyu söylüyorum.”
“Yani? Ne demeye çalışıyorsun?”
“Hepsi bu. Sadece herkese onun hırsızlık yapmaya çalıştığını söylemek istedim!” Adam tekrar oturdu ve konuşmasını bitirdi.
Tapınak tekrar ciddi bir sessizliğe bürünmüştü ki, ardından infilak etti. Tek bir cümleyle, kalplerine karanlığın tohumları ekilmişti.
Hırsızlık…
Aniden, sunağın altından bir diğer uluma yükseldi.
Birisi çığlık attı. “Bacağım, bacağım! Bir… bir tuhaf!”
Yine mi?!
Onları şaşırtan, sadece tek bir kişi de olmamasıydı. Aynı anda bir diğer daha haykırdı.
“Benim de! Sırtım! Lütfen birisi sırtıma baksın!”
Hiç kimse o ikisine yaklaşmaya cüret edemiyordu, onları birbirlerini incelemek üzere bırakmışlardı. Birisi bacağını sıyırırken diğeri üstünü çıkarttı. Bedenlerinin durumunu açık bir şekilde gördükten sonra, kalan insanlar korkuyla bağırdılar.
Bu iki kişinin üzerindeki yüzler, şekil almayı tamamlamışlardı!
“Nasıl bu kadar hızı büyüdüler?!”
“Unuttunuz mu? Uzun zamandır buradayız!”
“Ama nasıl fark etmediler?!”
“Bariz bir yerde değillerdi ve sadece biraz kaşındı. Bu hale geleceğini nereden bilecektim!”
“Bitti, bittik. Muhtemelen bizim üzerimizde de çoktan çıkmaya başlamışlardır.”
“Çabuk! Herkes kontrol etsin! Tüm vücudunuza bakın!”
Veliaht Prens tapınağında mutlak kaos hakimdi. İncelerken çığlıklar havayı dolduruyordu. Tahmin edildiği gibiydi! Çoktan pek çok kişinin vücudu yüzlerle sarılmıştı, sadece daha önce fark edememişlerdi. Şimdi baktıktan sonra, yeni yüzlerin tümüyle geliştiğini, hatlarının tamamen oluştuğunu fark ediyorlardı!
Sanki durumu biliyormuş gibi, Veliaht Prens tapınağının dışındaki şekilsiz yaratıklar daha da vahşice dans etmeye başladılar, el eleydiler hala. Ancak, içeride, her yönden korku ve endişenin yoğun sisleri yükseliyordu. Xie Lian’ın kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi hiç durmadan çarpıyordu.
Hatırladığına göre, Yüz Salgınının yayılması için bir süre geçmesi gerekiyordu, neden şimdi bu kadar hızlanmıştı?
Yüzü Olmayan Beyaz, Yüzü Olmayan Beyaz olmalıydı!
Başını hızla her şeyi başlatan soğuk gözlü izleyicinin tarafına çevirdi. Daha ağzını açamadan birisi ayağa fırladı.
Ağır bir şekilde nefes alarak, kızarmış gözleriyle yargıladı. “Sen… sen bir tanrısın, bir prenssin, ama yine de hırsızlık yapmaya cüret mi ediyorsun?”
Xie Lian kalakalmıştı, bu haldeyken neden bu adamın konuyu açtığını anlamıyordu, cevapladı. “Ben…”
Adam sertçe onu kesti. “Sana dua ediyoruz, ve sen ne yapıyorsun? Hırsızlık! Ne getirdin? Bir veba!”
O mu veba getirmişti?
Şok Xie Lian’ın yüzünden okunuyordu. “…Ben mi? Ben yapmadım?! Ben sadece…”
En sonunda insanların sabrının sınırına ulaştığı noktaya gelmişlerdi.
Gözlerinin kenarı kızarmış bir halde, yüz insan etrafını sardı. En yakınındaki yerdeki siyah kılıcı çekti. Xie Lian nefes almayı bıraktı.
Adam siyah kılıcı titreyerek yakaladı, bir yandan mırıldanıyordu. “Sen… Sen bağışlamamızı isteyeceksin değil mi? Günahlarının kefaretini vermeyi, değil mi?”
Çok fazla insan vardı. Eğer her biri ona bu kılıcı saplarsa, nihayetinde ondan geriye ne kalacaktı?
Sayısız kez delinmek, geride binlerce delikten oluşan ve ayırt edilemez bir et yığını bırakmak dışında, daha bile çok korktuğu bir şey vardı. Eğer onların istediklerini yapmasına izin verirse, kalbindeki bir şey, bir daha asla eski haline dönemeyecekmiş gibi hissediyordu.
Daha fazla düşünmek istemeyen Xie Lian haykırmaktan kendini alamadı.
“Yard –”
Ancak daha ‘yardım edin’ tümüyle şekillenemeden, aynı buzdan siyah kılıç bir kez daha bedenine saplandı. Xie Lian’ın gözleri korkuyla açıldı.
Ardından jilet kadar keskin kılıç kabaca geri çekildi. Ardından gelen sonraki kişi bir saniye bile harcamadı ve kılıç neredeyse aynı yere gömülmüştü. Xie Lian’ın boğazında hapsolan ses en sonunda özgür kalmıştı ve uzun, acı dolu bir çığlık tüm bedenini parçaladı.
Çığlığı o kadar içlerine işlemişti ki etrafındaki insanların tüyleri diken diken oldu. Gözlerini kapatarak, başlarını çevirenler bile vardı.
“…Bağırmasına izin vermeyin. Hızlanalım ve çabucak bitirelim!”
Xie Lian birisinin ağzına bir şey tıktığını ve elleri ile ayaklarının tutulduğunu fark etti.
Adam tekrar emretti. “Tutun ve düşmesine izin vermeyin. Ayrıca, yanlış yerlere saplamayın, eğer hayati olmazsa işe yaramaz!”
“Tek sıraya geçin, kimsenin hakkını yemeyin! Size geçmeyin dedim, ilk ben gelmiştim!”
“Neresi hayati? Sayılıp sayılmadığını nereden bileceğim?”
“Her neyse, sadece kalp, boğaz veya karnını hedef al yeter!”
“Eğer hayati bir yere sapladığından emin değilsen, bir daha dene!”
“Olmaz! Eğer ikinci kez saplarsa, o zaman diğerlerine nasıl sıra gelecek?”
Başlangıçtaki tereddüt ve gönülsüzlük, yerini kayıtsızlığa bırakmıştı. Zaman ilerledikçe, hareketleri daha da kolaylaşıyordu. Kılıcın sayısız saplanışının ardından, Xie Lian’ın gözleri ardına dek açılmış ve yüzü ağır ter damlalarıyla kaplanmıştı. Kalbinin derinliklerinde, bir ses usulca çığlıklar atıyor ve haykırıyordu.
Yardım edin.
Yardım edin, yardım edin, yardım edin.
Yardım edin, yardım edin, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım, yardım edin!!!!!
Acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor… acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, acıyor, ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR ACIYOR!!!!!!!!
Neden ölemiyorum.
NEDEN ÖLEMİYORUM?!!!
En acı sesiyle haykırmak istiyordu, ama boğazında tek bir harf dahi yoktu, muhtemelen çoktan tümüyle kesildiği içindi. Acıdan delirmek istiyordu. Sanki birkaç ömürlük acıyı çekmiş ve bundan sonra, artık başka hiçbir acıyı hissedemeyecek gibiydi. Hiçbir şey göremiyordu, dünya kapkaranlıktı, sadece yanında öfkeyle yanmakta olan hayalet alevi vardı. Daha parlaktı ve güçlenmişti. Ancak Yüzü Olmayan Beyaz’ın avucunun içinde, kaçmayı başaramıyordu.
Kendi dehşet dolu çığlıklarını duyamıyordu ama onun yerine bir diğer iç parçalayıcı haykırışı işitmekteydi, ve sanki bu ses alevlerden geliyordu. Her ne kadar ona ait olmasa da, duyduğu bu acı onunkiyle aynıydı, sanki o sesi çıkaran kendisiydi.
