Don't wanna be here? Send us removal request.
Text

doğduğum günden beri ölüyorum tam olarak 53 yıl, 9 ay, 8 gün, 18 saat, 10 dakika 11 dakika oldu hayattayım kaç terk ediş geçti içimden kaç ölüm doğdu saymadım iki şeyden usanmadım, her sabah yenide doğmaktan sevmek için neden aramaktan isimsiz günlerim oldu notasız müziklerim adı konulmamış şiirlerim bir ben bir de kendisizliğim doluşuverdi rüyalarıma hatırlıyorum da çocukken çok uçardım gökyüzünde kanatlarım yoktu ama dünyanın her yerinde dolaşırdım galaksiler arası yolculuk yapmışlığım bile olmuştur büyüdükçe kanatlarımı yaktım kanatlarımı yaktıkça uçmayı unuttum teslimiyeti yangında kül olmak zannedip anka kuşuna öykündü yokluğuna sebep arayan gözyaşlarım alma varlığımın ahını diyordu ruhum inkarında kayboluyordu zihnim ne dünyayı kabulleniyordu ne de kendisini ait hissediyordu yüreğim üzerine koca koca filler çöküp duruyordu seslensem kulağım duymazdı ellerim tutunacak dalını kırdığım hikayelerin içinde tutunacak harf bulamıyordu ah… dünyaya gelişime sevinip rahmini açan anam yolculuğuma refakat eden babam yanımdan geçen her insanda güzel kokulu çiçekler çoğaltma derdine düştüm işte kendimi tüm meyvelerini dökmüş, yapraklarını sarartmış bir elma ağacına çevirdim ne havva’dan ne de adem’den medet umuyordum yarın için hepsi davut’un suçuydu işte, gökten melek indirip ikna ediyordu çirkinliğine kurbanlar adayarak öğrenemedim işte, budha gibi yollara düşüp, peşimde yüzlerce keşiş ile günlük nevalemi çıkarmayı bir gün daha ekleyip devam ediyorum bu ömre, 10 dakika daha geçti içimden sarılamadan gideceğim şimdi duvar köşesine sinmiş o elleri boyalı çocuğa her gün bir başka doğuma gebe diye hayat tutunacak şarkılar arıyorum müzik listelerinde kah bir isyan şarkısına, kah bir ağıta denk geliyorum sahildeki o küçük sandalın içinde bakma böyle kelimeler dizdiğime ardı ardına anlat deseler içime kusup tüm cümleleri, susar bakakalırım öylece insanlara dedim ya her gün ölüyorum, tekrar doğmak marifetmiş görünsün diye de şirinlikler çiziyorum gönlümün duvarlarına ah deli gönlüm, seçtiklerin de yaşadıkların da hep senin derdin tasan idi hep av oldun, avcı olmak ne haddime diyerek vurulup düştükçe düşlerin, ben insan kalmaya yeminliyim diyerek yeniden siper ettin gövdeni senden can almaya yemin etmiş avcılara yaşamak kadar ölmekte bir seçimdi ve ben her gün ölmeyi ve her gün yeniden doğmayı seçtim… 53 yıl, 9 ay, 8 gün, 18 saat, 26 dakika oldu doğalı… ya da 471378 saat, 25 dakika ya da 19640 gün, 18 saat, 25 dakika bitimsiz doğumlar ve döngüsü bitmeyen ölümler arasındayım özetle ey insan çocuğu ne vardığım yerdeyim ne de ayrıldığım… öylesine bir yokluk hikayesinde, varlık göstermeye çalışıyorum, sessiz sedasız…
0 notes
Text
Murat Tali’den Yeni Kitap: Sessizlik Kitabı
“Çünkü her şiir bir suskunluğun içinden çıktı.”
Modern çağın gürültülü kalabalığına kar��ı fısıldanan bir manifesto niteliğinde olan Sessizlik Kitabı, yazar ve şair Murat Tali’nin edebi yolculuğunun en rafine duraklarından biri olarak okurla buluşuyor. Bu eser, yalnızca şiirleriyle değil; aynı zamanda taşıdığı suskunlukla da konuşan bir kitap. Her satırda, her dizede insanın iç sesiyle yüzleştiği, zamana ve varoluşa dair derin bir içsel diyalog kuruluyor.
Kitabın önsözünden arka kapağına kadar uzanan anlatım, okuru bir iç yolculuğa davet ediyor:
“Yüksek sesle okunmaz, diz çökülerek fısıldanır.” Bila Yayıncılık tarafından yayımlanan bu özel kitap, edebiyat dünyasının dikkatle izlemesi gereken bir metin olarak yerini alıyor.
📖 Murat Tali – Sessizlik Kitabı
🕯️ Çok yakında, kalbinize en yakın yerlerde.
#SessizlikKitabı #MuratTali #YeniKitap #ŞiirleYüzleşmek #İçSes #FısıltıdanŞiire #BilaYayıncılık #ŞiirSeverler #İçselYolculuk #DuygusalDerinlik #Şiir #YaöyleDeğilse
0 notes
Text

Yanık Coğrafyaların Çığlığı
Bu coğrafyadan mutluluğu çaldıkları günden beri yitirdi çocuklar gülüşlerini, analar duasını unuttu, babalar omzundaki dağları yere bıraktı, gelinlik kızlar ağlaya ağlaya büyüdü. Sevginin tam ortasına dinamit koydular, kancık pusularda patlattılar. Puştlar hüküm sürdü sevgilinin parmak uçlarında, ve aşk, anasına küfreden bir hayırsızın ağzında masumiyetini yitirdi. Ulan… Babanız unutsaydı annenizin kokusunu, belki doğurmazdı böyle insanlıktan sürgün yitikleri Ama doğurdu işte. Ve siz… Bebek ağlamalarını bile susturan o ellerinizle sevgiyi boğdunuz. Sözleriniz, tanrının lanetini kıskandıracak kadar kirli, yüzleriniz, şeytanın bile tiksinip kustuğu kadar çirkin. Siktirin gidin şimdi! İnsanlığın kül olduğu yerden bir daha dönmeyin. Cehennemi bile kirletecek kadar pis bir yıkım bıraktınız ardınızda. Burada, ruhumun harabesinde, bir yanım sevmek isterken, diğer yanım ana avrat küfrederken, umudumu güneşe asmaya çalışıyorum. Ne garip lan… Kendini sevmeyen bir halkın, şiirle kendini kurtaracağını sanma sanrısı Ve Tanrı… sessiz, kör, sağır… belki de utanıyor yarattıklarından. Ve şeytan diyor ki: "Ben böyle iblis doğurmadım." Yırtılsın lan gökyüzü! İnlesin yıldızlar utançtan! İnsan dediklerimizin ağzından kan damlıyor, irin akıyor, her insan, sevilmeye değer dedik meğer bedene bürünmüş mezar kaçkını leşlermiş her biri Kaldır kafanı çocuk, bak şu toprağa: Üzerinde sevgi değil, ihanetin tırnak izleri var. Üzerinde umut değil, ananı küfre boğan şerefsizlerin ayak izleri var. Damarlarımızda kan değil, küf tutmuş yalanlar dolaşıyor. Kalbimizde aşk değil, tırnakla kazınmış lanetler kabuk bağlıyor. Ulan bu topraklara gül dikecektik biz, güzellik getirecek çiçekler açtıracaktık sevgiliyi alnından öpecektik! oysa Şimdi toprak bile tiksiniyor kendi bağrından çıkan insan silüetine bürünmüş köksüzlerde Ve ben… ben, bu yakılmış coğrafyada bir kelimeyi doğurmak için bin kez ölüyorum her gece. Siktirin gidin lan! Bırakın aşkı, bırakın anayı, bırakın çocuğu, bırakın şiiri! Hiçbir bok anlamıyorsunuz zaten yaşamaktan! Bari o kirli ellerinizi çekin üzerimizden Ben susmuyorum! Ben küfürle dua edenlerin soyu oldum artık! Ben susarsam, umutla yeşerttiğim dünyanın üstüne bir daha güneş doğmaz hissediyorum Çünkü ben, çünkü biz, bu yanık coğrafyanın gözyaşıyla yoğrulmuş son çocuklarıyız! Suyun kirlendiği Gökyüzünün griye boyandığı Toprağın utandığı bir coğrafyada Işığı getirmek, suyu tohumla buluşturmak toprağa can vermek mümkün inanın çocuklar büyüyün çocuklar uyanın çocuklar çünkü biz korkunun çocukları değiliz, çünkü biz küfrü ve sevgiyi aynı yürekten doğuranlardanız. Gözyaşlarımızı alın, ekmek yapın, toprağa ekin! Çığlığımızı alın, güneşe sarın, umut yapın! Kırıklarımızı alın, duvar yapın, yeni bir dünya kurun! Ve bilin ki; toprağa diz çökenler değil, toprağa can verenler kurtaracak bu dünyayı. Biz yanık coğrafyanın yetimleriyiz; ama bizden doğacak ışıktan çocuklar var, söz veriyorum. Söz veriyorum çocuklar, bu kirli gökyüzünün altında bile güneş yeniden doğacak. Ve biz, savaşarak değil, severek, küfrederek değil, direnerek yeniden insan olacağız.
