soylemekistediklerim-blog
soylemekistediklerim-blog
durup da soyleyemedigim
34 posts
soylemek isteyip de soyleyecek yer bulamadiklarim icin
Don't wanna be here? Send us removal request.
soylemekistediklerim-blog · 4 years ago
Text
BRAKIAL PLEKSUS İLE 3.5 YIL – BİZİM HİKAYEMİZ
Bu yazı kendileri ve çocukları ile ilgili daha farklı veya daha zorlu süreçlerden geçen ebeveynlerin deneyimlerini gözardı etmeyi kesinlikle amaçlamamaktadır. Sadece bizim başımızdan geçenleri ve hissettiklerimizi aktarmak umuduyla yazılmış bir yazıdır.
Şubat 2018, bebeğimizin dünyaya geldiği ay. İlk kez ebeveyn olan bizlere küçük de olsa sürpriz yaparak 38’inci haftanın ortasında hiç beklemediğimiz bir sabah dünyamıza gelmeye karar verdi Dalga. Elbette sona yaklaştığımızı ve hayatımızın tamamen değişeceği o günün yakın olduğunu biliyorduk ama izne ayrılmış olduğum ikinci gün doğum yapacağımı düşünmüyordum. Her şey hemen hemen hazır sayılırdı o yüzden sürprizli olması hayatımıza bir miktar heyecan kattı ama onun dışında bir sorun yoktu. Ya da biz öyle sanıyorduk.
Nispeten kolay bir şekilde vajinal doğum ile dünyaya geldi Dalga. 3 kilo 400 gramdı. Hamilelik esnasında da hiçbir sorun tespit edilmemişti. Doğumhaneden çıkıp da odamıza yerleştiğimizde Dalga’nın özellikle sol kolunu çok hareket ettirdiğini, sürekli havaya kaldırdığını gözlemleyip, ailemizde de sol siyaset ağır bastığından “bu çocuk da solcu, sürekli sol yumruğunu havaya kaldırıyor” diye espri bile yapmıştık. Ancak bir müddet sonra sağ kolun hiç havaya kalkmadığını bir aile büyüğümüz fark etti. Biraz şaşkındık, açıkçası bir şey olacağını da düşünmemiştik. Sonuçta doğumhanede ilk muayenesi yapılmıştı. Ertesi sabah taburcu olmadan önce son kez bebeği muayene etmeye gelen çocuk doktoru taburcu olabilirsiniz deyip odadan çıkmaya hazırlanırken kendisi de göz doktoru olan ve meslektaşlarına sonsuz saygısı bulunduğundan işlerine karışmaktan çekinen annem “Sağ kolunun kıpırdamadığını düşünüyoruz, bakabilir misiniz?” diye sordu. Benim bir şey sormaya cesaretim ve gücüm de yoktu zaten. Bebeğimizi o ana kadar iki kez muayene eden doktor, annemin ricası ile üçüncü kez muayene edince, “Bir ortopedi doktoruna gösterin” dedi ve gitti.
Bundan sonrasını biraz hızlı saracağım. Doğru teşhis Doğumsal Brakial Pleksus Zedelenmesi (Obstetric Brachial Plexus Injury). Bu teşhise ulaşabilmemiz için iki ortopedi doktoru ve bir çocuk nöroloğu ile görüşmemiz gerekti. Neticede teşhisi koyan doktorumuz Dr Anıl Ersoy dürüstçe “Benim kendi çocuğum olsa Türkiye’ye götürürdüm” dedi ve bize kendisinin tanıdığı Profesör bir doktoru da tavsiye etti. Bu durumla ilgili daha çok araştırdıkça, aile destek gruplarına katıldıkça önerilen doktorun da bu alanda bilinen bir doktor olduğunu görecektik. Ancak biz ailecek çok yakından tanıdığımız ve Dalga’ya da kendi ailesinin bir ferdi gibi bakan doktorumuz Prof Dr Mehmet Alp ile bu yola çıkmaya karar verdik. Multidisipliner bir alana giriyor olmasına rağmen genellikle sinir cerrahisi üst uzmanlığı olan ortopedi uzmanları bu yaralanma ile ilgileniyor. Bunun sebebi ise, zedelenmenin derecesine göre cerrahi müdahale gerektiren bir tedavi rotası olması. Ülkemizde de maalesef bu konuda uzman doktor yok.
Peki Brakial Pleksus Zedelenmesi tam olarak neydi? Kol hareketini kontrol eden sinir demetinin doğum esnasında bebeğin omuzunun pelvis kemiğine takılması ya da başka bir sebeple bebeğin çıkarken boynunun gereğinden fazla esnetilmesi neticesinde zedelenmesi ve sonucunda da o kolda hemen hemen hiç hareket olmaması halini anlatıyor. Öğrenebildiğimiz kadarıyla bu zedelenmenin şekilleri ve dereceleri var. Sinirler yırtılabiliyor, kopabiliyor ya da bizim nispeten şanslı durumumuzda olduğu gibi hafif zedelenebiliyor. Zedelenmenin derecesine göre incinmiş kolda kısmi ya da hiç hareket olmayabiliyor. Bizim bebeğimizde bilekten aşağıya hareket vardı ancak omuz ve dirsek hareketi yoktu.
Kıbrıs’taki doktorumuz da Türkiye’ye gidiniz deyince ve Mehmet Abimiz ile de haberleşince Türkiye’ye sevk için başvurumuzu yapmaya karar verdik. Bütün bunlar olurken bebeğimizin daha 1 aylık bile olmadığını, bizim ilk kez çocuk sahibi olduğumuzu hatırlatmak isterim. Sevk başvurusu ve tamamlanması süreci, belki de lohusalığımla da birleşince tatsız bir his bıraktı bende. Açıkçası, bu kadar zor olmamalı diye düşündüm, hele de sağlık için bu kadar çok uğraşmamalı kimse. Önce devlet hastanesinde muayeneye gidip teşhisi doğrulatıp kuruldan sevki uygundur yazısı aldık. Bu arada sosyal sigortalardan çocuğun sağlık karnesi alındı, sonra sevk yazısı ve karne bakanlıktaki ilgili bölüme gitti, ve sanırım oradan tekrar hastanede bir birime gitti – burası biraz bulanık zira bu işlemlerle ailemiz ilgilenmek zorunda kaldı. Sevk kağıdınız ile gittiğiniz şehirdeki konsolosluk/temsilcilikten de ayrıca başka bir belge almanız gerekiyor, onu da eşim annemin eşi ile birlikte İstanbul’da halletti. Tüm bunları biz İstanbul’da annemizin evinin konforunda, bizi getirip götüren, bizim için koşuşturan ailemizin desteği ile yaptık, bizim gibi şanslı olmayan insanlar, misal böyle küçük bir bebekle, daha ciddi, daha acil bir durum için bütün bu işlemleri nasıl hallediyorlardı?!
Tabii bu arada İstanbul’a gidene kadar Kıbrıs’ta fizyoterapi seanslarımıza başladık. Hayatımızda sevdiğimiz, dostumuz insanların bize bu kadar dokunduğu bir dönem olmamıştır sanırım. Sevgili dostumuz, Uzm. Fizyoterapist Münevver Özakalın ve Fzt. Nafia Bekiroğlu ile çalışmaya başladık. Onlar hem Dalga’nın fiziksel rehabilitasyonunu hem de dostlarımız olarak bizim ruhsal rehabilitasyonumuzu üstlendiler. Münevver’i telefonda aradığım ilk anı hiç unutmam, onunla konuşurken hissettiğim korku ve endişeyi de. Onun bana telefonun diğer ucundan, hiç istifini bozmamaya çalışarak “cancığım” deyişini de bir ömür gönlümde tutacağım.
Rutin fizyoterapi seanslarına ek olarak, evde de en az 5-6 kez yaptırmamız gereken birçok farklı hareket ve egzersiz ile günlerimiz geçiyordu. Ya da en azından yüzeyde geçiyordu gibi görünüyordu. İçimizdeki, içimdeki burukluğun tarifi yoktu. Sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinden hayata bakmayı adet edinmiş benim için Dalga’nın neden böyle bir şey ile mücadele etmesi gerektiğine verebileceğim bir yanıt yoktu. Lohusa depresifliği ile doğum şekli seçimimden ötürü kendimi de aylarca suçladığım, suçlu hissettiğim bir dönem oldu. Şu anda hala daha bazen keşke diyorum. Eşimin ise yine kalbimizde asılı kalacak lafı şu oldu “Ben baba olduğumu ne zaman anladım biliyor musunuz? Dalga’ya yapılan ilk muayenelerden birinde şunu demek istediğimde: düzelecekse benim kolumu alın ona verin”.
Bu arada seyahat için pasaport işlemlerine de başladık. Ben büyürken annem İstanbul’da olduğu için benim de bebek resimli bir eski pasaportum var, sanırım 6 aylık falanım. Oğlum bu konuda beni geçti, 15 günlük vesikalık resmi ile ilk pasaportu çıktı Dalga’nın. Henüz 1 aylık olmadan uçakta İstanbul’a seyahat ediyorduk. Bu süreç içerisinde çok sevdiğimiz büyük teyzemizi de kaybettik ve onun cenazesine bile katılamadık.
