Ege Üniversitesi Gazetecilik bölümü mezunu. Hayatı mesele olarak değil mesela olarak yaşamayı tercih edenlerden. Okuyarak susup, yazarak konuşuyor. İzleyerek anlayıp dinleyerek anlatıyor. Edebiyat, sosyoloji, sosyal medya, felsefe, popüler kültür, fotoğrafçılık, sinema ve müzik temel ilgi alanları. Snapchat: gurcanozturk
Don't wanna be here? Send us removal request.
Note
geri gel.
Aslında hep buradayım. İzliyorum yazdıklarınızı, paylaştıklarınızı. Sadece burası benim ilk üye olduğum zamankinden çok başka bir şeye dönüştü, o yüzden paylaşımda bulunmuyorum. Postlarımın saçmalıklar arasında kaybolmadığı ve görece kaliteli medium.com da yazıyorum 2 yıldır. İsmimi aratarak ulaşabilirsiniz. Sevgiler.
6 notes
·
View notes
Photo

🎼 Göksel-Bin Parça (Cezayir Sokağı Beyoğlu)
1 note
·
View note
Photo

Beş çayına bana gelsenize. Çikolata da var. 🍫
3 notes
·
View notes
Audio
1 note
·
View note
Text
Aşk medyaya,medya insana,insan aşka…

Aşk engel tanımaz mı ? Bence aşk başlı başına kendisi bir engeller bütünü, hem de o engelleri bünyesinde üretip özenle yetiştiren ve nihayetinde büyük bir patlama eşliğinde yine kendi varlığını, yine insanın varlığını sona erdiren üstelik bunu yaparken en güçlü patlayıcı olarak da medyayı kullanan. Yazının amacı ortaya çıktığına göre lafı uzatmadan konuya dalıyorum iyi eğlenceler…
Efendim dünyanın kimyası en karışık duygusu hemen herkesin başının püsküllü belası, şanslı bir azınlığın ise tatlı rüyası “aşk” aramakla bulunmayan, kendisini genelde zembille takdim eden, bizden biriymiş görünümünde içimize sızan, yavaş ve emin işleyen, düzeneği bir türlü çözümlenemeyen ‘’aşk, aşk ,aşk her yanımız aşk! Mutlaka dikkatinizi çekmiştir aşkla ilgili verilen mesaj neden hep mutlu aşk yoktur sevenler ateşe yürür bile biledir düşündünüz mü ? Belki düşündünüz ,belki de böyle gelmiş böyle gidercilik içindesiniz. Her neyse ben düşünenler için bir kez daha üstünden geçtim, düşünmeyenler içinse ucuz bir lamba yakmaya çalıştım. Yazıda beyan edilen fikirler tamamen şahsıma aittir ,tartışmaya sonuna dek açıktır, ispat ve doğruluk kaygısı yoktur.

Siz hiç kusursuz aşk, muhteşem sevgi, harika evlilik, doğru kişi konulu bir film izlediniz mi? bir kitap okudunuz mu? bir müzik çalındı mı kulağınıza? Çoğunuzun cevabını duyar gibiyim ‘EVET’ haklısınız ama konu ve tema ayrımını bize süslü püslü şekerler olarak sundukları ve aradaki ince sınırı unutturdukları konusunda da ben haklıyım. Zira içinde onlarca çelişki barındıran bu konular medyanın birbirine ittire ittire hatta çivileye çivileye paket sunum mantığıyla bize yedirdiği bizim de iştahımızın önüne geçemediğimiz mevzular bütününün sadece karadan görünen kısmını oluşturuyor. Daha anlaşılır olayım sorunlu aşklar, yasak ilişkiler, ihanetler, entrikalar, imkansız sevgiler, kendine sorun çıkaran sevdalar gözümüzde ilahlaştırılıyor. Farkında olmadan gündelik rutinimizin bir parçası olan bu mesajlar bir süre sonra ihtiyaca dönüşüyor ve çatışma ana öğünlerden biri oluveriyor. Konudan saptığımı düşünmeyin tam da kendine sorun çıkaran aşklar üzerinden, kendine sorun çıkaran hayatlar anlatmak istediğim, tam da sorunlu bir medya motorunun zehirli gazlarının sebep olduğu körlük dile getirmek istediğim….

Pek çok dizi ve filmde aşk merkeze alınıyor merkezden çevreye doğru ilerleyen bu aşk mutlaka o çevrenin bir yerinde takılıp düşüyor, canı yanıyor, kanıyor ve biz onu izleyen kendisini ilahi güç sanan gözler üzerine yaş boşaltıyor, böylece hedef tam on ikiden vuruluyor imkansız aşk yeşeriyor, büyüyor bizim kontrolümüzle alakası olmayan imgeler ve simgeler bizim kontrolümüz altındaymış hissine sığınarak gerçekliğimize ustaca nüfuz ediyor. Kirleniyoruz, zehirleniyoruz, yavaş yavaş gönüllü köleler olarak kendi egemenliğimizin tutsaklığında ölüme gidiyoruz…
Kitaplar için de aynı döngü söz konusu aşkın büyüsü her devirde okuru sayfalar arasında uzun süre hapsetmeyi başarıyor, cümleler usulca dile geliyor, aşk perdesi kitabın son sayfasına dek açılmıyor, karakterlerin bir noktaları daima eksik bırakılıyor, olay ilerlerken yoldaki mayınlar okurun ruhunda parçalanıyor ,okur bundan zevk alıyor ,okur defalarca ölüyor ama neticede aşk ölümsüzleşiyor ,aşk destan yazıyor ,aşk kendi sorunlarıyla kişiyi siliyor görünmez kılıyor.

İşin müzik kısmı en net ve en keskin uç. Sesler hislere karışıyor, imkansız aşklar kendilerini anlatıyor. Sorunlar sorunlarımız oluyor ben duygusundan bizliğin güven veren çoğulluğuna geçiş oldu bittiye getiriliyor. Karakter dışarıda bırakılıp içeride birbirine giren bilinmeyenlerin arasına dalınıyor ve özel olunuyor. Sesin gücü, sözün dehası, a��kın ateşini yakıyor, yanıyor, yanıltıyor…
Şimdi tam bu noktada sormak istiyorum grup seksten iğrenenlerinizin yüzdesi nedir? Tahminimce bir haylidir? Efendim ben de dahil hepimiz yüzlerce kez grup seks yapıyoruz, üstelik çoğu zaman yüze bakmadan, şekli önemsemeden… ruh ve his zaten hak getire. Aşk adı altında yediğimiz şey aslında şeker değil, yediğimiz şeyin ne olduğunu biz çok iyi biliyoruz ,biliyoruz da görmemezlikten gelmeyi ,düzene aykırı durmayı kendimize bu hal karşısında yakıştıramıyoruz. Çünkü böyle kodlanmışız, böyle kodlamak da görevimiz. Medya ve insan ne kadar basit iki kelime, aşk ve insan daha derin ona göre, medya ve aşk? İnsan, aşk, medya… hepsi dar bir kafesin içinde yaşam mücadelesi veriyor ama o kafesin en geniş alanını medya kaplıyor, medya tiranlığının tahtında sağ kolu olarak aşkı işletiyor, biz insanlar ise soytarıları olarak onları eğlendiriyoruz. Üstelik her gün maharetlerimize bir yenisini ekleyerek.
>>Gürcan Öztürk
#aşk#love#aşk ve medya#love and media#revenge#arrow#books and love#music and love#cinema and love#gürcanöztürk
10 notes
·
View notes
Text
Konserde kanser olmama sanatı

