Tumgik
#tembel olmasın
fiemanillah · 2 years
Text
Belkide aramızda duası kabul olabilecek kişiler vardır Allah en güzelini bilir .. , bana dua eder misiniz hayırla sınava çalışsın başarılı olsun diye
16 notes · View notes
hosgeldinhuzun · 4 years
Text
Tumblr media
Tek bir tembel insan yoktur ki hiçbir şey yapmamasını açıklayacak muhteşem sebepler öne sürmesin
ve işinin başına geçmeye teşvik edenlere verecek sağlam cevapları olmasın...
82 notes · View notes
perfavor · 3 years
Text
alınmaca gücenmece olmasın ama bir şey söylemek istiyorum şu ülkede o kadar millet bir arada yaşıyoruz sanırım en tembel ve beceriksiz olanı türkler suriyeliler bile on yıldır falan buradalar daha iyi tutunuyorlar türkler çok korkak ne doğru düzgün yatırım yaparlar ne ticarete atılırlar bi parça aşım kaygısız başım mantığında çoğu
8 notes · View notes
kulti-gin · 3 years
Text
Tumblr media
ULU TANRI !
Namuzsuz bir tek TÜRK yaratacağına, dünyayı yık daha iyi !
Ne kadar korkak TÜRK varsa hepsini helak et !
TÜRK herşeyi mukayese etsin ! Yalnız akıl ve mantık denen şeylere bırakma onu ! Sabırlı, derde dayanıklı olsun ! İradesi çelik gibi olsun ! Dönek TÜRK yaratma !
TÜRK’leri maymun iştahlı yapma !
TÜRK daima ihtiyatla adım atsın ! Kimsenin tatlı diline inanmasın ! Kimseye emniyet olmasın ! Çalışma zekadan üstün bir kıymet olduğundan, TANRI, sen TÜRK’ü çalışkan et !
TÜRK’ün ömrü çalışma ile geçsin ! Ona daima çalışma aşkı ver ! Hele el birliği ile çalışmayı alet etsin !
Tembel TÜRK’ü hemen öldür !
TÜRK’e her milletinkinden üstün zeka ver ! Zeka ve çalışma ; ikisi bir arada olunca TÜRK’ün önünde durulmaz ! Milli büyüklüğün tek şartı yüksek ideal, buna alışmak için de yüksek ahlak, fedakarlık ve sebat lazım olduğundan TÜRK’leri ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl ! TANRI , TÜRK’leri sen kendi elinle birleştir ve her şeyden evvel ruhları birleşsin !
Onları tek bir kafa gibi birleştirici kültür sahibi et ! TÜRK’ü töresine sadık kıl, Tanrı ! TÜRK budunu : Biliniz ki atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş büyük bir hikmettir. Tanrı beni töreye dokunmaktan ve dokundurmaktan sakladı ve saklasın !
9 notes · View notes
kupyazar · 4 years
Text
İçim huzursuz, sebebini bulamadığım bir huzursuzluk üstelik. Anksiyete mi bu? Oysa adını anmaya bile korkarım sanki söylersem yeniden gelecekmiş gibi. Düzenli içiyorum ilacımı hiç böyle geri geldiğini hissetmemiştim. Bilmiyorum belki de bu seferki o değil. Ağlamak istiyorum sanki ağlarsam geçecek gibi. Zorluyorum kendimi, olmuyor oysa hep olurdu neden olmuyor? Bizimkiler yine gelecek kaygısı mı, aklında hala kazanamadığın o bölüm mü var, altı yıldır cidden yine aynı düşünceler mi diyorlar, korkuyorlar, endişe ediyorlar. Çok uyuyor gibiyim bu aralar en çok da ona takılıyorlar. Depresyon olmasın doğru söyle kafana mesleğini mi takıyorsun diyorlar. Bilmiyorum, içten içe takmadığımı hissediyorum çünkü çok sıkıldım. Eskiden hayalimde olan meslek bile bana bir külfet gibi geliyor. Eskiden olumlu yanlarını sürekli anımsadığım o bölümün şimdi yalnızca olumsuz yanlarını anımsıyorum. O zaman neden böyleyim? Şehir değiştirdim ablama geldim, tatlı yeğenim her an ama her an onunla oyun oynayayım onu eğlendireyim istiyor ona bile gücüm yok. Sanki fazla efor sarf edersem fenalaşacakmışım gibi eski anksiyetik hislerimi andırıyor bana bu hiçbir şeye gücü olmamalar. Korkuyorum, böyle olmak istemiyorum. Tam bunlara değindiğimde gözümden bir damla yaş düştü. Sanırım asıl sebebin olduğu kısımları deşiyorum. Oysa her şey çok normal, sıkıntılı bir dönem de yok ne ailevi ne şahsi. Tarif şeklim giderek anksiyeteye yöneliyor, korkuyorum. Oysa bu gece erken yatacaktım. Geç yatınca ve sabah yeğenim uyandırdığında o kadar zorlanıyorum ki gün içinde uyumaya da yüzüm olmuyor. Nedense uyursam ablam karşısında yine güçsüz, çocuk, tembel kıza dönüşeceğim. İstemiyorum bunu, çocukluğumdan beri üç ablam da beni bir bebek gibi yetiştirdi ve şimdi tembel anlarımda beni güçsüz ve çocuk gibi olmakla suçluyorlar. Garip olmakla, hasta gibi olmakla, nasihatlar veriyor annem. Her zaman güçlü ol kızım, hayatta her zaman güçlü olmak gerek diye, öyle oldukça daha da güçsüz hissediyorum. Daha da çocuk, yirmi üç yaşında bir çocuk.
1 note · View note
belkidebirharfimben · 4 years
Text
Herkes kendilik çölünün bedevisidir
Bilmem başkasına da öyle gelir mi? Bana ilginç geldi. Bediüzzaman'ın 'besmele'yi anlatan Birinci Söz'e nasıl bir temsil-i hikayecikle başladığını hepiniz az-çok hatırlıyorsunuzdur. Hatırlamayanlar için tekrar edelim:
"Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."
Eski yazılarımı okuyanlar belki anımsayacaklar: Mezkûr temsilde geçen 'Alanı her yerde selametle gezdi' cümlesini ‘kainatı Allah'la açıklamanın kolaylığı’ perspektifinden analiz etmiştim daha önceleri. Elhamdülillah. Yüzbin şükrolsun ettirene. Şekerini dilimize koyana. Bu yazıda ise o tefekkürüme bir başlık daha eklemek istiyorum: ‘Hayatı Allah'la yaşamanın kolaylığı.’
Peki bununla ne demek istiyorum?
Farkedişimin özü şu: Risale-i Nur'da, hem kainatı ‘varlıksal açıdan’ Allahsız açıklamanın imkansızlığı vurgulanır, hem de ‘yaşamsal açıdan’ Allahsız lezzetlenmenin/huzurlanmanın imkansızlığına dikkat çekilir. Birincisi 'aklî bir imkansızlıktır' ikincisi 'kalbî bir sancıdır.' Evet. Daha geniş bir görüş için iki kelimenin ardına düşmenizi isteyeceğim: 'Muhal' ve 'elem.' Risale-i Nur'da bu iki kelimenin kullanışını şöyle bir gözden geçirirseniz sezersiniz: ‘Muhal’ ile aklî imkansızlıklara işaret edilirken ‘elem’ ile kalbî sancıların yerleri gösterilir.
Yani, Hak Teala’nın ism-i şerifini almadığınız zaman yanınıza, hatırınıza, bakış açınıza kainatı aklî bir zeminde açıklamak da güçleşir, kalbî zeminde yaşamak da. Evreni yapısal anlamda izah etmeye çalışanı da selamete çıkaracak Allah'ın ismidir, yaşamdan payına düşen hissedişle mutlu olmak isteyeni de. Teori de Allahsız tatmin edici olamaz pratik de.
Birincisine Ayetü'l-Kübra Risalesi güzel bir örnek oluşturabilir. İkincisine Hastalar veya İhtiyarlar Risalesi. Belki 'afakî' ve 'enfüsî' tefekkür dediğimiz iki daireyi birbirinden ayıran da bu 'duyuş'tur. Hatırlayalım: Ayetü'l-Kübra’nın yolcusu kainatı varlıksal açıdan bir yere koymaya çalışır. Hastalar Risalesi'nin yolcusu ise hissettiği acılara bir anlam vermeye gayret eder. Bu iki ders türü nihayet Birinci Söz'deki o küllî bağlanır: 'Alanı her yerde selametle gezdi.' Yani: Yaşamı hissediş boyutunda da akletme boyutunda da selametli bir şekilde anlamlandırdı. Düşünmek de ona zor gelmedi hissetmek de. Tefekkürü de onu zorlamadı yaşamak da. Kafasının içinde de mutluydu kalbinde de. Allah’ın karşıladığı anlam dünyası yanımızda olmadansa bu çölleri aşmak mümkün değil. Tıpkı yine Risalelerde dendiği gibi: “Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.”
‘Yaşamak’ demişken başka bir cennet köşkünün daha kapısı çalalım: Yine evvelden hakkında yazdığım birşey. Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hayatın da tefsirin içinde olması meselesi. Siz de farketmişsinizdir: Mürşidim sık sık kendi yaralarını/acılarını da bize anlatıyor. Şikayet etmiyor ama hikayet ediyor.
İçindeki insana dokunuyor. Bu dokunuştan çıkan sesler metinlerini de daha dokunaklı kılıyor bizler için. Çünkü bizi yaralarımız kardeş kılar. Aynı şeye sevinenlerden çok aynı acıya üzülenler kardeştir. Gerek Hastalar Risalesi'nde, gerek İhtiyarlar Risalesi'nde, gerek külliyatın geneline yayılmış hatıralarında Bediüzzaman'ın metinlerine katmak istediği şey bu bence: Hissettiği yerden konuşmak. O zamanlar bunu şöyle ifade etmiştim diye hatırlıyorum: "Kur'an'ı hayatla tefsir etmek." Hakikatleri anlamasına yardımcı olan tecrübelerini birer sebeb-i nüzul gibi metinlerine bağlayarak okurlarının da aynı hissedişi yaşamasını sağlamak. Ki bence bu bir açıdan tasavvufun da bilgi üretim tarzıdır. Hissediş de sözün anlamının, bağlamının, tesirinin parçasıdır.
Mesela: Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğe tekrar bakalım. Mürşidimin Tarihçe-i Hayatı'nı okuyanlar bilirler ki: Cizre'de Miran aşiretleri reisi Mustafa Paşa'yla yaşadığı gerilimin ardından Biro çölünü geçerek Mardin'e gitmiştir kendisi. Fakat bu çöldeki yolculuğu hadisesiz geçmez. Önüne hikayecikte olduğu gibi yolkesenler çıkar. Çatışmaya da girer onlarla. Tam şakilerin eline düşecekken birisi Bediüzzaman'ı Miran'ın büyükleri içinde gördüğünü hatırlar. Yolcu isim almamıştır ama şaki ismi okumuştur. İsim sahibinden korkmuştur. İlişmeye çekinirler. Gideceği yere kadar götürmeyi teklif ederler. Kabul etmez.
