Tumgik
#yil-1958
haytaogluyunus · 5 months
Text
Tumblr media Tumblr media
ANMA:
BUGÜN 19 NİSAN(2015)
KİMYA, MOLEKÜLER BİYOFİZİK, BİYOKİMYA VE MATEMATİK DALINDA DÜNYACA ÜNLÜ AKADEMİSYEN, BİLİM ADAMI, TÜRK MİLLİYETÇİSİ:
PROF. DR. OKTAY SİNANOĞLU’NUN VEFATININ YIL DÖNÜMÜ. RAHMETLE ANIYORUM.
Oktay Sinanoğlu(25 Şubat 1935, Bari- 19 Nisan 2015, Miami), Türk kimya mühendisi ve
akademisyen. Kimya, molekülerbiyofizik, biyokimyave matematikalanlarında dersler vermiştir. 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu'na ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verilmiştir.[2]Türkiye'de akademik çalışmalarıyla olduğu kadar, Türkçeile ilgili politik görüşleriyle de tanınmaktadır.
25 Şubat 1935 yılında Babası Nüzhet Haşim Sinanoğlu'nun başkonsolos olarak görev yaptığı İtalya'nın Bari şehrinde doğdu. II. Dünya Savaşı'nın başlamasının ardından 1939'da ailesiyle Türkiye'ye döndü.
Oktay Sinanoğlu, 1953 yılında TED Ankara Yenişehir Lisesi'nden birincilikle mezun oldu. 1953 yılında okul bursu ile ABD'ye gitti. 1956'da Amerika Birleşik Devletleri'nde, Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'ndenkimya mühendisi olarak[3]mezun oldu. 1957'de Massachusetts Teknoloji Enstitüsündeyüksek lisansını tamamladı. Aynı yıl "Sloan Ödülü"nü kazandı.
Doçentlik tezini tamamlamasının (1958-1959) ardından Berkeley'de teorik kimyaalanında doktorasını tamamladı (1959-1960). Doktora danışmanı Kenneth Pitzer'dı.[4]
21 Aralık 1963 tarihinde Yale Üniversitesinde öğrenci olan Paula Armbruster ile evlendi. Evlilik töreni The Branford College Chapel of Yale'de yapıldı.[5]Bu evliliğin ardından, Dilek Sinanoğlu ile evlendi ve bu evliliğinden ikiz çocukları oldu.
19 Nisan 2015 tarihinde Amerika'nın Florida eyaletinde hayatını kaybetti.[6]Ünlü sanatçı Esin Afşar'ın ağabeyidir. Karacaahmet Mezarlığı'nda annesi Rüveyde Sinanoğlu ve kız kardeşi Esin Afşar Aral'ın yanına defnedilmiştir.
1960'ta Yale Üniversitesinde öğretim üyesi oldu. 1 Temmuz 1963 tarihinde kimya alanında tam profesörlük unvanı alarak, 20. yüzyılda Yale Üniversitesinde "tam profesörlük" unvanını en genç yaşta kazanan öğretim üyesi olduğu açıklandı.[8]İlerleyen zamanlarda, son yüzyılda tam profesörlük unvanını alan en genç ikinci öğretim üyesi olduğu ortaya çıktı. Yale Üniversitesinin son 300 yıllık tarihinde tam profesörlük unvanını alan üçüncü en genç öğretim üyesi olduğuna inanılmaktadır.[9]
1964 senesinde Yale Üniversitesinde teorik kimya bölümünü kurdu. Yale'deki görevi boyunca, atom ve moleküllerin çok-elektron teorisi (1961),[10]Çözgeniter teorisi (1964),[11]kimyasal tepkime mekanizmaları teorisi (1974),[12]mikrotermodinamik (1981) ve değerlik kabuğu etkileşim teorisi (1983)[13]çalışmalarını gerçekleştirdi. 1988 senesinde, laboratuvar ortamında birleştirilecek olan kimyasalların, birleştirmenin ardından nasıl tepki vereceklerini öngörebilmek amacıyla, kendi geliştirdiği matematik teorilerine dayanan devrimsel bir yöntem olan ve Sinanoğlu indirgemesi olarak adlandırılan yöntemini yayınladı. Yale'de 37 sene çalıştıktan sonra, 1997'de emekli oldu.
Yale'de çalıştığı süre boyunca, çeşitli Türk üniversitelerine, TÜBİTAK'a ve Japan Society for the Promotion of Science'a (JSPS) danışmanlık yaptı. 1962 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti Oktay Sinanoğlu'na danışman profesör unvanı verdi. 1975 yılında çıkartılan özel kanunla devlet tarafından kendisine "cumhuriyet profesörü" unvanı verildi. 1966'da kimya dalında "TÜBİTAK Bilim Ödülü"nü, 1973'te kimya dalında "Alexander von Humboldt Research Award"ı ve 1975'te "International Outstanding Scientist Award of Japan"i kazandı. 1973'te "fahri büyükelçi" olarak Japonya'ya gönderildi. Sinanoğlu ayrıca Nobel ödülü için iki defa aday gösterildiğini söylemiştir.
1997 yılında Yale'den emekli olmasının ardından Yıldız Teknik Üniversitesinde profesör olarak çalışmaya başladı ve 2002 senesine kadar Yıldız Teknik Üniversitesi kimya bölümünde çalışmaya devam etti.
Sinanoğlu birçok bilimsel kitap ve makale yazdı ve birçoklarına da katkıda bulundu. Ayrıca Hedef Türkiye ve Bye Bye Türkçe (2005) gibi eserlere de imza attı.
Yaşamı boyunca kuantum mekaniğine birçok katkıda bulundu. Paul Dirac'ın da üzerinde uğraştığı ancak çözemediği kuantum mekaniğinde Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği yüksek simetrileri problemini çözdü.
TÜRKÇE İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ VE ÇALIŞMALARI
Türkiye'de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok toplumda bir Türkçe bilinci oluşturmaya adadı ve Türkçenin yabancı dillerin istilası altında olduğunu vurguladı. Eğitim dilinin Türkçe olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savundu. Türkçede bulunan yabancı kökenli olduğunu söylediği bazı kelimelere çeşitli karşılıklar önerdi.
Tüm ifadeler:
0 notes
Text
27 Yıl Önce (Dinar Depreminin Acılı Hikayesi)
Tumblr media
27 YIL ÖNCE 1995 tarihinde Dinarda meydana gelen depremde 94 vatandaşımızı kaybetmiştik. 250 vatandaşımızda yaralanmıştı.   21 Eylül 1995 saat 19.33 de 3.3 şiddetinde meydana gelen ilk deprem, 19.35 de ve 19.37 de üst üste meydana gelmesiyle halkı sokaklara dökmüştü. Bu tür sallantılara Burdur ve Denizli depremlerinden alışık olduğundan yine çevrede oluşan bir sarsıntıyı hissettiklerini sanmıştı Dinar’dakiler. 26.27.30 Eylül deki hissedilen depremlerden sonra halk geceyi sokaklarda, boşluk sahalarda ve meydanlarda geçirmeye başlamıştı.     1 Ekim 1995 günü Dinar 24 saatte 53 kez sallanmıştır. İşte bu depremlerden 18. saat 17.57 de 6.0 şiddetindeki deprem olmuştu. Bu depremi yaşayanlar gayet iyi hatırlarlar. Yıllar geçse de bu depremin bıraktığı İZ silinmeyecektir. Sokaklarından geçerken daima anımsanacak evlerin yerini göreceğiz, mezarlıkta mezarlarından başka onlar anısına yapılmış deprem şehitleri çeşmesini göreceğiz. 94 kişinin hayatını kaybettiği bu deprem çok İZ bırakmıştır. Bu deprem şehitlerimizden 93 ünün isimlerini soyadlarına göre yayınlıyoruz. Bir kişinin kimliği tespit edilememiştir.   DEPREMDE VEFAT EDENLER   1- ALDEMİR Meksan, Yusuf oğlu 1972 D. Burunkaya Köyünden- Galerici-Dinar   2- .AKÇAY Mustafa, Ökkaş oğlu 1952 D. Konak Mahallisi.- Çorapçı-Dinar   3- Akçay Erkan, M. Mustafa oğlu 1978 D. Çorapçı Mustafa’nın oğlu-Dinar   4- AKIN Şahin, M. Fahri oğlu 1965 D. SSK Doktoru – Merzifon   5- AKIN Melahat, Seyfettin Kızı 1945 D. (Doktorun Annesi)- Merzifon   6- AKSOY Erhan………………………………………………………. ?   7- AKSU Ahmet, Hasan oğlu 1929 D. Dikici Köyünden – Dinarda oturur   8- AYDOĞAN Cennet, Mehmet kızı 1947 D. Mahmarlı Abdullah’ın eşi-Dinar 9- BAĞIŞLI Aydın……………………………………………….. ?   10- BOYACİ Seher, Hüseyin kızı 1946 D. Adnan Boyacı’nın eşi-Dinar   11- CELAL Ayşegül,…………………………………………………. ?   12- CENGİZ Elif, (Sarraf Fikri’nin Torunu) – Dinar   13- CEYLAN Ali, ……………………………………………………Konyalı   14- CİHAN Adnan, Hasan oğlu 1961 D.Tapu Kds.M-Yeşilhöyüklü-Dinarda oturur 15- COŞKUN Hasan, Yılmaz oğlu- Veteriner Sağlık Memuru- Sandıklılı   16- ÇATAK Ayşegül,…………………………………………….. ?   17- ÇAVUŞ Orhan,Şükrü oğlu 1942 D.Lokantacı-Emin Çavuş’un ağabeyi,misafir. Gazeteci Ramazan Gürbüzün kayın biladeri.   18- ÇELİKER Bayram Gökhan, Muhammet oğlu 1984 D.- Dinar   19- DEMİR Gülizar, Bekir kızı 1969 D. Polis M. Kadir’in eşi – Amasya 20 – DEMİR Şerife, Kadir kızı 1985 D. Polis M. Kadir’in kızı- Amasya 21- DEMİR Şeyma, Kadir kızı 1993 D. Polis M. Kadir’in kızı-Amasya   22- DENGİZ İbrahim, 1937 D. Berber-Nuri ve Kunduracı-Süleyman’ın kardeşi   23- DENGİZ Songül, Yüksel kızı 1974 D. (Nuri’nin gelini) – Dinar   24- DENGİZ Ziynet Esrin, İbrahim kızı 1995 D. (Nuri’nin torunu-Songül’ün kızı)   25- DİNGİL Nimet, ( Kara Yusuf’un (Özdemir) ablası – Dinar –   26 – DOGRUSOY Zühre, Kazım kızı 1946 D.- Eroğuz’un dünürü-misf. Antalya   27- DOĞAN Emine, Dikici Köyünden- Dinarda oturur   28 – DOĞAN Hanife, İbrahim kızı 1326 D. – Dikici Köyünden – Dinarda oturur.   29 – DURGUT Ayfer, Yusuf oğlu 1965 D. (Dinar İcra Müdürü) – İzmir/Torbalı   30- DURGUT İlknur, İsmail kızı 1966 D. (İcra Müdürünün Eşi) – İzmir/Torbalı:   31- DURGUT Ece, Ayfer kızı 1989 D. (İcar Müdürünün kızı) – İzmir/ Torbalı   32-ERDAL Ali, Mehmet oğlu 1931 D. Cumhuriyet Köyünden- Üçlerce Mh.-Dinar   33- EROL Sadettin, Mustafa oğlu,1954 D.(Diş Dr.- Eroğuz’un damadı)- Dinar   34- EROĞUZ Necmi, Necati oğlu 1958 D. (Radyocu-TV’ci) – Dinar   35- EROĞUZ Zehra, İlhan kızı 1964 D. Necmi’nin eşi – Dinar   36- EROĞUZ Berk, Necmi oğlu 1993 D. – Dinar   37- EROĞUZ Zekiye, Osman kızı,1960 doğ. Necdet’in eşi Dinar   38- EROĞUZ Mehmet, Mustafa oğlu 1961 doğ. Isparta   39- GÖÇERLİ Mehmet, terzi Hamdi’nin oğlu 1959 doğ. Dinar   40- GÖÇERLİ Hamdi, Mehmet oğlu 1982 doğ. Hamdinin torunu   41- GOKGÖZ Emine, Osman kızı 1952 doğ. Misafir Antalya   42- GÖKGÖZ Fatma Ana, Bayram kızı 1977 D.Ün. Öğr. Antalya   43- GÜROL(LU) Mehmet,……………………………………?   44- GÜRDAL Mürşide,………………………………………..?   45- GÜRBÜZ Münevver,………………………………………….. ?   46- GÜRBÜZ Muammer,……………………………………..?   47- GÜNER Bülent, Hüseyin oğlu 1964 D.