Tumgik
#Mesut Parlak
malumatfurusorg · 2 years
Text
Adalet Yılmaz'ın Kurgu Hikâyesi...
Adalet Yılmaz’ın Kurgu Hikâyesi…
Türkiye’nin İlk Kadın Hakimlerinden Olduğu, Atatürk’ün Yönlendirmesiyle Hemşirelikten Vazgeçtiği, Oğlu Kemal Yılmaz’ın 1978’de Fransa’da Ermenilerce Şehit Edildiği, Eşinin Kore’de Şehit Olduğu İleri Sürülen Aydın Sökeli Adalet Yılmaz’ın Hikâyesi KURGU   Atatürk’ün talimatıyla hemşirelikten vazgeçerek Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerinden olduğu, eşinin Kore’de oğlunun Fransa’da şehit olduğu ileri…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
tipitip213 · 3 months
Text
Çarşaflı Hatunu Kocası 6 Aydır Sikemiyormuş!
İstanbul Fatih semtinde bir apartmana taşındık. Oturanların hepsi tutucu aileler. Bazıları çarşaflı, bazıları türbanlı. Karım açık giyinir, ama fazla da açık olmayı sevmez. Apartmana taşınalı bir ay geçmesine rağmen hiçbir komşu hoşgeldine gelmedi. Erkekler bana, kapalı kadınlar da karıma selam vermiyorlardı. Bizi dışlamışlardı. Komşular hoşgeldine gelmeyince, karım kek pasta falan pişirmiş, onları çaya davet etmiş, ama kimse gelmemiş. Akşam karımın gözlerinden yaşlar akarak bana şikayet etti ve "Buradan taşınalım!" dedi. Ne olduğunu sorduğumda, komşular (Biz açık bir kadının pişirdiklerini yemeyiz!) demişler.
Benim de canım çok sıkıldı, fakat, "Taşınmayıp sabredelim, nasıl olsa bir aileyle bir gün samimiyet kurarız." dedim. Ama bir yıl kimseyle konuşamadan apartmanda oturduk. Bir gün karşı komşumuz çarşaflı Menekşe hanımla apartman girişinde karşılaştım. Elinde çok büyük bir karton kutu vardı, taşımakta zorlanıyordu. Başını öne eğerek bana, "Komşu, yardım eder misin?" dedi. Ben de, "Hayhay efendim!" dedim ve elinden aldım, yukarıya kadar taşıdım. Karton gerçekten çok ağırdı, içinde Çelik Tencere takımı varmış. Kapısının önüne kadar götürüp bıraktım. Menekşe hanımın sadece gözleri görünüyordu ve gözleri gülerek bana teşekkür etti.
Birkaç gün sonra Menekşeyle tekrar kapıda karşılaştık. Bana selam verdi, gözleri yine gülüyordu. Bu sefer gözlerine dikkatli bakınca çok güzel olduğunu fark ettim. O da benim gözlerime derin derin baktı ve "Komşu, kocam sizinle tanışıp bir çay içmek ister, bize gelir misin?" dedi. Ben, karımın bir aylığına annesine gittiğini, evde yalnız olduğumu söyleyip, "Karım gelince beraber ziyaret edelim." dedim. O da, "Siz yalnız gelseniz de olur..." dedi. "Hayhay! Geleyim ozaman." dedim.
Akşam yemeğinden sonra kapılarını çaldım. Menekşe açtı ve buyur etti. Beni oturma odasına aldı. Kocası yatakta uzanıyordu, beni görünce yarım oturdu ve "Komşu hoşgeldin, kusura bakma, ben biraz rahatsızım, ayağa kalkamıyorum." dedi. Ben, "Önemli değil." dedim. Kısaca tanıştık ve karısına yardımım için çok teşekkür etti. Kocası tutucuydu, ama neşeli bir adamdı, kısa zamanda muhabbete başladık. Altı ay önce trafik kazası geçirmiş ve belinden aşağısı felç olmuştu, her şeyiyle karısı ilgileniyordu.
Menekşe hanım çaylarımızı getirdi, çarşafını çıkarmadan odaya oturdu. Üçümüz biraz daha konuştuk ve erkenden ayrıldım. Menekşe hanım kapıdan uğurlarken, ona, "Bir ihtiyacınız olduğunda söylemeniz yeterlidir, elimden geleni yaparım." dedim. Güzel gözleriyle gülerek teşekkür etti. Menekşenin gözlerini unutamıyordum. Çok güzeldi. Uyurken dahi hayal kurmaya başlamıştım, Menekşenin gözlerine bakarak onu öptüğümü düşünerek uyuyordum.
Bir akşam geç vakitte kapım çaldı, hemen açtım. Karşımda Menekşe duruyordu. Gözleri bu sefer daha da güzeldi, çünkü gözkapaklarını pembe ile renklendirmişti. Çarşafının yüz kısmını açarak, "Mesut bey, size bir tabak börek getirdim, alırsanız memnun olurum." dedi. İlk defa yüzünü tam görmüştüm ve içimden (Aman Tanrım!) dedim. Parlak kırmızı rujlu dudakları, bembeyaz inci gibi dişleriyle, karşımda sanki bir manken vardı. Ne diyeceğimi bilemeden dondum kaldım. Menekşe benim şoka girdiğimi görünce tabağı elime tutuşturdu. Elini elime hafifçe değdirince kalbim duracak gibi oldu. "Menekşe hanım zahmet etmişsiniz, teşekkür ederim, tabağınızı boşaltıp hemen getiriyorum, biraz bekleyin lütfen." dedim.
Hiç beklemedim bir cevap verdi, "Mesut bey müsadeniz olursa ben boşaltayım." dedi. Hemen kapıdan çekilerek, "Buyurun." dedim. Kapıyı kendisi örttü ve mutfağa girdi, ben de arkasından gittim. Bir melek gibi süzülerek yürüyordu. Çarşafının altında uzun topuklu ayakkabı vardı. Çarşafını biraz yukarı çekmiş, ayakkabısının ve ince siyah çorabının güzelliği ortaya çıkmıştı. Tabağı masaya koydu. Ben korkarak sandalyeyi çektim, "İsterseniz biraz oturun." dedim. Hemen oturdu, ben de karşısına oturdum. "Kocanız nasıl?" dedim. Gözleri bir an sulandı ve "Çok kötü Mesut bey, çok ağır ilaçlar kullanıyor ve sürekli uyuyor, biraz önce yine uyudu, sabaha kadar top atsan uyanmaz artık!" dedi. Canının çok sıkıldığını ve biraz dertleşmek istediğini söyledi. Karımın olmadığını bildiği halde çarşaflı şuh bir hanımla evde yalnızdım ve şeytan (Tamam oğlum köşeyi döndün!) diyordu.
Menekşe biraz havadan sudan anlattı ve esas konuya girdi. Kocasının belinden aşağısıyla birlikte erkeklik organı da işlev görmüyormuş ve iyileşmesi de imkansızmış. Menekşe hanım benden ilk defa yardım istediğinde gözlerindeki gülümsemeyi anımsadım, ilk mesajını ta o zaman vermişti. Genç ve güzel kadın 6 aydan beri bir erkeğe açtı. Aklımdan bunlar geçerken, Menekşe hanım gözlerime bakarak, "Mesut bey ben çok özledim..." dedi. Anladığım halde, "Neyi?" diye sordum. "Biliyorsun... Bir kadın en çok neyi özlüyorsa onu..." dedi ve gözlerime (Beni sik!) der gibi yalvarırcasına bakmaya başladı.
Ben de neredeyse bir aydan beri karım olmadığından iyice sekse susamıştım. Yavaşça Menekşenin yanaklarından tuttum ve rujlu dudaklarını emmeye başladım. Öpüşerek ayağa kalktık. Belime sarılarak amını sertleşen yarağıma dayadı ve dilini ağzıma soktu. Dilini ısırdım, o da benim dilimi emdi ve ısırdı. Çarşafının üstünden poposuna yapıştım, altında külot yoktu ve ipek çarşafın yumuşaklığıyla poposunun sertliği beni çıldırtmaya yetmişi. Gözlerine bakarak, "Siz evdeyken makyaj yapar mısınız?" dedim. "Hayır, ilk defa bugün kocam uyuduktan sonra gizlice yaptım." dedi. "Neden?" dedim. "Seni etkilemek için!" dedi...
Elinden tutup yatak odama götürdüm. Çarşafını bir hamlede üzerinden çıkardım. Memeleri çok güzel ve dimdikti. Siyah külotlu çorap giymişti. Ben külotlu çorap fetişiydim, onu öyle görünce yarağım biraz daha büyüdü ve kazık gibi oldu. Ben de soyundum. Rujlu dudaklarıyla yarağımı yalamaya emmeye başladı. Sonra ben de çorabının üzerinden amını yalamaya, öpmeye ısırmaya başladım. İkimiz de çıldırmıştık. Çorabının önünü yırttım ve dilimle içini yaladım. Başımdan tutarak kendine çekti, "Sik artık beni, dayanamıyorum, tam 6 aydan beri amıma yarak girmedi, sok artık, sok!" diye bağırdı. Siyah başörtüsüyle altımda sikilmeye hazır bir karı vardı. Ağzımla ağzına yapıştım. Nefes alamıyordu ama dilimi ısırıyor ve eliyle tuttuğu yarağımı amına sokmaya çalışıyordu. Amı vıcık vıcık ıslanmış köpürmüştü. Çok dar ve küçük bir amı vardı. Benim yarak ise hayli büyüktü, girerken zorlayacağı belliydi.
Ona, "Benim yarak biraz büyük galiba, sokarken acıtabilirim, kusura bakma." dedim. "Evet Mesut bey, yarağın çok büyük, kocamınkinin iki katı, sok artık!" dedi. Birden ve de çok hızlı sokmalıydım altımdan kaçmasın diye. Bağırmamasını söyledim ve ağzımı ağzına iyice bastırdım, ki çığlık atarsa duyulmasın diye. Yarağımı amına en son hızımla soktum, Menekşenin çığlığı ağzımın içinde boğuldu ve gözlerinden yaş geldi. Altımdan kaçmaya çalışıyor fakat yaraktan kurtulamıyordu. Yavaşça çektim yavaşça soktum ve ağzını serbest bıraktım. Zevkten inlemeye başladı ve yüzlerce kez, "Sik beni!" diye yalvardı.
15-20 dakika yavaş yavaş siktim ve Menekşe iki kez orgazm oldu, elleri yana düştü. Birkaç kez dölüm gelmeden beklemiş ve geciktirmiştim. Birkaç kez geciktirince benim yarak küser ve dölü fışkırtmazdı. Kendi karımı da bu yöntemle en az bir saat sikerdim. Karım da (Ne olur boşal artık amım felç oldu!) diye yalvarırdı. Menekşe de aynı karım gibi başladı, gözlerime bakarak, "Hadi boşal artık, fışkırt dölünü, doldur içimi, korkma korunuyorum!" dedi. Ben de dölümün ancak bir saat daha amını sikersem veya götüne sokarsam fışkıracağını söyledim. "Tamam, nasıl olsa orospu oldum, götümü de sik ki tam orospu olayım!" dedi ve arkasını dönüp domaldı...
Menekşenin götüne hiç yarak girmediği belliydi. Amından akan sularla göt deliğini yarağımla yağladım. Sonra yarağımın başını göt deliğine dayayıp yavaş yavaş soktum. Bağırmasını ve kaçmasını bekliyordum, ama öyle olmadı. Başı girince, "Acımıyor mu?" diye sordum. "Acıyor, ama aldığım zevk daha fazla, yavaş yavaş sok canım!" dedi. Götünün o dar deliğine yavaş yavaş gitgeller yaparak giriyordum. 5 dakika içinde delik iyice genişledi ve dibine kadar gömünce Menekşe derin bir zevk çığlığı attı. Artık hızlı hızlı sokup çıkarıyordum. 5-6 dakika kadar daha götünü siktim, dölüm gelmek üzereydi. Dölüm tam fışkırmak üzereyken götünden çekip amına gömdüm ve boşalttım. Yarağımı amından çıkarmadan bir süre arkasına abanmış halde kaldım. Sonra amından çıkıp bunu sırt üstü yatırdım ve dudaklarına yapıştım. 10 dakika öpüştük. Menekşe aniden kalktı giyindi ve hiçbir şey söylemeden kaçtı gitti.
Ertesi akşam eve gelirken Menekşeyi tekrar sikmeyi hayal ediyordum. Ama birdaha uğramadı. Birkaç gün sonra da (ben işteyken) taşınmışlar. Kapıcıya nereye taşındıklarını sordum, bilmiyordu. Birdaha da Menekşeyi bulamadım :(
[Mesut]
…Arkadaşlar ben yazar değilim. Hoşuma giden beni zevklendiren hikayeleri paylaşıyorum. Bir nevi kendi arşivim gibi.
Her şey gönlünüzce olsun.
94 notes · View notes
06chrome06 · 9 months
Text
SEN YOKSUN
sen yoksun
deniz yok
yıldızlar arkadaşım
ya bu gece harika bir şeyler olsun
yahut bir bomba gibi
infilak edecek başım
ağzımda eski mısralar uzanıp kalmışım
istanbul minareler odamda gibi
gökyüzü temiz ve parlak
işte kolkola girmiş en mesut günlerimiz
muhalif bir rüzgar karşı sahilden
fosforlu ışıklarıyla gökyüzü bir deniz
havada kanat sesleri
ve çılgın kokular
deniz yok
yıldızlar uzaklaşıyor
ben yine yalnız kalıyorum
istanbul minareler kaybolmuş
sen yoksun
. Attila İLHAN
Tumblr media
32 notes · View notes
hisboslugu · 1 year
Text
sen yoksun, deniz yok, yıldızlar arkadaşım. ya bu gece hârikalı bir şeyler olsun yahut bir bomba gibi infilak edecek başım. ağzımda eski mısralar uzanıp kalmışım. istanbul minareler odamda gibi. gökyüzü temiz ve parlak. işte kol kola girmiş en mesut günlerimiz, muhalif bir rüzgar karşı sahilden. fosforlu ışıklarıyla gökyüzü bir deniz, havada kanat sesleri ve çılgın kokular. deniz yok, yıldızlar uzaklaşıyor, ben yine yalnız kalıyorum. istanbul minareler kaybolmuş, sen yoksun.
30 notes · View notes
esknil · 1 month
Text
#Birinci bölüm..
Sevgili dostum. Bunları yazmamam lazım belki ama en az bir hafta daha hastanede kalacağımı düşünürsek hem vakit geçmiş olur hem de içimi dökmüş olurum. Kalp krizi ve öncesinde yaşadıklarım duygusal bir adam yaptı beni galiba. Beni en çok korkutan duygusal olmaktan çok taşıdığım sırlar ile hayattan ayrılmak olacaktı. O yüzden kırk yıllık dostum olarak senden sakladıklarım için özür dilerim. Bir çoğunu bilsen bile olayların akışını bozmamak için sana tekrar yazmış olayım. 
Üniversiteyi yeni bitirdiğim yıl aldığım inanılmaz iş teklifini hatırlarsın. Günlerce benimle alay etmiştin ama kazandığım para ve beş yıldızlı bir otelde yaşama fırsatını duyunca sabaha kadar içmiştik. Ankara'ya annemlerin yanına giderken otobüste tanışmıştım otel sahibi Mesut Bey ile. 90'lı yılların sonları, İstanbul Ankara arası en lüks ulaşım otobüs. Bolu dağındaki molada yemek parasını ödetmemiş, sabah Ankara garına girerken de kartını vermiş, iş filan bulamazsan ara demişti. Sen de sikecek seni parlak gördü diye alay etmiştin. Buraları biliyorsun zaten, yüksek lisans sonrası biraz tecrübe kazanır biraz Antalya'da karı kıza takılırım diye başladığım iş neredeyse iki yıl sürmüştü. Çocuklarına örnek olmamı istiyordu Mesut Bey. Üniversite sınavında derece yapan, iki dil bilen, çalışkan genç yönetici adayı, üniversite ikinci sınıftaki ikiz oğlanlarına abilik yapacaktı bir yandan. Antalya'da turizm okuyan bu gençler için bir rol model olmamı istiyordu. Oldum da biliyorsun. Serhan daha zeki olan,  Erhan tam it olandı hatırlarsın. Otelin o zamanlar yeni yeni gelişmeye başlayan muhafazakar konseptine  düşünce yapısı olarak daha uygun olan Serhan ile kafalarımız uyuşmasa da, Erhan ile hafta sonlarımız Antalya'daki tüm barlardan karı kaldırmak ile geçiyordu. 
Senin tüm ayrıntılarını bilmediğin kısımlara geçiyorum şimdi. Mesut Bey'in de desteği ile kısa sürede otelin müdüründen temizlikçisine kadar herkes beni benimsemişti. O zaman muhafazakar oteller şimdikiler gibi kalın çizgiler ile haremlik selamlık değildi. Kadınlara erkeklere ayrı havuzlar, sadece ailelerin gireceği plaj gibi şeyler vardı ama yeme içme eğlenme ortamları ortak idi. Sabahları da temizlikçiler otele gizlice sokulan içki şişelerini temizlerdi odalardan. Neyse bir pazar gecesi o zamanki kız arkadaşımı üniversitedeki yurduna bırakıp otele geç saatte döndüm. Odamın kapısı açılmadı bir türlü. Kapıyı vurunca içerden Erhan cebimi çaldırdı.