Hakkında konuştuğumuz Bediüzzaman olunca yaşadığı hiçbir olayın marifet-i ilahiye noktasında ona birşey öğretmemesi aklımıza gelmiyor. Sinekten ders alıp 'muallimi/öğretmeni' sayan bir ömürlük talebe var karşımızda:
"Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: 'Bu mülk senin değil, emânettir.' O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. 'Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?' dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: 'Bak.' Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu."
Acaba bu 'ömürlük talebe' Biro çölünde yaşadığı olaydan da bir ders çıkardı mı? Neden olmasın? Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğin Bediüzzaman'ın bu yaşadıklarıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum ben. Fakat bunu böyle deyince 'bedevi' ifadesinden ötürü aşırıya gittiğimi söyleyenler oluyor. Çünkü 'bedevi' kelimesi onların nazarında birazcık tahkir. "Bediüzzaman başından geçen bir olaydan esinlenerek hikaye kurgularken ana karakteri 'bedevi' yapmış olamaz." Neden olmasın? Divan-ı Harb-i Örfî'yi okuyanlar anımsarlar. Bediüzzaman kendisi hakkında 'bedevi' ifadesini kullanır orada. "Ben ki bedevi bir adamım..." der mesela. Neden yine öyle bir manayı kastediyor olamasın? Hoşuma giden bir farkediş olduğu için yazmak istedim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak böylelikle çokça detayın atlandığı Tarihçe-i Hayat'a bu küçük kıssanın neden girdiğini de nefsime açıklamış oldum. Yani belki de Birinci Söz’de ifade ettiği değerdendir.
4 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing - 26. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 26: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti
Hikaye gittikçe daha karmaşık ve dolambaçlı bir hal alıyordu. Xie Lian tekrar sordu. “General, BanYue Baş Rahibesi neden kalenin kapılarını düşmanlara açtı?”
Ke Mo ise cevap vermek yerine. “Kardeşlerimi öldürdün, sana cevap vermeyeceğim! Onun yerine seninle dövüşürüm!”
San Lang. “Onları ben öldürdüm. O hiçbir şey yapmadı. Onun sorularına cevap verirken benimle dövüşebilirsin.”
“…”
Xie Lian içinden, İnkar edilemez bir mantık, diye geçirdi. Ke Mo öfkeyle bağırdı. “İkinizde o kaltaktan emir alıyorsunuz, hiçbir farkınız yok!”
Xie Lian hemen araya girdi. “General Ke Mo, sanırım bir yanlış anlaşılma var. Biz Gobi Çölünden BanYue’nin Baş Rahibesinden kurtulmak için geçtik, nasıl onun emrinde olalım?”
Xie Lian’ın aslında Baş Rahibeyi yok etmek için geldiğini duyunca Ke Mo sessizleşti. Ardından sordu. “Eğer ona yardım etmiyorsanız neden kardeşlerimi öldürdünüz? Ancak o böyle bir şey yapar!”
Xie Lian mantıklı bir şekilde açıkladı. “Bizi çukura atmaya başladığınız için sadece kendimizi savunduğumuzdan olmasın?”
Ke Mo sinirle bağırdı. “Saçmalık! Ben hiçbirinizi atmadım! Seni tutmaya bile çalıştım! Kendi kendinize atladınız!”
“…”
Şimdi Xie Lian nasıl düştüklerini bir kez daha gözden geçirince gerçekten konuşmaya nasıl devam edeceğini bilmiyordu. Bu yüzden de şöyle söyledi. “Ee, ehem, biz atılmamış bile olsak, diğerlerini atacaktınız bu yüzden sadece oturup bekleyecek halimiz yoktu. İnsan yiyorsunuz Cennet Aşkına!”
Bu konuyu açmak Ke Mo’nun nefretini alevlendirmiş gibiydi. “İnsan yememizin suçlusu da o kaltak!”
Nefreti iliklerine kadar işlemişti görünüşe göre. Xie Lian. “General, şu anda hepimiz çukurda kapana kısılmış durumdayız. Küfretmeyi bırak ve çıkmak için bir yol bulalım. BanYue’nin Baş Rahibesinin gerçek hikayesi nedir?”
Ke Mo soğuk bir sesle. “İkiniz hem sinsi hem adaletsizsiniz, benimle ikiye bir dövüştünüz. Dövüşü kazanamam ama sorularınızı da daha fazla cevaplamayacağım.”
Xie Lian usanmıştı, alnını ovuşturdu. “Sana sadece bir kez vurdum. Tek bir kez.”
Sinsi ya da adaletsiz olarak görünmek umurunda değildi. Eğer öyle gerekiyorsa, ikiye bir şöyle dursun tek kişiye yüz kişiyle bile saldırırdı, bire bir kimin umurundaydı ki? Ama öncesinde San Lang bir yandan onu taşırken bir yandan da dövüşte kazanan taraftı ve Xie Lian’ın katılmasına gerek bile yoktu. Ke Mo ise karşısında San Lang olsa dövüşü kazanabileceğini düşünür gibiydi, Xie Lian ona acıyordu.
San Lang ise hiçte kötü hissetmiyordu, mutlu bir şekilde konuştu. “Evet, seni döven bendim. Bi’ sıkıntı mı var?”
Hala kabadayı imajını korumayan çalışan Ke Mo hemen cevap verdi. “Önce bana karşı ikiniz dövüştünüz, şimdi de ikiye bir laf dalaşına giriyorsunuz. Bu ne kurnazlık! Hiçbir şeye yanıt vermeyeceğim!”
Ke Mo iş birliğine bir parça dahi yaklaşmıyordu ama Xie Lian endişelenmemişti. Ke Mo ağzından baklayı kolay çıkartacak birine benziyordu ve bol bol vakitleri vardı, sıkıntı yoktu. San Lang ise onun kadar sabırlı değildi, tembel bir halde konuştu. “Kardeşlerini düşünüyorsan, onun sorduğu sorulara cevap versen iyi olur.”
“Onları öldürdün zaten.” Ke Mo korkmamıştı. “Onları kullanarak beni tehdit edebileceğini mi sanıyorsun!”
“Öldüler ama cesetleri hala yerde yatıyor.” Diye cevapladı San Lang.
Ke Mo endişelenmeye başlamıştı. “Ne yapacaksın?”
San Lang sırıttı. “Senin ne yapacağına bağlı.”
Sadece sesinden bile Xie Lian, San Lang’ın bakışlarını dikkatle odakladığını hayal edebiliyordu. “Gelecek hayatlarının şansa bağlı olmasını mı yoksa bir kan havuzu olarak yeniden doğmalarını mı tercih edersin?”
Ke Mo duraksadı, ancak kısa bir süre sonra San Lang’ın ne demek istediğini anlayınca patladı. “SEN?!”
BanYue insanları ölümü ve cenazeleri çok ciddiye alırlardı. Ölü ne şekilde gömülürse, o halde tekrar dirileceğine inanıyorlardı. Örneğin ölen kişinin bir kolu kopmuşsa, bir sonraki hayatında sakat olarak doğacaktı. Eğer çukurdaki cesetler parçalanırsa ne şekilde doğarlardı?
Tavrı ve davranışlarından dolayı, General Ke Mo’nun safkan bir BanYue vatandaşı olduğu ve bu inançlara gönülden bağlı olduğu çok açıktı. Değerli ‘kardeşleri’ni onu tehdit etmek için kullanmak hiçte fena bir fikir değildi. Beklenildiği gibi de karanlık çukurun diğer tarafında Ke Mo öfkeyle nefesini tuttu, en sonunda ise çaresiz bir şekilde pes etti. “Kardeşlerimin cesetlerine dokunma. Hepsi iyi ve cesur askerlerdi. Bunca yıldır çukura hapsolmaları zaten yetince kötüydü. Onları öldürmüş olman belki de bir lütuftu bilmiyorum, ama cesetlerinin bozulmayacak.”
Duraksadı, ardından devam etti. “Buraya sahiden o kaltağı öldürmeye mi geldiniz?”
Xie Lian sıcak bir sesle cevapladı. “Yalan söylemedim. Onun hakkında ne kadar çok şey bilirsek, savaşı kazanmamız da o kadar kolay olur. Dış dünya BanYue’nin Baş Rahibesi hakkında pek bir şey bilmiyor, onunla nasıl savaşacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yok. Ama sen geçmişte onun altında çalışıyordun, belki de bizi bazı konularda aydınlatabilirsin?”
Belki de ortak bir düşmanları – BanYue’nin Baş Rahibesi – olduğu için aralarında ılımlı bir bağ kurulmuştu veya belki de kendi askerlerinin ölü bedenleriyle birlikte kaçınılmaz bir dar boğaza sıkışmış olduğu için Ke Mo’nun cesareti kırılmıştı, ama sebebi ne olursa olsun general onlara saldırma isteğini kaybetmişti. “Kapıları neden açtığını bilmiyor musunuz? Çünkü o düşmanımız! Bizden nefret ediyor! BanYue krallığından nefret ediyor!”
Xie Lian sordu. “BanYue’nin Baş Rahibesi nasıl…”
Ke Mo düzeltti. “Kötü kalpli cadı!”
Siyahlı kızı artık Baş Rahibe olarak tanımıyormuş gibi görünüyordu, Xie Lian da bozmadı. “Pekala, kötü kalpli cadı. Bizden nefret ediyordu derken ne kastettin? O zaman nasıl Baş Rahibe oldu?”
Sonsuz küfürlerin arasından kelimeleri seçmeye çalışan Xie Lian en sonunda Ke Mo tarafından anlatılan hikayenin ana hatlarını anlamıştı.
BanYue’nin Baş Rahibesi, BanYue’li bir kadın ve Merkez Ovalı bir erkeğin kızıydı. Babası sınırda, sonsuz bir nefret ve mücadeleyle hiçte kolay günler geçirmemiş en sonunda yeterince katlandığına karar verdiğinde ise sınırdan taşınmış ve Merkez Ovalara geri dönmüştü. Her ne kadar eşiyle dostça ayrılmış olsalar da BanYue’li kadın kısa bir süre sonra ıstırabı nedeniyle vefat etmişti.
Geride ise altı, yedi yaşlarında bir çocuk kalmıştı; çocuk onu koruyan kimsesi olmadan aç ve sefil bir halde sokaklarda dolaşmıştı. Zaten çift en başından beri gittikleri hiçbir yerde istenmemişlerdi, şimdi ise kızları da nereye gitse hor görülüyordu. BanYue halkı uzun ve iriydi, güzelliği güç ve zindelikte bulurlardı. Ama bu kız melezdi bu yüzden de diğer BanYue çocuklarına kıyasla göre küçük ve cılızdı. Zorbalığa maruz kalarak büyümüş ve gittikçe daha somurtkan birisi olup çıkmıştı. BanYue çocukları da onunla oynamamıştı, ama bazı Merkez Ovalı çocuklar onunla ilgilenmişti.