(MHP İlçe Başkanı)Sarraf-Pastaneci   48- İLHAN Emine, Celal kızı 1988 D. (Bekçi Muhittin’in Torunu) – Dinar   49- KARAÇALI Aslı, Ahmet kızı 1976 D. (Dinar Cezaevi Md. kızı) – Tokat   50- KARAÇALI Rukiye, Mehmet kızı 1951 D. (Ceza Ev. Müd. Ahmet’in Eşi)   51- KARAKAŞ Fatma, (Nasıfın eşi) Cerit yaylası Köyünden- Dinar   52- KARAKAŞ Masif, Mahmut oğlu 1939 D. Cerit yaylalı-Emk. İmam- Dinar   53- KARAKAŞ Nazmi, Nasifoğlu 1980 D. – Dinar   54- KARAKAYA Fatma, Mustafa kızı 1955 D. (Öğrt. Mehmet’in eşi) Yakaköy   55-KARAKAYA Bilge, (öğretmen) Mehmet kızı 1982 D. Yaka köyü – Dinar   56- KARABULUT Soner, Hüseyin oğlu 1964 D. (Şener Kitiş’in damadı)Dinar   57- KAYA Adnan, Tevfik oğlu 1962 D. Sarraf – Dombay Köyünden – Dinar   58-KAYGISIZ Burak, Sağlık Memuru Mehmet’in oğlu – Dinar   59- KEÇECİ H. Hilmi, İ Vasfi oğlu 1965 D. Hırdavatçı – Dinar   60- KEÇECİ Vesile, Ramazan kızı 1976 D. (Hırdavatçı H. Hilmi eşi) – Dinar   61- KEÇECİ Şerife, Fahrettin kızı 1928 D. (Hırd. H. Hilmi’nin annesi) – Dinar   62- KOLAMAN Feray, Süleyman kızı 1976 D. Üniversite Öğrencisi – Antalya   63- KOLAMAN Hatice,Hasan kızı 1941 D.(ünv.öğr. Feray’ın annesi)- Antalya   64- KUŞÇU Filiz, A. Cevat kızı 1970 D. Alpaslan Köyünden – Dinar   65- ONGUN Hayati, Mustafa oğlu 1963 D. DİYAŞ sahibi – Dinar   66- ÖZ Mülayim, Süleyman oğlu 1942 D.Bademli-Dörtyol’da Halıcı- Dinar   67- ÖZBOZDAĞLI Fatma, Ayten kızı 1954 D.(Eski Enin.Md.nün eşi- Adana   68- özdemir Zahide, Mustafa kızı 1944 D. (kara) Yusuf’un eşi – Dinar   69- öZTÜRK Ramazan,Ahmet oğlu 1960 D.Terzi-Çağlayan Köyünden-Dinar   70- öZTÜRK Fatma, Hüseyin kızı 1962 D. (terzi Ramazan’ın eşi) – Dinar   71- SAĞDIÇ Melahat………………………………………………. ?   72- SERTÇELİK Sultan, Ali kızı 1330 D.(Hast.mem.Yaşar’ın annesi) – Dinar   73- SEZEN Ramazan, (belediye işçisi)- Dinar   74- ŞİMŞEK Halil, Yusuf oğlu 1950 D. (öğretmen Rafet’in kardeşi) – Dinar   75- TOKER Hüsem Dede,………………………………………… ?   76- TOMBULOĞLU İrem, sarraf Ömer kızı – Dinar   77- TUNCAY Süleyman, Mehmet oğlu 1329 D. Dikici Köyünden – Dinar   78- TUNCAY Mehmet, Süleyman oğlu 1948 D. Dikici Köyünden – Dinar   79- TUNCAY Behiye Meryem, Mehmet kızı 1986 Dikiti Köyünden – Dinar   80- TUNCAY Mehmet Süleyman, Mehmet oğlu 1990, Dikici Köyünden   81- TUNCAY Emine, Yusuf kızı 1928 D. (Osman Tuncay’ın eşi) – Dinar   82- TUNCER Fatma, Halil kızı 1961 D. belenpınar Köyünden – Dinar   83- UYSAL Yusuf, Ali oğlu 1966 D. (Dev. Hast. memur) – Okçular Köyünden   84- VURAL Ahmet, İbrahim oğlu 1334 D. Cumhuriyet Köyünden – Dinar   85- YEŞİL Gülhan, Mevlüt kızı 1955 D. (Yeşiller Mğz. sahibi Ramazan’ın eşi)   86- YILDIZ İsmet, Bornova / İzmir   87- YILD1Z Türkan, Hüseyin kızı 1970 ( Dr. Şahin Akın’ın baldızı) Eskişehir   88- YURTER İbrahim, Ahmet oğlu 1933 D. (Patatesçi) Dombay Köyünden   89- YERTER Münevver, Ali kızı 1935 D. (İbrahim eşi) – Dinar   90 – YÜKSEL Halil Sami, Burhanettin oğlu 1959 D. Dinar   91- YÜKSEL Sibel, Ahmet kızı 1992 D. Germencik / Aydın   92- YÜKSEL Ziynet,…………………………………………….. ?   93- Mehmet DEMİREL(eşi Nevin 24.11.1996.tarihli sabah gazetesine yaptığı beyanı üzerine eşi Mehmetin depremde öldüğü meydana çıkmıştır.   94- Kimliği tespit edilemeyen bir erkek kişi mevcuttu.   Daha sonra Marmara’da meydana gelen deprem Dinar depremini unutturdu.Ne yazık ki bu depremde de on vatandaşımızı kaybettik.   MARMARA DEPREMİNDEKİ DİNARLI ŞEHİTLERİMİZ;   1- H.İbrahim Dinç, 1970, Yeşilhüyük-Gölcük;   2- Havva Filiz Karahan,1965 Toptepe mah.-Yalova;   3- Yaşar Erhan Karahan,1995,Toptepe mah. Yalova;   4- Ali Rıza Karahan, 1962,Toptepe mah. Yalova;   5- Mehmet Er 1959,İstasyon Mah. Yeniköy;   6- Müge Er,1984,İstasyon- Yeniköy;   7- Uğur Keskin, 1981-Alparslan- Gölcük;   8- Ali Osman Keskin–1976,Alparslan Gölcük;   9- Naife Keskin, 1957,Alparslan – Gölcük;   10- İsmail Keskin, 1954, Alparslan- Gölcük:   SİZLERİ UNUTMADIK VE DAİMA KALBİMİZDE YAŞAYACAKSINIZ, ASLA UNUTMAYACAĞIZ.DÜNYANIN NERESİNDE OLURSA OLSUN EN KÜÇÜK DEBREMDE İLK AKLIMIZA SİZLER GELİYORSUNUZ RUHUNUZ ŞAD OLSUN .   Jeoloji Mühendisleri Odası’nın Raporu   1 Ekim 1995 saat 17.57’de Dinar’da meydana gelen Richter ölçeğine göre 6 şiddetindeki depremde 94 kişi yaşamını yitirdi, 250 civarında insan yaralandı, yaklaşık 400’e yakın bina hasar gördü ve 10 trilyon TL, dolayında maddi hasar oluştu. Dünya standartlarında 6 şiddetindeki bir depremde asla oluşamayacak can ve mal kaybı, ülkemizdeki çarpık yapılaşma, teknik ve mesleki denetim mekanizmalarının çalıştırılmaması ve kaçak kontrolsüz   yapılardan çıkar sağlayan rant gruplarının denetlenmemesi sonucu oldukça ağır bir şekilde gerçekleşti.Jeoloji Mühendisleri odasının 2 Ekim 1995 tarihinde Dinar Depremi ile ilgili olarak hazırladığı aşağıdaki Basın açıklaması tüm görsel ve yazılı basına fakslandı.   BASINA VE KAMUOYUNA   Dinar’da Pazar günü Richter ölçeğine göre 6 şiddetinde bir deprem meydana geldi, Türkiye, jeolojik yapısının bazı özellikleri sonucu, önemli deprem kuşakları üzerinde yer almaktadır. Meydana gelen bu deprem ne ilk ne de son olacaktır. Ülkemizin % 92’si deprem riski i altındadır ve 1,1 yılda bir yıkıcı deprem meydana gelmektedir. Biz depremlerle birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız, Önemli olan deprem gibi doğal afetlere karşı hazırlıklı olmak, can ve mal kaybını en aza indirecek önlemleri baştan almaktır.   Doğa olaylarının doğal afetlere dönüşmemesi için en önce bir DEPREM ‘POLİTİKASI oluşturmak, zorundayız. Böyle bir politikanın oluşturulmasında bilimsel çalışmalar temel alınmalıdır.   Odanın 7 sayfalık bu raporu sonuncunda son olarak şu bilgiler verilmektedir.   Yapılan bu etkinliklerin sonucunda ]MO olarak vurguladığımız başlıca görüşler şöyle özetlenebilir,   * KENTLERDE YAPILAN YAPILAŞMALARDA JEOLOJİ-JEOTEKNÎKETÜTLER KESİNLİKLE   ZORUNLU HALE GETİRİLMELİDİR,   * 1 VE 2, DERECE DEPREMBÖLGESINE GIREN BÖLGELERDE ÖZELLIKLE MÜHENDISLIK   JEOLOJISI ÇALIŞMALARI YAPILMALIDIR.   • ‘DEVLET IHALE YASASIKESINLIKLE DEĞIŞMELI VE YENI DÜZENLEMEDE TMMOB VE ODALARIN GÖRÜŞLERI YER ALMALIDIR.* TÜRKIYE’NIN DEPREM POLITIKASI OLUŞTURUL- MALI VE IÇINDE ILGILI KAMU KURULUŞLARI ÜNIVERSITE VE MESLEK ODALARININ DA YER. ALDIĞI BİR ‘DEPREM DANIŞMAKURULU’OLUŞTURULMALIDIR.–YEREL YÖNETIMLERDE KESINLIKLE JEOLOJI MÜHENDISI ISTIHDAM EDILMELIDIR.   İsmail Yılmaz-Dinar
Tumblr media
Read the full article
0 notes
akinci · 2 years
Text
Tumblr media
BODRUMDA GÖRDÜĞÜNÜZ TÜM EVLERİ MUHTEŞEM BİR ŞEKİLDE SARAN BEGONVİLLERİ KİM ÜLKEMİZE GETİRMİŞ?
Herkesin ismini duyduğu ama kim olduğunu bilmediği Halikarnas Balıkçısı (karısıyla ilişkisi olduğunu anladığında babasını vuran adam)
Bir Bodrum Masalı...
Siyaseti hayat sanan bir dostumla bir akşam üzeri Bodrum’da denize karşı oturmuş hepimizin her gün konuştuğu mevzular laflıyoruz.
Baktım bu sıkıcı konuşma uzayacak, “çalışmadığı bir yerden sorayım da lafın güzergâhı değişsin bari” dedim;
arkamızda sıra halinde duran palmiyeleri göstererek, “Bu palmiyeleri buraya kim getirdi biliyor musun ?” diye sordum.
“Bilmem. Burada yetişmişler herhalde” diye cevap verdi.
“Hayır,” dedim. “Burada yetişmediler, sonradan birisi getirdi onları buraya. Halikarnas Balıkçısı adını duydun mu ?”
“Duydum galiba” dedi.
“İşte o getirdi. Ha sadece palmiyeleri değil, gelin çiçeği olarak bildiğimiz kalaları, begonvilleri, mimozaları da o getirdi, tam 45 değişik bitki türünü de. Mimozaların gelişinin en az kendileri kadar güzel bir de hikâyesi var.
Prosper Mérimée’nin ‘Carmen’ novellasını Türkçe’ye çevirirken, esmer İspanyol kızlarının saçlarına küçük mimoza demetleri taktığını okur ve ‘Neden benim Bodrumlu esmer kızlarım da saçlarına mimoza demetleri takmasınlar’ diye düşünür. Paris’ten mimoza tohumları getirtir, onları Bodrum sokaklarına, bulabildiği her yere, rastgele eker. Bir süre sonra her yeri mimoza sarar. Bir gün, bir düğün alayında Bodrumlu kızların saçlarına mimozalar taktığını görünce de sevincinden havalara uçar.”
“Botanikçi miydi ?” diye sordu dostum.
“Hayır, yazardı. Hem greyfurt tohumunu da ilk o getirdi memleketimize, böylece bu muhteşem meyveyle onun sayesinde tanışmış olduk.”
“Ondan önce greyfurtu bilmiyor muyduk yani ?”
“Bilmiyorduk !”
Lafın burasında arkadaşımın merakı arttı: “Peki yolu nasıl düşmüş Bodrum’a bu Balıkçı’nın ?”
“İstiklal Mahkemeleri’nin hem Bodrum’a, hem de Türk edebiyatına hediyesidir Halikarnas Balıkçısı. İlginç bir hikâyesi var, anlatayım sana” dedim.
Buraya yakın bir yerde, Girit’te 1886’da doğmuş, Cevat Şakir Kabaağaçlı, namı diğer Halikarnas Balıkçısı. Şakir Paşa’nın oğludur. Atina sefiri, validir aynı zamanda babası...
Çocukluğu Yunanistan’da geçmiş. Oxford’da okumuş. Orada güzel bir İtalyan kadınla tanışmış, adı Agnezi... Sonra Agnezi’yi almış memlekete gelmiş. Afyon’da büyük bir çiftlik evine... Şakir Paşa evin her yerine birer silah saklarmış..Her an, her yerden bir düşman çıkabilir diye.
Bu arada Agnezi’yle Şakir Paşa’nın memnu aşkı çoktan dedikodu olmuş düşmüş elin diline. Çiftlik evinde bir gece vakti Cevat Şakir, babasına çıkışmış ‘O senin gelinin’ demiş, ‘utanmıyor musun ?’ Babası ilişkiyi inkâr etmiş.Tartışma büyüyünce her birisi bir silaha davranmış, iki silah aynı anda patlamış, oğlun silahından çıkan mermi babayı bulmuş.
