alpaltinors
alpaltinors
Alp Altınörs'ün blogu
34 posts
Yazılar, resimler ve başka şeyler
Don't wanna be here? Send us removal request.
alpaltinors · 6 years ago
Text
Portre
Tumblr media
Ey şairler, seviniz resmi!
Odur çünkü sadece,
Aktaran tuvalin üstüne,
Tedirgin ruhların emarelerini.
***
Anımsar mısın, geçmişin karanlığı içinden,
Atlas kumaşa sarılmış gibi,
Yine Rakotov’un portresinden,
Struyskaya nasıl bakardı bize derinden?
***
Gözleri ─ iki bulut gibi,
Yarı gülümser, yarı ağlar,
Gözleri ─ iki yalan gibi,
Bahtsızlıkların dumanıyla örtülü.
***
İki bilmece orada olur tek,
Yarı esrik, yarı ürkek,
Histerisi akılsız şefkatin,
Habercisi ölümcül ıstırapların.
***
Karanlık sahne aldığında, 
ve yaklaştığında fırtına,
ruhumun derininde yanar titrek bir alev gibi,
Onun muhteşem gözleri.
N. Zabolotski
Çev. Alp Altınörs
5 notes · View notes
alpaltinors · 6 years ago
Text
Oyları yüzde 52'yi bulan ittifak nasıl engellendi?
Tumblr media
AKP/MHP ve CHP/İYİP bloklaşmaları asla tesadüf değil, Türk egemen sınıflarının yakın tarihinde defalarca yaşanan saflaşmaların güncel yeniden üretimidir. Günümüzde özgün ve farklı olan, egemen sınıfların 50 yıldır benzer biçimlerde oluşturduğu blokların yeniden ve yeniden kurulması değil; ezilenler tarafından HDP etrafında oluşturulan demokratik bağlaşmadır.
AKP-MHP arasında kurulan “Cumhur İttifakı”nın ardından, CHP-İYİP. arasında kurulan seçim ittifakı, 1957 seçimlerinden bu yana bir ilki oluşturuyor. Gerçi, fiili seçim ittifakları her daim gerçekleşti. Genelde, daha yüksek oyu bulunan partinin bünyesinde başka partilerden adayların yer alması yoluyla farklı partiler de meclise taşındı (1991 RP-MÇP-IDP ittifakı, SHP-HEP ittifakı vb.) ne var ki, resmi seçim ittifakları 1957’den bu yana yasaklıydı.
1954 seçimlerinde, Türkiye tarihinde bir siyasi partinin aldığı en yüksek oy oranına ulaşarak yüzde 57.5 ile TBMM’de mutlak çoğunluğu elde eden Demokrat Parti, buna dayanarak ülkede tek parti diktatörlüğünü kurmaya girişti. Ne var ki ilerleyen yıllarda ekonomide yaşanan buhranlar DP’nin tabanını eriterek büyük bir toplumsal muhalefet dalgasına yol açtı. 1957 seçimlerine gidilirken, üç muhalefet partisi, CHP, Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ve Hürriyet Partisi (HP) seçim ittifakı görüşmelerine başladı.
Hürriyet Partisi, 1955 mali krizinin, 6-7 Eylül pogromunun ve basın özgürlüğünü ortadan kaldıran yasanın ardından, İstanbul sanayi ve ticaret burjuvazisini temsil eden bir grubun DP’den kopması sonucunda oluşmuştu. Lideri Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu, çizgisi merkez sağ idi.
Osman Bölükbaşı liderliğindeki Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ise DP’yi sağdan, özellikle İslamî bir retorikle eleştirerek etkili oluyordu. Bölükbaşı’nın hazırcevaplığı, hitabet yeteneği partinin Anadolu’da kök salmasını sağlamıştı. Adnan Menderes hükümetinin hışmına, en az CHP kadar maruz kalmışlıkları vardır. Bölükbaşı’nın ilk partisi Millet Partisi, 1953’te laikliği çiğnemekten kapatıldı. 1954 seçimlerinde CMP’nin Kırşehir milletvekilliklerini kazanmasına tepki olarak Menderes Kırşehir’i ilçe yapmıştır. Keza, 1957 seçimleri arifesinde Osman Bölükbaşı dokunulmazlığı kaldırılarak hapishaneye yollandı, milletvekili yeminini Ulucanlar Hapishanesi’nde etti. 1958’de Türkiye Köylü Partisi ile birleşerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adını alacak olan bu parti, Bölükbaşı’nın 1962’de ayrılmasının ardından, 1965 yılında Alpaslan Türkeş tarafından Milliyetçi Hareket Partisi’ne dönüştürüldü.
İTTİFAK GÖRÜŞMELERİ VE İLAN EDİLEN İLKELER
Erken seçim söylentilerinin yoğunlaşması üzerine CHP, HP ve CMP liderleri 12 Ağustos’ta İsmet İnönü’nün İstanbul Maçka’daki evinde toplandılar. 10 gün boyunca süren toplantılar basın tarafından yakın biçimde takip edilmiştir. Toplantıların bitiminin ardından CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek 22 Ağustos günü basına şu açıklamayı okumuştur:
“Çalışmalarına devam eden üç muhalefet partisi liderleri, bugünkü toplantılarında, evvelce mutabık kaldıkları prensiplerde olduğu gibi kontenjanlarda da mutabık kalmışlardır. Diğer prensipler ve tatbik şekilleri üzerine konuşmalara başlanacaktır. Gelecek toplantı 3 Eylül’de Ankara’da yapılacaktır.”
Burada varılan anlaşmaya göre, “üzerinde işbirliği edilecek meseleler” şu şekilde belirlendi:
“Bir hukuk devleti düzeni, Kurucu Meclis, seçimlerde işbirliği, yeni anayasa, antidemokratik kanunları veto edecek Anayasa Mahkemesi, seçimlerde nisbî temsil sistemi, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü.” Yeni anayasa üzerine üç partinin ortak bir hukuk komitesi kurması da benimsenmişti. Üç parti, seçimlerde üçte iki Meclis çoğunluğunu elde edeceklerini öngörüyorlardı. Bunu başardıkları takdirde yeni Meclisi bir Kurucu Meclis olarak çalıştıracaklardı.
Ortak listelerde CHP yüzde 40, CMP yüzde 22, HP ise yüzde 20 oranında kontenjana sahip olacak, yüzde 18 kontenjan ise bağımsız bireylere (“müstakillere”) ayrılacaktı. İttifak partileri, müstakil adaylar kotasının Demokrat Parti’den ayrılmak isteyen şahısları muhalefet listesine çekmek için konulduğunu açıkladılar. “DP saflarından yeni iltihaklar beklendiğini” ve “DP iktidarının bilhassa DP saflarından ayrılmak isteyenlerden çekindiğini” ifade etmişlerdi. (Milliyet, 22/08/1957)
Basına yansıyan bir diğer ittifak prensibi ise; “Kongrelerde konuşacak parti hatipleri, diğer muhalefet partilerine çatmamaya, ima suretiyle dahi hücumda bulunmamaya bilhassa dikkat etmelidirler. Bu konu, teşkilata, en kısa zamanda tebliğ olunacaktır.” şeklindeydi. İttifak kararını Parti Meclisi ile değerlendiren İsmet İnönü, gazetecilere “Siyasi hava düzeldi” demişti. (Milliyet, 23/08/1957)
4 Eylül günü, DP tarafından erken seçim kararı alındı. Seçim tarihi olarak 53 gün sonrası, 27 Ekim belirlendi. Aynı gün bir araya gelen üç parti, ortak bir tebliğ yayınladılar.
Tebliğde; “Bugün iktidarla muhalefet arasında başlıca mesele, rejim davasıdır. Bu davanın halli uğruna işbirliği yapmaya karar veren partilerimiz için memleketimizi, medeni dünyaca kabul edilmiş insan haklarına bağlı istikrarlı bir hukuk devleti nizamına kavuşturmak ilk hedeftir. Muhalefet cephesi, önümüzdeki seçimlerde iktidara geldiği takdirde, bütün anti-demokratik mevzuatı ve usulleri kaldırmak ve vatandaş hak ve hürriyetlerini hukukî teminata bağlamak suretiyle memleketimizde hür ve demokratik bir idareyi bütün icapları ile tesis edecektir. Mahkeme bağımsızlığı ve hakim teminatı, söz ve basın hürriyeti, toplanma hürriyeti, ilim hürriyeti ve üniversite özerkliği, grev hakkı ve sendika hürriyeti ve mesleki teşekküller kurma hakkı, bütün idari tasarruflar üzerine yargı denetimi, vatandaşlar arasında siyasi kanaatine göre fark göz etmeyen tarafsız idare derhal gerçekleştirilecektir” deniyordu. Yeni Meclis, aralarında iki meclisli siyasi sistem ve Anayasa Mahkemesi kuruluşunun da bulunduğu yeni bir anayasa oluşturarak en geç iki yıl içinde yeniden ülkeyi seçime götürecekti. (Milliyet, 05/09/1957)
Bu bildirgede kendilerine verdikleri isimle “Muhalefet Cephesi” Türkiye tarihinin ilk ve tek resmi seçim işbirliği platformuydu. Demokrat Parti’nin ortaya çıktığı 1946’da dile getirdiği “demokrasi” vaatlerine oldukça benzer söylemlerin aradan 10 yıl geçtikten sonra bu kez CHP tarafından dile getirilmesi Türkiye siyasi tarihinin oldukça ilginç bir yönüdür. Ne var ki, her iki partinin de bu kavramların altını nasıl doldurduğu artık deneyimle sabit idi. Türk egemen sınıflarının bu iki hasım kanadı, azınlıkta kaldıklarında demokrat, iktidarı ele geçirdiklerinde ise otoriter oluyor, diğer kanadı siyasetten tasfiye ederek tek parti iktidarı kurmaya çalışıyorlardı.
Tumblr media
MENDERES’İN KARŞI HAMLESİ
Karşısında geniş bir cephenin oluştuğunu gören Adnan Menderes hükümeti panikleyerek, meclisten seçim ittifakını yasaklayan bir yasa geçirdi. (11.9.1957 tarih ve 7053 Sayılı Kanun) Böylece, siyasi partiler her ilde ayrı listeler çıkarmaya mecbur bırakıldı. Siyasi parti listelerinden müstakil adaylık yasaklandı. Yine, bir partiye mensup bir kişinin başka partiden aday olması da yasaklandı. (Milliyet, 11/09/1957)
Müstakil adaylara konulan yasağın “muhalefet cephesinin” DP’den kopuşlara dair umudunu boşa çıkartmak için geçirildiğini anlamak zor değildir. Bunlar arasında en popüleri, DP’nin dört kurucusundan birisi olan Fuat Köprülü idi. Erken seçim kararının ilanının hemen ardından, 8 Eylül’de istifa eden ve DP iktidarına karşı mücadele çağrısı yapan Fuat Köprülü, Menderes’i epeyce rahatsız etmiş olmalı. Bu yasanın, “erken seçim kararı alındıktan sonra partisinden istifa eden kişilerin başka partiden aday olamayacaklarına” dair maddesinin, özel olarak Köprülü için geçirildiği söylenir.
1957 seçimleri usulsüzlük ve hile tartışmalarına yol açtı. Mühürsüz pusula dolu çuvallar, TRT Radyosu’nun oy verme işlemi sürerken (14.30’da) DP’nin önde olduğu sandık sonuçlarını ilan etmeye başlaması, seçmen kütüklerinde yapılan oynamalar, CHP’nin itirazlarına sebep oldu.
Seçimin sonuçlarına göre, Demokrat Parti yüzde 47,7 oy alarak, ciddi oy kaybetmişti. Buna rağmen, adaletsiz seçim sistemi sayesinde meclisteki 610 sandalyenin 424’ünü alarak iktidarda kalmıştı. CHP yüzde 41.1, Hürriyet Partisi yüzde 3.8, CMP ise yüzde 7.1 oy almıştı. Yani, eğer seçim ittifakı engellenmeseydi, üç partinin oy toplamı yüzde 52 olacaktı. Hiç kuşkusuz, seçimlere ortak listeyle ve partisiz isimleri de katarak girebilselerdi, bu oranın daha da yükselmesi mümkündü. Adnan Menderes, baskın seçim ilan etmekle kalmamış, seçimlere bir ay kala seçim ittifakını yasaklayarak iktidarını korumuştu. (Seçimlere altı aydan az zaman kala yapılan yasa değişikliklerinin seçimlerde uygulanmayacağına dair yasa bu tür deneyimlerin ürünüdür, ama Cumhur İttifakı bu yasayı da bypass etmiş görünüyor.)
Adnan Menderes’in seçim ittifaklarına getirdiği bu yasak, gerek 27 Mayıs, gerekse 12 Eylül tarafından da korundu. 12 Eylül darbesiyle buna yüzde 10 seçim barajı da eklenerek iki partili bir politik sistem yaratılmak istendi. Ancak Türkiye’nin derin siyasal, sosyal ve ekonomik çelişkilerle sürekli parçalanan politik atmosferi iki partili bir yapıya asla cevaz vermedi.