Kız on iki yaşına geldiğinde iki ordu arasında bir savaş çıkmış, savaşın ardında ise kız ortadan kaybolmuştu. BanYue’de ne dostları ne de bir ailesi vardı, bu yüzden kimse onun kaybolduğunu fark etmemiş, umursamamıştı. Geri dönüşü ise bambaşka bir hikayeydi.
Kaybolduğu birkaç yıl içerisinde, binlerce kilometre yürümüş ve Gobi Çölünü geçerek Merkez Ovalar’a ulaşmıştı. Kimse orada neler olduğunu bilmiyordu ancak geri döndüğünde kara büyü öğrenmiş ve BanYue’de en çok korkulan zehirli yaratığı, akrep yılanları, kontrol edebiliyormuş.
Dönüşünün ardından hem ondan etkilenmiş hem de pek çok kişi korkmaya başlamıştı. Bunun bir nedeni kızın kişiliğinin hiç değişmemiş olmasıymış, hala karamsar ve içine kapanıkmış. Diğer bir nedeni ise çocukken neredeyse herkes ona zulmetmişti; eğer saraya girer ve yüksek rütbeli bir kişi olurda, bir gün onlardan intikam almak isterse ne yaparlardı? Bu yüzden de onu hükümdarlarına kötü, akrep yılanları kontrol ederek krallıklarının sonunu getirecek olan, bu nedenle de asılması gereken birisi olarak bildirmişlerdi.
Bu sıralarda Ke Mo çoktan seçkin, vahşi bir savaşçıydı. Birkaç kez birlikte çalıştıktan sonra Ke Mo onu makul, yetenekli, istikrarlı ve krallığına zarar vermek gibi kötü emelleri olmayan, yasalara saygılı bir yurttaş olarak görmeye başlamıştı. Ke Mo ona kefil olmuş ve söylentileri dindirmesine yardım etmişti. Dahası Ke Mo’nun kendisi de çocukluğunda zorbalığa maruz kalmıştı, bu yüzden onun mücadelesini anlayabiliyordu, doğal olarakta onunla fazlasıyla ilgileniyordu. Onunla ilgilendikçe de kızın ne kadar güçlü olduğunun farkına varıyor, hal böyle olunca da onu pozisyona uygun gördüğü için Baş Rahibe olmasındaki en büyük destekçisi olmuştu. Sonrasında ise Baş Rahibenin en sadık destekçisi olarak anılmıştı.
Ama hiçbirisinin aklına Baş Rahibenin garezinin kalbinin derinliklerine dek işlediği ve yeteneklerini gerçek niyetini saklamak için kullandığı gelmemişti. BanYue Krallığından her şeyiyle nefret ediyordu, kara büyüyü sadece ülkesinden intikam almak için öğrenmiş ve bu yüzden de en büyük savaşta kale kapılarını düşmana açmıştı.
Düşmanla var gücüyle savaşmakta olan Ke Mo ise Baş Rahibenin kapıları açtığını duyunca öfkeden deliye dönmüştü.
Ne kadar güçlü olursa olsun onca kişiye karşı tek başına savaşamazdı. Ama eğer kaderinde savaş meydanında ölmek varsa, o kadını da yanında götürecekti!
Bu yüzden de küçük bir askeri birliği yanına alarak kuleye koşmuş ve Baş Rahibeyi tutuklayarak Günahkarın Çukuruna getirmişti, ardından da asmıştı.
Düşman askerleri içeri girdikten sonra BanYue Krallığı, bir ölüm krallığı olmuştu. Savaşta ölen Baş Rahibe ve General ise kapana kısılmış ve birbirlerinin ‘Gazabına’ dönüşmüşlerdi.
Hiçbiri harabelerden ayrılamıyordu, ama her ikisi de birbirlerinden nefret ediyorlardı. Ke Mo ve askerleri Baş Rahibeyi sonsuza dek avlamakla lanetlenmişti ve onu her yakaladıklarında bir kez daha Günahkarın Çukuruna ‘ölmesi’ için asıyorlardı. Karşılık olarak o da çukurun çevresine bir rün çizerek kaçılması imkansız bir yere dönüştürmüş ve askerleri oraya atıyordu. Ondan nefret eden askerler kinlerini sadece taze et yiyerek azaltabiliyorlardı, yoksa geceleri açlıklarını bastıramadıkları için uluyarak geçiriyorlardı.
Bir zamanların cesur askerlerinin bu hale geldiğini görünce Ke Mo’nun kalbi şiddetli bir ıstırapla dolmuştu. Neyse ki Baş Rahibenin akrep yılanları saldırgandı ve sık sık avlanmak üzere harabelere geliyorlardı. Akrep yılanlar tarafından yaralanan yolcular ise ShanYue otu aramak için sık sık düşmüş kaleye giriyor ve Ke Mo tarafından yakalanarak, kapana kısılmış askerlerini rahatlatmak için Günahkarın Çukuruna atılıyorlardı.
Xie Lian sürüp giden hikayeyle mest olmuştu ve ancak Ke Mo uzunca bir süre duraksayınca kendine gelmişti, sordu. “Saraydaki ShanYue otu bahçesini sen mi yetiştirdin? Çamur yüzü sen mi gömdün?”
“Evet öyle. Çamura gömülen adam kraliyet hazineleri çalmak için gelmiş bir hırsızdı. Ama krallığımız iki yüz yıl önce çoktan temizlendi, o yüzden de eline tek geçen gübre olmak oldu.”
Bunu duyunca Xie Lian sessizleşti.
Ke Mo’nun yalan söylediğini düşünüyordu.
Ya da en azından bir şeyler gizlediğini.
Bu BanYue askerlerinin ShanYue otu yetiştirecek hatta yaşayan insanları gübre olarak kullanacak kadar düşünebiliyorlardı, demek ki kendileri artık insan olmasalar bile akrep yılanlara olan korkuları bir parça bile azalmamıştı. Yaşarken sahiden çok korkuyor olmalıydılar.
O zaman madem Baş Rahibe en çok korktukları şeyi, akrep yılanları, kontrol edebiliyordu, onu nasıl kolayca yakalayıp kuleden sürükleyerek Günahkarın Çukurunun üzerine asabilmişlerdi? Ke Mo’ya göre geçen iki yüz senede Baş Rahibeyi tekrar tekrar yakalamış ve defalarca asmışlardı.
Ve kaleden avlanmak için ayrılan yılanlar da ayrı bir konuydu. Rastlantı mıydı? Böylesi şanslı bir rastlantı olabilir miydi? Yoksa Baş Rahibe onları bilerek mi gönderiyordu? Eğer öyleyse, Ke Mo’nun canlı insanlar yakalayarak askerlerine yem etmesine yardım etmiş olmuyor muydu? Buna ‘karşılıklı nefret’ demek uygun olmazdı.
Günahkarın Çukuru etrafındaki rün Baş Rahibe tarafından çizilmişti; eğer o çizdiyse, nasıl yok edeceğini de biliyor olmalıydı. Bunun anlamı da askerleri çukura attığı gibi çıkartabileceğiydi. Ama o zaman neden bıkıp usanmadan dövüşüyor ve düşmanmış gibi davranıyorlardı?
Ve tüm bu karmaşanın içinde bir de gizemli beyazlı kadın ve eşlikçisi vardı.
Xie Lian bir süre düşündükten sonra daha fazla soru sorarak Ke Mo’nun sözlerinin ne kadar güvenilir olduğunu kestirmeye çalışmaya karar verdi.
“General Ke Mo, kaleye ilk girdiğimizde iki kadın gördük, birisi beyaz giysili diğeri ise siyah…”
Aniden San Lang fısıldayarak onu susturdu. “Şişt.”
Xie Lian neler olduğunu bilmiyordu ama hemen konuşmayı kesti. Tuhaf bir önseziyle başını kaldırdı.
Hala koyu mavi gökyüzü üzerindeki hilal görünüyordu. Ama ayın hemen yanında birisi vardı; küçük, siyahlara bütünmüş bir figür kenarda durmuş aşağıya bakmaktaydı.
Bir süre daha izledikten sonra küçük siluet birden büyüdü – aşağıya atlamıştı.
O düşerken Xie Lian açıkça uzun, dağınık saçları ve cılız bedeni gördü. Direğe asılmış olan Baş Rahibe’ydi.
Çevirmen: Nynaeve
109 notes · View notes
kainatinhakimleri · 3 years
Text
Kendime notlar...
Tumblr media
Daha çok oku
Daha az konuş
Ne söylenirse söylensin sen hep dinle
Daha fazla gez... gitmediğin yerlere götürsün adımların seni
Uzun süreli açlık terbiye eder bedeni... aksatmamaya gayret et
Ekmekten kim hayır görmüş ki sen göresin (tabi ya)
Alkol şahane, sen yine de karaciğeri hatırla
Daha fazla dans dans dans...
Radyodan umudunu kesme
Daha çok hayal kur
Sarılarak uyumayı öğren (yastık hariç)
Etkinliklere davet edilmeyi bekleme, arada bilet kovala
Bilet alacağım diye kredi kartı çıkarayım deme... sen böyle güzelsin
Sosyal medyaya döneceğine kötü yola düş
Sıkıcı insan gördün mü topukla
Sol elinle fırçala dişini... rahata alışma
Yalanla ve yalancıyla işin olmasın (aman diyeyim)
Yeni dostluklar iyi hoş da eskileri ihmal etme
Sapkınlık yoksa haz da yok... bunu unutma
Arada sırada ‘Hayır’ demeyi öğren
Her boka da ‘Evet’ demeyiver bir zahmet... deneyimlerini seç
Daha da ver ver ver... ver kurtul neyin varsa... sonrasını siktir et gitsin
Yatağını topla
Kargalarla iyi geçin
Her gece rüyana giren o kadını bul
Bisikletin bakımlarını yapsan mi artık? (tembel göt)
Ha unutmadan... şu kitabı bitir...