(Selçuk Altun’un verdiği bilgiye göre, Agnezi’den Muttara adında bir kızı var, Cevat Şakir’in... Kızıyla birlikte İtalya’ya giden Agnezi, ona babasından bahsetmeyi yasaklamış. Muttara’nın da Çinzia adında bir kızı olmuş sonra, onun bahsettiğine göre anneannesi Agnezi, ölünceye kadar kayınpederi Şakir Paşa ile Büyükada’da çekilmiş bir fotoğrafı yatağının başından hiç eksik etmemiş.)
BABA KATLİNE 15 YIL KÜREK CEZASI
Baba katili Cevat Şakir, çıkarıldığı mahkemede 15 yıl kürek cezasına çarptırılmış. Cezasının yedinci yılında ince hastalığa yakalanmış, serbest kalmış.
Tekmil hikâyesini anlattığı hatıratından babasıyla arasında geçenlerden hiç bahsetmez. O bir sırdır, kimseye anlatmaz.Yıllar sonra Bodrum’dayken, uzaktan mektuplaştığı ve evliyken tutkulu bir aşk yaşadığı Azra Erhat’a itiraf eder 19 Aralık 1958 tarihli mektubunda
“Babamı öldürdükten sonra kendime olan güvenimi kaybettim, . Kendimi o gün bugün yalan sanıyorum.”
Cumhuriyet yeni kurulmuş, Üsküdar’da bir evde yaşıyor, tam bir tutunamayandır Cevat Şakir. Zekeriya Sertel’in Resimli Hafta Dergisi’ne yazılar yazıyor, kitap kapakları yapıyor, bir yandan da tercümeler kazandırıyor Türk edebiyatına. Ne de olsa yedi dil biliyor.
İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, zira askere giden her nefer, üstüne urbayı geçirdikten sonra firar ediyor.Öyle ki Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak,Mustafa Kemal’e gidip dert yanmış, “Paşam, leşkeri değil de milleti giydiriyoruz, bu işe bir çare” demiş , kimsenin sırtında libas yok, askeri kıyafetleri giyen evin yolunu tutuyor. O yüzden kurulan İstiklal Mahkemeleri, firariler için kolayca idam cezası veriyor.
Cevat Şakir de, o günlerde “Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmağa nasıl gider ?” diye bir hikâye yazıp göndermiş dergiye. Tam o sırada Şeyh Sait isyanı patlak vermiş.
‘SON DEFA İSTANBUL'A BAK, BİR DAHA GÖREMEYECEĞİZ’
Ardından Şark İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve Ankara’da “Üç Aliler Divanı” çalışmaya başlamış.
Yazdığı hikâyeyle “halkı isyana teşvikten” dolayı “Üç Aliler Divanı”na çıkarılmak üzere trenle yola çıktıklarında Zekeriya Bey’le, Kartal’da, “Son defa İstanbul’a bak, bir daha görmeyeceğiz” demiş Cevat Şakir arkadaşına.
Mahkemede Kel Ali ikisinin de idamını istemiş, Kılıç Ali karşı çıkmış, üçer yıllık kalebentlik cezasını uygun görmüşler iki yazara, Zekeriya Bey’in payına Sinop, Cevat Şakir’in de Bodrum düşmüş.
‘ÖLÜP NURDA YATACAĞIMA BODRUM'DA NURDA YAŞARIM’
Ankara’dan İzmir’e trenle iki er nezaretinde kolayca ulaşmış. O zamanlar Bodrum’a sadece denizden gidiliyor, karayolu henüz yok. Ama onu deniz yoluyla götürmüyorlar, ne de olsa o siyasi bir suçlu, “Denize atlar, Yunanistan’a kaçar, nemize gerek” diye karayoluyla gönderiyorlar. Aylar sonra Milas’a ulaşmış. Milas’tan da “Başka yerde ölüp nur içinde yatacağıma, burada nur içinde yaşarım” dediği Bodrum’a kadar yürümüş.
Şansına iyi kalpli bir kaymakam çıkmış. Kaleye kapatmamış onu, çarşının içinde aylık kirası 25 kuruşa şirin bir Bodrum evinde cezasını çekmesine izin vermiş.
Ve o saat cennete düştüğünü anlamış.
Baştan ayağa Bodrum mavisine bulanmış ! Yazı yazmış, koyları keşfetmiş, bitkilerle ilgilenmiş, balıkçılık yapmış, bir kayık almış bazen günlerce maviliklerde kaybolmuş. Bir süre sonra “denizde balık adam, karada ağaç adam” olmuş çıkmış. Bitkilerle ilgili kitaplar bulmuş, okumuş, araştırmış, Avrupa’da bu işle ilgilenenlerle yazışmış, tohumlar istemiş, fidan bulmuş hepsini Bodrum’un her yerine ekmiş, dikmiş, sonra da ora ahalisiyle birlikte onlara gözü gibi bakmış. Bu sırada devlet, cezasının kalan kısmını İstanbul’da tamamlamasına karar vermiş. Gözü arkada kala kala İstanbul’a gitmiş, cezası bitince koşa koşa tekrar Bodrum’a gelmiş. Burada yeniden evlenmiş, belediyeye bahçıvan olarak girmiş, çocukları olmuş, onların eğitimi derken Bodrum’u bırakıp İzmir’e yerleşmiş mecburiyetten. İzmir’de de turist rehberliği işini ilk olarak o keşfetmiş. O yüzden bir diğer adı “pir-i rehberan”dır. 1945 yılında hemen hemen bütün ünlü yazar ve şair arkadaşlarına bir mektup yazmış ve belirlediği tarihte hepsinin İzmir’de olmalarını istemiş. Gelirlerse eğer onları deniz yoluyla cennete götürecek!
İZMİR’DEN MAVİ YOLCULUK
Çağrısına Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Erol Güney, Sabahattin Ali, Samim Kocagöz, Fuat Erol Keskinoğlu ve Necati Cumalı cevap vermiş, aynı günde İzmir’de buluşmuşlar. Bir tekneye ekmek, peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve çokça rakı alarak açılmışlar Ege Denizi’ne. Gazete okunmayacak, radyo dinlenmeyecek, mecbur olmadıkça karaya çıkılmayacak, bütün dünyayla ilişki kesilecek ve o zamana kadar hiçbirisinin gitmediği Bodrum denilen mavi cennette kaybolacaklar. Öyle de olmuş.
Sonra aynı tarihte her sene bu gezileri tekrarlamışlar. Daha sonra geziye katılan Azra Erhat, bu yolculuğu anlatan kitabına ‘Mavi Yolculuk’) adını koyunca, o gün bugün Ege ve Akdeniz’de çıkılan ve günlerce denizde kalınan seyahatlerin adı ‘mavi yolculuk’ olarak kalmış.”
Alıntı
#MaviYolculuk #Ege
HALİKARNAS BALIKÇISI
Cevat ŞAKİR
22 notes · View notes
muhubbi · 3 years
Text
ORTAKÖY YIL 1958 SEMİH SEZERLİ, FİKRET HAKAN, SALİH TOZAN
Tumblr media
18 notes · View notes
yusufserkan · 5 years
Text
“Lozan Antlaşması, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasal bir zafer oluşturan bu antlaşmanın Osmanlı tarihinde eşi yoktur… Lozan Antlaşması imza gününün ‘milli bayram' olarak kabul edilmesi uygundur.” (Mustafa Kemal Atatürk, 26 Temmuz 1927)
24 Temmuz 1923 tarihli Tevhid-i Efkâr Gazetesi. Gazete Lozan Antlaşması'nı şu cümlelerle manşete taşıyor: “Bu gün sulh bayramı, hakiki halas (kurtuluş) ve istiklal bayramıdır.”
Birkaç gün önce Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı AKP'li Alinur Aktaş, “30 Ağustos halkın genelini ilgilendiren bir bayram değildir” dedi. AKP'li Başkan'ın tepki çeken bu açıklaması, aslında AKP'nin milli bayramlara bakışını özetliyor. AKP iktidarı 17 yıldır “milli bayramlarla” kavga ediyor. 23 Nisanları, 19 Mayısları, 29 Ekimleri, 30 Ağustosları unutturmak istiyor. Bunun için örneğin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın ve 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı'nın karşısında önce bir FETÖ projesi olan Kutlu Doğum Haftası ve Türkçe Olimpiyatları, sonra da Kut Zaferi çıkarıldı. Birkaç yıldır da 30 Ağustos Zafer Bayramı'nın karşısına Malazgirt Meydan Muharebesi çıkarılmak isteniyor. Atatürk Cumhuriyeti'nin milli bayramları unutturulmak istenirken “Yeni Türkiye”nin yeni milli bayramı olarak 15 Temmuz öne çıkarılıyor.
Aslında Cumhuriyet'in milli bayramlarını unutturma işi, kökleri 1950'lere Demokrat Parti (DP) dönemine kadar giden bir iş… Örneğin DP iktidarı, önce Lozan Barış Bayramı'nın (Lozan Günü'nün) karşısına başka bayramlar çıkardı, sonra Lozan Günü'nü tamamen yasaklayarak unutturdu.
İşte Lozan'ın 96. yıl dönümü anısına bu yazımda “Lozan Günü”nün nasıl yasaklanıp nasıl unutturulduğunu anlatacağım.
27 YIL KUTLANAN LOZAN BARIŞ BAYRAMI
İsmet İnönü'nün 24 Temmuz 1923'te imzaladığı Lozan Antlaşması, 1683 Viyana Bozgunu'ndan sonra Batı karşısında sürekli gerileyen ve her bakımdan Batı'ya bağımlı hale gelen Türklerin, sınırları belli bağımsız bir vatana sahip olmalarını sağladı.
Atatürk 26 Temmuz 1927'de Lozan'ın “milli bayram” olarak kutlanmasını istedi: “Lozan Antlaşması, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milletli için siyasal bir zafer oluşturan bu antlaşmanın Osmanlı tarihinde eşi yoktur. (…) Bu nedenle Lozan görüşmelerinde her türlü siyasal mücadelelere göğüs vererek sonucu elde etmede büyük bir anlayışlılık göstermiş olan İsmet Paşa'yı yücelterek anmak görevimdir… Lozan Antlaşması imza gününün milli bayram olarak kabul edilmesi uygundur.”
Aslında 24 Temmuz 1923'ten itibaren Lozan, “Sulh (Barış) Bayramı”, “Lozan Günü” olarak kutlanmaya başlandı. Gazeteler Lozan'ı bayram coşkusuyla kutladılar. Örneğin, 24 Temmuz 1923 tarihli Tercümanı Ahval Gazetesi Lozan'ı “Bugün Sulh Bayramıdır” manşetiyle, Tevhid-i Efkar Gazetesi ise “Bugün Sulh Bayramı: Hakiki Halas (Kurtuluş) ve İstiklal Bayramıdır” manşetiyle kutladı.
“Lozan Sulh Bayramı” kutlamaları, 23 ve 24 Temmuz'da iki gün sürerdi. O günlerde devlet kurumlarında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde ve Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde devlet adamlarının da katıldığı Lozan toplantıları yapılırdı. Her yer tatil edilirdi. Atatürk, İnönü'ye kutlama telgrafları çekerdi. 1930'lardan itibaren Halk Evleri'nde de Lozan coşkusu yaşandı. Bazı Halkevi şubeleri yüzme yarışları düzenledi. Birçok ilde Lozan kutlaması yapıldı. İzmir bayraklarla donatıldı. Gazeteler uzun uzun Lozan'ın öneminden söz etti. Gazetelerde “Lozan” konulu yazılara, şiirlere yer verildi.
Lozan, 1924-1950 arasında, tam 27 yıl, resmen olmasa da fiilen milli bayram olarak kutlandı. 23 Temmuz 1939'da Hatay'ın anavatana katılması ile Hatay'ın kurtuluşu ve Lozan Günü birlikte kutlanmaya başlandı.
İsmet İnönü karşıtlığı Lozan ve Amerikancılık
Atatürk sonrasında CHP'nin başına İsmet İnönü geçti. Artık CHP demek İnönü demekti. Bu nedenle DP, CHP'yi yıpratmak için doğrudan İnönü'yü hedef aldı. DP'liler, İnönü ve ailesiyle ilgili asılsız iddialar ortaya attılar. İnönü'nün camileri ahır yaptığından tutun da Türkiye'yi II. Dünya Savaşı'na sokmayarak “halkın erkekliğini öldürdüğüne”, hatta “asker kaçağı” olduğuna kadar birçok yalan söylediler. İnönü karşıtı DP'nin, İnönü ile özdeşlemiş Lozan'a sahip çıkması kolay olmadı.
1923-1950 arasında 27 yıl Lozan ‘bayram' olarak kutlandı.
Bu nedenle DP önce Lozan-İnönü özdeşliğini yok etmek istedi. DP basını, Lozan'ın, İsmet İnönü'nün değil, Atatürk'ün ve milletin zaferi olduğunu yazdı. Ancak Lozan-İnönü özdeşliği bir türlü bozulmadı. Bunun üzerine DP, İnönü'yle birlikte Lozan'a da savaş açtı. Aslında DP'ye göre de Lozan bir zaferdi. Ancak İnönü karşıtlığı, DP'yi Lozan karşıtlığına savurdu.