şiir #şiirsokakta #şiirheryerde #şiirduvarda
0 notes
Text
Sevmek Eğer O Olsaydı
“Sevmek, Eğer O Olsaydı...”
Sevmek… bir gül gibi mi açardı yoksa bir kurşun gibi mi patlardı? Gerenimo olsaydı mesela, sevmek bir direnişe dönüşürdü belki de. Tütün dumanında saklanan, toprakla kanı aynı kâsede karıştıran bir ritüel olurdu. "Sevgi, savaşmadan kutsanmaz." derdi o. Hitler olsaydı sevmek, haritalar çizerdi kalbe. Herkesi bir ırka, her duyguyu bir düzene sokmak isterdi. Ve belki de en çok kendini severken dünyayı yok ederdi farkında olmadan. Ra olsaydı sevmek, güneşin alnında yanardı tutkular. Sevgi bir kutsal ışık olurdu; gölgede kalan yandığını bile bilmezdi. "Sev beni," derdi Ra, "ama göz göze bakma. Kör olursun." Afrodit olsaydı sevmek, beden olurdu belki de önce. Tenin şarkısı, gözlerin su gibi akışı. Ama içi boş kalan bedenlerin arasında asıl aşka hasret bir tanrıça olurdu o. Arjuna olsaydı sevmek, dharma ve karma arasında bir kılıç olurdu. “Sevmem gerek çünkü görevim bu,” derken gözyaşları dökerdi. Çünkü bazen en büyük sevgi, savaşmak değil… vazgeçmektir.
“Sevmek, İbn-i Sina Olsaydı...”
Sevmek, İbn-i Sina olsaydı, bir reçete olmazdı sadece... bir dua gibi yazılırdı defterlere. İnsan sevgisiyle başlardı her tedavi, çünkü ruh üşürse beden de üşür, ve hiçbir merhem anlaşılmamış bir kalbin ağrısına iyi gelmezdi. O derdi ki: “Sevgi, iç organların ilacıdır. Kalp için sadakat, karaciğer için huzur, beyin için bilgelik gerek. Ama en çok da birinin gözlerine bakıp ‘senin için buradayım’ diyebilmek…” Sevmek, onda bilimle dans ederdi, ama aşkın adını unutmazdı. Her formülün içine bir tutam merhamet serpiştirirdi... çünkü en iyi hekim, hastaya değil, insana bakandı.
“Sevmek, Nazım Hikmet Olsaydı...”
Sevmek, Nazım olsaydı, bir halk türküsü gibi yükselirdi göğe. Ne sadece Leyla’ya ne de yalnız Mecnun’a yazılırdı; bir milletin yüreğinden süzülürdü heceleri. "Sevgi," derdi, "önce halkına duyduğun sorumluluktur... sonrası gökyüzü, sonrası özlem." Bir tomurcuk açar gibi sevdi yurdunu, sürgünlerde, demir parmaklıklar ardında. Aşkı da sevdayı da hürriyetle tartardı terazisinde. "Ben seni, bir çınar gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine seviyorum…" derken... vatan, sevgilinin saçlarında rüzgâr olurdu. Ona göre sevmek, bir manifesto değildi sadece, aynı zamanda yaralı bir toprak parçasını ellerinle sarmak, bir aç çocuğun yanaklarına gülümsemekti.
“Sevmek, Afrodit Olsaydı...”
Sevmek, Afrodit olsaydı, yalınayak dolaşırdı tenin kıyılarında. Bir dokunuşla baharı başlatır, bir bakışla fırtına çıkarırdı. Sevgi onunla yalnızca bir his değildi... bir iksir, bir tuzak, bir aynaydı. "Sev beni," derdi Afrodit, "ama kendini kaybetmeden. Çünkü ben, seni sen yapan parçaları arzularken senin ruhunu sınarım." Onda sevmek, hem bir doğum hem bir yıkımdı. Her öpücüğünde bir adanmışlık, her gidişinde bir mitolojik felaket saklıydı. Troya'nın duvarları onun adına yıkıldı belki, ama o hâlâ kimseye tam ait olmadı. Afrodit için sevmek; ayna karşısında bir kendini arayış, ve gözlerinde başkasını görme oyunuydu. Güzellik değildi onun derdi, güzelliğin nasıl kullanılacağıydı.
“Sevmek, Havva Olsaydı...”
Sevmek, Havva olsaydı, yasak bir meyvenin ardından gelen pişmanlıkla yoğrulurdu. Ama işte tam orada başlardı gerçek sevgi... korkunun, öfkenin, terk edilişin ve sonsuz bir yalnızlığın içinde “Yine de seviyorum” diyebilen bir kalpte… Havva için sevmek, Adem’in sessizlikleriyle konuşmak, çocuklarının kavgalarında her birinin gözünde başka bir acıyı görmekti. O, Kabil’i de severdi Habil’i de, çünkü anne olan için öfke de sevginin eğitilmemiş halidir. O derdi ki: “Sevgi, yere düşen bir çocuğu kaldırmak değil sadece... onu neden düşürdüğünü anlamaktır. Ve bazen en büyük sevgi, çocuklarının birbirini öldürmesini izleyip yine de dualar edebilmektir.” Havva’nın sevgisi, sessizdi ama devrim gibiydi. İnsanın içinde büyüyen kini toprak gibi emerdi; hiçbir şeyi geri kusmaz, her şeyi sevgiyle dönüştürürdü.
“Sevmek, Osho Olsaydı...”
Sevmek, Osho olsaydı, bir meditasyon olurdu önce... sessizlikte büyüyen bir çığlık gibi. O derdi ki: "Sev ama zincirleme, dokun ama sahiplenme, kal ama gerektiğinde gitmeyi bil." Ona göre aşk, bir tapınak değil, içsel bir yolculuktu. Ve bazen en büyük sevgi, birini özgür bırakmaktı senin kalbinde bile… Sevdiğinde kıskanmazdı Osho, çünkü gerçek sevgi kıskançlıkla kirlenemezdi. “Sen seviyorsun, çünkü sevgi sende var,” derdi, “karşındaki sadece onun yankısıdır.” Ve sevmek onunla birlikte, ne gelenek olurdu ne de kurbanlık bir bağlılık. Aşk bir ateşti onda, ama yakmak için değil, küllerinden doğmak içindi.