- Başka bir odada kal abi ya. Eve gidemem diye senin odaya attım kızı. 
Babasından deli gibi korkardı. Özellikle otelde çalışan birini siktiği duyulsa babası tekme tokat girerdi büyük ihtimal.
Ertesi sabah kahvaltıda yanıma süzüldü
- Sağol abi, aniden gelişti olaylar resepsiyon görmesin diye senin odaya attım karıyı
- Kim bu seferki, yeni masör mü tenis hocası mı?
- Masör.
Yanımıza gelen Serhan yüzünden sohbeti kesti. İkizi babasından da muhafazakar bir tipti ve kardeşlerin hiç karı kız muhabbeti yaptığına şahit olmadım.
- Erhan izin verirsen  Kaan abi ile biraz konuşmam lazım. Banka işleri.
Erhan kalktı ama Serhan uzun süre konuya giremeden oyalandı. Ne zaman böyle oyalansa konunun ne olacağını biliyordum. Sonra sandalyesini yanıma çekip fısıldadı.
- Abi çaktırmadan arkadaki masaya bir baksana. Yeşil elbiseli kız.
Erhan otel çalışanlarını veya elimi cebime attırmadığı lüks barlardan düşürdüğümüz karıları sikerken Serhan daha 20 yaşında olmasına rağmen, hayırlı bir kısmet peşinde idi. Bu sefer de şaşırtmadı, yine bir kız beğenmişti. Kalktım garson kızlardan birini yanıma alarak masaya doğru yürüdüm. Beş orta yaşlı kadın, üçü kapalı diğerlerinin sadece başları açık ama kıyafetleri dekoltesiz uzun elbiseler. Masadaki tek kız ince güzel yüzlü sarışın bir afet. Onun da kıyafetleri konsepte uygun uzun kollu.
- Kahvaltıda bir sorun yoktu değil mi, nasıl geçiyor tatiliniz, sorusu ile masadan bir metre açıkta durarak ilgili otel çalışanı sorularını sorma numarası ile masaya yanaştım. Bu yalanda uzmanlaşıyordum artık. Garsona döndüm.
- Hanımefendilere kahve ikram edelim, Serhan Bey böyle nezih hanımefendi gruplarına en iyi hizmeti vermenizi istiyor dedim. Aynı oyunu defalarca oynadığımdan başımla kızın yanında oturan kadına Serhan'ı işaret ettim. Serhan Bey ev sahibimiz cümlesini ekledim. Yanındaki kadın da yarım bir tül ile örttüğü sarı kısa saçları ve vücudundan tek bir hattı belli etmeyen bol elbisesi ile Serhan'ın beğendiği kızı andıran bir çehreye sahipti. Annesi olabilecek kadar yaşlı gözükmüyordu ama otelin temel kuralı hiç bir kadına gözlerini dikerek uzun uzun bakmamak olunca, sadece bir an için gördüm güzel yüzünü.
Sonrası Serhan safındaydı artık. Sarışın afet gülümseyerek teşekkür etmiş, kahvaltı süresince de Serhan ile kaçamak bakışmışlardı. 
- Güzel kız gerçekten. Bu yeni garson kız biraz yırtık ben konuşurum, kızı yalnız yakalayınca bir aktivite filan hediye eder, görüşmeni sağlarız, sen merak etme.
Ertesi gün konuşmayı başardılar kız ile. İkinci gün kahvaltı sofrasında yüzler gülüyor, yanındaki sarışın kadın ve karşısındaki tombul teyze gözlerini Serhan'dan ayırmıyordu.  O gün kısa bir boşluk yakalayıp kız ile bir çay içebilmeyi de başarmış küçük patronum. Akşamüstüydü lobide oturmuş yaklaşan bayram için yüzde yüz dolu otelin kayıtlarının altından çıkmaya çalışıyordum. Kağıtların üzerine düşen gölgeye kafamı kaldırdığımda kızın annesi olduğunu düşündüğüm sarışın kadın karşımdaydı. 
El sıkışmadan tanıştık. Müsaade isteyip malum konuya hemen girdi. Kuzeninin kızı ona emanetmiş, Serhan Bey ile de konuşmak istermiş, ne kadar ciddilermiş. O konuştukça ben dinledim. O konuştukça güzelliği arttı. Ben, Serhan'ın ve babasının ne kadar muhafazakar insanlar olduğunu anlattıkça kadın daha sakin konuşmaya başladı. Yanımıza oturmasını işaret ettiğim bir kadın çalışanın verdiği güven ile de ikinci kahvelerimizi içtik. Üstünde yere kadar inen tek parça bir elbise. Sarı kısa saçların daha da ortaya çıkardığı büyük yeşil gözler, küçük hokka bir burun ve belirsizce sürülmüş rujun parlattığı dudaklar. Elbisesinin belindeki kemer belinin inceliğini belirliyor ama o kadar. Başka hiç bir vücut hattı hakkında bilgi vermiyor elbise. Meraklı biraz da patavatsızca sorular soran bir kadın. Hepsine cevap veriyorum ben de aynı patavatsızlıkla soruyorum. İki çocuğu varmış biri üniversiteye başlayan diğeri lisede. Otuz yaşında bu nasıl mümkün olur diyorum. 38 diyor. Bu kadını da hatırlarsın, yaşlılar ile takılıyorum diye de alay etmiştin. Konuya devam edeyim. Bizim genç aşıklar kontrolde tutulsun diye bir iki gün aynı masada dört beş kişi oturularak kahveler içildi. Bazen ben de katılıyorum bu gruba. Serhan, sarışın afet, otelin kadın müdürü, tombul teyze ve benimle ilk diyaloğu kuran Zeynep Hanım. Tombul çirkin teyze, kızın teyzesi imiş nasıl bir gen havuzları varsa.
Tatillerinin bitmesine gelin adayı ve çevresindeki kadınlara bir öğle yemeği verdik. Bu sefer masada Mesut Bey ve eşi de var. Bir nevi kız görme, ailelerin tanışması gibi bir ortam da oluşmuş oldu. Tombul teyze ile oğlan tarafı kaynaşıp aileler ne zaman  tanışır aşamasına geçtiğinde ben çoktan ve açıkça Zeynep'e yazma aşamalarına geçmiştim. Kadını her incelediğimde daha güzel geliyordu gözüme ve o zamanki hedefim koleksiyona kendimden 14 yaş büyük bir kadın katmaktı. Hepsini asık surat ile anlamazdan gelerek cevaplıyor, sık sık eşek kadar olmuş çocuklarının konusunu açarak konuyu değiştiriyordu. Yine de pırıldayan saçları için ne kullandığı, cildini güneşten nasıl koruduğu gibi konuları açınca masadaki tüm sohbetlerden kopuyorduk. Odak noktası olmayı seviyordu. Üstündeki hatlarını belli eden uzun dar etek ve uzun kollu bir gömlek içinde bile çoğu filmlerde gördüğüm kadından güzeldi. Yemekten kalkınca akşam bowlinge çağırdım, ben anlamam dedi yarı kızgın yarı utanan bir yüz ile. Ben öğretirim zeki kadınlar çabuk öğreniyor dememe de gülmedi ama ters bir tepki de vermedi. Bir ümit bir saat bekledim bowling salonunda. 
Sabah erkenden Erhan'ı uyandırdım.
- Bana iyilik yapacaksın. Kadınlar havuzu tarafına geçmem lazım bu sabah
- Deli misin oğlum, annem babam Serhan'a kısmet ayarladın diye seni yere göğe koyamıyor. İki üç maaş ikramiye gelecek bu ay sana. Babam ikimizi de atar otelden. Kime bakacaksın ki
- Hadi Erhan sen kaç kere geçtin bir bok olmadı. Yarım saatimiz var bir daha vermem valla odamı. Koca götlü bir karı gördüm dün beni kesiyordu ona bir bakacağım.
Dokuzda açılacak kadınlar havuzu için KGB merkezi gibi kontroller ve kapılar vardı. Yine de Erhan'ın bir telefonu ile elime her kapıyı açan bir kadın görevli kartı verildi ve ben dün öğrendiğim gibi sabahları kapalı havuzu kullanan, böylece cildini yakmayan Zeynep'i izleyebilme umudu ile havuzu küçük camından gören bir personel odasına sızmayı başardım. Klimasız ortamda her yerim ter içinde kalmışken birer ikişer kadınlar gelmeye başladı. Her gün kapalı gördüğüm ve kim olduklarına dikkat bile etmediğim kadınlar şimdi ya tek parça mayoları ya da bikinileri ile havuz kenarına yerleştiler. Yasak ne kadar tahrik edici. Her gün on kat daha güzel kızları Kaleiçi'ndeki barlarda görüyordum ve Erhan'ın kalın cüzdanı yardımı ile becermem hiç de zor olmuyordu. Önce tombul teyze geldi, iki havlu serdi ve üzerindekileri çıkararak kat kat yağ içindeki bacaklarını ve kollarını ortaya döktü. Şanslıyım ki bikini giymemişti bu vücuda. Tek parça kalçalarını ve göğüslerini kapatan bir mayo içindeydi. Gelin de gelir mi diye beklerken aklıma bugün müstakbel kaynana ile kahve içeceği geldi. Burnumdan ter damlamaya başlarken Zeynep girdi içeri. Otelin ortak alanlarında giydiği uzun kollu bornoz gibi bir kıyafet vardı üstünde. Önce onu çıkardı, altında bir şort etek ve bir kısa kollu penye. Bu bile yüreğimi sıkıştırdı. İnce bacakları 18 yaşında bir kız gibi, selülitsiz, ince ve uzun. Kolları yağsız ve beyaz. Saçlarına bir bone taktı, ayağı ile havuz suyunu kontrol etti. Sonra şortunu çıkardı, tombul teyzenin arkasında durduğundan göremedim. Küçük cam dar bir görüş açısı veriyordu ban. Tombulun arkasından çıktığında ise yüreğim davul çalmaya başladı. Ben üniversite hayatım boyunca, İngiltere'deki yüksek lisansta ve de en çok Antalya'ya geldikten sonra bir sürü milletten çok güzel kızlar görmüş ve yatmıştım ama hepsini unuttum o an. Hafızam silindi. İnce bacaklarının bittiği yerde mavi bir bikini altı vardı. İki çocuğu ben doğurmadım diye bağıran düz bir karın ve aynı renk bikini üstünün yarısını kapattığı iki orta boy göğüs. Göğüs uçları sanki mayonun üstünü kabartmıştı ama gözüme giren terden hayal de kuruyor olabilirdim. Karşımdaki güzellik öyle çok parıldıyordu ki, havuz çevresine yerleşen veya çoktan suya atlamış kadınların hepsinin ona baktığını görüyordum. Suya çok zarif atladı ve bakış açımdan kayboldu. Onu görmediğim dakikalar uzadıkça terim arttı. Diğer bikinili kadınlar arasındaki tek tük güzel olanları izlerken nihayet bana yakın bir noktada yakaladım. Kadınlardan bir tanesinin göğüsleri kocaman ve bikinisinin yanlarından siyah kılları belli oluyordu. Yine Zeynep'e döndüm, havuzun kenarına oturmuş birileri ile gülüşüyordu. Islak teni daha parlak, hafif kaymış bikini üstünden yarısı gözüken beyazdan beyaz göğüsleri daha da yuvarlak karşımda duruyordu. Daha iki gece evvel 19 yaşında bir Rus ile yatmamıştım sanki. Sikimi çıkartıp bakir bir ergen gibi bikinili bir kadının görüntüsüne bakarak 31 çekmeye başladım. Ayağa kalkıp havlusuna yürürken sallanan birer avuçluk popo yuvarlaklarını görünce de kapıya kadar fışkırarak boşaldım.
Daracık odada öğle yemeği saati gelene ve kadınlar azalana kadar bekleyip elimdeki kartın yardımı ile kaçtığımda susuzluktan bayılmak üzereydim. O gece otobüslerine binerlerken yanaştım yanına,
- Eylül veya Ekimde daha güzel olur burası, güneş de zarar vermez teninize, bekleriz diye muhabbete girdim. Rezervasyon için direk beni arayabilirsiniz diye de kartımı verdim. Geleceklerini biliyordum, her sene nisan, ekim dönemine yer satılan gruptandı. Alıp bakmadan çantasına attı. Gözleri genç aşıkları kontrol ediyordu. Sanki Serhan salağı 40 kişi içinde kıza bir şey yapacakmış gibi. 
Aramadı tabii ki. Benim gibi asılan onlarca kişi olmuştur böyle bir kadına ve hiç biri kendisinden 14 yaş küçük değildir. Ara ara aklıma gelse de iş güç, bayram yoğunluğu ve Erhan ile dadandığımız karı kaynayan bir barın de etkisi ile aklımdan tamamen çıktı. Arada söz kıyılmış ve Serhan'ın okulu biter bitmez evlenilmesi kararlaştırılmıştı. Bir seneden fazla süre vardı yani. Mesut Beyin sabahın köründe yatağımdan zıplatan telefonunda söylediklerini kanımdaki alkol oranı yüzünden geç anladım. Nişana gidiyorduk ve ben de geliyordum, onlara böyle bir melek gelin bulan bendim ne de olsa. Serhan ve kız rahat görüşebilsin diye bazı şeylerin adı konmalıymış o yüzden nişan öne çekilmiş. Diğer oğulları geceyi iki kadının arasında geçirmişti. 
Duşta kendime gelirken nişanda doğal olarak Zeynep'in de olacağı aklıma geldi. Dün iki posta sikişmiş olmama rağmen dikilen sikime soğuk su tutarak mesaiye indim. Bu kadın ne zaman aklıma gelse sikim niye kıpırdanmaya başlıyordu. Mesut bey uçakta planlarını anlatmıştı ben seneye inşaat işlerinin başına geçecektim, oğlanlar da otellerin. İstanbul ve Ankara'da da otel yerleri bakıyordu. Benim planım ise uzun süredir görüştüğüm bir yabancı şirkete geçip önce İstanbul ofisi sonra fırsat olursa yurtdışında çalışmaktı, söyleyince bozuldu. 
Nişan günü Zeynep'i arayan gözlerim kusursuz güzelliğini çabuk buldu. Yanında kendinden kısa bıyıklı bir adam. Göbekli sevimsiz bir esnaf kılıklı, kötü takım elbiseli. Belki abartıyorum o kadar da sevimsiz değildi ama şimdiden kıldım adama. El sıkışırken soğuktu Zeynep. Ekimde geliyor musunuz derken biraz daha canlı. Tüm çalışanlar sizi özledik dediğimde yine ciddi suratlı. Boğazına kadar kapalı parlak dar elbisesi içindeki güzelliği mavi bikinili halinden daha az değildi gözümde. Beli nasıl bu kadar ince olabilir o yaşta bir kadının? Onu incelerken göz göze geldiğimiz andaki hafif dudak bükerek yaptığı gülümsemeye aynı karşılığı verdim. Yasak elma niye bu kadar tatlı gelir insana? Yarın Antalya'ya döndüğümde sikebileceğim genç bir kız arkadaşım da varken. Nişan kıyıldıktan sonra tombul teyzeye yanaştım, tek tek herkesi merak ediyormuş aileyi tanımak istiyormuşum sorularıma şevkle ile cevap verdi. Arada önemsiz gibi konuyu beraber tatile geldiklerine getirdim. Zeynep'in babadan zengin olduğunu, yine babadan zengin kocasının bir mirasyedi olduğunu, siyaset, futbol yöneticiliği gibi boş şeyler ile gün geçirdiğini öğrenmiş oldum. Zeynep 18'i doldurduğu gün büyük bir düğün ile evlenmişler herkes onları konuşmuş. Pezevenke iyice yükseldim o an. Yirmi yıl önceki halini düşünemedim bile bakire Zeynep'in. Tabii hemen bir senede çocuk sahibi olmuşlardır. Adam bu güzelliği bir an bile bırakamamıştır. Sadece ailenin kaldığı yemekte tekrar yanaşabildim bir an için. Hiç yanından ayrılmadığı tombul teyze lafımızı bölüp iki tane ayıboğan kılıklı oğulları beni tanıştırdı. Kısa sürede saldım onları başımdan.
- Eşiniz ile tanışamadım gibi bir boş laf ile konuyu hareketlendirdim. Yöneticisi olduğu takımın deplasmanı varmış, iki saat sonra uçacaklarmış. Biraz lafladık. Lafladık derken içeri girdiğinde herkesin onu gelin zannettiği gibi en düşük seviye güzelliğine övgü cümleleri kurdum. Elbiseni överken o da takım elbise yakışmış cevabını verdi. Bir iki dakika içinde otel ile ilgili boş bir hikaye anlatıp biraz güldürebildim. Senin de evlilik yaşın gelmiş, Serhan'dan büyüksün deyince, benim çıtam çok yüksek en güzellerin peşindeyim dedim gözlerine bakarak.  Yanağı kızararak yemeği ile oynadı. Fırsattan istifade atağa geçtim.
- Ekim için rezervasyon yapayım mı aynı ekibe. Artık aileden sayılırız. İstediğiniz zaman arayın beni. Daha güzel bir oda seçersiniz.
-  Bizim var zaten paketimiz. Verdiğin kart nerede bilmiyorum.