En sonunda, daha fazla akıl sağlığını korumayı başaramadı. Boğazında bir uğultu vardı ve bilinci tümüyle parçalandı. Aynı anda, bir patlama yükseldi ve öfkeli alevlerden bir dalga Veliaht Prensin tapınağını yıkadı.
“AAAHHHHHHHHHHHHHH!”
Kalın ve tiz çığlıklar birbirlerine girmişlerdi. Kızgın alevler kükredi ve her yeri ateşe verdi, herhangi birinin kaçmasını imkansız hale getirmişti. Hayalet alevi canlı bir şekilde titredi. Bir saniye içinde, Veliaht Prens tapınağının içinde bulunan yüzlerce yaşayan beden, yanarak yüz sıra kömür karası kemiğe dönüşmüştü!
Alevler en sonunda yatışıp, tekrar bir araya geldiği zaman, ilk baştaki küçük hayalet alevi topu çoktan yok olmuştu. Onun yerinde belli belirsiz şekillenmiş genç bir adam silueti vardı.
Genç sunağın yanmış, kara yüzeyinin önünde diz çöktü. Yerlere kadar eğilmişti, her iki eliyle başını tuttu ve muazzam, kahredici bir acıyla feryat etti.
Sunakta yatmakta olan kişiye ne olduğuna bakmaya cesaret edemiyordu, çünkü artık orada yatan şey bir insana benzemiyordu.
Kemikler ve kafatasları Veliaht Prens tapınağının içinde yerlere saçılmışlardı. Yüzü Olmayan Beyaz dönüp tapınaktan çıkarken kontrol edilemez kahkahalara boğulmuştu. Öfke alevleri ise sadece Veliaht Prens tapınağına uğramamıştı, dışarıdaki delirmiş, şekilsiz yaratıklar bile kuru ceset ve artıklara dönüşmüşlerdi. Sanki görmüyormuş gibi, Yüzü Olmayan Beyaz bu kömürleşmiş, külden kalıntıların arasından geçip gitti.
Tüm orman, hayır, tüm dağ titriyor ve ıstırapla haykırıyordu!
Sayısız siyah gölge gökyüzüne uçtu. Onlar, artık yaşam barındırmayan bu yerin, korkudan aklını yitiren ve kaçmak için çabalayan ruhlarıydı. Güçlü bir esinti ise onları her yöne savurmuştu. Veliaht Prens tapınağının üzerinde, huzursuzca gürleyen büyük bir siyah bulut katmanı, sanki devasa bir iblis gözüymüşçesine yavaşça dönmekteydi.
Bu şeytani bir yaratığın doğumuydu, yabani bir ruhun şekillendiğinin habercisi!
 Çevirmen: Nynaeve
168 notes · View notes
942705 · 4 years
Text
Ocak 2021
Prens - Nicholas Machiavelli
Siyaset bilimini ya da siyasetçilerin davranışlarını anlayabilmemiz için sıklıkla referans verilen kitaplardan birini sonunda okudum. Aslında geç kaldım bile denilebilir. Günümüzde birine hakaret etmek için çok Makyavelist (amaca giden yolda her şey mübahtır görüşünün siyaset versiyonu diyebiliriz) yaklaştığını söylediğimiz olur. Yayınlandığı andan itibaren birçok kesim tarafından şeytanlaştırılmış. Ancak Prens’i bazı açılardan oldukça beğendiğimi söylemek isterim. Machiavelli bu kitabı Lorenzo de Medici’ye öneri amacıyla sunmuş ama hayata dair de çıkarımlar yapılabilir. Yer yer ben de meşrulaştırma araçlarını sorguladım ama negatif düşüncelerle yaklaşmanın çok da doğru olduğunu düşünmüyorum.
“Çünkü her zaman iyi bir insan olmak isteyen kişi, iyi olmayan onca insan arasında kesinlikle yıkıma uğrayacaktır.”
“Var olan en iyi kale, halk tarafından nefret edilmemektir, çünkü kalelerin olsa bile, halk senden nefret ediyorsa bu kaleler seni kurtaramaz; halk bir kez silaha sarıldığında ona yardımcı olacak yabancılardan asla mahrum kalmaz.”
Bilinmeyen Bir Tanrıya - John Steinbeck
Steinbeck’in kitaplarına olan sevgimi belki beni çok çok eskiden takip eden arkadaşlar bilir. Her yıl muhakkak en az bir kitabını okumaya çalışırım ama 2020’de hiç okumadığımı fark ettim. Hâl böyle olunca yeni seneyi hemen ona ait bir eserle taçlandırmak istedim. Bilinmeyen Bir Tanrı’ya pagan inançların hakim olduğu bir eser. Yine felaketin yazgıya dönüştüğü hayatları okuyoruz.
“İnsanın bir şeye, her sabah orada olacağını bildiği bir şeye suratını yaslaması gerek.”
“İnsan tuhaf şeylere mutlu oluyor. Benim ağacımda oturman beni mutlu etti.”
“Elizabeth’in kurmuş olduğu saat onun eliyle uygulanan basıncı hâlâ muhafaza ederek tiktaklıyordu, ocağın üstüne kurumaları için astığı yün çoraplar hala nemliydi. Tüm bunlar Elizabeth’in henüz ölmemiş parçalarıydı.”
Güçler - Ursula K. Le Guin
Güçler, yazarın Batı Sahili Yıllıkları adlı eserinin son kitabı. İlk iki kitabı Marifetler ve Sesler’di. Marifetler daha çok giriş niteliğinde bir kitap. Kahramanlarıyla ön plana çıkıyor. Zaten ardından gelen iki kitabın ana kahramanlarının yolu da hep bu ilk kitaptaki karakterlerin yoluna çıkıyor. Güçler serinin içinde en çok sevdiğim kitap oldu. Hatta itiraf etmeliyim, kitabı e book olarak okudum. Bu yüzden elimde olmadığı için üzüldüm. Oldukça masalsı ama her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir masal değil bu. Baş kahramanımız Gavir’in karşısına türlü türlü zorluklar çıkıyor. Onun bu zorluklarla mücadele edip kendini ve yolunu bulması insanın yüreğine dokunuyor. Üç kitapta da zorluklarla mücadele etme yolunu kahramanlarımız kitaplarda buluyor.
“Eğer ezel ve ebedin bir mevsimi varsa, yaz ortaları olsa gerek. Sonbahar, kış ve bahar hep değişim, hep bir geçiş – ama yıl, yazın zirvesinde hareketsiz kalıyor. Anın geçip gittiğini biliyorsunuz ama geçerken bile insanın gönlü biliyor ki hiçbir şey değişmiyor.”
“Kendini hatırladığın sürece güvendesin demektir.”
Siyasi Tarih İlk Çağlardan 1914’e - Oral Sander
Bu kitabı alalı çok uzun zaman oldu. Birçok bölümünü ayrı zamanlarda okumuştum ama tamamını en baştan hiç okumamıştım. Siyasi tarihle ilgili bir şeyler okumak istediğim için elime aldım. Öncelikle kapsadığı tarih aralığı oldukça geniş. Bu da Oral Sander’in olayları detaylı işleyememesine neden olmuş. Ama uluslararası ilişkiler açısından siyasi tarihte gerçekleşen vakaları ele alış şekli için okunabilir. Kaba taslak bir fikir sahibi olmak isteyen, alana yabancı kişiler de okuyabilir.
İnsan Dengesi - Marget Schreiner
Bu kitabı da hiç aklımda yokken YKY’nin İstiklal’deki çalışanı nedeniyle aldım. Belki siz de yaşamışsınızdır, orada çalışan bir beyefendi kitap önermeyi oldukça seviyor :) İsmi ve söyledikleri hoşuma gittiği ve kendime bir güzellik yapmak istediğim için hemen aldım. Aslında iş arkadaşımın küçük çocuğuna kitap almak için gitmiştim :) Kitaptan bahsedecek olursak bence fikir olarak oldukça güzel, çok da güzel anlatılar var içinde ama yer yer bir olmamışlık seziyorsunuz. Ölmeden önce mutlaka okumak gerekir listemde olur mu çok emin olamadım.