MENDERES’İN YASAKLADIĞINI ERDOĞAN GERİ GETİRDİ
Nihayet, 2018’de, bu kez iktidar partisinin ülkeyi yönetmekte yaşadığı büyük zorlanma, seçim ittifakı yasasını geri getirmeye zorladı. AKP’nin siyasal atası Menderes tarafından kaldırılan seçim ittifakı, Erdoğan tarafından, Bahçeli’nin talebi üzerine geri getirildi. Burada altı çizilmesi gereken bir nokta, her ne kadar seçim ittifakı bugün için iktidar tarafından getirilmiş de olsa, nihayetinde bunun muhalefet partilerine de fayda sağlayacağıdır. Hatta belki de daha fazla faydayı muhalefet partilerine sağlayacaktır. Örneğin CHP içinde bazı kesimlerin dile getirdiği “sıfır baraj ittifakı” bu yasaya dayanarak yüzde 10 seçim barajının fiilen devre dışı bırakılmasını öngörmektedir.
7 Haziran 2015’ten bu yana, ülkeyi fiilen yöneten AKP-MHP koalisyonu, bu yasa temelinde “Cumhur İttifakı”nı kurdu. Bunun karşısında ise, CHP’li 15 milletvekilinin İyi Parti’ye transferiyle belirginleşen bir ittifak kuruluyor. Bu ittifaka Saadet’in de dahil olabileceği öngörülüyor. Böylece 1957 seçimlerinden yarım yüzyıl sonra, Türk burjuvazisinin partileri bir kez daha iki blok halinde saflaşıyorlar. Saflaşmanın konularının, öne sürülen sloganların, ateşli tartışma başlıklarının ne denli benzer olduğuna, seçimlerde yapılan hilelerin ve usulsüzlüklerin ne denli bugünü anımsattığına bakılırsa, 50 yılda pek de bir ilerleme kat edilemediği söylenebilir. AKP/MHP ve CHP/İYİP bloklaşmaları asla tesadüf değil, Türk egemen sınıflarının yakın tarihinde defalarca yaşanan saflaşmaların güncel yeniden üretimidir.
Günümüzde özgün ve farklı olan, egemen sınıfların 50 yıldır benzer biçimlerde oluşturduğu blokların yeniden ve yeniden kurulması değil; ezilenler tarafından HDP etrafında oluşturulan demokratik bağlaşmadır.
(27 Nis 2018, Gazete Duvar)
2 notes · View notes
alpaltinors · 6 years ago
Text
Kırım üzerinde paylaşım savaşı
Tumblr media
Rusya ve Ukrayna'nın birleşmesinin 300. yıldönümüne1 denk gelen 1954 yılında toplanan SSCB Yüksek Sovyeti Başkanlık Divanı, 25 Ocak tarihli toplantısında, Kırım Bölgesi'nin Rusya Sosyalist Federe Sovyet Cumhuriyeti'nden Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne (SSC) geçişini kararlaştırmıştı. Bu kararın gerekçesine baktığımıza: "Kırım Bölgesi ve Ukrayna SSC arasındaki ekonomik ortaklık, coğrafi yakınlık, yakın ekonomik ve kültürel bağlar" nedeniyle ve SSCB'de sosyalist inşanın geliştirilmesini, güçlendirilmesini amaçlayan bir çerçevede bu devirin gerçekleştirildiğini görüyoruz.2 
VOROŞİLOV KIRIM'IN UKRAYNA'YA DEVRİNİ İZAH EDİYOR 
SSCB Yüksek Sovyeti Prezidyum Başkanı Kliment Voroşilov, bu toplantının kapanışında yaptığı konuşmada şunları belirtmiştir: 
"Yoldaşlar, bu büyük öneme sahip karar, bir kez daha, SSCB bünyesindeki egemen sosyalist birlik cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerin gerçekten eşit haklar ve bütün birlik cumhuriyetlerinin refahı doğrultusundaki karşılıklı çıkarlara saygı temelinde geliştiğini teyit eder. Kapitalizm altında bu imkansız olurdu. 
"Tarihte cumhuriyetler arasında böyle ilişkiler olamazdı ve halen olamaz. Geçmişte, özellikle de kapitalizm altında, toprak ele geçirme arzuları ve özellikle de güçlü ülkelerin zayıf ülkelerin topraklarına göz dikmesi bu ilişkilerin temelini oluştururdu. Sadece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin koşulları altında, birlik cumhuriyetleri arasındaki bütün toprak meselelerinin idari ve ekonomik uygunluk temelinde ve tamamen karşılıklı dostluk ve halkların kardeşçe işbirliği zemininde çözülmesi mümkün olmuştur. Kırım Oblastı'nın RSFSC'den Ukrayna SSC'ye transferi, hem Rusya ve Ukrayna halklarının çıkarlarına, hem de SSCB'nin genel devlet çıkarlarına uygundur. Hem uzak hem de yakın geçmişte, düşmanlar yinelenen çabalarla Kırım Yarımadası'nı Rusya'dan alarak orayı Rusya topraklarını yağmalamak için kullanmaya çalışmışlardır, orada Rusya ve Ukrayna topraklarına saldıracakları bir askeri üs yaratmaya çalışmışlardır. Ancak birden çok sefer, Rusya ve Ukrayna halkları, birlikte savaşım içinde, küstah düşmanları ağır yenilgiye uğratarak onları Kırım ve Ukrayna'dan atmışlardır. Ukrayna ve Kırım ekonomik çıkarların ortaklığı ile birbirine yakından bağlanmışlardır. Bu olgu, toplantıda yapılan sunumlarda da, yoldaşların yaptığı konuşmalarda da güçlü biçimde vurgulanmıştır. Kırım ve Ukrayna arasındaki kültürel bağlar özellikle büyümüş ve derinleşmiştir. Kırım Oblastı'nın Ukrayna SSC'ye devri bu geleneksel bağları kuşkusuz ki daha da fazla güçlendirecektir."3 
SSCB Yüksek Sovyeti'nin Başkanlık Divanı'nın toplantı tutanağı, Kırım Oblastı'nın Ukrayna SSC'ye devrine dair kararnameyle birlikte 19 Şubat 1954 tarihinde Sovyet basınında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylece Kırım'ın Rus Çarlığı tarafından Osmanlı İmparatorluğu'ndan alınmasından (1783) o yana Rusya'nın parçası olan Kırım Yarımadası, 1954 itibariyle Ukrayna'ya devredilmiş oldu. 
SOSYALİST CUMHURİYETLERİN KARDEŞLİĞİNDEN, KAPİTALİST DEVLETLERİN SAVAŞINA 
Kararın gerekçesinde, herhangi bir etnik ya da ulusal etkene gönderme yapılmamıştır. SSCB birlik cumhuriyetleri arasında, ulusal yoğunluk bakımından farklı halkların yaşadığı özerk bölgeler ve özerk cumhuriyetler bulunmaktaydı. Zira, 1950'lere gelindiğinde, Kırım Yarımadası'ndaki yaklaşık 1.1 milyonluk nüfusun kabaca yüzde 75'i etnik anlamda Rus, yüzde 25'i ise Ukraynalıydı. Bu nüfus bileşimine yol açan temel etkenlerden birisi ise, Kırım Tatarları'nın işgal döneminde Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Mayıs 1944'te kitlesel ölçekte Orta Asya'ya sürgün edilmesiydi. Bu gelişmenin ardından, yarımadada Tatar nüfusunun varlığı ortadan kaldırıldığı için, Kırım Özerk Cumhuriyeti de Kırım Bölgesi'ne (Oblast) dönüştürülmüştü. Dolayısıyla, bu karar alındığında, tıpkı bugün olduğu gibi, yarımada ulusal bileşen açısından büyük ölçüde Rus'tu. 
Kırım'ın devriyle birlikte 850 bin civarında Rus nüfus, Ukrayna SSC'ye katılmış oldu. Kırım, Ukrayna SSC bünyesinde 37 yıl boyunca Bölge (Oblast) statüsünde kaldı. SSCB'nin dağılmasının hemen arifesinde, Ukrayna Sovyeti'nin kararıyla yapılan bir referandum sonucunda Kırım, Özerk Bölge ilan edildi. 2014'teki ilhakın ardından ise bölgenin adı Kırım Cumhuriyeti (Respublika Krım) olarak değiştirilerek Rusya Federasyonu'na dahil edildi. 1954'te Kırım'ı Ukrayna'ya devreden Prezidyum üyeleri, bir gün SSCB'nin dağılabileceğini muhtemelen akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi. Stalin henüz yeni ölmüştü ve SSCB hala gücünün ve gelişmesinin doruk noktasındaydı. 
Partinin Ukrayna KP kökenli yeni genel sekreteri, Nikita Hruşçov, bu kararla Ukrayna'daki etkisini güçlendirmeyi amaçlamıştı. Keza, karar, tarımsal Ukrayna lehine bir karar olarak, Hruşçov döneminin kolhoz köylülüğü yönlü politikalarıyla da uyumluydu. Pratikte birlik cumhuriyetleri aynı büyük ülkenin parçaları, sosyalist kardeş cumhuriyetler oldukları için, Kırım'ın devri kararı 1991'e kadar büyük bir sarsıntı yaratmadı. 1991 Aralık'ında SSCB, kapitalist Yeltsin grubu tarafından, Rusya'nın bağımsızlığı ilan edilerek, zorla ve gayrı meşru biçimde dağıtıldığında, yeni devlet sınırları, birlik cumhuriyetlerinin sınırları ile belirlendi. 
Belaveja Anlaşması ile Rusya, Ukrayna'nın birlik cumhuriyeti dönemindeki sınırlarını tanımıştı (Kırım dahil). Oysa bugün, Kırım'ın 1954'teki devrinin yasadışı olduğuna dair bir söylem Rus devletinde hakimdir. Öyle bile olsa, SSCB zaten feshedilmiştir. SSCB'yi fesheden bugünkü kapitalist, oligarşik Rusya devletidir. Belaveja Anlaşması'nı ise bu devlet imzalamıştır. Böylece, çok farklı toplumsal ve siyasal şartlar altında, iki kardeş sosyalist cumhuriyet arasındaki toprak devri biçiminde gerçekleşen Kırım Bölgesi'nin Ukrayna'ya devri, 60 sene sonra, bu kez iki kapitalist devlet arasındaki yeniden paylaşım savaşının konusunu oluşturmuştur. 
UKRAYNA'DA 2014 DARBESİ VE KIRIM'IN RUSYA'YA İLHAKI 
Ukrayna'nın bağımsızlığının ardından, Kırım, nüfusu ağırlıkla Rus olan bir Özerk Bölge olarak özel bir statüde olmuştur. Karadeniz'deki askeri varlığını sürdürmek isteyen Rusya Federasyonu, Sivastopol Limanı'nı kiralamıştır. Böylece Kırım Yarımadası sadece nüfus itibariyle değil, askeri varlık itibariyle de 1991 sonrasında Rusya'nın denetiminde kalmıştır. 
2014 yılına kadar Ukrayna siyasetinde Batı (Almanya) ile Rusya'yı dengeleyen bir siyaset geçerli olmuştur. Ülkenin Batı bölgeleri, özellikle Lviv, Ternopil ve kısmen Kiev, Avrupa Birliği ve Almanya yanlısı bir duruş içinde olmuştur. Ülkenin Doğu bölgeleri, özellikle Kırım, Mariupol, Odessa, Donetsk ve Lugansk ise Rusya yanlısı olmuştur. 2013 yılı Kasım ayında Ukrayna Devlet Başkanı Yanukoviç'in ülkeyi Rusya'yla yakınlaştıran ve Avrupa Birliği'nden uzaklaştıran bir anlaşma imzalamasıyla Kiev'de başlayan Maidan gösterileri ülke siyasetinde yeni bir kırılma işareti olmuştur. Avrupa Birliği yanlısı liberal grupların başlattığı eylemler, Yanukoviç'in bastırma çabalarına paralel olarak hızla Neo-Nazi milis gruplarının denetimine girmiş ve neticede 22 Şubat 2014'te Yanukoviç yarı askeri bir darbeyle devrilerek ülkeden kaçmak zorunda kalmıştır. 2014 Darbesi'nin ardından Kiev'e Sağ Sektör gibi Neo-Nazi grupların hakim olması, Rusça'nın devlet dili olmaktan çıkartılması, Lenin heykellerinin devrilmesi, Ukraynalı Ruslarda büyük bir endişenin oluşmasına yol açmıştır. 
Böylece Donetsk, Lugansk, Odessa, Mariupol gibi şehirlerde anti-Maidan gösterileri başlamıştır. Bu gösterilerin bir parçası olarak Donetsk ve Lugansk'ta silahlı ayaklanmalar yaşanarak bu iki şehirde "Halk Cumhuriyetleri" ilan edilmiştir. Aynı dönemde bu siyasal ve sosyal iklimi değerlendiren Rusya, zaten denetimi altında bulunan Kırım Yarımadası'nı işgal ederek burada bir Kırım Cumhuriyeti ilanına yol vermiş; yapılan referandumda nüfusun büyük desteğiyle Kırım, Rusya Federasyonu'na katılmıştır. 16 Mart 2014 tarihinde gerçekleştirilen referanduma katılım oranı yüzde 83,1 olmuş, referandumda yüzde 96,77 oranında Rusya Federasyonu'na katılma yönünde oy çıkmıştır. 