- Yanımda başka yok ki diye telimi çıkardım ama böyle bir aile ortamıda yaptığım yanlışı anlayıp hızla cebime geri soktum. Anladı ve her şeyi başlatan o cümleyi kurdu.
- Kayıtlarda vardır benim numaram.
Otele gider gitmez bilgisayara girip kaydettim numarasını. İki gün sonra da resmi bir mesaj attım uygun oda seçenekleri için. Böyle başlayan SMS'ler sıklaşmaya başladı. Telefonlarda sadece SMS var o zamanlar. Ne foto göndermek ne de whatsapp filan. Her sabah hava şahane, deniz mükemmel gibi attığım SMS'lere git gide daha hızlı geri dönmeye başladı. Ben de daha sık ve daha saldırgan mesajlara başladım. Bu sezon otele gelen en güzel kadın olduğuna kadar giden mesajlar. Hayatlarımızı bile paylaşıyorduk, bir cümlelik SMS'ler ile. Yazlıkları varmış, yazlıktan çok köy gibi bir yer. Genelde orada olurmuş. 
Ekim ayının başı idi, iki haftaya aynı ekip geleceğiz diye mesaj attığı gün, arayabilir miyim diye sordum. İlk telefon görüşmemiz de öyle başladı. Onlara ayırdığım odaların özelliğinden girdim konuya ve her sabah on gibi başka bir bahane ile aradım. Havalar nasıldan girdiğimiz sohbetler yarım saat sonra bana kızının üniversitedeki başarıları, oğlunun liseyi zor bitirebileceği gibi konulara kadar gidiyordu.  Bir hafta sonunda iyice kıvama geldiğini karar vererek yazlıkta bile niye hep yalnız olduğunu sordum. Önce biraz lafı geveledi. sonra açıldı. Kocası ya parti toplantılarında ya da futbol takımının peşinde olurmuş. Eve gelmesi gece yarılarını bulurmuş, bazen de üç dört gün süren meclis ziyaretleri veya deplasmanlar. Ortak pek arkadaşları da yokmuş, aralarındaki yaş farkı 10 olunca bu doğalmış. Seninle14 ama bir süre ortak yönümüz var cümlesi bir adım ileri götürdü konuşmalarımızı. Hazır dökülmeye başlamışken daha çok ben susuyor onu dinliyordum. Bazen iki saati geçiyordu içini dökmesi. Bir sabah bir saatin sonunda telefonu kapatırken, ben olsam o evden bir saniye çıkmaz seni gözümün önünden hiç ayırmazdım dedim. Sessiz kaldı, kapattık telefonları.
Bir iki gün dönmedi mesajlarıma. Bir hafta sonra otobüs biletlerini aldık diye bir SMS düştü telefonuma. Biliyordum otobüs anlaşmalı tur otobüsümüz. Dört kadın geliyorlardı tombul teyze dahil, iki komşu. Gelinin teyzesi olduğundan en güzel süit odayı ona verdim doğal olarak. Ne yapayım mecburen de Zeynep'e yalnız kalacağı bir oda ayarlamak zorunda kaldık. Mesut Bey çok takdir etmişti bu kararımı. Genel müdür olacak bu çocuk diye sırtıma vurmuştu. Müsait misin diye sormadan arıyordum Zeynep'i artık. Yine iki saatten fazla konuştuk ve gelecekleri güne kadar bu sefer geceleri sürdü bu. O gelecek diye nasıl heyecanlı olduğumu söyledim. Arayamama sebebi köydeki yazlığa kocasının gelmesi imiş. Orada denize nasıl giriyorsun diye sordum. Köy seni görmek için birbirine giriyordur dememe güldü. Kocası varken tek parça mayo ile o yokken tesettür mayosuna benzer bir şey ile giriyormuş. Seninle denize girmek isterdim dedim, burada çok güzel koylar var. Genç kız gibi kıkırdıyordu telefonda artık. Bikini giymelisin aslında dedim, benim vücudum öyle güzel olsa giyerim esprime beraber güldük. Bikinim yok ki diye yalan attı. Almalısın dedim her renk siyah, beyaz, kırmızı. Maviyi özellikle atlayarak. Tamam dedi alacağım. Seni öyle görmek için sabırsızlanıyorum dedim. Sikim kazık gibi oluyordu telefondaki her konuşma sırasında. Ama sadece cinsel bir çekicilik değildi artık yaşadığım, gün içinde hep bir SMS atmıştı mı diye telefona gidiyordu.
Gelmeden iki gün önce yaş günü idi. Aradım, Antalya'ya geldiğinde de bir kutlama yapacağımızı söyledim. İtiraz etti. Otelde değil dedim. Seni çevredeki antik kentlere ve koylara götüreceğim baş başa kutlarız dememe tek itirazı ama nasıl çıkacağım ki otelden komşular varken oldu. Rahat ol dedim kadınlara bir tekne gezisi olacak Salı günü, sen biraz rahatsız hisset katılma, onlar iskeleden çıkar biz ön kapıdan. Akşam yemeğine kadar sadece ikimizden başkası olmayacak sözüme dört gözle bekliyorum cevabını verdi. Bir süredir telefonları öpüyorum iyi geceler diye kapatıyorduk. Pazar gecesi geldiler, otobüsten inerken birbirimizi gördüğümüz an gözlerimiz parladı ikimizin de. Ben her zaman olduğu gibi otobüslere çok yanaşmadım o da sadece ufak bir merhaba ile odasına çıktı. Pazartesi günü ise diğer konuklar arasında köşe kapmaca oynadık sanki. Mesut Bey ve eşi iki dakika onları yalnız bırakmıyor bense kedi gibi etraflarında dolaşıyordum. Akşam yemeğinden sonra teyze yanına gelene kadar bir yarım saat konuşabildik sadece. Birbirimiz ile mesafe bırakmaya özen göstererek ama gözlerimizi birbirimizden ayıramadan. Gece dayanamadım aradım. Seni görünce gözüme uyku girmedi ile başladım, otelden ayrılmak istediğimi sadece onu görebilmek için Ekim ayını beklediğimi söyledim. Ertesi günü konuştuk gideceğimiz yerleri sordu. Yanına mayo al dedim, güzel koylar var bu mevsimde kimseler de olmaz. Mayo yok dedi yanımda, alırız dedim. Güldü bikinim var ama iki tane dedi. Beni öldüreceksin dedim, gençsin dedi ölmezsin. Genç ve salaktım, yatağa atma planı ile başladığım oyunda bu kadına tutulmuştum.
Kadınları gezdirecek motor iskeleden ayrılırken ben de izin günümü kullanmak için otelin ticari aracına eşyalarımı yükleme bahanesi ile kapalı otoparka girmiştim. Tarif ettiğim asansör ile aşağıya inip arabaya acele ile bindiğinde kalbinin şiddetle çarptığını hissediyordum. 
- Niye sana uyuyorum ki dedi
- Antalya gelip otelde kapalı kalmak olur mu. Bir de dünyalar güzelisin ve her şeyi yapmaya hakkın var, şımart kendini.
Antik kenti gezmek için arabadan inerken otel içinde giydiği uzun şalı çıkardı. Altında kot bir etek ve kısa kollu bir penye vardı. Görüşmeyeli uzamış hafif dalgalı sarı saçları omuzlarına kadar dağıldı. Bu hali ile çevredeki Alman turistlerden hiç bir farkı yoktu. Hepsinden daha güzel olmak dışında. Öğle yemeği için durduğumuz yerde yaş günü pastasını üflerken ise elini ilk kez tuttum. Tebrik için kızarmış yanaklarına birer öpücük kondurdum. Arabaya giderken ise şakalaşır gibi beline sarıldım. Kırılacakmış gibi ince bir bel.
- Yaş günü kızı mayo için üstünü değiştirebilirsin burada. Şimdi çok güzel bir koya gideceğiz.
- İçime giymiştim 
Mavi bikinili hali geldi gözümün önüne arabaya otururken ilk işim kalkmış sikimi düzeltmek oldu. Gözlerine baktım, gözlerini ayırmadı. Araba içinde saldıracak haldeydim kendimi tuttum. Koya doğru arabayı sürerken sessizdi. Sadece açıkta kalan kollarına ve diz hizası eteğinden görülen bacaklarına güneş kremi sürdü yol boyu. Teni daha da parladı. Erhan ile izin günleri kızları getirdiğimiz koya doğru yürürken,
- Utanırım şimdi senin yanında lütfen dikkatli dikkatli süzme beni.
- Burada kimse olmaz hafta içi. Ben süzmem ama güzelliğin kalabalık toplar. Kolumu çimdikledi.
Kimse olmaz çünkü arazi Mesut Beye ait demedim. Havlularımızı, arazinin çevresi kapatılmadan bekçinin kaldığı, şimdi ise Erhan ile benim içki stokladığımız buzdolabının olduğu, boş yerlere de minderlerin yığıldığı  kulübenin önündeki öbeğin üstüne serdim, dolaptan iki soğuk su getirdim. Güneş çok yakıcı değil tatlı bir Ekim havası vardı.
- Buraya sık geliyorsun galiba.
- Bir arkadaşımın yeri o yüzden rahatız burada. Hadi denize. Bugün senin günün, prenses.
- Niye prenses diyorsun bana
- Masallardaki prensesler gibisin güzel, kaprisli, sinirli. Ben de onun peşinde koşan aptal prens.
Güldü. Fırsatı kaçırmadım, prens gibi eğilip elini öptüm. Ben penyemi şortumu çıkartırken o beni süzdü. İyi ki otele başladığımdan beri her sabahımı fitnessta geçiriyorum. Sonra o  penyesini çıkardı. İçinde penye altından askılarını gördüğüm siyah bir bikini üstü vardı. Cam arkasından seyrettiğim göğüsleri tüm dikliği ile bikini arkasında saklanmıştı. Arkasını hızla dönerek üstüne güneş kremi püskürttü. Sırtı bembeyaz dümdüz iniyor, ensesi incecik, saçlarını tokaladı, ısırırım o enseyi ve incecik omuz kemiklerini. Belinde iki küçük gamze var. Nasıl da kusursuz. Geçen hafta üzerinde iki Rus'u siktiğimiz minder öbeğine doğru yürüyüp kendini gizleyerek eteği de çıkardı. 31 çektiğim mavi mayosu ile aynı kesim siyah bikini içinde önümden hızlıca geçip kendini suya attı. Bir anda gözümün önünden kaybolmuştu, koşarak ben de denize girdim. Konuşmadan üç dört dakika yüzdük. Havadaki elektriği kıracak bir adım bekliyorduk ikimiz de.
- Çok güzelmiş su diye bana yaklaştığında aramızda bir metre vardı. Yeşil gözleri tuzlu suda parlıyordu. Beyaz boynu kuğu gibi ince, sular süzülüyor saçlarından. Mesafeyi kapadım. Her salak aşık gibi yüzüne su attım. Çığlık atarak o da bana attı. Derinlere kaçtı. İki kulaçta yetişip kafasını suya bastırdım, derinlik en fazla boyu kadardı. Açık sarı saçları yüzüne yapışmış sudan fırladı. Deniz kızları gerçek olsa bu görüntüyü kıskanırlardı. O beni bastırmak için atak yaptığında ince kollarını havada yakaladım. Benim ayaklarım hala yerdeydi. Kendime çektim ince bedenini kolaylıkla kavradım. Belini sertçe kavramış bikini altından sertliği belli olan göğüslerini göğsüme yapıştırmıştım. Beraberce suya battık. Çırpınması artana kadar bekledim. Çıktığımızda göğsümü şakacıktan yumrukladı. İlk defa bana kendisi dokunuyordu. Hareketsiz kaldık bir an. Kaçınmadan bekledi. Çenesini kaldırıp dudağına değdiğimde ise yüzünü çevirdi. Vazgeçmedim. Belindeki bir elim ile kendime çektim, diğer elimle yanaklarını okşadım, saçlarını kenara çektim. Elimde küçük bir kanarya gibiydi. Dudaklarını tekrar öperken ağzı kapalı idi ama kaçınmadı. Dilimi dudaklarında hissettiğinde
- Kaan dur dedi nefes nefese. Kaan dur.
- Seni seviyorum Zeynep. Ellerimi itekledi, bıraktım. Sudan çıkmak için yürümeye başladı. Arkadan kalçaları arasında kalan bikini altına baktım. Havlusunu alırken yetiştim. Yüzünü boynunu sakin sakin sildim.
- Kaan otele dönelim mi?  Cevap vermedim. Eline aldığı penyeyi yere attım. İki elinden tutup ince gövdesini kendime çektim. Yanağını öptüm sonra alnını sonra gözlerinin üstünü. Yüzünü dudaklarını okşadım ellerimler Dudakları parmağım ile bastırmama fazla direnmedi, aralandı. Ben de önce küçük bir öpücük ile başladım. Önce üst sonra alt dudağını keşfettim. Elim sırtında dolaştı, okşadı. Öpüşmelerimiz hızlandığında poposunu sıkarken beynim şaşkınlığa uğradı. Tam bir yuvarlak ve 18 yaşında bir kız kadar sert. Dilim boynunu yalayıp öperken nefesi sıklaşmıştı. 
- Beni sevdiğin için buradasın ben de seni seviyorum dedim tekrar. Bikinisinin arkadaki düğümüne elim gittiğinde,
- Kaan bunu yapmamalıyız, ben evliyim sesi fısıltı ile çıktı. Kucakladım kolaylıkla. Havluları serdiğim uzun minderlerin üzerine bıraktım. Tekrar dudaklarını öpmeye boynunu okşamaya başladım.  Beynindeki kavga sürüyordu.
- Kaan ben böyle bir kadın değilim. Hayatımda böyle bir şey yaşamadım
- Biliyorum aşkım dedim. Hayalimde kocan oluyorum her gece. 
Tekrardan öptüm, elleri boynuma sarıldı. O kadar mutlu oldum ki bana sarılmasında ağlayacaktım sevinçten. Dilim aralık ağzında dilini buldu. O da küçücük. Bardan kaldırdığım kızlardan biri olsa sikimi çoktan çıkarmış, domaltmış sokmuştum bile ama altımdaki bu mucizeye zarar verecekmiş gibi korkuyordum. Bikinisinin üstünü çözmeye çalışırken çevreye bakındı.
- Özel arazi kimse olmaz dedim.
- İçerisi nasıl?
Of sikim kırılmak üzere artık. Ellerinden tutup ayağa kaldırdım, içerde de minderler var yere serilmiş. Buzdolabının üzerinde yığılı otel havlularından bir öbeği aldım. Tek tek elimden alarak minderlerin üstüne serdi. On saniye sürmüştür havluları sermesi ama bana bir ömür gibi geldi. Her eğilişinde daha da çıldırtıyordu manzara. Küçük kalçaları arasında toplanmış siyah bikini, kulübenin gölgesinde bile parlayan kıçı. Diğer havluları minderlere doğru attım ve eğilmiş kalçasına deniz şortumu patlatacak duruma gelmiş sikimi yapıştırdım, kendime doğru da çekip göğüslerini arkadan avuçladım. 
- Dur kaçmıyorum
Ağzından ilk inleme o zaman çıktı. Bikini üstünden çabuk kurtarıp kendime çevirdim, memelerini avuçlayarak dilimi saldım ağzına. Bir elim kalçasında diğeri memesinde. Hangisi daha inanılmaz bilemedim. Memesi sanki hiç çocuk emdirmemiş gibi ideal ölçülerde, uçları minicik, kalçaları benim büyük ellerimin içinde kaybolacak kadar küçük ve sert.
Sırtıma sarılmış elleri ile yavaşça okşuyordu tenimi. Alt dudağı yumuşak ıslak dili dudağıma değdikçe titriyordu içim. Kalçalarına iki el ile inip bikini altına soktum ikisini de. Bir elimi öne atıp amını bulduğumda parmaklarıma gelen saf su gibi bir ıslaklıktı. Göğüslerini emmek için eğildiğimde kendini yere bıraktı ve minderlerin üstünde yatar hale geldik. Bikinisinin altını kolaylık ile çektim. Hiç güneş izi yok beyaz teninde. Memelerine eğilirken de kendi şortumdan kurtuldum. Bir an için sikime baktı. Dudaklarından zor ayrılıp kuğu boynuna oradan göğüslerine indim. Küçük uçları tatlı beyaz dut gibi. İkisini de sırayla ezerken sadece ismimi fısıldıyordu. Göğüs arasından göbeğine, oradan da elimi sırılsıklam yapmış bir için gördüğüm çizgi şeklindeki amına inmeyi planlarken başımı tutup
- Buraya gel diye fısıldadı
Aşağıda gördüğüm ıslaktan parlamaya başlayan pembe yarığa dilimle ulaşmamı engelledi bu hareketi. Dudaklarımı şimdi o emiyordu.