Tumblr media
Sonsuz Aşk - Ian McEwan
Bu kitabı düşünürken aklıma hep Koleksiyoncu kitabı geliyor. İkisinin de saplantılı aşkı işlemesi mi buna neden oluyor bilmiyorum ama ister istemez diğer kitabı düşünüyorum. Ve evet kesinlikle o kitap daha iyiydi. Ian McEwan hakkında henüz kesin bir yargıya varamadım. Sonsuz Aşk yer yer oldukça güzel ama sonu beklentilerimin altında kaldı sanki :) Yazarın seveni çok. Çocuk Yasası adlı kitabı da iyiydi ama arkadaşım kitaplarını hediye etmese hemen alıp diğer kitaplarını okudum okur muydum bilmiyorum. Cumartesi adlı eserini okuyup bir fikre varmayı umuyorum.
“Tam olarak kendime acıma duygusu değildi hissettiğim, bu da vardı ama daha çok bir tür kabuğuna çekilmişlik duygusu yaşıyordum, o kadar derinlere çekilmiştim ki benim dışımdaki her şey -sinir bozucu turistler, sokaktaki kız- kalın, cam bir panonun arkasında gibiydi. Bekleme odasına döndüm, düşüncelerim küçük akvaryumlarında gelişigüzel yüzüyorlardı; kimse benim durumumda değildi, keşke operaya bir bilet ayarlayabilseydim ya da kayıp bir çantam olsaydı ya da şu kızın başına gelen her neyse o benim başıma gelmiş olsaydı.”
Uyandığında - Hillary Jordan
Oldukça farklı bir distopyayla Ocak ayı okumalarını tamamlamış oluyorum. Uyandığında din devleti haline gelmiş bir ABD’yi anlatıyor. Suç işleyenlerin derilerinin suçlarının niteliğine göre sarı, kırmızı gibi renklere boyandığı bir dünya. Kahramanımız evlilik dışı bir ilişki yaşayıp, kürtaj oluyor ve gözünü yıllarca o şekilde kalacak bir kırmızı olarak açıyor. Yaşadığı zorlukları, aydınlanma mücadelesini anlatıyor kitap. İlk başları oldukça iyiyken sonlara doğru bozduğunu düşünüyorum. Ama yine de okunabilir.
“Peder Dale, sevginin sonsuz çeşidi vardır, derdi, ama en saf olanı merhamettir çünkü bir tek o benim için ne var diye sormaz.”
“Tanrı'ya inanmak için düşünmeyi ve soru sormayı bırakmak zorunda değilsin, çocuğum. Sekiz milyar koyundan oluşan bir sürü isteseydi eğer, bırak özgür iradeyi, bize kavrama yeteneği veren başparmaklar bahşetmezdi.”
11 notes · View notes
altidote · 4 years
Text
-Küçük bir çocuk
-Galiba sekiz yaşındayım
-Hayata dair hiçbir şey bilmeyen
-Gelecek kaygısı olmayan
-Aşk'ın ne olduğunu anlamayan
-Zorluk görmeyen küçük bir çocuğum
-Evet o benim
-Ailem ile eve dönüyorum
-Babamın yaşam savaşı vermiş
-O nasırlı elleri tutuyorum
-Eve geliyorum
-Ufacık ışıklı ayakkabılarım ile
-Acıları çekmeden önce
-Sanki sefasını sürüyorum
-Küçük Prens edasıyla
-Yumuşacık pijamamı giyiyorum
-Oyunlar, oyuncaklar ile yaşıyorum sanki
-Odaya geçiyorum
-Babamı yatağında, annemi meyve soyarken görüyorum
-Onların beni gördükten sonraki mutluluğunu da
-Usulca uzanıyorum
-Babamın o güven veren kollarına
-Televizyon izliyorum
-Ne izlediğime dikkat bile etmeden
-Sabırsızlıkla annemi bekliyorum
-Ve o soyulmuş meyveleri
-Bir an önce yemek istiyorum o meyveleri
-Hunharca yiyorum o güzel meyveleri
-Sonrasında izlemeye devam ediyorum
-Hiç bilmediğim televizyon programlarını
-Uykum geliyor yavaşça
-Hemen ardından büyümeyi hayal ediyorum
-Her gece yaptığım gibi
-Şimdi ise keşke küçük kalsam diyorum
-Hiç büyümemiş olsam
-O küçük ama değerli anılarımı hatırlıyor
-Göz dolduruyorum
-Ama en önemlisi
-O küçük ama değerli anılarımı çok özlüyorum
-Altidote
1 note · View note
varesteseyyahh · 5 years
Photo
Tumblr media
Sekiz yaşındayken küçük bir kurbağayı öpüp prens olmadı diye günlerce hayal kırıklığı ve güvensizlik yaşamış üzerine annemden dayak yemiştim.... . . - Ama olsun ben yine de kurbağadan umut kesecek değildim, ama bu kadar uzun sürmesini de beklemiyordum... . Çocukken kurbağayı pipetle şişirdiğim zamanları da ayrı bir özledim... . . . #çocukluk #eskiler #90lar #yeşilçam #anılar #eski #köy #kurbağa #prens #masal #forest #frog #prince #aesthetic #camping #nature #benimkadrajım #yolaçıkyolaçık #gezgin #travelphotography #travel #rain (Turkey) https://www.instagram.com/p/B2UExgfpIwT/?igshid=nk8qug1u19o9
4 notes · View notes
bilmisler · 6 years
Text
Sekiz Prensin İsyanı
https://bilmisler.com/sekiz-prensin-isyani/
Sekiz Prensin İsyanı
Tumblr media
Sekiz Prensin İsyanı, Batı Jin Hanedanlığı’na karşı kendi aile üyelerinin başlattığı büyük çapta bir ayaklanmaydı. 16 yıl süren isyan, Batı Jin’in askeri gücünü büyük ölçüde tüketerek hanedanın çöküş sürecini başlattı.
Jin imparatorluğu, Başkent Luyang’ı koruyacak bir bir savunma hattı oluşturabilmek için yerel askeri yönetimler kurmuştu. Gücün herhangi bir general ya da valide değil de imparatorluk ailesinde kalması için bu yönetimlerin başına prensler atandı. Böylelikle Sima Yan adı verilen Prenslikler ortaya çıktı. Bu prensler kendi bölgelerini istedikleri gibi yönetebilir ve emirlerinde 5.000 asker bulundurabilirdi. İmparatorluk ailesinin diğer üyeleri ise merkezi ve yerel yönetimlerde yer alıyor hatta önemli askeri birliklerde yüksek görevlere atanıyordu.
Prensliklerin kurulma kararı İmparator Wu’nun emriyle gerçekleşmişti. Kısa süre içerisinde prenslik sayısı 27’e kadar çıktı. İmparator Wu ölmeden kısa süre önce Kayınpederi Yang Jun’u veliaht prensin naibi olarak görevlendirdi. Yine aynı şekilde Sima Liang’da saltanat naibliğinin ortağı olucaktı.
İmparator Hui, tahta çıktıktan sonra taraflar gücü ele gerçirmek için harekete geçti. Yang Jun ve İmparator Hui’nin karısı İmparatoriçe Jia Nanfeng, Sima Liang’ı başkentten uzaklaştırdı. Yang Jun tek başına saltanat naibi oldu. Ama Jia Nanfeng tüm yetkiyi Yang Jun’a bırakmak istemiyordu. Prens Wei ile işbirliği yaparak saltanat naibi Yang Jun’a suikast düzenledi. Suikast sonrası devletin en güçlü makamları Prens Liang ve Başdanışman Wei Guan’ın eline geçti. İmparatoriçe Jia Nanfeng durumdan yeteri kadar memnun değildi. Prensi Wei’yi Prens Liang’ı öldürmeye teşvik etti. Ardından Prens Wei ihanetle suçlandı. Sürecin sonunda İmparatoriçe Jia Nanfeng, saltanat naibliği makamını ele geçirdi.
