frpsever
frpsever
FRPSever
46 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
frpsever · 20 days ago
Text
Batman: Dark Victory (1999) İnceleme
Jeph Loeb tarafından yazılıp Tim Sale tarafından çizilmiş olan Batman: Dark Victory, en sevilen Batman çizgi romanlarından birisi olan The Long Halloween'in devam serisi. The Long Halloween'de bir yandan Batman, Jim Gordon ve Harvey Dent üçlüsünün sadece tatillerde öldüren Holiday adlı seri katili yakalamasını izlerken; bir yandan da Harvey Dent'in Two Face'e dönüşümünü görüyorduk. Tabii işe bir sürü farklı kötü adamın da dahil olduğu çizgi roman, gerçekte katil olmadığını bildiğimiz birisinin suçlanmasıyla bitiyordu. Dark Victory'deyse Batman hem kötü tarafa dönmüş eski ekip üyesi Two Face'in topladığı kötüler takımını yenmekle uğraşması, hem de gerçek Holiday'i o daha fazla polis öldüremeden bulması gerekiyor.
Dark Victory'nin anlattığı hikaye, The Long Halloween'den bile daha karmaşık. Bir sürü ana karakter ve her bir karakterin de kendi motivasyonları var. İşe 2 seridir süre gelen Holiday gizemi ve kimin kimin tarafında olduğu hakkındaki şüpheler eklenince okuması hakikaten ilginç ve bazen zorlayıcı bir çizgi roman olmuş.
Dark Victory, tüm erkek süper kahramanların bodybuilderlar ve tüm kadın süper kahramanların da 50'lerin Hollywood yıldızları gibi çizildiği o nadide dönemden kalma. Tim Sale çizimler konusunda iyi bir iş çıkarmış. Göze batan, insanı rahatsız eden hiçbir yönü yok. Hatta nadir de olsa bazen okumayı bırakıp çizimlere bön bön bakasınız bile geliyor.
İşin özü, Dark Victory kendi başına iyi bir çizgi roman, ve The Long Halloween için daha da iyi bir devam hikayesi. Ha, Year One evreninde Robin'in ilk gözüktüğü çizgi romanın bu olduğunu da unutmadan belirteyim. Eğer ki Batman'e ilginiz varsa kesinlikle denemeniz gereken bir hikaye. 8/10
0 notes
frpsever · 21 days ago
Text
Paris Düşerken - Ilya Ehrenburg İnceleme
Ilya Ehrenburg'un kaleme aldığı Paris Düşerken, hem geniş olarak bir toplumun olaylara verdiği tepkileri, hem de dar olarak insan psikolojisini en iyi yansıtan kitaplardan birisi. Hikayesini 10-15 farklı ana karakterin gözünden anlatan kitap, isminden de tahmin edebileceğiniz gibi 1936-1940 yılları arasında Fransa'da geçiyor.
Bu kitabın büyüsü şundan geliyor: Fransa'nın en çalkantılı dönemlerinden birisinde Paris'te yaşamış olan Ehrenburg; faşistinden komünistine, kaypak politikacısından apolitik öğretmenine kadar hikayesini o kadar farklı perspektiflerden anlatıyor ki nevriniz dönüyor. Özellikle kitabın ilk 100 kadar sayfasında ne zaman yeni bir karakterle tanışsanız bir sonraki bölüm onun bakış açısından anlatılıyor. Ve bu da kitapta işlediği olayları her yönden kapsamlıca anlatmasına olanak sağlıyor. Bu tarz bir farkındalık sadece Ehrenburg'un 2. Dünya Savaşı sırasında Paris'te yaşadığını söyleyerek açıklanabilecek bir şey değil. Sosyolojik bir başyapıt var karşımızda çünkü. Hatta o kadar ki bu kitabı okuduktan sonra 1940 öncesi Fransa'sını şuanın Türkiye'sinden daha iyi anladığımı bile iddia edebilirim.
Karakterler demişken, bu kitaptaki bütün karakterlerin gerçekten o dönemde Fransa sokaklarından toplanıp sayfaya basılmış gibi bir halleri var. Normalde uydurma karakterleri iyi yapan o "gerçeküstü" özelliğe sahip değiller. Ancak bu onları ilginç bir şekilde kalbe daha yakın hale getiriyor. Onurlu fabrikatör Desseré ve tutkulu komünist Pierre'e olan sevgimi, kaypak politikacı Tessat'ya olan nefretimi uzun zaman unutmayacağım.
Kitabın ilginç yanlarından birisiyse yazım tarzı. Ne kadarı çeviriden kaynaklanıyordur bilmiyorum ama karakterlerin kafasının içine bir girip bir çıkan, istikrarsız, bölük pörçük bir üslubu var yazarın. Alışması biraz vakit alıyor. Ancak bir kez alıştıktan sonra da uğraştığınıza pişman etmiyor. Gerçekten şiirsel cümleler ve tablo gibi betimlemelerle dolu bu kitap. Bazı yerlerde insanı gerçekten duygulandırabiliyor.
Sonuç olarak, Paris Düşerken'i çok beğendim. İlginç, eşine zor rastlayacağınız türde geniş görüşlü bir yazarın ürünü. 2. Dünya Savaşı'na doğru giden dönemi ve Fransa halkını anlatan daha iyi bir kitap düşünemiyorum. 9/10
0 notes
frpsever · 21 days ago
Text
Amadeus (1984) İnceleme
Norbert Elias, Mozart: Bir Dahinin Sosyolojisi adlı kitabında nasıl çoğu Mozart biyograficisinin yanıldığından bahseder. İnsanın bütün hayvani yönlerinden arınmış, uygar, “tanrısal” müziğini bir kişiyle ilişkilendiremez, onu arı bir deha olarak insanlığın üzerine çıkarırlar çünkü. İnsan Mozart’la sanatçı Mozart arasındaki bu uçurum ancak onun da kendi kişiliğine sahip, insanlığın o “hayvani” yönlerini gayet de kucaklamış gerçek bir insan olduğunu kabullenmekle kapatılabilir. İşte Milos Forman, Amadeus’u çekerken bu kritik noktayı anlayıp onu filmin nakışına özenle işlemiş. Bizim film boyunca - o dönemde yaşamış bir diğer besteci olan - Salieri’nin gözlerinden gördüğümüz Mozart, bütün bu tarihçilerin hayal ettiği mükemmel idolün tam zıddı. Çocuksu, kaba, özgüvensiz, kendi deha ateşi tarafından işkence edilen birisi.