İstanbul’a vardık ve ilk muayenesini oldu Dalga. “Şanslıydık!” Kopma ya da yırtılma yoktu ve yoğun bir fizyoterapi ile bu işi çözebilecektik, ancak aylık doktor muayenesi ve doktorumuzun beraber çalıştığı fizyoterapisti Reyhan hanımın da değerlendirmesi gerekecekti. Bu pratikte şu demekti, her ayın en az 4- 5 gününü İstanbul’da geçirmek üzere İstanbul’a seyahat etmek. Şu anda toplamda kaç kez bu seyahati gerçekleştirdiğimizi unuttum, ama her seyahatin gidiş ve dönüşünde bambaşka davranışlar sergileyen bebeğimiz ile “değişik” deneyimlerimiz oldu deyebilirim. Yeni doğan bir bebeğin her ay havalimanı, uçak, hatahane gibi kalabalık ortamlara girip çıkmaktan ötürü neredeyse tüm okul çağı hastalıklarını hayatının ilk 2 yılında geçirmiş olması, bunlardan biridir örneğin.
Biz bu süreci Covid-19 pandemisi hepimizi evlere kapatana kadar devam ettirdik. 24 ay. Bu süreçte doğru bilgi ve tedaviye ulaşabilmemizde çevremizde olan insanların, özellikle sağlık çalışanı olan dostların desteği çok kıymetli oldu. Pandemi sebebi ile seyahatlerimize ara vermek zorunda kaldık ve maalesef bir uzman değerlendirmesine tabi tutulmayalı bir yıldan fazla oldu. Fizyoterapi seanslarımıza da Dalga’nın ruhsal gelişimi şu anda dirençli bir tutumu beraberinde getirmiş olduğundan devam edemiyoruz. Zedelenmenin hafif olması yönündeki şansımız şu anda oldukça fazla hareket kabiliyeti olarak bize dönüş yaptı. Ancak bu kadar şanslı olmayan vakalar var ve ömür boyu süren, sürmesi gereken süreçler.
Özellikle ilk kez ebeveyn olan insanlar olarak bizler için bu sürecin psikolojik yükü fiziksel ve maddi yükünden çok daha ağır oldu diyebilirim. Bir de bu konuda konuşacak başka birine ulaşamamak, bunu paylaşamamak çok zordu. Bu dayanışma ihtiyacını sosyal medyada Türkiye ve yurtdışında bulunan ebeveyn gruplarına katılarak, oradaki önerileri, dikkat edilmesi gerekenleri takip ederek atlatmaya çalıştık, çalışıyoruz.
Bu yazıyı toparlayıp yazmam tam üç yılımı aldı. Brakial Pleksus farkındalık ayı olan ekim ayında, paylaşmak için bir yazı yazmaya başladım Dalga’nın ilk ekiminde. Bugün bu dünyada üçüncü ekim ayını bitirmek üzere Dalga. Mutlu ve hareketli bir çocuk. Dışardan duyduğumuz en büyük “tesellimiz”: “Hiçbir şey belli olmuyor”. Elbette fiziksel olarak kısıtlılığı hemen hemen hiç denecek kadar az olduğu için mutluyuz. Ama sorun şu ki, bu noktaya varana kadar yaşananlar çok belli ve içimizde. Orada kalmaya da devam edecek.
Bu bizim hikayemiz, Dalga’nın hikayesi ve hikayemizin giriş kısmı böyle yazılmış...
Tumblr media
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 8 years ago
Text
16 Nisan Referandumu sonrası...
Türkiye’deki referandum sürecinde #hayır oyunu Atatürk’e referanslar vererek ifade edenlerin kaçırdığı ufak bir detay var ki, bir devletin demokratik karakterini tek bir kişiye ve onun yetilerine bağlamak bugün başka bir kişinin, Erdoğan’ın bu demokrasiyi kendi istediği başka bir düzenle değiştirebilmesini sağlamıştır. Aslında bu süreç tam da başından hatalı kurgulandığı için bu şekilde sonuçlanmıştır. Halkın kendi kendini yönetmesi diye dilimize peselenk ettiğimiz demokrasiyi bir kişinin vizyonuna indirgemek, halkı demokrasiden uzaklaştırmıştır. 
Kaldı ki idealize edilen vizyon bugüne kadar bir çok grubu ve düşünceyi de dışlamıştır. O yüzden bugün aynı yolu izleyerek kendi vizyonunu Türkiye’ye demokrasi diye dayatanların ‘millet kararını verdi’ şiarına insanlar inanmakta ve kendini de kararını vermiş sanmaktadır. Bunun sebebi bunca zamandır halkın yönetime dahil olmasının karizmatik ve güçlü bir liderin peşinden gitmek olarak kurgulanmış ve servis edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye putlaştırılmış liderler rejimidir. Yani aslında hiçbir zaman gerçekten demokrasi olamamıştır, bu yüzden de 16 Nisan referandumunda olmaya çabaladığı demokrasinin ufacık kırıntılarını da ‘güçlü, karizmatik bir lider’in hırsları uğrunda kaybetmiştir. 
Bu cahillik değildir, tam da 94 yıldır var olan bu ülkenin ve devletin vatandaşlarından beklediği tavırdır. Demokrasi tek adamcılık ve elitizm değildir. Ve bu referandum sürecinden çıkarabileceğimiz en önemli sonuç Türkiye’nin demokrasiyi bulamadan kaybetmiş olmasıdır.. 
1 note · View note
soylemekistediklerim-blog · 8 years ago
Text
Hamileliği 10 Haftada Sonlandırabilmek: İşte bütün mesele bu!
Her zaman söyleriz, şimdi yine söylüyoruz. Hukuk, yaratıcısından ve yaratıcısının amaçlarından bağımsız değildir. Evet hukuk ideal bir durumu yansıtır, ancak bu ideal hukuka içkin bir ideal değildir. Bu idealin başka sahipleri vardır.  Mevcut hukuk sistemi ve bunun koruyucusu yasalar ise ataerkil bir iktidar idealini baz alarak hazırlanmıştır. Bu sebeple bu sistemi kadınların kurcalaması hoş karşılanmaz. Biz kadınlar ve eşitlik mücadelesi verenler bunu her çalışmamızda deneyimlediğimizden biliyoruz, ama en son örneği hangisidir derseniz 31 Mart 2017’de Meclise Doğuş Derya ve Fazilet Özdenefe tarafından sunulan Ceza Yasası Değişiklik Önerisinin içinden tek bir maddenin tek bir noktasının cımbız ile seçilip hem bu arkadaşları hem de bu öneriyi savunanları katil ilan edildiği deneyimi verebiliriz.
Söz konusu madde, şu anda suç teşkil etmeyen 10 haftada hamilelik sonlandırma düzenlemesinde 10 haftayı 20 hafta ile değiştirilmesini önermiştir. Anında 20 hafta, cinayet, kıyım, vicdansızlık, yaşam, hak gibi kavramların havada uçtuğu çeşitli açıklamalar dökülmüştür. 10 haftanın yeterli olduğu, kadının cinsel birliktelik yaşamayı bilip de korunmayı nasıl bilmediği, 10 haftaya kadar hamile olduğunu zaten çoktan fark edebildiği o yüzden bu süreyi uzatmak gerekmediği gibi iddialar mevcut. Bu yazının amacı 10 haftanın neden yetersiz olduğunu, bilimsel olsun olmasın, kadın deneyimlerine – gerçek deneyimler, dayanarak anlatmaktır.   Bunu mümkün olduğunca da basit ve adım adım yapmaya çalışacağım, aynı bir cumhurbaşkanının oğluna anlatır gibi.
Sevişmeyi biliyorsa korunmayı da bilsin: Bu ifadedeki en önemli sorun korunmayı sadece kadının omuzlarına yüklenen bir sorumluluk haline getirmektir. Geçenlerde de sormuştum, lütfen sokağa çıkılsın ve erkeklerin yüzde kaçının korunma yöntemi kullandığı (geriye çekilme bir korunma yöntemi değildir) sorulsun. Bu araştırmanın sonuçlarını sanırım hepimiz tahmin edebiliriz. Yani bu noktada bile iki kişilik bir mesele olan cinselliğin sorumluluğu tek tarafa yüklenmekte, kadının bunun hem maddi hem fiziki külfetini – spiral taktırma, diyafram taktırma, doğum kontrol hapı kullanma – üstlenmesi beklenmektedir. Sosyoekonomik durumundan ötürü tüm kadınlar doğum kontrol yöntemlerine eşit şekilde erişemeyebilir.
Buna ek olarak şunun da altını çizmeliyiz ki ülkemizde yaş gruplarına uygun şekilde müfredata yerleştirilmiş cinsellik eğitimi yok. Bu durumda insanlarımız cinselliğe dair bildikleri iyi ve kötü şeyleri, deneyimleyerek, sağdan soldan duyarak öğreniyor bazen de yanlış öğrenebiliyor ya da bilgi eksikliğinden ötürü manipüle edilebiliyor. Bu konuda bilgi sahibi olmayan, olamayan birisinin korunabilmesini nasıl bekleriz?
Son olarak şunu da belirtmekte fayda vardır ki, doğum kontrol yöntemlerinin hemen hemen hepsi %99 koruma sağlamaktadır. Yani her zaman %1lik bir olasılık vardır. Ülke nüfusunun 400,000 olduğunu farz edelim. Bu nüfusun hayatı boyunca en az bir kez birisiyle cinsel ilişkiye gireceğini farz etsek 2000 adet hamilelik bu olasılık kapsamına girecektir.
Bu şartlar altında o zaman korunsun istenmeyen hamilelik yaşamasın demek pek de gerçekçi gelmiyor.
 10 haftada kararını versin: Yukarıda bahsedilenlere dayanarak farz edelim ki bir kadın ne sebeple olursa olsun korunamadı ve hamile kaldı. Önce şunu hatırlamakta fayda var: Hamilelik hesaplanırken kadının en son regl olduğu günden hesaplanır. Yani aslında şu anda yasada bulunan 10 haftanın en az 4 haftası yok hükmündedir. Ortalama 28 günde bir adet olan bir kadının hamile olduğundan şüphelenmesi için bir sonraki adet dönemini, yani 4 haftayı beklemesi gerekir.