0 notes
2019bestdiyideas · 4 years
Text
Külkedisi Sindirella'nın Masalı
Tumblr media
Bir varmış…. bir yokmuş…
Yıllar yıllar önce, orta çağ denilen bir dönemde, güzel bir çiftlikte iyi kalpli mutlu bir aile yaşarmış…
Daha sonra bu ailenin çok güzel bir kızları dünyaya gelmiş. Bu güzel kızın adını “Sindirella” koymuşlar. Külkedisi sindirella masalı da böyle başlamış…
Çok mutlu bir yaşam sürerlerken Sindirella’nın annesi hasta olmuş ve ne yazık ölmüş. Uzun yıllar küçük sindirella ile babası birlikte yaşamışlar fakat Sindirella’nın babası kendisine de bir şey olur da küçük kızı yalnız kalır diye çok korkuyormuş. Bu nedenle evlenmeye karar vermiş ve kendisine uygun bir eş aramaya başlamış. Arkadaşları onu başka bir şehirde yaşayan ve Sindirella’nın yaşlarında iki tane kızı olan başka bir kadın ile tanıştırmışlar. Daha sonra Sindirella’nın babası ve kadın anlaşmışlar ve evlenmişler.Kısa bir süre sonra kadın iki kızıyla birlikte Sindirella ve babasının yaşadığı eve gelerek yerleşmişler.  Sindirella çok iyi kalpli bir kızmış ve iki yeni kardeşi olduğu için çok mutlu olmuş.  Ne var ki üvey kardeşleri  Sindirella kadar iyi değillermiş.  Kendilerini beğenmiş, bencil, kıskanç ve sorunlu çocuklarmış. Aslında anneleri de iyi bir kadın değilmiş ama öyle görünmeye çalışıyormuş.
SİNDİRELLA ve ÜVEY KARDEŞLERİ
Günlerden bir gün Külkedisi Sindirella’nın babası iş için uzak bir seyahate gidecekmiş. Herkese tek tek ne istediğini sormuş. Üvey annesi ve kızları elbiseler, çeşit çeşit ayakkabılar ve takılar istemişler. Külkedisi Sindirella “Babacığım ben sadece bir an önce dönmeni istiyorum” demiş .
Babası yokken üvey annesi ve üvey kardeşleri  Sindirella’ya çok kötü davranmaya başlamışlar. Evin bütün işini ona yaptırıyorlarmış. Bencil oldukları kadar tembel de olan üvey kardeşler, sabah uyandıklarında “Sindirella kahvaltıyı hazırladın mı?” diye bağırmaya başlıyorlarmış. Üvey annesi de artık her işi ondan bekler olmuş. Külkedisi Sindirella onların bu davranışlarına çok üzülüyormuş ama ne yapması gerektiğini de bilmiyormuş. Nasıl bu kadar bencil olabildiklerini bir türlü anlayamıyormuş. İyi kalpli güzel kız, babasının yokluğunda sorun olmasın diye onların tüm yaptıklarını hoş karşılıyor, olanlara sabrediyormuş. Aylar sonra bir haberci gelmiş çiftliğe ve babasının yolda kaza geçirdiğini, öldüğünü  bildirmiş. Sindirella çok üzülmüş, çok ağlamış ama yapacak bir şey yokmuş. Kötü kalpli üvey annesi ve kardeşleri bu duruma üzülmek bir kenara dursun, bir de ev onlara kaldı diye seviniyorlarmış. Kısa bir süre sonra Külkedisi Sindirella’nın üvey annesi,  gerçek yüzünü ortaya çıkarmış ve bir gün ”Külkedisi artık baban yok ve sen bundan sonra en alt katta mutfakta yaşayacaksın. Yemekleri ve evin tüm işlerini sen yapacaksın” demiş.
SİNDİRELLA YALNIZ KALIYOR
Sindirella bu çiftlik ve her şey benim diyememiş. Babamın hatırına katlanmalıyım diye düşünüyormuş. Tembeller ve benciller ama benim annem ve kardeşim sayılırlar diyormuş kendi kendine. Alt kata mutfağa yerleşmiş ve bütün ev işlerini yapmaya, yemekleri pişirmeye başlamış. Öyle güzel bir yüreği varmış ki her yaptığı işi zevk alarak yapıyormuş. İşleri yaparken şarkılar söylüyormuş. Kuşlar yanına geliyor onun şarkılarına katılıyorlarmış. Sindirella, bahçedeki  tüm hayvanlarla birlikte kuşları da besliyormuş. Çok şirin çok tatlı minik fareler de varmış. Onlarla sohbet ediyor, kuşlarla şarkı söylüyormuş. Bazen ev işlerini bitirdikten sonra bahçeye çıkıyor babasının küçükken ona aldığı “prenses ve bezelye tanesi masal”  kitabını okuyormuş. Geceleri çok soğuk olduğunda, yanan ateşin  yanında, bir minderde yatıp uyuyormuş. Minik fareler ona arkadaşlık ediyormuş. Bir sabah onu ocağın kenarında uyuyup kaldığını gören üvey kardeşi ona “Külkedisi” ismini takmış. O günden sonra ona, Külkedisi  diye seslenmişler. Külkedisi Sindirella’nın iç dünyası öyle güzelmiş ki onun dışındaki kötüler ve kötü olaylar onun dünyasının güzelliğini asla bozamıyormuş.
SARAYDA BİR BALO DÜZENLENİYOR
Bir sabah, kız kardeşleri şarkılar söyleyerek kahvaltıya gelmişler. Külkedisi şaşırmış çünkü genellikle çok aksi ve asık suratlı olurlar ve Külkedisine de ters davranırlarmış. Külkedisine “Biz bugün çok mutluyuz,  çünkü bu gece saraydaki baloya davetliyiz. Kral ülkedeki tüm genç kızları baloya davet etmiş.” demişler. Daha sonra aceleyle kahvaltılarını yaparak hazırlanmak için odalarına çıkmışlar  Külkedisi de tüm genç kızlar dendiğine göre ben de gidebilirim diye düşünmüş ancak giyecek hiç elbisesi yokmuş. Babası öldüğünden bu yana boyu uzamış ve büyümüş olduğundan eski elbiseleri ona olmuyormuş. Üvey annesi de ona hiç elbise almamış. Birden aklına tavan arasındaki sandıkta annesine ait elbiseler gelmiş ve hemen oraya çıkmış. Annesinin elbisesi külkedisi Sindirella’ya biraz bol gelmiş ama daraltabilirim diye düşünmüş ve işe koyulmuş. Akşam olduğunda işi bitmiş , hazırlanmış ve aşağıya inmiş. Üvey annesi ve kardeşleri onu öyle giyinmiş, güzelleşmiş  görünce çok kızmışlar.
Üvey annesi “Külkedisi sen niçin hazırlandın, sana gelebileceğini kim söyledi?!” diye bağırmış.
Külkedisi “Ama kral tüm genç kızları davet etmiş”“demiş.
Üvey kızkardeşleri “Seni Külkedisi! Sen bizim hizmetçimizsin asla gelemezsin” diyerek elbisesini tutup çekmiş ve yırtmış.
KÜL KEDİSİ BALOYA GİDEBİLECEK Mİ?
Külkedisi çok üzülmüş. Onu öyle bırakarak baloya gitmek üzere yola çıkmışlar. Külkedisi bahçeye çıkmış ve ağlamaya başlamış. Bir yandan da neden bana bu kadar kötü davranıyorlar, ben onlara ne yaptım ki diye söyleniyormuş. Minik fareler yanına gelmişler koşarak, kuşlar yanına gelmişler uçarak. Hepsi birden Külkedisini teselli etmeye çalışıyorlarmış.
Birden gecenin içinden,  bir ışık parlamış ve bu ışık tam onların yanına doğru gelmiş. Işığın içinden de, yıldızlı, parıltılar saçan bir elbiseyle, çok güzel bir kadın çıkmış. Külkedisi’nin  yanına gelerek, saçlarını okşamış ve Külkedisi Sindirella’ya “Üzülme Külkedisi  sen çok güzel ve iyi yürekli bir kızsın. O yüzden o baloya gitmeyi en çok sen hak ediyorsun.” demiş.
Külkedisi Sindirella şaşkın bir halde ışıklar içindeki güzel kadına bakıyormuş…  “Teşekkür ederim. Siz kimsiniz? ” demiş.
“Ben iyi insanların perisiyim. İyi kalpli her insana yardım etmek görevim. Seni, o baloya göndereceğim ”demiş güzel kadın.
Külkedisi  “Ama nasıl gidebilirim ki? Elbisem yırtıldı, beni götürecek araba da yok ” demiş.
Peri  “ Hemen bana bir balkabağı getir” demiş. Külkedisi arka bahçede duran balkabağını alıp getirmiş. Peri elindeki ucunda yıldız olan, sihirli asasıyla balkabağına dokunmuş. Büyük bir gürültü olmuş , ışıklar saçılmış ve ortaya muhteşem bir araba çıkmış. Arkasından güzel peri minik farelere dokunmuş ve fareler atlara dönüşmüşler.
Peri “ Bana bir hayvan daha gerekli .” demiş ve tam o anda, bir kertenkele görmüş . Hemen  sihirli asasıyla  dokunarak,  onu da arabayı kullanacak arabacıya dönüştürmüş.
Külkedisi “Her şey tamam da ben bu baloya giysilerle gidemem ki ”demiş üzülerek.
Güzel  iyilik perisi “ Acele etme Külkedisi şimdi onu da halledeceğim” demiş ve asasıyla Külkedisine dokunmuş. Birden  her yer ışıklar içinde kalmış. Işıkların içinden külkedisi görünmüş. İnanılmaz güzel bir elbisenin içindeymiş, Camdan yapılmış çok güzel ayakkabıları olmuş. Saçlarıysa lüle lüleymiş ve saçlarının arasında parlayan yıldızlar varmış .
Güzel Peri “Acele etmelisin Külkedisi çünkü gece 12 ye kadar zamanın var. Gece 12 olmadan önce saraydan ayrılmalısın. Gece 12 olduğu an her şey eski haline dönecek. Bu güzel araba balkabağı, atlar fare olacak.  Bir tek senin elbisen ve ayakkabıların sende kalacaklar. Sakın unutma ve saate dikkat et” demiş.
Külkedisi “Çok teşekkür ederim, unutmam” diyerek güzel periye sarılmış ve hemen arabaya binmiş.
PRENS KÜL KEDİSİ SİNDİRELLA’YI GÖRÜYOR
Saraya yaklaştıklarında gelen müzik seslerinden balonun çoktan başlamış olduğu anlaşılıyordu.Sarayda Kralın oğlu yakışıklı prens bir kenar da oturmuş dans eden  gençleri seyrediyor ve dans etmeye değecek kimseyi göremiyormuş. Kral babası onun bu haline bakıp üzülüyormuş. Bu baloyu, oğlu beğeneceği bir genç kız bulabilir umuduyla düzenlemişti. Her yere haber salmış, ülkedeki tüm gençleri davet etmişti. Ama İşte oğlu yine hiçbirini beğenmemişti.
Kral üzülerek bunları  düşünürken  borular çalmaya başladı.Bu yeni bir genç kızın geldiği haberini veriyordu. Yüksek merdivenlerde Sindirella göründü. Kral,prens ve balodaki herkes yeni gelen genç kıza baktılar. Külkedisi utanarak mahcup bir şekilde salona doğru ilerliyordu. Prens onu görür görmez yerinden fırladı ve Külkedisine doğru nerdeyse koşarcasına gitti. Kral oğlunun bu halini görünce çok şaşırdı ve çok mutlu oldu. Kendi kendine “Tanrıya şükürler olsun.Nihayet bir genç kızı beğendi “ dedi.