Film, bizi Mozart’ı öldürdüğünü iddia eden yarı-delirmiş yaşlı bir Salieri’nin yerine koyuyor. Onun hayatını ve Mozart’la yaşadıklarını bir akıl hastanesindeki pedere yaptığı itiraflar yoluyla öğreniyoruz. Şimdi hikaye ve Salieri’nin karakteri hakkındaki düşüncelerimi dile getirmeden önce buraya bir kamu spotu açmak istiyorum: filmde Mozart’ın hayatı anlatılırken hikayenin daha ilgi çekici olması için bir sürü değişikliğe gidilmiş. Normalde bizim bildiğimiz kadarıyla ne Salieri Mozart’ın düşmanıydı, ne de Constanze bu kadar iyi kalpli bir kadındı. Film bazı anahtar noktaları aynı tutmasına rağmen Mozart’ın hayat hikayesindeki çoğu şeyi değiştiriyor veya – aşk hayatı hakkındaki bazı önemli noktalarda olduğu gibi – tamamen çıkarıyor. Bunu Mozart’ın nihai biyografisi sanmayın yani.
Salieri kendisini tamamen – Tanrı’nın sesi olduğuna inandığı – müziğe adamış birisi. Çocukluğunda müzisyen olmasına karşı çıkan babasının ölümünü Tanrı’dan bir işaret olarak algılamış ve kendisini her tür şehvetten uzak tutmuş. Bir bestekar olarak sadece birkaç yıl içerisinde kazandığı başarı da Tanrı’nın yanında olduğu hakkındaki inançlarını güçlendirmiş. Ta ki Mozart’la tanışana kadar. Salieri ancak Mozart’ın bestelerini dinleyince şimdiye kadar yaptığı şeyin Tanrı’nın sesini duyurması için bir araç olmak değil, sadece o sesi taklit etmek olduğunu anlıyor. Ve kendisi bütün hayatını Tanrı’ya adadığı halde Tanrı’nın enstrümanı olarak Mozart kadar züppe, kaba saba, umursamaz birisini seçmiş olması ona kıskançlıktan kafayı yedirtiyor. “Tanrı’ya şarkı söylemekten başka hiçbir şey istemedim. Bana bu arzuyu verdi… sonra da beni dilsiz yaptı. Neden? Bunu bana açıkla. Eğer müzikle O’nu yüceltmemi istemiyorduysa, neden içime bu arzuyu – aynı bedenimdeki bir şehvet gibi – yerleştirip sonra da yeteneği benden esirgedi?” İşte filmin en dramatik noktası da burası: Salieri’nin bir sanatçı olarak kendisine ve müziğe ihaneti. Kıskançlığı yüzünden Mozart’ın yoluna taş koymaya başlıyor Salieri, kendisini onun yaptığı müziğe kapılmaktan alıkoyamasa da. “(Don Giovanni operasının) Viyana’da yalnızca beş kez sahnelenmesini sağladım. Ama her birine gittim.” Ve Salieri ancak Mozart’ın ölüm döşeğinin yanında, ellerinde yarım kalmiş Requiem’in notalarıyla beklerken ne yaptığını; aslında sadece ona güvenen bir meslektaşına değil, müziğin kendisine de ihanet ettiğini, bestelenmiş en büyük eserin yarım kalmasına sebep olduğunu fark ediyor.
Amadeus’un hoşuma giden yanlarından birisi de müziğin kullanım tarzı oldu. Filmin müzikleri tamamen Mozart’ın parçalarından oluşuyor. Filmin bazı yerlerinde – özellikle de Director’s Cut versiyonunu izliyorsanız – aralıksız iki-üç dakika müzik dinlediğiniz oluyor, ki bu da eğer ki klasik müzikten hoşlanan biriyseniz filmin etkileyiciliğine katkı sağlayan bir şey bana göre.
Sadede gelecek olursak, Amadeus eğlenceli ve etkileyici bir film. Klasik müzikten hoşlanın hoşlanmayın, herkese öneririm. Aman sadece sohbetlerde Mozart’ın hayatı hakkında konuşurken – sohbet nasıl o noktaya gelir bilmiyorum ama – bu filmi baz almayın.
7+/10
0 notes
frpsever · 22 days ago
Text
School of Rock (2003) İnceleme
Bazen bir film izlersin ya sevgili okuyucu, daha izlerken anlarsın onun senin için özel bir film olacağını, gelecek yıllarda tekrar tekrar izleyeceğini. O film benim için her zaman orijinal Blade Runner olmuştu, ve şimdi School of Rock’ı izlerken Blade Runner’ı ilk izlediğimde hissettiklerimi hissettim. Filmin ilk dakikasından kalbimden vuruldum ben sayın okuyucu, bu aptal çocuk filmine karşı duyduğum sevgiyi açıklamanın başka bir yolu yok çünkü.