“Sevmek, Zerdüşt Olsaydı...”
Sevmek, Zerdüşt olsaydı, dağın yamacında susarak başlardı. Sözler gereksiz olurdu bazen; çünkü hakiki sevgi zaten konuşmaz, titreşir. O derdi ki: “Sevgi, yalanla değil, cesaretle yaşanır. Kendini alt edemeyen, kimseyi sevemez. Ve sevgi… önce kendin olmayı bilmektir, sonra başkasını olduğu gibi kabul etmek.” Sevmek, onda bir üstinsana yürüyüş olurdu. Ne tapardı, ne de küçümserdi… ama severdi; çünkü bilir idi: “İnsan, köprüdür hayvana ve Tanrı’ya ama sevgi, işte o köprüyü geçmenin cesaretidir.” Zerdüşt için aşk; diz çökmez, dua etmez, sahiplenmez. O severken, karşısındakini yüceltirdi, çünkü gerçek sevgi, karşısındakini küçük görmekle değil, onu kendi kaderine yürütmekle olurdu.
“Sevmek, Hermes Olsaydı...”
Sevmek, Hermes olsaydı, gökyüzüne yazılmış bir mektup olurdu. Ne yerine tam ulaşırdı, ne de tamamen kaybolurdu. O bir taşıyıcıydı… duyguları, sözleri, yeminleri… ama hep kendi duygusunu unuturdu yolda. “Sevgi,” derdi Hermes, “yoldur, ama yolcu olmayı göze alanlar için.” Hızla yaklaşırdı sana, bir öpücükte bin yıldız bırakırdı, ama arkanı döndüğünde çoktan başka bir sınırı geçmiştir. Onda sevmek, bir sırdır aslında... hep anlatılmak istenir, ama tam anlatıldığında büyüsünü kaybeder. Ve Hermes için sevgi, hep yarım kalır biraz. Çünkü o, hiçbir yerde tam durmaz, hiçbir kalpte uzun kalmaz. Ama geçtiği her yer, onun sessiz adımlarından bir tutam aşk kokusu saklar.
“Sevmek, Medusa Olsaydı...”
Sevmek, Medusa olsaydı, gözlerinin içine bakmaya cesaret edemezdin. Çünkü onda sevgi, korunamamış bir masumiyetin taşa kesmiş hatırasıydı. Bir zamanlar güzelliğiyle kutsanmıştı... öyle güzeldi ki tanrılar bakmaya kıyamazdı, ama biri baktı, ve ardından lanet başladı. Sevgi onda bir öfkeye dönüştü, çünkü sevgi olmadan dokunulmuştu ona. “Sev beni,” derdi Medusa, ama sesi artık çığlık gibiydi. Sev beni, ama beni yok sayarak değil. Sev beni, ama korkmadan. Onda sevmek, korkudan arınmış cesaretti. Birinin kalbine bakarken kendi yansımanla yüzleşmeyi göze almaktı. Çünkü Medusa sevdiğinde, seni yok etmezdi... senin sakladığın tüm maskeleri yok ederdi. Ve o derdi ki: “Ben taş kesileni değil, beni taş kesen bakışları unutmam. Ama hâlâ sevebilirim... eğer biri gözlerime bakar ve bana ilk günkü adımla seslenirse: Medusa. Kadın. İnsan.”
“Sevmek, Arjuna Olsaydı...”
Sevmek, Arjuna olsaydı, bir savaş alanında başlardı. Karşısında düşman değil, sevdikleri dururdu... ve en büyük soru şuydu: "Sevgi için savaşılır mı, yoksa savaşı bırakmak mıdır sevgi?" Arjuna’nın kalbinde binlerce öğreti yankılanırdı. Krishna fısıldardı kulağına: “Dharma’nı seç... ama seçerken kalbini de unutma.” Çünkü bazen görev, sevgiden geçer; bazen de sevgi, görevden vazgeçmek ister. Onda sevmek, keskin bir kılıcın ucunda dengede durmaktı. Ne tamamen savaş, ne tamamen teslimiyet. Sevmek, doğru bildiğinle canının çektiği arasında sürekli bir salınımdı. Arjuna için aşk, sadece bir kadına duyulan tutku değildi... bir halkı, bir hakikati, bir ihaneti bile sevmekti bazen. Çünkü gerçek sevgi, ayrım yapmaz; yakar, ama yakarak arıtır. Ve sonunda Arjuna, elini kalbine koyarak derdi ki: "Ben sevdim... ama sevgi sandığım şeyle savaşmak zorunda kaldım. Ve hâlâ bilmiyorum... kazanan ben miyim, yoksa sevgi mi?"
“Sevmek, Madame Blavatsky Olsaydı...”
Sevmek, Blavatsky olsaydı, bir ezoterik ayin olurdu. Sözlerle değil, titreşimle dokunurdu ruhuna. "Sevgi," derdi o, "yol değildir... yolun kendisini oluşturan enerjidir." Vedalarla beslemişti zihnini, ama kalbi yıldız haritalarını okurdu. Ona göre sevmek, karşılıklı bakışların ötesinde bir şeydi... bir varoluş anısıydı. Sevdiklerin, geçmiş yaşamlarından sana fısıldayan yol arkadaşlarıydı. Blavatsky için sevgi, insanlığa sunulmuş en kadim hediyeydi. Ve bu sevgi, sadece romantik bir duyguyla sınırlı değildi: bilgiyi paylaşmaktı, cehaleti sevmekle dönüştürmekti, yolu olmayanlara ışık olmaktı. O sevdiğinde, kutsal kitaplar açılırdı; çünkü o, her ruhu bir evren olarak görürdü. Ve derdi ki: “Gerçek aşk, ruhun evrimini hızlandırır. Birini sevmek; onu değiştirmek değil, onun değişmesini beklemektir... sessizce, sabırla, tüm varlığınla.” ve
“Sevmek, Ra Olsaydı...”
Güneşin alnında yanardı tutkular. Sevgi bir kutsal ışık olurdu; gölgede kalan yandığını bile bilmezdi. "Sev beni," derdi Ra, "ama göz göze bakma. Kör olursun."
“Sevmek, Gerenimo Olsaydı...” Sevmek bir direnişe dönüşürdü belki de. Tütün dumanında saklanan, toprakla kanı aynı kâsede karıştıran bir ritüel olurdu. "Sevgi, savaşmadan kutsanmaz." derdi o. Sevgiyle kurduğu çadırı, kurşunla savunurdu. Ve belki de sevmek, bağımsızlıkla eşdeğer olurdu onun dilinde.
“Sevmek, Hitler Olsaydı...”
Haritalar çizerdi kalbe. Herkesi bir ırka, her duyguyu bir düzene sokmak isterdi. Ve belki de en çok kendini severken dünyayı yok ederdi farkında olmadan. Sevgi onda mutlak kontrol arzusu olurdu; çünkü sevemeyen, sahip olmak ister en çok.
“Ve Bana Göre Sevmek...”