Prens , Külkedisinin elinden tutarak salonun ortasına kadar ona eşlik etti ve onu dansa davet etti. Bütün gece birlikte dans ettiler.Prens  Külkedisinden başka kimseyle ilgilenmiyordu.Hatta onun yanından ayrılmasını hiç istemiyordu. Ne var ki saatler ilerlemişti. Külkedisi bir ara, saate baktığında, saatin 12 olmak üzere olduğunu gördü. Telaşla “Gitmek zorundayım Prensim“ diyerek koşmaya başladı.  Saraydan çıktı,sarayın merdivenlerinden inerken ayakkabısının biri ayağında çıktı. Ancak geriye dönecek zamanı yoktu. Hemen arabaya bindi ve hızla oradan ayrıldılar. Prens de atına binerek arkalarından gitmeye başladı. Yolun yarısında saat 12 oldu ve araba kabağa, atlar yeniden minik farelere dönüştü.  Külkedisi,  yolun kenarına düştü. Prensin geldiğini görünce saklandı. Arka yollardan evine döndü. Elbisesini ve tek kalan ayakkabısını çıkarıp tavan arasındaki sandığa sakladı. Prens uzun bir süre gittikten sonra,  onu bulamayacağını anlayarak, saraya döndü. Sarayın merdivenlerinden çıkarken külkedisinin ayakkabısının tekini buldu. Çok üzgün bir şekilde kral babasının yanına gitti. Olanları anlattı ve sadece Külkedisiyle evlenmek istediğini,  bu yüzden onu bulmaları gerektiğini söyledi.
PRENS KÜLKEDİSİ SİNDİRELLA’YI ARIYOR
Kral , ülkenin her yerine haber saldı Külkedisi Sindiralla’yı bulmaları için fakat bir türlü  onu bulamıyorlardı. Bu kez kral askerlerini görevlendirdi. Onlara “Ülkedeki bütün evleri tek, tek dolaşarak tüm genç kızlara, ellerindeki tek ayakkabıyı giydirmelerini ve ayağına uyanları saraya getirmelerini” emretti. Askerler tarafından evler birer, birer ziyaret ediliyor ve her genç kıza, ayakkabı  denettiriliyordu. Sonunda günlerden bir gün, Külkedisinin yaşadığı çiftliğe de geldiler. Üvey annesi kapılarda karşıladı askerleri.İki genç kızı olduğunu söyledi ve hemen kızlarını çağırdı.Kızlar dakikalarca ayaklarını ayakkabıya sokmaya çalıştılar.Kimse ayakkabının sihirli olduğunu bilmiyordu. Güzel peri,  o camdan ayakkabıları, sadece Külkedisi için yapmıştı. Külkedisi dışında hiçbir genç kız o ayakkabıyı giyemezdi. Başka genç kız var mı diye sordu askerler.Yok dedi üvey annesi.Tam askerler gitmek üzereyken mutfaktan şarkı söyleyen bir kızın sesini duydular.
Askerlerin Lideri ”Şarkı söyleyen kim” diye sordu.
Üvey anne ”O bizim hizmetçimiz,  zaten baloya da gitmedi bu nedenle ayakkabıyı denemesine gerek yok” dedi.
Askerlerin Lideri çok kızdı ve “ Derhal o genç kızı buraya getirin ..Kral ülkedeki tüm genç kızların bu ayakkabıyı denemesini istedi“ dedi.
Askerler hemen Külkedisini  mutfaktan alıp getirdiler  ve ayakkabıyı denemesini istediler.
Külkedisi “Bana beş dakika izin verin Lütfen“ dedi. Koşarak çatı katına çıktı ve balo gecesi giydiği elbiseyi giydi. Onda kalan tek ayakkabıyı da giyerek aşağıya indi. Orada bulunan herkesin şaşkın bakışları arasında şimdi deneyebilirim ayakkabıyı dedi ve  ayakkabıyı giydi. Askerlerin Lideri önünde eğilerek ”Sayın prensesim sizi saraya götürmek zorundayım” dedi.
SİNDİRELLA SARAYA GİDİYOR
Tüm bu olanlar karşısında şaşkına dönen Sindirella’nın üvey annesi ve üvey kardeşleri bir yandan prensin kendilerini seçmememiş olmalarına üzülürken bir yandan da Sindirella’nın başına gelenleri kıskançlıkla seyrediyorlarmış. Sindirella’ya bugüne kadar yaptıkları şeyler yüzünden bir daha hiç saraya gidemeyebilirler diye üzülmeye başlamışlar.
Külkedisi ” Elbette sizinle geleceğim ancak ailemin de benimle gelmesini istiyorum” dedi. Sonra üvey annesi ve üvey kardeşlerine dönerek “ Sizler bana, çok kötü davrandınız, çiftlik benim olmasına rağmen, bütün işleri bana yaptırdınız ve kendinize hizmet ettirdiniz. İş yapmak ve çalışmak güzeldir ve bana asla zor gelmedi. Ben sizler için üzüldüm çünkü çok tembel , bencil ve kötü yüreklisiniz. En kötüsü de insanları kullanmanız.Bundan sonra değişeceğinize söz verirseniz benimle saraya gelebilirsiniz” dedi.Her üçü de özür dileyerek söz verdiler iyi bir insan olacaklarına. Hep birlikte arabalara binerek saraya doğru,  yola çıktılar.
Askerlerden biri atıyla, onlardan önce saraya ulaşmış ve müjdeyi vermişti.  Kral, kraliçe ve prens sarayın önüne çıkmış onları bekliyorlardı. Prens arabaların geldiğini görünce bahçeye doğru koştu ve Külkedisini karşıladı. Sevinç ve mutluluklar kucaklaştılar. Kral hemen düğün hazırlıklarına başlanması emrini verdi. Kırk gün kırk gece düğün yapıldı. Çok ama çok mutlu oldular.
Külkedisi Sindirella'nın Masalı
0 notes
lezzetimsanat · 4 years
Photo
Tumblr media
Biz hanımlar da çözüm bitmez. Çocuklar kahvaltıya pankek istedi hemen ardından da kremali bi pasta istediler. Benimse canım pamdispanya yap kremsanti yap hiç istemedi. 😉 çözüm se çok kolay pankek ölçüsünü ikiye çıkardım. Pandispanya yerine neden olmasın dedim. Pankekler piserken Arasına da hemen bi krema yaptim hoop oldu size çok lezzetli bı pasta adında Tembel Anne Pastası koydum 😂. Çok pratik ve kolay oldu kaydırma li post 2. Postu mutlaka izleyin çekim yaparken başıma geleni gorun😂😂. . . . . . . . . #sunum #düzen #tarif #yemek #evyapimi #evyemekleri #kolayyemekler #malatya #pratiktarifler #pratikyemekler #kolayyemekler #kolaytarifler #alkislarbana #pastatarifi #pasta #kolaypasta #caysaati (Yesilyurt, Malatya, Turkey) https://www.instagram.com/p/CHcjH13nNkw/?igshid=19mqn4yp2lmwa
0 notes
cycleoftolstoy · 7 years
Text
Ciğerpare’ye...
Hava sıcacıktı, kaçırdığım ilk göz temasında Belki delirdiğimi düşündüm de çevirdim kafamı Sen bana ne bakıyorsun canım?  Sen gözlerini kaçırmıştın, bense aklımı. Unutmak istedim, olmaz dedim kendime Ama şeytan aklıma soktu hep, neden olmasın? Unutmuştum aslında bir süreliğine biliyor musun? Dedim içimden ‘’ne olur okullar açılmasın.’’ Tembel bir öğrencinin duası gibi geldi değil mi sana? Hayır, görürsem engel olamazdım kendime biliyorum. Kolay kapılan birisiyimdir ben haberin yok, Ufacık bir gülümsemeye tav oluyorum. Minik bir cesaretle adım attım sana doğru, Ne kadar adım sayılır o tartışılır. Karşılık bekledim mi, evet deli gibi. Bu kalbim hep bir hareket umdu. Kırılgansın sezebiliyorum güzel adam, Çoğu insan fark edemiyor bunu, Ben ettim çünkü anlayabiliyorum seni, Ben de aynılarını yaşadım durmadan. 
1 note · View note
Quote
Seni seviyorum"a karşılık "Ben de seni” demek istemeyenler için alternatif  “Ben de seni"ler
Tumblr media
--Seni seviyorum. Sen de beni sevme.
Bir portakal ağacının hayatı boyunca yetiştirdiği 18.000 portakaldan sonuncusu ol ve C vitamini olarak girdiğin vücuttan büyük bir fikir olarak çık; Esatir-i Yunaniye seni de yazsın.
Benim için… Bir zeytin fidanı dik, zamanla ‘ölmez ağacı’ olur adı; en az 3.000 yıl yaşar ve yaşadığı zaman boyunca da hiçkimseyi öldürmez.
Benim için bir cümleden ibaret olacağına, işçiliğiyle göz kamaştıran bir anafikir ol.
Eski balıkçılardan dinlediğin bir efsaneyi hatırla ve suyun altında burun buruna geldiğin bir orfozun gözlerine bakıp “Neden öyle büyük büyük bakıyor?” derken, suyun altında bir denizkızı gördüğü için öyle bakıyor olabileceğini düşün.
Kaz Dağı‘nın eteklerinde sakız reçeli, mor kekik, kuru incir, zeytinyağı, limon kekiği ve adaçayı satarak ailesini geçindiren ve okul masraflarını dahi kendisi çıkartan 12 yaşındaki bir çocuk ol.
Bir çocuk ol ve kafiyelere uyma.
Sigara tütününden deniz atı yap.
Senden daha iri cüsseli bir adamla güreş tut.
Adı “Sefil” olan mutlu bir fil çiz.
Hava kararsın.
Assos antik kentine, “tarihi eser kaçakçısı” şüphesiyle tutuklanabileceğine aldırmadan, kapıları kapandıktan sonra tel örgülerinin altından sürünerek kaçak gir.
Tüm Athena Tapınağı senin olsun.
Hayatının en güzel manzarasına karşı o gece kırmızı şarap iç; yıldızlar altında Zeus‘a bir dal sigara kurban et.
Bir kitapçıya uğra ve daha önce okuduğun ve sevdiğin ve bu yüzden bir arkadaşına da okusun diye ödünç verdiğin bir kitabı, sana geri dönmeyeceğini bildiğin için yeniden satın al.
Bu kitabı bir başkası istiyorsa da, onun gözlerine baka baka o kitabı ver ona ki alnında kocaman kocaman harflerle ENAYİ yazsın.
Enayi ol çünkü bilgelik enayilikten doğar.
Enayiliğinle gurur duy; şark kurnazları için hayatın kontenjanı hiç dolmaz.
Gecekondularla onur duy.