- Hadi Kaan
Hayatımda aldığım en güzel davetti. Sikim kendiliğinden amının girişini buldu. Sikimin başına değen ıslaklığa biraz sürtündüm. Bacakları tam misyoner pozisyonda açıldı. Biraz bastırmam ile canı yanar gibi derin inledi ama başı içine yerleşmişti bile. Dünyadaki en güzel oh sesi çekti ağzından.  O kadar azmıştım ki tek defada köküne kadar girdim su dolu amına. Küçük ellerini göğsümde tutup hafif geri gitmemi sağladı. Öylece durdum. Dudaklarına yapışarak sikmeye başladım iki çocuk doğurmuş sikimi saran sıcak su dolu amını. Ben tempo artırdıkça daha sert emdi dudaklarımı. Dudakları doyumsuz. İnlemesi hayatım boyunca hatırlayacağım gibi hiç bitmeyen kesintisiz bir ıııhhh sesi. Yavru bir kedi ağlıyordu altımda. Boynunu yalarken alev alevdi teni. Sikimi yine dibine kadar bastırdığımda aynı kesintisiz iniltinin daha yüksek tonu çıktı ağzından. Sarılıp hafif bedenini kolaylıkla kucağıma aldım.       
Oturur pozisyonda aşkla sarıldı sanki bana. Göğüsleri göğsüme batacak kadar yapıştık. Daha çok onun kalça hareketleri ile ben sıcak boynunu veya dudaklarını emerken sevişmemiz sürdü. Hareketsiz kaldığındaki titremelerinden geldiğini anladım. İnlemesi sustu, derin nefes alıyordu boğulur gibi. Amındaki kasılmalar da sikimi boğuyordu. Sırtını okşayarak, dudaklarını öperek bekledim içinde. 
- Aşkım çok güzeldi dedi
Aşkım diyen olmamıştı sanki bana bugüne kadar. Tekrar üstüne çıktım. İnce uzun bir bacağını kolumun arasına alarak iyice geri itekledim. Sertçe tam giriş çıkışlara başladım. Kesintisiz iniltisi ve sulanmış amından çıkan şaplama sesleri dışında ses yoktu çevremizde. Kendimi tutamayacak haldeydim. Şortumun cebine attığım prezervatif aklıma bile gelmemişti.
- Aşkım gelmek üzereyim
- İçime değil diye inlemesini kesti. 
Bir iki kere daha vurdum amının derinliklerine sanki yine hafifçe titremişti amcığının içleri. Dişimi sıkıp biraz daha dayanmaya çalıştım. Altınızda böyle bir tanrıça varken nasıl taşaklarınızdan yükselen dalgayı durdurabilirsiniz ki. O büyüleyici inleme yine yüksek nefes almaya dönüşünce direnmeyi bırakmak zorunda kaldım.  Sikimi son anda çıkardım. Amcığının hemen üstüne yanan göbeğine değdiğim an döllerim o ayva göbeğin her yerine fışkırdı. Dizlerimin üstünde zor durup yanına yığıldım. Dudağıma o eğildi. Öpüşürken güldü. 
- Hala boşalıyorsun. Durup biraz sikimi izledi. Sonra tekrar dillerimiz birbirine karıştı.
- Böyle kalmayayım diye kalktığında küçük hafif kızarmış poposuna hayran hayran baktım. İki havluya sarılıp çıktığında havluların üzerine iyice yayılmıştım. 
Beş dakika sonra kapıda giyinik, sarı ıslak saçları ıslak olarak duruyordu.
- Akşama kadar seninle olmak istiyordum dedim.
- Dönelim dedi sadece
Döndük, fazla konuşmadan, el ele. Ruh halinin dağılmış olduğu belli idi. Yine arada eğilip dudaklarına yapıştığımda hayır demedi. Otele yaklaşırken şalını üstüne geçirdi yine. Kapalı otoparkta arabadan inerken kaçamak bir öpücük alabildim sadece. Gece attığım mesaja ve aramalarıma geri dönmedi. Ertesi sabah kahvaltıda da yoktu. Otelden çıkış yapmamış, kahvaltısını odaya istemiş. Akşama kadar da ne yaptım ise ulaşamadım. Bir ara uzaktan kadınlar havuzuna giden koridorda gördüm, akşam yemeğinde ise kadın grubundan bir saniye bile ayrılmadan ve bana hiç bakmadan karşımda oturdu. SMS'ler ve aramalar yağdırdım gece boyu. Üç veya dört gibi bir saatte iki SMS geldi üst üste.
"Çok yanlıştı Kaan" " Gençsin hayatına devam et"  Hayatım mı diye düşündüm, aklımda sadece kulağıma aşkım diye fısıldayan yüzü vardı. Hiç içmediğim halde bir sigara bulup komilerden yaktım. Tüm iş hayatımı tehlikeye atarak odamdan çıktım ve en az kamera olan yerlerden geçmeye çalışarak odasının kapısına gittim. Telefonunun çalma sesini duyuyordum. Açılmadı. SMS attım. "Kapındayım, konuşmamız ve uygarca vedalaşmamız lazım" "Açmazsan gitmem" Kapı iki dakika filan sonra açıldı. Hızla içeri kaydım kapıyı kapadı. Üzerinde yere kadar kalın bir sabahlık vardı, yakasına kadar kapalı. Belli ki bunu giymek için bekletmişti beni.
- Gelmemeliydin Kaan bir hata yaptık
- Bana aşkım dedin, ben de seni seviyorum nesi hata bunun.
- Bana iyi davranan tek erkek sen oldun hayatımda, kötü kadınlar gibi yenik düştüm, git lütfen Kaan.
Ellerini tuttum, geri çekmek istedi izin vermedim o da ısrarcı olmadı. Titriyordu, korkar gibi üşür gibi. Sarıldım.
- Sana söz, yarın sabahtan sonra hayatında olmayacağım, ama seni sevmeye hep devam edeceğim.
- Kaan hiç olmamalıydı bunlar diye arkasını dönerek ağlamaya başladı.
Gittim cam önünde ağlayan kadına arkadan sarıldım. Ağlaması hafifleyene kadar öyle kaldık. Doğan güneşe bakarken başı omzumdaydı. 
- Yorulmadın mı böyle dikilmeden diyerek daha sıkı sarıldım. Yakası sıkı sıkı kapalı kıyafetin elverdiği boşluktan boynuna ufak bir öpücük koydum. 
- Gidiyor musun?
- Gideyim mi?
- Yarından sonra hiç görüşmeyeceğiz dedin, sözünü tutacak mısın?
- İstemesem de evet.
Yüzünü bana döndü. 
- Bekle bir dakika, sana veda etmek için geleceğim hemen
Mini bardan bir su aldı bana da uzattı. Üzerini yine toparlayıp suit odanın iç kısmına geçti. Ağlamak üzereydim. Nasıl bir imkansız aşka bulaştırmıştım kendimi. Evli, benden oldukça büyük, üniversite çağında, iki çocuklu ve apayrı hayatları yaşadığımız bir kadın. 
Yatağın kenarına çöktüm, bir iki kadeh daha içmiş olsaydım kesin ağlardım. Bir anda  o kadın üzerinde sadece beyaz bir sutyen ve çamaşırla büyük yatağın olduğu odanın kapısında duruyordu. Beş metreyi bir saniyede geçtim. Dudağını ısırırcasına öperken yavaş dedi sadece. Yatağa doğru düştüğümüzde üstümdekileri çıkarmıştım bile. Kalçalarını o havaya dikti, hızlıca altını da çıkarmam için. İki gün öncekinden çok farklı idi her şey. Havada aşktan sok seks havası vardı. O gün elimi sürmediğim amını bir anda avuçladım. Elimin içine yayılan ıslaklıkla o güzel inlemesi başladı.  Sertçe devam ettim amını ezmeye ve dilimi ağzına sokarak emdirmeye. Birbirimizi bir an önce tüketmek için saldırıyorduk sanki veya beş dakika sonra dünya sona erecek gibi. Altımdan kaçmak için ileri doğru çekti kendini. Gözlerimin içine yavru bir ceylan gibi baktı. Gözü göbeğime doğrulmuş sikime takıldı.
- Geçen gün böyle yapmak istemiştim, söylemeye utandım diyerek arkasını döndü ve önümde domaldı. Avuçluk sert kalçaları arasından bir genç kız amı gibi parlayan pembe çizgi ve karanlıkta zor seçilen göt deliğini bir saniye bile bekletemezdim. Belindeki gamzeler bana göz kırptı. Sikimin başı parıldayan amcığına değince,
- Yavaş Kaan, büyük, farkında değil misin?
Ellerimle sırtını okşarken sikimi yarıya kadar yerleştirmiştim bile. Sonra o güzel kıçı avuçladım, ilk defa acıtırcasına sert sıktım. 
- Morarırsa havuza girmem diye büyüyen yeşil gözleri ile bana baktı. Beline sarılıp iyice yapıştım. İniltisi yükseldi. 
- Büyük dedim sana, ığhhhhhhh
İlk sevişmemiz gibi değildik ikimiz de. Sınırsızca birbirimizi istiyorduk. Kalçalarına çarpa çarpa amcığının dibini bulurken göğüs uçlarını sıkıyor veya güzel göbeğini okşuyordum. Kalçalarını bana itekleyerek veya oynatarak yön veriyordu sevişme tempomuza. İnleme sesi kesintisiz ama daha yüksek perdeden sürerken de bir elimi öne atıp amının üstünü buldum. Bızırının üstünde gezdi ıslak parmağım. Ağzından uzunca bir Kaaannnnn sesi çıktı. Orgazmı başladığında da dizlerini kollarını gevşetti kendini yatağa bıraktı. Sikim içinde mengene gibi sıkılırken sadece kalçalarımı oynatabiliyordum. 
- Dur biraz çık 
Kasılan amından zorlukla ayrıldım ve yüzünü kendime döndürdüm. Bir süre yan  dönerek uzanmış sakince öpüşmeyi sürdürdük. Eli aşağıya uzanıp sikimi buldu ve yavaşça bir bacağımı üstüne atarak amını nişanladı. İçine kayıp kucağıma çekerken o pembe amcığın küçük dudaklarının gerilmesini seyrettim. Kendimi geri bırakıp iyice kucağımdaki mucizenin kontrolüne bıraktım kendimi. 18 yaş kıvamındaki portakal göğüsleri karşımda incecik beli ve savrulan saçları ile heykel gibi bir güzellik sikimin tadını çıkarıyordu. Gözlerini kapayıp ellerini göğsüme koyarak kalça hareketleri ile sikimi içinde gezdiriyordu. Göğüs uçlarını okşayarak, teninde ellerimi gezdirerek ona destek verdim. Sonra kalçalarını okşayarak kendime çektim.
- Amcığını yemek istiyorum aşkım
- Şimdi değil, ohhhh bu çok güzel. Devam ettim. Güzel diye inlemesinin sebebi onu kendime iyice çekip içine girip çıkmaya başlamamdı. İki elim de kalçalarını eziyordu.
- Amına boşalmak istiyorum, benim olmanı istiyorum
- Boşal aşkım ohhh çok güzel. Büyükmüş ohhhh
Tekrar kucağıma tam oturtup zıplatmaya başladım. Bir yandan da göğüs uçlarını koparır gibi sıkıyordum. O sapsarı saçları savurarak çırpınıyor sikimin üstüne oturup kalkıyordu. İlk defa çiftleşen sarı yeleli bir kısrak gibi savruluyordu saçları. Eminim ki alt üst ve yan odalar bizi dinliyordu. Kendimi tutamayıp içini doldurmaya başladığımda biraz daha biraz daha sözleri yalvarır gibi ağzından çıkıyordu. Sertliğim son damlalar sikimden boşalmasına rağmen devam etti. Sikime köküne kadar oturup kalçasını ileri geri oynatırken göğüs uçlarını son gücümle emmeye başladım. Nefesinin kesilmesini amındaki kasılmalar izledi. Dudaklarımı önce hırçınca sonra yavaş yavaş öperek sakinleşti. İçinden çıktım. Birbirimize sarılarak bekledik bir süre. Elini aşağıya atarak doğruldu yataktan.
- Ne çok boşalmışsın yine. Eli bacak arasında banyoya yürüdü. Üzerinden sularına karışmış döller akan sikime baktım bir süre. Bir iki dakika sonra içerden su sesi ve şarkı mırıltıları gelmeye başladı. Eğer geri giyinik gelmesine izin verirsen bir aşk burada biter dedim kendime. Mantığım ise bitsin, hayatının içine eder bu imkansız aşk, biraz acı çek, unut ve kariyer planına devam et dedi. Kalktım sikimi sallaya sallaya banyo kapısından içeri girdim. Girdiğimi fark etmedi. Sikimi lavaboda yıkadım.  Duşa yanına girdiğimde küçük bir şaşkınlıkla sıçradı. Sabunlu göğsünü tuttum, sadece bir tek bu göğsü emmek için hayatımdaki tüm kadınları unutabilirim diye düşündüm. 
- Kaan geç oldu, kahvaltı saati geldi bile gibi cılız bir itiraz yaptı. O itiraz da sabun kaplı amına kayan parmağım ile son buldu.
6 notes · View notes
herzamanbulutluu · 1 month
Text
sen yoksun
deniz yok
yıldızlar arkadaşım
ya bu gece harikalı bir şeyler olsun
yahut bir bomba gibi infilak edecek başım
ağzımda eski mısralar
uzanıp kalmışım
İstanbul, minareler odamda gibi
gökyüzü temiz ve parlak
işte kol kola girmiş en mesut günlerimiz
muhalif bir rüzgar karşı sahilden
fosforlu ışıklarıyla g��kyüzü bir deniz
havada kanat sesleri
ve çılgın kokular
deniz yok
yıldızlar uzaklaşıyor
ben yine yalnız kalıyorum
istanbul minareler kaybolmuş
sen yoksun
4 notes · View notes
muratmesutfan · 1 year
Photo
Tumblr media
pırıl pırıl parlak tüylü, bir kanarya kondu pencereme, uzandım, kaçmadı. hazırmış esir olmaya. kafesim için can veriyormuş meğer...
Murat Mesut
10 notes · View notes
gecegunlugu · 2 years
Text
sen yoksun
sen yoksun deniz yok yıldızlar arkadaşım ya bu gece harikalı bir şeyler olsun yahut bir bomba gibi infilak edecek başım ağzımda eski mısralar uzanıp kalmışım istanbul minareler odamda gibi gökyüzü temiz ve parlak işte kol kola girmiş en mesut günlerimiz muhalif bir rüzgar karşı sahilden fosforlu ışıklarıyla gökyüzü bir deniz havada kanat sesleri ve çılgın kokular deniz yok yıldızlar…
Tumblr media
View On WordPress
26 notes · View notes
wehuzunngeldi · 2 years
Text
sen yoksun deniz yok yıldızlar arkadaşım ya bu gece harikalı bir şeyler olsun yahut bir bomba gibi infilak edecek başım
ağzımda eski mısralar uzanıp kalmışım istanbul minareler odamda gibi gökyüzü temiz ve parlak işte kol kola girmiş en mesut günlerimiz muhalif bir rüzgar karşı sahilden
8 notes · View notes
mustafasalihbozok · 3 years
Text
deniz yok
yıldızlar arkadaşım
ya bu gece harikalı bir şeyler olsun
yahut bir bomba gibi infilak edecek başım
ağzımda eski mısralar uzanıp kalmışım
istanbul minareler odamda gibi
gökyüzü temiz ve parlak
işte kolkola girmiş en mesut günlerimiz
muhalif bir rüzgar karşı sahilden
fosforlu ışıklarıyla gökyüzü bir deniz
havada kanat sesleri
ve çılgın kokular
deniz yok
yıldızlar uzaklaşıyor
ben yine yalnız kalıyorum
istanbul minareler kaybolmuş
sen yoksun
Attila İLHAN 🖌️ 🍁 🍁 🍁
Tumblr media
6 notes · View notes
bensenobizsizonlr · 3 years
Photo
Tumblr media
ÇİNGENE KIZI (La Gitanilla - La Hitanilya)
Çingene erkekleri ve kadınları, sanki dünyaya yalnız hırsız olmak için gelmişlerdir. Onlar hırsız ana babadan doğarlar, hırsızlarla birlikte büyürler, hırsızlık etmeyi öğrenirler ve sonunda çalmak için fırsat kaçırmayan olgun bir hırsız olurlar. Çalmak arzusu ve hırsızlık etme kendilerinde, ancak ölümle vazgeçilen, ayrılmaz bir itiyat haline gelir.
Bu milletten, Caco1 (Kako) bilgisinden emekliye çıkarılabilecek kadar bilgili ihtiyar bir çingene kadın, küçük bir kızı kendi torunu diye büyüttü ve ona Preciosa adını koydu. Kıza kendine has istidatlarını çingene itiyatlarını, aldatma usullerini ve hırsızlık yollarını öğretti.
Preciosa bütün çingene dünyasında bulunabilen, en iyi rakkase olarak yetişti, hem yalnız çingeneler arasında değil, fakat şöhretin tanıttığı güzeller ve akıllılar arasında da en güzeli ve en akıllısı oldu.
Herkesten çok çingenelerin maruz bulunduğu güneşler, rüzgârlar, gökyüzünün bütün sertlikleri onun ne yüzünü solduruyor, ne de ellerini karartabiliyorlardı. Bundan başka gördüğü kaba terbiye, kendisinde bir çingene kızda olmayan daha yüksek bir yaradılış bulunduğunu meydana çıkarıyordu. Çünkü son derece nazik ve pek akıllıydı. Bununla beraber biraz çapkındı ama bu, herhangi bir iffetsizlik derecesine varmıyordu. Bilâkis, oynak olmakla beraber, o kadar namusluydu ki onun önünde, ihtiyar veya genç, hiçbir çingene karısı açık saçık şarkılar veya kötü lâflar söylemeye cesaret edemezdi.