Geçtiğimiz günlerde Jolly Joker’de gerçekleşen Feridun Düzağaç konserine katıldım ve şunu bir kez daha anladım ki ben konser adamı değilim. Eğer siz de benim gibi ota köke takılan obsesif psikopatlardansanız Jolly Joker’in bohem ve sıkış tepiş ortamına benzer yerlerdeki konserlerde havale geçirip krizlere girmeniz işten bile değil. İşte meraklısına sorunlusundan bir kaç konserde hayatta kalma tüyosu…
Öncelikle dar alanlarda kısa paslaşmaların uzmanı değilseniz Jolly Joker ve türevi yerlerden kaçının! Müptelası olmadığınız bir sanatçıysa hele hele, eşin dostun hatrını gönlünü kırın arkadaşlar, yoksa saatler boyunca siz kırım kırım kırılıp, kıvrım kıvrım kıvrılıyorsunuz. Zira ben kendi adıma tüm gece boyunca Feridun Düzağaç şarkılarından ziyade kafamın içinde dönüp duran şu dizelere kulak vermek zorunda kaldım “Büklüm büklüm sararıp soldum karda açan bir çiçek oldum dınınım dın dım dım” neden mi yaz ortasında karda açmak zorunda kaldım, çünkü ortamdaki müthiş kalabalığın sıcak atmosferini bastırmak için harıl hurul son seviyeye getirilen klimalar yüzünden bir müddet sonra içerisi Jolly Joker değil uğur derin dondurucuya dönüştü de ondan. Yani demem o ki hava sıcak ay nasıl olsa klima da var diyerek hoppidi hoppidi daldığınız mekanda yanınıza kalın bir şeyler almadıysanız donarak ölmeye mecbursunuz, ya da en hafifi benim gibi ertesi gün grip olur yataklara düşersiniz.

Mekan güzel, şarkıcı güzel, şarkılar ondan da güzel e kafam da güzel olsun her şey tam olsun diyorsanız durup düşünmeden güzelleşmeye karar vermeyin derim. Eğer cüzdanınız çok kabarık değilse gecenin sonunda hoş olmayan sürprizlerle karşı karşıya kalabilik ortamdan çirkinleşerek ayrılıp kendinizle ters düşebilirsiniz. Kalabalığın arasında dolaşıp duran ve bir şey içmek isteyen var mı hı hı şeklinde gayet masumane bir taktikle kanınıza giren mekan çalışanları sizi kanınızın son damlasını içmeden bırakmaz haberiniz olsun.
Kalablık demişken VİP biletiniz yoksa siz de herkes gibisiniz hoş geldiniz. Bilen bilir Jolly Joker değil tüneldir mekanın nam-ı diğeri, çünkü gerçekten bir tünelden arta kalır yanı yoktur hatta fazlası vardır: sahnesi, barı, sandalyeleri falan. Her neyse vip ayrıcalığınız yoksa bu tünele tıklım tıkış doluşmaya mecbursunuz. İtişmeler, ilişmeler, kakışmalar geçebilir miyimler, üstünüze birasını dökenler, yanı başınızda sevişmeye çalışan çiftler, alkış tutayım derken Osmanlı tokadının mayhoş tadını çehrenize tattıran kendinden geçikler ve en kabusu her hareketinizde hımmm ama olmaz, ama oraya oturulmuyor, şey pardon ordan ayağımızı çekersek… gibi hatırlatıcılarla yanınızda bitiveren Jolly Joker zebanileri. Neyin kafasında neyin güvenliği bukadar şeklinde cevap vermeye kalkışırsanız da emin olun yüzdeyüz haksız taraf siz çıkıyorsunuz.

Hadi bunlardan ustaca sıyrıldınız diyelim, hadi kendinize süper bir köşe bulup oturdunuz ve tam müzikal orgazmın doruk noktasına ulaştınız. Üzerinde oturduğunuz sandalyelerin rezervasyonlu sakinleri gelip sizi zevkin Everest tepesinden paldır küldür indirmediği sürece rahatsınız ve inanın bana bu süre Türkiye standartlarına göre bile çok kısa.
Tüm bunların sonunda konser bitip mekanı terk etme sırası geldiğinde kapıdan çıkarken Aaaa benim bi çantam vardı ya girişte onu benden almışlardı durun şunu geri alayım dediğinizde maalesef çantanızı geri almak pek de ucuz yollu olmuyor. İçeride cebinizde on lira kadar yedek para bırakmadıysanız çantanızı kapıdaki görevlilerin insafına bırakmışsınız demektir.
Oh be nihayet bitti evime gidiyorum oley demekle de kanser eden olaylar silsilesi henüz bitmemiş olabiliyor. En azından benim için bitmemişti. Şöyle ki mekandan çıkıp Nevizadenin arka sokaklarından tırmanırken Taksim gecelerinin ışıltılı karanlığından fırlayan bir travesti ordusu tüm özgüvenleriyle çevrenizi sarıp sizi günaha bulaştırmaya çalışabiliyor. Çevik bir süper mario edasıyla bu engeli de aştıktan sonra evle aranızdaki tek sorunun metro olduğunu hatırlayıp saatin de 01.35 olduğunu fark etmeden önce tabi. Sonrası taksi, sonrası gece tarifesi, sonrası müthiş bir yorgunluk ve kanser olmaya doğru yaklaştıran bir adım daha…
Gördüğünüz gibi çok cazip görünen bir konser pek de cazip olmayabiliyor. Tabi yukarıda değindiğim tüm noktaları takmayan salıvermişliğin krallığında hükümdarlık süren arkadaşlardansanız bilemeyeceğim. Ama benden tecrübeyle sabit en önemli tavsiye konsere giderken topla tüfekle, konsere giderken hele ki kapalı mekan konseriyse zırhla gidiniz.
>>Gürcan Öztürk

8 notes
·
View notes
Audio
0 notes
Text
Yaralarına şükreden bir adam: Miles Teller

Whiplash’te canlandırdığı Andrew karakteriyle yıldızı perçinlenen ABD’li oyuncu Miles Teller’ın oyunculuk uğruna bir arabanın camından fırlayarak ölümden kıl payı kurtulduğunu biliyor muydunuz? Yoksa bu sahne size çok mu tanıdık geldi? Filmde müziği uğruna her şeyi göze alan Andrew ile gerçek yaşamdaki Miles arasında pek de fark yok aslında. Hollywood her ne kadar ona üvey evlat muamelesi yapsa da Teller ‘şanslı yaralarım’ dediği izleriyle önlenemez bir yükseliş fırtınasında kuma çamura aldırmadan emin adımlarla ilerliyor.