Ancak DP'nin Lozan karşıtlığını sadece İnönü karşıtlığıyla açıklamak yanlış olmasa bile eksiktir. Çünkü bilindiği gibi Lozan bir “bağımsızlık” belgesidir. Türkiye Lozan'la tüm bağlarından, zincirlerinden kurtuldu. DP döneminde ise Türkiye NATO'ya üye oldu ve her bakımdan ABD'nin dümen suyuna girdi. İşte Türkiye'nin ABD'ye bağımlı olduğu o günlerde DP, “bağımsızlık belgesi” Lozan'ın yıl dönümlerini “bayram” olarak kutlamaktan vazgeçti.
Alternatif bayram kutlamaları
23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanı Hürriyet Bayramı olarak kutlanıyordu. 1923-1950 arasındaki tek parti döneminde de “Hürriyet Bayramı” kutlamaları devam etti.
1950'de iktidara gelen DP, Lozan Barış Bayramı'nın yerine Hürriyet Bayramı'nı kutlamaya başladı. 24 Temmuz 1950'de Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes, Hürriyet Abidesi'ne giderek Mahmut Şevket Paşa ile Talat Paşa'nın kabirlerini ziyaret ettiler. DP İstanbul İl İdare Kurulu da Hürriyet Bayramı nedeniyle Hürriyet Tepesi'nde bir tören düzenledi.
DP iktidara gelir gelmez Lozan Günü kutlamalarına son verdi.
1951'den sonra Lozan'ın yıl dönümlerinde basında çıkan Lozan yazıları da azalmaya başladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki Lozan toplantısı ise yapılmadı.
1952'den itibaren Lozan'ın yıl dönümlerinde Lozan eleştirileri başladı. Örneğin DP'nin Zafer Gazetesi, “Lozan ruhunu koruyalım” diyen Ulus Gazetesi'ni şöyle eleştirdi: “Tuz ruhu, nane ruhu, limon ruhu bilirdik, ama demek ki bir de Lozan ruhu varmış! Lozan ruhu bozuldu mu ki muhafaza edelim diye kıvranıyorlar?”
1953'ten itibaren Lozan'ın yıl dönümlerinde basın Lozan'dan değil, aynı tarihe denk gelen II. Meşrutiyet'in ilanından söz etmeye başladı. İttihat ve Terakki mensuplarına yöneltilen suçlamalara cevaplar verildi. DP iktidarı, Cumhuriyeti kuranları değil, meşrutiyeti ilan edenleri (İttihatçıları) anmaya başladı.
1950'lerde Lozan Günü kutlamaları yerine, Hürriyet Bayramı törenleri gazete sayfalarını süsledi.
DP iktidarı Lozan'ı unutturmak için sadece 23 Temmuz Hürriyet Bayramı'nı değil, 23 Temmuz Hatay'ın kurtuluş gününü, 24 Temmuz basında sansürün kaldırılmasının yıl dönümünü ve muharipler gününü öne çıkarmaya çalıştı.
DP bu alternatif kutlamalarla Lozan'ı gölgelemek istedi.
Lozan Günü'nün yasaklanması
Lozan Günü 1930'larda Halk Evleri'nde de coşkuyla kutlanırdı.
Ulus, 25 Temmuz 1939.
1955'ten itibaren DP iktidarı, “Lozan Barış Bayramı”, “Lozan Günü” kutlamalarını yasakladı.
1955'te CHP'nin İstanbul Üsküdar'da ve İzmir'de Lozan Günü'nü kutlamasına izin verilmedi. Yasak gerekçesinde “Lozan zaferi milletin malıdır, CHP'nin kutlaması doğru değildir” denildi.
1956'da Kıbrıs sorunu nedeniyle Lozan mecburen gündeme geldi. Çünkü o günlerde Lozan'a aykırı olarak Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanmasından söz ediliyordu. Eğer Kıbrıs, Lozan'a aykırı olarak Yunanistan'a bırakılırsa Türkiye de Batı Trakya ve 12 Adalar konusunu tartışmaya açabilirdi. Böylece siyasi gelişmeler DP iktidarına, unutturmak istediği Lozan'ı hatırlattı. Ancak DP'nin Lozan'ı hatırlamaya hiç
niyeti yoktu.
1957'de DP, Lozan Günü'nü yine kutlamadı ve kutlatmadı.
1958'de CHP Beşiktaş İlçe Teşkilatı Lozan Günü'nü kutlamak istedi. Valilik, “Millete mal olmuş bir zaferin bir parti tarafından kutlanmasının doğru olmadığı” gerekçesiyle CHP'nin Lozan Günü'nü kutlamasına yine izin vermedi.
1959'da DP, Lozan Günü'nü yine kutlamadı, kutlamak isteyenlere de izin vermedi. CHP İzmir Eşrefpaşa İlçe Teşkilatı'nın Lozan Günü'nü kutlama isteği İzmir Valiliği'nce reddedildi. Bunun üzerine CHP Genel Başkanı İsmet İnönü şöyle bir açıklama yaptı: “Yani İzmir Valisi, Lozan gibi bir tarihi hadiseden bahsedilmesini kabul etmiyor! Ne anlayıştır bu! Ne haktır?”
İzmir'de Lozan Günü kutlamalarına izin verilmemesini Demokrat İzmir Gazetesi de şöyle eleştirdi: “Lozan'ı anmayı unutursak, İsmet Paşa'yı değil, fakat Türk milletinin bizzat kendisini küçük düşürmüş oluruz. (…) Unutmayalım ki, şu dünyada, emirle, fermanla yaptırılamayacak sayılı işlerin belki en başlarında şu da vardır: Bir millete kendi şereflerini, kendi zaferlerini unutturmak…”
DP, 1950'lerde Lozan Günü'nü yasaklayıp unutturmaya çalışsa da İsmet İnönü, Lozan'ın her yıl dönümünde gazetelere demeçler verdi, gençlerle buluştu, Lozan'ı anlattı. İnönü, Lozan kutlamalarından birinde aynen şöyle dedi: “Altıyüz milyonluk Çin ülkesine kadar, bütün Şark'tan kapitülasyonların kalkabileceğini Türkler Lozan'da ispat etmiştir”.
Günümüzde Lozan Günü, İnönü Vakfı
tarafından Heybeliada'da her yıl
kutlanmaya devam etmektedir.
Özetlersek; bizzat Atatürk, Lozan'ın “milli bayram” olmasını istedi. Lozan'ın yıl dönümleri 1923-1950 arasında, tam 27 yıl “Lozan Barış Bayramı (Lozan Günü)” olarak kutlandı. 1950-1960 arasında DP döneminde Lozan Günü kutlanmadı, hatta yasaklandı ve Lozan unutturulmak istendi. Ancak 1959'da Demokrat İzmir Gazetesi'nde denildiği gibi emirle, fermanla bir millete kendi şerefini, kendi zaferini unutturmak mümkün değildir.
24 Temmuz Lozan Barış Bayramı, Lozan Günü kutlu olsun.
3 notes · View notes
aydinrehberi · 2 years
Text
Birinci olarak ay başında İngiltere'de görülen maymun çiçeği virüsünün ilerleyen günlerde çeşitli Avrupa ülkeleri ve ABD'ye yayılması, dünyada kaygıları artırıyor.MAYMUN ÇİÇEĞİ VİRÜSÜ HANGİ ÜLKELERDE GÖRÜLDÜ?Birinci hadisenin 7 Mayıs'ta görüldüğü İngiltere'nin ard... Birinci olarak ay başında İngiltere'de görülen maymun çiçeği virüsünün ilerleyen günlerde çeşitli Avrupa ülkeleri ve ABD'ye yayılması, dünyada telaşları artırıyor.MAYMUN ÇİÇEĞİ VİRÜSÜ HANGİ ÜLKELERDE GÖRÜLDÜ?Birinci olayın 7 Mayıs'ta görüldüğü İngiltere'nin akabinde Maymun Çiçeği virüsü ABD, Kanada, İspanya, Belçika, Fransa, Portekiz, İtalya, İsveç, Almanya, İsrail ve Avustralya'da görüldü.İngiltere'de 11 yeni hadise daha tespit edildi. Hadise sayısı 20'ye çıktı. İspanya'da da 14 yeni olayla toplam sayı 21'i buldu. Avrupa'da toplam olay sayısı 100'ü aştı.İNSANLARDA BİRİNCİ SEFER 50 YIL EVVEL GÖRÜLDÜTarihte birinci olarak 1958'de maymunda bulunan virüs, beşerler ortasında birinci sefer 1970'te Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde kayıtlara geçti.Kısa vakitte 11 Afrika ülkesine sıçrayan virüs, Afrika'nın dışında birinci olarak 2003'te ABD'de yayıldı.Daha sonra 2018'de İngiltere ve İsrail, 2019'da Singapur ve 2021'de ABD'de, Afrika'ya seyahat eden birtakım bireylerde maymun çiçeği virüsüne rastlandı.Şimdiye kadar en çok Afrika'da tesirli olan virüs, 2017'de Nijerya'da değerli ölçüde salgına yol açarken ülkede 200 kişi virüse yakalandı ve hadiselerin yüzde 3'ü hayatını kaybetti.MAYMUN ÇİÇEĞİ VİRÜSÜNDEN MEVT ORANI NE KADAR?Endemik bir virüsün neden olduğu az hastalıklardan biri olarak bilinen maymun çiçeği, Kongo ve Batı Afrika çeşidi olmak üzere ikiye ayrılıyor.Virüsün Kongo çeşidinin yüzde 10'a kadar vefat riski bulunurken Batı Afrika cinsinin ise her 2 hadiseden birinde yüzde 1 vefat oranına sahip olduğu biliniyor. Ekseriyetle hayvandan beşere ve nadiren beşerden beşere yakın temasla bulaşan virüs, bedende yüksek ateş ve kaşıntılı kabarcıklara yol açabiliyor.MAYMUN ÇİÇEĞİ VİRÜSÜ NASIL BULAŞIYOR?"Maymun çiçeği", enfekte biriyle yakın temas halinde bulaşıyor. Virüs, bedene, deri üzerindeki yara ve çatlaklardan, teneffüs yoluyla ya da ağız, burun ve gözden giriyor. Virüs, maymun, fare, sincap üzere enfekte hayvanlarla temas ile de bulaşıyor. Kıyafet ya da yataktan da geçmesi mümkün.MAYMUN ÇİÇEĞİ VİRÜSÜNÜN BELİRTİLERİ NELER?Hastalık yüksek ateş, baş ağrısı ve kaşıntıyla başlıyor. Terleme, sırt ve kas ağrısı, halsizlikle seyrediyor. Döküntüler çoklukla evvel yüzde görülüyor, sonra bedene yayılıyor.MAYMUN ÇİÇEĞİ VİRÜSÜ ÖLDÜRÜR MÜ?Olayların birçok hafif geçiyor. Çocukluk hastalığı olarak bilinen "su çiçeğine" benziyor. Hastalar 14 ile 21 gün içinde resen düzgünleşiyor. Bazen ağır hadiselere rastlanabiliyor. Batı Afrika'da mevtle sonuçlanan olaylar olduğu biliniyor.MAYMUN ÇİÇEĞİ VİRÜSÜNÜN TEDAVİSİ VAR MI?Maymun çiçeğinin tedavisi yok. Salgınlar enfeksiyonla uğraş prosedürleriyle denetim altına alınabiliyor. Çiçek aşılarının maymun çiçeğini önlemede yüzde 85 tesirli olduğu biliniyor.ÇİÇEK AŞILARI VİRÜSE KARŞI YÜZDE 85'E KADAR TESİRLİMaymun çiçeği olaylarının diğer ülkelere yayılarak global salgına dönüşme ihtimali tartışılırken, virüsün vefat riskine karşı tesirli bir aşının olup olmadığı da merak ediliyor. Mevzuya ait İngiltere Sıhhat Güvenliği Ajansı, maymun çiçeği virüsü için özel bir aşı olmadığını, fakat çiçek hastalığı aşısının bir ölçü müdafaa sağladığını belirterek, gereksinim duyulanlara aşının teklif edildiği bilgisini paylaştı. Dünya Sıhhat Örgütü (DSÖ) bilgileri de çiçek hastalığını yok etmek için kullanılan aşıların maymun çiçeği virüsü hastalığına karşı da yüzde 85'e kadar tesirli olduğunu gösteriyor. https://rehberaydin.com/maymun-cicegi-virusu-alarmi-12-ulkede-goruldu/?_unique_id=6288575507046
0 notes
yenihabergazetesi · 3 years
Text
TEKİRDAĞ BAROSU’NUN 64. YIL KURULUŞ YILDÖNÜMÜ İLE İLGİLİ AÇIKLAMASI
TEKİRDAĞ BAROSU’NUN 64. YIL KURULUŞ YILDÖNÜMÜ İLE İLGİLİ AÇIKLAMASI
Tekirdağ Barosu 22.03.1958 tarihinde kurulmuştur. Kuruluştan önce Edirne Barosuna kayıtlı olarak Tekirdağ’da faaliyet gösteren avukatların 24 kişi olduğu, Edirne Barosunun 31.03.1958 tarih ve 1958/13 sayılı yazıyla anlaşılmaktadır. Davet üzerine 22.03.1958 tarihinde ilk toplantı yapılmış ve kayıtlı 24 Avukatın 17’sinin iştiraki ile ilk baro başkanlığına 16 oyla Cevdet USEL Yönetim Kurulu…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
hafizacoplugu · 4 years
Text
Dünyanın İlk Araba Vapuru 'SUHULET'
Tumblr media