Çünkü bugün saraylarda oturanların yaşaması için verilen her savaşta, o evlerde yaşayanların dedeleri öldüler.
Gecekondularla onur duy çünkü gururla gösterilen şu apartmanlar denizinde, gecekonduların bahçelerinde halen en az üç kavak, beş erik ağacı, bir o kadar da sebze meyve ve çiçek sürüsü var.
Köpeklerininse tasması yok.
Bir köpek ol, Diyojen seni kıskansın.
Doğunun hükümdarlarının kendilerine niçin “zil-ullah-ı rûy-i zemîn" yani “Allah'ın yeryüzündeki gölgesi” dedirttiklerini düşün ve sen kendine böyle dedirtmeye çalışsaydın, seni nasıl da taşlayarak öldüreceklerini;
bir cümlenin nasıl da ölümcül bir gücü olabildiğini ve her cümlenin, coğrafyasına ve makamına göre değişen anlamlar içerdiğini.
Sen de beni sevme.
Demine, devranına hû de.
Deniz Ayvazovski olsun, dalgaların boyu birkaç metre olmasına rağmen “Üşürüz” diyen arkadaşlarına baka baka suya gir.
“Hasta olursun” desinler, hasta olmazsın.
Fırtına vakti, dalgaların üzerinden uçuşan kelebeklerden ol.
Ametistler boynunu, dumanlı kuvarslar avuç içlerini öpsün.
Lapis lazuli taşından bir kolye ucu yap, belki milyon yıl sonra bir arkeolog, senin için “bu insanın Uzak Doğu‘yla bir bağlantısı olabilir” şeklinde yanlış bir tahmin yürütsün.  
Urfa Göbeklitepe‘deki dilek ağacının dibinde hayatının en demli çayını iç; çay sevmiyorsan, hayatında ilk defa mırra tat.
Troya‘nın kayıp heykeli Palladion sen ol ama seni hiçkimse çalmasın. Kollarını kanatıp da birbirlerinin kanlarını emerek kan kardeş olanların makamını, kardeşlik için yakılan şarkıların meyanını iliklerine kadar hisset. İspanyolların her “Olé!” deyişlerinde aslında “Allah” diye bağırdıklarını biliyorsan, yolun Endülüs coğrafyasına mutlaka düşsün; bir akşamüstü çiçekler ve kadınlar arasında flamenko izliyorken, topukları yere vuran o İspanyol ’gypsy’, seni hiç anlamadığın ama çok iyi tanıdığın bir dilde çağırsın kendine. Hiç tanışmamış olsalar da tanışmadan birbirini tanıyan insanların, birbirlerine ait anlamları binlerce yıldır kendilerinde barındırdıklarını gör. “Bazıları köle olarak doğar” diyen Aristo‘nun, vasiyetnamesinde “kölesinin serbest bırakılmasını” isteyişindeki o gülünç hikâyeyi düşün; 23 bıçak darbesiyle öldürülen Sezar‘ın ardından, “Sezar’ı sevmediğimden değil, Roma’yı çok sevdiğimden” diye bağıran Brütüs‘ün telâşını. Beni çok sevme. Bir kitap yaz; son cümlesi “gök gürültüsü” olsun.
Marsilya kentini kuran bir Foçalı ol; Roma kentini kuran Antandroslu bir Troya kaçağı.
“Omnia mea mecum porto” yazılı bir dövmen olsun; okuduğun o çok sevdiğin kitapta adına en çok üzüldüğün karakterin adını taşıyan bir de teknen;
Samoslu Epiküros‘u ve tüm bahçe filozoflarını kıskandıracak kadar güzel bir de bahçen.
Şaraplık ve sofralık üzüm, erik, zeytin, iğde, nar, ayva, antepfıstığı, incir, şeftali, satsuma, limon, sakız, buhur yetişsin o yeşile çalan bahçede; o bahçenin orta yerinde de korkuluk diye diktiğin bir faltaşı, bir Priaposheykeli olsun.
Çünkü Priapos‘un kocaman penisi, ölüme meydan okumaktır.
Baharın rüzgârları, bahçenin kokularını karşı adalara taşısın.
Ada halkı senin bahçenin kokuları nedeniyle mis kokan adaları için “Moshos” desinler.
Salatanda roka mutlaka olsun. Bahçenin zeytinlerinden taşbaskıyla elde ettiğin erken hasat zeytinyağına doyur salatayı.
Rakıyı fazlaca kaçırıyorsan, eskilerin “kinara” dedikleri enginar, bahçenden eksik olmasın.
Bir sevgilin olsun ya da olmasın; sen de beni sevme.
Afrika kadar sömürüldükten sonra bile, ben de dahil hiçkimseye borcun olmasın.
Bırak da saçların bugün dağınık kalsın.
Bugün, güzel kalçalar sana da ilham versin.
“Benden ne istersin?” diyen Büyük İskender‘e, “Gölge etme, başka da ihsan istemem” dediği için; İskender‘e “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim” dedirten bir fıçı filozofuna dönüşsün ruhun.
Simurg‘u arayan kuşları Kaf Dağı‘nın ardına götüren bir Hüthüt ol; bir şehzadenin başına konmuş güzeller güzeli bir Hümâ; yedi vadili ahir zamanda, kalbur samanda keyif çat ki seni masallardaki tembel ağustos böcekleri bile kıskansın.
Hiç tanışmayacağın ve tanımadığın insanlar, en olmayacak duandan sonra bile gizlice “amin” desinler.
Kristof Kolomb‘un haritalarını ele geçirdiği zaman, Piri Reis‘in gözlerinin nasıl da parladığını hayal et ve gözlerin hep öyle parıldasın çünkü gözleri parlayan insanın yaşı olmaz.
Sana güleryüzüyle para üstünü uzatan kasiyere, sen bir buçuk defa gülümse.
En az yüz kiloluk bir yayın balığının, o tuhaf bıyıklarıyla, bir Osmanlı beyefendisi gibi sular altında sergüzeşte dalmışken, tavladığı dişi yayın balıklarının yaptığı tatlı nazı düşün.
Achilleus‘un ordularının üzerine yürüyen Skamandros nehri gibi ak.
Titanların savaşına karışma, bırak da ne bok yerlerse yesinler.
Şu yıldızlı gökkubbede, güneşten ve aydan sonra en çok parlayan sen ol;
Afrodit‘ten al adını; sana Venüs yıldızı desinler; çobanlar seni “çoban yıldızı” diye sevsinler, akşamcılar “akşam yıldızı” diye; sabah namazına kalkan hacılarsa “sabah yıldızı”.
Beni sen de sevme.
Düğününü İda‘da yap ama Eris‘i bile davet et.
Gerçek olamıyorsan bile, pek de güzel uydurulmuş bir yalan ol.
Atinalı bir “metiokos” yani bir liman haytası olacaksan da, ellerin ayakların yine de bakımlı olsun.
Bakımlı eller ve ayaklar, fonksiyonelliğe meydan okumaktır.
Orospuysan, işini severek ve hakkını vererek yap; orospuluğun orospusu ol; Perikles‘in karısı Aspasia, İskender‘in anası Olympia dahil tüm ‘heteir‘ler seni kıskansın.
Hepaistos‘tan daha fazla çalış.
Sokrates’ten daha çok düşün.
Tembellik hakkını yine de sen savun.
Yediğin zeytinin çekirdeğini avcuna tükürürken, tufandan sağ kurtulan bir güvercinin onu tükürüp de zeytin ağaçlarını tüm devrana nasıl da peydah ettiğini tasavvur et.
21. yüzyılın Oscar Wilde‘ı sen ol, havandan geçilmesin; ölürsen, mezar taşında ruj izleri eksik olmasın.
Sırf güzel şiirler yazıyor diye mor kahküllü, bal gülüşlü, arı Sappho olmaya çalışma; bu defa, Lesbos‘lu şair güzelim Sappho‘nun güzeller güzeli manzarası olmaya çalış.
“Üç güzeller yarışması“ndaki altın elmayı, “üretim hatası var” diye Hermes’le Zeus’a geri yolla.
Güzelliğin hükmünü Paris‘e bırakma, güzelliğin hükmünü veren sen ol.
İskenderiyeli Hypatia‘dan daha güzel olmaya çalışacağına, ondan daha bilge olmaya çalış.
Aşk ya da bilgelik uğruna dağları delmene gerek yok; dağlarda birkaç gün geçirmen ve kendini kendine doğru adımlaman kâfi.
Sevdiğinin zannı altında ol, pirinin kalbinde.
Pirin aşığın olsun.
Gökkubben pirin.
Sen de beni sevme; ben seni severim.
Sen bugünlük keyfine bak.
Karnın acıkırsa da hayatında ilk kez meyveleri dalındayken tat.
Tıka basa yemek yeme ama rüyanda şu pırıl pırıl dolunayı kurabiye gibi yediğini gör; deniz seviyesinin 39 kilometre üstündeyken bile dünya senin olsun; Babil Kulesi bile zevke gelip yeniden kurulsun.
Boğaz‘ın suları üç kere çekilip, beş kere kudursun.
Şişmanlıktan çatlıyorsan da heykelini Rubens yontsun.
Bir kedi ol, gezdiğin tüm çatıların kiremitleri çıtır çıtır şarkılar söylesin.
Binlerce yalan uğruna yaşayacağına, seni sen yapan bir tek gerçek uğruna öl.
Fırında yemek yap çünkü fırın mutluluktur.
Masanda canlı çiçekler mutlaka olsun çünkü çiçeğin canlısını sevmek aşk-ı ekberdir.
Paraların ön yüzüne resmini yontacakları kadar ünlü değilsen, Efes paralarındaki arı figürü kadar ünlü ol.
Kızılırmak‘ın antik adı “Alyscamps“ın döne dolaşa nasıl olur da Paris Champs Elysee’nin “Elize“sine evrilebildiğini düşün.
Eğer okumamışsam, bana Sabahattin Ali‘nin Kürk Mantolu Madonna’sını hediye et.
Eğer delirmemişsem, beni delirt.
Zaferlerini zeytin, defne ya da mersin yapraklarıyla yaptığın çelenkleri saçlarının hemen üzerine koyarak kutla; aralarına birkaç ölü arı serpiştir ama arıları öldürme.
Sana deli diyene, sen divaneyim de.
“Lykia Yolu’nu yürüyeceğim” deme, hiç değilse bu yaz, bu defa yürü o yolu.
Oğuz Atay‘ın Tutunamayanlar‘ını artık bitir.
Kitap yazamıyorsan bile, bir kitap yazsaydın, adını ne koyabileceğini düşün ve bir kenara not et; kulübe hoş geleceksin, çünkü artık bir kitap yazmaya başlamış olacaksın.
Sen de beni sevme, n’olursun…
Helle‘nin de boğulduğu yer Hellespont‘un en dar yeri Sestos ve Abydos arasında boğulan Hero ve Leandros için yas tut mesela; Kala-i Sultaniyye sana eşlik eder; görürsün.