Nihayet büyükanne torununun ne büyük bir hazine olduğunu anladı. Böylece ihtiyar kartal, küçük kartalını uçurmaya ve ona kendi pençeleriyle yaşamasını öğretmeye, karar verdi.
Preciosa, Noel ilahileri, şarkılar, seguidilla (sıe-gidilya) ve zarabanda danslarına mahsus beyitler, daha başka mısralar ve bilhassa romanslardan kendine zengin bir repertuvar edindi. Bunları kendisine has bir letafetle
söylüyordu. Bunun için kurnaz büyükanne, bu gibi oyunların ve zarafetlerin, torununun genç yaşına ve aşırı güzelliğine eklenince, kendi servetini çoğaltacak, mesut cazibeler ve iğfal vasıtaları haline geleceklerini gördü. Bu nevi beyitleri ve şiirleri, elindeki her çareyi kullanarak, arayıp buldu. Zaten bunları vermeyecek şair de yoktu. Çünkü çingenelerle uyuşup onlara eserlerini satan şairler olduğu gibi körler için şairler de vardır. Bunlar körler hesabına mucizeler uydururlar ve kazancı paylaşırlar.. Dünyada her şey vardır ve açlık ruhları bazen, yeryüzünde bulunmayan şeylere doğru sürükler.
Preciosa çocukluğunu Kastilya'nın muhtelif yerlerinde geçirdi. On beş yaşına girdiği zaman, büyükannesi farz edilen çingene kadın onu Korte'ye2 ve kendisinin eski rancho3 (ranço) su bulunduğu yere götürdü. Çingeneler ranço'larını burada Santa Barbara alanlarında kurmayı âdet edinmişlerdir. Böyle yapmakla çingene kadın her şeyin satın alınıp satıldığı Korte (Madrid) de malını satmayı düşünüyordu.
Preciosa'nın Madrid'e ilk girişi, şehrin azizesi ve koruyucusu olan Santa Ana gününe tesadüf etti. Şehre bu giriş, dördü ihtiyar, dördü genç sekiz çingene kadın tarafından icra edilen ve aralarına, onları idare eden ve büyük bir köçek olan, bir çingene erkeğin de bulunduğu bir dansla yapıldı. Hepsi temiz ve iyi süslenmiş olmakla beraber Preciosa'nın giyinişi öyle idi ki, bakanların gözlerini yavaş yavaş teshir etmeye başlıyordu. Davulun ve kastanyetaların sesi ve oyunun canlılığı arasında, çingene kızının güzelliğini ve zarafetini öven bir fısıltı yükseliyordu. Delikanlılar onu görmeye, erkekler de hayranlıkla seyretmeye koşuyorlardı. Hele, dans şarkılı olduğu için, sesini duydukları zaman her şey allak bullak oldu. öyle ki, çingene kızın şöhreti hemen yayıldı. Bayram murahhaslarının oybirliğiyle kendisine derhal "en iyi dans eden" e mahsus mükâfat ve mücevher verildi.
Bayram töreni için Santa Mariya kilisesine vardıkları zaman, Santa Ana'nın tasviri önünde öteki çingene kadınların oyunundan sonra, Preciosa ellerine ziller alıp, bunların çıkardığı sesler içinde, uzun ve çok hafif dönüşlerle dans ederek, aşağıdaki romansı okudu:
— Çok kıymetli ağaç4 seni mateme büründürebilecek seneler boyunca meyve vermekte,
Ve kocanın 5 , isteğinin aksine, sarsılmaya yüz tutan temiz arzularını yerine getirmekte geç kaldın,
Bu gecikmeden o tatsızlık doğdu ki attırdı mabetten en âdil erkeği6 :
Ey mukaddes kısır toprak7 , sonunda verdin bize yeryüzünü beslemekte olan bütün bereketi8
Tanrının insan olarak aldığı şekli veren kalıbın işlendiği para basımevi
Tanrının, insanüstü büyüklükler göstermek için vücudunu seçtiği bir kızın annesi.
Kendiliğinden ve kızının yüzünden sen, acılarımızın şifa buldukları sığınaksın.
Er Torunun9 üzerinde — bundan şüphe etmiyorum —
hayırlı bir nüfuz var, bu da pek çok yerindedir.
Yüksek kasrın sahibesi10 olmaklığın hasebiyle binlerce kimse seninle birlikte olmak ister idi.
Ah o nasıl bir kız11 , o nasıl bir torun12 ah, o nasıl bir damat13 böyle haklı bir dâvayı kutlamak ve övmek gerek.
Pek mütevazı olan sen öyle bir okul oldun ki edindi orada kızın fazileti, tevazuu,
Ve şimdi onun yanında, Tanrının pek yakınında, aklımın eremediği yüksek mertebedesin sen. Preciosa'nın şarkısı dinleyenleri hayran etti. Bazıları: "Tanrı seni takdis
etsin, kız" diyorlardı. Diğerleri: "Bu çocuğun çingene olması ne yazık, gerçekten büyük bir senyor'un kızı olmaya lâyık." Daha kaba bazı kimseler de: "Bırakın kızcağızı büyüsün, o zaman kendisinden bahsettirecek. Hele gönüller avlamak için etrafına doladığı ağa ne demeli ya?" diyorlardı. Cüssece daha kaba ve daha uyuklar gibi olan başka birisi de, kızın bu kadar hafif dans ettiğini görünce: "Haydi, kız haydi, oyna aşkım, nefesin kesilinceye kadar oyna" diye bağırdı. Kız ise, dansı bırakmadan cevap verdi: "Nefesim kesilmeden oynarım ben."
İkindi duaları ve aynı zamanda Santa Ana Bayramı sona ermiş, Preciosa da biraz yorgun düşmüştü. Fakat güzelliği, inceliği, zekâsı ve dansı ile o
kadar şöhret kazanmıştı ki bütün Korte'nin çevrelerinde kendisinden başka hiçbir şey konuşulmuyordu.
Bu hâdiseden on beş gün sonra Preciosa başka üç kızla beraber ellerinde zillerle ve yeni bir dansla Madrid'e döndü. Hepsi de romanslar ve neşeli fakat çapkın olmayan, şarkılar bulmuşlardı. Preciosa kendisiyle beraber bulunanların açık saçık şarkılar söylemesine razı olamazdı. Nitekim kendisi de hiçbir vakit böyle şeyler teganni etmemişti. Buna çok dikkat edilmiş ve bundan dolayı beğenilmişti.
Preciosa baştan çıkarılır ve kaçırılır korkusuyla ihtiyar kadın, kız için bir Argos14 gibi hareket ederek, ondan hiçbir vakit ayrılmıyordu. Ona torunum diyor, kız da büyükannesi sanıyordu.
Toledo caddesinde gölgede dans etmeye koyuldular. Peşlerine takılanlardan etraflarında hemen büyük bir halka kuruldu. Kızlar hora teperken ihtiyar kadın da etraftakilerden sadaka istiyordu. Üzerine, bir dülger iskelesine yağan taşlar gibi, sekizlikler ve dörtlükler yağıyordu. Zira güzellikte uyuyan iyilikseverliği uyandırmak hassası vardır.
Dans bitince Preciosa dedi ki:
— Bana dört dörtlük15 verirseniz size yalnız ben bir romans okuyacağım, son derece güzel olan bu romans Kraliçe Efendimiz Margarita'nın Valladolit'te lohusa duası için San Llorente'ye gittiğinden bahseder. Size diyorum ki ünlü bir romanstır, işinin erbabı büyük şairlerden biri tarafından yazılmıştır.
Bunu söyler söylemez çevrede bulunanların hepsi bir ağızdan: — Söyle Preciosa, işte dört dörtlüğümüz, dediler. Kızın üstüne dörtlükler dolu gibi yağmaya başladı. İhtiyar kadın bunları
toplamakta zorluk çekiyordu. Preciosa bu suretle hasadını topladıktan sonra zilleri eline takarak, akıcı
ve şuh bir eda ile şu romansı okudu16 Çıktı lohusa duasına Avrupa’nın en büyük kraliçesi, ki kıymetçe ve adca
zengin ve takdire değer bir incidir. Gözleri çektiği gibi,
ibadet ve ihtişamına hayran olan kimselerin gönlünü çeker, sürükler.
Bütün dünyada semanın bir parçası olduğunu göstermek için taşır bir yanında Avusturya güneşini17 öteki yanında taze şafağı18.
Arkasından onu takip eder bir parlak yıldız ki19 , gök ile yeryüzünün çağladığı bir günün20 gecesinde» vakitsiz21 , geldi dünyaya.
Gökte parlak arabalar çizen yıldızlar varsa, başka arabalarda da onun semasını süsleyen canlı yıldızlar var.
İhtiyar Saturno burada sakalını tarar gençleşir, ağır, fakat çevik gider, çünkü zevk damlayı iyi eder.
Geveze ilâh âşıkane sözler söyleyerek gider, Kupido da yakut ve incilerle süslü timsaller taşır.
Kızgın mars gider orada, kendi gölgesinden korkan güzel, çapkın birçok gencin meraklı, garip şahsında.
Güneşin evi yanından gider Jüpiter22 , zira sağlam icraata dayanan teveccüh için güç şey yoktur.
Gider ay şu veya bu insani tanrıçanın yanaklarında, afife Venüs de bu semayı teşkil edenlerin güzelliğinde.
Küçücük Ganimedes'ler gider, döner, kavuşurlar bu mucizeli kürenin altın kakma kuşağında.
Her şey hayret uyandırsın hem de hayran bıraksın diye hiçbir şey yok ki geçmesin cömertlikteki müsrifliğe.
Milano, zengin kumaşlarıyla garip kıyafette gider, elmaslarıyla Hindistan, baharatıyla Arabistan.
Kötü niyetliler ile sıran ihtiras gider, iyilik ise, İspanyol sadakatinin yüreğinde yatar.
Cihanşümul neş'e, sevinç sıkıntıdan kaçışarak,
sokak, meydan der aldırmaz deli gibi dolaşarak.
Bin sessiz hayırduaya açar sükût ağızları, çocuklar hep tekrarlarlar büyüklerin duasını.
Biri der ki: Bereketli Asma23 , büyü, yüksel, sarıl, dokun bahtlı gürgen ağacına24 , binlerce yıl sana gölge yapsın,
Senin şan ve şerefin için, İspanyol satveti için, kilisenin büyüklüğü için, İslam’ın korkusu için.
Başka bir dil de şöyle der: — Yaşa, ey beyaz güvercin, bizlere yavru olarak çift taçlı kartallar verdin.25
Havalardan kovmak için, yırtıcı, vahşi kuşları, kanatlarıyla örtmek için korkutulmuş fazileti.
Daha ağır, sakin olan hem de garip başka bir dil gözlerinden ve ağzından neşe saçarak şöyle der:
Ey Avusturya Sedefi26 bize verdiğin bu bir tanecik inci27 ne de çok fesatlar kırar, ne fena maksatlar bozar.
Ne çok da ümitler verir. Kaç arzuyu neticesiz bırakır. Korkuları çoğaltır. Kötü niyetleri yok eder.
Vardı böylece kraliçe, Roma’da yakılan, fakat şan ve şöhrette canlı kalan Aziz Feniks'in mabedine28 .
Hayatın tasvirine, gökyüzünün sahibesine, tevazuundan dolayı şimdi yıldızlar üstünde olana,
Anaya hem de bakireye, Tanrının hem Kızını hem Karısına29 diz çökerek Margarita şöyle bir dua eder:
Daima cömert olan el, bana verdiğini sana sunarım, lûtfünun eksildiği yerde artar daima sefalet.
İlk mahsullerimi sana sunarım, güzel bâkire: onları oldukları gibi gör,
kabul, muhafaza ve ıslah eyle30 .
O kadar çok ülkelerin ve uzak iklimlerin ağırlığı altında eğilen, beşerî bir atlas olan babalarını sana emanet ederim31 .
Bilirim kralın yüreği Tanrının eli içindedir, bilirim ki sana Tanrı dilediğini hep verir.
Bu dua sona erince bir benzerini okurlar o sesler ki gösterirler yerde de vardır Celâlüşşan.
Kral debdebesi içinde merasim sona erince, döndü eski yerine bu sema ve muhteşem küre32 . Preciosa henüz romansını bitirmişti ki ünlü dinleyiciler ve vakarlı
"senato33" arasından birçok sesler tek bir ses gibi yükseldi: — Tekrar et, Preciosa'cık, dörtlükler/toprak gibi bol olacak. İki yüzden fazla insan çingene kadınların raksını seyrediyor ve şarkısını
dinliyordu. Raksın en canlı bir anında oradan tesadüfen geçmekte olan şehrin tiniente'lerinden (belediye meclisi azasından) biri bu kadar kişinin bir arada toplandığını görünce ne olduğunu sordu. Kendisine, şarkı söyleyen güzel çingene kızını dinlemekte oldukları cevabı verildi.
Meraklı olan bu zat yaklaşarak bir müddet dinledi. Ancak vakarına nakise getirmemek için romansı sonuna kadar dinlemedi. Çingene kız kendisine son derece iyi göründüğünden gece olunca çingene kızlarla beraber evine gelmesini, karısı Donya Klara'nın onları dinlemek istediğini,
ihtiyar çingene kadına söylemesi için maiyetindeki bir paje34 (pahe) ye emir verdi. Paje emri yerine getirdi. İhtiyar kadın da gideceklerini söyledi.
Raks ve şarkı bitince yer değiştirdiler. Bu esnada çok güzel giyinmiş bir paje Preciosa'ya yaklaştı. Kendisine katlanmış bir kâğıt vererek dedi ki:
— Preciosa'cık, bunun içindeki romansı oku, çok güzeldir. Ben sana ara sıra bu romanslardan veririm, öyle ki bunlarla dünyada en iyi romans okuyucusu şöhretini alasın.
Preciosa:
— Bunu, şevkle öğrenirim, cevabını verdi. Fakat bakın senyör: bahsettiğiniz romansları, ancak nezih olmaları şartıyla bana verirsiniz. Onların parasını vermemi istiyorsanız düzine üzerine uyuşalım. On iki tanesini söylerim, on ikisini öderim. Fakat onları peşin ödeyeceğimi düşünmek, mümkün olmayan bir şeyi düşünmek demektir.
Paje:
— Senyora Preciosa'cık, bana yalnız kâğıdın parasını da verseniz yine memnun kalırım, dedi. Bundan başka, nezih ve iyi çıkmayan romans da hesaba katılmaz.
Preciosa: — Onları seçmek bana düşer, cevabını verdi. Bunun üzerine bir sokak öteye gittiler. Bir parmaklıktan birkaç kabalyero
çingene kadınlarını çağırdılar. Preciosa, alçak olan parmaklığın önünde göründü. Çok iyi döşenmiş ve
çok serin olan bir salonda birçok kabalyerolar gözüne ilişti. Bunlardan bazıları dolaşarak, bazıları da türlü oyunlar oynayarak eğleniyorlardı.
Preciosa: — Senyorlar, bana bozukluklar35 vermek isterler mi? dedi. Çingene olduğundan (s) leri (ç) gibi telâffuz ediyor, yani peltek
konuşuyordu. Bu, çingene kadınlarında tabiî olmayıp yapmacıktır. Preciosa'nın sesinin işitilmesi ve yüzünün görünmesi üzerine oyun oynayanlar oyunlarını, gezinenler gezintilerini bırakarak onu görmek için
parmaklığa koşuştular. Çünkü kendisinden bahsedildiğini duymuşlardı. — Girin, girin çingene kızlar, size ufaklık parayı burada veririz, dediler. Preciosa cevaben:
— Sonra bizi çimdiklemeye kalkarsanız ufaklık para bize pahalıya gelir, dedi.
İçlerinden birisi:
— Kabalyero şerefi namına hayır, cevabını verdi. Pabucunuzun topuğuna bile dokunulmayacağından emin olarak girebilirsiniz, kız. Göğsümde taşıdığım nişan namına söz veririm.
Ve elini bir Kalatrava nişanı üzerine götürdü. Kendisiyle beraber giden üç çingene kızından birisi Preciosa'ya: — Girmek istiyorsan Preciosa, uğurlar olsun, ben bu kadar erkeğin
bulunduğu yere girmeyi aklımdan bile geçirmem, dedi. Preciosa cevap verdi: — Bana bak Kristina: sakınacağın şey tek bir erkekten ve onunla yalnız
kalmaktan ibarettir, yoksa böyle toplu erkeklerden sakınmak gerekmez. Çünkü çok erkeklerle beraber bulunmak, hakaret görmek korkusunu ve şüphesini ortadan kaldırır. Bir şeyi aklında tut ve ondan emin ol Kristina: kendisine saygı gösterilmesine karar vermiş olan bir kadın bir ordu asker içinde de namuslu kalabilir. Şurası doğrudur ki fırsatlardan sakınmak iyidir, fakat alenilerinden değil, gizli olanlarından kaçınmalıdır. Kristina:
— O halde girelim, Preciosa, dedi. Sen bir bilginden de çok bilirsin. İhtiyar çingene kadın onlara cesaret verdi ve girdiler. Preciosa henüz girmişti ki nişan sahibi Kabalyero Preciosa'nın göğsünde
taşıdığı kâğıdı gördü. Ona yaklaşarak kâğıdı aldı. Preciosa: — Senyor, onu benden almayın, bana biraz önce verdikleri bir romanstır,
daha okumadım bile, dedi. İçlerinden birisi: — Sen okumak biliyor musun? diye sordu. İhtiyar kadın: — Yazmak da bilir, ben torunumu okumuş bir adamın kızı gibi büyüttüm,
dedi. Kabalyero kâğıdı açtı, içinden altın bir eskudo çıktığını görünce dedi ki: — Gerçekten Preciosa, bu mektubun pulu sarfın içindeymiş. Romansla
beraber gelen bu eskudo'yu al. Preciosa:
— Yeter, dedi. Anlaşılan şair beni fakir zannetmiş. Bir şairin bana bir eskudo vermesi benim onu kabul edişimden daha büyük bir mucizedir:
onun romansları bu katıkla beraber gelecekseler bütün "Şomancero General - Romanslar Umumi Derneği" ni kopya etsin ve romansları bana birer birer yollasın. Nabızlarını yoklarım, katı (duro36) olduklarını hissedersem onları kabul etmekte mülâyim davranırım.