Adet döngüsü 35 günü bulan kadınlar için bu 4 değil 5 haftanın gittiği anlamına gelir. Bazı kaynaklar adet döngüsü henüz oturmamış genç kadınlarda bu sürenin 45 günü bile bulabileceğinden bahseder.[1] Bununla birlikte adet gecikmeleri sadece hamilelikten değil, başka hormonsal bozukluklar, stres, uykusuzluk gibi fiziksel etkenlerden ötürü de olabilir. Ortada hiçbir önemli sebep yokken bile bir kadının adeti 10-12 gün gecikebilmektedir, yani yaklaşık 2 hafta. Bu durumda geriye 3 haftamız kaldı.
Gelin hepimiz kabul edelim ki, ceza yasasında cezalandırılmayan süre olan 10 hafta içinde bile yapılsa hamileliği sonlandırmak sosyal ve psikolojik yönden çok kolay bir süreç değildir. Çeşitli hallerde kadın, ve evet çoğunlukla sadece kadın, ayıplanmaktadır. Hamileliği evlilik dışı ise neden cinsel ilişkiye girdiğiyle ilgili ayıplanmakta, evlilik içiyse e zaten evlidir neden çocuğu istemez diye ayıplanmaktadır. Bu baskı ortamı içerisinde 3 haftada bu kadının bu hamileliği sonlandırmak isteyip istemediğine ‘özgürce’ karar vermesi beklenmektedir. Bu muhakemeyi yapması da 1 haftasını aldı diyelim. Geriye kaldı 2 haftamız.
Bugün devlet hastahanelerinden hamileliği sonlandırmak için herhangi bir hizmet almak mümkün değil. Hastahaneler bu hizmeti sunmuyor. Bu durumda bu kadının mecburen özel bir hastahane ya da klinikten bu hizmeti satın alması gerekecek. Ülkemizde bu prosedürün ücreti 3000 ile 5000 TL arasında değişmektedir. 2 haftası kalan kadının bu 2 haftada bu parayı toparlaması gerekecektir. Bu kadının asgari ücretle çalıştığını ve partnerinden de bu konuda destek görmediğini düşünelim. Bu miktarda parayı 2 haftada nasıl toparlayabilecektir? Buraya kadar 10 haftanın sonlandırma kararı için neden kısa olduğunu anlatmaya çalıştım. Aynı zamanda bu süre hamileliği sonlandırmama yönünde de bir karar verilebilmesi için aynı sebeplerle kısadır. Karar vermek ve prosedürü uygulamak için kullanılan bu 2 haftada hamileliğe devam edip etmemek yönünde kararsız kadınların, panik halinde ve o 2 haftalık süreyi de kaçırmadan hamileliğini sonlandırdığını ve sonrasında bundan pişman olduğunu da biliyoruz.
 Tüm bu bahsettiklerimden çıkan temel sonuç aslında hamilelik sonlandırmaya ilişkin yapılan önerinin kadının özgürce ve baskı altında kalmadan kendi kararını verebilmesi ile ilgili bir öneri olduğudur. Özgürlük herkes içindir.  
[1] https://www.womenshealth.gov/a-z-topics/menstruation-and-menstrual-cycle
Tumblr media
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 9 years ago
Text
Yıl 2016! – Cinsiyet Kotası nedir, ne değildir?
2015 yılında kabul edilen Siyasal Partiler Yasası[i] ile siyasal yaşamımıza katılmış olan en önemli değişikliklerden bir tanesi de  partilerin bundan böyle hem genel hem de yerel seçim adaylarını belirlerken her cinsiyetten en az %30 aday belirlemeleri gerekliliğini ortaya koyan 27. ve 28. madddelerdir. Cinsiyet kotası olarak adlandırıldan bu uygulama, ülkemizde çeşitli siyasi partiler ya da örgütler tarafından tüzükleri gereği veyahut gönüllülük esasına dayalı  uygulanmış olmakla birlikte bu şekilde bir yasal zorunluluk haline yeni geliyor. Bu uygulamaya aşina olan partiler için yürürlüğe geçirmesi daha kolay olacak olan bu yöntemin, bunu daha önce denememiş olan siyasi partiler için en basitiyle ‘farklı’ bir deneyim olacağı aşikardır. Peki cinsiyet kotası, ya da kota nedir? Neden ihtiyaç duyulur? Amaçlarına nasıl ulaşır? Kotalar kalıcı mıdır? Kota uygulamaları ayrımcılık yaratır mı? Bu sorular özellikle bu alanda çalışmış/çalışan insanların mütemadiyen karşılaştığı sorulardır, ve kota deneyiminin doğal bir parçasıdırlar. İnsanların deneyimlemedikleri ve bilmedikleri  uygulamalar her zaman merak konusu olmuştur.
Kota bir çeşit geçici özel önlemdir. Uygulanan toplum içerisinde dezavantajlı olduğu inanılan grupların siyasi temsil oranlarını artırabilmek ve aslında bulundukları toplum içerisindeki gerçek demografik oranlara yaklaştırabilmek için ilgili grup mensuplarının desteklenerek temsiliyete ulaşmalarını kolaylaştırmayı sağlar. Kota bir kaç farklı yöntem ile uygulanabilir. Bunlardan biri seçim ile gelinecek organda baştan belirli sayıda sandalyenin bir gruba ayrılmasıdır. Bunun bizim için en yakın örneği 1960 Anayasası ile kurulmuş olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar için belirlenmiş olan milletvekili sayılarıdır.  Başka bir kota örneği ise yukarda bahsettiğimiz Siyasal Partiler Yasası’nda tercih edildiği şekli ile seçim listelerinde belirli bir aday oranının mecburi bırakıldığı uygulamalardır. Bahsettiğim iki örnekten de anlaşılabileceği üzere aslında kota sadece cinsiyet kotası olarak değil o toplumun ihtiyaçları doğrultusunda başka grupların da dezavantajlarını azaltmak amacıyla da uygulanabilmektedir.
Siyasette cinsiyet kotasına ihtiyaç duyulmasının sebebi ise toplumsal cinsiyet rolleri sebebi ile siyasete teşvik edilmemiş veya bu rollere dayalı kurumsallaşmış seçmen önyargısı ile karşılaşan kadınların nüfusun yüzde ellisini (%50) temsil etmelerine rağmen bugün parlamentolarda bu oran yüzde yirmiiki (%22) civarında seyretmesidir.[ii]   Ülkemizde ise bu durum daha da içler acısıdır. Bugün KKTC Cumhuriyet Meclisi’ne baktığımızda kadın milletvekili oranının %8 olduğunu gözlemliyoruz. Bu temsiliyet sorunu dünya üzerindeki varlıkların nüfusun yüzde birinin (%1) kontrolünde olması gibi büyük bir sorundur.
Yasal olarak kadınların siyasete katılmasının önünde herhangi bir engel bulunmamakla birlikte temsil oranlarında oldukça düşük rakamlarla karşılaşmamızda toplumsal cinsiyet rollerine dayalı beklentiler açıklayıcıdır. Kadınlara yüklenen çocuk bakımı, ev işleri, yaşlı bakımı gibi görevler vücüt dinginliği ve zaman gerektiren bir faaliyet olan siyasete katılacak zaman ve enerjiyi bulmakta zorlanmalarına sebep olur. Bu sebeple kadınların siyasi parti toplantılarına, örgütlenme çalışmalarına katılımı dolaylı olarak kısıtlanır. Bu gibi çalışmalarda yer alamayan kadınlar görünür olamadıkları için bu sefer de seçilebilirlik konusunda erkeklerin maalesef gerisinde kalırlar. İşte cinsiyet kotası kadınların sosyal koşulların kendilerine dayattığı zorunluluklardan kaynaklı eşitsizliği azaltmak ve kadınların siyasi temsiliyete erişebilmesi ve bununla birlikte görünür olabilmeleri için kullanılan bir araçtır. Başka bir deyişle kota kadınlar ve erkeklerin yarışa eşit başlayabilmesini sağlar. Bu perspektiften bakıldığı zaman kota ayrımcı ya da kadınları kayırıcı bir yöntem değil aksine cinsiyetler arası eşitsizliği gören ve bu eşitsizliği düzeltici bir uygulamadır. KKTC Meclisince kabul edilmiş Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi sözleşmesi 4. maddesinde bu gibi geçici özel önlemlerin ayrımcılık olmadığını belirtmiştir.