Hüseyin Haki Efendi, arkadaşları Mehmet Usta ve İskender Efendi ile birlikte dünyada o güne kadar görülmemiş bir gemi tasarımı yapar. Plana göre vapurun güvertesi dümdüz olacak, arabalar rahatça inip binebilecek, yolcular da üst kattaki salonlarda seyahat edecektir. Bu tasarım, günümüzde arabalı vapur veya feribot olarak isimlendirilen teknelerin atasıdır. Ocak 1851’de Abdülmecid’in desteği ve onayıyla kurulan Şirket-i Hayriye, Osmanlı topraklarındaki ilk anonim şirkettir. Kurulduğu tarihte verilen vapur siparişleri 1854 yılında teslim alınır ve şirket faaliyetine başlar. Birinci Dünya Savaşı’na kadar gemi sayısı sürekli artan şirket, savaş nedeniyle gemilerin bir kısmını ordunun emrine verir. Savaş bittiğinde ise kayıplar nedeniyle iflasın eşiğine gelir fakat devletin yardımıyla yeniden ayağa kaldırılır ve 1944 yılına kadar faaliyetine devam eder. 1944’de şirketin tüm malları Devlet Denizyolları İşletmesi’ne devredilir. 1945 yılında fiilen kapatılmasının ardından Türkiye Denizcilik İşletmeleri faaliyete başlar. Suhulet Arabalı Vapuru, bu şirketin askere gidip Gazi unvanı alan gemilerinden biridir. HÜSEYİN HAKİ EFENDİ VE ARKADAŞLARININ ESERİ 1869 yılında şirketin başına getirilen Giritli Hüseyin Haki Efendi, Şirket-i Hayriye’nin yatırımlarını artırmaya kararlıdır. O yıllarda boğazın iki yanına yolcu taşımacılığı aktif olarak devam etmektedir. Ama atların, arabaların, havaleli yüklerin taşınması için uygun bir gemi yoktur. Bu işe bir çözüm bulmayı kafaya koyan Hüseyin Haki Efendi, arkadaşları Mehmet Usta ve İskender Efendi ile birlikte dünyada o güne kadar görülmemiş bir gemi tasarımı yapar. Plana göre bu vapurun güvertesi dümdüz olacak, arabalar rahatça inip binebilecek, yolcular da üst kattaki salonlarda seyahat edecektir. Bu tasarım, günümüzde arabalı vapur veya feribot olarak isimlendirilen teknelerin atası olacaktır. Özellikle ABD’de araba taşıyan vapurlar bulunmasına karşın bugün kullanılan feribot tasarımı Giritli Hüseyin Haki Efendi ve ekibine aittir. Yeni vapur için teklifler alınır, 8 bin altın bedelle bir konsorsiyuma sipariş verilir. İngiltere’de inşa edilen geminin motoru Maudslay, Sons and Field tarafından yapılırken, gövdesi ve iç malzemeleri aralarında Bahadır Tersanesi’nin de bulunduğu çeşitli firmalar tarafından üretilir. Hüseyin Haki Efendi’nin projesi tam istenen şekilde hazırlanır. İnme binme kolaylığı için iki ucunda kapakları bulunan baştan sona dümdüz olan ana güverteyi atlar, arabalar kullanır; üst kattaki salonları ise yolcular. Uzunluğu 45,7 metre olan vapurun genişliği 8,5 metre, su kesim yüksekliği ise 3 metredir. 555 grostonluk vapur, 450 hp tek silindirli makinesinin döndürdüğü yandan çarkla iki yöne de 7 mil hız yapabilmektedir. 1871 yılının sonunda İngiltere’deki tersanede tamamlanan vapur, İstanbul yoluna çıkmaya hazırdır ama götürecek gözü  kara kaptanı bulmak zordur. Safrası olmayan, düşük su kesimli bir vapuru İngiltere’den İstanbul’a götürmek yürek işidir. Sonunda bir çılgın kaptan bulunur ve çeşitli badireler sonunda vapur, 1872 yılında İstanbul’a ulaşmayı başarır. 26 baca numarasıyla hemen işe başlayan vapurun yararları o kadar iyi anlaşılır ki, hemen ardından aynı konsorsiyuma, 12 bin altın bedelle daha güçlü bir feribot siparişi verilir: 27 baca numaralı Sahilbend.
Tumblr media
SUHULET BOĞAZLA BULUŞUR O dönemler Şirket-i Hayriye tüm gemilere baca numarası vermekte ve halk hem ismiyle, hem baca numarasıyla bilmektedir gemileri. Dünyanın ilk feribotu olarak İstanbul’da görevine başlayan gemiye, Suhulet (Kolaylık) adı verilirken, 27 baca numaralı kardeşine Sahilbend (İki kıyıyı birbirine bağlayan) adı verilir. Suhulet büyük badireler sonunda İstanbul’a ulaşır ama kayıkçılar isyandadır. Suhulet, ilk seferinde Üsküdar’dan aldığı topçu bölüğünü Kabataş’a geçirir. Ekmek elden gidiyor, aç kaldık diye isyan eden kayıkçılar, kayıklarını birbirine zincirleyerek Kabataş’ta eylem yapıp, Suhulet’in karaya yanaşmasını engellemeye çalışır. Fakat topçu bölüğünün subayı topların namlularını kayıkçılara doğrultunca sorun çözülür. Geceleri Suhulet’in camları taşlanır, çeşitli zararlar verilmeye çalışılır. Fakat seferlerine devam etmesi, bir yıl sonra Sahilbend’in de seferlerine başlamasıyla birlikte kayıkçılar durumu yavaş yavaş kabullenmeye başlar. GAZİ UNVANI ALIR, 86 YIL HİZMET VERİR Hem Osmanlı’ya, hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne çalışan bu iki vapur 1958 yılında emekliye ayrılana kadar tam 86 yıl çalışır. Suhulet, Çanakkale Savaşı nedeniyle Çanakkale’ye gider, Boğaz’da topçu bataryaları taşır. Savaşın bitmesiyle birlikte “Gazi” unvanı alarak geri döner, 1958’e kadar tam 86 yıl, boğazda yolcu ve araba taşımaya devam eder. At arabası, kağnı, fayton taşıyarak başladığı görevini otomobil, kamyon taşımacığıyla sürdürür. Suhulet’in ilk ciddi bakımı, 1930 yılında yapılarak motoru ve buhar kazanı değiştirilir. 1952’de bir bakımdan daha geçer ve 11 Mayıs 19582’de emekliye ayrılır. Sahilbend ise 1927 yılında bir bakıma girer, 1959 yılında emekliye ayrılır. Osmanlı’nın son demlerinde, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir vapur tasarlamak, bugün kullanılan feribotların temellerini atmak hafife alınacak bir başarı değildir. Üstelik üretimde bir Türk firması olan Bahadır Tersanesi’nin de taşeron olarak çalışmış olması son derece önemlidir.  Sadece Suhulet ve Sahilbend’i üretmekle kalmayıp, boğazın çeşitli yerlerine vapur iskeleleri kurarak seferlerin daha çok noktaya ulaşmasını sağlayan, vapur saatlerini düzene oturtan, her iskeleye sefer saat listesi ve duvar saati asan, iskele binaları yapan, müşteri memnuniyeti için iskelelere şikayet defterleri koyan Giritli Hüseyin Haki Efendi; kendi döneminde Şirket-i Hayriye’ye çağ atlatan bir kişilik olarak tarihe geçer. Hüseyin Haki Efendi 1894’de hastalanarak işten ayrılır, 1895’de vefat eder. Şirket-i Hayriye, 1911’de üretilen 69 numaralı vapura onun ismini verir. Fakat Cumhuriyet döneminde Şirket-i Hayriye, Devlet Denizyolları İşletmesi’ne devredilince, 69 numaralı vapurun ismi Göztepe olarak değiştirilir. Yıllar sonra, 1963’e gelindiğinde Haliç’te inşa edilen bir feribota Hüseyin Haki ismi verilir ve vapur 1980’de emekliye ayrılana kadar bu büyük denizcinin ismini taşır. Read the full article
0 notes
kiracti · 6 years
Photo
Tumblr media
Sahibi oLan musterimiz bize onun uzerinden cok guzeL seyLer anLatti. Bu eser ile cocukLuguna gittik. ULkemizin fiziki degisimLerinden bahsetti. Unutmadan yiL 1958 imis. . Klasik cerceveden hosLandigini ve bu eserin bu cerceveyi hak ettigini dusunduk beraberce ☺️ . Acikcasi sunu diyebiLiriz; her sanat eseri bir hikaye gizLer.. . ➖orijinal yağlıboya tablo ➖imzaLi ➖6 cm kLasik aLtin varakLi cerceve yapiLdi . . ✨ @kiracti . ✨ . Açıklamayı okuyunuz... You are reading the explanation... ______________________________________ 🙍🏼‍♂️ | Tüm eserlerimiz “Kıraçtı Sanat Galerisi” güvencesinde olup, özel siparişleriniz hariç değişim yapabilirsiniz. 🙎🏼‍♂️ | All of works are under the guarantee of “Kıraçtı Art Gallery” and you can make changes except for your special orders. ______________________________________ 📦 | Tüm eserlerimiz özenle paketlenip anlaşmalı olduğumuz kargo şirketleri ile tüm Türkiye ve dünyaya gönderilmektedir. 🌍| All our work is carefully packaged and negatiated with all shipping companies in Turkey and we are sent into the world. _______________________________________ 💵 | Ödeme seçenekleri Havale / EFT / Cepbank / Kredi Kartı 💶 | Payment options Money Order / EFT/ Cepbank / Credit Card ______________________________________ 🎨 | Eserlerimiz hakkinda bigilere veya sipariş vermek için 📞 0 533 256 48 70 WhatsApp numaramızdan ya da ☎️ 0 212 588 08 68 sabit numaramızdan ulaşabilirsiniz. Ayrıca bize 📩 [email protected] mail adresimizden de ulaşabilirsiniz. 🎨 | You can find information about our works and order form our 📞 +90 533 256 48 70 WhatsApp number or our fixed number ☎️ +90 212 588 08 68. You can also contact us via email at 📩 [email protected] ______________________________________ #kiracti #bykiraCTI #istanbuldayasam #aniyakala #tablo #tablocu #cerceveci #cerceve #çerçeve #yagliboyatablo #yagliboya #fotografia #kanvas #canvas #fotograf #art #homedecor #istanbul #sanat #dekorasyon #içmimar #mimari #tablolar #mimar #modernart #paintings #dekorasyon #decor #mimari #evdekorasyonu #manzara (Kıraçtı Sanat Galerisi) https://www.instagram.com/p/BuqmmP-gKRh/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=rwvn8dr72wav
0 notes
haytaogluyunus · 7 months
Text
Tumblr media
ANMA:
BUGÜN 26 ŞUBAT(1994)
OSMANCIK, KÜÇÜK AĞA, ROMANLARIN YAZARI
TARIK BUĞRA'NIN ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ.
HAYATIMDA ESERLERİ İLE ÖNEMLİ YERİ OLAN BÜYÜK EDEBİYATÇI YAZAR TARIK BUĞRA'YI RAHMETLE ANIYORUM.
ESERLERİNİN TÜRK OKUNMASI DİLEĞİ İLE..
TARIK BUĞRA 1918'de Akşehir'de doğdu. Babası, Akşehir'de Ağır Ceza Reisi olarak bulunan Erzurumlu Mehmet Nazım Bey, annesi Akşehir Nazike Hanım idi. Çocukluğunun geçtiği Akşehir de , sanat yaşamına nüfuz etti ve eserlerinin çoğunda mekân olarak bu şehri tercih etti.
İlk ve ortaokulu Akşehir'de okudu. Ortaokulda Rıfkı Melül Meriç'in öğrenicisi oldu. 1933’de ortaokulu bitirdikten sonra yatılı öğrenci olarak İstanbul Lisesi'ne devam etti. İstanbul Lisesi’nde Hakkı Süha Gezgin'in, Pertev Naili Boratav'ın öğrencisi oldu. Yazar olmaya onuncu sınıfta karar verdi. “Tarık Nazım” takma ismiyle hikâye ve şiirler yazmaya başladı. Okulun yatılı kısmı kapanınca Konya Lisesi'ne geçti ve 1936'da mezun oldu.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde iki yıl okuduktan sonra Hukuk Fakültesi'ne geçti.bir Parasızlık nedeniyle zor bir öğrencilik dönemi geçirdi ve üç yıl sonra mezun olamadan bu okuldan da ayrıldı.
1942-1945 yılları arasındaki üç yıllık askerlik görevi sırasında devlet memurlarının bıyıklarını kesme kuralını ihlal ettiği için on bir sürgün yaşadı. İlk piyeslerini ve ilk romanını askerliği sırasında yazdı. İlk eseri, “Akümülatörlü Radyo” adlı piyes idi. Şehir Tiyatroları tarafından eser çevrilince onu roman haline getirmiş; böylece ilk romanı “Yalnızlar” ortaya çıkmıştı.