Jack Black (veya filmdeki adıyla Dewey Finn, ama… Jack Black işte, kendimizi kandırmaya gerek yok) aşırı hareketleri ve utanç verici derecedeki tutkusu yüzünden kendi kurduğu gruptan atılır ve yıllardır sömürdüğü yedek öğretmenlik yapan ev arkadaşı yeni kız arkadaşının ısrarıyla ondan uzun zamandan sonra ilk kez ev kirası istemeye başlar. Evden atılmadan önce hemen para bulması gereken Jack Black, bazı tesadüfler sonucu kendisini para için ev arkadaşının işini taklit ederken bulur. Normalde sadece kirasını ödeyebilmek için girdiği bu dalavere sırasında öğrettiği çocukların müzik konusunda ne kadar yetenekli olduklarını gördüğünde onları rock müziğin harikalarıyla tanıştırmaya karar verir ve okulun müdiresinden gizli olarak sınıfında bir rock grubu kurar.
School of Rock böyle bir çocuk filminden bekleyeceğiniz bütün klişelere sahip aslında. Öğrencilerinin bakış açısını alışılmamış tekniklerle genişleten bir öğretmen, süper yetenekli yoğrulmayı bekleyen öğrenciler, filmin başında ana konudan nefret ettikleri halde sonunda çocuklarının “kendileri olmalarına” izin vermeleri gerektiğini anlayan ebeveynler… Ama bu film bütün bu üst üste yığılmış klişelere rağmen tam olarak bir çocuk filmi değil. Bu film, diğerleri gibi değil. Çünkü School of Rock rock’la yoğrulmuş dostum! Ben hayatımda bu kadar tutkulu, bu kadar ruha sahip başka bir film izlemedim. Filmin takıntı seviyesinde bir sevdanın üzerine kurulu olduğu o kadar belli ki. Hatta filmin bütün konusu bu sevda ve onu gelecek nesillere geçirmeye çalışmak üzerine kurulu. Eğer ki daha önce Nevermind’ı dinlediyseniz, oynatma listenizde bir-iki tane AC DC şarkısı olsa bile bu filmin içinizde bir ateş yakacağını size garantileyebilirim.
Sadede gelecek olursak; School of Rock 90’ların rock kültüründe kızartılmış, inanılmaz eğlenceli bir komedi filmi. Piyasada buna benzer bir film daha yok – eğer ki yine Jack Black’in yaptığı Tenacious D filmini saymazsak.
6+/10
0 notes
frpsever · 23 days ago
Text
Never Mind the Bollocks, Here Comes the Sex Pistols (1977) İnceleme
Never Mind the Bollocks, Here Comes the Sex Pistols; birbirinin karbon kopyası şarkı iskeletleri, akılda kalıcı olmayan riffler, çoğunlukla tek bir motifin tekrarlanmasından oluşan basit ilginçlikten uzak sololar... Ama bir Sex Pistols incelemesi böyle mi yazılır? Sallamışım riffini, sikmişim gitarını. Buraya senin burnu büyük, ibnece eleştirilerini dinlemeye gelmedik dostum! Rahatla biraz, çıkar şu sopayı götünden. Al gitarını eline, başla bağırmaya ve kaldır orta parmağını Şatodaki Adam'a! 8/10
0 notes
frpsever · 23 days ago
Text
Hoosiers (1986) İnceleme
Hoosiers, bir basketbol filmi. Hakkında söylenecek çok bir şey yok. Hollywood’un yıllardır sittin kez kez kullandığı bir formülün çocuklarından birisi. Doğrusunu söylemek gerekirse, tek öne çıkan yanları ilginç yönetmenlik seçimleri ve Gene Hackman.
Film, eskiden kolej takımlarına koçluk yapan Norman Dale’in (Gene Hackman) Allah’ın unuttuğu bir kasabaya (adı Hickytown olan bir yer başka nasıl olabilirdi ki zaten?) girmesiyle açılıyor. 10 yıl süren başarılı bir koçluk kariyerinden sonra ne olduğunu bilmediğimiz bir olay yüzünden koçluğu bırakıp 12 yıl donanmada çalışan Norman için bu lise takımına koçluk işi onun son şansı.
Filmin kurgusu her zaman açık olmasa ve bazı şeyleri film içinde tutarlılığa sahip olduğundan değil de klişeye uygun olduğu için kabullenmemizi istiyormuş gibi hissettirse de bu film bir Hollywood çöpü değil. Evet, nereden geldiği belli olmayan bir aşk hikayesine ve gereksiz diyaloglara sahip, ancak aynı zamanda içinde yaratıcı kamera açıları, güzel müzikler ve Gene Hackman da var. İzlerken filmin her saniyesinin bana basketbol kursuna gittiğim o lanetli birkaç ayı hatırlattığını da göz önüne alırsak, bu filmin en azından lise basketbolunu derinden anlayan ve buna tutku besleyen birisi tarafından çekildiğini söyleyebilirim. Film bir basketbol takımını hiç romantize etmeden, olduğu gibi anlatıyor. Oyunculara baktığınızda “evet” diyorsunuz, “benim basketbol takımımda da bu tipler vardı” veya “evet, benim koçum da bu durumda böyle davranırdı”.
İşin özü; Hoosiers anlattığı hikayeyi romantize etmeden, içine kahramanlar yerleştirmeden, ama yine de işin iyi-hissettirme yanını da savsaklamadan eğlenceli bir basketbol hikayesi anlatmış. Sadece Gene Hackman’ın histerik gülüşünü görmek için bile izlenir.
6+/10
0 notes
frpsever · 26 days ago
Text
The Wall (1979) İnceleme
The Wall'dan kimseye bahsetmeye gerek yok. Kör nineden sağır sultana herkes zaten bu albümün ne kadar yenilikçi ve zorlayıcı bir başyapıt olduğunu biliyor. Baştan sona dinlendiğinde sizi transa sokup bir daha uyanmama tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığını da biliyorlar. Bu albümü dinlemek LSD kullanmaya en yakın şey olsa gerek.