Dünyanın yeni yeni aşina olmaya başladığı yüzlerden Miles Teller’ı pek çoğumuz Whiplash filmiyle tanımış olsak da kariyeri çok daha öncelere dayanıyor. Whiplash’le başta Sundance Film Festivali olmak üzere pekçok festivalden elleri dolu dolu dönen Teller, The Spectacular Now’da Shailene Woodley’nin yanındaki çocuk. Divergent serisindeTheo James’in gölgesindeki Peter karakteri ve That Awkward Moment’da Zac Efron’un yanında gördüğümüz hareketli kişilikten başkası değil. Teller’ın şanssızlığı, ya da şansı hep tanınmış isimlerin yanındaki ikinci rol olarak izleyicinin aklında yer etmesi. Whiplas’te sergilediği kusursuz performansa rağmen biz onu J.K. Simmons’ın öğrencisi olarak bildik, öyle belledik. İşte Miles’da bu durumdan oldukça sıkılmış olmalı ki sonunda Hollywood yapımı dev bütçeli işlere göz kırpmaya başladı. Kendisini 7 Ağustos’ta vizyona girecek olan yeni Fantastik Dörtlü serisinin ilk filminde başrolde izleyeceğiz. Bakalım Teller Bay Fantastik olduktan sonra hak ettiğine inandığı gerçek değeri görebilecek mi? İşte filmden önce Miles’la ilgili birkaç ilginç detay…

20 Şubat 1987 Downingtown, Pennsylvania doğumlu. Soyuna sopuna bakıldığında Teller karma genlerin ürünü olma özelliği gösteriyor. Kendisi ise bu durumdan oldukça memnun, çünkü farklı coğrafyalardan farklı izler taşıdığına inanıyor. Dedesi koyu bir Rus Yahudisi, anne ve baba tarafından gelen karizmasını da Fransızlığına bağlıyor. Henüz bitmedi, bir tutam Lehlik, çok sevdiği İngiliz yanı ve damarlarında dolaşan İrlandalı kanı ile tam anlamıyla bir medeniyetler beşiği Teller. Soğuk karizmatik tavrının arkasında renkli bir ruhu hapsediyor, nedenini ise‘İnsanlara kolay güvenememek’ olarak açıklıyor. Anlayacağınız Teller içini kolay kolay açmıyor. Babasının işi dolayısıyla çocukluğu boyunca sürekli şehir değiştiren yakışıklı aktör değişen şehirlerle birlikte, değişen okullar ve insanlar sayesinde hayatı öğrendiğini söylüyor.

New York Üniversitesi mezunu olan Miles aynı dönemde eğitim gördüğü sanat okullarında aldığı drama, yaratıcı oyunculuk, karakter çıkarma gibi dersler sayesinde kendisini erken yaşlarda oyunculuğa hazır hale getirmeyi başaran azimli bir adam. Teller çıkış filmi olarak kabul ettiği Nicole Kidman ve Aaron Eckhart’lı Rabbit Hole’un ardından sinema sektöründe sessizce ilerleyerek sağlam adımlarla bugüne ulaşmayı başardı. Genç aktörün kariyeri için dönüm noktası olduğunu her fırsatta yinelediği Whiplash’te başrolü kapmasındaki en önemli etkenler ise; dans ve müziğe olan ilgisinin profesyonel boyutlarda başarılı bir izlek çizmesinden kaynaklı. Rolü için feda ettiklerini hayatı için feda ettiklerine benzeten Teller: ‘Benim şanslı yaralarım var, arkadaşlarımla eğlenmeye çıktığımız bir gecenin dönüşünde korkunç bir kaza geçirdim, öyle bir kaza ki herkes arabanın içinde bir şekilde sağlam kalmayı başarıp kendisine geldiğinde Miles nerede? diye dehşete düşmüş. Emniyet kemerim bağlı olmadığı için ön camdan fırlamışım. Yüzümde ve vücudumun belirli bölgelerinde pekçok cam kesiği izi var. Hayatın ne kadar hassas bir şey olduğunu anlamamı sağladı o kaza.’ diyor ve ekliyor‘Yara izlerimden hiç rahatsız olmadım aksine onlara sahip çıktım, o izler bana hayatımı, amaçlarımı ve onlar için feda ettiklerimi hatırlatıyor.’

İnceliklerin kıymetini bilen ender oyunculardan olan Miles Teller’ı Oscar’a uzanırken görür müyüz bilmem ama şimdiye dek yaptıkları ve yapacaklarına dair verdiği sözlerle gönlümüzün Oscar’ına talip gibi görünüyor. Bu genç ve yetenekli adamı takipte kalmakta fayda var çünkü muhatap olduğumuz şey donanımı her geçen gün hızla artan, içerisindeki ürün sayısı da bununla doğru orantılı büyüyen renkli ve bir o kadar da sradışı bir otomat.
KISA KISA
Oyunculuk derslerinin çoğunu usta aktör Anthony Hopkins’ten aldı
Geçirdiği kazanın ardından alkolden soğuyan Teller’ın şu an en çok tükettiği içecek yeşil elma suyu
Koyu bir Amerikan futbolu hayranı
İyi derece davul ve bas gitar çalıyor, dans konusunda ise iddialı
2017 yılına dek sözleşmesini imzaladığı 6 filmde rol alacak
Whiplash sayesinde servetine 3.3 milyon dolar ekledi
Formunu boks yaparak koruyor, bu sayede %19 olan vücut yağ oranını %6 ya düşürmeyi başarmış.
Ayrılmalarının ardından kız arkadaşının istemediği köpeği sahiplenmiş, bunun hayatının en doğru kararlarından biri olduğunu düşünüyor.
>>Gürcan Öztürk
NOTLAR:
Tüm görseller: Tomo Brejc
Ansiklopedik bilgiler için referans: wikipedia.org
8 notes
·
View notes
Text
Pop folk sevicilik

Bir müzik türü olarak pop folka giriş yapmadan önce bu yazının amacını belirtmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Pek çok kişinin 3.sınıf olarak niteleyip ötelediği (ki bu konuda pek de haksız sayılmadığı) balkanların vazgeçilmez tarzı pop folk’a namı diğer chalga’ya dair kendi tecrübemden hareketle küçükte olsa bir izlenim oluşturabilmek.
Özellikle Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Makedonya, Arnavutluk, Kıbrıs, Yunanistan, Slovenya ve son dönemde Türkiye üzerinde de etkilerini hissetmeye başladığımız bu müzik tarzı 80’lerin sonu 90’ların başı olarak tabir ettiğimiz bir geçiş döneminde gerçek anlamda doğup o günden bu güne büyüdü. Ben bir Bulgaristan göçmeni olarak kendi memleketimin üzerinden gidip bu tarza dair bildiklerimi ve sevdiğim müzisyenleri aktarmaya çalışacağım….
Adından da anlaşılacağı gibi pop tınılarının ve yerel melodilerle mikslenmesiyle meydana gelen pop folk şarkıları genellikle başlarda pop sonlarda yerel ezgiler şeklinde oluşturuluyor. Uzun oyun havalarının kısaltılmış versiyonları olarak da nitelendirilebilecek tarzın 90'lar boyunca folk ağırlıklı olan ilerleyişi 2000’lerin ortalarından itibaren yerini pop maskülen bir tarza teslim etti. Benim bu müziklerle tanışmam ise 2003 yılına tekamül eder. İşin tuhafı Bulgaristan da yaşadığım 9 yıllık süreçte kulağımı hiç çevirmediğim pop-folk şu an vazgeçilmez dinlencelerim arasında. Nasıl oldu bilmiyorum ama büyük kısmı hareketli ve kıpır kıpır, sözleri çok derin anlamlar ifade etmeyen, hemen hepsi birbirine benzeyen bu müziğin çıktıları keyifsiz zamanlarımın en tesirli lacı oluverdi.
Pop folk yada chalga şarkılarını dinleyen bir Türk’ün eminim ki aklına ilk olarak Serdar Ortaç ve Demet Akalın gelecektir. Gerçekten de bu tarza ülkemizde en yakın duran iki isim olarak gösterilmeleri tesadüf değil. Zira Serdar Ortaç geçtiğimiz yıllarda Bulgaristan'ın en büyük pop folk icracılarından Emanuela ile ‘’Pitam te Posledno’’ isimli şarkıda düet yaptı ve şarkının klibinde de topal Bulgarcasıyla arz-ı endam etmekten çekinmedi. Yine Son Dönemin parlayan isimlerinden Sinan Akçıl Bulgar pop folkunun başarılı isimlerinden Teodora ile bir düete imza attı. Şarkının tanıtımı için ikili Beyaz Show’a birlikte katıldı. Demet Akalın henüz sıca sıcağına pop folk sanatçılarından birisiyle temansta bulunmasa da pek çok şarkısı Bulgaristan’da coverlanarak bu tarza ne kadar uygun olduğu ispatlandı.