Ben muhtemelen aynı yeri yüzerek geçmeye çalışacağım, bir mayıs akşamına doğru.
Beklerim.
Bu dünyanın tüm çatışması ve kederi, rind ile zâhid arasındaki haldedir; Dionysos (Bacchus) olamayacağını biliyorsan, adı Bakkahi‘lerden, yani Bakha'lardan, yani İbbaki‘lerden, yani Zembekikos‘lardan gelen bir Zeybek ol;
“Evohe!” diye bağır, harmandalına gönlünü ver; zeybeklerin başlarındaki çiçekli yazmaların, aslında, antik dünyada Bakkahi’lerden kalma çiçek çelenkleri ve asma yaprakları olduğunu bil ve zeybekleri sev. Ege'yi sev.
Harmandalını sev.
Harmandalı oynayan zeybeklerin, kollarını her havaya kaldırıp yere çöktüklerinde, aslında, şaraplık üzümleri toplayıp sepetlere koyduklarını ve yeniden ayağa kalktıklarında da o üzümleri şarap olsunlar diye ezerek kendinden geçen Dionysos alaylarına karıştıklarını gör. Madde ve mâna ayrımında Dionysiak şölenlere ruhunu ve bedenini kaptır. Dionysos'un aşkına; yer gibi kertil, toprak gibi savrul; mey gibi ak, sel gibi vur!
“Âteş-i ıskest ke’nder ney fütâd, cûşiş-i ışkest ke’nder mey fütâd”ı ezberlemene gerek yok; anlamını bilmen yeter.
At nalı şeklindeki bir şölen masasının etrafında yaptıkları “aşk”konuşmasına, “Bugün neyi övelim?” diye başladıkları için bile, Platon‘un Şölen isimli diyaloğunu okumayı her dem sürdür.
Milâttan önce 585 yılının 28 Mayıs‘ında güneş tutulması olacağını önceden hesap eden adam, Miletli Thales, “her şey sudur” diyorsa; vardır elbette bir bildiği daha;
madem böyle, bu su metaforunun bir ucundan tut ve suyun altında yıkanıyorken, kendinin de tamamen su olduğunu düşün; epey rahatlatıyor. Bunu da ben söylüyorum sana, Thales değil.
Duşun altında değil de denizin ortasındaysan; suyun yüzeyine sırt üstü yat ve gökkubbeye bakıyorken, boşlukta uçuyor olduğunu düşün; gülümseyeceksin… Su gibi olursan eğer, kalbinle düşünecek, beyninle seveceksin.
Gün gelecek, felsefeyle ileri derecede ilgilenen herkesin “bilge” olmadığını anlayacaksın;
kocaman profesörlerin bile birer zavallı olabileceğini.
Sayılara mutlak bir inançla bağlı olan ve bugünkü birçok tarikatın da kökeninin dayandığı Pisagor efendiyi düşün:
Dik kenarları 1 birim olan bir dik üçgenin hipotenüs uzunluğunun rasyonel bir sayı olmadığını kanıtlayan öğrencisi Metanpontumlu Hippasus‘u, sırf bu yüzden bir kaşık suda boğmadı mı?  
Pisagor bir katildi ve filozoflar da dahil her insan, bir kaşık suda boğma heveslisi yaratıklardır.
Fakat bazıları da vardır ki felsefelerinin tutarlılığı uğruna, Empedokles gibi de Etna kraterinin ağzından atarlar kendilerini.
Yanardağların ağzına geldiğin vakit, Empedokles‘i ve bizi düşün. Santorini Adası'na bir gün düşerse yolun, halen dumanı tüten Nea Kamenivolkanına bakıp, Firostefani sırtlarına kurularak kayıp kent Atlantis'i ve bizi düşün.
Arabeskler ve tılsımlar aklının bir köşesindeyken, bana en büyük yazarların ve filozofların gözleriyle bak.
Nebrisler giyindiğin zamanlardaysa en yükseklere kurul; senin makamın için “post nişin” desinler.
En yükseklerdeyken çamurun dibinin parlak olduğunu unutma çünkü makamının yüksekliğine bu yakışır.
Apollon'dan gözünü alamadığında dahi, Dionysos alaylarında saf tut.
Bozkırın yalnızlığına, ormanların kalabalığına aldanma; aslında her ikisi de senin etrafın.
Labrisini toprağa gömsen bile nereye gömdüğünü unutma.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Yeri gelir, sana şiirlerden börekler açarım. Pers topraklarına kadar uzanıp Sohrab‘tan bir iki satır bile okurum; Hayyam efendi dahi bizi kıskanır.
Bakarsın bir akordeon sesi duyulur bir yerlerden.
Ne zaman bir akordeon sesi duysam, durur dinlerim.
Beni durdurmak için akordeon çal.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Günlerden cuma ve ne dediğimi bilmiyorum; zürafalar yine gümbür gümbür bulut yiyor.
Karşına şair Pindaros‘un evi gibi dikilmezsem de benim adım cihanda sulhdeğil! Ne zaman bir gemi görsem, yeni Troya'yı kurmak için denizlere açılmayı kafasına koyan bir Aeneas olurum.
Ne zaman bir gemi görsem, Harar‘a kaçmayı kafasına koyan acemi bir Rimbaud olurum.
Acemi sözcüğünün, “Acem“den gelip gelmediğini de düşünmeden edemem.
Kafamın içinden, üstünde dev balinaların yüzdüğü, kiklopların cirit attığı dev portolon haritalar çizer, riskli rotalar belirlerim.
Portolon sözcüğünün etimolojik kökeninin, Portekizli denizcilerden gelip gelmediği takılır aklıma bu defa.
O gün bir buçuk hayalperestsem eğer, Afrika haritasını fillerin kulağına benzetirim.
Yeri gelir, Kserkes gibi de kabaran denizleri kırbaçlarım.
Yeri gelir, “gibi” olmam, “ta kendisi” olurum;
İthaka‘ya varamayan gemilerin tayfası, cennetten kovulanların elması.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Bu gidişle yemediğim halt kalmaz.
Uçurtmaya “uçutturma” bile derim. Köprüler kurulur, köprüler yıkılır.
Kara yakılar yakan, tılsımlı bakılar bakan yaşlı bir ’şaman’a dönüşürüm.
Köprücük kemiklerim derinleşir; belimdeki venüs gamzeleri belirginleşir.
Sen de beni sevme, ben seni severim.
Çünkü sevgide demokratlık diye bir şey yoktur.
Sevme halinde ayar, sevme halinde ölçü yoktur.
Mintarafillah, ortasını bulamadık diye, Aristoteles efendi bize kızar.
Sırf bu yüzden, “Demokrasi” diye diye kıçını yırtan, gözleri döne döne dört dörtlük bir “tiran“a dönüşen o adama seve seve meydan okurum.
“Köle ahlâkı“yla değil de “efendi ahlâkı“yla meydan oku sen de ve bu sistemde senin efendin olmuşların efendisi olmadan da bu hayatı terk etme.
Emin ol ki yapayalnızsın bu savaşta.
Emin ol ki yapayalnızım bu savaşta.
Yalnız savaşında sana başarılar dilerim.
Yalnız savaşımda kendime başarılar dilerim.
Başarı dileklerim bize mikron mikron güç veriyorsa, artık yalnız değiliz ve kazanacağız.
Hazırlıklar başlasın çünkü kazanacağız ve çok kalabalık yalnızlarız.
Kazanacağız çünkü devrim başıbozukluk ister.
Efesli Herakleitos bile devrimle değişir.
Zafer çelengini ben örerim mersin yapraklarından.
Balkanlar‘dan Himalayalar‘a kadar uzanan 15 yaşında bir İskenderolurum.
Sen yeter ki beni de sevme.
Ben seni sevmeler diktasını ilân ederim.
Diktatörlük günlerinde, git okulunu falan as örneğin. Okulun yoksa da işinden istifa et.
İşin de yoksa bu durumu sanata dök; işin sanatın olsun, seni sevmek de benim sanatım.
Yorulursan, ayaklarına ben yaparım en güzel masajları. Dithyrambos, bağbozumu şenliklerini başlatır. Merak etme; parasız da kalmayız; parasız kalacaksak da aç ve keyifsiz kalmayız; denizlerin balıkları ve ormanların meyveleri halen canlı ve leziz. Bağlarda, güvercin yumurtası büyüklüğündeki üzüm taneleri halen bozulmuş değil.
Plajlar halen yatılabilecek ve cırcır böcekleriyle panik ataklar yaşayabileceğimiz kadar geniş…
Ben seni böyle de severim ve panlar, kendi çıkardıkları sirinks seslerinden panik içinde kaçışır.
Ağustos böcekleri, cırcır böcekleri ve çekirgeler, kendi çıkardıkları cırsesinden uçuşur.
Ateş böcekleri üçer beşer deniz fenerine dönüşür.
Biz o aralar hiç oral�� olmayız ve üstümüzü gece örter.
Bakarsın, bir yerlerden bir lir sesi duyulur.
Ben ne zaman bir lir sesi duysam, durur dinlerim.
Ben ne zaman bir şeyi durup da dinlesem, ona aşık olurum.
Parmaklarım hem liri, hem de seni sever.
“Git, bir işe yara” diyenlerden de olamam.
“Git, bir şişe şarap aç” derim; daha iyi. En nihayetinde, kitabımızda "in vino feritas” yazdığı için, "in vino veritas“ yazılı durur bizim bağımızın bahçemizin kapısında; sen beni sevmesen de olur, çünkü benim için güzel olan, “salt fonksiyonel olmayan“dır.
Benim için güzel olan, “yüzde elli tahmin edilebilir ama yüzde elli öngörülemeyen olan“ın adıdır.
Şaraplık üzümün bile güzel tanesi, mücadeleyi sevenidir. Azıcık güneş görmek için, en soğuk iklimde bile kendisini hırpalayanıdır.
Benim için güzel ol; bir fırtınanın başlatıcısı bir kelebek.
Ben süt beyaz omuzlarının üzerine ‘cupidon‘lar bile kondururum.
Uğruna daktiller dökerim, sen bir işe yaramasan da olur.
Çünkü sevgide işlevsellik yoktur ve benim işim güzeli sevmektir.
Aşkta Hitler, sokakta Shakespeare, yatakta Hector‘um.
Senin için beş para etmesem de olur, çünkü seni seviyorum.
”Pes sühan kütâh bâyed vesselâm“: ”Ben de seni” deme; bana aniden bir şeyler söyle.
Ozan Önen  | 2. 11. 2012, Cuma - Çankaya, Ankara * Bu yazımın kısa versiyonu, L-Manyak Dergisi Nisan 2015 sayısında yayımlanmıştır.