Çingene kızını dinleyenler onun gerek inceliğine, gerek zarif sözlerine hayran kalıyorlardı.
Okuyun Senyor, dedi Preciosa, hem de yüksek sesle okuyun, bu şairin cömert olduğu kadar akıllı, olup olmadığını görelim,
Kabalyero şöyle okudu:
Güzelliğinden, çingenecik seni hep tebrik ederler: tay gibi oluşundan da adına Preciosa derler37
Bu sendeki görünüş, bana gerçekten emniyet verir, hiç birbirinden ayrılmaz gururunla güzelliğin.
Eğer artmış değer gibi küstahlığını artırırsan, içinde doğduğun asrın, vay olsun, denilsin, haline.
Sende, bakmakla öldüren bir yılan var, tatlı olmakla beraber bize istibdat görünen bir tahakküm büyür.
Züğürt çingeneler içinden nasıl doğdu bu güzel kız? nasıl yarattı böyle bir şaheseri mütevazi Manzanares38
Bunun için o çay alacak altın Tajo gibi şöhret, Preciosa sayesinde de muhteşem Ganjinkinden üstün kıymet.
Söylersin sen iyi bahtı, verirsin fena haberi, çünkü yoldaş olamazlar düşüncenle güzelliğin.
Sana bakmak veya hayran olmak büyük tehlikesi içinde, kastın kabahatini örter, ölüm verir güzelliğin.
Derler ki bütün milletin sihirbaz kimseler olur, ama senin büyülerin daha güçlü, daha sahici olur,
Çünkü seni görenlerden çaldıklarını almak için öyle yaparsın ki sen kız, büyü gözlerinde parlar.
Onların gücüyle ilerlersin, oynarken bizi ram edersin, bakarsan bizi öldürürsün, şarkı okursan büyülersin.
Sen yüz binlerce şekilde konuşur, susar, bakarsın,
yaklaşır, uzaklaşırsın, aşk ateşini körüklersin.
En geniş gönül üstünde sen hüküm sürersin, şahididir benim gönlüm, esirdir imparatorluğuna
Aşk pırlantası Preciosa bunu senin için yazar, senin için ölür, yaşar, fakir, alçak gönüllü âşık. Preciosa, bu esnada:
— Son mısra "fakir" sözüyle bitiyor, dedi. Bu, fena alâmet. Âşıklar hiçbir vakit fakir olduklarını söylememelidirler, çünkü, bana göre, başlangıçta fakirlik aşkın büyük düşmanıdır.
İçlerinden birisi: — Kız, bunları sana kim öğretiyor? dedi. — Bana kim mi öğretecek? Benim ruhum vücudumda değil midir? Ben
artık on beş yaşında değil miyim? Çolak değilim, beli kırık değilim, ne de kafadan sakatım. Çingene kadınların zekâsı diğer kimselerinkine göre başka yoldan gider: yaşlarına nispetle daima ilerdedir. Ahmak çingene erkek olmadığı gibi hantal çingene kadın da yoktur. Hayatlarını kazanmaları açıkgöz, kurnaz ve yalancı olmaya bağlı bulunduğundan zekâlarını her adımda işletirler, ve hiçbir suretle paslanmasına imkân vermezler.
Susmakta olan ve budala gibi görünen şu kız arkadaşlarımı görüyor musunuz? Peki, parmağınızı ağızlarına sokun ve dişlerini yoklayın, göreceğinizi görürsünüz. On iki yaşında bir kız yoktur ki yirmi beş yaşındaki birinin bildiklerini bilmesin. Çünkü şeytan ve tecrübe onların ustası ve mürebbisidirler. Bir senede öğreneceklerini onlar bir saatte öğrenirler.
Bu söyledikleriyle çingene kız dinleyenleri ağzı açık bırakıyordu. Oynayanlar ona para verdiler. Oynamayanlar da aynı şeyi yaptılar. İhtiyar kadının çıkınında 30 real toplanmıştı. Bu suretle ihtiyar kadın bir "Pascua
de Flores — Çiçekler Paskalyası"ndan daha zengin ve daha şen bir halde kuzularını toplayarak ve bu kadar cömert olan senyorları memnun etmek üzere başka bir gün bu kızlar sürüsüyle beraber döneceğini kararlaştırarak, senyor Tiniente'nin evine gitti.
Senyor Tiniente'nin karısı senyora Donya Klara'ya, evine çingene kızlarının geleceği haberi verilmişti.
Bir komşu hanımla beraber, her ikisinin de kızları ve kızlarının mürebbiyeleri yanlarında olduğu halde, Preelosa'yı görmek için çingene kadınların gelmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Bu sonuncular henüz girmiş bulunuyorlardı ki, Preciosa öbür arkadaşları içinde, daha küçük ışıklar arasındaki bir meşale gibi parladı. Böylece bütün kadınlar ona koştular. Bir kısmı onu kucaklıyor, ötekiler ona hayran hayran bakıyor, şuradakiler hayırdua ediyor, oradakiler de onu övüyorlardı.
Donya Klara diyordu: — Bu saçlara altın saçlar, bu gözlere de zümrüt; gözler denilebilir. Komşu hanım Preciosa'yı inceden inceye süzüyor, bütün azalarını ve
mafsallarını yiyecek gibi inceliyordu. Preciosa'nın çenesindeki küçük bir çukuru medih için şöyle dedi:
— Aman ne çukur. Preciosa'ya bakacak bütün gözler bu çukura takılıp kalacaklardır.
Bu sözleri, senyora Donya Klara'nın, orada duran uzun sakallı ve yaşlı bir refakat silâhtarı duyunca:
— Hanımefendiciğim, siz buna çukur mu diyorsunuz? Ya ben çukurdan az anlarım yahut da bu çukur değil, bu canlı arzuların mezarıdır. Tanrı hakkı için, çingene kızı o kadar güzeldir ki gümüşten veya şekerden de olsa bundan daha iyi olamaz. Kız, fal açmasını bilir misin? dedi.
Preciosa: — Hem de üç, dört çeşit... cevabını verdi. Donya Klara: — Daha neler? dedi. Altın kız, gümüş kız, inci kız ve en çok
diyebileceğim, gökyüzünün kızı, Efendim Tiniente'nin başı için falıma bakacaksın.
İhtiyar kadın:
— Avucunuzu kıza uzatın... içine de istavroz yapacak bir şeyler koyun. Göreceksiniz, size neler söyleyecek. Bir tıp doktorundan fazla şeyler biliyor, dedi.
Senyora Tinienta (Tiniente'nin karısı) elini cebine attı, fakat cebinde para olmadığını gördü. Hizmetçi kadınlarından bir dörtlük istedi. Ne bunlarda, ne de komşu hanımda para vardı. Bunu gören Preciosa dedi ki:
— Bütün istavrozlar, istavroz olmaları dolayısıyla, iyidirler. Fakat gümüşten veya altından olanları daha iyidirler. Hanımefendilerim bilmelidirler ki avucun içine haçı bakır para ile yapmak falın değerini ve hiç olmazsa benim bahtımı, azaltır. Bu suretle haçı önce altın bir eskudo, veya sekizlik ve hiç olmazsa dörtlük bir real ile yapmayı severim. Çünkü, adak iyi olduğu zaman keyiflenen, kilise sakristan (zangoç) ları gibiyim.
Komşu kadın: — Kız, başın hakkı için... lâtif bir şeysin, dedi. Ve silâhtara dönerek: — Senyor Kontreras, elinizin altında dörtlük bir real var mı? Varsa,
verin. Kocam doktor gelince size geri veririm. Kontreras: —- Evet var, cevabını verdi. Fakat dün akşamki yemek için onun yirmi
iki maravedi'sini borçlandım, siz buna onları verseniz ben havaya zıplarım. Donya Klara:
— Hiçbirimizde bir dörtlük bile bulunmadığı halde yirmi iki maravedi'mi istiyorsunuz? Haydi oradan Kontreras, hep böyle münasebetsizlik edersiniz, dedi.
Evin kısırlığını gören, oradaki oda hizmetçilerinden birisi Preciosa'ya:
— Kız, istavroz gümüş bir yüksük ile yapılabilirse bana bir şey söyleyebilir misin? dedi.
— Çok olurlarsa yüksüklerle dünyanın en iyi haçları yapılabilir. Oda hizmetçisi: — Benim bir yüksüğüm var, yetişirse işte al, şu şartla ki benim falıma da
bakacaksın. İhtiyar çingene kadın: — Bir yüksük için bu kadar fallara mı bakılacak? Torun, çabuk bitir, gece
oluyor, dedi. Preciosa yüzüğü ve senyora Tiniente'nin elini alarak şunları söyledi:
— Güzelcik, güzelcik, gümüş elli güzelcik, Alpujarras Kralından da pek çok sever seni kocan.
Kin beslemez güvercinsin, zaman olur ki benzersin Oran dişi aslanına, Okanya'nın kaplanına39
Bir göz açıncaya kadar kızgınlığın gelir geçer, çabuk tatlılaşırsın sen bir kuzu gibi meleyen.
Çok kavgacısın, az yersin, biraz da kıskançsın, Tiniente şakayı sever, Asâyı bir yana bırakmak ister.
Genç kızken sen, güleryüzlü biri sana âşık oldu, belâlarını bulsunlar zevku safayı bozanlar.
Sen rahibe olsaydın Manastıra hükmederdin, zira başrahibelikten sende çok alâmetler var.
Söylemek istemezdim, söyleyeyim ziyanı yok: dul kalacaksın belki de
ikinci defa evleneceksin.
Ağlama, hanımcığım benim, biz çingenelerin dediği her zaman İncil değildir, ağlama hanımcığım: yeter.
Senyor Tiniente'den evvel ölecek isen eğer sen dul kalmanın ziyanını bu karşılayacaktır.
Aradan pek çok geçmeden büyük mirasa konacaksın, bir papaz oğlun olacak, kilisesini fal göstermiyor.
Ama Toledo'da olması imkânsız. Sarışın, beyaz bir kızın olacak, eğer rahibe, olursa, baş rahibeliğe yükselmeye namzet.
Kocan dört hafta içinde ölmezse, onun Burgos'ta veya Salamanka'da baş hâkim olduğunu göreceksin.
Bir "ben" in var, ne de güzel. Tanrım! bu ne de parlak ay, ne güneş bu, kutuplarda aydınlatır kapkaranlık vadileri.
Birçok kör onu görmek için
verir dört "mangır" dan fazla... gülmek sırasıdır şimdi, ah, ne sevimli letafet.
Dikkat edin düşmemeye, düşmemeye hem sırtüstü, çünkü tehlikeli olur yüksek kadının düşüşü.
Cumaya beklersen beni işitecek çok şeyler var, hoşa gidenler içinde, felâketi de söyleyenler. Preciosa falını bitirdi. Bununla da etraftaki bütün kadınların kendi
fallarına baktırmak arzusunu alevlendirdi. Hepsi de kendisinden rica ettiler. Fakat Preciosa işi, gelecek cuma gününe bıraktı. Onlar da haç yapmak için gümüş real getireceklerini vadettiler.
Bu aralık senyor Tiniente geldi. Kendisine çingene kızın harikalarını anlattılar. Tiniente kızları biraz raks ettirdi ve Preciosa için yapılan methiyelerin doğru ve yerinde olduğunu tasdik etti. Elini cebine koyarak Preciosa'ya bir şey verecek gibi oldu. Cebini birçok defalar araştırıp silktikten sonra elini nihayet boş olarak çıkardı ve:
— Tanrı hakkı için param yok. Preciosa'ya bir real verin Donya Klara. Size sonra onu iade ederim, dedi.
— Tam da buldun senyor. İşte size bir real. Haç yapmak için bile hepimizde bir dörtlük çıkmadı; bizde "bir real ne gözer?
—- O halde yakalıklarınızdan birini yahut diğer küçük bir şey verin. Preciosa başka bir gün bizi görmeye gelir, o zaman da kendisine daha iyi bir şeyler veririz.
Buna Donya Klara:
— Öyleyse tekrar gelsin diye şimdi Preciosa'ya bir şey vermek istemiyorum, dedi.
Preciosa da:
— Bilâkis, dedi, bana bir şey vermezseniz buraya hiç bir zaman dönmem. Yahut da bu kadar ünlü senyorlara hizmet için dönerim. Ancak, bana bir şey vermeyeceklerini aklımda tutarak bir şeyler beklemek zahmetinden kendimi kurtarmış olurum. Hem siz rüşvet alsanıza, senyor Tiniente, çalsanıza... o zaman paranız olur. Yeni usuller icat etmeye de kalkmayın, yoksa açlıktan ölürsünüz. Bana bakın senyora: burada duyduğuma göre (söylenen şeylerin iyi olmadığını, genç olmakla beraber anlıyorum) hesapların görüldüğü zaman mahkûmiyetleri ödemek ve başka mansıplar koparmak için memuriyetlerinden para koparmak lâzımmış...
— Bunu vicdansızlar söyler ve yaparlar, cevabını verdi Tiniente. Hesabı temiz çıkan hâkim hiçbir mahkûmiyetten mesul tutulmadığı gibi, vazifesini iyi yapmış olmak da insana başka memuriyet verilmesi için hâmi vazifesini görür.
— Siz evliya gibi konuşuyorsunuz, senyor Tiniente. Böyle devam ederseniz, eski elbiselerinizi mukaddes yadigârlar gibi kesip saklayacağız.
Tiniente:
— Sen çok şeyler biliyorsun, dedi. Fakat sus da, ben kral ve kraliçenin seni görmelerine gayret edeceğim, sen krallara lâyık bir parçasın40.
— Beni soytarı olarak almak isterlerse ben soytarılık yapmasını bilmeyeceğimden her şey mahvolur. Bilâkis zekâm hoşlarına giderse beni alabilirler. Ancak bazı saraylarda kibar kimselerden ziyade soytarı olanlar makbule geçiyormuş. Ben, çingene ve fakir olmaktan ve Tanrının çizdiği yolu takip etmekten memnunum.
— Eh kız, dedi ihtiyar çingene kadın, artık yeter. Çok söyledin. Sana öğretmiş olduklarımdan daha çok şeyler biliyorsun: o kadar sivrilmeye kalkma, sonra sivriliğin gider. Yaşınla mütenasip şeylerden bahset. Yükseklere çıkmaktan sakın. Çünkü insanın düşmeyeceği hiçbir yüksek yer yoktur.
Bu sözler üzerine Tiniente: — Bu çingene kadınların vücudunda şeytan olmalıdır, dedi. Çingene kadınlar müsaade istediler ve giderlerken, yüksüğü vermiş olan
doncella: — Preciosa, ya falımı söyle ya yüksüğümü geri ver, dikiş dikmek için
başka bir şeyim kalmıyor, dedi. Preciosa:
— Senyora Doncella, dedi. Falınızı söylediğimi farz edin ve başka bir yüksük tedarik edin. Yahut da cuma gününe kadar elişi yapmayın. Ben yine geleceğim ve size bir kabalyerias (şövalyelik) kitabındakinden daha çok fallar ve maceralar söyleyeceğim.
Gittiler ve Ave Mariya dualarının söylendiği saatlerde Madrid'den çıkıp köylerine dönmek itiyadında olan birçok işçi kadınına katıldılar. Bunlardan birçoğunun yanında çingene kadınlar emin olarak dönerlerdi. Çünkü ihtiyar kadın kendi Preciosa'sını elinden kapacaklar diye daimî bir korku içinde yaşıyordu.
Başka çingene kadınlarla, mahsul toplamak üzere, Madrid'e dönmekte oldukları bir günün sabahında, şehre varılmadan beş yüz adımlık bir mesafedeki küçük bir vadide, üzerinde zengin bir yol kıyafeti bulunan levent bir delikanlı gördüler. Taşıdığı kılıç ve kama âdeta altından bir ateş gibiydi. Şapkası zengin bir şerit ve türlü renkte tüylerle süslenmişti. Çingene kadınlar onu görünce durdular ve uzaktan bakmaya koyuldular. Bu kadar güzel bir delikanlının bu saatlerde böyle bir yerde yaya ve yalnız olarak bulunmasına hayret ediyorlardı. Delikanlı onlara doğru yürüdü ve en yaşlı çingene kadına hitaben şunları söyledi:
— Başınız için, dostum, size faydası dokunacak olan iki sözümü siz ve Preciosa, şuracıkta dinlemek lütfunda bulunun.