Askerliği bittikten sonra İstanbul'a döndü ve 1947'de Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'ın öğrencisi oldu. Bir yandan da Şişli Terakki Lisesi'nde muallim muavinliğinde bulundu. 1948'de yazdığı “Oğlumuz” adlı hikâyesi Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada ikincilik ödülüne layık görüldü. Bu ödül ona edebiyat ve basın dünyasının kapılarını araladı. 1949'da ilk kitabı olan ve içinde 13 öykü bulunan “Oğlumuz”'u yayımladı. Çınaraltı dergisini çıkaran Yusuf Ziya Ortaç, kendisine dergiye katılmasını, “Sanat Hareketleri” başlıklı sütunda her hafta bir öykü yazmasını önerdi Dergiye gönderdiği ilk hikâye, “Havuçlu Pilav Meselesi” başlıklı hikâyesi oldu. Basın dünyasından da iş teklifleri alan yazar, bu teklifler sayesinde basın hayatına atılmak için cesaret buldu ve Edebiyat Fakültesi’nden mezuniyet tezini vermeden ayrıldı.
1949-1952 arasında babası ile birlikte Akşehir’de babası Erzurumlu Mehmet Nâzım Bey’le birlikte “Nasreddin Hoca” gazetesini çıkardı. 1950'de Jale Baysal ile evlendi, on sekiz yıl sonra boşanma ile sonlanan bu evlilikten 1951’de kızları Ayşe dünyaya geldi. 1952'de babasını kaybeden Buğra, gazeteyi elden çıkardı ve İstanbul'a döndü. Aynı yıl, ikinci hikâye kitabı “Yarın Diye Bir Şey Yoktur” yayımlandı.
1952-1956 arasında Milliyet Vatan, Yeni İstanbul gibi gazetelerde edebiyat tenkitleri ve denemeler yazdı. Gazeteciliğinin bu ilk yıllarında Abdi İpekçi, Reşat Ekrem Koçu ve Peyami Safa ile çalışma imkanı bulduğu bilinmektedir. Bu arada üçüncü öykü kitabı İki Uyku Arasında (1954)'yı yayımlayan Buğra, 1955'te Siyah Kehribar ile romana geçti. Dönemin faşist İtalya'sında geçen romanın pek çok eleştirmen tarafından hoş görülmedi ve yazar bir bekleme dönemine girerek uzun süre tekrar roman yayımlamadı.
Gazetecilik yaşamı 1956-1957 yıllarında Vatan ve Yenigün gazetelerinde yayın müdürlüğü yaparak devam etti. 1958'de Milliyet Gazetesi spor sayfası sorumluluğu yapan Buğra, aynı yıl Tercüman ve Yeni İstanbul gazetelerinde de yazarlık görevini sürdürdü. 1959'da önce Tercüman'ın, ardından Yeni İstanbul'un, ardından “Türkiye Spor” isimli günlük spor gazetesinin yayın müdürlüğünü yaptı. 1962 yılında “Yol” adlı haftalık derginin yayın müdürlüğünü yaptı. Bu arada Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen Küçük Ağa romanını hazırladı.
Ankara'da Milli Kütüphane önündeki Tarık Buğra heykeli
Küçük Ağa 1963 yılında Yeni İstanbul'da tefrika edildi ve 1964'te kitap olarak yayımlandı. Çok olumlu tepkiler alan roman, Mehmet Kaplan tarafından mezuniyet tezi olarak kabul edilmiş ve böylece yazar, Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nden diploma almıştır. Küçük Ağa'nın ardından Buğra dördüncü öykü kitabı Hikâyeler (1964)'i, Küçük Ağa'nın devamı olan “Küçük Ağa Ankara'da” (1967)'yı ve ardından "Komik-i şehir” Naşit'in hayatından yola çıkarak yazdığı İbiş'in Rüyası(1970)'nı yayımladı. İbiş'in Rüyası, 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda başarı ödülüne değer bulundu.
Buğra, 1970-1976 arasında Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı ve sanat sayfaları düzenleme işini sürdürdü. 1976'da Tercüman Gazetesi]]'ndeki işinden ayrıldı ve zamanını bütünüyle edebiyata verdi. Firavun İmanı (1976), Dönemeçte' (1978), Gençliğim Eyvah (1979), Yağmur Beklerken (1981) adlı dönem romanlarını yayımladı. Bu romanlarda Cumnuriyet'in çeşitli evrelerini, demokrasiye geçiş sürecindeki çalkantıları konu edindi. Devlet Tiyatroları'nda Edebi Kurul Başkanlığı'nda Edebi Kurul üyeliği yaptı. 8 Eylül 1977'de hikâye yazarı Hatice Bilen ile ikinci evliliğini yaptı.
Yazarın Ayakta Durmak İstiyorum (1966) ve Üç Oyun (1981) adlarıyla kitaplaştırdığı piyeslerinin hemen hepsi sahnelendi, romanları TV dizisi haline getirildi. Fıkralarından seçmeleri Gençlik Türküsü (1964), gezi notlarını Gagaringrad (1962), dil ve edebiyat üzerine yazılarını Düşman Kazanmak Sanatı (1979), denemelerini Bu Çağın Adı (1979) başlıklarıyla yayımladı. Yazarın ayrıca Sakıp Sabancı'nın hayatını anlattığı “Patron” isimli bir piyesi, yarım bıraktığı “Mimar Sinan” senaryosu ile Mehmed Akif'in hayatını ele aldığı bir romanı da mevcuttur.
Buğra Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş yıllarını anlattığı Osmancık'la (1985) Milli Kültür Vakfı Edebiyat Armağanı’nı, “Yağmur Beklerken” romanı 1989 Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü'nü aldı. 1991'de Devlet Sanatçısı unvanını aldı.
1993'teki ani rahatsızlığının ardından kanser teşhisi konan Buğra, tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 26 Şubat 1994'te hayatını kaybetti. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
1999-2000 öğrenim döneminde İstanbul'un Pendik ilçesinde açılan bir liseye “Tarık Buğra” adı verilmiş;2002’de Akşehir merkez Ortaokulu’nun adı "Akşehir Tarık Buğra İlköğretim okulu" olarak değiştirilmiş ve 2004 yılında Akşehir'e bir Tarık Buğra heykeli dikilmiştir. Ayrıca Ankara’da Milli Kütüphane önünde bir heykeli bulunur.
Eserleri
Hikâye
Oğlumuz (1949)
Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952)
İki Uyku Arasında (1954)
Hikâyeler (1964, yeni ilavelerle 1969)
Tiyatro
Ayakta Durmak İstiyorum
Akümülatörlü Radyo
Yüzlerce Çiçek Birden Açtı – 1979)
Gezi Yazıları
Gagaringrad (Moskova Notları) (1962)
Fıkra ve Deneme
Gençlik Türküsü (1964)
Düşman Kazanmak Sanatı (1979)
Politika Dışı (1992).
Bu Çağın Adı (1990)
Roman[değiştir
Siyah Kehribar (1955)
Küçük Ağa (1954)
Küçük Ağa Ankara da (1966)
İbiş'in Rüyası (1970)
Firavun İmanı (1976)
Gençliğim Eyvah (1979)
Dönemeçte (1980)[6]
Yalnızlar (1981)
Yağmur Beklerken (1981)
Osmancık (1973)
Dünyanın En Pis Sokağı (1989)
Senaryo ve oyunu
Sıfırdan Doruğa-Patron (1994)
1 note · View note
mehmetkali · 7 years
Text
Grip Aşısı Olmak Ya da Olmamak, İşte Bütün Mesele… http://ift.tt/2gIGVkE
ÖNÜMÜZDEKİ YIL HANGİ GRİP TÜRLERİ ETKİLİ OLACAK?
Sonbaharın son günlerinin yaklaşmasıyla birlikte “grip aşısı” tartışması yeniden başladı. Kimileri Ekim sonuna kadar mutlaka yapılmalı derken, kimi uzmanlar ise faydalı olmadığı düşüncesinde. Peki, grip aşısını gerçekten olmalı mıyız? Önümüzdeki yıl hangi grip salgınlarıyla savaşacağız? Medical Park Fatih Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Yrd. Doç. Dr. M. Genco Erdem, grip aşısıyla ilgili merak edilen tüm soruların yanıtlarını verdi.
Sonbahar geldi çattı; grip aşısı tartışmaları alevlendi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da “grip aşısı olmayın!” diyen meslektaşlarımı şaşkınlıkla izliyorum. Grip, nam-ı diğer influenza, influenza virüsünün sorumlu olduğu ciddi bir hastalıktır. İnfluenza tiplerinden A ve B bizim bildiğimiz gribin esas sorumlularıdır. İnfluenza A virüsü, meşhur domuz gribi (H1N1, H1N2, H3N1, H3N2 ve H2N3) ve kuş gribi (H5N1 ve H7N9) tiplerini barındırır; Dünya’daki tüm ünlü grip salgınlarından sorumludur. İnfluenza B virüsü ise genellikle genç erişkinlerde ve çocuklarda hastalık yapar.
TARİHTEKİ UNUTULMAZ GRİP SALGINLARI
Grip çağlar boyunca grip, insanoğlunun baş belası olmuştur:
1889-1990 yıllarında görülen Rus Gribi (H3N8/H2N2), 1 milyon insanı öldürdü.
1918-1920 yılları arasında görülen İspanyol gribi (H1N1), 20 – 100 milyon insanı öldürdü.
1957-1958 yılları arasında görülen Asya gribi (H2N2), 1 – 1,5 milyon insanı öldürdü.
1968-1969 yıllarında görülen Hong-Kong Gribi (H3N2), yaklaşık 1 milyon insanı öldürdü.
2009 yılında görülen H1N1 kaynaklı Domuz Gribi Salgını 100 bin ila 400 bin arasında insanın ölümünden sorumlu oldu.
6 AYDAN BÜYÜK OLAN HERKES…
Gripten korunmanın ilk ve en önemli basamağı, 6 aylıktan büyük olan (ve aşı olmasına engel bir sağlık durumu olmayan) herkesin grip aşısı olmasıdır.
Özellikle aşı olması önerilen kişiler:
6-59 aylık çocuklar
50 yaşın üstündeki yetişkinler
KOAH ve astım hastaları
Şeker hastaları
Kalp hastaları
Böbrek, karaciğer veya kan hastalığı olan kişiler
Felç geçirmiş kişiler
Bağışıklık sistemi baskılanmış kişiler (kemoterapi alanlar, steroid kullananlar veya HIV ile enfekte hastalar)
Grip mevsiminde gebe kalanlar veya gebe kalacaklar
Bakım evi sakinleri
İleri derecede obez olan kişiler (VKİ 40’tan büyük olanlar)
Risk altındakilerin bakıcıları ve temas ettikleri kişiler
Sağlık personeli
5 yaşın altındaki çocukların aileleri ve bakıcıları
Bu listede yer alan yüksek riskli kategorilerden birinde olan kişilerle aynı evde yaşayan kişiler
Geçtiğimiz yıllarda grip nedeniyle hastaneye yatırılan erişkin hastaların yüzde 80’i astım, KOAH, şeker hastalığı ya da kronik kalp hastasıdır; çocuk hastaların ise yüzde 50’si benzer kronik rahatsızlıklardan muzdariptir.
GRİP AŞISININ ETKİSİNİ NE BELİRLER?
Grip aşısının bir kişiyi gripten koruyup korumayacağını belirleyen iki faktör vardır. Bunlardan birincisi, aşılanan kişinin yaşı ve sağlık durumu gibi kendine has özellikleridir. İkincisi ise aşıda yer alan (grip sezonunda etkin olacağı tahmin edilen) virüs tipleri ile toplumda grip mevsiminde etkin olarak hastalık yapan virüs tiplerinin uyuşmasıdır.
Dünya Sağlık Örgütü her yıl gelecek grip sezonunda etkili olması beklenen 3 (dörtlü aşı için 4) grip virüsü tipini aşıya konulmak üzere belirler. 2017 – 2018 sezonunda etkin olması beklenen grip virüsleri şunlardır:
İnfluenza A (H1N1)
İnfluenza A (H3N2),
İnfluenza B/Brisbane/60/2008’dir.
2014-2015 yılında aşıya konulmak üzere seçilen virüs tiplerinin, güncel hastalık yapan tiplerle çok kötü bir eşleşmesi nedeniyle grip aşısı için olumsuz bir şöhret yaratsa da halen gripten korunmada en önemli metot, grip aşısı olmaktır.
GRİP AŞISININ FAYDALARI
Elimizdeki güncel verilere bakarsak, grip aşısının faydaları şunlardır:
Grip aşılaması, grip olsanız dahi hastalığı hafif geçirmenizi; grip nedeniyle hastaneye yatırılmışsanız hastanede daha kısa süre kalmanızı sağlar. 2017 yılında yapılan bir çalışmada bu net olarak gösterilmiştir.
2014 yılında yapılan bir çalışma, grip aşısının 2010-2012 yılları arasında çocuklarda griple ilişkili yoğun bakım ünitesine yatma riskini yüzde 74 oranında azalttığını gösterdi.
2016 yılında yapılan bir başka çalışma ise grip aşısı olan 50 yaşından yaşlı kişilerin, grip nedeniyle hastaneye yatma riskini yüzde 57 oranında azalttığını gösterdi.
Aşılama kalp hastalığı olan hastalarda kalp krizlerinin daha düşük oranlarda oluşmasına neden oldu.
Aşılamanın hastaneye yatış oranlarını şeker hastalarında yüzde 79 oranında ve KOAH hastalarında yüzde 52 oranında azalttığı gösterilmiştir.
Gebe kadınlarda yapılan bir başka çalışma, aşılamanın gebelerde grip ile ilişkili akut solunum you enfeksiyonu riskini yüzde 50 oranında azalttığını gösterdi.
Aşı yaptırmakla çevrenizdeki insanları da korumuş olursunuz.