Kırım yönünden olaya baktığımızda; a) Kırım halkının 1991'de yapılan referandumda yüzde 94 oranında Özerk Cumhuriyet yönünde oy kullandığını, b) Kırım Yüksek Sovyeti'nin daha 1992'de Ukrayna'dan bağımsızlık ilan ettiğini, c) Ancak Ukrayna'nın baskısı nedeniyle bu kararı geri alarak daha geniş özerklik yönünde bir referandumu kabul ettiğini ve 1994'te yapılan bu referandumdan da yüksek oranda evet çıktığını göz önünde bulundurursak, Kırım'ın ulusal bakımdan Ukrayna'dan farklı bir entite olduğu açıkça görülecektir. 2014 Şubat darbesinin ardından Neo-Nazi hakimiyeti altına giren Kiev'e karşı Doğu Ukrayna nüfusunun genel duygusu Kırım'da da hakim olmuştur. Ancak Donetsk-Lugansk'tan farklı olarak Kırım'daki olaylar başından itibaren ve tümüyle Rus ordusu tarafından yönlendirilmiştir. 2014'te Kırım'ın Rusya Federasyonu'na ilhakı Batı Bloku tarafından tanınmamış, ancak Kırım'ın Rusya bakımından olağanüstü öneminin farkında olan ABD fiili bir müdahaleden sakınmıştır. Ne var ki, ağır bir iç savaşa sahne olan ve 10 binden fazla Ukraynalının hayatını kaybettiği Donetsk-Lugansk için aynı şey geçerli değildir. 
KIRIM KÖPRÜSÜ VE KERÇ BOĞAZI KRİZİ 
Rusya, Kırım üzerindeki egemenliğini, Azak Denizi'ni bir Rus gölüne çevirmek yönünde kullanmıştır. Kerç boğazına, resmi adıyla Kırım Köprüsü'nü inşa ederek buradan geçişleri tamamen denetim altına almış, Ukrayna gemilerini sıkı biçimde aramaya başlamıştır. Bu uygulama Ukrayna'nın Mariupol ve Berdyansk limanları üzerinde fiili bir ablukaya dönüşmüş ve Ukrayna'nın bu limanlarındaki gemi seferlerini yüzde 25 oranında azaltmıştır. Köprünün 33 metreden yüksek gemilerin güvenli geçişine imkan vermeyen şekilde yapılması da bu zararı büyütmektedir. Neticede Ukrayna devleti, bu fiili durumu boşa çıkartabilmek ve Batı devletlerini soruna müdahil kılabilmek adına adeta bir kamikaze misyonuna girişmiş ve üç gemisini bu ablukayı fiilen yarmak üzere Kerç Boğazı'na yollamıştır. Rusya ise bu girişimi askeri yöntemle yanıtlamış ve bu üç gemiye el koymuş, personelini ise tutuklamıştır. Kiev'in destek beklediği ABD, olay esnasında Karadeniz'deki gemilerini Romanya'ya çekerken, sonrasında bir NATO bildirisi ile Rusya'yı kınamakla yetinmiştir. Açık bir hezimete uğrayan Poroşenko yönetimi ise Ukrayna'da sıkıyönetim ilan ederek, bunun hıncını Ukrayna'nın Rus vatandaşlarından çıkarmaya yönelmiştir.  Neticede; 1954'te Rusya ve Ukrayna sosyalist bir federasyon çerçevesinde birleşmiş iken, Rusya SFSC Kırım Bölgesi'ni gönüllü biçimde Ukrayna'ya devrederken, her iki ülkede kapitalizmin hakim olduğu bugün, Kırım, askeri güçle Rusya tarafından Ukrayna'dan geri alınmıştır. Kiev'e Neo-Nazi ruhunun, Banderacılığın4, Moskova'ya büyük devlet şovenizminin, Çarlık özlemlerinin hakim olduğu bugün, toprak sorunlarının askeri zor dışında hiçbir çözümü de mümkün olamaz. 
Dipnotlar:
1.  Rus Çarı I. Aleksey ile Ukrayna Hetmanı Bohdan Khmelnytski arasında 1654 yılında imzalanan Pereyaslav Anlaşması kast ediliyor.
2.  Bu toplantının tam tutanakları İngilizce ve Rusça olarak https://digitalarchive.wilsoncenter.org/document/119638.pdf?v=ecabdb82bc0bfd0e4cb2f2b44b8c4617 adresinde okunabilir. 
3.  Aynı yerde.
4.  Stepan Bandera, Ukraynalı faşist, savaş suçlusu, İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkeyi işgal eden Nazi ordusuyla işbirliği yapmıştır. Savaştan sonra Batı Almanya'ya kaçsa da burada KGB tarafından bulunarak cezalandırılmıştır. Bandera, bugün Kiev'e hakim olan faşist gruplar tarafından bir ulusal kahraman olarak bayraklaştırılmakta, kendilerini doğrudan Bandera'nın devamcısı olarak tanımlamaktadır. Bandera'nın resmi, Maidan gösterilerinin de temel simgelerinden birisi olmuştu.
2 notes · View notes
alpaltinors · 8 years ago
Text
Venezuela’da Kurucu Meclis
Tumblr media
Venezuela'da 30 Temmuz seçimleri, yeni bir dönemin kapılarını açtı. Yeni seçilen Kurucu Meclis halkın coşkulu gösterileri eşliğinde göreve başlarken, faşist hareketin ABD destekli bir darbe girişimi fiyaskoyla sonuçlandı.
Kurucu Meclis seçimlerini, kendilerine yönelik hiçbir kısıtlama ya da engelleme söz konusu değilken boykot eden sağ-faşist partiler bloku (MUD), yasama yetkilerini Bolivarcı harekete kaptırmış olmanın paniği ve saldırganlığı içerisinde. Gerçekten, kendisini demokratik bir blok olarak ilan eden ve ülke çoğunluğunun kendilerinde olduğunu öne süren MUD, neden Kurucu Meclis seçimlerine katılmadı? Kurucu Meclis, Venezuela anayasasına göre, halk oyuna dayanan kurucu güçtür. (Md. 347) Başkan, Bakanlar Kurulu kararıyla, Kurucu Meclisi göreve çağırabilir. (Md. 348) Ancak bir kez toplandığı zaman, Kurucu Meclis kararlarını veto etme yetkisi yoktur. (Md. 349) Böyle iken, sağ-faşist muhalefet bloku neden Maduro'nun çağrısını ona karşı bir silaha dönüştürmedi? Neden Kurucu Meclis seçimlerine katılıp, ülkenin anayasasını baştan aşağı değiştirme şansını tepti?
Bu soruların yanıtı süreç ilerledikçe, daha net görülüyor. İlkin, "Demokratik Birlik Masası" (MUD) hiçbir demokratik karakter taşımıyor. Irkçı-faşist, zengin şovenisti, parababası, mali oligarşi gruplarının bir koalisyonudur. İkincisi, ülkede çoğunluk falan değiller. Üçüncüsü, ülkedeki ekonomik durum 2015'teki gibi değil, dolayısıyla emekçi sınıfların Maduro yönetimine pasif muhalefeti son bulmakta. Bolivarcı taban yeniden kenetlenmekte. Dördüncüsü, MUD grupları "tam da Maduro'yu devirmenin eşiğine gelmişken", hele bir de "Amerika'yı arkalarına almışken" (!) Kurucu Meclis'le oyalanmak istemediler. Ve bununla bağlantılı olarak beşincisi, bu seçimlerde muhalefetin yenilgiye uğrayacağını açıkça gören CIA, muhalefet gruplarını boykot kararı almaya zorladı. Seçimlerden kısa süre önce CIA Direktörü Mike Pompei, pek rastlanmayan bir tarzda, Venezuela'da iktidarı devirmek için muhalefetle birlikte çalıştıklarını basına açıkladı.
KURUCU MECLİS AÇILDI
Kurucu Meclis 5 Ağustos'ta açıldı. Delcy Rodriguez, Kurucu Meclis'in başkanı olarak yemin etti. Kurucu Meclis, ilk haftasında, ülkede yaşanan şiddet olaylarının araştırılması için bir "Hakikatler Komisyonu" kurdu, "Kurucu Meclis'i tanımadığını" ilan eden Başsavcıyı görevden alarak yeni bir Başsavcı atadı.
Kurucu Meclis'in görev başı yapmasıyla, 2015 seçimlerinde sağ-faşist blokun neredeyse 2/3'lük çoğunluğu elde ettiği Ulusal Meclis devre dışı kaldı. Böylece, Amerikan emperyalizmi ve yerli sermaye gruplarının politik iktidar hayalleri bir kez daha geriye düştü. Bolivarcı yönetim politik inisiyatifi ele geçirdi. İçeride taban desteğini giderek yükseltmeye başladı.
DARBE GİRİŞİMİ
Emperyalizmin bu gelişmelere yanıtı, panik halinde hazırlandığı besbelli olan Paramacay darbe girişimi oldu. 20 sivil, sırtlarına asker üniforması giymiş halde, başlarında (hırsızlık soruşturmasından firari) bir eski teğmen ile birlikte, 6 Ağustos günü şafak saatlerinde Valencia eyaletindeki Paramacay kışlasına girdiler. Hedefleri, 41. Zırhlı Tugay'ın bulunduğu kışlayı ele geçirip, ülkede bir askeri isyan başladığını ilan etmekti. Bunun için hazırladıkları videoyu da sosyal medyaya girmişlerdi. Oysa daha kışlanın cephaneliğine giremeden, birçoğu yakalandı, 2'si öldürüldü, 10 kadarı kaçtı.
Paramacay fiyaskosu, sağ-faşist blokun ordunun içindeki dayanaklarının zayıflığını sergiledi. Güç gösterisi yapmak isterken, rezil oldular. Koca ordunun içinden, bula bula eski bir teğmeni bulabilmişlerdi. Sosyal medyadan ayaklanma çağrısı yapan videoda konuşan eski binbaşı Juan Caguaripano Scott'un 2014'te ülkeden kaçtığından bu yana ABD'nin Miami eyaletinde ve sonra Kolombiya'da yaşamış oluşu, bu fiyaskonun sahipleri hakkında hiçbir şüpheye yer bırakmıyordu.
Ne var ki, Paramacay kışlasına yönelik saldırı, Venezuela'da bir kontra savaşı yönündeki gidişin de alarmı oldu. Komşu Kolombiya'dan getirtilen paramiliter gruplar eliyle 30 Temmuz seçim günü yaratılan şiddet ortamında, bir günde 21 asker-polis yaralanmıştı. Sağ-faşist blok siyasi inisiyatifi yitirdikçe, paramiliter gruplar eliyle karşı devrimci şiddeti tırmandırabilir. Ne var ki, bu yoldan fazla bir mesafe kat etmeleri de mümkün gözükmüyor.
MERCOSUR'UN VENEZUELA'YI İHRACI
Chavez'in büyük önem atfettiği, Latin Amerika kapitalistlerinin örgütü MERCOSUR'un Venezuela'yı ihraç etmesi de emperyalizmin bir diğer adımıydı. Maduro yönetimi uluslararası alanda tecrit edilmek isteniyor. Uruguay, Ekvador, Bolivya, Küba, Nikaragua kıtada Caracas'a destek veren ülkeler. Caracas'ta toplanan ALBA zirvesi bu desteğin somut ifadesi oldu. İngiltere İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn'in ve eski futbolcu Maradona'nın destek açıklamaları da uluslararası kamuoyunda yer buldu. Bu koşullarda, Türkiye halklarının Venezuela'ya desteği büyük önem kazanıyor. 
10 Aralık yerel yönetimler seçimleri yaklaşırken, Kurucu Meclis bozgununun etkileri sağ-faşist blokta görülmeye başladı. MUD içindeki kimi partiler katılımdan yana tavır koyarken, kimileri boykot tavrını sürdürmekten yana tavır koydu. Her iki durumda da, sağ-faşist blokun gerilemesinin 10 Aralık seçimlerinde de süreceği görülüyor.
MARX'IN TEZLERİ PETROL EKONOMİLERİNDE GEÇERSİZ Mİ?
Venezuela'da esas mesele, Bolivarcı hareketin sınıf uzlaşması stratejisini ne kadar sürdüreceğinde yatıyor. Zira Chavez zamanından bu yana, sürekli yatıştırma taktiği izlenen büyük sermaye grupları, buldukları her fırsatta, demokratik halkçı rejimi devirmek için her türlü girişimden sakınmıyor. Bolivarcı rejim üzerindeki uluslararası tecrit hamlesi de öncelikle Venezuela tekelci sermayesini, Bolivarcı hükümetin olası hamlelerinden korumayı hedefliyor.
Petrol ekonomisini aşan, yeni bir üretken ekonominin kurulması olmaksızın Bolivarcı hareketin, bırakın ilerlemeyi, iktidarda kalması bile mümkün gözükmüyor. Tarım üretimi sıfırlanmış, ülkenin gıda tedariği üç kapitalist grubun insafına terk edilmişken; özel kapitalist sektörün elindeki fabrikalar üretimle değil sabotajla meşgulken, bu sorunların üzerinden atlayarak, salt yasama yetkilerini geri almakla bu krizin çözüleceğini sanar ise, Bolivarcı hükümeti yeni ve daha büyük krizlerin bekleyeceğini bugünden söyleyebiliriz.