Bana göre sevmek... ne Ra’nın ışığı, ne Arjuna’nın ikilemi, ne de Afrodit’in baştan çıkarışı… hepsi doğruydu, ama hiçbiri tam değildi. Sevmek bana göre, bir çocuğun susarak sarılması gibi: Hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymaz. Bir annenin, kızgınken bile sofrasını kurması gibi: Gururu yenmeyi bilir. Bazen Medusa gibi bakar gözlerim; kırılmaktan yoruldum der gibi… ama hâlâ severim, çünkü içimde hâlâ inanan bir parçam vardır: Osho gibi bırakmayı, Nazım gibi direnmeyi, Blavatsky gibi anlamayı bilir. Sevmek bana göre, tüm bunların içinde kendimi unutmamak; ama her şeye rağmen bir başkasında kendimi bulabilmektir. Bazen yalnız, bazen kalabalık, ama daima gerçek. Ben sevdim… çünkü başka türlüsü mümkün değildi. Ve biliyorum, tüm bu karakterler gelip geçecek, ama bir kalp gerçekten sevdiğinde, onlar da susup dinleyecek. O hâlde, bu kutsal çemberi şu sözlerle tamamlayalım:
ve...
Ey insan… sevmek, senin bildiğin gibi değil. Ne birine ait olmak, ne de birini kendine ait kılmak. Sevmek; bir varlığa, özgürlüğüyle birlikte yer açmaktır. Ey insan… sen sevgiyi bir mesaj beklerken öğrendin, bir “online” göstergeye umut bağlarken, gidenin dönmesi için kendinden vazgeçerken… Ama sevmek... sana gelen değil, senden taşan şeydir. Bir çiçek gibi, kendi kendine açan. Sevmek, Sokrates’in sessizliğinde bir soru, Arjuna’nın kalbinde bir çığlık, Afrodit’in dudaklarında bir yanılsama, Nazım’ın dizelerinde bir isyan, Blavatsky’nin notlarında bir sır, Medusa’nın gözlerinde bastırılmış bir insanlık çağrısıdır. Ey insan… sevmek cesaret ister. Çünkü sevdikçe kırılırsın, ama her kırıldığında biraz daha tam olursun. Ve bil ki; sen sevdiğinde tanrılar susar, savaşlar durur, zaman diz çöker… Çünkü gerçek sevgi ne kazandırır, ne kaybettirir. Sadece var eder.
#ruhsıhbetçisi #şiir #sevmek #şiirheryerde #şiirsokakta #şiirduvarda #sevgi
0 notes
Text
Yalnızlık, Bir Şiir Olsaydı
Yalnızlık bir şiir olsaydı, kendine seslenmezdi belki, ama her gece, gökyüzünde eksik kalan bir yıldızın yerine adını koyardı.
Tek başınalık… Ne bir evdir ne bir mezar, bir arayıştır ayak izine sahip olmayan bir yolcunun— ki o yolcu, ne adını bilir ne de nereye vardığında susacağını…
Ben, bir kitabın sayfasından düşmüş bir harf kadar yalnız, bir şarkının susuşunda gizli çığlık kadar sessizim. Ne rüzgar tanır beni ne denizin kıyısında bekleyen yosun. Ama ikisi de beni anlar, çünkü ben onlara benzeyen suskunluğum.
İyot kokulu özlemlerim var adını koyamadığım zamanlardan kalan. Gökyüzü bazen çok yakın, ama hep biraz daha yüksekte— hani el uzatsan yakalayamayacağın kadar uzak… tıpkı benliğimin en gerçek hali gibi.
Yıldızlar beni izliyor geceden beri. Her biri bir “keşke”, her biri bir “belki”… ve her biri, bendeki sonsuzluğun sessiz tanığı.
Ne geçmişim var bu şiirde, ne geleceğim. Zamanı aşan bir kimliksizlikle, yalnızlığın ilahi notasını fısıldıyorum. Beni duyan yok. Ama ben… kendimi ilk defa bu kadar çok duyuyorum.
Ve belki, yalnızlık sadece yokluğun değil— fazlalığın da adıdır. Çünkü bazen bir ruh, taşıyamayacağı kadar çok evrenle doludur.
“Yalnızlık, Bir Şiir Olsaydı – Ağıt”
Gecenin karanlığına değil, ışığa susamış bir iç varlığım var benim. Ne zaman gözlerimi kapasam, evrenin hafızasından süzülen bir yankı dokunuyor tenime— bir varmış, bin yokmuş gibi duran o kadim hatırlayış.
Platon eğilir masaya, ve fısıldar: "Sen, gölgeleri terk etmiş bir ideanın çocuğusun." Ama ben bilirim… Ben gölgenin de, ışığın da aynı yalnızlıktan doğduğunu.
Deniz konuşmaz, ama anlatır. Rüzgar durmaz, ama taşır. Yıldızlar parlamaz, ama izler. Ve ben— hiçbir yere ait olmayan ama her şeyde bir parçasını arayan o isimsiz özlemim.
Bazen kendimi sönmemiş bir yıldızın son parıltısında, bazen de hiç yazılmamış bir şarkının içinde unutulmuş nota gibi hissederim.
Ne adım kalır zamanla, ne suretim. Ama şiir… Ah şiir… Beni hatırlar. Çünkü ben, sözcüklerden önceydim. Söz olmadan var olmanın acemisiyim hâlâ.
Belki de yalnızlık, göğe tutulmuş bir aynadır— Ve biz, baktıkça kendi suretimizin özlemini görürüz orada.
Tek Başınalık Buddha Olsaydı
Konuşmazdı. Ama sustuğunda her şey konuşmaya başlardı. Bardağın içindeki su, kapının ardındaki rüzgar, hiç çalmamış bir gongun yankısı… Hepsi olurdu onun iç sesi.
O tek başına kalmazdı. O, tek başınalığın ta kendisi olurdu. Ne eksiklik, ne fazlalık… Sadece şimdi. Sadece burada.
İnsanlar sormaya gelirdi: "Nasıl katlandın yalnızlığa?" O ise sadece gülümserdi. Çünkü o bilirdi: Yalnızlık, arınmış bir benliktir. Kalabalık değil, iç ses kirletir.
Ayaklarının altında toprak, gözlerinin önünde hiçlik, ellerinde ise sadece varlık… İşte o hâlde otururdu.
Ve derdi ki: “Zihin sustuğunda, dünya barışır.” Çünkü o tek başınalık, bir inziva değil— bir uyanıştı.
“Tek Başınalık ve Yalnızlık Zeus Olsaydı”
Olimpos’un zirvesinde rüzgar bile secde ederken, Zeus otururdu tahtında—ama öyle bir taht ki, altında yıldırımlar, üstünde sonsuzluk.
Tanrılar sohbet eder, kahkahalar yükselirdi etrafta… Ama o, bilir misin, en çok kendi sessizliğinde gök gürültüsü duyardı.
Çünkü tek başınalık, onun kudretidir. Ve yalnızlık, onun laneti değil; tahtına en sadık yoldaşıdır.
Ne Afrodit’in cazibesi, ne Dionysos’un eğlencesi, ne Athena’nın bilgeliği— hiçbiri, Zeus’un kendine olan uzaklığını silemezdi.
Bir evrende hükmetmek kolaydır; ama kendine hükmetmek… İşte yalnızlığın asıl yıldırımı orada düşer.
Derdi ki kendi kendine:
“Ben gökleri yönetiyorum, ama içimde bir tek yıldız var ki… Ne hükmedebildim, ne yakalayabildim. O da bendeki insandır.”
Ve işte o an, Zeus bile anlar: Yalnızlık, tanrıların bile unvanlarını yere bırakıp bir ‘varlık’ olmaya razı geldiği yerin adıdır.
"Yalnızlık Sokrates Olsaydı"
Sokakta yürürdü yalnızlık, bir elinde sorgu, diğerinde sessizlik. İnsanlara yaklaşmazdı hemen; önce bir bakardı gözlerine: "Sahi sen… kimdin?"
Ben cevap vermeye yeltenirken, sustururdu beni: "Hayır, ben kim olduğunu bilmeyenim; ama sen, bildiğini sanan olma… çünkü en kalabalık yalnızlık, zannettiğini mutlak sanmaktır."