Ancak bu olay, imparatorluk muhafızlarını komuta eden Prens Lun’inin, impartoriçeye savaş açmasına neden oldu. İmparatoriçe’yi öldürmek için Prens Jiong’la birlikte savaştı. 301’de Prens Lun, İmparator Hui’yi tahttan indirdi ve imparator olarak tahta çıkdı. İmpartorluk topraklarında bu olay tahta zorla el koyma olarak görüldü. Prenslerin ayaklanmasının da zeminini hazırladı.
İlk olarak harekete geçen Xuchang garnizonunun komutanı Prensi Jiong oldu. Komutan Ye ve Prens Yong da ona katıldılar. Başkentteki yüksek rütbeli muhafızlardan biri İmparator Lun’u öldürdü ve İmparator Hui’yi yeniden tahta geçti. Prens Jiong imparatoru korumayı bahane ederek saltanat naibi olma isteğiyle başkente geldi. Durumdan memnun olmayan Prens Yong ise 302’nin başlarında askerleriyle birlikte başkent Luoyang’a doğru ilerledi. Prens Yong başkente yaklaşırken Prens Jiong, Prens Yi tarafından öldürüldü. Prensi Yi, yeni saltanat naibi oldu.
303 yılında Prens Yong ve Prens Ying’i yeni naib Prens Yi’yi öldürmek için harekete geçtiler. Başkomutan Zhang Fang, birlikleriyle başkente doğru ilerlemeye karar vermişti. Prens Yong’da 20.000’den fazla askerden oluşan bir orduyla ona katıldı. Saltanat naibinin ordusu daha küçük olmasına rağmen Prens Yong ve Prens Ying’i yenmeyi başardı. Yine de iki prens başkent Luoyang’ı kuşatmayı başardılar. Başkentte yöneticiler kimin tarafını tutacaklarından emin değillerdi. En sonunda Prens Yi’yi tutuklamaya ve onu Zhang Fang’a teslim etmeye karar verdiler. Prens Yi canlı canlı yakıldı.
Prens Ying imparatorluğun en güçlü adamı haline geldi. Ancak Başkentte kalmak yerine Ye şehrine geri döndü. Saraydan uzaktayken ülkenin kontrolünü de kaybetti. Prensi Yue, imparatoru rehin aldı ve Ye’deki Prens Ying’e saldırdı. Dangyin Savaşında iki prens karşı karşıya geldiler. Prens Ying savaşı kazanmayı başardı. Prens Yue, Donghai’deki topraklarına çekildi. Prens Ying’in eski ortakları Prens Yong ve onun sağ kolu Zhang Fang başkenti güvence altına almaya uğraşıyorlardı. Prens Yue ise kardeşi Sima ile güçlerini birleştirdi. Youzhou’nun bölge müfettişi de onlara katıldı. Birlikte Ye’ye saldırdılar.
Prens Ying, imparatoru da beraberinde götürerek önce Luoyang’a sonra batıda Chang’an’a çekildi. 305 yılında Prens Yue yeni birliklerle Prens Yong’a saldırdı ve onu yendi. Bir yıl sonra İmparator Hui’yi özgürlüğüne kavuşturdu. İmparator Hui başkente döndi. İsyankar prensler Ying ve Yong, sonraki savaşlarda öldürüldüler. Prens Yue imparatorlukta gücü eline geçirdi. Böylelikle Sekiz Prensin İsyanı da sona ermiş oldu.
Prens Yue artık hem sarayı hem başkenti kontrol ediyordu. Ama imparatorluğu kontrol etmek artık mümkün değildi. Yerel liderler merkezi otoriteye karşı ayaklandılar. Jin ordusu iç bölgelerde savaştığı için kuzey sınırı korunamadı ve kuzey topraklarının önemli bölümü kaybedildi. Saray entrikaları ve prensler arası rekabet devam etti.Tüm bu gelişmeler sonucunda Batı Jin Hanedanı’nın çöküş süreci başladı.
0 notes
blogjustmylife · 6 years
Text
Herkeste farklıdır yalnızlığın seyri. Hani kalabalıklar içindeki yalnızlık klişesinden bahsederler ya hep. Bazen de yalnızlığının içindeki kalabalık o kadar artar ki.
Kafandaki sesler birbirine savaş açmışçasına bir arbede yaşanır ve o arbedenin içinde kendine sorarsın: Ben kimim? , Ben nerdeyim?. Kazananı ,kaybedeni bulamayacağın bir kaosun içinde
ordan oraya sürüklenirsin de sesini duyan olmaz. Peki neden ,neden buna mecbur bırakırsın kendini! Anın tadını çıkaran insanları görürsün sadece o an mutlu olmayı amaçlayan insanlar...
Sense sadece yorgunsundur. Anlatamayacak kadar , dinleyemeyecek kadar.Herkes mutlu değildir elbette .Bazen de kendinden daha umutsuz ,daha yorgun ve hayatın anının farkında olmayıp ertesi gün ekmek parasını
ne yapacağını bilemeyen insanlar görürsün. Çocuğu hasta olan ,çaresiz dertlere gebe olan , evladı ölmüş , kimsesi kalmamış belki de bir savaşta bir depremde her şeyini kaybetmiş, kendinin neden
yaşadığını sorgulayan insanlar.. Ya da belki suçsuz yere dört duvara mahkum olmuş birilerini. Tecavüze uğramış insanlar duyarsın bir de yetmezmiş gibi istemediği adamdan
istmediği bir çocuğa hamile kalmıştır. Sonra tam bunlara inanamazken ailesinin onu susturmak için gereksiz serzenişlerine bakakalırsın. Kafanı biraz daha çevirince sokak ortasında dayak yiyen bir kadına karşı herkesin üç maymunu oynamasına da attığın sessiz çığlıklarla susarsın.
Anlam veremezsin sadece şaşakalırsın. Bir manzara görürsün ; yan yana ikisi de aynı yaşta belki ikiside aynı umutlarla dünyaya gelmiş iki çocuğun arasındaki uçuruma bakınca boğazının düğümlendiğini hatta yutkunamadığını hissedersin.
Bir gencin altındaki arabasına bakarsın tek derdi belki de iyi okullarda okusun her şeyin en iyisine sahip olsun diyen ebeveynlerinin her şeylerini o tek çocuğa adayıp dünya onun etrafında dönüyormuş gibi davranmalarını kafanda canlandırırken diğer tarafta masum ama hala gözlerindeki
o umut ışığını hiç yitirmeyen çocuğun çöpten nasıl harçlığını çıkardığını izlersin ve kafandaki tek cevapsız soru adaletin nerede olduğuyla öylece kalakalırsın.
Bu düşüncelerinle gördüğün belki de her gün şahit olduğun manzaralara yanından geçip kendi gününün telaşının içinde kaybolduğun günlerde çoğunlukla farkında olmadığını
farkedip daha da derinlere dalarsın. Sokakta mendil satmaya çalışan sekiz yaşındaki bir çocuğun yanından geçerken gözün bir cafede oturan dört gence takılır.Gerçek
dünyanın ne olduğunu hatırlayamayan gençleri görürsün ve dördü de hiç konuşmadan sosyal medyalardan belki her yediğini paylaşan ,belki kahramanlıklarını klavyeden yapan ama gölgesinden korkan , belki de başkalarının hayatlarına özenen ama daha çok çabalayarak
gördüklerine yetişmeye çalışan dünyadan bihaber yaşamaya an be an devam eden. Sonra bakarsın ki tüm manzara bu. Toplu taşımalarda mutsuz suratlar ellerindeki telefonlarda birbirinden renkli ve mutlu ifadelere,söylenmeyen her kelime hepsini birer şaire dönüştürürken rastlarsın.