Yukarıda da belirtildiği gibi kota geçici bir özel önlemdir. Geçici özel önlemden kastımız kota ile elde edilmesi temenni edilen eşitliğe ulaşıldığı takdirde bu mekanizmaları kullanma yönünde bir ihtiyacın ortadan kalkacağıdır. Cinsiyet kotasında amaç toplumsal cinsiyet eşitliğidir. Bunun başarılabilmesi için kota tek başına yeterli bir önlem değildir. Toplumsal dönüşümün de beraberinde gelebilmesi için toplumsal cinsiyet eşitliğini baz alan diğer politikaların da yürürlüğe konması gerekir. Ve bu politikaların üretilmesi içinse kadınların siyaset üretilen alanlara erişebilmesi lazımdır. Kadınların siyasette bulunduğu ülkelerde azınlıklar ya da engelliler gibi dezavantajlı gruplara yönelik çalışmaların daha fazla yapıldığı veya ülkemiz gibi yoğun çatışma geçmişi olan bölgelerde kadınların barış inşası ve uzlaşma konusunda daha yapıcı politikalar ürettikleri göze çarpmaktadır. Ayrıca, kadınların görev aldıkları yerel yönetimlerde sağlık, altyapı ve eğitim gibi alanlara yapılan yatırımlar daha fazla olmaktadır. İngiltere parlementosunda bütçe tartışmaları sırasında tampon vergisini gündeme taşıyanların İşçi Partisi’nin kadın milletvekilleri olması elbette ki tesadüf değildir.[iii]
Ülkemizde uygulanmaya başlayacağı şekli ile seçimlere yönelik kota uygulaması partilerin hazırlayacağı aday listelerine yönelik bir kota uygulamasıdır. Yani partinin kendi yönetim organları için herhangi bir zorunluluk getirmemektedir. Fakat şimdiye kadar değinilen noktaları göz önünde bulundurduğumuzda kotanın bütünlüklü bir etki yaratması için sadece halkoylamasına gidilen seçim listelerinde değil ilgili partilerin hangi siyaseti yürüteceğine dair karar üretilen yerlerde de kadın temsilini destekleyici kotalar bulunması gerektiği anlaşılacaktır. Bugün KKTC Meclisinde temsil edilen dört partiden sadece Cumhuriyetçi Türk Partisi’nde tüzük gereği cinsiyet kotası uygulanmaktadır.[iv] Bu partilerin merkez yönetim kurulu ve parti meclisi gibi organlarını incelediğimizde bu organlarda bulunan kadınların oranı CTP MYK ve Parti Meclisinde tüzükte belirlenen minimum oran olan yüzde otuzda kaldığını, bunun TDP MYK ve Parti Meclisinde de yaklaşık yüzde otuz olduğunu görüyoruz.[v] Bu durum UBP içinse çok daha düşük. UBP Genel Yönetim Kurulunda hiç kadın üye bulunmuyor[vi] ve parti meclisindeki kadınların tüm parti meclisine oranı ise yüzde oniki (%12).[vii] Bu bilgiler ışığında kotanın tüzükte yer aldığı hallerde bile tüzükle öngörülen oran azami oranmış gibi muamele görmekte ve belirlenen miktarın üzerine çıkılamamaktadır. Dolayısıyla asılnda kotanın geçici önlem olması özelliğini kaybetmemesi için aslında bu yöntemin doğrudan hedeflenen rakama endeksli olarak uygulanması gereklidir. Böylece daha kısa sürede istenilen demokratik ve eşitlikçi kültüre ulaşılabilir. Yani kısacası yüzde otuz yeterli değil, yüzde elli gereklidir.
Kısaca özetlemek gerekirse kota nüfusun yarısını oluşturan kadınların hak ettikleri oranda siyasi temsile ulaşıp uzun vadede hem kadınların maruz kaldığı toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ortadan kaldırıcı siyaset üretilmesine katkı koymak hem de yaşadıkları ülkelerin daha demokratik ve kapsayıcı ülkeler olmasını sağlamak amacıyla tercih edilebilecek geçici özel bir önlemdir.  Ancak bu önlemin geçici olabilmesi nasıl uygulandığı ve başka hangi toplumsal cinsiyet eşitliği yöntemleri ile birlikte kullanıldığına bağlıdır. Nüfusun yarısını oluşturan bir grubun siyasette yarıdan az temsil edilmesinin kabul edilebilir olmadığı gibi, bu yönde yol açıcı özel yöntemlerin kullanılmasını sorgulamak veya gereksiz bulmak da aynı derecede kabul edilemez ve çağ dışıdır. Çünkü yıl 2016dır.[viii]
[i] Siyasal Partiler Yasası  49/2015
[ii] http://www.ipu.org/wmn-e/world.htm (10/05/2016)
[iii] http://www.theguardian.com/uk-news/2016/mar/16/mps-plan-budget-rebellion-against-tampon-tax (10/05/2016)
[iv] CTP Tüzük Md 49
[v] Toplumcu Demokrasi Partisi’nin 2015 yılında gerçekleştirdiği tüzük kurultayından önce bu partide de cinsiyet kotası uygulanmaktaydı.
[vi] http://ubpkuzeykibris.com/haber_detay.asp?haberID=297
[vii] Demokrat parti için ilgili bilgilere ulaşmak mümkün olmadığından yer verilememiştir.
[viii] Kanada Başkabakanı Justin Trudeau bakanlar kurulunun yarısını kadın bakanlardan oluşturmasının ardından aldığı neden? sorusuna ‘Çünkü yıl 2015’ diye yanıt vermiştir. (https://news.vice.com/article/because-its-2015-why-justin-trudeau-pushed-for-gender-parity-in-his-cabinet)
(Bu yazı 15 Mayıs 2016 tarihli gaile dergisinde yayınlanmıştır)
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 9 years ago
Text
bir küçük su meselesi
Asrın projesi! Hakkında çok konuşuldu, reklamı çok yapıldı. Belli ki yatırım miktarı ve projenin su (ve başka kaynakları da) taşıyabilme kapasitesi göz önünde bulundurulduğunda gerçekten bir asrın projesiydi. Ancak bu asır kime aitti, bu asrın tarihini kim ne için yazıyordu? Sorulması gereken sorulardı.
Soranlar oldu elbet. Su kaynakları yetersiz dendi, tuzlanma oluyor dendi, bir sürü iyileştirme yapılması lazım para yetmez dendi, bu zamanda suyunu paylaşan ülke bulmak zor dendi, su savaşları çıkıyordu neredeyse duymamış mıydık? Böyle cahillik olmazdı. Hem zaten belediyeler de borç içindeydi, hatta sosyal sigortalar nerdeyse belediyeler yüzünden batıyordu – o derece yani!
Neyse zaten bu su gelecekti – çok kararlı bir suydu, kaynağı sağlamdı. Hem tarıma hem kullanmaya yetecekti, öyle bir su ki fasulyeler başka pişecekti ülkemin kadınlarının tencerelerinde, çünkü erkekler fasulye pişirmezdi bizde – başka işler pişirirlerdi. Mesela bu su gelmişti de şimdi nasıl gezip tozacaktı. Sonuçta onca yoldan gelmişti, hem de bizim kırk yıl düşünsek bulamayacağımız, bulsak da yapamayacağımız bir yoldan gelmişti. Misafir de değildi hani. Kalıcıydı. Bayağı bayağı kalıcıydı. Şu çözüm mözüm dediklerinden sonra bile gitmeyecekti.  Asrın projesi dedik ya, asır bitmeden proje biter miydi? Hem neden gidecekti? Sonuçta en temel ihtiyaçlarımızdan biriydi SU.
Ama yazar asrı tasarlarken başka başka şeyler hayal etmişti. Proje içinde proje düşünmüştü. Suyun gelmesi bir proje, geldiği yerden çıkması başka projeydi. Bu noktayı unutmuş olması düşünülemezdi. Ona da bir formül bulmuştu. Madem ki bundan böyle suyun fazlası ondaydı, artık söz de su da büyüğündü. Diğer sular da ona karışacak biz çeşmemizden hiç ayırmadan içecektik.  Zaten doğanın bize verdiği suyu senin benim diye ayırmanın ne alemi vardı.
Tabii şimdi doğa ana verdiyse bile bize gelişi masraflı olmuştu, kurtarmazdı abla.  Biz suları beraber kul-lanacaktık kullanmasına da asrın projesinin yükünü bu ülke kaldırmazdı, yatırım lazımdı. Tesisler eskiydi, yetersizdi. Eh bu yatırımlar hava ile değil para ile yapılacaktı madem ki, bunun karşılığını da birinin öde-mesi gerekiyordu. Sahi bu asrın projesini kim tasarlamıştı? Tasarlarken Kıbrıs’taki altyapıyı bilmiyor muy-du? Yoksa biliyor muydu? Bildiği için yardımcı mı olacaktı dediniz? Allah allah… Ee bu yatırımın karşılığını kim ödeyecekti? Devlet ödeyemezdi, kaç kere söyledik, söylediler devlette para yoktu. Bu işi yapmanın en kestirme yolu özel bir şirkete vermekti, o da halktan toplasındı, e biraz da kâr etsindi canım ne olacaktı? Su geliyordu ya, güldür güldür.
Sonuçta su doğal bir kaynaktı ama asrın projesi ile birlikte bir metaya dönüşmüştü. Meğerse bu projeyi içinde bulunduğumuz asra uygun kılan tam da buydu, bu asrın hikayesini sermaye yazıyordu. Her şeyi de devletten beklememek lazımdı. Şimdi o kadar yoldan gelen suyu buyur etmemek olmazdı. Dediler, düşündüler, tekrar tekrar söylediler…
Bu hikayeyi sabırla dinledik, düşündük, tartıştık. Neticede henüz su musluklarımıza ulaşmadı, çünkü nasıl ulaşacağına dair yazar öyküsünü istediği gibi bitiremedi. Biz de beğenmediğimiz yerleri belirttik: Özel şirket cidden şart mı dedik duymadı, sermayenin yapacağını BESKİ yapsın kullanıcılar için daha az masraflı olmaz mı dedik, beğenmedi. Su kaç paraya gelecek bari onu söyleseniz dedik, o sonraki iş dendi – şaşırdık mı?  Belki biraz, çok değil. Kimi bilim insanları ifade etti ki 7 liradan aza mal olmaz bu su, yorum yapılmadı pek. Öyle şey olur mu diye sorulmadı, demek ki bu hesap çok da yanlış değildi. İyi de, 7 lira çok değil miydi? Alım gücü gittikçe azalan bu ada halkı için 7 liraya su mu olurdu? Varolan kaynakları biz yavaş yavaş iyileştirip verimli bir su dağıtım sistemi kursak masrafı daha az olmaz mıydı? Artık bunu konuşmak için çok geçti, çünkü projenin birinci ayağı bitmiş, açılışlar yapılmıştı. Yalnız bu su bir türlü musluklara gelemedi. Sonrası üç nokta… Hikayenin sonu mu? Bilmem, siz nasıl isterdiniz? Neden mi size sordum? Çünkü bu bir kendi hikayemizi yazma teşebbüsüdür.