Serdar Ortaç ve Emanuela
Bu isimlerin dışında İsmail YK, Yıldız Tilbe, Mustafa Sandal, Gülşen ve Hande Yener gibi isimlerin parçaları pop folk’a en çok apartılanlar listesinde daima popülerliğini koruyor. Pop folk’u ana müzik tarzı olarak benimseyen ülkelerin en büyük özelliği ise birbirleri arasında müthiş bir pazar alışverişinde bulunmaları. Öyle ki Sırbistan da hit olan onlarca parçayı birkaç ay içinde Bulgarca olarak dinleme şansınız var. Aynı şekilde Yunanistan-Türkiye örneği verilebilir.
Şarkı sözlerindeki avamlığı ve uçuculuğu ise kapatmanın yolu oldukça basit: güzel kadın şarkıcı nüfusunun yüzdesi. Pop folk icracısı ülkelerin şarkıcılarının hemen hemen %95 ini kadınlar oluşturuyor ve bu kadınların hemen hemen aynı yüzdesi geçirdikleri estetik operasyonlar ve dış takviyeler sayesinde rüya görünümler sergiliyor. Bu durumla tuhaf şekilde handikap oluşturan mesele ise ses noktasında devreye giriyor. Seslerine de estetik yaptırmış olamayacaklarına göre bu müthiş sesli solistlerin neden estetiğe ihtiyaç duyduklarının tek açıklaması yukarıda değindiğim durum yüzünden mantıklı geliyor.
Tüm bunlardan hareketle ise şunu söyleyebilirim ki ülkemizde veya Avrupa'nın herhangi bir yerinde doğru parçalar ve doğru bir ekiple star olabilecek Preslava, Galena, Cvetelina Yaneva gibi pek çok isim ülkelerinde üçüncü sınıf pop folk solisti olmanın ötesine geçemiyor. Planeta Payner, Ara Music, Sunny Music, Grand Music gibi dev pop folk şirketleri ise sanatçılarını kendi pazarlarında müthiş bir şekilde sunarak hem göndericiyi hem de alıcıyı tatmin etmeyi başarıyor. Her yıl düzenledikleri yaz ,kış, ilkbahar ve sonbahar festivallerini o dönemlerde piyasaya sürülen karma albümlerde yer alan şarkılarla ele geçiriyorlar.
Evet pop folk’un en önemli özelliklerinden birisi de şirketlerin şarkıcılarına albüm çıkarma konusunda sergilediği cimrilik. Çoğu şarkıcı 2000’lerin ortasından bu yana yalnızca 1 yada 2 albüme imza atabildi. Dönemlik singlelar ve karma albümler için hazırladıkları parçalarla çarkı döndüren sektörde 90'lar ve 2000'lerin başından beri bu işi yapan sanatçılar albüm konusunda yeni çıkanlara nispeten daha şanslı. Bu isimlerin 3–4 yıl arayla da olsa yeni albüm çıkarma şansları varken pop folk karavanına sonradan eklemlenen şarkıcılara ise albüm konusunda maalesef şans tanınmıyor. Sektörün işleyişi bir anda parlayıp sönen mevsimlik şarkılar üzerine kurulu olduğundan ezici gücü de bu tarz parçalarda üstünlük sağlayan kitle oluşturuyor.

Planeta Payner şirketinin pop folk icra eden birkaç başarılı şarkıcısı
Tüm bu ön bilgilerin ardından artık pop folk dinlemeye hazır olduğunuzu düşünerek Bulgaristan pop folkunun önemli birkaç ismini ve mutlaka dinlemeniz gereken parçalarını size kısaca sunuyorum:
GLORIA

1973 Ruse doğumlu. 1994 yılından beri pop folk söylüyor. Balkan ülkelerinin en bilinenlerinde ilk sırada. Modern pop şarkıcısı ve pop folkun kurucusu ‘’Prima’’ gibi vasıflarla anılıyor. Bizdeki Süperstar Ajda Pekkan’la paralellik kurulabilir. 12 adet stüdyo albümü var. Son albümü Pateki’yi 2013 yılında çıkardı. Bu albüm Gloria için bir dönüm noktası çünkü tamamen folk şarkılardan oluşan ilk albümü olma özelliğini taşıyor. Başarılı sanatçı bu albümle sadece bir pop şarkıcısı olmadığını aynı zamanda güçlü bir folk yorumcusu olduğunu da albümün aldığı ödüllerle kanıtladı. Kadifeye benzetilen sesi ve meslektaşlarının icra ettiği klasik pop folk örneklerinden ayrılan şarkılarıyla Gloria bence bu işin en iyisi. Mutlaka dinlemeniz gereken şarkıları: Ako te nqma, ochakvane,obratno broene, do poslednata sulza, opiat
youtube
PRESLAVA

1984 Dobrich doğumlu 2004 yılında piyasa girdiğinde tiz sesi ve güçlü yorumuyla anında fark yaratmayı başardı. Ard arda 4 yıl boyunca yılın kadın sanatçısı ödülünü kucakladı. Dyavolsko Jelanie, rezhim neprilichna, nyamam pravo ve luja e gibi sayısız mutlaka dinlemeniz gereken hite imza attı. 6 Stüdyo albümü var son albümünü 2011 yılında yayınladı o günden beri yılda 3–4 adet çıkardığı single çalışmalarıyla piyasadaki liderliğini korumaya devam ediyor.
youtube
AZIS

Kuşkusuz ki pop folk müziğinin en sansasyonel isimi Azis. Giysileri, sesi, klipleri kısaca her şeyi olay haline gelen 1978 Sliven doğumlu eşcinsel şarkıcı tarzın tüm özelliklerini bünyesinde barındırıyor. Yıktığı tabuları adeta aksesuar olarak kullanıyor ve adından her daim söz ettirmeyi başarıyor. 1999 yılından bu güne yayınlanmış 10 stüdyo albümü var. Yırtıcı sesiyle fark yaratan Azis’in dinlemeden geçmemeniz gereken şarkıları arasında Obicham te, hop, Gloria ile düet yaptığı Ne sme bezgreshni ve Mikanos ilk sırayı çekiyor.
youtube
GALENA

1985 doğumlu şarkıcı son 5 yılın en üretken ve en başarılı isimlerinden. Bu yaz yayınladığı İngilizce single i Body Language ile Avrupa’ya açılan Galena pop folkun gelecek için umut vadeden isimlerinden. Tarzıyla modaya da öncülük eden güzel yıldızın diskografisinde 4 albüm yer alıyor. Mutlaka dinlemeniz gereken parçaları arasında ise Pak li, tiho mi pazi, Fiki ile düet yaptığı Koy ve dai mi var.
youtube
ANELIA