247 notes · View notes
olumsuzsozler · 6 years
Photo
Tumblr media
Bil ki, çocuklarım cahil ve tembel olmasın diye her şeyi gözden çıkarırım onların gelişmesine yardımcı olmak için işimi gücümü bırakırım gerekirse.
Thomas More
0 notes
sradancinkokarbnpil · 7 years
Text
Bir insanı asla ama asla dışardan nasıl gözüktüğüyle, ne tür müziklerden hoşlandığıyla, bu hayattaki amaçlarıyla, neye ağlayıp neye güldüğüyle, çevresindeki insanlarla, sigara alkol vb. kötü alışkanlıklarıyla, mesela işkolik olmasıyla yada telefon bağımlısı olmasıyla, tembel olmasıyla, kaç tane dizi yada film izlediğiyle hatta sizin izlediğiniz filmleri izlememesiyle yargılamayın veya eleştirmeyin. BUNLAR BİR İNSANI TANITACAK ŞEYLER DEĞİLDİR. Demek istediğim şu; insanı tanımak istiyorsanız onunla vakit geçirin sohbet edin yanlışlarını aramak yerine doğrularını sevin.Hayat kısa ve kısa sürede geçirdiğiniz vakite dönüp baktığınız zaman hayatınızda 'keşke'ler olmasın iyi ki ler olsun.Dönüp bakınca yüzünüzü gülümseten anılar olsun sizi seven insanlar olduğunu hatırlayın. Unutmayın bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir. Hakeza kalp kırmakta buna dahil. İnsan sadece fiziksel olarak mı ölür? Ya bedenimiz ölmeden evvel çoktan ruhumuzu öldürenler? Ya sadece kalbimiz hala attığı için yaşıyorsak? Sadece kalbimizin durmasını bekliyorsak ölmek için?
1 note · View note
flankesss · 8 years
Text
Ben istediğim için çıktı bütün yollar sana.
Sene 2006 lise 2.sınıftayım hani herkesinde dediği gibi gittiğim lise berbat.
Bence şehrin ismini almış her lise berbattır.
Öyle tembel falan değilim lise 1.sınıfta teşekkür almışım orta okul desen belgeler havada uçuşuyor umut var yani biiiraaz. :) Orta gelirli bir ailenin ortanca çocuklarından okuyacağı umut edilen bir ailenin bireyiyim.
Hani umut dediğim öyle sahipsiz bir umut değil yani kendi boğazlarından kısıp dershaneye falan gönderiyorlar.
Ben mi ?
Kahvehanedeki bütün oyunları öğreniyorum bu yolda yapilmayacak ne varsa yapıyorum
cuigarana içiyorum,kahveye gidiyorum,kavgalara karışıyorum,internet cafelere gidiyorum. Kamp varmış deyip başka şehirlere gidiyorum.
Kahvedeki şefle ahbapligimizi anlatayım size ilkin yoklamayi orda aldırırdık.
Çok borcumuz var kahveye ne yapalım diye düşünüyoruz bende o zamanlarin gözde telefonu yanlış hatirlamiyorsam 1110 var o hani tuşları yapışık olanlar varya ondan şeftede o modelden daha düşük hatırlamadığım bir telefon kalkıyoruz şefle takasa giriyoruz al bunu elindeki telefonu ver bide bizim borcumuzu sil ödeşelim diyoruz arkadaşlarla sef kabul ediyor neyse aldi verdi yapiyoruz borcu kapatiyoruz.
Borcumuz kalmadigina göre bi oyun atalim diyoruz sabahı akşam edip masadan kalkiyoruz.
Hesaba bakıyoruz yine aynı borcun altina girmişiz benim telefon piç olmuş.
Öyle müptezelleriz.
Zaman bu bildiğimiz gibi akıyor
hızlı hızlı o sene okul sıralarına dair hatırladığım tek şey.
Edebiyat öğretmenimin bana karneyi verirken; oğlum senin derslerin iyiydi sen nasıl bu kadar devamsızlık yaptın kendini bu duruma nasıl getirdin demesiydi.
Benim ergence hareketlerle artist cevap vermem olmuştur.
Severdim edebiyat hocamı belki o sene okuldan 96 g��n kaçmamış olsaydım edebiyatla daha erken ve daha derince bir tanışmışlığım olurdu.
Aldım elime karneyi tabi buna göre planlar yapmışız arkadaşlarla maatbadan karne kağıdı ayarlamışız internet cafenin sahibi bilo'yu kafaya almışız bize uyarlama bir karne yapacak.
DOKSANALTI GÜN birbirimize bakıp okul kaç gün zaten diye dalga geçiyoruz.
Soluğu cafede alıyoruz bilo olum hazır mi herşey simdi hatırlamadığım birşeylerden dolayı karneyi çıkaramıyoruz.
3 arkadaşız biri İstanbul'a amcasının yanına gidiyor diğeri ben aileme söylerim zaten anlıyorlardı diyor.
Ve akşama yakın gidiyorlar.
…işte o an ensemin örsünde bir demir balyoz…
Kalıyorum kalıyorum kalıyorum.
Karneyi alıyorum elime
96 gün devamsızlık ve iki tane zayıfım olduğunu görüyorum.
Bakmıyorum yani görüyorum.
Karnımdan,mideme,ciğerlerime ve kalbime acı bırakan
BEN NE YAPTIM ULAN!
Cümlesi dökülüyor.
Karnemi alıyorum ve kardeşimin eline tutuşturup eve götür diyerek uzaklaşıyorum.
Aklımca babam onu görecek sinirlenecek belli bir zaman geçtikten sonra siniri yatışacak ve ben o zamanlar eve geri döneceğim tahminim 10-15 gün arası.
Peki nerde kalacağım?
3 5 gün arkadaşlarda kaldım ama bu durum beni rahatsız etmeye başladı ve dışarda kalmaya karar verdim.
Hava sıcak zaten idare ederim diye düşünüyorum.
Öyle değilmiş o sabahın ayazı var ya yaz kış dinlemiyormuş hele uykuya yenik düşüp bi çimenin üzerine uyuyakalmişsaniz soğuğu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Ama benim hakkım buydu böyle olmalıydı diyerek acımiyorum kendime.
1 hafta dışarılarda uyudum.
Evde neler olmuştur diye düşünüyorum.
İçim içimi yiyor ama evin yakınından bile geçemiyorum.
Artık yeter ne olacaksa olsun diyip evin yolunu tutuyorum.
Herşey o kadar yabancı geliyor ki sanki evden uzak yıllarım geçmiş gibi binaya giriyorum,merdivenleri çıkıyorum ve
kapıyı çalıyorum.
(Allahım ne olur bişey olmasın diye diye)
Abim kapıyı açıyor daha birşey söylemesine fırsat vermeden tuvalete koşturuyorum.
Babamın sesi geliyor
Kadir geldi mi arkadaşının bağ evinden
Abim: geldi baba
Babam: karnesi nasılmış.
Abim: baba kadir devamsizliktan sınıfta kalmış!
Babam: yok yav!! şaka yapıyorsunuz.
!!!! Milyonlarca ünlem koymam lazım buraya evdekiler babama sınıfta kaldığımı söyleyememişler.
Bir insan ömür boyu tuvaletten çıkmamak ister mi?
Ben istedim.
Tuvalletten çıkıyorum mecburi ve babamla yüz yüze geliyoruz.
Kadir oğlum ne yaptın doğru mu ?
Doğru baba sınıfta kaldım.
Yok yav!yok yav! vaah! vah!
Niye oğlum?
Baba bi kaç arkadaşa takıldım.
Babam bu sözü duyunca
ÇAAAAAAAAT! Şarteller attı.
Öyle bir vuruyor ki anlatamam benim ellerim yanlarda korunma ihtiyacı duymadan gelen herşeye eyivallah diyorum.
Babam: sen belki hatani sahiplenseydin yaptığın hatanın arkasında duracak bir cevap verseydin vurmazdım diye diye vurmaya devam ediyor.
Bir müddet sonra babamın zorlanınca mide kanaması geçireceğinden korkup kendine zarar vereceğini düşünüp kafamı duvara vurmaya başlıyorum.
Sonra bayılmışım. Kafamda yeni bir armağan olan 4 tane dikişle uyandım.
Ben yaptığım ne varsa arkasında durmam gerektiğini kolay öğrenmedim.
5 notes · View notes
uzaklardan · 8 years
Photo
Tumblr media
Paranın ve ölümün övülmesine hayır diyoruz. En çok malı olanın en değerli olduğu, mallara ve insanlara fiyat biçen bir sisteme hayır diyoruz.
Zenginliği çoğaltmak için yoksulluklar çoğaltıyorlar ve diğerlerinin yoksulluğunu çizginin dışında tutmak, bu çok azın zenginliğini gözetmek için silahlar kat kat artıyor, bu arada yalnızlık da kat kat artıyor. Bize ne yiyecek ne de sevecek bir şey veren, çoğunluğu yiyecek açlığına, çok daha fazla kişiyi de kucaklaşma açlığına mahkum eden bu sisteme hayır diyoruz.
Yalana hayır diyoruz. Büyük iletişim araçlarının evrensel ölçekte yaydığı egemen kültür, bizleri dünyayı yakınımızdakilerin olsa olsa bir mal ya da rakip olabileceği ama asla kardeş olamayacağı bir süpermarket ya da otoyol saymaya davet ediyor.
Söyledikleri ve sustuklarıyla, egemen kültür yoksulların yoksulluğunun zenginlerin zenginliğinin bir sonucu olmadığı yalanını söyler, bu kimsenin suçu değildir, bir keçinin kulağından çıkmıştır ya da yoksulları tembel ve eşek yapan Tanrı’nın işidir. Aynı biçimde bazı insanların diğerleri tarafından aşağılanmasının dayanışmacı öfkeyi ya da skandalı gerektirecek bir nedeni yoktur çünkü şeylerin doğal yasasıdır bu
İtaatimizi ödüllendirirler, zekamızı cezalandırırlar ve yaratıcı enerjimizin soluğunu keserler. Biz düşünülenleriz ama düşünenler olamayız. Yankıya hakkımız var ama sese yok, yönetenler bizim papağanlık yeteneğimizi överler. Biz hayır diyoruz : Bu pespayeliği kade r olarak kabul etmeyi reddediyoruz.
Biz korkuya hayır diyoruz. Söyleme korkusuna, yapma korkusuna, olma korkusuna hayır diyoruz. Görünen sömürgecilik söylemeyi yasaklıyor, yapmayı yasaklıyor, olmayı yasaklıyor. Daha etkili görünmez sömürgecilik bizi söylenmeyeceğine, yapılmayacağına, olunamayacağına inandırıyor. Korku gerçeklik kılığına bürünüyor : Gerçeklik gerçekdışı olmasın diye iktidarsızlığın ideologları bize ahlakın ahlaksız olmak zorunda olduğunu söylüyorlar. Biz hayır diyoruz ve hayır derken de evet diyoruz.
E. Galeano
17 notes · View notes