Aşılama, gebeleri ve emziren anneleri gripten korur. Aşılanan annenin bebeği, 4 aylık olana kadar gripten korunmaya devam eder.
AŞI OLMAYIN DİYENLERİN GEREKÇESİ NE?
“Grip aşısı olmayın!” diyenlerin, bu iddialarını dayandırdıkları nokta, 2014-2015 yılı için seçilen aşının etkinliğinin yüzde 20’den az olmasıdır. Oysaki 2014-2015 yılında seçilen aşı, o seneki virüsün beklenmeyen antijen değişimi nedeniyle iyi bir eşleşme yakalayamamasına rağmen; bu durumda dahi aşı yaptıranlar, grip hastalığına yakalandıklarında hastalığı daha hafif geçirmiştir.
Tüm bu veriler göz önüne alındığında, grip aşısı olmanın çok daha akıllıca olduğunu söyleyebiliriz. Dünyada hiçbir ilaç ya da aşı, bir hastalıktan korunmayı yüzde 100 garanti edemez; hal böyleyken grip aşısının mucizeler yarattığını da kimse iddia edemez; yine de yüzde 50 koruyuculuğu olan bir aşı, hiç korunmamaktan iyidir.
Grip aşısının olası yan etkileri ise aşı yerinde ağrı, kızarıklık ve şişlik; baş ağrısı, hafif ateş, bulantı ve kas ağrılarıdır. Tüm bu yan etkiler iki günden az sürede kaybolur. Eski bilgilerimizin aksine (2016 yılından bu yana) yumurta alerjisi olanlar da bir sağlık kurumunda, tercihen doktor gözetiminde aşı yaptırabilir.
ANTİBİYOTİK FAYDALI MI?
Grip hastalarının antibiyotik kullanmalarının hiçbir faydası yoktur. Gribe özgü anti-viral ilaçlar mevcuttur ve bu ilaçların en etkili olduğu zaman hastalığın ilk iki günüdür. Bununla birlikte hastaneye yatırılan hastalarda daha geç de olsa bu ilaçların kullanımı hastalığın süresini kısaltabilir ya da şikâyetleri hafifletebilir. Antiviral ilaç kullanımının bir avantajı da zatürre gibi gribin neden olabileceği ağır tabloları önleyebilmesidir. Bu özellikle şeker hastalığı ya da KOAH gibi kronik hastalıkları olan kişiler için önemlidir.
from Aeroportist I Güncel Havacılık Haberleri http://ift.tt/2iCCqMH via IFTTT
0 notes
newshaber · 7 years
Photo
Tumblr media
Sondakika http://www.news.gen.tr/italya-60-yil-sonra-ilk-kez-dunya-kupasinda-yok.html
İtalya, 60 yıl sonra ilk kez Dünya Kupası'nda yok
4 kez dünya şampiyonu olan İtalya, 2018 Dünya Kupası elemelerinde İsveç’e elenerek 1958’den sonra ilk kez Dünya Kupası vizesini kaçırdı.Dünya futbolunun devlerinden İtalya, İsveç’e karşı iki maçta da gol atamadı ve 2018 Dünya Kupası biletini kaçırdı. İtalya böylece 1958’de İsveç’te düzenlenen turnuvadan bu yana ilk kez bir Dünya Kupası’nı kaçıracak. Tarihinde Dünya Kupası’nı 4 kez müzesine götüren ve bu alanda Brezilya’nın ardından Almanya ile ikinci sırayı paylaşan İtalya, Rusya’da düzenlenecek 2018 Dünya Kupası’na katılabilmek için oynadığı Play-Off maçlarının ilkinde İsveç’e deplasmanda 1-0 yenilmişti.İskandinav rakibini Milano’daki San Siro stadında ağırlayan ‘Gökmavililer’ 80 bin seyircisinin önünde maç boyunca gol kaydına muvaffak olamadı.Maç sonrası İsveçli futbolcular büyük sevinç yaşadı. İsveç, tarihinde 12. kez Dünya Kupası’na katılacak.
0 notes
meliyce · 7 years
Photo
Tumblr media
Üsküdar iskelesi - 1940 Dünyanin ilk araba vapuru "Suhulet!" Üsküdar İskelesi'nde yolcularini indiriyor.. Dünyanın ilk araba vapurunun ism Suhulet… Suhulet “Kolaylık” demek Dönemin Sirket-i Hayriye Müdürü Hüseyin Haki Efendi, Umum Müfettisi İskender Bey ve Hasköy Tersanesi bas mimari Mehmet Usta, o güne kadar benzeri görülmemis bir vapur tipi üzerinde kafa yormaya basliyorlar… “Bu öyle bir sey olsun ki, diyorlar; düz ve alçak güvertesinin her iki ucunda rampalar bulunsun… Vasitalar bu rampalari kullanarak vapura binsin ve her iki taraftan da inis-binis saglandigindan, araslar ayni yönde yürümeye devam ederek karaya cikabilsin... Ve güvertenin tamamina tasit doldurula bilsin…” Proje güzelce ciziliyor ve zamanin en gelismis tersanelerine sahip ülkesi İngiltere'ye gönderiliyor… Böylece, 1871 senesinde… Denizcilik tarihine “DÜNYANIN İLK ARABA VAPURU” olarak adi yazilan; “26” baca numarali SUHULET (Kolaylik) doguyor… Ve hemen ardindan; “27” baca numarali (iki kiyiyi birbirine baglayan) anlamina gelen “SAHİLBENT” insa ediliyor… Hizmetten alindigi 1958 yilina kadar Sirkeci-Harem hattinda hizmet veren Suhulet, tam 87 yil boyunca sayisiz arac ve yolcuyu iki kita arasinda tasiyor…
0 notes
keremulusoy · 7 years
Text
Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçe. Türkiye ’nin sayılı Sümerologlarından Veysel Donbaz, bu ölü dillerin hepsini biliyor. Bugüne kadar çivi yazısıyla yazılmış 10 bine yakın kil tablet okudu. Envanterini tuttuğu tablet sayısı 60 bin. Uzun yıllar İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde Tablet Arşivi şefliği yapan Donbaz’ın, yaşı 78 fakat hikâyesi Sümerlere kadar dayanıyor…
Kapıyı çalar çalmaz karşımda güler yüzlü, sıcakkanlı ve hayata dair bilgili olduğu anlaşılan Veysel Donbaz’ı buluyorum. İçeri buyur ediyor, kapıdan içeri adımımı attığım andan itibaren kitapların keskin kokusu ve duvardaki tablolar dikkatimi çekiyor. Etraftaki kitap bolluğuna ithafen “benim gibi bir adamın evi ancak böyle olur, idare edin” diyor. Bilakis bavulların içine varana kadar her yerin kitapla dolu olması, odalar arasında geçiş yaparken farklı bir huzura erişmenize sebebiyet veriyor. Bana gösterilen koltuğa oturuyorum ve bu söyleşiye dair aklımda onlarca soru biriktirmişken, kendimi tatlı bir sohbetin içerisinde buluyorum. O da dinlemekte oluşumdan hoşlanmış olmalı ki geçmiş anılarını yâd etmeyi aralıksız olarak sürdüyor…
“O KAPIYI 23 YIL SONRA BEN ÇALDIM” Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçe… Binlerce yıl önce yaşayan uygarlıklarda hüküm süren bu diller, zamana yenildi ve tarih sahnesinden teker teker silindi. Ne yazık ki bu diller üniversitelerin ilgili bölümlerinde bile unutulmaya yüz tutmuştu. O bölümlerden biri olan Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Sümeroloji Bölümü’nün ise 23 yıldır tek bir öğrenci bile kapısını çalmamıştı. 1958 yılında kimsenin uğramadığı bölümün kapısını bir öğrenci çaldı, Veysel Donbaz. Tüccar bir babanın beşinci çocuğu olan Veysel Bey için okuyacağı bölümün ne olduğu önemli değildi, tek isteği burslu okumaktı. Çünkü Denizli’nin Bekilli ilçesinde, baba evinde bağ bahçe çoktu ama her zaman mahsul alınamıyordu. Oysaki onun üniversitede okumak için daimi bir gelire ihtiyacı vardı. Tüm bölümlerin kapısını çalan Donbaz: “Dil Tarih’te Ekrem Akurgal denen çok meşhur bir profesör vardı, dekandı. Durumumu anlattım. Burslu okumak istiyorum İlahiyat Fakültesi ve Dil Tarih bölümü var dedim. Bir tanıdığım var, seni göndereyim dedi. Hemen şöyle bir kart yazdı “Hamili kart çok yakınımdır, kendisine suhulet gösterilmesi dileğiyle” Götürdüm hemen, sekretere verdim, aldı beni içeri. Ben burslu bir bölüm istiyorum dedim. Çivi yazısı çözmek ister misin? dedi. Bu güne kadar ne çivi yazısından haberim var, ne de eski dillerden. Aklımdan geçmeyen tek şeydi. İngiliz Filolojisine gireyim dedim, o bölümlere burs vermiyorlarmış. Sümeroloji gibi zor, öğrencisi olmayan bölümlere burs veriyorlarmış. Benden evvel hiç öğrenci yokmuş orada. Benden önceki öğrenciler profesör olmuşlar, siz düşünün artık.”
TEK ÖĞRENCİSİ OLAN BÖLÜM O yıl burs veren iki bölümden biri ilahiyat, diğeri ise Sümeroloji’ydi. Veysel Bey, tercihini Sümeroloji’den yana kullandı. 250 lira bursla başladığı bölümde, alanının çok önemli hocalarından eğitim gördü. İsteği, üniversitede kalıp akademik kariyer yapmaktı ancak burslu okuduğu için tercih yapma şansına sahip değildi. 1962’de, diplomasını aldıktan bir ay sonra kendini İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne tayin edilmiş olarak buldu. Görev tanımı, Eski Şark Eserleri Müzesi’ndeki Tablet Arşivi uzmanlığı. Veysel Donbaz, daha sonra şef, başuzman ve bölüm şefi oldu.
“Baktım, her taraf eser dolu. Kapı eşikleri, figürünler, tabletler var. Hemen ilgi duydum. Bu işi ciddiye alıp, içinde bulunduğum o bol malzemeden istediğimi çalıştım. Onun için her türlü malzemeyi çözebilirim ben. 10 bin civarında tablet okumuşumdur ama 60 bin tabletin de envanterini yaptım. Envanter yapmak demek, bunları kaydetmek, ölçüsünü almak, ön yüzünde kaç satır var, arka yüzünde kaç satır var bunları bilmek demek. Bir de, tabletin mevzu nedir? Bunları hep bilmekle yükümlüsünüz.”
“Tarih öncesi çağlarda mesela ne lazım? Ekmek, onu çizmişler ama uzun ekmek değil yuvarlak keke benzeyen. Buna Nindo demiş, Akatçasına da Akano; yenilen şey demek, hayvan yemi olarak da karşımıza çıktığı oluyor.”
Veysel Donbaz çalışma masası.
Donbaz, Boğazköy tabletlerinin Türkiye’ye getirilmesinde rolü olan öncü isimlerden…
Veysel DOnbaz.
“Eski Şark Eserleri Müzesi’ndeki Tablet Arşivi uzmanlığı. Veysel Donbaz, daha sonra şef, başuzman ve bölüm şefi olarak görev aldı.”
Veysel Donbaz’ın gençliği..
“200 SENEDEN BERİ YANLIŞ BİLİNEN BİR BİLGİYİ DÜZELTTİM” Tayinle birlikte kaderi de değişiyor Donbaz’ın. İstanbul’daki arşiv, deyim yerindeyse hazine, bulunmaz bir fırsat oluyor ona. Makâleler, kil tablet yapımı ve kitap yazımı da bu dönemde başlıyor. “İsimler genelde mânâ vermez ama 200 seneden beri yanlış bilinen bir bilgiyi düzelttim. KA-AN buldum. M, w ve v her zaman karıştırılmıştır. Ben KA-AN görünce dedim 1. işaret yanlış. TA-ANVARTA, KA-ANVARTA diye. Bir kutlama ayı da olabilir bu çünkü takvimlerine baktığınız zaman buğdayların toplanması, bağ bozumu, ekim, toprağa ilk cemreler düştüğü zaman bir de çiftçilik ile ilgili ay isimleri vermişler. Sümerlerde de vardır bu, her şehrin bir takvimi var. Bu KA-ANVARTA’nın manası belli değil kalktım British Museum’a gittim, Amerikalılar burs verdi bana. Bir ay ismini ispatlıyorum dedim. Oraya gittim hakikaten KA-AN. Diğer her yere bakıyorum KAAN’ı TAAN okumuşlar. Vaktiyle birisi yanlış okumuş. 150 sene yanlış okumuşuz. Makâle yayımladım. 1970’lerde oldu, bu. O zaman 30’lu yaşlarımdaydım. ‘Ben bundan ekmek yediğime göre bunu iyi yapmam lâzım’ dedim o gün. Bu bir Sümerolog için rekor. Bundan ekmek yemek istediğiniz zaman en iyi olmaya çalışmak zorundasınız.”