The Wall bir konsept albümü, ve aynı klasik dönemdeki "opuslar" gibi albüm içinde tekrar tekrar kullanılan materyaller (konular, sözler, melodiler) var. Ve ne materyaller ama! Bir kez kulağınıza girdi mi beyninizden manuel olarak söküp atmanızı gerektiren melodiler, gerçek bir liriksel deha, zor ve efsanevi vokaller, kalbinize işleyen sololar, kimi zaman tüyler ürpertici kimi zamansa canlandıran gitar ve hepsinin arkasında mucizevi bateri işi... The Wall bir progresif rock albümünün olması gereken her şey ve daha fazlası. Genç, yaşlı, sağır, kör, herkesin hayatlarında en az bir kez bu mucizeyi dinlemeleri lazım.
0 notes
frpsever · 26 days ago
Text
Watchmen (2009) İnceleme
Watchmen güzel bir film, ve bunu tamamen sırtını yasladığı çizgi romana borçlu. Film tek başına ayakta duracak kalitede olmasa bile yazılmış en iyi çizgi romanlardan birisinin vasat üstü bir adaptasyonu olmayı başarmış, ve bu yetiyor da artıyor.
Film eski bir süper kahraman olan Komedyen’in katliyle başlıyor. Rusya ve Amerika’nın birbirine doğrulttukları silahların patlamak üzere olduğu anda, Başkan Nixon’ın altı yıl önce yayınladığı süper kahraman yasağı yüzünden dağılan maskeliler grubu Watchmen bu cinayeti araştırır ve arkasında bir “maskeli katili” olduğunu keşfederler. Cinayetin arkasında bıraktığı ipuçları grubun beklediğinden çok daha derine inmektedir.
Snyder’In bu film için tutkulu olduğu ve ana materyalin de hayranı olduğu belli. Her ne kadar Snyder bu filmin çekimleri sırasında onu orijinal çizgi romanın kalitesine taşıyacak kadar yetenekli ve tecrübeli değildiyse bile kendini slow motion ve abartılı ses efektleriyle dolu çizgi romanımsı dövüşlerde, kostüm tasarımlarında, çizgi romandan kopyalanan diyaloglarda belli ediyor bu tutku.
Ancak filmin her yerini saran bu tutku ve çizgi romana sadakat ona ağır hasarlar da veriyor ne yazık ki. Daha spesifik olacak olursam, Snydeer açık bir şekilde oyuncularını yeteneklerine göre değil, çizgi romandaki asıllarına ne kadar benzediklerine göre seçmiş. Bunda başarılı da olmuş, karakterler çizgi roman sayfalarından kesilip ekrana yapıştırılmış gibi duruyorlar. Ancak bunun karşılığı olarak da Rorschach (Jackie Earle Haley) dışındaki oyunculuklar vasat altı, hatta yer yer berbatlar ne yazık ki.
Filmi izlerken damarıma dokunan şeylerden birisi de müzikler oldu. Orijinal müziklerin tatsız ve kişiliksiz olmasını geçtim, filmin her yeri lisanslı müzik dolu yahu. Adam uymuş mu uymamış mı düşünmemiş, eline geleni atmış filmin içine.
Ama aslında şimdiye kadar anlattıklarımın – kötü oyunculuklar, eğlenceli dövüşler, yersiz müzikler – hiçbir anlamı yok. Bu filmin kotarması gereken tek bir şey vardı: ana karakterlerin kompleksliklerini yansıtabilmek. Sonuçta Rorschach’ın çarpık adalet duygusunun, Komedyen’in zararlı nihilistliğinin, Ozymandias’ın megalomanisinin doğru düzgün işlenmediği bir Watchmen filmine kimin ihtiyacı vardı ki? İşte Snyder’ın filmi bunu başarıyor. Bunun dışındaki her şey pastanın üzerindeki süslemeden ibaret yalnızca.
Sadede gelecek olursak, Watchmen güzel bir film. Alan Moore’un orijinal çizgi romanına sonuna kadar sadık. Ve eğlenceli.
8/10
0 notes
frpsever · 26 days ago
Text
Batman: The Killing Joke (1988) İnceleme
Batman'in en ikonik çizgi romanlarından birisidir Öldüren Şaka. Her ne kadar Alan Moore tarafından yıllar önce evlatlıktan atılmış olsa da çizgi roman camiasında hak edilmiş bir ağırlığı vardır. Efsanevi yazımı ve Brian Bollard'ın mucizevi çizgileriyle gerçek bir başyapıttır.
Öldüren Şaka'yı özel kılan şeylerden birisi, onun bir Batman'den çok bir Joker çizgi romanı olmasında yatıyor. Joker'in (çoğu kişinin çok da umursamadığı) geçmişini ve şuan sahip olduğu kişiliği çok derinlemesine anlatıyor bu çizgi roman. Onun deliliğinin korkunç derinliklerine göz atmamızı sağlıyor. 
Ancak bu çizgi romanın kalbinde, aslında bütün Batman hikayelerinin arkasında yatan o moral ikilem bulunuyor. Joker'in insanların aslında ne kadar kolay fıttırabildiğini, tek bir kötü günün onları sözde ideallerinden mahrum bıraktığını kanıtlamaya çalışması ve Jim Gordon ile Batman'in de bu mentaliteye karşı savaşmaya çalışmasını anlatıyor aslında bu hikaye. Bu kadar vurucu olmasının sebebi de bu.
Tabii burada müthiş çizimlerin, geçmiş ve şimdi arasındaki harika geçişlerin de hakkını yememek lazım. Öldüren Şaka olmaya çalıştığı şeyi - insanı sorgulamaya zorlayan vurucu ve rahatsız edici bir ikilem - ancak ve ancak bu çizimleri sayesinde kotarıyor.