(Bu yazı 10 Ocak 2016 tarihinde gaile dergisinde yayınlanmıştır)
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 10 years ago
Photo
Tumblr media
Aile Yasası Değişmeli İnsiyatifi sizi film gösterimine bekler! 
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 10 years ago
Text
Devlet Eliyle Yok Edilen Anneler: KKTC’de Kimlik Politikaları ve Boşanmış Kadınlar
Ülkemizde kadınların soyadı bir aksesuarmış gibi medeni hallerine göre değişiklik gösteren bir şey. Halbuki soyadı da aynı ismimiz gibi bizim kim olduğumuzun bir belirleyicisi, kamusal alanda bilinmemizi ve başkalarından ayırt edilmemizi sağlayan bir isim. Doğduğu ve tanındığı isimle hayatının sonuna kadar devam edebilme hakkını yasal olarak sadece erkeklere verirken kadının isminin ve dolayısıyla aslında kadının kimliğinin o kadar da önemli olmadığı görüşünü hâlâ devlet eliyle üretmeye devam ediyor ve hukuken koruyoruz. Ancak kadının soyadını aksesuar haline dönüştüren ve kimliğini yok sayan bu uygulamalar hukuki düzenlemeler olmakla kalmıyor, kimlik ve nüfus politikalarına derinlemesine etki ediyor.
Kadınlar soyadı değişikliğinden doğan sıkıntılara sadece medeni hallerini değiştirirken karşılaşmıyorlar.  Özellikle çocuk sahibi olduktan sonra nüfus ve kimlik politikalarını yürütmekle yükümlü devlet daireleri tarafından anne = evli = eşinin soyadı denklemi içinde anlamsız dayatmalara maruz kalıyorlar. Ülkemizde bir çocuk dünyaya geldiği zaman ve nüfus kaydı yaptırılırken alınan ilk belge doğum belgesidir, kaymakamlıklardan elde edilir. Bu belgede çocuğun adı, soyadı, baba ve anne adı soyadları ile birlikte, doğum tarihi ve doğum yeri gibi bilgiler bulunur. Doğum belgelerine anne isimleri iki şekilde yansır. Anne adı yazan yere annenin adı ve eşinin soyadı yazılır. Ardından da annenin evlenmeden önce kullandığı soyadı ‘kızlık’ soyadı olarak yazılır. Anne adı yazan yere annenin eşinin soyadı ile yazılması gerekir diye bir hukuki zorunluluk yoktur. Ancak bu uygulama ile annenin ‘anneliği’ evililik içerisinde olduğu sürece meşru kılınır. Bu uygulamalar ilgili memurlar tarafından içselleştirilmiş şekilde gerçekleştirilir, hatta çift soyadı kullanan evli kadınların bile sadece eşinin soyadı ile doğum belgesine yansıdığı vakalar da az değildir. Bu durum soyadı düzenlemelerinin sadece isim değişikliği ile ilgili olmadığının, aslında toplumsal cinsiyet rollerini (kadın eştir ve annedir, anne olmak için önce eş olmak gerekir) dayatmanın başka bir aracı olarak kullanıldığının göstergesidir. Bu şekilde eşitliksiz uygulamalar aslında hukuken mümkün olsa dahi evli olmayan kadın çocuk sahibi olamaz şeklindeki toplumsal normları devlet eli ile kadına dayatmaktadır.
Bu uygulamanın en absürd hali ise boşanmış ve çocuklu kadınların çocuklarının kimliklerindeki anne adı kısmında gözlemleriz. Ülkemizde boşanmak yasal olarak mümkün iken ve kadınlar medeni halleri yine bekara dönüşünce eski soyadlarını kullanmaya geri dönerken annelikleri bekarlaşamıyor. Boşanmış kadınların çocuklarının kimlik kartlarında anne adının bulunduğu boşlukta ısrarla annenin isminin ardından babanın soyadı geliyor. Çeşitli sebeplerle anne ve babası boşandıktan sonra kimlik kartını değiştiren kişiler gerekli formları doldururken annelerinin boşanma sonrası kullandıkları soyadını belirtmelerine rağmen hazırlanan kimlik kartlarında anne sanki hiç boşanmamış gibi babanın soyadıyla görünmeye devam ediyor. Bunun gerekçesi sorulduğu zamansa verilen cevap nedir biliyor musunuz?  Doğum belgesinde öyle yazıyor!
Doğum belgesinde öyle yazıyor ama senin mahkemenin verdiği hükümde de boşanmış yazıyor. Yani bu durumda doğum belgesinde ve dolayısıyla kimlik kartında anne olarak ismi bulunan kadın hukuken yok! Bu durumda anneler yok!  Böyle bir kimlik politikası ile KKTC’de boşanmış anneler hukuken yok ediliyor. Anne ‘anne=evli’ denkleminden çıktığı zaman anneliğini de, en azından çocuğunun kimliğinde, terk etmeye zorlanıyor. Kadının anne olabilme kapasitesi çocuk sahibi olduğu kişiyle evli kaldığı sürece mümkün kılınıyor.
Hukuken var olmayan bir kişinin kimliğinde annesi olarak görünmesi hali resmi işlemlerde giderek daha absürd bir hal alıyor.  Örneğin anne çocuğuna bir tapu devri yapmak istiyor ve ebeveynden bağış denilen usülde bunu yapmak istiyor. Bu usülde yapılabilmesi için devri yapacak mal sahibinin devredeceği kişinin ebeveyni (bizim durumumuzda annesi) olduğunu kanıtlamak zorunda. Tapu memuru mala işlenmiş isme bakıyor ve annenin evlenmeden önceki soyadı ile bu malda mal sahibi olduğunu görüyor. Bir de çocuğun kimliğindeki isme bakıyor annenin soyadı, kimik politikaları sağ olsun hala daha evliymiş gibi görünüyor. Tabii memur soran gözlerle önce bu durum nedir diye sorguluyor ardından da sizden talebi şu; kimliğinizdeki ‘evli’ anneniz ile mal sahibi ‘bekar’ annenizin hukuken aynı kişi olduğuna dair noterden tasdik getirmenizi istiyor. Ve siz ‘zaten aynı kişi değil, benim kimliğimde annem diye görünen kadın yok, aslında annem diğeri ama devlet onu yok etti.’ deseniz de nafile. ‘Siz noterden belgenizi getirin, işleminizi yapalım hanfendi.’ Mecbur getiriyorsunuz...
Bu yazı Yenidüzen Gazetesinin Gaile ekinde 31 Mayıs 2015 tarihinde yayınlanmıştır. 
1 note · View note
soylemekistediklerim-blog · 10 years ago
Text
Bireysel Yaşanmışlıkların Kurumsal Değerlendirmesi: Sığınma Talebi ve Değerlendirme Sürecine Dair
Kıbrıs’ın kuzeyinde çalışan yerel bir sığınma mekanizması yok! Bulunduğumuz coğrafyada mülteci hakları için çalışan bir sivil toplum örgütü olarak Mülteci Hakları Derneği’nin talebi böyle bir mekanizmanın kurulması yönünde. Herhangi bir sığınma mekanizmasının olmaması ve kişilerin sığınma taleplerini iletip korunma talep edebilecekleri bir makamın eksikliği onları en temel insan haklarından olan sığınma hakkından mahrum bırakıyor. Bunu uzun süredir tekrar ediyoruz. Peki diğer ülkelerde var olan yerel veya uluslararası sığınma mekanizmaları hakkında ne söyleyebiliriz? Genel olarak iki tipte sığınma mekanizmasından bahsedebiliriz. Birincisi ulus devletler tarafından taraf oldukları uluslararası hukuk sözleşmelerine ithafen oluşturulmuş yerel mekanizmalardır. İkincisi ise birinci tipin bulunmadığı coğrafyalarda Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) çalıştırdığı uluslararası koruma mekanizmasıdır. Her iki tip için de başvuru süreci  benzer şekillerde ilerliyor. Süreç sığınma başvurusu talebinin ilgili birime iletmesi ile başlıyor ve ardından bir ya da iki mülakat sonucunda edinilen bilgilere dayanılarak kişinin mülteci olup  olmadığına karar verilmesi ile de son buluyor.
Mülakat kalıpları, mülakat ve değerlendirme yöntemleri hemen hemen aynı. Hatta bu süreçleri tektipleştirebilmek için sayısız kılavuz ve belge yayınlanmış durumda. Bu tektipleştirme ve kurumsallaştırma kaygısı değerlendirmelerin keyfi ve/veya kişisel sonuçlanmasının önüne geçmek ve süreci daha ‘profosyonel’ kılmak isteğinden kaynaklanıyor.
İşte biraz durup da düşünmemiz gereken an tam da şu andır; mültecinin kim olduğu, hangi bölgeden kimlerin mülteci olabileceği, hangi öykülerin mülteci öyküsü olmadığını bize anlatan onca hukuki ve uygulama kılavuzları arasında kişi tarafından bireysel olarak yaşanmış bir tecrübeyi nasıl değerlendirebiliyoruz?