İhtiyar kadın:
— Bizi yolumuzdan çok alıkoymamak ve çok geciktirmemek şartıyla hayhay, dedi.
Preciosa'yı çağırarak ötekilerden bir yirmi adım kadar uzaklaştılar ve böylece ayakta oldukları halde, delikanlı onlara şunları söyledi:
— Preciosa'nın zekâ ve güzelliğine o kadar tutulmuş bir halde size geliyorum; bu hale düşmemek için kendimi son derece zorladığım halde, sonunda, tutkunluğum daha fazla arttı, buna karşı koymaya muvaffak olamadım. Ben, senyoralarım (eğer Tanrı arzumu yerine getirirse size daima bu ismi vereceğim), bu nişandan da göreceğiniz üzere — setresini ayırınca göğsünde İspanya'da mevcut en namdar nişanlardan birini meydana çıkardı — Kabalyero'yum, falan kimsenin — saygı icabı burada adını söylemiyoruz — oğluyum. Onun vesayeti ve himayesi altındayım. Babamın biricik oğluyum ve beni haylice bir miras bekliyor. Babam burada Korte'dedir, bir vazifeye taliptir. Kendisi krala salâhiyettar makamlar tarafından inha
edilmiş bulunduğundan istediği memuriyeti alacağına dair ümitleri vardır. Size söylediğim ve sizin de ne olduklarını anlamaya çalıştığınızı gördüğüm sıfat ve asaletim bulunmakla beraber, Preciosa'nın tevazuunu, onu kendime eşit ve senyoram yapmak suretiyle, büyüklüğüm derecesine çıkarmak için ulu bir senyor olmak isterdim. Ben kendisini alay olsun diye istemiyorum, ne de onun hakkında beslediğim hakiki sevgi böyle bir şeye müsaittir. Ben en çok hoşuna gidecek surette ona hizmet etmek isterim: Onun isteği benim isteğimdir. Preciosa için benim ruhum balmumundan yapılmış gibidir. Onun üzerine istediğini kazıyabilir. Ve bu isteği muhafaza etmeye ve korumaya gelince, istek balmumu üzerine değil de mermer taşı üzerine yazılmış gibi olacaktır. Onun sertliği zamanların uzamasına karşı dayanır.
Bu hakikate inanıyorsanız ümidim hiçbir sarsıntı bilmeyecektir. Fakat bana inanmazsanız beni daima korku içinde bulunduracaktır. Benim adım budur — ve adını söyledi babamın adını size demin söyledim. Yaşadığı ev falan sokaktadır. Evin şu ve bu alâmetleri vardır. Bu hususta kendilerinden bilgi edinebileceğiniz komşular da vardır. Komşu olmayanlardan da bilgi edinebilirsiniz. Çünkü babamın sanı ve adı ve benim adım saray avlularında, bütün Madrid'de bilinmeyecek kadar tanınmamış değildir. Size vermeyi düşündüğüm şeylerin nişanesi olmak üzere üstümde yüz altın eskudo taşıyorum, çünkü canını veren kimse malını sakınmaz.
Kabalyero bunları söylerken Preciosa onu dikkatle süzüyordu. Hiç şüphe yoktu ki ne sözleri, ne boyu bosu kendisine fena görünmüyordu. İhtiyar kadına dönerek:
— Bu kadar âşık bir senyora cevap vermek serbestliğini aldığımdan dolayı beni affet, büyükanne, dedi.
İhtiyar kadın: — İstediğin cevabı ver, torunum, aklının her şeye erdiğini biliyorum. Preciosa şunları söyledi: — Senyor Kabalyero, ben çingene, fakir ve mütevazı doğmuş olmakla
beraber, şuracıkta kafamın içinde, beni büyük şeylere eriştiren, garip bir akılcığım var. Beni ne vaatler tahrik eder, ne hediyeler sarsar, ne mutavaatler eğiltir, ne de âşıkane incelikler hayran kılar. On beş yaşında olmama rağmen (büyükannenin hesabına göre önümüzdeki San Miguel bayramında on beşimi bitireceğim) düşüncelerde ihtiyarım ve yaşımın müsaade ettiğinden daha uzaklara ulaşırım bunu da tecrübeden fazla kendi
iyi tabiatım sayesinde yaparım. Fakat gerek tecrübe ile gerek tabiatınla bilirim ki yeni sevdalıların âşıkane ihtirasları, iradeyi zıvanadan çıkaran delice hızlar gibidir. İrade, mahzurları çiğneyerek kendinden geçmiş bir halde kendi hevesi arkasına atılır, gözleriyle cennete ulaştığını zannederken kederlerinin cehennemini bulur. Arzu edileni elde edince, arzulanan şeyin tasarruf altına geçmesiyle heves azalır. Ve kim bilir, zaman aklın gözleri açılınca, önce tapınılan şeyden nefret etmenin iyi olduğu görülür. Bu korku bende öyle bir uyanıklık doğurmaktadır ki hiçbir söze inanmam ve birçok şeyden şüphelenirim. Tek bir hazineye malikim, buna hayatımdan fazla değer veririm. Bu, namus ve bekâretimin hazinesidir; bunu, sonunda satılacak diye, vaatler ve hediyeler pahasına satacak değilim, satın alınabilecek bir şey olsaydı çok az değeri olurdu: tuzaklar ve hileler onu benden alamaz: onu hülyaların ve düşlü fantazyaların okşayıp ellemesi tehlikesine koymaktansa mezara ve belki de gökyüzüne, beraberimde götürmeyi tercih ederim.
Bekâret çiçeği öyle bir çiçektir ki, mümkün olsa, hatta hayal ile dahi ona dokundurtmamalıdır.- Ağacından koparılmış bir gül ne kadar az zamanda ve ne kadar kolaylıkla solar. Birisi ona dokunur, diğeri onu koklar, başka birisi yapraklarını koparır ve sonunda, kaba eller arasında mahvolup gider. Eğer siz, senyor, yalnız bu mücevher için geliyorsanız onu ancak evlilik bağlarıyla bağlı olarak götürebilirsiniz. Çünkü bekâretin boyun eğmesi gerekiyorsa, bunu ancak bu mukaddes boyunduruk önünde yapabilir; bu ise bekâreti kaybetmek değil, onu bahtlı kazançlar vadeden işlerde kullanmak demektir. Benim kocam olmak istiyorsanız ben de sizin olurum. Fakat bundan evvel birçok şartların yerine getirilmesi ve araştırmaların yapılması lâzımdır.
Her şeyden evvel söylediğiniz kimse olup olmadığınızı bilmeliyim. Sonra, bunun doğru olduğu anlaşılınca, dedelerinizin evini bırakıp ranço (çadırlı konak) larımıza taşınmalısınız, çingene elbisesini giyerek bizim okullarımızda iki sene öğretim görmelisiniz.
Bu müddet içinde ben sizin durumunuzdan, siz de benimkinden hoşlanmaya çalışırız. Bu müddet sonunda siz benden memnun kalırsanız, ben de sizden hoşlanırsam kendimi karınız olarak size teslim ederim. Fakat o zamana kadar davranışımızda bir kız kardeşiniz ve size hizmet etmekte mütevazı bir cariyeniz olarak kalmalıyım. Düşünün ki bu tecrübe müddeti
esnasında, şimdi kaybetmiş olmanız lâzım gelen veya hiç olmazsa bulanmış olan, "görme" nize yeniden kavuşmanız mümkündür ve şimdi bu kadar hararetle takip ettiğiniz şeyden kaçmanızın size uygun olduğunu görebilirsiniz. Kaybolmuş hürriyet tekrar elde edilince, iyi bir pişmanlıkla, herhangi bir kabahat affedilebilir.
Bu şartlar altında bizim "milis"imize asker olarak girmek isterseniz bunu yapmak elinizdedir, fakat şartlardan herhangi birini yerine getirmekte kusur ederseniz elimin bir parmağına bile dokunamazsınız.
Delikanlı, Preciosa'nın düşüncelerine hayran kalmıştı. Sinirlenmiş bir halde ve ne cevap vermek lâzım geldiğini düşünür bir durumda, yere bakıyordu. Bunu gören Preciosa sözüne devam etti:
— Bu, içinde bulunduğumuz kısa zaman içinde halledilebilecek veya edilmesi lâzım gelen bir mesele değildir. Şehre dönün senyor, ve size en uygun olan tarzı uzun uzadıya düşünün. Her bayram Madrid'e gidişimde veya oradan dönüşümde bu aynı yerde benimle konuşabilirsiniz.
Buna asilzade şöyle cevap verdi:
— Tanrı benden seni sevmemi istediği zaman, Preciosam, senin arzunun benden isteyeceği her şeyi — benden şimdi istemekte olduğun şeyleri isteyeceğin hiçbir vakit aklıma gelmemiş olmakla beraber yapmaya karar verdim. Mademki benim arzumun seninkine uymasını istiyorsun, bana şimdiden bir çingene gözüyle bak ve beni en çok arzu ettiğin denemelerden geçir. Beni her vakit, şimdi karşında konuşan kimse olarak, bulacaksın. Kıyafetimi ne zaman değiştirmek lâzım geldiğini söyle. Ben derhal olmasını isterdim. Flandres'a gideceğim bahanesiyle babamı anamı aldatır ve birkaç günlük masraflarıma yetecek para alırım. Hareketimi hazırlamak için sekiz gün kadar gecikebilirim. Benimle beraber gidecek olanları, kararımı yerine getirecek surette, aldatabilirim.
Senden dileğim şudur ki (senden bir şeyler istemeye ve bazı ricalarda bulunmaya cesaret etmek hakkını haiz isem) benim ve dedelerimin sıfatı hakkında malûmat alabileceğin bugünden başka, Madrid'e artık hiç gitmemendir. Çünkü orada önüne çıkabilecek birçok fırsatlardan bazılarının, bu kadar kıymet verdiğim güzel talihimi elimden kapmasını istemiyorum.
— Buna hayır, çapkın senyor, dedi Preciosa. Şunu bilin ki hürriyet benim için daima açık olmalı ve onu kıskançlığın sıkıntısı hiçbir suretle
boğmamalı ve bulandırmamalıdır. Ben o kadar serbest hareket edeceğim ki, namusumla hafifmeşrepliğimin yan yana gittikleri hatta uzaktan bile fark edilmelidir. Size yükletmek istediğim ilk vazife bana güven beslemenizdir. Şurasını bilin ki kıskançlıkla işe başlayan sevdalılar ya saftırlar yahut da kendilerini çok beğenmiş kimselerdir.
Bu sözler üzerine ihtiyar çingene:
— Kız senin içinde şeytan var. Salamanka Üniversitesi mensuplarından birinin bile söyleyemeyeceği şeyler söylüyorsun. Sevdadan, kıskançlıktan, güvenden bahsediyorsun. Bu nasıl olur? Beni deliye döndürüyorsun ve seni, bilmediği halde Latince konuşan bir "çarpılmış"ı dinler gibi dinliyorum.
— Sus, büyükanne. Bil ki bütün bu dinlediğin şeyler içimde sakladığım daha gerçek şeylere nispetle hiçtir, ve şaka sayılırlar.
Preciosa'nın bütün söyledikleri ve gösterdiği zekâ, sevdalı Kabalyero'nun göğsünde yanan ateşe odun katmak gibiydi. Nihayet, sekiz gün sonra aynı yerde görüşmeyi kararlaştırdılar. O, işlerinin ne merkezde olduğunu bildirecek, çingene kadınlar da, söylediklerinin gerçek olup olmadığı hakkında malûmat almaya, vakit bulmuş olacaklardı.
Delikanlı sırmalı bir kese çıkardı, bunun içinde yüz altın eskudo olduğunu söyleyerek onları ihtiyar kadına verdi. Fakat Preciosa onların katiyen alınmasını istemiyordu. Bunun üzerine çingene kadın ona dedi ki:
— Sus, kız. Teslim olduğuna dair bu senyorun verebileceği en iyi alâmet teslim makamında silâhlarını vermiş olmasıdır; vermek olayı, ne vesile ile olursa olsun, daima cömert bir kalbin nişanesi olmuştur. Şöyle diyen atalar sözünü hatırla: "Ver Allah’ım, ver. — Kalk kulum vereyim."
Bundan başka, çingene kadınların uzun yüzyıllar arasında kazanmış oldukları haris ve istifadeci şöhretini benim yüzümden kaybetmelerini de istemiyorum. Sen ise, Preciosa, iki real kıymeti olmayan bir gömleğin bir kıvrımında dikili olarak gidebilen yüz safi altını sokağa atmamı mı ve Estremadura'nın otlaklarından geliri olan birisi gibi onları orada saklamamı mı istiyorsun?
Çocuklarımızdan, torunlarımızdan veya akrabalarımızdan birisi, herhangi bir talihsizlikten dolayı, adaletin pençesine düşerse bu eskudoların keselerine girmesinden daha iyi bir tavsiye hâkimin ve kâtibin kulağına erişebilir mi? Farklı üç suç için üç defa kamçılanmak maksadıyla eşeğin sırtına bindirilmek üzere olduğumu gördüm. Birincisinden beni bir gümüş
ibrik, diğerinden bir inci gerdanlık, ötekisinden de, yirmi real fazlası kambiyo ücreti olmak üzere, dörtlüklerle değiştirmiş bulunduğum sekizlik kırk real kurtardı. Bak, kızım, biz çok tehlikeli, tuzaklarla ve zorlu tesadüflerle dolu bir meslekte bulunuyoruz ve Büyük Felipe'nin yenilmez silâhları kadar bizi çabuk koruyacak ve imdadımıza gelecek müdafaa vasıtaları yoktur: onun plus ultra'sının41 ötesine geçilemez.
Biz zavallı çingeneler için yırtıcı kuşlar gibi olan ve yol kesen bir hayduda yaptıklarından daha çok bizim derimizi yüzmekten ve bizi soymaktan zevk alan savcının ve ölüm cezası veren bütün hâkimlerin asık suratı, iki yüzlü bir doblon42 vermekle bize gülümser. Onlar bizi ne kadar perişan ve bedbaht görürlerse görsünler, fakir olduğumuza hiçbir vakit inanmazlar ve Belmonte gabacho43 (gabaço) larının yırtık ve yağlı, fakat doblon dolu cepkenleri gibi olduğumuzu söylerler.
— Allah aşkına, büyükanne, daha çok söyleme. Paranın tutulup saklanması lehinde, imparatorların kanunlarını da tüketecek kadar, kanun öne sürebilirsin. Parayı sakla ve hayrını gör. Tanrı vere de, gömeceğin yerden tekrar güneş yüzü görmesin ve görmesine de ihtiyaç kalmasın. Bu kız arkadaşlarımıza bir şey vermek lâzım gelecek, bizi çoktandır bekliyorlar; herhalde kızmıştırlar.
İhtiyar kadın cevap verdi:
— Onlar bu paraları — şu sırada Türk padişahının yüzünü nasıl görüyorlarsa — öyle görürler. Bu iyi senyor kendisinde birkaç gümüş para veya dörtlük kalıp kalmadığına baksın da, onları çingene kızlara dağıtsın. Kızlar az bir şeyle de memnun kalırlar.
Delikanlı: — Yanımda varsa, cevabını verdi. Kemerinden sekizlik üç real çıkararak onları üç çingene kız arasında
bölüştürdü. Kızlar bundan, başkasıyla rekabet halinde olan ve kendisi için köşe başlarında Muzaffer! Muzaffer! diye yazıldığını gören bir komedya müellifinin memnun kalmasından daha çok şen ve memnun kaldılar.
Neticede, yukarda söylendiği gibi, sekiz gün sonra oraya gelinmeye karar verildi. Delikanlıya, çingene olunca, Andres Kabalyero adı verilecekti. Çünkü aralarında bu adı taşıyan çingeneler de vardı.
Andres (şimdiden sonra kendisini böyle çağıracağız) Preciosa'yı kucaklamak cesaretini gösteremedi. Fakat ruhunu ona bakışlarıyla
göndererek, böyle demek mümkünse ruhundan ayrılarak kadınları orada bıraktı ve Madrid'e döndü. Kadınlar da, çok memnun bir halde, aynı şeyi yaptılar.
Andres'in mert tavrına karşı, aşktan ziyade şefkatli bir duygu ile bağlanmış olan Preciosa onun gerçekten dediği kimse olup olmadığını bilmek istiyordu: Madrid'e girdi ve birkaç sokak geçtikten sonra (beyitler ve eskudo sahibi) şair paje (pahe) ye rastladı. Preciosa'yı görünce şair yanına geldi ve:
— Hoş geldin, Preciosa, dedi. Sana geçen gün verdiğim beyitleri acaba okudun mu?
Buna Preciosa şöyle cevap verdi:
— Size tek bir söz demeden evvel, en çok sevdiğinizin başı için bana bir hakikati söylemelisiniz.
— Size and ederim ki, cevabım hayatıma da mal olsa, söylemekten hiçbir suretle çekinmeyeceğim.
— O halde bana söylemenizi istediğim hakikat sizin kazara şair olup olmadığınızdır.
Pahe cevaben: .