Müzik okulu mezunu ender pop folk şarkıcılarından Anelia tarzın güçlü temsilcilerinden. 2000’lerin başından beri pek çok hite imza atan 82 doğumlu yıldızın sonuncusu 2014 tarihli olmak üzere 8 adet yayınlanmış stüdyo albümü var. Dansları ve düzgün fiziğiyle dikkat çeken Anelia’dan Yako mi deistvash, pogledni me v ocite, İlian ile düet yaptığı ne iskah da te naraniah gibi şarkıları dinlemenizde fayda var.
youtube
IVANA

Pop folk şarkıcıları arasında geçirdiği estetik operasyonlarla en büyük değişimi yakalayan Ivana güçlü sesi, sağlam karakteri ve her biri hit olan şarkılarıyla Gloria’nın tahtını sallayan en kuvvetli isim. Doksanların sonunda piyasa giren 68 doğumlu usta şarkıcının yayınladığı 8 albümü de büyük satış grafikleri elde etti. Mutlaka dinlenmesi gereken şarkıları: Nazdrave, padni na kolene, stara ıstoria, shampansko i sulzi
>>Gürcan ÖZTÜRK

Planeta Payner şirketinin yıldızlarından bir kısmı daha
#planeta payner#planeta#ivana#gloria#preslava#azis#anelia#galena#music#bulgarian#bulgarianmusic#popfolk#pop#folk#bulgarianwomens#muzik
7 notes
·
View notes
Text
Çocuklarda toplumsal cinsiyet ve rol kavramı

Photo by: Piotr Owczarzak
Yapılan bilimsel araştırmalar ortaya koyuyor ki bugün cinsiyet ayrımcılığı ve bunun üzerinden yapılan toplumsal kodlamalar en çok 0–7 yaş arasındaki çocukları etkiliyor. Çevresini ve kendisini yeni tanımaya başladığı bu dönemde maruz kaldığı söylem ve eylemler çocuğun ilerleyen yaşlardaki psikolojik sağlığında derin izler bırakabiliyor.
Karşı cinsle olan iletişiminden, duygusal ilişkilerindeki tavrına, sosyal ortamda takındığı ruh haline, hatta iş hayatındaki başarısına dek uzanan geniş bir yelpazeye etki eden cinsiyet ve toplumsal kodların çocuğa doğru aktarılmasında ise öncelikli rol ailelere düşüyor.
Konuya ilişkin Memorial hastanesinden Uzman Doktor. Abdulkadir Özel yeni doğan çocuğun biyolojik bir cinsiyeti olmasına rağmen henüz toplumsal bir cinsiyete sahip olmadığını ancak çocuk büyürken toplumda çocuğun önüne cinsiyete uygun davranış modellerinin sunulduğuna aile, sosyal çevre, okul, arkadaş grupları ve medya’nın ise bu süreci hazırlayan beş temel etken olduğuna dikkat çekiyor. Bu sürecin koşullanma, öğretim, model alma, özdeşleşme gibi çeşitli öğrenme mekanizmaları ile işlediğine değinen Özel. Bu şekilde kişiye göre farklılıklar söz konusu olsa da toplumsal roller ve modellerin çocuk tarafından içselleştirildiğini söylüyor.
7 -11 yaş arası döneme dikkat!
Çocuklarda toplumsal cinsiyete ilişkin farkındalıklarının genellikle 7 yaş civarında gerçekleşmeye başladığını, çocuğun içinde bulunduğu kültüre ait toplumsal normları ve davranış biçimlerini anlayabilme kabiliyetinin ise 7–8 yaş civarında gelişme gösterdiğini, 8 yaşını geçtikten sonra seksin karmaşık mekaniğini anlayabileceğini fakat fizyolojik ayrıntısını ancak 11 yaşından itibaren algılayabileceğini dile getiren Uzman Doktor Abdulkadir Özel; ‘’Çocuk bu konudaki ilk izlenimlerini kendi ailesinde edinir. Ailede anne ve babanın rol paylaşımları ve birbirlerine davranış biçimlerini gözlemlerken toplumsal cinsiyet hakkında bir düşünce biçimi geliştirir.’’ Diyor.
Çocuğun aile içerisindeki etkileşimine bakarak kendisine ve bu yapıdaki rolüne ilişkin sorgulamalarda bulunduğu düşünülecek olursa, oldukça hassas bir konu olan cinsiyet ve toplumsal kodların birbirine domino etkisinde bulundukları sonucuna ulaşılabilir. Bir yerden meydana gelen ufak bir kırılma ya da sarsıntı ilerleyen zamanlarda beklenmedik bir şekilde çocuğu çıkmaza sokabilir.
Konunun bu boyutuna ilişkin ailelerin nelere dikkat etmesi gerektiğine ise Cinsel terapist Op. Dr. Gökçen Erdoğan şöyle yanıt veriyor : ‘’ Çocuklar kendi cinsel kimliklerinin farkına vardıktan sonra anne babanın dikkatli olması gerekiyor. Zaman zaman çocuğun yanında giysilerimizi değiştirebiliriz. Ancak bunu yaparken dikkat etmemiz gerekiyor. Mesela “Gözünü kapa” dememize gerek yok. Özellikle 5 yaşını geçtikten sonra annenin kızı, babanın erkeği yıkaması ve iç çamaşırıyla yıkaması gerekiyor. Çocukta utanma duygusunu aile geliştirir. Eğer aile cinsellik kötü bir şeymiş gibi davranırsa veya bu konuda tamamen sessiz kalırlarsa, çocuk kendi içinde bunun konuşulmayacak, kötü bir şey olduğu düşünür. Gizli gizli kendi bulmaya çalışır. Bu yolla da yanlış bilgiler edinebilir. Örneğin; cinsel organıyla oynayan çocuğa sık sık uyarıda bulunmak yerine, “hadi gel birlikte bir faaliyet yapalım” diyerek, çocuk fark etmeden ilgisini başka bir şeye odaklamak da daha yararlı olur. Dikkati dağıtmak burada önemli. Çocukların sağlıklı bir cinsel yaşam sürebilmeleri için, ailelerin onları doğru bilgiler ile yönlendirmeleri gerekiyor… Aileler her şeyi bilemez, bu nedenle uzmanların yazmış olduğu kitapları da okumalı ve yararlanmalılar.’’