Kendinden , dertlerinden , yalnızlığından ve yorgunluğundan kafanı kaldırdığında bu ve binlercesiyle karşılaştığını görünce durursun sokağın tam ortasında. Ve yine aynı soru. Ben kimim ?, Ben nerdeyim?. Belki de tek derdin önyargılardan uzak daha adil ve daha hoşgörülü bir dünyada yaşamaktı. Belki de tek derdin çocukların ölmemesiydi ,her bir çocuk öldüğünde ,tecavüze uğradığında, işkence gördüğünde
aynı burukluğu yaşadın. Belki iyi ve kötü olması önemsenmeksizin mezhebiyle, diliyle ,cinsiyetiyle ,yönelimleriyle ,ırkıyla ölen her insan senin içinde binlercesiydi. Belki de Küçük Prens okuyan , Şeker Portakalı okuyan ve kendini Martı Jonathan hisseden çocuklarla büyüttüğün bir dünya hayal etmiştin. Tek dileğin, tek yakarışın insanın insan olmasının değerli olmasına yetmesiydi. Hayvanların sevildiği ,doğaya saygının sonsuz olduğu bir dünyaydı .Belki...
Belkilerini büyüttün, çoğalttın kocaman yaptın içinde. Peki ,sen naiftin, önyargısızdın ,hoşgorülüydün ve kırılırdın değil mi! Ya öteki kavramını yok etmek pahasına ve ötekileşmemek için
ötekileştirdiklerimiz. Ya canavarları yok etmek için yarattığımız kendi canavarlarımız. Toplumda görünür kılınmak için yanında yer aldıklarımız ve yer almak istemediklerimiz. Elalem ne derse desin düşüncesi bizi mahvetti derken o elalemi önemseyip yaptıklarımız ya da yapmadıklarımız.
Erkek egemen bir toplumda kadının ezilişine karşı çıkarken boyun eğdiklerimiz.Kulun kula kulluk etmesine kızıp kabullendiklerimiz. Bunlar kendi kendimize itiraf etmeye çekinip susturduğumuz gerçekler ve aynaya baktığımızda yarattığımız kendi canavarımız. Evet, ben kimim hala bilmiyorum.Olmak istediğim yerle olmak istemediğim yer arasında sıkışıp kaldım. Tek çabam ,mutsuzluğumu en az hasarla atlatmak ve kitaplarımla dolu dünyamda sadece değiştirebileceğim tek bir kişi, tek bir şey olsa bile bunun için herkese karşı ve her şeye karşı kendi savaşımdan sağ çıkmak...
7 notes · View notes
rpgkroywen · 2 years
Text
DUYURU
Prens Maxon Schreave dün akşam on dokuz yaşına bastığı için Buckingham Sarayı, The Selection seçmelerinin başladığını açıkladı. On sekiz-Yirmi Üç yaşındaki genç hanımlar seçmelere katılıp, Birleşik Krallık tacı için kırk beş kişiyle kıran kırana yarışacakları reality programına dahil olabilirler.
Ödül: Prens Maxon’un kalbi ve Birleşik Krallık tacı
Seçmelerin bitiş tarihi: 16/09/22
1 note · View note
izimbozada · 3 years
Photo
Tumblr media
Prens Adaları diye tanımlanan 7 ada ve adacık, Bitinya kıyılarına paralel bir hat üzerinde bulunuyor. Büyükada(Prinkipo) bu adalar dünyasının bizim için kraliçesi hatta başkenti. Pitoresk çam koruları, harikulade manzaralı noktalar, Peralı ve Fenerli Grek ailelere ait villalar, özellikle de Aya Yorgi Manastırının bulunduğu tepe! Editöryel yazımızın ilk paragrafına serptiğimiz nostaljik iz düşümlerin hakkını veren bir mekâna geliyoruz: @adapalasbutikotelbuyukada 💖 Bizi kendine hayran bırakan tabii güzelliklerle bezeli Ada Palas, yıl 1910’da hükümet tabibinin köşküymüş, daha sonra ilkokul olarak kullanılmış. Sekiz yıl önce de baştan sona restore edilerek konuk ağırlamaya başlayan romantik bir otele dönüşüyor. Mekân ahşap ağırlıklı, saksılar içindeki bol yeşillik atmosferi ısıtıyor. Giriş katından odamıza doğru ilerlediğimizde vitrin içine gömülmüş kristal, gümüş objeler, dökme demir ayaklı lambalar, eski bir gramofon, antikadan fotoğrafa, resimden yontuya çok güzel detaylar var. Odaların hepsi ses yalıtımlı. Küçük otelleri “Küçük Otel” yapan insan sıcağıdır bizim için, bu da Ada Palas’ta bolca mevcut! Leziz ve keyifli bir gün geçiriyoruz burada. Harikuladeliğine, güzel manzaraya, ulaşımın kolaylığını da eklediğimizde buranın neden bizim için bu kadar özel olduğu daha kolay anlaşılıyor. Ağaçların çevrelediği Secret Garden Restoranları da kışın yüzümüzü ve ellerimizi tatlı tatlı ısıtıyor, yazın da püfür püfür yeşillikler içinde başka bir keyif veriyor. Başlangıç olarak da “muhabbet” ve “güleryüz” çok miktarda mevcut. Geleneksel mezelerden, ızgara çeşitlerine, deniz mahsullerine, her tür salata ve tatlıya uzanan menüleri nicelik ve nitelik olarak etkileyici. Canlı müzikten haz alırken mezeden de tad almanın yeri ve vaktidir diyoruz; her daim taze fava, dolma ve turşu çeşitleri, zeytinyağlı pırasa, humus, börülce ve patlıcan salatası alâkalarımızı bekliyor. Ertesi sabah ise gözlerimizi doyuran kahvaltılarındaki menemen damağımıza değer değmez lezzeti ile ruhumuzu tadlandırıyor! Ada Palas’ın odaları; Aralık 2021 için kahvaltı dahil tek kişi 400 Liradan, iki kişi 499 Liradan başlıyor. Telefon numaraları: 0216 382 14 44 / 0542 382 1444 👨‍🌾 İyi gezmeler 😌✌️ (Büyükada, Istanbul, Turkey) https://www.instagram.com/p/CX0X7PZNj6g/?utm_medium=tumblr
0 notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 189. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 189: Soğuk Beyaz Hayalet, Veliaht Prensi Şaşırtan Sıcak Sözler
“Çekil.” Dedi Xie Lian soğuk bir sesle.
Hayalet alevi çekilmedi.
“Neden yolumu kapatıyorsun?” Diye sordu Xie Lian.
Hayalet alevi cevap vermedi, ve diğer küçük hayalet alevleri sadece ‘oraya gitme’ demeye hiç durmadan devam ettiler. Xie Lian artık onlarla uğraşmak istemiyordu ve elini savurdu.
Ruhları parçalamamıştı; eli sadece hayalet alevlerinin yolunu kapatan düzenini bozmak içindi, bir grup ateşböceği veya balık sürüsünü dağıtır gibiydi.
Xie Lian hızla aradan geçti, kurumuş dallar ve ölü yapraklar ayaklarının altında eziliyordu. Ancak geriye baktığı zaman, hayalet alevlerinin hızla ona yetiştiğini gördü, bir diğer duvar oluşturmaya hazır görünüyorlardı.
Xie Lian uyardı. “Beni takip etme.”
En parlak ve sıcak hayalet alevi en önde geliyordu, sözlerine hiç kulak asmamıştı ve Xie Lian elini kaldırarak tekrar saldırmaya hazırlandı.
Kızgın bir şekilde uyardı. “Eğer beni takip etmeye devam edersen ruhlarınızı parçalayabilirim!”