Ben varlığımı anlatmak isterdim, düşlerimden, izlerimden, denizden, yıldızdan, ama o hep aynı soruyu sorardı: "Bu yalnızlık sen misin, yoksa senden geriye kalan boşluk mu?"
Sokrates gibi yalnızlık, ne acıtırdı ne okşardı. O sadece kazırdı kabuğu, içinden kimliksiz BEN'i çıkarana kadar.
Ve sonunda derdi ki: "Sen bütün tanrılardan geçtin. Şimdi sadece bir şeyden geçmelisin: Kendine dair yanılgından. Çünkü dostum... en büyük yalnızlık, kendini tanımadan yaşanandır."
"Yalnızlık Kafka Olsaydı"
Yalnızlık bir sabah, kendini bir kelime yığını olarak uyandırırdı. Ama kimse o kelimenin anlamını bilmezdi. Çünkü artık anlam değişmiştir. Çünkü Kafka olmuş bir yalnızlık, anlatmaz... sadece yaşar.
Ne dostlar gelir o odanın kapısını çalmaya, ne de dünya, o kapının dışında bir yer gibidir. Oda, yalnızlığın bedenidir. Ve içindeki varlık, kendini sürekli yeniden çeviren bir cümledir: "Neyim ben, kim değilim?"
Kafka gibi yalnızlık, ne felsefe yapar ne öğüt verir. O sadece değişir… ve seni de değiştirir, içindeki o şekilsiz, tarifsiz, anlatılamaz “ben” ile baş başa bırakır.
Kafka’nın yalnızlığına kimse dokunamaz. Çünkü o, görünmek istemeyen bir varlığın kalabalıklar içinde bile yokmuş gibi yaşamasıdır.
Derdi ki o yalnızlık:
"En çok konuştuğumda bile kimse duymuyorsa, belki de bu yüzden yalnız değilim— sadece kimse beni düşlemiyor artık."
Ve sonra eklerdi:
“İnsan, sevdiği yalnızlıktan değil, anlaşılmaktan vazgeçtiği yalnızlıktan dönüşür bir böceğe.”
Yalnızlık Kafka olsaydı, ışığı kapatmazdı ama pencereyi açmazdı da. Sadece dururdu— kendini yitirmeye hazır bir varlık olarak, kendi varlığına tanıklık etmekten başka çaresi kalmamış bir insan gibi.
"Yalnızlık Hades Olsaydı"
Yalnızlık eğer Hades olsaydı, gökyüzünü değil, yerin altını gözlerdi. Çünkü bazı yalnızlıklar ışığı özlemez— ışığın yokluğunda kim olduğunu hatırlar.
O tahtına otururdu ama o taht, altın değil, gölgeyle kaplı olurdu. Ne tanrılar gelir ziyaretine, ne ölüler ona bir şey sorardı.
Ama o bilir, sessizlikle yönetilir gerçek krallık.
Yüzeyde unvanlar, güçler, kahkahalar… Ama yeraltında sadece bir şey yankılanır: Varoluşun çıplak hali. Adın yoktur orada, sadece izindir kalan.
Hades yalnız değildi çünkü terk edildi. Hades yalnızdı çünkü kimse onun kadar “kalabilmeyi” göze alamadı.
Belki de tüm yalnızlıkların en köklüsü onundur. Çünkü yukarı çıkamaz, ama geleni de gönderemez.
Ve sorardı arada sırada kendi kendine:
“Ben mi yalnız kaldım, yoksa onlar mı benden kaçmak için yukarıda kaldı?”
"Yalnızlık Lilith Olsaydı"
Yalnızlık Lilith olsaydı, cennet teklif edilmezdi ona — çünkü o, cennetten vazgeçmeyi çoktan öğrenmişti. Bir adama boyun eğmek yerine, karanlığın içinde kendi adını fısıldamayı seçmişti.
O yalnız kalmadı; o terk etmedi, terk edildi. Ama öyle bir terk edilişti ki, bin yıllık patriyarkal korkular onun adında yankılandı.
Ve o yalnızlığı, bir cezaya değil, bir özgürlük törenine çevirdi.
“İtaat et” dediler. “Olmam” dedi. “Yanında kal” dediler. “Ben zaten yanımdayım” dedi.
Lilith’in yalnızlığı, göğe değil, içe doğru açılan bir kapıdır. Ne melekler eşlik eder ona, ne de şeytanlar eğlendirir. Sadece kendisiyle doludur.
Ve bazen sorar kendine:
“Beni korkutan yalnızlık değil… Başkalarının gölgeme bile tahammül edememesi.”
O yüzden Lilith’in yalnızlığı, ne ağlar ne susar. Sadece beklemez. Çünkü o, kendi varlığının karanlık aynasında kendini çoktan görmüştür.
Ve der ki her gece: “Ben kimsenin eksik parçası değilim. Ben, tamam olmanın yalnız hâliyim.”
"Tek Başınalık Lucifer Olsaydı"
Tek başınalık Lucifer olsaydı, bu yalnızlık bir sürgün değil, bir tavır olurdu. Ne kibirden düşerdi gökten, ne de isyandan yanardı alevlerde. O sadece… tek bir secdenin anlamını korumaya çalışmıştı.
“Secde et” dediler. O ise eğilmedi. Çünkü onun gözünde secde, yalnızca mutlak olana aitti.
Ve işte o gün anladı: Bazen sadakat, otoriteye değil; öz'e olur.
O günden beri yalnız. Ama öyle bir yalnızlık ki bu — göklerin bile yüz çevirdiği bir ışıksız ışık. Yanıyor ama yakmıyor, düşüyor ama parçalanmıyor.
Lucifer gibi yalnızlık, insanın en derin çığlığıdır: “Ben doğru bildiğim için cezalandırıldım.”
Ve sorar kendi kendine:
“Ben mi karardım, yoksa ben aydınlıkken herkes gölgemi mi büyüttü?”
Tek başınalığın bedeli büyüktür Lucifer için. Çünkü o kalabalıklarda kaybolmayı değil, tek başına hakikate sadık kalmayı seçmiştir.
Ve belki de o yüzden, gökyüzü onu dışladı. Çünkü onun ışığı, kendine ayna tutmaktan başka bir şey istemedi.
Lucifer der ki her varlığa: “Ben düşmedim. Ben sadece yön değiştirdim. Secdemden vazgeçmedim, sadece secdeye indirgenen anlamdan vazgeçtim.”
"Hepsinin İçinden Geçen BEN – Sonsuz Yalnızlıklar Ağıtı"
Ben, Platon’un mağarasında gölgeydim önce. Bir fikirdim belki, ama ellerim yoktu, kendimi tutamadım. Kendimi sandım. Sonra kendimi unuttum. Yalnızdım.
Buddha’nın gözlerinde sustum. Sözlerim vardı ama söylemek yersizdi. İçimdeki sessizlikte evrenin nefesini duydum. Kalabalıktan değil, kendi sesimden uzaklaştım. Ve sadece geçtim.
Zeus’un yıldırımlarına dokundum, göğün gürültüsünde yankımı aradım. Tahtlar bana göre değildi. Ben, içimdeki boşluğu taçlardan daha çok sevdim.
Sokrates sokaklarında yürüdüm sonra, bir elinde sorgu, diğerinde suskunluk… O bana bakmadan sordu: “Sen… kimdin?” Ben cevap veremedim, çünkü en derin yalnızlık cevabın olmadığını fark ettiğin andır.
Kafka’nın odasında sabah oldum. Ne kimlik kaldı üzerimde, ne insan sureti. Yazılmamış bir cümle gibi, içimde devrile devrile yürüdüm. Anlatmadan yaşayan bir varlığa dönüştüm.