Photo by: Katarina Grajcarikova
Kalıp yargılardan uzak durun!
Toplumsal kodların bölgeden bölgeye ve ülkeden ülkeye değişen bir yapı göstermesi bu değişkenliğin çocuklar noktasında da kendisini farklı şekillerde gösteriyor. Doğu kültürü içerisinde o bölgenin toplumsal değer ve kodlarını alan bir çocukla modern şehirli bir ailenin çocuğu aynı sınıfta bir araya geldiklerinde aralarındaki ilişki çoğu zaman ilginç boyutlara ulaşabiliyor. ‘’Benim babam senin babanı döver’’ ‘’Benim annem senin annenden akıllı’’ Benim annem çalışıyor seninki neden çalışmıyor? Aaaa sen hiç keçi görmedin mi? Ve dahası… çocukların kendilerine atfettikleri değer anne baba ve hemen ardından eşya üzerinden gerçekleştiği için özellikle okul döneminde ortaya çıkan bu kıyaslama odaklı ayrımcılığın önüne geçebilmek için Ailenin çocuğa farklıkları ve bunlardan doğan anlamlı bütünü uygun bir dille aktarıp okul öncesinde çocuğu toplumsal yaşama ilişkin hazırlaması gerekiyor.
İşin bir diğer boyutu olan klişe söylemler ise çocuğun hem toplumsal yapıya hem de cinsiyet kavramına ilişkin bakış açısını oluşturan bir diğer önemli etken olarak gösteriliyor. ‘’Şşştt sen kızsın saat kaç oldu çıkılmaz dışarı’’ ‘’Kız dediğinin çok erkek arkadaşı olmaz’’ ‘’Kız okumaz evde oturur annesine yardım eder’’ ‘’Göster amcalara pipini oğlum erkek görsünler’’ ‘’Erkek çocuk oyuncak bebekle oynamaz bırak onu elinden’’ ‘’Erkek dediğin kodum mu oturtur’’ Bu ve buna benzer pek çok söylem çocukta doğrudan bir cinsel kimlik ve toplumsal rol algısı oluşturmaya yönelik olduğundan uzmanlar tarafından oldukça tehlikeli söylemler olarak sınıflandırılıyor.
Her yaptığının doğru olduğuna inandığı annesi ya da babasından bu sözleri işittiğinde ise çocuk bu yönde kurulup kendisini bahsi geçen içeriklere göre kuruyor. Uzman Doktor Abdulkadir Özel bu noktada ailelere düşen işin önemini şu şekilde aktarıyor: Sosyal Öğrenme Kuramına göre ebeveynler ile çevre erkek ve kız çocuklara farklı davranır. Aynı zamanda çocuğa öğretilenler, sınırlar ve sunulanlar da bu düşünce biçimini destekler. “Erkekler bebekle oynamaz”, “kız gibi ağlamaz”, “hanım hanımcık ol” gibi söylemler ile erkeklere mavi, kızlara da sürekli pembe giydirilmesi durumlarını gören çocuk, davranışlarına sınır koymaya ve etrafını gördüğü şekilde algılamaya başlar.
Çocukların toplumsal cinsiyete ilişkin bu kalıp yargıları kabul etmeleri onların kendi varlıklarını ve diğer cinsiyeti algılama biçimlerini de etkiler. Bu algı biçimi arkadaşlık ilişkileri, evliliğe bakışı, meslek seçimini etkilemekte çocuğun hayatını yönlendirmesinde etkili olmaktadır. Basmakalıp yargıların etkisi altında kalan birey özgür seçimler yapamaz ve kendini rahat ifade edemez. Bu da bireyin kişisel başarısı ve hayat tatminini olumsuz yönde etkileyebilir. Erkek çocukların hayalini kurduğu meslekler benzerlikler taşır. Pilot, polis, astronot, futbolcu gibi meslek gruplarına özenen pek çok erkek çocuğu vardır.
Çünkü oynadıkları oyuncaklar ve onlara anlatılanlar onları bu şekilde yönlendirmektedir. Kız çocukları küçük yaşlardan itibaren bebek, ütü, ayna, tarak gibi oyuncak setleriyle oynarlar. Oyunları annelerinin günlük yaşamının simülasyonu gibidir. Kız çocukları ise bebekleriyle oynarken içselleştirdikleri annelik rolüne özenirler. Ortalama bir ailede kadınlığın ve erkekliğin temsili egemen ideolojiyi yansıttığı ve bu durum kitle iletişim araçlarıyla da desteklendiği için, giderek kız çocuğunun gözlediği kadınlık ve erkeklik temsili, ona doğal gelmeye başlar.

Photo by: Victor Jori
''Medya çocuklarda cinsiyet yanılgısına yol açıyor''
Günümüz toplumsal yapısında hayatımızın hemen hemen her alanını devralan medya ve beraberinde getirdiği sosyal medya araçlarının çocuğa cinsiyet ve rol kodlamadaki etkisi üzerinde görüşlerini aldığım iki uzman da aynı noktada birleşiyor: ‘’Sosyal medyaya kontrolsüz maruz kalan çocuklarda büyük cinsiyet yanılgıları ve rol karmaşaları meydana geliyor.’’
Televizyondaki toplumsal cinsiyet sunumlarını dikkate alan çocuklar, erkek ve kadın hakkında basma kalıp yargılardan anlam çıkarabiliyor. Çocukların en çok tercih ettiği program türü olarak bilinen çizgi filmler üzerine Thompson ve Zerbinos’ın yaptığı bir araştırmaya göre; çizgi filmlerde erkeklerin daha fazla temsil edildiği, öğretici çizgi filmlerde ise kadınların fazlasıyla kalıp yargılı davranışlar içinde oldukları ortaya çıkmıştır.
Bu bilgiler ışığında dünyada olduğu gibi Türkiye’de de medyanın iletişim kodlarının taşıdığı imajlar kadınının bağımlılığını ve ikincil konumunu pekiştiren geleneksel ideolojiye hizmet ettiği söylenebilir. Kızlar televizyon kanallarından içinde yaşadıkları dünyanın bir erkek dünyası olduğunu ve kendi bakış açılarını değiştirmek durumunda olduklarını öğreniyor. Reklam filmlerinde anne, genelde evde ya da mutfakta çocuklarıyla yakından ilgilenirken görülüyor.
Ayrıca kız çocuklarının üstlendiği roller erkeklere göre daha farklı gösteriliyor. Kız çocukları evcilik ya da bebekleriyle oynarken görülürken erkek çocukları top oynayan, işten gelen baba gibi rollerde sunuluyor. Reklam filmlerinde kalıp yargıların kullanılması çocukların cinsiyet rollerini öğrenmeleri açısından model oluşturması bakımından da önem taşıyor.
Bu nedenle reklamlarda kız ve erkek çocukların kalıp yargılardan uzak ve sadece çocuk olma özelliklerine yönelik konumlandırılmaları kalıp yargıların kırılması ya da en azından pekiştirilmemesi açısından gerekli.
Bu noktada ailelerin çocuklarının izledikleri programlara mutlaka müdahale ederek denetlemeleri çocuğun doğru bir cinsiyet algısı oluşturması ve toplumsal rolü hatasız kavrayabilmesi bakımından son derece gerekli.
''Çocuğum rol karmaşası yaşıyor ne yapacağım?''
Tüm süreçleri doğru izlediklerini söylemelerine karşın ailelerin yaşadığı en büyük problemin çocuğum rol karmaşası yaşıyor olabilir mi kaygısı olduğunu dile getiren Opr.Dr. Gökçen Erdoğan’a göre toplumsal cinsiyet ve rol kavramı hassas bir zincirin ince halkaları bir tanesi bile kaybedildiğinde süreç tıkanıyor ve ilerleyen zamanlarda mutlaka bir noktadan sorun kendini belli ediyor.