Sonuç olarak basılmış en iyi Batman, hatta DC hikayelerinden birisidir The Killing Joke. Okumayan herkese kendilerini en yakın kitapçıya atıp bir tane ele geçirmelerini ehemmiyetle öneririm. 9/10
0 notes
frpsever · 27 days ago
Text
Mulholland Drive (2001) İnceleme
David Lynch, Mulholland Drive’la gerçek bir kabus yaratmış. Anlamsız sahneler, hiçbir yere varmayan hikayeler, aynı isme ve yüze sahip farklı karakterler… Bu film “çözülsün” diye yapılmış bir film değil. İzlerken bize anlamsız gelen ögeler filmin sonunda armonik bir şekilde bir araya gelmiyor. Bütün bunların arkasında bir gizem, hepsini birbirine bağlayan bir iplik varsa bile Lynch bunu seyircisinin bilmesini istemiyor.
Size filmin hikayesini anlatabilirim. Filmin açılışını özetleyebilir, ana karakterlerden bahsedebilirim. Ama bir oyuncunun birden fazla karakteri, birden fazla oyuncunun bir karakteri oynadığı; olayların değiştiği, sahnelerin yenilendiği bir filmde bunların hiçbir anlamı olmaz. O kadar ki filmin sonunda izlediğiniz şeyin tam olarak “ne” olduğunu çözemiyorsunuz.
Roger Ebert, kendi Mulholland Drive incelemesinde bu filmin “müzik gibi olduğunu, belli bir olay örgüsü kurmaktansa seyirciye bir şeyler hissettirmeyi amaçladığını” yazmıştı. Buna kesinlikle katılıyorum. Filmdeki hiçbir şeyin bir anlamı olmasa bile çok üst seviye bir film yapımcılığının ürünü olduğu çok belli çünkü. Bol bol kullandığı birinci kişi kamerası, sahnelere cuk oturan müzikler, üst seviye oyunculuklar… diğer yönetmenleri kıskandıracak bir yetenek ve emek var burada.
Mulholland Drive, rahmetli David Lynch’in hayal dünyasını yansıtan bir avantgard filmi. Çok kafa yormayın, arkanıza yaslanın ve filmin sahip olduğu becerinin ve ikonik sahnelerin tadını çıkarın.
9/10
0 notes
frpsever · 1 month ago
Text
Titanic (1997) İnceleme
Titanic bir fenomen. Yapılmış en popüler filmlerden birisi ve milyonlarca anne ve genç kızın en sevdiği film. Ne olduğunu bilmiyormuşuz gibi davranmama gerek yok. Hepimiz Rose’la Jack’in geminin güvertesindeki “uçma” sahnesini gördük, “kapıda iki kişilik yer vardı!” tartışmasını duyduk. Ancak bu filmi ilk kez baştan sona izlemiş birisi olarak hakkında söylemek istediklerim var.
Film, herhangi bir aşk filmi gibi açılıyor. Zengin kız fakir oğlanla tanışıyor, ve beraber kafese kapatılmış olan kızın asla tek başına yapamayacağı şeyler yapıp aşık oluyorlar. Film bu kısma kadar normal bir aşk hikayesinin sahip olmasını beklediğiniz eksilere sahip. Bunlara kötü diyaloglar, beceriksiz oyunculuklar ve inanılmaz yüzeysel bir sınıf ayrımı da dahil. Tabii duygu sömürüsü de cabası. Ancak bütün bunların altında filmin bu kısmı bütün tutkusu, heyecanı ve bencilliğiyle insanın içini ısıtan bir gençlik ruhuna sahip. Leonardo DiCaprio “Ben dünyanın kralıyım!” diye bağırdığında ister istemez gülümsüyor, Kate Winslet’le geminin içinde koşturup hizmetçilerin işlerini bozduklarında onlara kızamıyorsunuz.
Ancak tabii ki de bu filmi diğer aşk filmlerinden ayıran şey, Titanic’in başına gelen felaket. Titanic’in battığı son 30-40 dakika filmin başka hiçbir yerinde görülmeyen bir beceriye işaret ediyor. Gerginlik tavan yaparken geminin içinde filmin farklı yerlerinde gördüğümüz herkesin neler yaşadıklarını izliyoruz. Kimisi yatağında yaşlı eşine sarılarak boğulmayı beklerken, kimisi ölümü elinde brendiyle, olabilecek en centilmence şekilde karşılıyor. İnsanlar boğuluyor, eziliyor, vuruluyor, donuyor. Ve biz de bunları oturup garip bir dehşetle izliyoruz.
Bu film benim için yapılmamış. Ben her ne kadar diyalogların kötü olduğundan, oyunculukları beğenmediğimden dem vurarsam vurayım, bu film bunları önemsemeyecek bir kitle için yapılmış. Bunda bir sıkıntı yok, ama film bir aşk hikayesi olmasaydı ve Titanic’in batışını anlatmaya daha çok odaklansaydı bana göre çok daha iyi bir film olurdu. Ancak yine de bir pop kültür ikonu olduğu tartışılmaz.
8/10
0 notes
frpsever · 1 month ago
Text
Scott Pilgrim vs. The World (2010) İnceleme
Scott Pilgrim vs. The World stilistik bir film. Arcade oyunlarını andıran efektleri ve akıcı geçişleriyle, seyircinin gözlerini kırpmasına izin vermeyen süper hızlı akışıyla, arada sırada güldüren aptal şakalarıyla kendine özgü bir tarzı var. Bir ustalık eseri kesinlikle değil, ama en azından kendini diğer Hollywood çöplerinden ayırmayı başarıyor.
Bryan Lee O’Mailey’nin Scott Pilgrim adlı çizgi roman serisinin uyarlaması olan film, 23 yaşındaki Scott’ın (Michael Cera) bir liseliyle çıktığını öğrenmemizle başlıyor. Sonrasında Ramona Flowers’la (Mary Elizabeth Winstead) tanışıp ona aşık olan Scott, eski Uzak Doğu filmleri (veya bu film için daha geçerli olan eski arcade oyunları) tarzında kızı almak için Ramona’nın “yedi kötü eski-sevgilisiyle” savaşıp onları mizahşörlüğüyle yenmesi gerekiyor.