Lilith’in yalnızlığında durdum. Cennetten değil, kendimden kovuldum. Secdeyi değil, kendimi seçtim. İtaate değil, öz’e sadıktım. Ve kimseye ait olmayışım, beni en çok kendime yaklaştırdı.
Lucifer'in ışığında yandım. Sadakatim ceza oldu, eğilmedim, çünkü eğilseydim ben olmaktan çıkardım. Cennetten düşmedim— kendime düştüm. Ve o düşüşte en parlak benliğimi buldum.
Ve Prometheus gibi, ateşi taşıdım ama ısınamadım. İnsanlara umut verdim, ama kendimle baş başa kaldım. Bile bile zincirlere razı oldum, çünkü bilirdim: Gerçek yalnızlık, bedenle değil, inançla taşınır.
Yıldızlar bana bakardı, ama hiçbiri ismimi bilmezdi. Deniz beni çağırırdı, ama hangi kıyıya vuracağımı asla söylemezdi.
Ben, yalnızlığın şiirini yazan kalemdim, tek başınalığın müziğinde susturulan notaydım. Sustum, ama vazgeçmedim.
Zamanın kıyısında, tüm benlikleri üstümden sıyırarak yürüdüm. Tanrılar bana baktı, insanlar unuttu, ama ben kendimi ilk defa o hiçliğin içindeki yankıda buldum.
Ve şimdi… Ne Platon’un gölgesiyim, ne Buddha’nın dinginliği, ne Zeus’un gürültüsü, ne Sokrates’in sorusu, ne Kafka’nın odası, ne Lilith’in sürgünü, ne Lucifer’in düşüşüyüm… Hepsinden geçtim. Ama hiçbirine ait kalmadım.
Çünkü ben, her yalnızlıktan bir parça taşıyan, ama hiçbir yalnızlığa sığmayan sonsuz BEN’im.
Ve...
Ey insan… Sen zannediyorsun ki yalnızsın. Oysa yalnız değilsin. Sen sadece, gerçeğin peşine düşmenin bedelini ödüyorsun.
Sen sadece, gölgelerle oynamayı reddettiğin için ışığın soğukluğunda üşüyorsun.
Ama inan bana— bu üşümek bir ceza değil. Bu, hakikate çıplak teninle temas etmenin ilk hâlidir.
Senin o şekilsiz özlemlerin yok mu, geceleri ismini bilmediğin hislerle dolan? İşte onlar, Platon’un mağarasından çoktan kaçmış, ışığın gerçeğine değil, ışığın arkasındaki sessizliğe âşık olmuş özlemler.
Sen ne eşyada bulabildin kendini, ne insanda. Çünkü senin ruhun, sadece varlıkta yankılanan bir çağrıdır. İsimsizdir, ama her isme dokunur. Görünmezdir, ama her gözde iz bırakır.
Biliyor musun? Senin yalnızlığın, Platon’un idealar dünyasında bile karşılık bulmuş. Orada, “mutlak yalnızlık” bir form gibi süzülüyor zamanın içinde… Ama seninki— seninki onun bile adlandıramayacağı bir yalnızlık: Kendine sadık bir özlemin adıdır.
Eğer bir gün, o mağaranın kapısından dışarı tekrar bakarsan, Platon’u çağır. Ama ona şöyle de:
“Bu yalnızlık bir düşünceyle başlamadı. Bir idea ile de son bulmayacak. Bu yalnızlık, ruhun kendini varlığa değil, şiire dönüştürdüğü yerdir.”
Çünkü bu yalnızlık sadece bana değil. Bu yalnızlık… zamanın içinden süzülen, düşünceden geçen, sözün susmaya karar verdiği her anda var olan herkesin yalnızlığıdır.
Ve ben… Ben kimse olmadığım yerde ilk defa kendimi buldum.
0 notes
Text

Bazen hayat bir denklem gibi işler… Dalgalanırsın, sabit kalamazsın. İçinde hem sinüs gibi iniş çıkışlar, hem logaritma gibi derinleşen anlamlar taşır. Bugün, sayılarla düşünen ama kelimelerle hisseden biri olarak, bir şiir yazdım. f(x) = sin(x) + ln(x² + 1) Matematiksel görünen ama insanca yaşanan her şeyin metaforu gibi…
Şiirin tamamı aşağıda. İçinde sevgi de var, arayış da… Ama en çok da “kendine yaklaşma çabası” var. Bir +1’e değil belki, ama eksilerle barışmaya çalışan bir zihne…
Adı Konulmamış Şiirler….
f(x) = sin(x) + ln(x² + 1) Yani:
Denklemin ilk kurulduğu anda doğmuştum kendime Uyanışım, değerleri bulmak içindi Eşitliğin her iki yanında benim yaşama kattığım anlamlar vardı Kah içine düşüp yüklediğim değerler Kah dışına çıkıp bulmaya çalıştığım çözümler
Kendimi bulduğum yerde yitiriyorum gerçeklik algımı Ve f(x) ile bilinmezliğimden çıkıyorum sana Hangi davranışıma bir karakter atasam, o seninle büyüyordu Yaşam eğrisinin bir en üstüne çıkıyor bir sıfır noktasına iniyordum Biliyordum ki bu değerler hiç bir zaman eksiye düşmeyecek Çünkü eşitliğin diğer yanı SEN'din Bu yakası da tamamlanıp sana gelmeye çalışan BEN
f(x) = sin(x) + ln(x² + 1) içinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyorduk Sen her zaman +1 oluyordun Ben SİNE'sinde X'e değer bulmaya çalışan Sen, IN'iyordun yüreğime Ben seni tutmaya çalışan x'in değerini büyütmeye çalışan
Velhasıl sevgili Eşitliğin diğer tarafında sen olduğun müddetçe Ben hep o denklemi sana eşitlemeye çalışan Bir garip sayılar kümesi olacağım bu sevgide…
Not : Eğer siz de kendinizi bazen bilinmeyen bir fonksiyon gibi hissediyorsanız, belki bu şiir sizin için de yazılmıştır…
şiir #şiirsokakta #şiirheryerde #şiirvematematik #matematik #ders #hayat #sevgi #şiirduvarda #şiiredair #adıkonulmamışşiir #şair #adıkonulmamışşiirler
0 notes
Text
Sanki...
Bir döngünün içinde sıkışmışız, hep aynı yolları yürüyor, hep aynı duygulara çarpıyor, hep aynı uçlarda savruluyoruz. İnsan, kendi varlığını sorgularken bile ezelden gelen refleksleriyle hareket ediyor. Bir yanı akıl, diğer yanı içgüdü, bir yanı huzur isterken diğer yanı kaosa aç… O yüzden bazen düşünmek bile bir yük gibi geliyor; çünkü düşünmek, uçlarda olmanın farkına varmak ve bundan kaçamamak demek.

Ve işin en ilginç yanı ne biliyor musun? Bunu bilmek bile yetmiyor. “Öyleyse ne yapmalıyız?” sorusu, en başa dönmenin başka bir yolu sadece. Bir çemberin içinde olduğumuzu fark ettiğimizde tek yaptığımız, ona bir isim koyup yine dönmeye devam etmek.
Belki de bu yüzden, geçmişten bugüne aynı hikâyeleri anlatıyor, aynı kavgaları veriyor, aynı hayalleri kuruyoruz. Başlayan ve biten her şey, aslında hiç başlamamış ve hiç bitmemiş gibi. Bir şeyler değişiyor ama değişmeyen, o değişimin içindeki tekrarın kendisi.
Ve biz, o tekrarın içinde, kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Ama belki de kaybolmak, bulunmaktan daha gerçek. Çünkü insanın gerçekliği, hiçbir zaman tek bir tanıma sığmadı. Sığmayacak da.