Özel sektörle sürekli uzlaşma, devlet petrol endüstrisine dayanma, Bolivarcı iktidarın "sosyalizm" iddialarını sürekli havada bıraktı. Chavez, 2007'de, "Karl Marx'ın hayal ettiğinden çok farklı bir sosyalist modeli 21. yüzyılda inşa etmeye kararlıyız. Bu bizim modelimizdir ve petrol zenginliğimize dayanır. Petrol etkinliği, bizim ekonomik modelimize özgüdür"* diyordu. Chavez'in "petrol sosyalizmi", devletin petrol zenginliğine dayanarak, özel sektörle çatışmadan sosyalizmin inşa edilebileceğini, Marx'ın bu noktada "aşılacağını" öngörüyordu. Ne var ki, dünya petrol fiyatlarının düşüşüyle birlikte, Marx bir kez daha haklı çıktı. Petrol gelirleri kıtlaştıkça, Venezuela tekelci sermayesiyle Bolivarcı hükümet arasındaki çatışma tırmandı. Bugün Maduro'nun sırtına binen ekonomik sorunların esası, Chavez döneminden bakiyedir. Tarımı yeniden inşa etmekte, üretken bir ekonomiyi kurmakta mesafe kat etmenin yegane yolunun asalak burjuvaziyle mücadele olduğu bugün artık açıktır.
Maduro, Chavez'in hatalarını yinelerse, bu kez yenilgiden sakınamayabilir. Geçtiğimiz 1 Mayıs'ta yaptığı, "Üretmeyen özel sektör işletmelerine el konularak işçilere devredileceği" açıklamasını tutarlı biçimde uygularsa, ancak o zaman Venezuela'da üretken bir ekonomi yönünde bir ilerleme sağlanabilir.
*https://www.aporrea.org/actualidad/n98719.html
2 notes · View notes
alpaltinors · 9 years ago
Photo
Tumblr media
2 notes · View notes
alpaltinors · 9 years ago
Link
TV10'da Hülya İmak'la Türkiye ve dünya ekonomisini ve HDP'nin önerilerini ele aldık.
1 note · View note
alpaltinors · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Toplumsal sektör
HDP Seçim Bildirgesinin en önemli hedeflerinden birisi; “Köy/kır/kent kooperatifleri ve işçi/emekçi özyönetiminde işletmeler ile kamu destekli bir toplumsal sektör geliştirileceği” perspektifiydi. Peki, “kamu destekli toplumsal sektör” tam olarak ne demektir? Kapitalist sistem bir varoluş krizi içinde. Artık üretemiyor. Çünkü kapitalizmde üretimin amacı kârdır. Eğer kâr getirmiyorsa, üretmenin amacı yoktur. Bugün insanlığın üretici güçleri öyle bir düzeye gelmiştir ki, artık “kâr için üretim” imkansızdır. Daha doğru bir ifadeyle, artık üretimin itici gücünün kâr olması imkansızdır. Kârın kaynağı canlı emektir. Teknolojinin geldiği düzey, üretimde canlı emeğin varlığını asgari düzeye düşürmüştür. Bunun kâr oranlarını düşüreceğini, Marx 150 yıl önce ispatlamıştı. Teknik yükseldikçe, kapitalistler için üretime yatırım yapmak giderek daha az çekici hale geliyor. Aynı parayı borsaya, spekülasyona, faize yatırsalar daha fazla kar ediyorlar! Ola ki yatırım yapacak olurlarsa da işçilerin en vahşi koşullarda çalıştırılmasını dayatıyorlar.
Ne var ki, bu vurgun ve spekülasyon ekonomisi gerçek bir maddi temele dayanmadığı için borsa krizleri, bir aşamadan sonra kaçınılmaz hale geliyor ve hayali zenginlikler bir gecede eriyip gidiyor. Tarihsel bakımdan, “toplumsal ihtiyaçlar için üretim” dönemi gelmiştir. Hiç kuşkusuz bu, ancak sermaye iktidarının son bulmasıyla mümkün olur. Ama buna yönelik hiçbir hazırlık yapılmayacağı, alternatiflerin geliştirilmeyeceği anlamına gelmez. HDP, “Yeniden Üretken bir Ekonomi” kurmak hedefiyle yola çıkıyor. Ama patronların dayattığı vahşi çalışma koşullarında değil. Doğayı yok ederek değil. Sağlıklı bir büyüme ile. Arjantin’de 2001 krizinde patronlar fabrikaları bırakıp kaçtıklarında yüzü aşkın işletmeyi işçiler devraldı ve üretimi sürdürdüler. Türkiye’de hükümet SEKA’yı kapatıp yok etmek istediğinde işçiler işletmeyi işgal etti ve üretimi sürdürdü. Yine İstanbul’da Kazova Tekstil işletmesinde patron üretimi bırakıp kaçtığında işçiler bir üretim kooperatifi kurdu. HDP’nin amacı, kırda ve kentte kurulacak patronsuz üretim kooperatiflerine kamu desteği sağlamaktır.
Böylece; kırda, 2001’den beri yıkıma uğrayan tarımsal üretim, emekçi köylünün kooperatifleriyle canlandırılacaktır. Kentlerde işsizler, bir araya gelip örgütlenerek üretim kooperatifleri kuracak, iş bulmak için patronların insafına kalmayacaklardır. Kendi özyönetimlerini kurarak işletmeleri demokratik biçimde yöneteceklerdir. Sermayenin kâr amaçlı üretiminin yanı sıra, işçilerin ve köylülerin, toplumsal ihtiyaçları karşılamak amaçlı üretimi, kooperatiflerle geliştirilecektir. HDP, işçilerin ve köylülerin yaşamsal ihtiyaçlarını sermayenin insafına bırakmayacak, ama bu yaratıcı potansiyeli devlet bürokrasisinin kapanına da sıkıştırmayacak. Kentlerde Kazova modeli sanayi ve hizmet üretim kooperatifleri, kırlarda ise köylü üretim kooperatifleri, kamu desteğiyle bütünleştirilecektir. Köylü ürettiği ürünü bu sayede doğrudan kente satacak, emeğini toptancıya kaptırmayacak. Kamu, köylü kooperatiflerine teknolojik destek sunarak üretim verimini yükseltecek.
İşçi hem üretimden kopmayacak, geçimini güvenceye alacak, hem de kâr için değil, toplumsal ihtiyaçları karşılamak için üretecek.
Toplumsal sektör, amacı kâr değil, toplumsal ihtiyaçları karşılamak olan, işçi sınıfının ve köylülerin yaratıcı potansiyelini açığa çıkartan bir işletmeler ağı olacaktır. İşleyişi demokratikleştirilen ve işçi özyönetimi altına verilen KİT’lerle birlikte, yeniden üretken bir ekonomi için motor rol oynayacaktır. Biz, kamu kaynaklarını karşılıksız biçimde halka dağıtmanın değil, yeniden üretken bir ekonomi kurmanın peşindeyiz. Milyonlarca insanı işsiz bırakan, büyük kaynakları borsa çöplüğünde çürüten bir sistem bize “kaynak nerede?” diye sorarsa, sadece bu utancına işaret etmek bile yeter! İşsizlerin üretime çekilmesi, HDP iktidarının en büyük kazanımlarından birisi olacaktır. İşsizlerin üretime, hem de toplumsal işletmelerde katılmasının yaratacağı büyük enerji, yoksulluğa karşı mücadelede dayanacağımız başlıca kaynaklardan birisi olacaktır. Toplumsal sektörün üreteceği katma değer, işçileri, köylüleri, kadınları güçlendirmek, yoksulluğu ortadan kaldırmak için kullanılacaktır.
Özgür Gündem
13 Mayıs 2015
1 note · View note
alpaltinors · 9 years ago
Link
HDP’nin dergisi Yeni Yaşam’dan bir makale... 
0 notes
alpaltinors · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Karabağ özerk kalsaydı
Dağlık Karabağ'da yine kan akıyor. 1989'dan beri Kafkaslar'ın iyileşmeyen yarası yine çatışma alanına dönüştü. Gelişmelerin geniş çaplı bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceğini henüz bilmiyoruz. Ama hali hazırda her iki taraftan 100'ü aşkın asker hayatını kaybetti.
Meselenin dününü anlamadan bugününe dair bir şeyler söylemek mümkün değil. Kafkasların grift ve iç içe geçmiş nüfus yapısı, bir devlet sınırı içinde tek bir etnik kimliğin homojenliğini öngören tekçi milliyetçi katı ulus devlet paradigmasıyla kökten çelişir. Sovyetler Birliği, bu gerçeğe uygun olarak, Sovyet cumhuriyetleri ve bu cumhuriyetlerin içinde özerk cumhuriyetler ve özerk bölgeler yöntemini geliştirmişti. 1917 devrimlerinin ardından bağımsızlık kazanan Azerbaycan ve Ermenistan arasında (Osmanlı'nın işgaliyle tırmanan) kanlı etnik çatışmalar yaşandı. Çatışmaların odak noktaları Nahçıvan ve Dağlık Karabağ idi. Zira, Nahçıvan, coğrafi olarak Ermenistan içinde, ancak nüfus olarak Azeri iken; Dağlık Karabağ ise tersine, Azerbaycan içinde bir Ermeni bölgesiydi. Yine bu ikisinin ortasında yer alan Zangezur (Syunik) bölgesinde de çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalarda onbinlerce insan katledildi.
1920′de Azerbaycan ve Ermenistan'da art arda Sovyet iktidarının kurulması iki ülke arasındaki üç yıllık milliyetçi gerilimi hızla sona erdirdi. Müthiş bir kardeşlik havası esiyordu. O kadar ki, Sosyalist Azerbaycan'ın lideri Nariman Narimanov, Ermenistan'da Sovyet iktidarı kurulduğunda şu açıklamayı yapıyordu: "Bugün itibariyle, Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki eski sınırlar artık tarihe karışmıştır. Dağlık Karabağ, Zangezur ve Nahçıvan artık Sosyalist Ermeni Cumhuriyetinin parçaları olacaktır". SSCB lideri Lenin, bu açıklamayı, "Sovyet halkları ailesi arasında sınırların artık anlamsızlaştığını gösteren bir açıklama, Sovyet kardeşleşmesinin büyük bir eylemi" olarak selamlarken; yine de alınan kararı doğru bulmadı ve Nahçıvan'da referandum yapılmasını istedi. Referandumda halkın yüzde 90'ı Azerbaycan'a katılmak istediği için, Nahçıvan, Azerbaycan'a bağlı bir özerk Sovyet cumhuriyeti ilan edildi. Dağlık Karabağ, Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti'ne bağlı bir özerk bölge oldu. (Nahçıvan ile Azerbaycan arasındaki bölge olan) Zangezur (Syunik) ise Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti'ne bağlandı.
Ne var ki, 1989'da SSCB'nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte, Kafkaslarda etnik gerilim yeniden yükseldi. 1989 nüfus sayımına göre, Dağlık Karabağ'da 145.593 Ermeni (yüzde 76,4) ve 42.871 Azeri (yüzde 22,4) yaşamaktaydı. Oysa, Azerbaycan'da parti yönetimi Dağlık Karabağ'ın özerkliğini kaldırma girişiminde bulundu. Özerk Bölgenin ulusal konseyi ise, buna karşılık Ermenistan SSC'ye katılma kararı aldı. Bu aslında, Nahçıvan benzeri bir statünün Dağlık Karabağ'a da sağlanması talebiydi. Sovyet kardeşliği çerçevesinde karşılanamaz bir talep de değildi. Ne var ki artık SSCB çürümüştü, kapitalizm restore edilmişti ve Sovyet kardeşliğinin yerini milliyetçi boğazlaşma almıştı. Bu talebin yanıtı katliam oldu.
SSCB'nin resmen dağılmasının hemen ardından, 1991'de Ermenistan ve Azerbaycan savaşı başladı. Ermeni birlikleri Dağlık Karabağ'ı denetim altına aldı. Ermenistan ve Karabağ arasında fiziki sınır bulunmadığı için, Ermeni orduları Laçin, Kelbecer gibi Azerbaycan bölgelerini de işgal ederek (burada bir koridor oluşturarak) Karabağ'a ulaştı. 1994'te ateşkes imzalandı, ama barış anlaşması hala imzalanamadı.
Dağlık Karabağ sorunu, 1994'ten bu yana hem Azerbaycan'da hem de Ermenistan'da despotizmin ve militarizmin kaynağı olmuştur. Politik özgürlüklerin askıya alınmasının, demokratik hakların yok edilmesinin gerekçesi olmuştur. Yeniden başlayan çatışmalarla, aslında hiç bitmemiş olan bir savaş yeniden alevlendirilmiştir.
Bu sorunun çözümü, hiç kuşkusuz her iki devletin ve Karabağ Bölgesi halkının uzlaşmasıyla, müzakerelerle olabilir. Ancak, tekçi-milliyetçi ulus devlet anlayışının bu sorunu çözemeyeceği kesindir. 1989'da Karabağ'ın özerkliğinin kaldırılması girişimiyle ortaya çıkan ve hala çözülemeyen bu sorun, ancak demokratik ulus anlayışıyla, halkların barış içinde bir arada yaşayabileceği bir çerçevede çözülebilir.
2 notes · View notes
alpaltinors · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Ya Amerikancı darbe ya demokratik devrim
15 Mart 2016 Özgür Gündem
ABD’nin eski Türkiye Büyükelçileri Mort Abramowitz ve Eric Edelman, Washington Post’a “muhtıravari” bir yazı yazdılar. Erdoğan’ın giderek “otoriterleşen yönetimini”, basının sansürlenmesini, gazetelere el konmasını, Erdoğan’a hakaret adı altında halk üzerinde uygulanan baskıları, Türkiye’nin giderek istikrarsızlaşmasını ve ekonomide yaşanan bozulmayı gerekçe göstererek Erdoğan’a bir çağrı yaptılar: “Ya reform yap, ya da istifa et”.