Mülakat görevlisinin önüne gelene kadar tehlikeli yollardan geçmiş, korkutucu yaşanmışlıkları olmuş ve belki tüm yakınlarını geride bırakmış, bu süreçte yaralanmış, hastalanmış, korkmuş, travmatize olmuş bir insanın ona sunulmasını talep ettiği korumayı hak edip etmediğine kılavuzlara bakarak karar vermek pek kolay değil.
Tektipleşmiş bu süreç içerisinde ‘arada kaynayan’ vakalar da mutlaka oluyor.
Mülteci toplulukları arasında ‘tutmuş hikayeler’in ticaretinin yapıldığı bilinen bir olgu. Bunun sebebi, sığınmacıların kendi kişisel öykülerinin yeteri kadar “iyi” olup olmadığını bilememesidir. Ya değerlendirme memurunun önündeki kılavuzda onun tecrübesine dair bir ipucu yoksa? Avrupa Birliği (AB)’nin birleştirilmiş sığınma politikası da buna bir örnek olabilir. AB Sığınma Yönergesi ve akabinde AB üyeleri arasında forum shopping (forum alışverişi) (1) denilen davranışın engellenmesi devletlerin – en azından AB üyesi devletlerin – de birbirleri arasında değerlendirme sonuçları açısından farklılıkların olduğunun farkında olduğunu gösteriyor. AB birleştirilmiş sığınma politikasına göre sığınma talebinde bulunan kişi bu başvuruyu AB sınırlarına ilk ulaştığı ülkede yapmak ve parmak izi vererek kayıt yaptırmak zorunda. AB coğrafyasını mültecilerin seyahat şekilleri ile bir araya getirdiğinizde, AB’nin mültecileri İtalya, Yunanistan, İspanya gibi geleneksel olarak mülteciler tarafından daha kolay ulaşılır ama aynı zamanda mülteci mekanizması yönünden de en sıkı ülkelere ittiğini görmek o kadar da zor değil.
Sonuç olarak sığınma talebinin değerlendirilmesi pratikte kişisel tecrübelerin kurumsal analizlerle sınıflandırılması noktasına varıyor. Mülteci/değil, korunmalı/korunma ihtiyacı yok... Ve bu sınıflandırma güvenli iş yerlerinde sabah 9 akşam 5 arası yapılıyor. Halbuki sığınmacılar sürekli kaçıyor, korkuyor ve bekliyorlar. 7/24. Her bekledikleri gün stres ve travma kefeleri daha da doluyor. Ve bir gün değerlendirme memuru çıkarıyor mühürünü beyaz kağıdın üzerine vuruyor: REDDOLUNDU/ DOSYA KAPANDI. Kapanmıyor aslında. Çünkü bir yaşamı nasıl kapatabilirsiniz ki?
Peki bu durumu nasıl daha insancıl kılabiliriz? Hem tektipleştirmenin getirdiği güvenliği hem de kişiden kişiye değişen farklı hikayeleri nasıl bir arada barındırabiliriz? Öncelikle bu sürece maruz kalmış kişilerin travmatik bir geçmişe sahip oldukları gerçeğini kabullenmek önemlidir. Sığınmacıların hayat hikayelerini ve sığınma taleplerine ilişkin tecrübelerini rahat ve tutarlı şekilde aktarabilmeleri için onlara gerekli psikolojik ve sosyal desteğin sağlanması gerekmektedir. Bunun yanında menşe ülke(2) bilgileri değerlendirirken kalıp dışı vakalarda mümkünse değerlendirme sürecinin öngördüğü adımlardan daha fazlası ile kişiye ait hikayenin tamamına erişimin sağlanabilmesi için yeterli esnekliğin değerlendirme görevlilerine tanınması da oldukça önemlidir. Sığınma talebinde bulunan kişilere sürecin nasıl işlediğinin anlatıldığı katılımcı toplantıların ve bu bilgilerin farklı dillerde yazılı olarak da sunulduğu danışma merkezlerinin varlığı sığınmacıların daha önce mülteci olarak tanınmış kişilerin hikayelerini kopyalamanın kendilerine fayda sağlayamayacağını anlaması açısından faydalı olabilir. Bilgilendirme yapılırken, dil çeşitliliği yanında okuma yazma bilmeyen ya da farklı şekillerde öğrenen insanlar da göz önünde bulundurularak yaratıcı bilgi aktarım tekniklerinin kullanılması sığınmacıların sağlıklı bilgiye ulaşması açısından olumlu bir adım olacaktır. Son olarak da sığınmacı ve mültecilerin birbirleri ile dayanışabileceği bir ortam yaratılması ve içinde bulundukları değerlendirme sürecine dair endişe, çekince ve sorunlarının dikkate alınabileceği iletişim kanallarının oluşturulması düşünülebilir. Bu bahsedilen uygulamalar sığınmacıların kişisel hikayelerini aktarabilmelerine ve kendilerini bu kurumsal mekanizmalar içerisinde kayıp hissetmemelerine imkan tanıyacaktır.
Çünkü ‘Bir gün herkes mülteci olabilir...’
---------------------------------------
Notlar: (1) Mülteci statüsünü elde etme şansını artırmak amacı ile birden fazla ülkede sığınma başvurusunda bulunma davranışı. (2) Menşe ülke/Country of origin: sığınma talebinde bulunan kişinin kaçtığı ülkesi
Bu yazı 1 Kasım 2014 tarihinde Yenidüzen gazetesi Gaile ekinde yayınlanmıştır.
http://www.yeniduzen.com/Ekler/gaile/290/bireysel-yasanmisliklarin-kurumsal-degerlendirmesi-siginma-talebi-ve-degerlendirme-surecine-dair/1908 
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 10 years ago
Text
Bir Savaş Taktiği Olarak Tecavüz
“Tecavüz her zaman bir işkencedir” - Manfred Nowak, (BM İşkence veya diğer insanlık dışı, küçük düşürücü ve zalimane muamele Özel Raportörü)
Bireysel bağlamda gerçekleştirilen tecavüz eylemi ya da cinsel içerikli saldırı, sanıldığının aksine tecavüzcü ya da saldırganın cinsel ihtiyaç ve dürtüleri ile alakalı değildir. Hareketin gerçekleşmesindeki en büyük psikolojik motivasyon, kurbanın üzerinde tahakküm kurulabilecek bir varlık olduğuna inanmaktır. Bu varlığı kontrol edebilmek ve üzerinde güç ispatı yapabilmek için tecavüzcü, cinsel şiddet uygulama hakkını kendinde görmektedir. Bunun temel nedenlerinden biri, failin içinde yetiştiği patriarkal toplumun ona kadının üzerinde hâkimiyet kurması gerektiğini ve cinsel içerikli saldırının da bunun bir taktiği olduğunu öğretmesidir. Bu bağlamdan hareketle savaş veya çatışma sırasında yaşanan tecavüz de tecavüzcünün cinsel dürtüleriyle ya da uzun süre savaş sahasında cinsel ihtiyaçlarını karşılayamıyor olmasıyla açıklanamayacak kadar ciddi bir meseledir.
Çatışma bağlamında tecavüz bir savaş taktiği ve silahı olarak kullanılmaktadır. Savaş taktiği olarak tecavüz “aşağılamak, hâkimiyet kurmak, korku aşılamak, bir topluluk ya da etnik grubu dağıtmak ya da zorla yerinden etmek” amacıyla kullanılmaktadır.  Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 2008 yılında aldığı 1820 No’lu karar ile tecavüz ve cinsel içerikli saldırının bir savaş silahı olarak kullanıldığı resmen kabul etmiş ve tüm üye devletleri bunu engelleme ve gerçekleşmesi hâlinde ise sorumluları yargılama ve cezalandırmaya teşvik etmeye çalışmıştır.
Tecavüzün savaş bağlamında bir taktik ve silah olarak kullanılmasındaki sosyolojik sebep ise ulus ya da etnik grup gibi eril kimlik tasarlayıcıları tarafından inşa edilmiş veya ‘hayal edilmiş’ kimliklerin devamlılığı ve ‘ulusal onuru’ kadının sırf doğurganlık özelliğinden ötürü kadın bedenine yüklenmiş olmasıdır. Dolayısıyla bireysel tecavüz kadının beden bütünlüğüne yapılan bir saldırıyken, savaş tecavüzü kadının kendi isteği dışında kendisine verilmiş ulusu temsil etme ve ‘onurunu’ taşıma görevinden ötürü o grubun bütünlüğü ve onuruna karşı yapılan bir saldırı hâlini alır. Çoğu vakada düşman askerleri tarafından tecavüze uğrayan kadınların hamile kalması durumunda yine düşman askerleri tarafından çocuğunu doğurmaya zorlandığı bilinmektedir. Böylece kadının temsil ettiği etnik grup ya da ulusun devamlılığını sekteye uğratmış olacaklardır.
Tecavüzün bir savaş taktiği olarak kullanılması konusunda tartışmaları cesurca açan ve bu konuda sorumluların ceza almasını sağlayan kurumlar, Uluslararası Yugoslav  ve Rwanda Ceza Mahkemeleridir. Bu mahkemeler eski Yugoslav topraklarında ve Rwanda’da yaşanan iç çatışma süresince kadınların karşılaştıkları tecavüz ve diğer cinsel saldırı olaylarını basit cinsel suçlar olarak değil uluslararası suçlar dediğimiz savaş suçu, insanlık suçu ve soykırım suçu bağlamında yargılamış ve hukuk literatürüne tecavüzün sistematik olarak bir sivil topluluğa karşı uygulanması neticesinde insanlık suçu, askerler tarafından emir komuta zinciri içerisinde uygulanması neticesinde bir savaş suçu ve hatta diğer gerekli unsurlar oluşması hâlinde ise soykırım dahi sayılabileceği yönünde kararlar vermişlerdir.  2002 yılında aktifleştirilen ve bu tarihten itibaren işlenebilecek tüm savaş suçları, insanlık suçları ve soykırım suçları ile ilgili kalıcı bir mahkeme olan Uluslararası Ceza Mahkemesi kuruluş sözleşmesi, tecavüzü tek başına bir suç olarak tanımlamıştır ve unsurlarına bağlı olarak bir savaş suçu ya da insanlık suçu olarak soruşturulabileceğini söylemektedir.
