bircannsblog
bircannsblog
bircann___
4 posts
"çünkü düşen kuşların da bir şiiri vardır, uçabilenlerinkine benzemeyen."
Don't wanna be here? Send us removal request.
bircannsblog · 2 years ago
Text
 “En zor şey yazmaya başladığında içtenlikli olmaktır” der Andre Gide. Grapon Kağıtları’nda kendini saklamayan içtenlikle ifade eden bir şair görüyorum. İçtenlik konusunda neler söylemek istersin. Sence sanatta ve hayatta ağzına geleni söylemekle içtenlik arasında nasıl bir ayrım var?
 Bir keresinde bir birahanede genç bir kızla, bir delikanlının konuşmasına kulak misafiri olmuştum. Kız “Hayat yalan be oğlum” diyor ve içini çeke çeke ağlıyordu. Bir kere o kız kadar içten hayat yalan be oğlum diyebilseydim hemen yazmayı bırakırdım. Hayatın bir yalan olmadığına kendimi ve başkalarını ikna etmeye çalışıyorum. Kuran-ı Kerim´de hep “akıl etmez misiniz?” diye sorulur. Bu soruya genelde maalesef hayır diye cevap vermek zorunda kaldım. Sezgilerimle yaşıyorum. Koklayarak, dokunarak… Kedilerin, nergislerin, insanların etrafındaki havayı kokluyor ve ne yapmam gerektiğine, nereye gideceğime böyle karar veriyorum. Hiç garantili bir yöntem değil, hep yanlış ata oynuyorum. Bazen kendimi korumak için sevimli bir kirpi gibi davranıyorum, ama dikenlerim en çok bana batıyor. Takma bir bilinç ve takma bir akılla gündelik hayatımı sürdürüyorum. Bir dönem kalbim yokmuş gibi davrandım. Ama o hep vardı, kalbim takma değil. Yine Kuran´da “En akıllı adamın bile iki kalbi yoktur” denir. Ben işte o tek kalbimle herkeste tek olan o kalbe seslenmeye çalışıyorum. Sanırım ağzına geleni aklınla söylersin, ama içinden geleni yalnız kalbinle söyleyebilirsin, arada böyle bir fark var.
1 note · View note
bircannsblog · 2 years ago
Text
Şiirlerine ilk bakışta kolayca yazıyormuşsun gibi bir izlenim ediniyorum. Akıp giden, aksamayan, uzun bir söyleyişin var. Sanki bir öykü anlatır gibisin. Ancak bazı dizeler bunun her zaman böyle olmadığını bana duyuruyor. Örnekleyecek olursak; “Bir tek senin çocuklar üşüyecek rengi saçların vardı.”/ “Gözlerim ormanda kaybolmuş çocuk gözü renginde”/”Hayatımın üstünde imkansız kuşlar uçuyor”/ “Ben belki denizden bile eski biriyim”/ “İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?” vb… dizelerin pek öyle bir çırpıda yazılmış gibi durmuyor. Nasıl yazıyorsun, şiirin bir ön çalışma, taslak, düzeltme gibi aşamalardan geçiyor mu? Şiire göre daha yoğun bir masa başı çalışması gerektiren öykü, roman gibi türlerle yakınlığın nasıl?
 Nasıl yazıyorsun sorusunu cevaplamak bana hep çok zor gelmiştir. Ama masa başında çaba sarf etmediğimi peşin peşin söyleyebilirim. Benim çok daha laubali bir tarzım var galiba. Hiçbir zaman oturup bir şiir yazayım şöyle diyemedim. Bir olağanüstü hal şairiyim sanırım. Aniden kalkıp yatağın ortasına bağdaş kurup, salya sümük ağlayarak yazıyorum, bunu yapmaya ihtiyacım oluyor zaman zaman. O dönemlerde kendimi bir transatlantik gibi ağır ve hantal hissediyorum. Bu yazan çizen herkeste vardır sanıyorum. Bir buz dağına çarpacağını bile bile tam yol ileri demek, çarpmak, parçalanmak ve bir anti-efsane olarak batma isteği ve duygusu.
 