Eskiden ABD emperyalizmi bu tür müdahaleleri TSK’nin muhtıraları üzerinden yapardı. Şimdi eski elçilerinin yazısıyla yapıyor. Hiç kuşkusuz, ABD’nin Türkiye’nin iç siyasetine yaptığı bu müdahaleyi kabul etmiyoruz. Erdoğan’la ilgili söylediklerinin tümü doğru olduğu halde! ABD’nin bu müdahalesi, bize, Erdoğan’ın ABD için kullanım süresinin dolduğunu ve onun tasfiyesi için düğmeye basıldığını gösteriyor. Ne var ki, halklarımızın mücadelesiyle geriletilen, teşhir olan ve siyasal ömrü dolan Erdoğan’ın yerine bir başka zorbanın getirilmesini, örneğin Mısır’da olduğu gibi ordu darbesiyle bir Türk Sisi’nin başa getirilmesini asla kabul etmeyeceğiz.
Erdoğan’ın ve onun Saray darbesinin siyasal ömrü dolmuştur. Her alanda tıkanmıştır. 7 Haziran’da ortaya çıkan siyasal iktidar boşluğu, ordunun ve polisin zorbaca gücüyle doldurulmaya çalışılsa da; 1 Kasım’da darbe koşullarında yapılan seçimlerle toplum manipüle edilerek “güçlü AKP” imajı yaratılmaya çalışılsa da, bunların hiçbirisi çürümüş ve çökmekte olan bir iktidar yapısını tazeleyememiştir. Siyasal ve tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuş, demokratik meşruiyetini yitirmiş bir iktidar, silahların gücüne dayanarak ayakta kalmaya çalışmaktadır. Erdoğan anayasayı rafa kaldırmış, ülkeyi fiili bir yönetim tarzıyla uçuruma doğru sürüklemektedir. Burjuva muhalefet partileri CHP ve MHP Erdoğan’ı alkışlamaktan başka bir şey yapamamakta, iç sorunlarıyla boğuşmaktadır.
Bu koşullarda Erdoğan’a alternatifi ancak devrimci demokratik halkçı güçler üretebilir. Erdoğan’ın askıya aldığı 12 Eylül anayasasının bütün kurumları, ironik biçimde, onun arkasına dizilmiş durumdadır. Erdoğan bu güçlerin fiili desteğine dayanarak Türkiye’yi ailesinin hanedanlık yönetimine sürüklemektedir. ABD, Türkiye halklarının bu yönetimden nefretini izlemekte, bu nefretin yükselişini sessizce gözlemlemektedir. Eğer halklarımızın mücadelesi, Erdoğan’ın karşısında birleşik bir alternatif üretemezse, tıpkı Mısır’da olduğu gibi Silahlı Kuvvetler eliyle Erdoğan’ı devirecek bir faşist darbeyi örgütleyebilir. Doğrusu, Erdoğan da sürekli ordunun hareket sahasını genişleterek, Kürt sorununu 1990’larda olduğu gibi generallere havale ederek bu “darbe mekaniğine” güç taşımaktadır. Ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak adına, MGK’yi yeniden iktidar organı haline getirmiştir. 2007-2008 döneminde TBMM ve sivil hükümetin önem kazanmasını sağlayan Erdoğan, bugün tam tersini yapmakta, MGK ve generalleri her geçen gün daha da güçlü hale getirmektedir. TSK’nın bir NATO ordusu olduğu ve Genelkurmay Başkanı iktidar partisine mensup dahi olsa, darbe yapabileceği (27 Mayıs örneği) unutulmamalıdır.
Demokratik muhalefet, Amerikan emperyalizminin müdahalesini reddetmeli, bizzat bir demokratik alternatif oluşturmak üzere bir araya gelmelidir. Türkiye’de oluşacak bir demokrasi bloku, halk meclislerine dayanan yeni bir demokratik sistemi kurabilecek güçtedir. Yerel halk meclislerinden başlayan ve güçlendirilmiş bir TBMM’ye uzanan bir Meclisler Sistemi, 12 Eylül’ün de, Erdoğan’ın hanedanlık rejiminin de demokratik alternatifidir. Gezi’nin ve Kürt halk direnişinin toplumsal güçleri birleştiğinde 12 Eylül’cü rejimi de Saray darbesini de tarihin çöp sepetine atabilir. Kendi özgücüne güvenmek yerine dış güçlerin müdahalelerine bel bağlayanlar bir zalimden kaçarken, başka bir zalimin kucağına düşmekten kurtulamazlar. Türkiye sol, sosyalist hareketleri, Alevi inancından halklarımız, işçi sınıfının mücadeleci güçleri, yerel ekoloji direnişleri, kadın örgütleri, Çerkes, Arap, Laz, Ermeni vd. bütün ezilen ulusal topluluklar ellerini Kürt halk direnişiyle birleştirirse, yeni Türkiye’yi ezilenler kurabilir. Çare, Amerikancı faşist bir darbe değil, demokratik, sivil, çoğulcu bir halk devrimidir.
1 note · View note
alpaltinors · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Artvin direnişinin gösterdikleri
Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran gelişmelerden birisi, Saray-AKP iktidarının Artvin’de halka dayattığı altın madeni ve halkın buna karşı görkemli direnişiydi. Artvin halkı, 7’den 70’e Cengiz İnşaat’ın altın madenine “Gezi ruhuyla” direniyor. Yaratıcı yöntemlerle, bütün saldırılara rağmen, gündem yoğunluğu içinde kendi yerini de ısrarla koruyarak, direnişi sürdürüyor. Bu direnişin ilham verdiği birkaç saptama yapmaya çalışacağım.
İlkin, Erdoğan ve AKP’nin temsil ettiği milliyetçi çizgi, “milli menfaatler” adına her türden doğa katliamını yapıyor. “Milli kapitalizm” geliştireceğiz diye Sinop’a ve Mersin’e nükleer santral, Fatsa’ya, Artvin’e altın madeni yapıyorlar. 3. Havaalanı, Kanal İstanbul gibi vahşi kapitalist projeleri dayatıyorlar. Doğa bizim tapulu malımızdır, yağmalar, o kaynağı da Türk burjuvazisinin güçlenmesi için kullanırız diyorlar. Davutoğlu da Artvin’le ilgili açıklamasında “Türkiye petrol ve doğalgaz anlamında zengin kaynaklara sahip değil. Ama maden bağlamında zengin bir ülkeyiz” diyerek bu söylemi tekrarladı. Bu noktada Türk milliyetçiliği, sadece Kürt halkının değil, bizzat Türk halkının da üzerinde zorba bir kuvvet olarak dikiliyor. Sadece Kürt ulusunun kimliğini, varlığını reddetmekle, onu ulusal haklarından mahrum bırakmakla, bölgenin yeraltı yerüstü zenginliklerini yağmalamakla kalmıyor. Bizzat Türk halkını, Türk köylüsünü, Türkiye halklarının yaşam alanlarını, aynı milliyetçi histeriyle yağmalıyor. Bu, Türk milliyetçiliğinin nesnel toplumsal zeminlerinin aslında ne kadar zayıfladığını göstermektedir. AKP için “vatan” banka hesapları, çek defterleridir. Artvinliler içinse “vatan” derelerdir, ormanlardır, çayırlardır.
İkincisi, sorun Türkiye’yle ya da AKP’yle de sınırlı değil. 21. Yüzyıl kapitalizmi, insanlığın yaşam alanlarını, doğayı, gezegenimizi gün be gün yok etmeden varlığını sürdüremiyor. Doğal yaşamı tüketerek nakit paraya çeviriyor. Kapitalist üretim tarzı, insanlığı tüketiyor. Kapitalizm bir varoluş krizi içinde. Ya insanlık, tıpkı kölecilik ve feodalizm gibi kapitalizmi de yıkarak daha ileri bir üretim tarzına geçecek, ya da bizzat kapitalizm gezegenimizi ve insanlığı yok edecek. Çelişki bu kadar keskindir. Dünyanın en muhteşem doğal yaşam alanlarından birisi olan Artvin’in, kapitalist kar hırsı nedeniyle çölleştirilmek istenmesi bunun milyonlarca örneğinden sadece birisidir. Dünyanın neresine baksanız; yağmur ormanlarından okyanuslara, nehirlerden iç denizlere, hatta dünyaya yakın uzay çevresine kadar aynı kapitalist yağmayı ve yıkımı görebilirsiniz. Çözüm, üretimin kâr için değil, toplumun ihtiyaçlarının karşılanması için; doğayı yok ederek değil, doğayla barış içinde yapılacağı sosyalist üretim tarzına geçiştir.
Üçüncüsü, Erdoğan ve AKP, “başkanlık” programına sermaye gruplarının tam desteğini alabilmek için tam saha bir kapitalist saldırı başlatmıştır. Sermayenin iştahını kabartan, ama işçi-halk direnişi nedeniyle elde edemediği ne varsa, şimdi AKP’nin öncelikli hedefleri arasındadır. Kıdem tazminatının işçilere sağladığı sınırlı, kısmi iş güvencesi, “Kıdem Tazminatı Fonu” kurularak yok edilmek isteniyor. 657’nin emekçi memurlara sağladığı iş güvencesi ve meslek odalarının (sermayenin vahşi kâr hırsını sınırlayan) denetim yetkisi de iktidarın hedefinde; evden çalışmanın yaygınlaştırılması, böylece kadınların eve hapsedilmesi de. Saray, sermayeye “Beni başkan yaparsanız, kılıcınız olurum, azami kâr elde edersiniz” diyor. Başkanlık uğruna (Kürt halkına yaptığı gibi) emekçilere de topyekûn savaş ilan ediyor. Dolayısıyla, HDP’nin ve bütün emekçi solunun, ezilenlerin topyekûn direnişini örmesi gerekiyor. Artvin’de halkın Cizre’den öğrenerek hendek kazması da bu zorunluluğun bir ifadesidir. Bu yüzden Batı’da bir Demokrasi Bloku kurulmalıdır diyoruz. Artvin’le Cizre’yi, Bursa’da direnen metal işçisiyle Gazi Mahallesi’nde direnen kent yoksullarını tek bir cephe içinde birleştirmeden Erdoğan’ın liderliğindeki bu kapsamlı saldırı püskürtülemez. Ekmek, doğa ve barış mücadeleleri hiç olmadığı kadar iç içe geçmiştir. Toplumun sınıfsal ve ulusal olarak ezilen bütün kesimlerinin kaderi hiç olmadığı kadar birleşmiştir. Bu aynı zamanda, HDP’nin öneminin de, azalmak bir yana, misliyle arttığını göstermektedir. Çünkü bütün bu ezilen kesimlerin birleşik mücadelesini sadece HDP sağlayabilir.
23.02.2016
1 note · View note
alpaltinors · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Suudi hanedanıyla müttefik olma utancı
Resimdeki, Macid bin Abdullah bin Abdülaziz al Suud. Suudi Arabistan hanedanının prenslerinden. Kral Abdullah’ın oğlu. Tayyip Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyaretinde, Kraliyet adına onu havaalanında karşılamıştı. ABD’de Los Angeles şehrinin sosyetik Beverly Hills bölgesindeki 37 Milyon dolarlık ultra lüks villasında düzenlediği kokain partilerinde evde çalışan 3 hizmetçi kadını zorla alıkoyduğu, taciz ettiği gerekçesiyle tutuklandı. 300 bin dolar kefaletle serbest bırakıldı.
Basına yansıyan dava evraklarına göre, Prens, kokain alarak kendinden geçtikten sonra, bir erkek hizmetçiyle cinsel ilişkiye girdi ve kadın hizmetçilere bunu zorla izletti. Onları soyunarak havuzun kenarına dizilmeye zorladı. Onlara fiziki tacizde bulundu. İdrarını üzerlerine yapmaya çalıştı. Bütün bu saldırılara karşı koyduklarında ise “Ben bir prensim. Her istediğimi yaparım. Siz bir hiçsiniz.” dedi. Amerikan mahkemeleri, ‘delil yetersizliğinden’ davayı düşürdüler.
ABD mahkemelerinin, Suudi hanedan mensuplarına şefkatinin ilk örneği değil bu. Hanedan mensubu Prenses Meshael Alayban, 2013’te, Güney Kaliforniya’daki bir evde, Kenyalı bir kadın hizmetçiyi zorla alıkoyduğu ve seks kölesi yaptığı iddiasıyla tutuklandığında da mahkemeler, ‘delil yetersizliği’ne hükmetmişlerdi.
Bir başka Suudi Prensi, Suud bin Abdulaziz bin Nasir al Suud, 2009 yılında İngiltere’de bir lüks otelde Sudanlı hizmetçisi Bandar Abdülaziz’i döverek öldürmüştü. Prens, erkek hizmetçisini uzun süre cinsel sömürüye maruz bırakmış ve sürekli dövmüştü. İngiliz mahkemeleri, Prens’i müebbet hapis cezasına çarptırdı. Prens Suud bin Abdülaziz iade edildiği Suudi Arabistan’da bir cezaevinde halen bu cezayı çekiyor.