Photo by: Oleg Chudnovski
Ailelerin her şeyin farkında olmasının imkansız olduğunu söyleyen Erdoğan bu tarz durumların önüne geçebilmek için izlenmesi gereken yol haritasını ise şu şekilde çiziyor: ‘’ Küçük yaş döneminde anlatılanlar olabildiğince yalın olmalı. Çocuk büyüdükçe biraz daha detaya girilebilir.
Örneğin; çocuk, okul öncesi dönemde cinsel organının ne işe yaradığını sorduğunda: “Gözümüz görmeye, kulağımız duymaya, penis/vajina da çiş yapmaya yarar” denmesi yeterli bir cevap olacaktır. Cinsel eğitimin önemli noktalarından bir diğeri, cinsel organların vajina ve penis olduğunu söylemek, başka isimler takmamak. Çocuk kendi cinsel kimliğinin farkına varmaya başladığı andan itibaren yardıma ihtiyaç duyar. Örneğin erkek çocuk, kendini keşfettiğinde annesini görür. Ama kendinde, annesinde olmayan bir şey olduğunu fark eder. Kendinde var, annesinde neden yok diye düşünür. Aynı şekilde, kendinde olan şeyin kız arkadaşlarında olmadığını görünce de kafası karışır. Burada ailelerin devreye girip açıklama yapması önemlidir. Erkek çocuklar çok fazla anneleriyle bir arada olurlarsa, onu taklit etmeye kalkarlarsa ya da en yakın arkadaşları bir kızsa ve onun gibi davranmaya çalışırlarsa bir cinsel kimlik karmaşası yaşanabilir.
Çocuk gördükleri ve duyduklarından yola çıkarak, soru sormaya başladığında cinsel eğitimin de başlaması gerekir.Kız çocuklarının erkek oyuncaklarıyla oynaması ya da tersi bir durumun olması, rol karmaşası yaşandığı anlamına gelmez. Fakat bu durum uzun süreli olarak devam ederse, bu durum değerlendirilmeli ve uzmanlara danışılmalı.’’
>>Gürcan ÖZTÜRK
NOT: Bu yazım Bebeğimle Elele dergisinin Ağustos-Eylül 2014 sayısında yayınlanmıştır.
#edebiyat#elele#bebek#bebegimleelele#çocuk#child#children#çocukpsikolojisi#çocuklardarolvecinsiyet#rol#cinsiyet#toplumsal cinsiyet
8 notes
·
View notes
Text
Arkadaş mı, dost mu ?

Çağımız ilişkilerinin kanayan yaralarından “arkadaşlık/dostluk” geçmişten bugüne değişiyor, gelişiyor, ilerliyor, geriliyor özünde aynı kalmakla birlikte önemli ölçüde şeklini yeniliyor. Bugün modern kentli insanın en büyük şikayetlerinden biri halini alan sağlam bir dostluk kuramama sorunu üzerine kendi tecrübelerimden yola çıkarak bir kaç detaya değinmek istiyorum…
Öncelikle insan sayısı arttıkça seçenekler ve alternatifler bollaşıyor bununla birlikte de birinden vazgeçmek çok daha kolay bir hal alıyor. Kendimden örnek verecek olursam benim yürüttüğüm mantık açık açık şudur: “Aman giderse gitsin nasıl olsa yerinin dolması uzun sürmez.” Oldukça düz ve basit bir mantık öyle değil mi? Maalesef çoğu zaman işe yaramıyor özellikle de kayıp giden dost beraberinde onlarla hesap edilen yılları da götürdüyse.
Diğer bir nokta ise dost ve arkadaş kavramlarını birbirinden iyi ayırt etme hususunda devreye giriyor. Zira insanın dostu ihanet, kıskançlık, dedikodu ve benzeri gafletlere kolay kolay düşmüyor. Arkadaş ve dost ikilisini birer sac ayağı olarak düşünecek olursak birisi aşk birisi ise sevgiyi taşıyor buradan hareketle de geçicilik ve kalıcılık, sağlamlık ve zayıflık gibi durumları hangi ayağa yükleyeceğinizi sanırım açıklamama gerek yok.
Yeniden kendi gözlemlerime ve bugüne dek sürdürmekte olup sonlandırmış bulunduğum arkadaşlık ilişkilerimden hareket ettiğim durağa dönecek olduğumda ise gayet net bir biçimde dostum olan kişi sayısının üçü geçmeyeceğini söyleyebilirim. Belki yüzlerce arkadaşım, onlarca da iyi arkadaşım var evet ama dostluk benim için çok daha zor hak edilen ve herkese hemen bahşedilmemesi gereken bir sıfat!
Peki nedir bu dost arkadaş ayrımı, nedir dostu arkadaştan öteye atan derseniz kendimce bir kaç tik atmaya çalışayım:
Dost sizinle üzülür sizinle sevinir, arkadaş sadece sevinir
Arkadaş ne hissettiğinizi sorar, dost hissettiğiniz şeyleri bilir
Dostunuzla aranızda eşya, para, zaman, mekan hesabı yapmazsınız, arkadaşınızla daima alman usulü
Dostunuz bahane üretmez, arkadaşınız iki elini kandan çıkarır belki ama önce ellerini yıkamaya gider
Dostunuz sizden çekinir, arkadaşınız ise cahil cesaretinin en çok dalgalanan bayrağını sizin gökyüzünüzde sallandırır.
Dostunuzla aranızda mesafesini ve şeklini yalnızca dostluğunuzun belirleyebileceği görünmez sınırlar varıdır, arkadaşınızla ise sınırlarınızın durduğu yer başlangıç ve bitiş noktası hep bellidir.
Dostunuz muş gibi yapmaz, arkadaşınız miş gibi muş gibi ama şey olmaz bakarız ve daha pek çoğunu yapar.
Dost küçük ayrıntılara takılmaz düştüğünüzde çamurdan korkmaz, arkadaş genelde sizden önce düşmüş olur ve kendi çamurunu size bulaştırmak onun için eşit olduğunuz anlamına gelir.
Dostlarla sözler yoktur, arkadaşlarla anlaşmak için bazen paragraflardan vazgeçmek gerekir.
Dost kendisinden önce size güvenir bu bahsettiğim tikteki ben noktasını aşabilen arkadaş zaten çoktan dostunuz olmuş demektir.
Görüyorsunuz ya dostluk ve arkadaşlık oldukça hassas uçlarda duruyor. Oldukça kırılgan ve bir o kadar karmaşık. Zaten işi ilginç kılan da bu karmaşıklığın anlaşılamaması. Çoğu zaman arkadaşlıklarımız gümbürtüye gidiyor. İnsan nasıl arkadaş olduğunu kolay kolay anımsamaz ama nasıl dost olduğunu da asla unutmaz derler -haklılar, çünkü arkadaşlığı dostluğa eviren muhakkak önemli bir dönüm noktası yaşanıyor.
Tabi ki her arkadaş dost olacak her dost dost kalacak gibi kanunlar yok! Bu alan yazısız bir alan hatta çoğu zaman sözsüz. İki kişinini tamamen ruh ve kalp gücünden beslenip büyüyen, kaynağına göre eksilip azalan nefes alan canlı bir organizma bahsettiğimiz.
Bana dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim gibi derin anlamlar barındıran bir sözü de tam bunun üzerine açmak hatta kaplamak isterim, çünkü dost sizden bir parçadır onunla biz olunur ve bir müddet sonra yapılanlar bireysellikten çıkar. Toplum da kişiyi yanında en çok gördüğünün gölgesiyle onun aynadaki yansımasıyla değerlendirir. Yani dostlar birbirine karşılıklı etki eder, hem de oldukça güçlü bir etki. Arkadaşlık bunu başaramadığı için o kategoridedir ama yer değiştirme hakkı da her zaman kendi içinde gizlidir.
Yazının başında da belirttiğim gibi toplum değişiyor, gelişiyor bazı noktalardan sökülüyor ve dikildiğinde maalesef eskisi gibi sağlam kalamıyor. 80'ler 90'lar 2000'ler her on yılda bir hissedilir değişimlere maruz kalıyoruz, ilişkilerimiz de bunlardan payına düşeni alıyor. Bir on yıl sonra daha geride kalan yıllardan nasıl bahsedilir bilemiyorum ama bugünden sağlam temele oturtulan, özenle döşenip ince işçilikle işlenen ilişkilerin bu değişimler karşısında sadece kabuk yenileyeceğini, deri değiştireceğini çok iyi biliyorum.
Kalp eşini seçer, yolunu açar sözüne de tüm benliğimle inanıyorum çünkü şunu da biliyorum ki okumayı seven bir kalp sevmeyen bir kalple eşleşemez, eşleşse bile o birleşme tam anlamıyla oturmaz güdük, eksik bir şeyler kalır muhakkak ve düzeltilmeye çalışıldıkça kırılır kalpler, olmaz oldurulamaz. Aynı şekilde sosyal çevre, gelir düzeyi, eğitim seviyesi, kültürel birikim ve liste uzar gider… Kim ne derse desin kalp vasıflı ve vasıfsız olarak ayrılır, haliyle arkadaşlık ve dostluklar da… Güzel arkadaşlarınızın ömürlük dostlarınızın olması dileğimle….
>>Gürcan ÖZTÜRK
21 notes
·
View notes
Text
Klişeleri altüst eden bir dizi: The Fall