 Sabahleyin yanımda her tarafına bir şeyler yazılmış kağıtlar buluyorum. Okuyor ve bazı satırların üzerini çiziyor, temiz bir kağıda yeniden yazıyorum. Sonra hemen bir dergiye postalamaya çalışıyorum, çünkü aksi halde genelde kaybediyorum şiirleri. Zaten masa başı çalışması yapmaya, üzerinde uğraşmaya koşullarım ve yaşam tarzım da pek izin vermedi bu güne kadar.
 
 Sizin belli bir çabanın ürünü olduğunu düşündüğünüz dizeleri de yine kendi yöntemimle yazdım. Ancak böyle yazıyor olmanın kimi zaman bir masumiyet karinesi olarak algılandığını görüyorum, bence bu yanlış. Masa başında ter dökülerek yazılmış bir şiir de çok içten ve samimi olabilir. Bir şiiri şiir yapan şey her neyse, o şey diğer bir şiiri şiir olmaktan çıkarabilir. Benim şiirimi şiir yapan şey hatalarım, kusurlarım ve beceriksizliğimdir. Saman alevi gibi parlayıp sönen imgelerdir. Okuduklarında şöyle düşünecekler: bu şiir değil ama nedense yine de şiir.
 
Bazen kendimi korumak için sevimli bir kirpi gibi davranıyorum, ama dikenlerim en çok bana batıyor.
0 notes
bircannsblog · 2 years ago
Text
Sevgili Didem Madak edebiyatla, şiirle yol arkadaşlığın ne zamanlar, nasıl başladı?
Okudukların, okumadıkların kimler, şiirini hangi kaynaklar besliyor? Bunu hem içerik hem de biçem açısından sormak isterim.
  Neyi okuyup neyi okumayacağım sorununu önce her şeyi okuyarak çözmeye çalıştım. Baktım ki olmuyor hiçbir şey okumamaya karar verdim.
 Şaka bir yana beni edebiyatla tanıştıran annemdir. Birçok güzel çocuk romanı okudum, bu yüzden mutluluk dendiğinde hep o günleri ve o çocuk romanlarını hatırlarım. Annemin ölümünden sonra terkedilmiş ve yalnız günler başladı. Kütüphaneden eve taşıdığım kitapları okuyarak geçen uzun yaz günleri… O dönem hep o pembe boyalı kütüphanede memure olmayı düşlerdim. O günleri hatırlayınca hep Edip Cansever´in şu dizesi gelir aklıma: “Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi.” Hayatın elini beline koymuş sinirli bir üvey anne gibi bizi azarladığını ve kardeşimle el ele tutuşup hayallerden balkonumuza sığındığımızı hatırlıyorum. Sonra evden kaçışım, dört sene süren mutsuz bir evlilik. Zaten mutsuz bir evlilikten herkes bir şair olarak çıkabilir, işten bile değil. Şiirimin gizli öznesi değilim, orda beni bulmak çok kolay. Bu nedenle şiirimin okuduklarımdan ziyade hayatımdan, yaşadıklarımdan beslendiğini düşünüyorum. Sonra bir bodrum katında geçirdiğim o “buhranlı” günler. Rahatça bir Dostoyevski romanına kahraman olabilirdim. Şiirimin rutubetle ve karanlıkla beslendiğini söyleyebilirim.
Kız kardeşimle “Çocuk ve Allah´tan” sayfa çekip birbirimize okuduğumuz ve domates peynir ekmek yediğimiz o güzel günlerden, kedilerden, İzmir´den…Obur bir şiirim var, hayatımı yiyor durmadan.
 Benim şiirimi şiir yapan şey hatalarım, kusurlarım ve beceriksizliğimdir.
0 notes
bircannsblog · 2 years ago
Text
Bir Didem Madak Röportajı:
"Bazen kendimi korumak için sevimli bir kirpi gibi davranıyorum, ama dikenlerim en çok bana batıyor."
2 notes · View notes