Suudi hanedanının bir başka prensi, Abdül Mohsen bin Walid bin Abdülaziz ise, Beyrut Havaalanı’nda 2 ton uyuşturucu ile yakalandı. Prens ve beraberindekiler, Captagon haplarıyla dolu kargoyu Suudi Arabistan’a giden özel bir uçağa yüklemek isterken yakalandılar. Polis yetkilileri, bu olayın Beyrut Havaalanı tarihinde görülen en büyük uyuşturucu kaçakçılığı vakası olduğunu belirttiler.
İşte Cumhurbaşkanı, Başbakan, yetmedi Genelkurmay Başkanı’nın görüştüğü, stratejik ortaklık kurduğu Suudi hanedanı budur. AKP’nin dibe batıra batıra ülkemizi getirdiği seviye, bu hanedanın hizasıdır.
Bu hanedan, 2015 yılında 157 kişiyi başını keserek idam etti. 2016 yılına, bir günde 47 kişinin başını keserek girdi. Prensleri böyle yaşayan bu ülkede eşcinsel olmak idam gerekçesidir. Kadınlara araba kullanmak yasaktır. 15 yaşındayken barışçıl bir gösteriye katıldığı gerekçesiyle hakkında idam cezası verilen 19 yaşındaki Abdullah al-Zaher tek kişilik bir hücrede başının kesileceği günü beklemektedir.
Bu ülkeye ait savaş uçakları neredeyse bir yıldır Yemen kentlerini bombalıyor. AKP iktidarının da desteklediği bu saldırılarda 1996’sı çocuk olmak üzere 8143 insan katledildi, 325.137 ev, 615 cami, 39 üniversite, 569 okul, 14 havaalanı yok edildi.
Erdoğan’ın hanedan kurmak için Suudi hanedanına yanaşması, mezhepçi dış siyaset için Vahabiliğin kalesiyle el ele vermesi, bölgemizde her türlü demokratik gelişmeyi engellemek için despotizmin merkeziyle ‘stratejik ortaklık’ kurması, eşyanın tabiatı gereğidir.
Ancak yine de, Filistinli şair Mahmud Derviş’in söylediği gibi: 
“Bir ülke için, Suudi Arabistan’la müttefik olmaktan daha büyük bir utanç yoktur.”
1 note · View note
alpaltinors · 9 years ago
Text
Saray darbesinin anayasası
Erdoğan, kaymakamları toplayarak onlara “mevzuatı bir kenara koyun” çağrısı yaptıktan bir gün sonra STK’lerle (herhalde burada ‘S’, Saray demek oluyor!) buluşarak ‘yeni anayasa’ çağrısı yaptı.
Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, ‘Yerli ve Milli Anayasa’ vurgusuyla, anayasanın evrensel demokratik standartları referans almayacağını ilan etti. ‘Kuvvetler uyumu’ vurgusuyla, fiilen lağvedilmiş kuvvetler ayrılığının yeni anayasada resmen de kaldırılacağını belirtti. ‘Kadim yönetim geleneğimiz’e referans vererek, Türk devlet geleneğinin Kağanlık-Hakanlık-Sultanlık çizgisindeki tek adam yönetimini yeni anayasanın temeli olarak ilan etti. Türk burjuvazisi, siyasal bir sınıf olarak, ‘Batılılaşma’, ‘Modernleşme’ hareketleri içinde, Osmanlı Sarayı’nın ve Ordusunun bünyesinde doğdu. Mutlak Monarşiye karşı mücadele yürüttü. Türk burjuvazisi, iktidarını, Sultan’ın mutlak iktidarını sınırlayarak gerçekleştirdi. Bunun iki temel aracı ‘Anayasa’ ve ‘Meclis’ti.
İlk Meclis 1877’de kuruldu. Rusya’nın neredeyse Osmanlı’yı yok ettiği ‘93 harbi’nin ardından 1878’de lağvedildi. Mithat Paşa’nın burjuva demokratik anayasal devrimi Abdülhamid tarafından güdükleştirildi ve sonra boşa çıkartıldı. Mithat Paşa’yı sürgün eden Abdülhamid, Meclis’i de feshetti. Ardından 30 yılı aşkın süren İstibdad Dönemi başladı. 1908 Hürriyet Devrimi’yle, istibdad sona erdirildi, Meclis yeniden kuruldu. 1908 Devrimi burjuva demokratik bir devlet yaratamadı, tersine imparatorluğun çürümüş bedeni kısa sürede bu devrimin getirdiği demokratik biçimleri parçaladı. 1913 Bab-ı Ali baskınıyla ittihatçı tek parti diktatörlüğü hakim oldu.  Meclis, 1877 ve 1908’den bu yana Türk burjuva devlet geleneğine aşılanmış, mutlak iktidarı sınırlayan bir araçtır. Hatta o kadar ki, 31 Mart olaylarının ardından, “Meclis-i Umumi Milli” adı altında birlikte toplanan Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine ve Selanik’e sürülmesine, yerine V. Mehmed’in geçirilmesine karar vermişti. (Ki bu olay, gerçekte padişahlığın lağvedilmesiyle eşdeğerdi.)
Şimdi Erdoğan, Abdülhamid devrine dönmek istiyor. Meclis’i biçimselleştirmek ve mutlak iktidarı kendi ellerinde toplamak istiyor.
Meclis bünyesinde AKP tarafından başlatılan ‘yeni anayasa’ çalışmalarının özü; Saray darbesinin resmileştirilmesidir. Erdoğan; “İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesidir.” (15 Ağustos 2015, Rize) diyerek, bunu yeteri açıklıkta anlatmıştı zaten. Sivil darbeler çok uzun süre anayasa dışı bir zeminde sürdürülemezler. Örgütlü direniş odaklarını ezdikten sonra, başına silah dayanmış yurttaş kitlesinin önüne sandık koyarak darbeyi meşrulaştırmaya çalışırlar. Fransa’da Louis Bonaparte, kendini imparator ilan ettiği darbeden 20 gün sonra referandum sandığı kurarak halka darbeyi onaylatmıştı. Peru’da Fujimori, sivil darbeyi gerçekleştirdikten (Nisan 1992) bir buçuk yıl sonra (Ekim 1993) bir anayasa referandumu düzenleyerek iktidarını meşrulaştırmıştı. Erdoğan da tek adam diktatörlüğünü referanduma sunarak onaylatmak peşindedir. Hiç kuşkusuz bu referandumda yurttaşlar, tıpkı 1 Kasım seçimlerinde olduğu gibi, başlarına silah dayanarak tercih yapmaya zorlanacaklardır. Kurulan Meclis Uzlaşma Komisyonu bu zorlu mücadelenin giriş faslı, bir tür ‘peşrev’ olacaktır. AKP’nin demokratik anayasa gibi bir yönelimi bulunmadığı gibi, bu komisyondan bir uzlaşma çıkartma derdi de yoktur. Aynı zamanda Uzlaşma Komisyonu’nun da başkanı olan Meclis Başkanı AKP’li İsmail Kahraman’ın Parlamento Dergisi’ne verdiği röportaj bunu ortaya koyuyor: “Taklit olmayan, toplumun ruh köküne ve manevi milli değerlerine uygun bir anayasa yapılmalı. Bu anayasa bence başkanlık sistemine dayanmalı.”
Uzlaşma Komisyonu’na başkanlık dayatılacak, kabul görmeyince Meclis aritmetiği içinden bir biçimde 330’u bulup başkanlık tasarısı referanduma götürülmeye çalışılacak. Biz demokratik bir anayasa mücadelemizi bu koşullar altında da sürdüreceğiz. Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğü önermesine karşı yerel meclislerden başlayarak TBMM’ye uzanan bir meclisler sistemini savunacağız. İlle de yerel özyönetimi, yerel demokrasiyi topluma tartıştıracağız. Saray darbesine karşı çıkan bütün demokratik güçlerin bir demokrasi bloğu içinde birleşmesini teşvik edeceğiz. Ancak halklarımızın birleşik demokratik mücadelesinin Saray darbesini boşa çıkartan bir düzeye erişmesiyle, Türkiye’de demokratik bir anayasa tartışmasının yapılabileceği koşullar yeniden yaratılabilecektir.
1 Şubat 2016, Özgür Gündem
1 note · View note
alpaltinors · 9 years ago
Text
Meclisler sistemi
Demokratik Toplum Kongresi’nin tarihi toplantısının ardından, artık tartışma siyasal zemindedir. Kürt toplumunun en geniş, en çeşitli katmanlarının temsilcileri tarafından, HDP ve HDK bileşenlerinin de katılımıyla tartışılan ve kamuoyuna sunulan bir “Öneri” çıktı bu zirveden.
Herkes, her kesim, Kürt halkının yükselttiği ve Türkiyeli demokratların omuz verdiği bu öneriye dair fikrini ortaya koymalıdır. Görülecektir ki, “hendekler” biçiminde sivrilen ve “güvenlik” parantezine hapsedilmeye çalışılan meselenin özü tümüyle siyasidir. Devletin “Özyönetim”i, Kürt halkının da statüsüzlüğü kabul etmemesi sonucunda yaşanan bir kaostan geçiyoruz. Bu kaosun yegane çözümü, Kürt halkının statü talebinin toplumsal gündemde layıkıyla tartışılması ve demokratik çerçevede yanıtlanmasıdır. Bunun karşısına çıkartılan “Sri Lanka” modeli soykırım projeleri, siyasal kadroları hapse atma denemeleri, 2011’de çok net biçimde görüldüğü üzere, kısa vadede Kürt halkına ve demokratik kesimlere yaşattığı acılar ne olursa olsun, neticede tümüyle anlamsız ve sonuçsuz kalacaktır. Eğer 2013-2015 döneminde AKP yetkililerinin defalarca ifade ettiği gibi Kürt sorununa askeri bir çözüm olanaksız ise, ki gerçekten de öyledir, o zaman “Özyönetim” tartışılmalıdır.
Ulusal meselelerin çözümünde evrensel ölçekte iki yöntem vardır. Ya bağımsız devlet (self-determinasyon) ya da kendini yönetme (self-governance). Üçüncü bir yol da bulunabilir belki! Ama herhalde bir ulusa varlığını inkar ediyoruz, sen de buna boyun eğ demek bir “çözüm” değildir. Erdoğan kliği Dolmabahçe Deklarasyonu’nu yok saydıktan bu yana Kürt halkına bunu dayatmaktadır. “Kürt sorunu yoktur”, “Kürt vatandaşlarım neyi istiyor da olamıyor”, vb. söylemlerle 1980 Anayasası’nın ırkçı faşist hükümlerine boyun eğmek dayatılmaktadır. Kürt halkı bu dayatma hakkında ne düşündüğünü 7 Haziran seçimlerinde AKP’yi Kürdistan’dan süpürüp atarak gösterdi. Şimdi askeri zor yoluyla bu tercih değiştirilmek isteniyor.
DTK’nin önerisi dikkatle okunduğunda, Türkiye siyasal sisteminin tabandan tepeye yenilenmesi için gerekli enerjiyi barındırdığı görülecektir. Köy meclisleri, mahalle meclisleri, ilçe meclisleri, il meclisleri, bölge meclisleri şeklinde aşağıdan yükselen piramidin üzerine demokratik bir “Meclisler Sistemi” inşa edilebilir. Bu öneri, Erdoğan kliğinin fiilen tasfiye ettiği TBMM’yi de güçlendirecektir. Sayısız yerel meclisin üzerinde yükselecek bir TBMM bu kez gerçekten “Büyük” Meclis, ya da bir “Meclisler Meclisi” olabilir. Daha da ötesi, 1921 Anayasası’nda olduğu gibi, hükümet üyelerini doğrudan Meclis’in seçmesini de tartışmak gerekir. 1921 Anayasası’nın “Meclis hükümeti” modelinde, bakanlar tek tek Meclis tarafından seçiliyor ve Başbakan bu bakanlar tarafından seçiliyordu. 1924 Anayasası’yla bu değiştirilerek Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından atanmaya, bakanlar da Başbakan tarafından atanmaya başladı. Cumhurbaşkanı’na verilen bu anti demokratik yetki, aynı zamanda yürütme yetkisinin TBMM’den alınması demekti. Böylece yasama da biçimselleşti ve yürütmenin emri altına girdi.
Eğer AKP’nin yeni anayasal sistem önerisi “Başkanlık Sistemi” olarak özetlenebilirse, HDP’nin önerisi de bir “Meclisler Sistemi”dir. AKP yasama ve yargı yetkilerini de yürütmenin ellerine toplamak, yürütmeyi ise “Başkanın” eline vermek istiyor. Biz ise tam tersine yetkiyi yerellere dağıtmayı, her düzeyde meclisleri güçlendirmeyi, böylece milyonların katıldığı gerçek bir demokratik siyaseti açığa çıkarmayı hedefliyoruz.
30 Aralık 2015, Özgür Gündem
1 note · View note
alpaltinors · 10 years ago
Text
Erdoğan öz-darbe yolunda
Tumblr media
Peru devlet başkanı Alberto Fujimori, 5 Nisan 1992'de hükümeti, Meclisi ve yargı kurumlarını feshettiğini ilan etti. Olağanüstü hal yasalarıyla halka yönelik terör uyguladı. Fujimori'nin darbesi gibi, seçilmiş devlet başkanı eliyle yapılan darbelere öz-darbe denir. Başkanlık sistemine geçmeyi sağlayacak 330 milletvekilliğinin anayasal yollardan sağlanamayacağı netleşirse, Erdoğan da Fujimori tipi bir öz-darbe yapabilir.