Film bir komedi filmi. Aksiyon hiçbir zaman izleyiciyi heyecanlandırmıyor, ancak izlerken sıkmıyor da. Espriler eğlenceli ve üzerine düşünülmüş. Doğrusunu söylemek gerekirse filmin içerdiği drama beni aksiyondan daha çok gerdi.
Scott Pilgrim iyi birisi değil. İşe yaramaz, bencil herifin önde gideni. Ancak film de zaten doğuştan iyi olan insanları değil, normal gençleri anlatmaya çalışıyor. Bazı sorunları var, bazı kötü kararlar verip insanları incitiyorlar, ama dediğim gibi, gençler. Bu yüzden ister istemez bu karakterlerin aptallıklarına göz yumuyorsunuz.
İşin sonunda, Scott Pilgrim eğlenceli bir film. Kendine özel bir stili ve komik şakaları var. Ancak daha fazlasını beklememeniz lazım.
6/10
0 notes
frpsever · 1 month ago
Text
Apocalypse Now (1979) İnceleme
Apocalypse Now – veya Türkiye’deki adıyla Kıyamet – nokta atışı isimlendirilmiş bir film. Bildiğimiz anlamda bir savaş filmi değil. Ne Saving Private Ryan ve All Quiet On The Western Front gibi savaşın acımasızlığını ve sahadaki askerlerin bahtsızlığını anlatıyor, ne de Black Hawk Down gibi savaşın ilerleyişine gerçekçi bir bakış sunuyor. Hayır, bu filmin amacı farklı.
Yüzbaşı Willard (Martin Sheen), Vietnam’da bir tur yapmış, sahadan ayrıldıktan sonra dışarıdaki dünyaya alışamamış bir gazidir. “Buradayken orada olmak istemiştim. Oradaykense tek düşünebildiğim ormana dönmekti.” Normal bir yaşama tekrardan alışamamış ve yumuşamaktan korkan Willard yeni bir görev için yanıp tutuşmaktadır. Aradığını bulur. Bir gün kapısına gelen askerler onu General Corman’ın (G. D. Spradlin) yanına sürüklerler. General Corman’ın onun için özel, “asla kayıtlara geçmeyecek” bir görevi vardır: Amerika’nın yetiştirdiği en iyi subaylardan birisi olan Albay Kurtz (Marlon Brando) çıldırmıştır, ve ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Apocalypse Now, bir savaş filminden ziyade çarpık bir yolculuk hikayesi – karakterlerimizi her bir metresiyle deliliğin daha derinlerine sürükleyen Nung Nehrinde bir yolculuk. Bu açıdan savaş; filmin ana konusundan çok, sadece bu deliliğe zemin hazırlayacak olan kaosun yaşanması için bir araçtan ibaret. Bu yüzden filmin çoğu kişiyi hayal kırıklığına uğratan garip, sürreal sonu bana göre filme cuk oturmuş.
Filmin mükemmellik sınırlarını zorlamasının asıl sebebi yönetmen koltuğunda oturan isim: Francis Ford Coppola. Coppola’nın altın döneminin sonunu belirten filmdeki her bir çekim, her bir sahne öyle bir ustalıkla kurgulanmış ki böyle bir dehanın önünde bulunmak bile izleyenin tüylerini diken diken ediyor. İkonik replikleri (“Sabahleyin napalm kokusuna bayılıyorum.”) ve sinema kültürünün mihenk taşı haline gelmiş sahneleriyle (bu filmden beri çıkan her Vietnam filminin bir Rise of the Valkyries sahnesi olması gibi) bu film, baştan sona bir şaheser.
Apocalypse Now, Coppola’nın efsanevi yönetmenliği ve inanılmaz oyunculuklarıyla gerçek bir başyapıt. İnsan psikolojisini böylesine ilginç bir şekilde ele alan nazır bir ürünle karşılaşınca bize seyirci olarak sadece ustaların önünde eğilmek düşer.
10/10
0 notes
frpsever · 1 month ago
Text
Kill Bill Vol. 2 (2004) İnceleme
Kill Bill Vol. 2; Vol. 1 ‘den daha yavaş, daha hikaye ağırlıklı, daha içten bir film. Diyaloglar daha anlamlı, dövüş sahneleri arasında daha uzun boşluklar var ve film, bu sefer seyirciye tiksinti ve dehşet dışında duygular hissettirmeyi amaçlıyor. Filmin karman çorman absürtlüğü yok olmamış, hala orada ancak biraz kısılmış ve oluşan boşluklar hikayeyle doldurulmuş. Bu açıdan – hala ondan çok daha absürt olsa da – biraz Pulp Fiction’a benzemiş.
Film, isminin Beatrix Kiddo olduğunu öğrendiğimiz ana karakterimiz The Bride’ın (Uma Thurman) intikamını izlemeye devam ediyor. Bir önceki filmde Vernita Green (Vivica Fox) ve O-Ren Ishii’yi (Lucy Liu) yendikten sonra sırada suikastçılığı çoktan bırakmış, bir striptiz kulübünde güvenlik olarak çalışan Budd (Michael Madsen), The Bride’dan ölümüne nefret eden tek gözlü Elle Driver (Daryl Hannah) ve tabii ki de, bütün kötülüklerin babası Bill (David Carradine) var. Film bütün bu karakterlere önceki filmde görmediğimiz bir detaylılıkla yaklaşıyor. Üstüne bir de daha önce orada olmayan bir ahlaki ikilem eklenince film gerçekten Kill Bill Vol. 1’in devam filminden beklenmeyecek bir hikaye yoğunluğu sunuyor.
Kill Bill hala aynı, bildiğimiz Kill Bill. Eğlenceli koreografiler hala yerli yerinde, her yerden fırlayan film göndermeleri hala izlerken insana gözlerini devirtiyor ve film hala absürtlüğüyle size kahkahalar attırıyor. Ancak bütün bunların üzerine bir hikaye örtüsü de örtülünce tadından yenmez bir filme dönüşüyor.