Böyle bir tehdidin ardından pek çok hayalet alevi korktu, çırpınarak ve titreyerek geriye çekiliyorlardı. Ancak başı çeken hayalet alevi havada sadece bir anlığına durduktan sonra peşinden gelmeye devam etmişti, beş adım kadar arkasında mesafesini koruyordu. Bu hali Xie Lian’a sanki ‘beni yok etsen de umurumda değil’ der gibiydi, veya Xie Lian’ın sahiden ona vurmayacağının farkındaydı.
Ani, anlaşılmaz bir öfke Xie Lian’ı sardı. Eskiden o bağırdığı zaman hangi küçük yaratık karşı gelmeye cüret edebilirdi? Kuyrukları bacaklarının arasında, bir anda yok olurlardı. Şimdi sırf insanlar onu canları istediği gibi ezmekle kalmıyorlardı, bu küçük hayalet alevi topu bile ona itaat etmiyor, tehdidini hiçe sayıyordu.
Xie Lian’ın gözleri öfkeyle kızardı ve mırıldandı. “…Senin gibi küçük bir hayalet bile böyle yapıyor… hepiniz böyle yapıyorsunuz… herkes!”
Bu kadar küçük bir mesele yüzünden bu kadar sinirlenmesi biraz komikti, ama şu anda Xie Lian öfkeli bir nefretle içten dışa sarılmış bir haldeydi. Beklenmedik bir şekilde, bu kelimeleri mırıldandıktan sonra, hayalet alevi onun hem sinirli hem de üzgün olduğunu anlamış gibi havada asılı durdu, artık hareket etmiyordu. Yüzlerce küçük hayalet alevine de önderlik etti ve yavaşça geriye çekildiler. Kısa bir süre sonra ise gecede tümüyle kayboldular.
Xie Lian bir nefes verdi ve dönerek yola devam etti.
Yedi belki sekiz yüz adım kadar sonra, saklayan sislerin arasından silik bir şekilde çatı saçakları belirdi, sanki dağın derinliklerindeki eski bir tapınakdı. Xie Lian yaklaşık yakından baktığı zaman ise, gözleri ardına dek açıldı.
Bu… bir Veliaht Prens tapınağıydı.
Elbette, yıkılmış bir Veliaht Prensin Tapınağıydı. Haydutlar tarafından yağmalanmış, tabelası yere düşmüş, ikiye bölünmüştü. Xie Lian bir anlığına tapınağın girişinde durdu, ardından ayağını kaldırdı ve kırılmış levhanın üzerinden atlayarak tapınağa girdi. Büyük salondaki ilahi heykel uzun zaman önce yitmişti, belki parçalanmış belki yanmış, belki de denize atılmıştı. Sunak boş ve terk edilmişti, geriye sadece heykelin yanık tabanı kalmıştı. İki taraftaki ‘Beden Cehennemde, Kalp Cennette’ yazıları otuz kez kesilmişti, tıpkı yüzü bıçakla kesilmiş güzel bir kadın gibiydi; artık güzel değildi, sadece ürpertici bir şekilde vahşiydi.
Xie Lian sakin kaldı ve büyük salonda yere oturdu, Yüzü Olmayan Beyaz’ın belirmesini bekliyordu. Yaklaşık beş dakika kadar sonra bir şekil sahiden tapınağın dışındaki bulanık sislerin arasında belirdi.
Ancak şekli doğru değildi; Yüzü Olmayan Beyaz kadar rahat değildi ve ayak sesleri de yanlıştı, çok daha aceleciydi, Yüzü Olmayan Beyaz’ın sessiz sürünmelerine hiç benzemiyordu. Bu nedenle de gelen kişi Yüzü Olmayan Beyaz olamazdı, veya tanıdığı herhangi bir kişi.
Öyleyse kimdi?
Xie Lian gergin ve tetikteydi, ve en sonunda adam ta-ta-ta-layarak Veliaht Prensin Tapınağına girdiği zaman net bir şekilde gördü. Ne yazık ki gelen kişi hiçbir tahminine uymamıştı – ne kadar incelerse incelesin, hiçbir kusuru bulunmayan bir yolcuydu sadece.
Ama Xie Lian hemen rahatlamadı; bunun Yüzü Olmayan Beyaz’ın bir numarası olup olmadığını kim bilebilirdi?
Yabani, ıssız bir dağdaki yıkık bir tapınakta, aniden birisiyle karşılaşınca Xie Lian ona karşı tetikte bekliyordu, ve adam da Xie Lian’a karşı.
Kısa bir an sonra, adam en sonunda sordu. “Siz… Daozhang? Burasının ne olduğunu biliyor musunuz?”
Xie Lian hafifçe kaşlarını çattı ve başını kaldırdı. “Burayı bilmiyor musun? O zaman burada ne işin var?”
“Kayboldum!” Dedi adam. “Etrafta dolaşıp durdum, ama bir türlü buradan uzaklaşamadım!”
Xie Lian bunun kaybolmak olmadığını biliyordu. Eğer bu adam Yüzü Olmayan Beyaz’ın kılıklarından birisi değilse, o zaman muhtemelen bir şey onu buraya çekmişti.
“Artık yürümene gerek yok, çıkamayacaksın.” Dedi Xie Lian.
“Ne? Ne diyorsun?”
Ancak Xie Lian daha fazla cevap vermedi ve meditasyon yapmaya devam etti. Eğer Yüzü Olmayan Beyaz tarafından buraya çekildiyse, o zaman paniklemek faydasız olacaktı. Eğer kimsenin gitmesine izin vermiyorsa da, o zaman kaçmaya çalışmanın da bir anlamı yoktu, bu yüzden de en iyisi ne yapmayı planladığını görmek için Xie Lian’ın sessizce beklemesiydi.
Adam da koşturup durmaktan yorulmuştu, bu nedenle dinlenmek için oturdu, ikisi de huzurluydu. Sislerin içinden bir diğer figürün daha belirmesi uzun sürmemişti, tapınağa girdi, ve elbette o da şaşkın bir yolcuydu. Tapınağın içinde insanlar olduğunu görünce hızla yaklaşmıştı.
“Hey dostlar! Burasının neresi olduğunu sorabilir miyim?”
İki yolcu sohbet etmeye başladı ve Xie Lian’ın içinde kötü bir his filizlenmeye başladı.
Sahiden de Veliaht Prensin Tapınağının ondan fazla insanla dolması iki saat bile sürmemişti, biri ardına diğeri gelmişti. Erkeği, kadını, yaşlısı, genci, hepsi; kimisi tek başına gelmişti, kimisi üç dört kişilik gruplar halinde, kimisi ailecek, ve neredeyse hepsi kaybolduğu için oradaydı. Kaybolma nedenleri de çeşitli ve absürttü; şehrin sokaklarında kayarken kaybolup buraya gelenler bile vardı, inanılacak gibi değildi. Tapınağın içinde Xie Lian taş kırma yarışması sırasında karşı karşıya geldiği inatçı sokak sanatçısını bile gördü. Hiç iyi görünmüyordu; görünüşe göre bir önceki yarışmaları onu sahiden yaralamıştı. Birbirlerini fark etmişlerdi ama tek kelime etmediler, ve sadece başlarını salladılar.
Hepsinin sıradan insanlar olduklarını fark etmek kolaydı ve hepsi dağın derinliklerine Yüzü Olmayan Beyaz tarafından çekilmişlerdi!
Xie Lian’ın zihnindeki tehlike çanları gittikçe yükseliyordu, ama yine de kımıldamadı. Soğuk bir çörek çıkarttı ve dikkatle ısırdı, güçlükle çiğnedi, ardından güçlükle yuttu. Geleceği kesin olan büyük savaşla yüzleşmek için tüm gücünü saklaması gerekiyordu.
Dört saat sonra, Veliaht Prensin Tapınağı ‘kayıp’ insanlarla dolup taşıyordu. Xie Lian sessizce saydı, yaklaşık yüz kişiydiler. Bir tanesi bile ormandan çıkamıyordu.
Kalabalığın olduğu yerde, gürültü de olurdu ve herkes sohbet ediyordu.