5 Nisan 1992'de Peru devlet başkanı Alberto Fujimori televizyona çıkarak, hükümeti, Meclisi ve yargı kurumlarını feshettiğini ilan etti. Yeni bir hükümet kurduğunu, bütün yasama ve yargı yetkilerini bu hükümetin üstleneceğini açıkladı. Meclis bu kararı tanımayarak, anayasada var olan Başkan'ı görevden alma yetkisini kullanmak istedi. Fujimori orduya Meclis'i basma ve dağıtma emrini verdi.
Fujimori anayasayı askıya aldı. Sıkıyönetim ilan etti. Muhalefet liderlerini tutuklattı. Olağanüstü hal yasalarıyla halka yönelik terör uyguladı. Ülkede işkenceler, gözaltında kayıplar ve katliamlarla dolu bir sayfa açtı. Fujimori cuntası egemenliği altında yeni seçimler yapıldı ve kurucu meclis oluşturdu. Bu meclisin yaptığı anayasa 1993'te referanduma sunuldu ve yüzde 52 oyla onaylandı. Peru-Fujimori örneği, darbelerin kendine has bir türünü oluşturuyor.
Fujimori'nin darbesi gibi, seçilmiş devlet başkanı eliyle yapılan darbelere öz-darbe veya kendi kendine darbe (auto-golpe, self-coup) denir. Bu darbe türünde seçilmiş devlet başkanı kendi hükümetini (ve başka anayasal kurumları) lağvederek cunta kurar.
Erdoğan'ın "Başkanlık Sistemi" adı altında kurmaya yöneldiği yeni diktatörlük rejimini anlamak için Peru örneğini iyi incelememiz gerekir.
Peru örneği, bizzat seçilmiş başkanın kendi hükümetine karşı yaptığı bir darbe olarak, günümüz Türkiye'sine çeşitli yönlerden benzemektedir.
Erdoğan da bu tür bir öz-darbe yolunda gibi görünüyor.
Hükümeti Beştepe'de topladığı 20 Ocak'tan bu yana, fiilen AKP hükümetini kendisi yönetiyor. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'ne bağlı 12 daire başkanlığı oluşturarak ayrıca doğrudan kendine bağlı fiili bir paralel hükümet kurdu.
Cumhurbaşkanına örtülü ödenek kullanma yetkisi verildi. Bu aynı zamanda Saray'a bağlı bir özel istihbarat örgütüne de vize çıkarttı.
Erdoğan konuşmalarında sıkça "parlamenter sistem bekleme odasında", "bu anayasa bize dar geliyor" söylemleriyle, mevcut anayasayı askıya aldığını ilan ediyor. Öz-darbe adım adım pişiriliyor.
Politik güç dengeleri Erdoğan'ın "Başkanlık" diktasını anayasal yollardan kurmaya elvermeyecek gibi görünüyor. HDP'nin "Seni Başkan Yaptırmayacağız" çıkışının ardından, Bülent Arınç gibi AKP kurmayları dahi, 330'u dahi bulamayacaklarını itiraf etmeye başladı. Bu durumda Erdoğan, inisiyatifi tümüyle üstlenerek Davutoğlu ve hükümetini bir kenara itti. Devletin bütün imkan ve olanaklarını bir iç kargaşa ve kaos iklimi oluşturmaya hasrediyor. İç Güvenlik Pakedinin tanıdığı olağanüstü yetkileri kullanarak halka karşı terörü tırmandıracak. Kutuplaştırarak oy artırmaya çalışacak. Özel amacı HDP'yi baraj altında ve dolayısıyla meclis dışında bırakmak.
Başkanlık Sistemine geçmeyi sağlayacak 330 milletvekilliğinin anayasal yollardan sağlanamayacağı netleşirse, Erdoğan da Fujimori tipi bir öz-darbe yapabilir. Bu öz-darbe tıpkı 2003'te generallerin tertiplemeye çalıştığı darbeler kadar halk desteğinden yoksun olacaktır. Ancak eğer Erdoğan, seçimlere doğru Türkiye'yi yoğun bir çatışma ortamına çekebilirse, o zaman geniş yığınlarda "istikrarı sağlayacak bir güçlü adam" arayışı baş gösterebilir. Halk nezdinde kredisi olmayan "Başkanlık" sistemi işte ancak o durumda yığınlara ehven-i şer gibi görünmeye başlayabilir.
Bütün halk güçlerinin pozisyonunu buna göre alması ve böyle bir hamleyi kolaylaştıracak eylem ve söylemlerden sakınması yerinde olur. Yanlış bir politik konjonktür okumasına dayalı eylemler, içerik olarak devrimci karakter de taşısalar, nesnel olarak Erdoğan'ın hamlesini kolaylaştıran bir rol oynayabilir.
Erdoğan'ın demokratik siyaseti boğma, çatışma ortamını geliştirme ve seçimlere kadar ülkeyi yönetilebilir bir gerginlik ortamında kutuplaştırma siyasetini boşa çıkartacak bir demokratik kitle seferberliği, görevdir. An itibariyle, HDP bütün devrimci demokratik güçlerin birleşik antifaşist seferberliğini sağlayan merkez olarak, Erdoğan diktatörlüğüne gidişin önündeki temel engeldir.
15 notes · View notes
alpaltinors · 10 years ago
Text
Rejim, devlet, devrim
Praksis Dergisi’nin “Siyasal Rejim Tartışmaları” başlıklı forumunda sorulan sorulara verdiğimiz yanıtlar:
Soru 1:
Türkiye’de son dönemde seçim başarıları veya başarısızlıkları üzerinden yapılan ve bir siyasal partinin uzun süredir iktidarda olmasına referansla sürdürülen “rejim değişikliği” tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Siyasal rejimin dönüşümüne ilişkin olarak bir partinin seçim başarıları veya başarısızlıkları bir kıstas olarak kabul edilebilir mi? Öte yandan uzun bir süredir siyasal iktidarı elinde bulunduran söz konusu partinin lider ve temsilcilerinin “Yeni Türkiye” söylemi, seçimden kazandığını düşündüğü meşruiyetle başlattığı başkanlık sistemi tartışması ve ülke siyasetinin üzerinde yaslandığı düşünülen müesses nizama ilişkin bir kırılganlık yarattığı iddia edilen barış sürecini de düşündüğünüzde seçim başarısı/başarısızlığı ve rejim dönüşümü ilişkisi hakkındaki yanıtınız değişir mi? Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal rejiminde bir dönüşümden söz edilecekse, bu yeni rejimin tarihsel maddeci çözümlemesi sınıflar arası güç ilişkileri bakımından hangi sonuçları doğurabilir?
Yanıt:
Marksist devlet teorisinde “siyasal rejim”, “devlet biçimine” karşılık gelir. Lenin, kapitalist bir ekonomik temel üzerinde pek çok farklı devlet biçimi olabileceğini vurgular. Devlet biçimi, o ülkedeki sınıflar mücadelesinin gidişatını etkilediği ve özellikle bu mücadelelerin biçimini belirlediği için özellikle önemlidir. Hiç kuşkusuz faşist diktatörlüğün ve burjuva demokratik cumhuriyet rejiminin hüküm sürdüğü iki ayrı ülkede sınıf mücadeleleri kendine özgü, farklı biçimler alacaktır.
Türkiye'de 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle inşa edilen bir faşist diktatörlük rejimi hüküm sürmektedir. Devlet biçimi “burjuva demokratik” değil “faşist”tir. Bu, hem halk kitlelerinin söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünün aktif biçimde bastırılmasına, hem de Kürt ulusal varlığının inkarına ve Kürdistan'ın sömürgeleştirilmesine dayanan bir rejimdir.
1984'te ilk kıvılcımı çakılan ve 1989-90'da serhildanlarla bir “ulusal devrime” dönüşen Kürdistan özgürlük mücadelesi, 1990'lardan bu yana faşist rejimi krize sürüklemiştir. Rejimin birleştirici çimentosu olan Kemalist resmi ideoloji çözülmüştür. Bu durumdan güç alan politik İslamcı akımlar, 1990'ların başından itibaren rejimin “laiklik” ilkesini de sorgulayarak ortaya çıkmışlardır.
1996'da Refah Partisi'nin zaferi, rejim krizini daha da derinleştirmiştir. Egemenler bu iç buhrandan çıkmak için 28 Şubat darbesine başvurmuş, RP'yi kapatmış, Kürt ulusal önder Abdullah Öcalan'ı uluslararası bir komplo ile esir etmiş, 19 Aralık zindan katliamı ile devrimci hareketleri ezmiş, böylece krize yol açan temel dinamikleri zincire vurmuştur.
Ne var ki, 28 Şubat darbesi de rejim krizine çözüm olamamıştır. 28 Şubat'ın getirdiği DSP-ANAP-MHP hükümeti 2001 krizinin yarattığı sosyal yıkımla boğuşurken, politik İslamcı hareketin içinden bir kesim AKP'yi kurarak ezilen kitlelerin desteğini almayı başarmıştır.
AKP 2002'de hükümete geldiğinde, kendisini aktif biçimde Avrupa Birliği programına bağladı ve özellikle TÜSİAD ile yakın bir bağlaşma kurdu. 28 Şubat'çı generallerin halen süren siyasi müdahalelerine ancak bu yolla göğüs gerebilecekti. 2002'nin AKP'si, rejim krizinin AB'ci “değişim” programıyla çözümünü bayrak edinmişti. TÜSİAD ise, daha önce Cem Boyner'e parti kurdurtarak başaramadığı “değişim” programını uygulayacak bir parti bulmuştu! Ezilenlerin rejime bütün itirazları Avrupa Birliği standartlarında bir demokrasi kurularak sistem içi yoldan çözülecekti!
Fakat böyle olmadı. AKP devlet gücünü ele geçirmeye yönelik her mevzi kazanımında, 12 Eylül'ün kurduğu faşist kurumları hakimiyeti altına almakla yetindi. YÖK, Çankaya, RTÜK vd. faşist kurumlarda hiçbir demokratik dönüşüme yol açmadı. Aksine, siyasi polisi muhalefete yönelik bir kırbaç olarak etkince kullandı. 12 Eylül'ün kurduğu yarı-askeri yönetimi, “sivil” bir yönetimle değiştirirken, devletin biçimi aynı kaldı. AKP, ortağı Gülen cemaati ile birlikte 2010 referandumu ve 2011 seçimleri sürecine devlet iktidarını ellerine geçirdi. Bu aygıtı kendi muhaliflerine yönelik baskıyı tırmandırmak için kullandılar.
Ne var ki, çürümüş ve kriz içindeki 12 Eylül'cü rejimi ayakta tutan, kitlelere verdiği ödünlerdi. 2010 referandumunun ardından siyasal baskı yeniden tırmandırılıp, 2002'de yaratılmış düzen içi değişim umutları berhava edilince, devlet-halk çelişkisinde ani bir keskileşme oldu. Erdoğan hükümeti, ilkin, 2011-'12'de Kürt özgürlük hareketine karşı savaş ilan etti. KCK tutuklamaları ve kimyasal silahlı askeri operasyonlar yoluyla PKK'yi bitireceklerini hesap ettiler. 8 bin kişi tutuklandı, yüzlerce gerilla katledildi. Ne var ki, PKK “devrimci halk savaşı” hamlesiyle bu saldırıyı püskürttü. Tutsakların açlık grevleriyle birlikte hükümetin yenilgisi siyasi alanda da tescillendi. AKP Hükümeti, Kürt ulusal önderi Abdullah Öcalan'la müzakereleri başlatmak zorunda kaldı.
Bu kez, baskının yönü Batı'ya çevrildi. AB'ci “değişim”le Türk orta sınıflarının desteğini alma siyasetini terk eden AKP, politik İslamcı uygulamalarla dindar yoksulları kendisine daha fazla bağlama siyasetine geçti. Toplumsal yaşamı muhafazakarlaştırma adımlarını yoğunlaştırdı. Kadını eve hapsetme yönünde düzenlemeler yaptı. 2013 1 Mayısında Taksim'in yeniden yasaklanmasıyla, sosyal muhalefete yönelik bir baskı dalgası başlatıldı. Buna karşılık gelişen sokak direnişleri Haziran Ayaklanmasıyla doruk noktasına vardı. Haziran'da, devlet aygıtını eline geçirmiş olan AKP'ye karşı, “Politik Özgürlük” talepli bir halk isyanı ortaya çıktı.
Haziran, iktidar blokunun da iç çelişkilerini derinleştirerek AKP ile Gülen Cemaatinin iç kavgasına yol açtı. 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarıyla birlikte, rejim krizi tavan yaparak bir devlet krizine dönüştü. İktidar blokunun iç çatışması, yargı, polis, hükümet vb. devlet kurumlarının çatışması biçimini aldı. Devlet kurumları ve kadroları birbirine karşı kılıcını çekti. Türk egemen sınıfları için bir Fetret Devri başladı.  