8+/10
0 notes
frpsever · 1 month ago
Text
Kill Bill Vol. 1 (2003) İnceleme
Kill Bill Vol. 1, son zamanlarda izlediğim en eğlenceli film. Ancak filmin amacı izleyiciyi eğlendirmek değil, aksine o sadece basit bir yan etki. Tarantino’nun bu filmdeki tek amacı kendisini tatmin etmek. Havalı veya ilginç olduğunu düşündüğü sahnelerin apar topar birleştirilmesiyle yapıldığı belli olan bir film. Tarantino bu filmine önceki filmlerinde (bu filmi izledikten sonra fark ettiğim gibi) sadece ipuçlarını gördüğümüz yaratıcılığını ve hayal gücünü bu sefer hiçbir sınır tanımadan boca etmiş. Üstüne bir de gidip filmi deste deste sinema göndermeleriyle doldurmuş. Bu da her ne kadar filmin istikrarlı bir amacı ve tonu olmasını engelliyorsa da, size aynı zamanda daha önce hiç görülmemiş bir Tarantino şöleni sunuyor. Yönetmenin şimdiye kadar izlediğim filmleri arasında onun kafasının içine bu kadar girebildiğim, tutku ve isteklerini bu kadar açığa vuran başka bir filmi yoktu. Ayak fetişinden dövüş sanatı filmlerine duyduğu tutkuya kadar bu film kanımca Tarantino’yu en iyi tanıtan film. Bu da filme sınırsız bir eğlence potansiyeli sağlıyor, çünkü Tarantino şimdiye kadar hiç görülmemiş ve bundan sonra da yüksek ihtimalle görülmeyecek eşsiz bir vizyona sahip. Bu yüzden film her ne kadar bir fikir çorbası olsa, ne anlatmak istediğini bilmese ve tonu ikide bir değişse de filmi keyifle izliyorsunuz. Çünkü bütün bu etmenlerin birleşmesinden ortaya çıkan garip ürünün istikrarlı olarak yapmayı başardığı tek bir şey var: o da seyirciyi eğlendirmek.
Kill Bill Vol. 1, ismini bilmediğimiz Black Mamba lakaplı hamile bir kadının (Uma Thurman) düğününün eskiden bir parçası olduğu Deadly Viper Assassination Squad (Ölümcül Kobra Suikast Timi) tarafından basılması ve oradaki herkesin öldürülmesiyle başlıyor. Sonrasındaysa The Bride (Gelin) ismini alan kadını 4 yıl sonra intikam peşinde koşarken görüyoruz. Bir sinek ısırığı sonrasında 4 yıldır içinde bulunduğu komadan uyanmış, felçli bacaklarını zihin gücüyle hareket etmeye zorlamış ve kendisini bu hale getiren DVAS ve onların başı Bill’e karşı intikam yemini etmiştir.
Film bu andan sonra 60 ve 70’lerde Uzak Doğu’da çekilen dövüş sanatı filmlerinin bir kolajı gibi ilerliyor. Eski çizgi filmlerdeki “Haftanın Canavarı” konsepti gibi birer birer kendisine yamuk yapanlardan intikamını alıyor The Bride. Tabii ondan önce bu tür filmlerde adet olduğu gibi en iyi demir ustasını bulmalı, onun nasıl “artık emekli olduğu” hakkındaki monoloğunu dinlemeli, son bir iş daha yapmaya ikna etmeli ve en sonunda emsali görülmemiş bir silah kazanmalıdır. Ancak bütün bunları doğru sırasıyla yaptıktan sonra ana karakterimiz karşısındaki 5 kötüye karşı olan savaşını başlatabilir.
Kill Bill Vol. 1, daha önce bir sürü eleştirmenin de dikkat çektiği gibi tamamen stilden oluşan altı boş bir film. Karakterler kartondan kesilmiş gibi tek boyutlu ve ruhsuzlar, olay örgüsü ise yaratılmış en klişe hikayeyi takip ediyor desek yeridir. Ancak bu filmin zaten ilginç karakterlere ve karmaşık bir hikayeye ihtiyacı yok. Bu filmin ihtiyacı olan tek şey dövüşülecek havalı düşmanlar ve bu düşmanlarla dövüşmek için bir bahane. Ve film bu kriterleri yerine getiriyor. İnanılmaz eğlenceli kareografileri ve kan gölü dövüşleriyle; klişe diyalogları, aptal ses efektleri ve ikide bir araya giren slow motion – siyah/beyaz çekimleriyle film yapmak istediği şeyi mükemmel bir şekilde başarıyor.
Bazen mide bulandıran, bazen kan donduran, çoğunlukla da kahkaha attıran bir film Kill Bill Vol 1. Absürt, dengesiz ve dibine kadar eğlenceli. Vol 2’yi izlemek için sabırsızlanıyorum.
8/10
0 notes
frpsever · 1 month ago
Text
Il Gattopardo (1963) İnceleme
Il Gattopardo – veya İngilizcedeki adıyla The Leopard – aynı bir Yeats şiiri gibi: sessiz, derin ve hüzünlü. Garibaldi devriminin ana karadan Sicilya’ya sıçramasıyla çöken aristokrasinin vücut bulmuş hali Burt Lancaster’ın oynadığı Sicilya Prensi Don Fabrizio Corbera. Yönetmek ve emir vermek için doğmuş bir adamın elinden gücün alınmasının trajedisini anlatıyor Visconti’nin filmi. Ve prens bu değişimleri temsil ettiği aristokrasinin bütün ağır başlılığı ve nezaketiyle karşılıyor, İtalya’nın iyiliği için. Boyun eğiyor, normalde yanlarına yanaşmayacağı insanlarla aynı sofraya oturuyor, insanlara devrime oy vermelerini öğütlüyor. Çünkü hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekir. Ancak biz belki fikren aristokrasiye karşı olsak da, seyirci olarak böylesine saygın, gururlu ve güçlü bir adamın çöküp yerine açgözlü domuzların geçmesini derin, incelikli bir hüzünle seyrediyoruz. “Bizler leoparlar ve aslanlardık.” Diyor Prens filmin en önemli sahnelerinden birisinde. “Bizden sonra gelenlerse çakallar ve sırtlanlar olacak. Ve hepimiz, leoparlar, aslanlar, çakallar ve kuzular, her zaman toprağın özü olduğumuzu düşüneceğiz.”