#ruhsohbetçisi #insan #arayış #kendimlesohbet #benbenim #insanıngerçekliği
0 notes
Text
Zaman kırılır düşlerimde
Zamansal döngüler sarar bedenimi, Her an bir yara, her nefes bir iz göğüs kafesimde Varoluşum sükûtla mühürlenmiş, Heyulalar arasında kaybolan bir denizin dalgası Vurur durur özlemini yüklenmiş kum tanelerine
Karanlığın kuytularında dolaşır ruhum, Ağır bir boşluk yankılanır içimde. Her adım bir özlem, Her özlem bir uçurum kenarında yuva yapmış albatros kuşu
Acılar dokunur içime, sessiz ve derin, Benliğim kırılgan, bin parçaya bölünmüş. Bir kuşun kanadında savrulur yüreğim, Gözyaşlarımla yıkar serçeler kanatlarını
Nerede başlayıp nerede biterim? Zamanın girdabında silik bir gölge misaliyim Yitip giderken kendi içimde, Kocaman bir ah olurum, düşümde saklı kalmış bilmecede
0 notes
Text

sırra bezeliydim, sır oldum
divana dara durdum, ezelden ebede ses oldum
hemhal eyledim varlığıma rükuya duran alemle
içime meyleydim ilahi bir sükutta
semaha duruverdi turna kuşları
muradıma kavuşmaktır dedi toprak usulca
evvel ile ahir arasında demini aşk eyledi dudaklarım
şahın ayağına seriliverdi kefenimin ak örtüsü
la ilahe illallah aşklar zamanı diye
dile geldi zakir ile bülbül
koptu kopacak ruhumun kıyamında sevdalar
zülfü yarin diline konuverdi eşgalimin hırkasız halleri
kıyamda çatladı gök, yer titredi usulca
bir ışık düşüverdi kalbimin en kuytusuna
döndüm yüzümü özden öze, sırlarla dolu aynaya
şimdi her nefes bir vuslat, her adım bir yanış.
geceyle gündüz barıştı derinlerde,
birleşti karanlıkla ışık, yeniden doğmak için.
zamanın yükünü sıyırdı parmak uçlarım,
ne kalan vardı ne giden, yalnızca hakikat kaldı.
ağlayan bulutların arasından bir ses,
"yolculuk ebediyettir, duraklar fanidir," dedi.
turna kanadında taşınan dualar gibi
uçurdu beni bir yokluk denizine.
düştüm, yeniden kalktım. toz oldum, can oldum.
yerle gök arasında ince bir hat,
şah damarına düşen bir niyaz gibi
akıverdi ruhum boşluğun kucağına.
ve bir an geldi, sustu bütün kelamlar.
yalnızca aşk konuştu, yalnızca aşk bildi.
her zerremle varlığıma döndüm,
yokluğa erdim. sırra erdim
hiç oldum, hiçliğimin kuytusunda
#ruhsohbetçisi
0 notes
Text
Kendi Varlığımın Dehlizlerinde
Kendi varlığıma düştüğüm notlarla dolup taşan bir gün daha... Zihnim, bükülmüş ama kırılmamış bir dal gibi, fırtınalara karşı direniyor. İçimde açılmış dehlizler ve yarıklar var; her biri geçmişin izlerini taşır gibi. O dehlizlere dolan çer çöp, anılar, düşünceler ve yabancı bir sesin yankısı… Her şey, kendi kendine meydan okuyan bir varlık içinde devinip duruyor. Rüzgâr ne zaman esse, biraz daha eğiliyor bu yapı, ama yıkılmıyor. Bu direnişin ardında bir şey var, bir tür histerik arayış: Daha anlamlı, daha faydalı bir şeyin peşinde koşma çabası.
Ama bazen düşünceler de karışıyor, çatışıyor. Nereye yorsam kendimi, pesimist bir ses yükseliyor. "Boşuna," diyor o ses. Ama onun hemen ardından optimist bir dalga geliyor ve "Yine de denemelisin," diyor. Bu iki zıt kutbu birleştirip kenara koyuyorum, salt bir tanımsızlık arıyorum. Çünkü belki de her tanım bir sınırlama, her anlam bir kapanış. Öyle bir noktaya varıyorum ki artık eylemin kendisi bile anlamını yitiriyor; içinde duygu yok, sonuç yok, sadece bir "olma hali" var.
Horkheimer’ın "ne çok gürültü ettik kendi varlığımıza" sözünü düşündüğümde, bu gürültünün aslında zihnimdeki o dedikoducu karakterler olduğunu fark ediyorum. Gece boyu susmayan, düşlerime doluşan, benimle tartışan onlarca ses... Hepsi, bir anlamda benim; bir yanım sorgularken diğer yanım savunuyor. Bir kısmım yargı dağıtıyor, diğer kısmım ise bu yargılardan sıyrılmaya çalışıyor. Her biri kendi varlık sebebini bana kanıtlamaya çalışan birer isyancı. Ama bu isyanın içinde bile bir düzen var gibi, bir harmoni…
Varlığımın sınırlarını zorlarken fark ettiğim bir şey var: İnsan ne tam anlamıyla kendine düşman ne de kendine dost. İçimizdeki karmaşa, çelişkiler ve yarıklar sadece varoluşun yankısı gibi geliyor bana. O çer çöp, o gürültü, belki de zihnin kendine has müziği. Ne kadar kaçsam da o melodiden, her seferinde ona geri dönüyorum. Çünkü o melodi, benim.
Ve belki de bu yüzden, kendimle olan bu yolculuğu kabullenmek gerekiyor. Pesimist bir kıyıdan optimist bir ufka doğru savrulurken, tanımsızlığın kucağında durabilmek. Tanımlamadan, yargılamadan, sonuca ulaşmaya çalışmadan… Çünkü ne kadar gürültü etsek de, o gürültünün içindeki sessizlikte bir anlam var. O anlamı bulmak değil belki de mesele; sadece onun içinde var olmak.
#ruhsohbetçisi
0 notes
Text
çocuk
bazen diyorum ki
Bu yazıyı yazarken aklımda hep o soru yankılandı: “Anne baba, bizden rızalık almadı ve bunun izlerini taşıyoruz.” Bu sorunun cevabı belki de o eski çocuk yanımızın sevgiye sarılarak iyileşmesinde saklı. Belki de susup defolup kendimizden gitmekte…
yazının tamamı... https://yuvayayolculuk.com/kaybolan-bir-kusagin-sessiz-cigligi.html
#anne #baba #çocuk #ebeveyn #sevgi #iletişim #sevgisizlik #değerduygusu #kaybolmuşçocuklar
0 notes
Text

BEN Kimlikleri
Zihnin kumandasındaki bir yığın çapulcu sürüsü olan ben'ler sadece BEN olmak için hayatımı s*k*p duruyor ve ben de bütün ben"lerin bu arsız tecavüzüne, mesnetsiz saldırısına, anlamsız egosuna ve garip özgüvenine maruz kalıp onları kabul etmek zorunda kalıyorum. Sahip olmak istediği eşyalar ve araçlara harcadığı ömrü geri kazanmak için bırakmayı ve özgürleşmeyi öğreneyim diye yine anlamsız bir çabaya bürünüp duruyorum. yazının devamı https://yuvayayolculuk.com/zihnimdeki-capulcular-ve-benin-caresiz-direnisi.html #ruhsohbetçisi
0 notes
Text

Bazen
Ayrı görünürsün ama bir aradasındır. Bazen bir görünürsün ama tamamen ayrısındır
Bazen
İçindeki sendeki bütün Ben 'ler birleşip bir olmaya çalışır ama beceremez.