“Sen de mi sebepsiz yere buraya geldin? Burnuma kötü kokular geliyor!”
Birisi önerdi. “Neden çıkıp tekrar başka bir yol aramıyoruz?”
Birisi hemen hemfikir oldu. “Hadi, gidelim, bunca kişi bir araya gelip de tek birimizin bile dışarıya çıkamamasına inanmayı reddediyorum!”
Ancak köşede oturmakta olan Xie Lian bir anda başını kaldırdı. “Ne kadar yürürseniz yürüyün fark etmeyecek. Çıkış yok.”
Kalabalık öne döndü. “Neden?”
Xie Lian acı bir şekilde konuştu. “Çünkü hepiniz buraya bir canavar tarafından yönlendirildiniz. Hepiniz onun oyuncaklarısınız, neden bir anda sizi serbest bıraksın?”
“…”
Kalabalığın içinde, bazıları onun abarttığını düşünüyordu, bazıları deli olduğunu ve bazıları ise onun hafife alınmaması gerektiğini.
Birisi doğruldu. “Sen kimsin? Böyle bir şeyi neye dayanarak söylüyorsun?”
“İlk gelen oydu muhtemelen. Ben geldiğimde çoktan buradaydı.”
“Tuhaf…”
“Evet ve yüzü de kapalı.”
“Kanıtın var mı?”
Xie Lian sessizce konuştu. “Kanıtım yok. Bana ister inanın ister inanmayın. O yaratığın sizi buraya yemeğe davet etmek için toplamadığı belli. Size daha dikkatli olmanız gerektiğini söylememe gerek yok sanırım.”
Tam sözleri sonlanmışken, daha hiç kimse cevap veremeden, uzaklardan telaşlı ayak sesleri yükseldi. Herkes başını kaldırdı.
“Birisi daha geliyor!”
Hemen dışarıya çıkıp kontrol etmek isteyenler belirmişti, ama daha tapınağın eşiğini geçtikleri gibi aceleyle geri içeriye koştular. Sonuçta, koşma seslerine eşlik eden delirmiş çığlıklar da yükselmeye başlamıştı.
Çığlık sesleri hiçte bir insana aitmiş gibi değildi ve herkesin yüzü düştü, tapınağa geri çekildiler.
“Bu ne, nasıl olur? Bir tür yaratık değil dimi o??”
Şekil aldatıcı sislerin arasından hızla yaklaşırken, Xie Lian gözlerini kıstı. “Hayır, o bir insan!”
Sadece, onlara doğru koşmakta olan ve yenik bir şekilde çığlık atan bu kişi, elleriyle yüzünü kapatmıştı. Neredeyse tapınağa girmekte olduğunu görünce, Xie Lian kalabalığın arasından sızdı ve neler olup bittiğini görmek için en öne geçti. Ancak sanki adam gözleri yokmuş gibi doğrudan Veliaht Prens tapınağının girişindeki ağaca çarpmıştı. BAM! ve uzunca bir mesafe geri savrulmuştu, ardından yere düşmüş ve bayılmıştı.
Kalabalık sarsılmıştı ve hepsi sıyrılmaya, başlarını uzatarak görmeye çalışıyorlardı, merak etmişlerdi. “…Ne… O adamın nesi ar?”
Kimisi daha cesurdu, sokak sanatçısı da onlardan biriydi, çıkıp adamı inceleyeceklerdi.
Xie Lian hemen seslendi. “Ona yaklaşmayın!”
İnsanlar onun sert ses tonuyla sıçramışlardı ve sordular. “Ne yapacağız o zaman? Öylece yatmasına izin mi vereceğiz?”
“Ben gidip bakacağım.” Dedi Xie Lian.
“O zaman dikkatli olacaksın, değil mi?” Dedi kalabalık.
Xie Lian başını salladı ve yavaşça ağaca yaklaştı, çömeldi. Adamın yüzünü örten eli çekmek üzereydi ki adam aniden sıçradı ve iki kulak tırmalayıcı çığlık attı.
Evet, iki kulak tırmalayıcı çığlık. Ve her iki ses de aynı anda yükselmişti. Birisi ağzından çıkmıştı, diğer ise yüzünden gelmişti – adamın yüzünde bir yüz daha vardı!
İnsan Yüzü Hastalığı!
Xie Lian’ın tüm tüyleri diken diken oldu, gözbebekleri kasıldı ve tapınaktaki kalabalık da bu sahne nedeniyle donakalmıştı. Adam sıçradıktan sonra ellerini indirmiş ve insanların olduğu yöne doğru koşmaya hazırlanmıştı, ama neyse ki Xie Lian hızlıydı ve saldırmıştı. İnsan Yüzü Hastalığı kurbanı onun vuruşuyla metrelerce geriye uçmuştu. Xie Lian ardından hızla tapınağın girişini korumak için geriledi, bu esnada arkasındaki kalabalık ise panik ve şok içinde haykırıyordu.
“O hastalık sadece kraliyet başkentinde çıktı sanıyordum? Başkentte binlercesi öldü, hastalık bitmemiş miydi??”
“Gerçek değil, gerçek olamaz? Sahiden yüzünde yüz mü vardı??”
Daha da korkunç olan şey, bir an sonra her taraftan haykırışlar yükselmiş ve ondan fazla sarsakça yürüyen şekil tapınağın etrafında toplanmaya başlamıştı.
Hepsinin İnsan Yüzü Hastalığı kurbanı olduğunu anlamak için artık bakmaya gerek yoktu!
Birisi bağırdı. “HERKES KAÇSIN! DAĞILIN! YAKLAŞMALARINA İZİN VERMEYİN!!!”
Ancak Xie Lian da sesini yükseltti. “DAĞILMAYIN! ORMANIN İÇİNDE ONLARDAN KAÇ TANE DAHA VAR BİLMİYORUZ!! EĞER BAŞKALARI DA VARSA İŞİNİZ BİTER!”
“O zaman ne yapacağız??”
“Hedef tahtası gibi bekleyemeyiz!”
“Durduğumuz yerde ölümü mü bekleyelim??”
Xie Lian’ın yolda kopardığı dal belinde duruyordu, ve onu çekti, bir kılıç gibi tutuyordu. “Endişelenmeyin, buraya gelemezler. Elbette yaklaşıp yaklaşamayacaklarına ben karar vereceğim!”
Burası onun bölgesiydi, Veliaht Prensin Salonu!
“Sen…”
Kimsenin soru sormasını beklemeden Xie Lian dışarıya atladı. Dal parçası savruldu ve bir anda İnsan Yüzü Hastalığı kurbanları yere düştü. Xie Lian için bu hiçte zor değildi, sözlerini hareketleriyle kanıtlamış ve delilerden hiçbirinin yaklaşamayacağından emin oluyordu. Tapınaktaki kalabalık nefesini tutmuş izliyordu, dövüş devam ederken sarsılmışlardı, ve Xie Lian’ın kazandığını görünce hepsi tezahürat ettiler, cennete teşekkürlerini sunuyorlardı.
Bu esnada, ormandaki gece havasından bir sürü hayalet alevi süzülerek, her yerde dans etmeye başladılar. Xie Lian İnsan Yüzü Hastalığı kurbanlarını uzaklaştırmasına yardım mı ediyorlardı bilmiyordu ama her şekilde kendisine engel olmayacaklarını hissediyordu.
İşi bittikten sonra Xie Lian alışkanlık gereği kılıcını kınına sokmaya çalıştı. Ancak kın boş kaldığı zaman Xie Lian elinde tuttuğu şeyin bir kılıç değil de dal parçası olduğunu fark etti ve bir anlığına tuhaf hissetti. Bir an sonra, çok uzakta olmayan bir yerde beyaz cübbeli bir şeklin süzüldüğünü, eliyle onu çağırdığını gördü. Daha yeni savaştan çıkan Xie Lian’ın hala kanı kaynıyordu ve hemen peşine düştü.
“KAÇMAYI DÜŞÜNME BİLE!”