Film aynı zamanda bizi bazı çıkarımlar yapmaya zorluyor: Sicilyalılar değişimi sevmezler. İlerlemek istemezler, yeni keşifler yapmazlar, özgürlük için savaşmazlar. Çünkü onlar zaten mükemmeldir. Tek istedikleri derin bir uykudur. Bir şeylerin değişmesi gerekmektedir, ancak hiçbir zaman değişmeyecektir. Prensin kendi sözleriyle anlatmak gerekirse: “Geçenlerde iki İngiliz subayı köşkümü ziyaret etmek için izin istediler. (…) Bana devrim hakkında ne düşündüğümü sordular. Onlara şöyle dedim: ‘Devrim bize medeniyet getirmek için geliyor. Ancak başarısız olacaklar. Çünkü bizler Tanrıyız.’ Anlatmaya çalıştığımı anladıklarını sanmıyorum.”
Şimdiye kadar anlattıklarımdan ve verdiğim örneklerden anlamış olduğunuz gibi filmin yazımı muazzam. Film sizi derinden etkileyen ve düşünmeye sevk eden diyaloglarla dolu.
Filmdeki oyunculuklar her ne kadar tiyatro geleneğinden kalma anilik ve keskinliği korusa da kaliteleri filmi izlemeyi bir zevk haline getiriyor. Zaten Visconti filmin çoğu yerinde kurguyu anlatma işini senaryoya değil oyunculara, onların jest ve mimiklerine bırakıyor. Bu oyunculuklar haşmetli ve göz kamaştırıcı mizansenle birleşince film tam bir görsel şölene dönüşüyor.
Filmi izlerken ilk dikkatimi çeken şey mükemmel müzikleri oldu. Birçok Fellini filminin ve Godfather serisinin de müziklerini yapan Nino Rota, bu filmde gerçek bir başyapıt yaratmış. 18.-19. yüzyıl klasik müziğini andıran besteler, aynı ana karakterimiz Prens gibi aristokrasinin sonunun geldiğini inkar edercesine şimdiye kadar bildikleri sistem etraflarında çökerken aristokrasinin haşmetini bağırıyor adeta. Filmin anlamına anlam katıyor.
Visconti’nin Il Gattopardo’su belli bir olayı anlatmaktansa Prensi günlük hayatında takip edip hem bize bu karakteri tanıtıyor, hem de bu karakterin güçten düşmesini yavaş yavaş, göndermelerle, incelikli bir şekilde anlatıyor. Sahneler de bunu desteklercesine biz kendimizi filmin dünyasına tamamen çekilmiş hissedene kadar uzayıp gidiyor, ancak bizi kıskıvrak yakaladıktan sonra asıl anlatmak istedikleri noktalara değiniyorlar. Temeli sıkı bir şekilde eski sinemacılık geleneğine dayanan film, bu geleneğin getirdiği teknikleri sonuna kadar kullanıyor, onlarla anlatılabilecek en iyi hikayeyi anlatıyor sanki.
9/10
0 notes
frpsever · 1 month ago
Text
A Beautiful Mind (2001) İnceleme
A Beautiful Mind, Nobel ödülü sahibi ünlü matematikçi John Nash’in (Russell Crowe) hayatını anlatıyor. Onun üniversite yıllarından başlayan film 1994’te Nobel ödülünü kazandığı ana kadar Nash’i takip ediyor.
John Nash’i hayatında bir sürü farklı evre ve badireden geçmiş birisi. Film de anlattığı bu 47 yıl içerisinde John Nash ismini taşımış karakterleri konu alıyor, kurgusunu bu karakterler üzerine kuruyor. Kendisini ilk olarak herkese üstten bakan ama aynı zamanda özgüvensiz ve “orijinal bir fikir” üretmeyle takıntılı genç bir üniversite öğrencisi olarak görüyoruz ekranda. Sonrasında karşımıza aradığı orijinal fikri bulup özgüvenini geri kazanmış evli bir MIT profesörü ve en son da Rus ajanları tarafından kovalanan bir kod kırıcı olarak çıkıyor karşımıza John Nash.
Filmin ortalarında onu bambaşka bir boyuta taşıyan bir ters köşe yaşanıyor. Bu her ne kadar John Nash’in hayatını bilenler için bir sürpriz teşkil etmese de film bu duruma bir gizem olarak yaklaşıyor, ben de buna saygı duyup ne olduğunu söylemeyeceğim. Ama bir A Beautiful Mind incelemesinde o ters köşeden hiç olmazsa üstü kapalı bir şekilde bile bahsetmemek incelemeyi eksik bırakmak olurdu.
Ancak film her ne kadar etkileyici olsa da bazı kusurları mevcut ne yazık ki. Benim ilk dikkatimi çekeni diyalogların incelikten yoksun olması olmuştu. Herkes her düşündüğünü ve hissettiğini izleyiciye hakaret edermişçesine bodoslama bir şekilde söylüyor.
Beni rahatsız eden ikinci bir şey de Russell Crowe’un verdiği kaliteli performans haricindeki oyunculukların biraz sönük, altlarının biraz boş kalması oldu. Yukarıda bahsettiğim kalitesiz diyaloglarla birleşince çoğu karakter yavan hissettiriyor.
A Beautiful Mind hataları olan ancak yine de etkileyici bir film. İzledikten sonra John Nash’e ayrı bir saygı duyacaksınız.
7/10
0 notes