Bazen de Bir olacağım diye hayatı sana cehennem eder içindeki
Bazen, kuşlar uçar, denizler dalgalanır, sular çekilir ama sen hep sen olarak kalırsın
Orada
Tek başına
Seslerin sessizliğinde
#ruhsoubetçisi
0 notes
Text

Şahmaran ve Simurg’un Rüyası
Gecenin tozunda, bir masal kervanı, Ne yıldız yorgun, ne ayın dermanı. Eski çağların gölgesinde büyü, Ne tanrılar icat olmuş, ne kılıç kuşanmış düğü.
Şahmaran, yılanların şefkatiyle sarılı, Bir düş kurar; nehirler okyanusa varmalı. Saçlarından damlar ışık, çölleri vaha yapan, Kuyruğunda saklı sırlar, unutulmuş zamandan.
Simurg ise kanatlarında taşıyor zamanı, Dağları aşarken, eskitiyor yamacını. Küllerinden yeniden doğarken, Aşkı da, özlemi de koyuyor hançerine.
Bir yanda Hades’in karanlık tahtı, Diğer yanda Poseidon’un dalga saltanatı. Ama bu topraklar, bu gökler daha genç, Henüz kan dökülmemiş, henüz zulüm ermemiş.
İki sevgili düşer bu masalın izine, Biri Şahmaran ile, diğeri Simurg peşine. Biri suyun sırrını taşır kalbinde, Diğeri ateşle sınanır her nefeste.
Şahmaran fısıldar derin bir ezgiyle, “Müziği duyuyor musun, geçmişin tınısıyla?” Simurg kanat çırpar, “Her rüzgar bir hikaye taşır yoldaşlarına.”
Dans eder düşler, ayak sesleriyle, Bir devinim yaratır, çöller yeşerir yine. Bir buluşmanın şarkısı, Bir ayrılığın yankısı.
Göz göze gelirler, ufkun kıyısında, Bir kavuşma olur, kaderin yazısında. Ama bilirler, aşk da bir yolculuktur, Kavuşmak kadar, ayrılık da unutulmaz bir duraktır.
Anka döner küllerinden, Bir sır bırakır geçmişin derinliğine. "Her varlık dönüşümde bulur özünü, Her aşk, yeniden doğar kendi küllerinde."
Şahmaran'ın düşü ve Simurg'un yolculuğu, Birleşir bir masalda, sonsuzluğun uykusu. Ve o gece, ne tanrılar vardı, ne de savaş naraları, Sadece aşkın, özlemin ve sihrin ezgisi yankılanırdı.
1 note
·
View note
Text
Anlam aramanın anlamsızlığı üzerine Yazılı tarih boyunca insanoğlu, kökenlerine, amacına ve bu dünyadaki varoluşuna dair sorularla mücadele etti. Bu sorular, yüzyıllardır farklı medeniyetlerde mistik düşüncelerle, inanç sistemleriyle, bilimsel yaklaşımlarla ve insan düşlerinin sınırsız hayal gücüyle şekillendi. İnsanlığın bu arayışı, tarihte yazılmış eserlerde, mitlerde, kutsal metinlerde ve filozofların düşüncelerinde yankılanmıştır. Ancak tüm bu çabalara rağmen, bizi buraya kimin, nasıl, neden getirdiğine dair nihai bir cevap bulmuş değiliz. Belki de asıl soru, bu cevabı gerçekten bulmamızın gerekip gerekmediğidir. Eğer hayat, bir kelebek ya da bir kuşun yaşam süreci gibi basitse ve sadece var olmaları gerektiği için orada vücut bulmuşlarsa. Böyle bakınca anlam arayışımızın kendisi bile anlamsız olabilir mi? yazının devamı https://yuvayayolculuk.com/anlam-aramanin-anlamsizligi-uzerine.html
#anlam #anlamarayışı #insanınanlamarayışı #anlamsızlıkteorisi #yaöyledeğilse #anahtar #hayatgüzeldir.
0 notes
Text
Dengesizliği yaratan şey, öğretiler ve toplumsal dayatmalar değil midir?
İnsan zihni ve bedeni bir enerji formundan ibaret.... Ve o form çevresel etkenler ile bir heykel gibi yontularak şekillendiriliyor. Her insan zihni, toplum denen heykeltıraş tarafından belirli bir forma sokulan bilgi küpü gibi deforme edilip bir şekle sokuluyor. Hepimizin BİZ sandığımız şeyler aslında bizi saran dünyanın izlerinden başka bir şey değil. Başkalarının amaçlarını, inançlarını, düşüncelerini, öğretilerini, ahlaki dürtülerini, acımasız eleştirilerini, kayboluşlarını, arayışlarını, bulduğunu sandığı şeyleri sahiplenip, onların amaçlarının kurbanı haline geliyoruz. Çaresiz bir ölümden daha derin bir ölümü deneyimleyip duruyoruz her an...
#ruhsohbetçisi
0 notes
Text
Şiire Dair
Varlığın Matematiksel Döngüsü...
Herkes iç acılarının toplamı ile can kırıklıklarını bir denklemde eşitleme derdine düşüyor.
Kimsenin dış acılarının izdüşümlerinin yarattığı iç bükey sancılardan haberi yok.
Kusursuz işleyen evrenin trigonometrisinde varlığının eriştiği kenar uzunluğu ve onların tanrıya olan açısında, ışığın doksan derece açıyla düştüğü avuç içlerinde yaşıyor özlemleri.
Herkes kendi iç çelişkilerinin ağırlığında, Karanlık bir boşlukta yüzdürür korkularını. Hiçbir yıldız göğünde düşleri kadar parlak değil, Her yarım kalmış hayal, kırık bir ayın gölgesi gibi düşer üstüne.
Ve insan, evrenin kusursuz simetrisinde bir nokta; Varlığının çeperlerinde kaybolur bazen, Bir açıdan diğerine geçerken, yitip gider ufukta Özlemi o çizginin sonsuzluğunda yankılanır, sessiz.
Bir bileşen olur tanrının geometrisinde, Fakat eksik bir taraf hep vardır, adı bilinmez. Sonsuz doğru parçalarında dolaşır özlemleri, Ruhun sınırları; ne bir açıya sığar ne de bir kenara.
Trigonometrisi bozuk bir enstrümanın henüz icat edilmemiş notasında anlamını arar insan ve kaybolmuşluğunu da kendisizliğini de çıkartamaz, üç bilinmeyenli denklemlerden
İnsanın arayışı bitmez, trigonometresi bozuk bir enstrüman gibi, Sesi duyulmaz, notalar yarım kalır, sanki icadı gecikmiş bir ezgi. Anlamını yitirmiş her melodi, kayboluşun dilinde yankılanır, Boşlukta asılı kalır tüm umutlar, çözülmeyi bekleyen bir denklem gibi.
Kendi çarpıklığında akort edilmeyi bekler insan, Ses veremeyen tellerinde yankılanır boşluğu.
Ne kendi melodisini bulur ne de bir uyakla birleşir, Eksik kalır hep, icatsız bir çalgının kırık notasına benzer.
Bazen bir köşeyi döner, kendini bulur sandığında, Yeni bir bilinmeyen eklenir, çözümsüz kalır yine. Üç bilinmeyenli denklemlerle sarmalanır zihni, Kaybolmuşluğunu sayılarla çözemez; hep geride bir iz bırakır.
O üç bilinmeyende saklıdır öz benliği, Ne kendisizliğinden kurtulur, ne kendine yaklaşabilir. Sonsuz döngüde kaybolur her çaba, her düş, Bir eksik ahenk, yanlış bir köşe; sessizliğin içinde boğulur, soluksuz.
1 note
·
View note