Hayalet alevi kümesi de üzerinden uçarak onunla beraber öne atıldılar, sanki yolunu aydınlatmak ister gibiydiler. Doğal olarak Yüzü Olmayan Beyaz kaçmıyor ve yavaşça yürüyordu, adımları tembeldi, ama her zaman yedi yüz adım kadar önünde kalıyordu. Xie Lian bir süre takip etti ama aniden aydınlandı ve hemen geri döndü. Onun peşinden gelmediğini görünce Yüzü Olmayan Beyaz durdu.
“Neden gelmiyorsun?”
Xie Lian arkasına baktı. “Bir kez daha İnsan Yüzü Salgını yaymak için beni uzaklaştırmak istiyorsun sadece, neden canının istediğini yap diye seni takip edeyim ki?”
Ancak Yüzü Olmayan Beyaz sadece güldü. “Hayır, yanılıyorsun. Hedefim seni yanlış yönlendirmek değil. Hedefim sadece sensin.”
Her ne kadar ağlayan-gülen maskeyle yüz ifadesi gizlenmiş olsa da, bir nedenle Xie Lian onun gülümsediğini hissedebiliyordu.
Onu yoldan çekmek istemesinin sahiden hiçbir anlamı yoktu. Eğer Yüzü Olmayan Beyaz tekrar İnsan Yüzü Salgınını yaymak istese, dünyanın herhangi bir yerinde bunu yapabilirdi ve Xie Lian onu durduramazdı. Neden bu dağın tepesini seçmişti ki?
Xie Lian durdu. “O zaman planın ne?”
Sayısız kez aynı soruyu sormuştu ve artık sabrını kaybediyordu.
Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Sana çoktan söyledim. Yanıma gelmeni istiyorum.”
Xie Lian ağaç dalını çıkarttı ve ona doğrulttu, her ne kadar hiç tehdit edici olmasa da, hatta biraz komik olsa da, yine de elindeki tek silahtı sonuçta. Şükürler olsun ki, özellikle parlak olan bir hayalet alevi dalın ucuna inmiş ve biraz savaş halesi katmasına yardımcı olmuştu.
Xie Lian sertçe buyurdu. “Senin yanında olmamı mı istiyorsun? Hayatını almam için mi?”
Yüzü Olmayan Beyaz sadece yumuşak bir şekilde kıkırdadı ve sıcak bir sesle konuştu. “Ekselansları, güzel bir yeşim parçasısın. Seni yönlendirip eğitmeme izin ver.”
“…”
Xie Lian hem şüpheci hem öfkeli hissediyordu, ve cıklamaktan kendisini alamadı. “Ve kendini beni eğitmeye layık mı görüyorsun? Benim ustam Xian Le’nin Başrahibi, sen kim oluyorsun?? Nereden geldin, seni canavar!”
Yüzü Olmayan Beyaz bir parmağını uzattı ve salladı. “Yine yanılıyorsun. Ekselansları, muhtemelen sana bu dünyada seni eğitmeye layık olan tek kişinin ben olduğumu söylemem gerek. Ustan mı? Xian Le’nin Başrahibi olan?” Sesi kibirli ve horgörü doluydu. “Benim önümde, onun adı bahsedilmeye değmez. Aksine, benim sana öğrettiğim şeyleri içten içe benimsiyorsun.”
Xie Lian öfkeyle bağırdı. “Bana ne öğrettin? Sen ne saçmalıyorsun? Tek kelimesi bile anlam ifade etmiyor!”
Yüzü Olmayan Beyaz dalga geçer gibi homurdandı. “Sana öğrettiğim ilk şey şuydu: bu dünyadaki pek çok şeye karşı güçsüzsün.”
Bunu duyunca sayısız kaotik görüntü ve ses Xie Lian’ın aklına doluştu. En sonunda dişlerini sıktı ve ‘kılıcını’ savurdu, ama Yüzü Olmayan Beyaz kolaylıkla kaçındı.
“İkincisi –”
Xie Lian’ı tuttu, dengesini kaybetmesine neden olmuştu ve neredeyse düşüyordu. Xie Lian başının üzerinde bir el hissetti.
“Sıradan insanları kurtarmak istiyorsun değil mi? Sıradan insanların senin tarafından kurtarılmaya ihtiyacı yok. Buna değmezler.”
Xie Lian’ın hareketleri bir anlığına bocaladı ve ele vurdu, etrafında dönerek bir kez daha dalı sapladı. PA! Yüzü Olmayan Beyaz eliyle dalı bölmüş ve onun arkasına geçmişti, iki buz kadar soğuk parmak çoktan başının arkasındaki hayati yerlere oturmuştu!
Bu iki teşvik eden parmakla beraber, Xie Lian her an beyninin delinebileceğini hissediyordu ve dondu.
Arkasından bir ses yükseldi. “Eğer benim yanıma gelmezsen, asla bana karşı kazanamayacağını bil ve her daim benim tarafından mağlup edileceğini.”
Xie Lian nefes nefeseydi ve karanlık bir sesle konuştu. “…Dilediğin zaman gel!”
Bir an duraksadıktan sonra, yavaşça her kelimeyi vurguladı. “Sadece şu anda kazanamıyorum. Beni sayısız kez yenebilirsin, ama beni öldüremezsin. Beni öldüremediğin sürece de, bir gün, seni kesinlikle yeneceğim!”
Hayalet alevi onun sözlerini duyduğu zaman, daha da vahşi bir şekilde yanmaya başladı, sanki tüm gece göğünü aydınlatmak ister gibiydi. Arkasında, Yüzü Olmayan Beyaz bir süre sessiz kaldı.
Ardından sordu. “Seni öldüremez miyim?”
Xie Lian nefesini tuttu ve konuşmadı.
Aslında, Jun Wu’nun ona verdiği bu ölümsüz bedenin ne kadar dayanıklı olduğunu kendisi de bilmiyordu. Eğer Yüzü Olmayan Beyaz sahiden bir anlık öfkeyle kafatasını parçalarsa, yine de hayatta kalabilir miydi?
Tam bu sırada Yüzü Olmayan Beyaz sessizce konuştu. “Sahiden, seni öldüremem. Ama seni öldürmeyeceğim de. Sadece, bu kadar kendine güvenme. Umarım sonrasında bu söylediklerinden pişman olmazsın.”
Pişmanlık mı? Neden pişman olsundu ki?
Xie Lian daha anlayamamıştı ki, bir el vahşice boynuna vurdu ve bir anda karanlığa gömüldü.
Karanlığın içinde çok uzaklardan bir ışık ve sıcaklık geliyor gibiydi. Xie Lian ışığa doğru gitti, ve biraz biraz kendine gelmeye başladı.
Yavaşça gözlerini açtı, ve ilk gördüğü şey yukarıdaki hayalet aleviydi. Görünüşe göre bilinçsizken hissettiği ışık ve sıcaklık ondan geliyordu.
Onun uyandığını görünce, hayalet alevi hemen yaklaştı, ama sanki ona yaklaşmanın kabul edilemez olduğunu düşünür gibi hafifçe tekrar uzaklaşmıştı. Xie Lian bu hayalet alevi topunun özellikle dikkate değer olduğunu hissediyordu sürekli. Eğer doğru hatırlıyorsa, ona engel olmak için örülen duvardan da o sorumluydu. Uzanıp ona dokunmak istedi, ama beklenmedik bir şekilde elini hareket ettiremedi.
Xie Lian donakalmıştı ve hemen kendine geldi. Bakmak için başını eğdi ve ancak o zaman neden ellerini hareket ettiremediğini anladı. Kolları ve bacakları bağlanmıştı.
Sıkı bir şekilde bir sunağa bağlanmıştı, bedenin altında yıkık heykelin tabanı vardı. Sunağın altında ise itiş tıkış bir sürü insan vardı ve birbiri ardına dizilmiş kırpılmayan gözlerle onu izliyorlardı.
 Çevirmen: Nynaeve
140 notes · View notes