The Fall 2013 yapımı 300 dakika olarak tasarlanmış bir mini dizi, ancak o kadar büyük ilgi görüp beğenildi ki 6 bölümlük 2.sezon onayını final yapmaya hazırlanırken aldı. Ocak 2014’te çekimlerine başlanılması düşünülen dizinin 2. sezonu başrol oyuncuları Gillian Anderson ve Jamie Dornan’ın yoğun programları yüzünden şimdilik askıda. Yeni sezon çekilir mi çekilmez mi bilemem ama bu sıra dışı ve bir o kadar güzel polisiye-drama’nın kaçırmamanız gereken yapımlar arasında olduğunu size gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Önümüzdeki yıl beyazperdede canlandıracağı Christian Grey (Grinin Elli Tonu) rolüyle adından sıkça söz ettirecek olan Jamie Dornan’ın muhteşem oyunculuğuyla dudak ısırttığı The Fall tıpkı Dexter’da olduğu gibi izleyiciye katili sevdiren ve onun insan yönlerine eğilen yapımlardan.
İki çocuk babası iyi aile reisi ve toplumu için örnek oluşturabilecek vatandaş portresi çizen Paul Spector (Dornan) geceleri yan komşusu olan güçlü ve kariyer sahibi kadınları avlayan bir seri katil. Kuzey İrlanda’nın Başkenti Belfast’ta geçen hikayedeki otoriter ve sert mizaçlı dedektifimiz ise The X Files’in Dana Scully’si Gillian Anderson’dan başkası değil. Soğuk tavırları ve kendisine çektiği setlerle terör estiren dedektiflerden farklı bir mizaç sergileyen Anderson’un karakteri Stella Gibson, Belfast’ta meydana gelen kadın cinayetlerini çözmesi için davaya dışarıdan atanan bölgenin ve olayların yenisi rolünde. Halihazırda iki cinayetin üstüne gelen Stella olayı çözmeye çabalarken karizmatik katilimiz Paul ise cinayetlerine yenilerini eklemeye devam ederek olayları hem Stella hem de kendisi için daha da içinden çıkılmaz bir hale sokuyor.

Hikaye her ne kadar sıradan görünse de olaya girip çıkan tüm karakterlerin geçmişine dönüşler yaparak aktarıldığı için onların davranışlarına ilişkin yorum yapabiliyoruz. Örneğin Paul’u bu kadar severken Stella’yı itici bulmamızın nedeni tamamen ‘’aile’’ ve düzenli yaşama dayandırılan geçmişleriyle ilgili. Yine Paul için yaratılan mağdur edebiyatı her platformda olduğu gibi The Fall dizisinde de işe yarıyor ve izleyici Paul’a bir türlü kıyamıyor. Hatta birkaç yabancı forum sitesinde Paul'un yakalanmaması ya da öldürülmemesi için şimdiden senaristlere tonla mektup kampanyası başlatan bir kitle bile mevcut.
Diziyi ilginç kılan en önemli noktalardan birisi ilk bölümden itibaren katilin kimliğini açıklıyor oluşu. Polisiye dizilerde büyük bir risk olan katille beraber ilerleyen hikaye The Fall’un kuşkusuz en büyük kozları arasında.

Beş bölümden oluşan dizinin ilk sezonu Allan Cubitt’in ellerine emanet edilmiş. Ani çıkışları hemcinsi dizilere göre az ancak sağlam olan The Fall için Cubitt alternatifin de alternatifi tanımında bulunuyor, ki hedefi on ikiden vuran bir tanım olduğunu söylemek mümkün. Anderson ve Dornan dışındaki oyuncuların tamamının yeni ve duyulmamış isimlerden oluşması da Cubitt’in bu tanımını destekler nitelikte.
Kuzey İrlanda’nın mesafeli tavrına uygun bir şekilde ilerleyen hikaye beş bölüm boyunca aile hayatının etkileri ve kutsallığı konusuna eğiliyor. Defalarca ihanetin sınırına gelen eline pek çok fırsat geçen Paul’un hep bıçağın tam kenarında durması, kendisini durdurması da aile kurumuna olan güçlü inancından kaynaklı. Bunun yanı sıra Paul'un öldürmek için sürekli olarak güçlü ve kendinden emin kadınları seçmesinin ardına ufak ufak serpiştirilmiş cinsiyetçilik konulu temalar görmek mümkün.
Dizinin bir diğer önemli özelliği de düzen ve düzensizlik, doğru ve yanlış iyi ve kötü gibi kavramları tamamen ters etki tepki mekanizmasından yararlanarak işliyor oluşu. İzleyici olarak dedektif Stella Gibson’u sevip desteklememiz gerekirken onun iyiliğine yerleştirilen yanlışlar, kural tanımaz tavırları ve en önemlisi kendisine olan yaklaşımı yüzünden bir türlü Stella’ya ısınamıyoruz. Oysa ki tam tersi olması gerekirken Paul'un aile hayatına gösterdiği özen şiddet gören bir kadın için yaptığı fedakârlık, hamile bir kızı öldürdüğünü öğrendiğinde duyduğu üzüntü,kızın babasına yazdığı mektup ve pek tabi ki kusursuz yakışıklılığının ardında sakladığı çocukluktan kalma güçlü yıkımı yüzünden onu tam giyotine götürecekken hep kurtaracak bir sebep buluyoruz.
Senaristler bu noktada baş vurdukları akıl karıştırmalarla ve kullandıkları toplumsal kodlarla Paul üzerinden insanın karanlık yönlerine ışık tutmayı oldukça iyi bir şekilde başarıyor. Saf kötülük denilen bir şeyin olamayacağı,her kötülüğün ardında mutlaka haklı bir sebebin olduğu dizinin en fark edilir mesajlarından.
Yargılar ve hükümlerimizi bilindik klişelerden kurtaran ve bir kez daha düşünmemizi sağlayan The Fall 8.1 lik imdb puanı ve kısa sürede kazandığı 4 prestijli ödül (Bafta’da en iyi erkek oyuncu adaylığı da dahil) ile alternatif ve kaliteli bir polisiye drama arayanlar için en iyi durak.
>>Gürcan Öztürk
13 notes
·
View notes