1990’ların ve 2000’lerin başında gerçekleşen bu hukuki gelişmelere rağmen bir savaş taktiği olarak tecavüz hâlâ kullanılmakta ve birçok ülkede kadınları tehdit etmeye devam etmektedir. Sudan askerlerinin Darfur bölgesinde Arap olmayan kadınlara karşı, IŞID militanlarının kendi taraflarında olmayan Müslüman veya gayrimüslim kadınlara karşı, Suriye’de hem ordu askerlerinin hem de hükümet karşıtı direnişçilerin karşı tarafa mensup addettikleri kadınlara karşı tecavüzü bir savaş silahı olarak kullandıkları, çeşitli insan hakları örgütleri tarafından sürekli raporlandırılmaktadır.
Peki ya bizim ülkemizde durum nedir? Maalesef Kıbrıs’ta geçmişle yüzleşme konusunda gerek hukuki gerekse sosyo-politik yönden zayıf kaldığımızdan, bu konu da konuşulmaması gereken tabular arasında yerini almaktadır. Hatta o kadar gizli saklı kalmasını isteriz ki, bu konuyu gündeme taşımak isteyen bir milletvekiline topluca saldırırız. Hâlbuki Sevgül Uludağ’ın çalışmalarından bilebildiğimiz kadarıyla sistematik tecavüz Kıbrıslı kadınların da yaşadığı bir mağduriyettir.
Ancak 40 yıldır hâlâ cinsel saldırıya uğrayan kadının değil de saldırganın suçlu olduğu fikrini bile sindirememiş ulus ve namus bekçileri, hayal edilmiş uluslarına mensup kadınların tecavüze uğramış olduğu gerçeği ile karşılaşınca kısa devre yapmakta ve “error” vermektedirler. Geçmişimizle yüzleşemediğimiz, suçluları tespit edip gerektiği şekilde cezalandırmadığımız ve adalet dediğimiz kavramı tüm yönleri ile sindiremediğimiz sürece, bu gibi ağır saldırıların kadınların başına yeniden gelmesini nasıl önleyeceğiz?
(Not: Bu konu ile ilgili çarpıcı edebi bir eser okumak isteyen olursa diye Slavenka Drakulic’in S. A Novel about the Balkans kitabını tavsiye ederim. Türkçe çevirisi henüz yok maalesef.)
------------------------------------------------
i.http://www.ohchr.org/en/newsevents/pages/rapeweaponwar.aspx. ii.International Criminal Tribunal for Yugoslavia (ICTY) ve International Criminal Tribunal for Rwanda (ICTR). iii.ICTY Furundžija (1998) ve Kunarac(2002) davaları, ICTR Akeyasu(1998) ve Musema (2000)  davaları. iv. 1998 Rome Statute of the International Criminal Court.
Bu yazı 7 Mart 2015 tarihinde Yenidüzen gazetesi Gaile ekinde yayınlanmıştır.http://www.yeniduzen.com/Ekler/gaile/308/bir-savas-taktigi-olarak-tecavuz/2228 
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 12 years ago
Photo
Tumblr media
Ankara, earlier today (Wednesday, 6/5/2013)
244 notes · View notes
soylemekistediklerim-blog · 12 years ago
Photo
Tumblr media
Twitter bird
1K notes · View notes
soylemekistediklerim-blog · 12 years ago
Text
#occupygezi
What's happening in Istanbul-Turkey deserve recognition. It is a solid proof of how Erdogan government and AKP have strong authoritarian tendencies. Thousands of riot police deployed in Taksim square and neighbouring areas pepper gassing peaceful protestors. Many protesters not only affected by the tear gas but also hit by the gas bombs and are suffering severe physical injuries. 
This protest is about many things:
1- Saving one of the last green patches in a growing city which is suffering with unplanned urbanization projects motivated by profit making
2- Voicing out the authoritarian rule that AKP government is pursuing in Turkey for the past 10 years, curtailing people's freedoms (expression, assembly, peaceful protest, environmental safety etc.)
3- Protesting the excessive use of force by the police forces against peaceful protesters
4- Pointing out to the democratic deficit and lack of civic consultations regarding urbanisation and many other life changing projects taking place in Turkey
5- Proving the hypocrisy of mainstream media when it comes to anti-government movements. None of the big-capital media channels reported the news live last night. 
People are demanding their legitimate rights and are being forced not to!
This is not right and people involved in this protest deserve a world-wide recognition and support! Please spread the word! 
2 notes · View notes
soylemekistediklerim-blog · 12 years ago
Photo
Tumblr media
Another targeted pepper-spray moment from earlier today.
166 notes · View notes
soylemekistediklerim-blog · 13 years ago
Video
youtube
Professor Paul Hunt of University of Essex talks about right to health in an interview by WHO 
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 13 years ago
Text
Kuzey Kıbrıs’ta Uluslararası İnsan Hakları Anlaşmaları ve Denetim Yoksunluğu
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bir çok uluslararası insan hakları anlaşmasına taraftir. Bu anlaşmalara özellikle insan hakları savunucuları tarafından atiflar yapıldığını görmekte ve okumaktayız. Bu anlaşmalara örnek olarak Kuzey Kıbrıs’ta en son kabul edilen Avrupa Konseyi’nin Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi anlaşmasını verebiliriz. Kuzey Kıbrıs’ın uluslararası anlaşmaları mecliste kabul etmesi ve bu anlaşmaları ilgili hukukcular ve sivil toplum üyeleri tarafından biliniyor olması insan haklarının korunmasi içşn önemli olmakla birlikte sadece işin küçük bir kısmını yerine getirir. Uluslararası insan hakları anlaşmaları ile ilgili en büyük eksiklik bu anlaşmaların KKTC Meclisi tarafından kabul edilmiş olmasına rağmen uygulanmasında eksiklikler olmasıdır. Bu da vatandaşları Meclisin yasama görevini üstlenmiş olan milletvekillerinin bu kararları geçirirken pek de samimi olmadıklarını düşünmeye zorlamaktadır. Sivil toplum örgütlerinin sürekli uyarılarına rağmen insan hakları hukuku ülkemizde henüz bilinçli bir şekilde kullanılmamaktadır. Bu eksiklikte her ne kadar yürütme ve yargı organlarının uluslararası insan hakları sözleşmelerine yönelik bilinçsizliği ya da vurdumduymazlığı sebep gösterilebilse bile bu yazıda deüinmek istediüim başka bir nokta vardır. O da uluslararası anlaşmaların çoğunun özünde bulunan denetim mekanizmalarının KKTC’nin uluslararası hukukta tanınmış bir devlet olmamasından ötürü bu topraklar üzerinde denetim yapmamasıdır – ya da bizim buna inandırılmış olmamızdır. Bu yazıda Kuzey Kıbrıs’takı bu denetim yoksunluğunun aslında bir zorunluluk olmadığını ve nasıl giderilebileceğini özetlemeyi deneyeceğim.
Kuzey Kıbrıs’ta herhalde en çok bilinen uluslararası hukuk denetim mekanizması Avrupa İnsan Hakları Mahkemesıdır (AIHM, İngilizce kısaltılmışı ECtHR). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin[1] 19 sayılı maddesi ile kurulmuş olan mahkeme Sözleşmeye taraf devletlerde sözleşmenin düzenlediği ve koruduğu herhangi bir hakkın ihlali söz konusu durumlarda ilgili devletin bu ihlalin sorumluluğunu iç hukuk yolu ile almamasi halinde bir son derece mahkemesi görevini görmektedir. AİHM kararları nihai karar niteliğindedir ve bağlayıcıdır. AİHM’e benzer denetim mekanizmaları çoğu Birleşmiş Milletler insan hakları anlaşmaları için de bulunmaktadır. Bu mekanizmalardan en çok bilinenler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesini (ICCPR) denetlemekle yükümlü İnsan Hakları Komitesi ) (HRC), İşkence Karşıtı Sözleşme’yi denetlemekle yükümlü İşkence Karşıtı Komite (CAT) ve Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesş ve onu denetleyen Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesidir (CEDAW). BM sözleşmelerince kurulan komitelerin AİHM’e kıyasla en büyük farkı kararlarının hukuki bağlayıcılığının olmamasıdır. Fakat yine de aynı komitelerin bireysel şikayetlerin değerlendirilmesine ek olarak sözleşmeye taraf üşleşerin periyodik raporlarını inceleme ve görüş bildirme yetkisi vardır.[2]
Bireysel başvuru hakkı kadar etkili sonuç yaratmasa da periyodik rapor bildirimi devletleri ilgili haklar konusunda sürekli güncel olmaya ve ülke içerisinde gerçekleşen hukuki ve sosyal uygulamaları uluslararası insan hakları merceği altında takip etmeye mecbur kılar. Daha sonra bu raporların sonucunda yayınlanan Komite görüş ve önerileri sivil toplum örgütler, siyasi parti veya bloklar tarafından yasama gündemini belirlemek veya gündeme etki etmek amacıyla kullanırlar. BM insan hakları sözleşme komitelerinin bir diğer özelliği de sözleşmelerde açıklık getirilmesi gerektiği düşünülen maddeler ile ilgili genel yorum/görüş belgeleri yayınlamasıdır. Bu genel yorum belgeleri anlaşmaların maddelerinin yorumlanması ve maddelerden doğan görevleri yerine getirmek için hazırlanacak politik programlara rehberlik edebilmesi açısından önem taşımaktadır. Bu belgelere verilebilecek en etkili örnek BM Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 2. Maddesinin 1. Fıkrasına yönelik Genel Yorum belgesidir.[3] Bu belge ile Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar sözleşmesinin 2. Maddesinin 1. fıkrasındaki ‘progressive realization’ (kademeli gerçekleştirme) terimini açıklarken Komite bir nevi alt sınır yaratan ‘core obligations’ kavramını oluşturmuş ve devletlerin anlaşmadan doğan yükümlülüklerinden kaçınmaması için minimum bir çerçeve yaratmıştır.