Eğer Türkiye'de siyasal egemenlik, Erdoğan ailesinin elinde yoğunlaşırsa, bunun siyasal karşılığı “zümre iktidarı” ya da oligarşi olur. AKP iktidarının “Başkanlık Sistemi” projesi, 12 Eylülcü faşist rejimin, bir Erdoğan oligarşisine dönüştürülerek, daha da vahşi ve zorba bir biçime doğru derinleştirilmesi anlamına gelir. Yani gündemde olan, özgürlüklerin yerine faşist bir rejimin geçirilmesi değil, 12 Eylül'den bu yana süre gelen faşist rejimin Erdoğan'ın “milli şefliğine” doğru daraltılmasıdır.
2013-'14 döneminde patlak veren siyasal kriz:
a) 1990'lardan beri süregelen rejim krizinin bir devamı ve alevlenmesidir. Zira rejim krizine düzen içi çözüm umutları ortadan kalkmıştır. Krizin bu düzeyinin tetikleyici ana gücü Kürt ulusal özgürlük savaşımıdır. Bu savaşımın Rojava'da Özerk Kantonların ilanı düzeyine varması rejim krizinin ateşini yükseltmiştir.
b) 2010 referandumuyla devletin belirleyici tepelerini ele geçiren yeni iktidar blokunun iç çatışması ve bunun yol açtığı hükümet krizidir. Krizin bu düzeyinin tetikleyici ana gücü ise Haziran'da kitlelere mal olan “isyan bilinci”dir.
Haziran Ayaklanmasına katılan kimi siyasi güçler, krizin daha çok ikinci düzeyiyle ilgilenmekte ve mevcut krizin bir hükümet değişikliğiyle çözülebileceğini varsaymaktadırlar. Oysa, mevcut siyasal kriz bundan çok daha derindir. Ya da hükümet krizi, sadece yüzeyde görünen kısmıdır. Krizin sadece bu düzeyiyle ilgilenen politik güçler, çare olarak CHP iktidarından başka bir seçenek önerememektedir.
Keza aynı güçler, baskıyı, zulmü, zorbalığı AKP iktidarıyla başlatmakta, “Türkiye faşizme gidiyor” analizini yapmaktadırlar. 12 Eylül'den bugüne kurumsal bir sürekliliğin söz konusu olduğu açıkken yapılan bu analiz, sınıf mücadelesinin önünü aydınlatmamaktadır. Aksine, mücadeleci kitleleri düzen içi çözümlere yöneltmektedir.
Oysa bugün HDK'da ifadesini bulan cepheleşme, mevcut krizi egemenlerin her iki tarihsel bloğuna karşı mücadele çerçevesinde ele almaktadır. Burada yeni bir tarihsel bloğun, bir ezilenler bloğunun doğuşu sözkonusudur. Bu blok, Gezi ile Kobani direnişlerinin kitle güçlerini içererek büyümektedir. Yakın dönemin bu iki büyük kitle başkaldırısının güçlerini biraraya getirmeyen herhangi bir girişimin anlamlı, köklü bir politik değişim iddiasında bulunması mümkün değildir.  
Gündemde olan, bütün ezilenlerin “Politik Özgürlük” bayrağı altında birleşerek 12 Eylülcü faşist rejimi ortadan kaldırmaları ve demokrasiyi kazanmalarıdır.  
Soru 2:
Türkiye örneğini düşündüğümüzde, Rusya ve benzerlerinde olduğu gibi, seçimlerde kazanılan çoğunluğa dayanan “doğuya özgü” ve/veya “periferik” bir otoriterlikle mi karşı karşıyayız, yoksa Samir Amin’in de belirttiği üzere “tekelci kapitalizmin geneline dair bir faşizmin geri dönüşü” olgusu mu söz konusu? Kuşkusuz bu iki seçeneğin dışına çıkarak bir yanıt aramak da mümkün... Söz gelimi Korkut Boratav bunu Bonapartizm’i hatırlatarak faşistleşme süreci olarak ifade ederken, bir “totalitarizm” tartışması yapmak da mümkün olabilir. Siz bu süreci nasıl analiz ediyorsunuz?
Yanıt:
Türkiye siyasal gelenek olarak Hakanlık-Sultanlık-Padişahlık geleneğinden gelen bir devlettir. Bu gelenek, Doğu toplumlarına özgü merkezi ve güçlü devlet geleneğinin bir ifadesidir. Türk burjuvazisinin tarihinde, Meşrutiyetlerle getirilen “parlamenter” biçimler, padişahın yetkisini sınırlayan demokratik bir rol oynamıştır. Erdoğan'ın istediği “Türk Tipi Başkanlık”, Türk devlet geleneklerinin Muktedir Sultan çizgisine bir dönüştür. Erdoğan sınırsız, sorumsuz, mutlak bir iktidar peşindedir. Sadece parlamenter biçimlerle değil, güçler ayrılığı ilkesiyle de sorunludur. Sadece Meclis'i ve ona dayanan hükümeti siyaseten göstermelik kurumlara çevirmek istemiyor, aynı zamanda yargının iktidar üzerindeki her türlü denetimini de ortadan kaldırmayı hedefliyor. Bu yönleriyle Erdoğan'ın arzusunu “diktatörlük içinde diktatörlük” olarak tanımlayabiliriz. Önceki soruda da vurguladığım gibi bu, 12 Eylülcü faşist rejimin yönetici tepesinin yeniden kurulması anlamına gelmektedir. Generallerden-MGK'dan boşlatılan yere en azından 2023'e kadar Erdoğan'ın milli şefliği doldurulmak istenmektedir. Erdoğan'ın arzuladığı gücün tek parti döneminde Mustafa Kemal'in veya İsmet İnönü'nün gücüne aşağı yukarı denk olduğunu öne sürebiliriz.  
Dolayısıyla, AKP 2015 seçimlerine, önceki seçimlerde olduğu gibi 276 milletvekilini bularak hükümeti kurmak hedefiyle katılmamaktadır. Bu kez hedefi, Bakanlar Kurulu oluşturmak değil, Bakanlar Kurulu'nu tasfiye ederek Başkanlık Sistemini kurmaktır. Dolayısıyla, 276 değil, en az 330 milletvekili çıkartması gerekir. HDP'nin seçimlere parti olarak katılması ve barajı geçmesi, bunun önünü kesebilecek reel olasılıklardan birisidir.
Soru 3:
AKP ile Ortadoğu'daki diğer siyasal İslamcı rejimler arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Amin söz konusu siyasal İslamcı rejimleri “faşizmin bir türü” olarak tanımlıyor. Bu saptama yukarıda ikinci sorudaki verdiğiniz yanıta paralel mi yoksa onunla çelişiyor mu? Neden?
Yanıt:
AKP, Tunus ve Mısır devrimlerinin ardından bölgemizde bir “Müslüman Kardeşler (İhvan) kuşağı” kurmaya ve ona liderlik etmeye niyetlendi. İlkin ABD'nin konjonktürel yönelişiyle de örtüşen bu politika, Fas'tan Mısır'a kadar AKP dostu Müslüman Kardeşler rejimlerinin kuruluşuna yol açtı. 2011-2012 döneminde AKP iktidarı bu sebeple kendisini bölgesel emperyalist bir güç sanmaya başladı. Oysa İhvan rejimlerinin yükselişi, Türkiye'den ziyade ABD'nin desteğiyle mümkün olmuştu. Zira Tunus ve Mısır'da ortaya çıkan halk devrimleriyle başa çıkmak için, o anda, ABD'nin elinde kullanabileceği yegane araç İhvan partileriydi. İhvan partilerini kullandı ve işi bitince bir kenara attı.
AKP iktidarı, Suriye'de de bir Müslüman Kardeşler rejimi kurmak için Türkiye'yi Suriye'yle fiili bir savaş durumuna soktu. Ancak, Suriye'de Esad rejiminin kısa sürede devrileceği planları tutmadı. Böylece AKP'nin dış politikası ilk ciddi yenilgiyi aldı. Ardından gelen Mısır darbesi İhvan kuşağının en önemli halkasını koparttı. Tunus seçimlerinde Nahda'nın kaybetmesinin ardından ise İhvan kuşağı projesi çöktü. AKP'nin Sudan, Suudi Arabistan, vd. politik İslamcı rejimleriyle ve Hamas, Müslüman Kardeşler gibi hareketlerle “enternasyonal” ilişkileri ise sürmektedir.
Diğer yandan, sadece politik İslamcı rejimlerin “faşizmle” damgalanmaları yanlıştır. Örneğin Yunanistan'da Altın Şafak, ya da Ukrayna'da Swoboda da faşist partilerdir. Ukrayna'da Yanukoviç'in bir darbeyle devrilmesinin ardından kurulan rejim de faşist bir rejimdir. Ya da Mısır'a Sisi cuntası da faşist Mübarek rejiminin restorasyonu anlamına gelmektedir.
2008'de patlak veren küresel kapitalist krizin, sürgit devamı, emperyalist merkezleri had safhada meşgul ederken, periferi (çevre) ülkelerde devlet düzenlerinde bir erime meydana gelmektedir. Emperyalist merkezler, Ortadoğu gibi bölgelerde koşulları belirleme yeteneğini yitirmekte, ortaya çıkan koşulları yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Bu koşullarda eğer sol, halkçı, demokratik, devrimci, sosyalist vd. güçler somut bir politik alternatif oluşturamazsa, Altın Şafak veya DAİŞ gibi faşist güçler yoksulların öfkesini emerek hızla büyümektedir. Tersine, Yunanistan'da SYRIZA ya da Suriye'de PYD örneğinde görüldüğü gibi, devrimci demokratik güçler siyasal inisiyatif üstlendiğinde yoksul halklara önderlik etmeleri son derece mümkündür. Dolayısıyla, yaşadığımız siyasal ortam, dolaysızca, kapitalist ekonomik kriz tarafından şekillendirilen devrimci bir duruma denk düşmektedir. Bu devrimci durumdan halk devrimlerinin de, faşist karşıdevrimin de çıkması olasıdır.
Soru 4:
Sayı çağrımızda, “hegemonya bunalımlarını izleyen 1961 ve 1982’de, 1923’de kurulduğu doğrultuda yenilenen Cumhuriyet’in artık yurttaşları tarafından eski bir cumhuriyet olarak sürdürülemez, yenilenemez” olduğu vurgulandıktan sonra, bunun en somut ifadesinin, “eski Cumhuriyet’in ulusal sorunu çözemediği eşikte, çözülmekle karşı karşıya kalması” olduğu belirleniyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut siyasal biçimi içinde, federasyon, bölgesel meclis vb. özgül bir siyasal temsil mekanizması ile temsil edilmeyen Kürtlerin siyasal ve demokratik talepleri karşılanmadıkça eski Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal biçiminin devam edemeyeceği tezi, tarihsel maddeci temelde ne anlama gelir? Kürt siyasal hareketlerinin Türkiye’nin ilerici, demokrat, sosyalist hareketleri ile birlik temelinde, kendi çoğullukları içinde önerdiği Demokratik Özerklik programı ile Türkiye Cumhuriyeti’nde süregiden siyasal rejim tartışmalarının, özellikle Orta Doğu’daki siyasal gelişmeleri ve emperyalizm olgusunu da dışlamadan, devrimci bir temelde aşılması mümkün müdür?
Yanıt:
Mümkündür.
Birinci yanıtta ortaya koyduğumuz çoklu siyasal kriz ortamı, Türk egemenleri için bir Fetret Devrini ifade ediyorsa, bütün ezilenler için de bir ortak demokratik kurtuluş imkanını içermektedir. Taksim-Gezi Direnişinin yükselttiği “Politik Özgürlük” bayrağı etrafında politikleşen kitleler AKP iktidarını aşağıdan zorlamaya devam etmektedir. Rojava Devriminin ortaya koyduğu “Yeni Yaşam” çağrısı, bütün bölge halklarına bu yönde bir çağrıdır. Kadının öncü olduğu, halk meclisleri yönetimine dayanan, bütün halkların ve inançların eşitliğini esas alan bu model, DAİŞ'in ablukasını boşa çıkartarak, bölgemizde bir rüzgar estirmektedir. Bu rüzgar, Türkiye siyasal coğrafyasında da “Demokratik Özerklik” programını güçlendirmektedir. Diğer yandan Yunanistan'da ve İspanya'da yoksulların taleplerini savunan SYRIZA ve PODEMOS'un yaşadığı yükseliş, yoksulların bir siyasi güç olarak ortaya çıkışını işaret etmektedir.
Antiemperyalist ve demokratik bir halk devrimi, yaşadığımız topraklarda, hiç olmadığı kadar günceldir.
Bu devrim bir hayal değil, uzak bir geleceğin sorunu da değil.
Bilfiil Kobanê'de, Kamışlo'da, Şengal'de, Haseke'de, Maxmur'da gün be gün inşa edilen, Türkiye ve Kürdistan'ın bütün şehirlerinde omuz omuza büyütülen birleşik devrimci savaşımda somut ifadesini bulmaktadır.
Ezilenlerin birleşik demokratik cephesi olarak HDK ve birleşik siyasal partisi olarak HDP, dipten gelen bu dalganın siyasal görünümüdür.
4 notes · View notes
alpaltinors · 11 years ago
Link
Bu hafta sonu 2. Olağanüstü Kongresi'ni gerçekleştirecek olan HDP, "demokrasi ve barışı kazanacağız" şiarıyla yeni yöne..
22 Haziran'da yapılacak HDP Kongresi'ni ANF'ye değerlendirdik.
1 note · View note