BOĞAZKÖY TABLETLERİ’Nİ O GETİRDİ Donbaz, Boğazköy tabletlerinin Türkiye’ye getirilmesinde de rolü olan isimlerden. 1906-1912 yılları arasında Çorum’un Sungurlu kazasına yakın Boğazköy’de yapılan kazılarda bulunan tabletler, konservasyon için 33 sandık içinde Berlin’e gönderilmiş̧. Bunlar arasında iki de sfenks bulunuyormuş. Tabletlerin bir kısmı 1939 yılına kadar geri gönderilmiş. Ancak geri kalan 9150 tableti Türkiye’ye getiren Veysel Donbaz olmuş, Sfenkslerden biri de 85 yıl sonra getirilebilmiş.
“Boğazköy Hititlerin başkenti. Sfenksler konusunda zorluk yaşadık. 1940’a kadar 2500 tablet geri gelmiş. Sfenksin biri de gelmiş fakat 2. Dünya Harbi patlayınca yollanmamış. Biz de talep etmemişiz. 1978’e kadar girişimimiz olmamış. Bana verildi bu görev. Almanlar vermiyor bir sfenksi. UNESCO da bir şey yapamıyor. ‘Verseniz iyi olur’ diyor, sadece. En sonunda herkes çok çaba harcadı. 7 bin 500 tableti daha verdiler. Ankara’ya götürdüğümde karşılayan olmadı. Sfenksi almamız uzun sürdü. Ertuğrul Bey’e (Ertuğrul Günay-2011 yılının Kültür Bakanı) nasip oldu. Şimdi ait oldukları yerdeler. Boğazköy’de bekliyorlar. Onu alamasaydık, kültür hazinemiz eksik olacaktı.”
TARİHİN İLKLERİNİ OKUYAN ADAM Tarihteki ilk yasaların, yazılan ilk aşk şiirinin, iki devlet arasında varılan ilk antlaşmanın, verilen ilk rüşvetin belgesini okuyor Donbaz. Tarihe düşülen notları okumak onun için çok kolay: “Konuyu çok iyi biliyorsanız bir günlük gazeteyi okur gibi 10 dakikada okuyabilirsiniz. 5 dakikadan 1 haftaya kadar bir tabletin çözümü sürebilir. Hatta bazen 6 ay çözemediğiniz olabilir. Yeni bir yer ismidir, yeni bir kavramdır, yeni bir eşyaya tekâbül ediyordur. Hele isimse, isimleri anlamak çok zor oluyor, ama fiilse çekim olduğu için ona mânâ verebilirsiniz.” Veysel Donbaz, devlet memurluğu süresince sayısız görevlendirme almış. 1987 yılında Hitit tabletlerinin geri getirilmesi ve 1990 yılında da Hitit Sfenksi müzakereleri bunlardan sadece ikisi. 2003 yılında Paris UNESCO Üst Düzey Eksperler Toplantısı’na katıldığı sırada emekli edildiğini öğrenmiş. İtiraz etse de, sonuç değişmemiş. 2004 yılında, o çok sevdiği görevini resmi olarak bıraksa da alanında yaptığı çalışmalarla adını tarihe not düşürmeye hala devam ediyor…
NOTLAR *“Tarih öncesi çağlarda mesela ne lazım? Ekmek, onu çizmişler ama uzun ekmek değil yuvarlak keke benzeyen. Buna Nindo demiş, Akatçasına da Akano; yenilen şey demek, hayvan yemi olarak da karşımıza çıktığı oluyor.”
*“Eski Şark Eserleri Müzesi’ndeki Tablet Arşivi uzmanlığı. Veysel Donbaz, daha sonra şef, başuzman ve bölüm şefi olarak görev aldı.”
*Yeni Sümer çağında “Eğer bir adamın karısı, güzelliğine güvenerek bir başka adamı baştan çıkarırsa, o kadının kocası onu öldürecek.” Medeni kanun ve ceza kanunumuz ihanet ve zina fiillerinde kesin deliller ister. Hammurabi Kanunu’nun 132. maddesi bu konuya değinir. “Eğer bir kadına başka bir adam dolayısıyla iftira atılmış ama ispat edilememişse, o kadın kocasının hatırı için kendini nehre atacaktır.” Burada bahsi geçen nehirler, Dicle ve Fırat nehirleridir. Bu sulara kendisini atan birinin akıbeti, özellikle kurban kadın olunca, mutlak ölümdür. Ne var ki kendini Fırat’ın boz bulanık sularına atan bir kadın yüzerek kıyıya çıkarsa bu onun masumiyetini gösterir. Bu sefer iftira eden aynı cezaya çarptırılıyor.
KARİKATÜRİST VE RESSAM Veysel Donbaz aynı zamanda ressam ve karikatürist. Her iki alana da 1970 yılında başladı. 1971 yılında ingilizce çıkardığı ‘Arkeolojik Karikatürler’ isimli kitap, arkeolojiyle karikatürün kesişmesi. Kitapta, nehir tanrısı Okeanos’un heykeli bir plajda güneşlenirken karikatürize edilmiş. Heykelin orijinali istanbul arkeoloji müzesi’nde. Yine dünyaca ünlü İskender lahdi de, Donbaz’ın karikatürize ettiği bir eser. Uzun cephesinde Makedonya kralı büyük İskender’in Perslerle yaptığı savaşın rölyefleri yer alır. Donbaz’ın karikatüründe ise, polis ile göstericilerin çatışması.
KİL TABLETE MEKTUP YAZIYOR Donbaz, kile önce elleriyle, daha sonra da cetvelle şekil veriyor. Şekilsiz kil, küçük kare tablete dönüşüyor. Stilusla kile bastırarak önce satırları yapıyor. Daha sonra da Asurca bir mektup yazmaya başlıyor. “Çömlekçi kili bu. 4 köşeli de oluyor, 3 de. Yazmak bana zor gelmiyor. 40 yıldır yapıyorum. İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne geldiğimde bir kere denedim. Yapabildiğimi gördükten sonra devam ettim.”
Yazı: Dilara Gülşah Azaplar
Fotoğraf: Yağız Karahan
Bu yazı Marmara Life dergisinin 102. sayısında yayımlanmıştır.
1 SÜMEROLOG 5 ÖLÜ DİL Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçe. Türkiye ’nin sayılı Sümerologlarından Veysel Donbaz, bu ölü dillerin hepsini biliyor.
0 notes
haytaogluyunus · 8 months
Text
Tumblr media Tumblr media
ANMA
TÜRK SİYASİ HAYATINA DAMGASINI VURMUŞ VE PARTİ BAŞKANLIĞINDAN ÇEKİLDİKTEN SONRA MERHUM BAŞBUĞUMUZ ALPARSLAN TÜRKEŞ'İ YALNIZ BIRAKMAMIŞ OLAN VE SON ZAMANLARINDA BİZATİHİ TANIŞMA ŞEREFİNE ULAŞTIĞIM, EVİNDE BAŞBAŞA SOHBET ETME İMKANINA KAVUŞTUĞUM
OSMAN BÖLÜKBAŞI'NIN ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE RAHMETLE ANIYORUM.
1913'te doğdu.[1] Doğum yeri o yıllarda Mucur, Kırşehir'e bağlı olan günümüzde ise Hacıbektaş, Nevşehir'e bağlı olan Hasanlar köyüdür. Orta öğrenimini İstanbul Erkek Lisesi'nde tamamladı. Yüksek öğrenimini Fransa'daki Nancy Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü'nde yaptı. Buradan 1937 yılında mezun oldu. 1938 yılında Türkiye'ye dönerek Kandilli Rasathanesi'nde asistan olarak çalışmaya başladı. 1940 yılında Haydarpaşa Lisesi'nde öğretmenlik yapmaya başladı. 1946 yılında Demokrat Parti'ye girdi ve parti genel müfettişliğine atandı. Ancak, Cumhuriyet Halk Partisi iktidarına karşı sert bir politika izlenmesini isteyen bir grup ile birlikte 1947 yılında Demokrat Parti'den ayrıldı.
Temmuz 1948'de Millet Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. 1949 yılında İsmet İnönü ve Celâl Bayar'a komplo düzenlemek iddiasıyla tutuklandıysa da kısa bir süre sonra serbest bırakıldı. 1950 Türkiye genel seçimleri'nde Millet Partisi'nin tek milletvekili olarak Kırşehir'den TBMM'ye girdi. Partisi, laikliğe aykırı politika ürettiği gerekçesiyle 1953 yılında kapatıldı. Bunun üzerine Şubat 1954'te bir grup eski Millet Partisi üyesi ile birlikte Cumhuriyetçi Millet Partisi'ni kurdu ve genel başkanlığına seçildi.
1954 genel seçimlerinde bu ilde %44 oy alarak yeniden Kırşehir milletvekili seçilince, Demokrat Parti hükûmeti Kırşehir'i ilçe yaptı ve Nevşehir'e bağladı. Kırşehir 3 yıl boyunca ilçe olarak kaldı. Bu dönemde hükûmete eleştiriler yöneltti. Temmuz 1957'de TBMM'ye hakaretten tutuklandı. Kırşehir, Haziran 1957'de yeniden il durumuna getirildi, ancak eski kazalarından Avanos, Kozaklı ve Hacıbektaş Nevşehir’de kaldı. Köyü Hasanlar köyü de yeniden il olan Kırşehir'e bağlanmayarak Nevşehir'e bırakıldı. Bu durumda, Ekim 1957 Türkiye genel seçimleri'nde, Cumhuriyetçi Millet Partisi'nden seçilen 4 milletvekilinin arasında yer aldı. Seçim günü hapiste olduğu için milletvekili yeminini Ankara Merkez Cezaevi 10. koğuşunda mahkûmların önünde yaptı.
1958 yılında DP'ye karşı güç birliği oluşturmak amacıyla Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Türkiye Köylü Partisi'nin ile birleşmesiyle kurulan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin Genel Başkanlığına seçildi. 1959 yılında 10 ay hapis cezasına çarptırıldı.
27 Mayıs Darbesi'nden sonra 6 Ocak 1961 - 15 Ekim 1961 tarihleri arasında Kurucu Meclis Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Temsilciliği görevini yürüttü. 1961 genel seçimlerinden sonra uzlaşmaz bir tutum takınarak koalisyon hükûmetine katılmayı reddetti. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Haziran 1962'de İsmet İnönü'nün kurduğu koalisyon hükûmetine katılınca, 28 milletvekiliyle birlikte partiden ayrılarak yeniden Millet Partisi'ni kurdu ve genel başkanlığına seçildi. Millet Partisi, Şubat 1965'te Suat Hayri Ürgüplü başkanlığındaki koalisyon hükûmetine katıldıysa da kendisi kabinede görev almadığı gibi hükûmete eleştiriler de yöneltti. Arkadaşlarıyla beraber kurduğu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ise 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi adını aldı.
1972 yılında Millet Partisi genel başkanlığından ayrıldı. Yerine eski Genelkurmay Başkanı Cemal Tural geçti. 9 Eylül 1973 tarihinde de, 1961 yılından beri seçildiği Ankara milletvekilliğinden istifa ederek aktif siyasetten çekildi. 6 Şubat 2002 tarihinde Ankara'da öldü.
0 notes
haytaogluyunus · 8 months
Text
Tumblr media
ANMA
BUGÜN 04 ŞUBAT (2014)
BAŞKURDİSTAN TÜRKLERİNDEN OLAN
AKADEMİSYAN YAZAR:
ENVER ASFANDİYAROV’UN ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ. SAYGIYLA ANIYORUM.
Enver Asfandiyarov 15 Mayıs 1934 tarihinde Başkurdistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlı Baymak'ta doğdu. Annesi erken yaşta hayatını kaybetti, babası Zakir Asfandiyarov ise Voronej Cephesi'inde savaşırken kayboldu. Bunun üzerine Asfandiyarov Baymak yetimhanesinde büyüdü. 1953 yılında Ufa'daki 9 numaralı Başkurt ortaokulundan mezun oldu. 1958 yılında Moskova Devlet Üniversitesi Tarih Fakültesi'nden mezun oldu.
1958-1965 yıllarında Ufa 1 numaralı Cumhuriyet okulunda (şimdiki adı Rami Garipov Başkurt Cumhuriyet Spor Salonu-Yatılı Okulu'dur) öğretmenlik yaptı. 1965 yılında Ocak-Kasım ayları arasında Başkurt Devlet Tıp Enstitüsü'nde çalıştı. 1965-1968 yılları arasında SSCB Bilimler Akademisi'nin Başkurt Tarih Şubesi'nin Dil ve Edebiyat Enstitüsü'nden okudu. 1968-1974 yılları arasında ise aynı bölümde bilimsel çalışmalarına başladı.[1] 1974'te Başkurt Devlet Üniversitesi Tarih Fakültesi'nde öğretim görevlisi, doçent ve 1996'dan beri ulusal tarih bölümünde profesör olarak çalıştı.[2]
Enver Asfandiyarov 4 Şubat 2014'te Ufa'da öldü.
Bilimsel çalışmaları
Asfandiyarov'un bilimsel araştırmalarının temel yönü Başkurdistan'ın ve Rusya'nın 18. ve 19. yüzyıldaki gelişimini konu alır. Çalışmalarında Başkurdistan'ın kanton sistemi, köyleri ve köylerindeki sosyoekonomik ve kültürel gelişiminin tarihini incelemiştir. 20'si monografi olmak üzere toplam 320 bilimsel makale yayınlamıştır. Ülkedeki yükseköğretim kurumları için çıkartılan ders kitaplarının yazarı olan Asfandiyarov 1917 Ekim Devrimi öncesini Başkurdistan tarihine özel ilgi duymuş ve bu konuda çalışmalar yapmıştır.
0 notes