Kuzey Kıbrıs’takı en büyük eksiklik taraf olduğu BM anlaşmaları kapsamında yukarıda bahsedilen periyodik raporlama sistemine dahil olmamasıdırç Ayrıca BM komitelerinin gerek karar gerekse yorum belgelerinin Kuzey Kıbrıs’ta ne kadar dikkate alındığı ise bir muammadır. Dolayısıyla bu anlaşmaların sağladığı bireysel başvuru süreçleri Kuzey Kıbrıs’taki isan hakları ihlallerinin değerlendirilebilmesi ve anlaşmaların uygulanabilmesi için çok büyük bir önem taşımaktadır.
Bireysel başvuru hakkı kişilere sözleşmelere taraf devletlerin yargı alanı içerisinde mağdürü oldukları insan hakları ihlalleri dolayısıyla o devlete karşı yasal – BM söz konusu olduğunda yarı yasal – bir süreç izleme hakkı verir. En basit şekliyle mağduriyetten sorumlu oldugu düşünülen devleti ‘dava etmektir’. Bireysel başvuru hakkının kullanılabilmesi için AİHM ve BM komiteleri yine sözleşmede belirlenmiş bazı şartlar ararlar. Bu şartların ana hatları aynı olmakla birlikte sözleşmeden sözleşmeye bazı ufak değişiklikler sözkonusu olabilir, dolayısıyla ilgili maddeler ve açıklayıcı metinler dikkatle incelenmelidir. Başvuru şartları arasında en önemlisi iç hukuk yollarının tüketilmesi gerekliliğidir. Başka bir deyişle başvuru sahibinin ilgili ülkedeki hukuk kanallarını kullanmadan o ülkeye karşı AİHM’de veya BM Komitelerinde herhangi bir işlem başlatamaması durumudur. Bu hem taraf devlete bir nevi ‘adil yargılanma’ hakkı tanımaktır hem de uluslararası organların ‘ulusal egemenlik’ prensibini ihlal etmemek adına aldığı bir önlemdir. İç hukuk yolları tüketildikten sonra bireysel başvurunun yapılabileceği bir pencere dönemi vardır. Sürenin uzunluğu sözleşmeden sözleşmeye değişebilmekle birlikte genellikle taraf devletteki son hukuk merciisinin nihai kararının verildiği tarihten sonraki altı ay ile sınırlıdır. Bireysel başvuru hakkı ile ilgili bir diğer önemli nokta ise başvuruda bulunan şahsın (veya örgütün) sözkonusu insan hakları ihlalinin birebir mağduru olması gerekliliğidir. Bir örnekle anlatmak gerekirse bir ülkede yaygın bir şekilde işkenceye başvurulduğu bilinse bile birebir işkenceye maruz kalmış bir şahıs veya işkence mağdurlarını temsilen bir kurum bu denetleme mekanizmalarına başvurmadığı sürece AİHM veya BM komiteleri ilgili devletin işkence maddesini ihlal edip etmedigi ile ilgili karar verme yetkisine sahip değildir.
Bireysel başvuru hakkı ile ilgili son olarak değinmek istediğim ve belki de Kuzey Kıbrıs’ta insan haklarının savunulmasında bilerek ya da bilmeyerek ihmal edildiğini düşündüğüm yargı alanının bu sözleşmelerde nasıl tanımlandığıdır. Yine AİHM kararlarından bildiğimiz üzere[4] Kuzey Kıbrıs’ta KKTC diye bağımsız bir devletin varlığından sözediliyor olsa bile bu bölge, en azından AİHM söz konusu olduğunda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kontrolu altında sayılmaktadır. Dolayısıyla AiHM için Kuzey Kıbrıs toprakları Türkiye Cumhuriyeti’nin yargı alanı içerisindedir. Yargı alanı kavramı uluslararası insan hakları sözleşmeleri çerçevesinde bir ülkenin yasal sınırları ile değil o ülkenin herhangi bir toprak parçası ve orada yaşayan halkın üzerinde ne kadar etkin kontrol sahibi olduğuyla alakaldır. Bu noktadan bakıldığında KKTC meclisinin kabul ettiği sözleşmelerin bireysel başvuru hakkı maddeleri veyahut bu hakkı düzenleyen ek protokolleri Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul edilmiş ise[5] KKTC’de yaşayan her birey için – iç hukuk yollarını tüketmek kaydı ile – sözleşmeden doğan haklarının ihlalleri konusunda ilgili sözleşmenin denetleme mekanizmalarına başvurma hakkı bulunmaktadır. Tabii ki burada altının çizilmesi gereken nokta olasi bir başvurunun KKTC’ye karşı değil Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılacak olmasıdır.
Yukarıda bahsettiğimiz bireysel başvuru yöntemleri malesef Kuzey Kıbrıs’ta kullanılmamakta ve gözardı edilmektedir. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Bunlardan bir tanesi bireysel başvuru hakkını kullanan kişilerin ‘meşru’ bir avukat tarafından temsil edilmesi gerekliliğidir. Burada meşru avukattan kasıt sözleşmeye taraf ülkelerden herhangi birinde kayıtlı ve aktif şekilde avukatlık yapan kişileri kapsamaktadır. Sözkonusu Kuzey Kıbrıstaki bireyler olunca bu tanımlamaya uyan avukat bulmak oldukça güçleşmektedir. Ayrıca söz konusu durum yurtdışından bir avukatla çalışmak gerekliliği getirdiğinden ötürü olası masraflar da göz korkutmaktadır. Bu durum uluslararası insan hakları davalarında geçerli olan ‘kaybeden tüm masrafları karşılar’ prensibi göz önünde bulundurulursa davanın ne kadar güçlü olduğuna bağlı bir risk hesaplamasına dönüşmektedir. Avukat bulabilmek ve masraflarını karşılayabilmek gibi sebeplerin yanı sıra tahminimce siyasi değerlendirmeler de bu gibi başvuruları engellemektedir. Kuzey Kıbrıslıların çoğunda Türkiye’nin kurduğu ‘besleme’ psikolojisi insanları bindiği dalı kesmeme gibi bir yanılsamaya dayalı kararlar almaya sevkediyor olabilir.
Bireysel başvuru hakkının kullanılmasındaki bir diğer ve belki de en önemli sebebi ise ülkemizde insan haklarının bir kültür öğesi haline henüz gelmemiş olmasıdır. Fakat unutulmamalıdır ki insan haklarının bir kültür haline dönüşmesi ve insan hakları mağdurlarının azalması o toplumun ‘doğulu’ ya da ‘batılı’ olması ile değil, aksine o toplumda insan haklarının etkin savunulabilmesi ile alakalıdır. Yukarıda bahsettiğimiz bireysel başvuru hakkının Kıbrıslı Türkler veya Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan diğer insan hakları mağdurları tarafından etkin kullanılmadığı bir gerçektir. İnsan hakları kazanımlarının uluslararası sözleşmelerin imzalanması ve yürürlüğe girmesi ile tamamlanmadığını, kazanımların mutlakiyet kazanması için sosyo-politik mücadeleye paralel olarak hukuki bir mücadelenin de sürdürülmesi gerektiğini hatırlamak gerekir. Bahsedilen hukuk mücadelesinden ise hızlı ve her zaman başarılı sonuçlar alınacağını ise kimse garanti edemez. Önemli olan neler yapılabileceğini bilmek ve tüm yöntemleri kullanmaktır. Ya da kullanmaya cesaretli ve istekli olmak!
Bu makale Düşün Hukuk Fanzininde yayınlanmıştır, Sayı 5 II. Baskı 
This article has been published in Dusun, a legal Fanzine, Issue 5 2nd Edition
    [1] Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms, yürürlüğe giriş tarihi 3 Eylül 1953.
[2] CEDAW Md 18, CAT Md 19, ICCPR Md 40.
[3] CESCR General Comment No. 3, The nature of States parties obligations (Art. 2, par.1) 14/12/1990
[4] Loizidou v Turkey, par 56, ECHR 28 Kasım 1996.
[5] Cogu insan hakları sozlesmelerinde bireysel basvuru hakki sonradan anlasmaya ek bir protokol ile eklenmistir ve taraf devletlerin bu protokolleri kabul edip etmeme hakki vardir. Bu durumda bir ulkenin bireysel basvuru hakkini taniyan madde veya protokolleri kabul etmedigi takdirde o ulkeye karsi bireysel basvuru yapilamaz. AIHM sozkonusu oldugunda mahkemenin yargi alaninin taraf ulke tarafindan kabul edildiginin bildirilmis olmasi gerekmektedir. (bkz AIHS Md 46)
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 13 years ago
Link
0 notes
soylemekistediklerim-blog · 13 years ago
Link
0 notes