— Şair oluşum, kazara şair olmak zorundan ileri gelmiştir. Fakat Preciosa, şunu da bilmelisin ki pek az kimseler şair adına lâyıktır. Ben şair değilim, fakat şiiri severim ve kendi ihtiyacım için başkalarının şiirini istemeye ve aramaya kalkmam; gerek sana vermiş olduklarım, gerek şimdi verdiklerim benim kendi şiirlerimdir. Ama bundan dolayı şair değilim, Tanrı da göstermesin, dedi.
Preciosa: — Şair olmak o kadar fena mıdır? cevabını verdi.. Paje: — Fena değildir, dedi. Fakat yalnız şair olmayı o kadar iyi bulmuyorum.
Şiiri çok kıymetli bir ziynet gibi kullanmalıdır. Sahibi onu her gün taşımaz, herkese, her adım başında göstermez. Ancak uygun düştükçe ve göstermek için bir sebep bulundukça gösterir. Şiir; afif, namuslu, ağırbaşlı, akıllı, yalnızlığa çekilmiş olan, kendi kendisini en yüksek ağırbaşlılığın hudutları içinde tutan çok güzel bir genç kızdır. Şiir; yalnızlığın dostudur. Kaynaklar ona arkadaşlık ederler, çimenler onu avuturlar, ağaçlar onu teskin ederler,
çiçekler onu şenlendirirler, nihayet şiir kendisiyle karşı karşıya kalanlara haz ve bilgi verir.
Preciosa:
— Bütün bunlarla beraber şiirin çok fakir olduğunu, biraz da dilenci kadına benzediğini söylediklerini duydum, cevabını verdi.
Paje:
— Bilâkis iş tersinedir, dedi. Zengin olmayan şair yoktur. Çünkü hepsi hallerinden memnun olarak yaşarlar. Bu felsefeye ulaşan kimseler ise azdır. Fakat bu sorguyu sormaya seni tahrik etmiş olan şey nedir, Preciosa?
— Beni tahrik etmiş olan şudur: ben bütün şairleri veya şairlerin büyük kısmını fakir saydığım için beyitleriniz arasında sarılı olarak verdiğiniz o altın eskudo beni hayretlere düşürdü. Fakat şimdi şair olmadığınızı ve sadece şiiri sevdiğinizi biliyorum. Zengin olmanız kabildir. Gerçi bundan şüphe ediyorum, çünkü beyitler yazmanız, elinizdeki bütün servetin israfını gerektirir. Sonra, dediklerine göre, malik olduğu serveti koruyabilen veya malik olmadığını toplayabilen şair yokmuş.
— Pekâlâ, ben onlardan değilim, cevabını verdi. Beyitler yazarım, fakat ne zengin ne de fakirim ve Cenevizlilerin44 davetlilerine yaptıkları gibi, acımadan ve hesaba geçirmeden, arzu ettiğim kimselere bir veya iki eskudo verebilirim. Benim şair olup olmadığımı düşünmeye koyulmadan, inci Preciosa, bu ikinci kâğıdı ve içindeki bu ikinci eskudoyu alın. Ancak bunu size veren kimsenin, size vermek için, Midas'ın servetlerine, malik olmak istediğini düşünmenizi ve buna inanmanızı isterim.
Bunun üzerine kıza bir kâğıt verdi; kâğıdı elleriyle yoklayan Preciosa içinde eskudonun bulunduğunu anladı ve dedi:
— Bu kâğıdın çok seneler yaşaması gerektir, çünkü beraberinde iki ruh taşıyor: birisi eskudonun ruhu, öbürü beyitlerin ruhudur. Bunlar daima ruhlarla ve yüreklerle dolu olarak gelirler. Fakat senyor Paje bilmelisiniz ki ben yanımda bu kadar ruhlar istemiyorum; eğer bir ruhu çıkarmazsanız ötekisini kabul edeceğimden korkmalısınız: Sizi bağışlayıcı olarak değil fakat şair olarak severim. Ancak o zaman sürekli bir dostluğumuz olabilir; çünkü bir romansın yapımından mahrum kalmaktansa, ne kadar sağlam olursa olsun, bir eskudonun eksikliğini duymak daha kolaydır.
Paje cevap verdi:
— Mademki Preciosa, zorla fakir olmamı istiyorsun, sana o kâğıt içinde gönderdiğim ruhu hor görme ve bana eskudoyu geri ver; elinle dokunmuş olduğun için eskudoyu ömrüm sürdükçe mukaddes bir yadigâr gibi saklayacağım.
Preciosa kâğıttan eskudoyu çıkardı ve yalnız kâğıtla kaldı. Kâğıdı sokakta okumak istemedi. Paje müsaade aldı ve Preciosa'nın, o kadar sevimlilikle konuşmuş olmasından, kendisine kapıldığını zannederek çok memnun bir halde uzaklaştı.
Preciosa raks etmek için hiçbir yerde durmak istemeksizin Andres'in babasının evini aramaya koyulduğundan az zamanda evin bulunduğu ve kendisinin çok iyi bildiği sokağa vardı. Sokağın ortasına gelince, kendisine tarif etmiş oldukları yaldızlı demirli balkonlara doğru gözlerini kaldırdı. Orada aşağı yukarı elli yaşında, göğsünde renkli haç45 bulunan bir elbise giyinmiş, ağırbaşlı bir kabalyero gördü.
Kabalyero çingene kızını görür görmez: — Yukarıya çıkın kızlar, size burada sadaka verecekler, dedi. Bu ses üzerine balkona üç kabalyero daha çıktı. Bunlar arasında âşık
Andres de gelmişti. Preciosa'yı görünce benzi attı; onu görmek kendisinde o kadar kuvvetli bir heyecan uyandırmıştı ki nerede ise düşüp bayılacaktı.
Andres'in hakiki durumu hakkında hizmetçilerden bilgi edinmek için aşağıda kalmış olan ihtiyar çingene kadın müstesna, kızların hepsi yukarıya çıktıları salona girdikleri zaman ihtiyar kabalyero ötekilere:
— Madrid'de dolaştığı söylenilen güzel çingene kızı, şüphesiz bu olmalıdır, diyordu.
Andres:
— Evet budur, ve şüphesiz şimdiye kadar görülmüş olan en güzel mahlûktur, cevabını verdi.
Girerken Andres'in bu söylediklerini duyan Preciosa:
— Böyle diyorlarsa da gerçek değerin yarısında aldanmışlardır, dedi. Güzelce olduğumu zannederim, fakat dedikleri kadar güzel olduğumu aklımdan bile geçirmem.
İhtiyar:
— Oğlum Don Huaniko'nun başı için, söylediklerinden daha güzelsin, çapkın çingene! dedi.
Preciosa: — Oğlunuz Don Huaniko da kim oluyor? diye sordu. Kabalyero cevap verdi: — Yanınızda duran delikanlı. Preciosa: — Doğrusu efendimizin, iki yaşındaki bir çocuğun başına yemin ettiğini
zannetmiştim46. Fakat bakın Don Huaniko'ya, ne de parlak delikanlı! Doğrusunu söylemek lâzım gelirse şimdiye kadar evlenmiş olabilirdi ve alnındaki bazı çizgilere47 göre üç sene geçmeden, hem de zevkine uygun olarak, evlenmiş bulunacak. Meğerki o ana kadar zevkini kaybetmesin veya değiştirmesin.
Oradakilerden biri: — Hele, dedi, çingene kızı çizgilerden de anlıyormuş? Bu aralık, Preciosa ile beraber gelmiş olan üç çingene kız salonun bir
köşesine çekilerek ve işitilmemesi için birbirine yaklaşarak konuşmaya başladılar. Kristina dedi ki:
— Çocuklar, bu sabah bize sekizlik üç reali veren kabalyero budur. Ötekiler: — Doğrudur, cevabını verdiler; fakat hatırlatmayalım ve kendisi
bahsetmezse ona hiçbir şey söylememeliyim. Kendisini belli edip etmemek istediğini biz nasıl biliriz?
Üç kız arasında bu konuşma geçerken Preciosa çizgilerden bahseden zata şöyle cevap veriyordu:
— Gözümle gördüğümü parmağımla tahmin ederim: ben, çizgiler de olmadan, senyor Don Huaniko hakkında şunu bilirim ki o kolayca âşık olur, çevik ve atiktir. Gayrimümkün görünen şeylerin büyük vadedicisidir. Allah vere de küçük bir yalancı çıkmasın, çünkü işin en kötüsü bu olabilir. Şimdi, buradan çok uzaklara bir yolculuk yapması lâzım geliyor; doru atın düşündüğü başka, ona eğeri vuranın da başka.. İnsan niyet eder, Tanrı buyurur. İhtimal Onez için yola çıkılmışken insan kendisini Gamboa'da bulur.
Buna Don Huan cevap verdi:
— Doğrusu, çingenecik, durumumun birçok şeylerinde isabet ettin; fakat yalancı olmaya gelince, hakikatten çok uzaklaşıyorsun. Ben her zaman
doğruyu söylemekle övünürüm. Uzun yolculuğa çıkacağımı tahmin ettin; çünkü bana yol değiştireceğim tehdidinde bulunmuş olmaklığına rağmen, Allah kısmet ederse dört beş güne kadar Flandres'e hareket edeceğim. Başıma, yolculuğumu bozacak bir şey gelmesini istemiyorum.
Preciosa:
— Sus senyorito48, dedi. Kendini Allaha emanet et, her şey iyi olacaktır. Şunu da bil ki ben dediklerimin hiçbirini bilmiyorum. Çok ve havaiyattan konuştuğum için bazı şeyleri tahmin edişime hayret edilmemelidir. Yolculuğa çıkmaman ve bilâkis yüreğini sakinleştirerek, ihtiyarlıklarını iyi geçirsinler diye, ana ve babanın yanında kalman için seni kandırmak isterdim: çünkü Flandozes'e gidip gelmek fikirlerini, hele senin gibi bu kadar genç yaşta olan çocuklar için, beğenmiyorum. Harp zahmetlerine katlanabilmek için biraz daha büyümeni bekle; kaldı ki evinde yetecek kadar harp vardır: yetecek kadar âşıkane savaşlar yüreğini çırpındırmaktadır. Sakin ol, sakin ol taşkın delikanlı ve evlenmeden önce ne yapacağına dikkat et. Hem Tanrı rızası için, hem de kendin için bize küçük bir sadaka ver. Doğrusu asil bir aileden doğduğuna inanıyorum. Buna dürüst olduğunu da katarsak, sana söylediklerimin doğru çıkışının zaferini terennüm edeceğim.
Andres Kabalyero olması lâzım gelen Don Huan cevap verdi:
— Kız sana demin dedim ki, dürüst olmadığım hakkında duyduğun korku müstesna, bütün tahminlerin isabetlidir. Dürüst olmadığım hakkında, şüphesiz, aldanıyorsun: kırda verdiğim sözü ben şehirde veya nerede olursa olsun, benden istenmeksizin, yerine getiririm; çünkü yalan söylemek kusuru olan kimse kabalyero adına lâyık olamaz. Babam, Tanrı rızası için ve benim başım için sana sadaka verecektir. Ben bütün elimdekini bu sabah bazı dama'lara (hanımefendilere) verdim. Bunların ve hele içlerinden birisinin, daha güzel mi, yoksa daha büyüleyici mi olduğunu söylemek hususunda bahse girişemem.
Bunu işiten Kristina, biraz evvelki ihtiyat ve tedbirle, öbür çingene kızlarına:
— Aman, kızlar, bunu bize bu sabah verdiği sekizlik üç real için söylemiyorsa Tanrı canımı alsın, dedi.
İkisinden birisi cevap verdi:
— Öyle değil; çünkü onların dama'lar (hanımefendiler) olduğunu söyledi. Biz ise dama'lar değiliz; dürüst bir kimse olduğunu söylediğine göre bunda yalan söylemesine lüzum yoktu.
— Hiç kimseye zararı dokunmayan ve söyleyenin yararına ve kredisine olan bir yalan o kadar önemli sayılmaz. Bütün bununla beraber bize hiçbir şey verilmediğini ve bizden oynamamız istenmediğini görüyorum.
Bu aralık ihtiyar çingene yukarıya çıkarak, dedi ki:
— Torun, haydi yeter. Geç oldu. Yapılacak ve söylenecek birçok şeyler var.
Preciosa sordu: — Ne var büyükanne? Kız mı, oğlan mı? — Oğlan, hem çok güzel, cevabını verdi ihtiyar kadın. Gel, Preciosa,
gerçek harikalar duyacaksın. Preciosa:
— Tanrı vere de doğum sonunda ölmesin! İhtiyar kadın cevap verdi: — Her şeye iyi bakılacak. Hele şimdiye kadar her şey yolunda gitmiştir,
çocuk ise bir altın parçasıdır. Andres Kabalyero'nun babası: — Bir bayan mı doğurdu? sorgusunu sordu. Çingene kadın: — Evet, senyor, cevabını verdi. Fakat doğum o kadar gizli kaldı ki onu
Preciosa'dan, benden ve bir şahıstan başkası bilmiyor; bunun için kim olduğunu söyleyemeyiz.
Hazır olanlardan birisi:
— Burada onu bilmek istemiyoruz, dedi. Fakat sırrını dillerinize ve şerefini yardımınıza bırakan kadının vay haline...
Preciosa:
— Biz hepimiz fena kadınlar değiliz. Kim bilir aramızda öylesi var ki sır saklamaktan ve samimi olmaktan bu salonda bulunan en doğru erkek kadar şeref duyar. Haydi gidelim büyükanne; burada bile az saygı gösteriyorlar. Gerçekte biz ne hırsızız, ne de kimseden bir şey istiyoruz.
Andres'in babası:
— Kızmayın Preciosa, çünkü hiç olmazsa sizin hakkınızda, fenalık düşünülemeyeceğini zannediyorum; güzel yüzünüz iyi işlerinize bizi inandırır ve onların kefilidir. Küçük başınız için, arkadaşlarınızla biraz dans edin. Burada ikiyüzlü bir doblon'um var. Bu yüzler iki kralın yüzü olmakla beraber hiçbirisi sizinki gibi değildir.
İhtiyar kadın bunu duyar duymaz:
— Haydi kızlar, eteklerinizi bellerinize sıvayın ve bu senyorları memnun edin, dedi.
Preciosa eline teli aldı. Kızlar o kadar zarafet ve şuhlukla döndüler, halkalar yaptılar ve çözdüler ki onlara bakan erkeklerin gözleri onların ayaklarının peşine takılıyordu; hele Andres'in gözleri, saadetlerinin merkezi orasıymış gibi, Preciosa'nın ayakları arasına gidiyordu. Fakat talih bu saadeti cehenneme döndürecek surette, bulandırdı: dansın sürükleyişi arasında Preciosa, Paje'nin vermiş olduğu kâğıdı, kazara yere düşürdü. Düşer düşmez, çingene kadınlar hakkında iyi bir fikri olmadığını biraz evvel göstermiş olan erkek kâğıdı yerden alarak derhal açtı:
— Âlâ! İşte küçük bir sone! Dans dursun da dinleyin. İlk mısraa göre hiç de budalaca bir şey değil.
İçinde ne olduğunu bilmeyen Preciosa'nın bundan canı sıkıldı ve kâğıdı okumamalarını ve onu kendisine geri vermelerini rica etti. Öyle bir tehalükle ricada bulunuyordu ki, bu, Andres'in dinlemek arzusunu hızlandıran mahmuzlar gibi tesir yapıyordu. Sonunda, Kabalyero yüksek sesle okudu. Sone şöyle diyordu:
"Çalarken Preciosa tefini vururken tatlı ses boş havaları, incilerdir elleriyle serptiği, çiçeklerdir ağzından yolladığı. Ruhu esire, hikmeti deliye döndürür yüksek, tatlı halleri, pâk, şerefli ve sağlam olduğu, için şöhreti gökyüzüne erişir. En küçük saçma binlerce kalbi asılı taşır; ayakları dibinde aşk esiri çift ok yatar.
Güzel güneşleriyle kamaştırır ve aydınlatır; imparatorluğunu aşk bu güneşlerle daim eder, vücudunun daha çok hazinelerinden şüphe eder." Sone'yi okuyan zat:
— Tanrı hakkı için, dedi; bunu yazan şair pek zarif biriymiş. Preciosa: — Şair değildir, senyor. Sadece çok âşık bir Paje ve çok iyi bir insandır,
dedi. — Söylediğinize ve söyleyeceğinize dikkat edin Preciosa; bunlar Paje
için söylenmiş övücü sözler değil, fakat onları dinleyen Andres'in kalbini delen mızraklardır. Onu görmek ister misiniz, kızlar? O halde gözlerinizi çevirin, onu, sandalyenin üzerinde kendinden geçmiş, ölüm teri döker bir halde göreceksiniz. Sizin en küçük dikkatsizliğinizin onu yaralamayacak ve kalbini hoplatmayacak kadar sizi yalandan sevdiğini zannetmeyin, Doncella49. Haydi, yaklaşın ve kulağına, doğrudan doğruya yüreğine gidecek ve onu baygınlıktan ayıltacak birkaç söz söyleyin. Yoksa her gün gidip sizi metheden sone'ler getirin de onu ne hale soktuğunuzu görün.
Bütün bunlar, söylendiği gibi oldu; Andres sone'yi dinleyince üzerine binlerce kıskanç hayal saldırdı. Bayılmadı; fakat rengi o kadar attı ki onu gören babası:
— Neyin var, Don Huan; rengin o kadar soldu ki bayılıyor musun? Bunun üzerine Preciosa: — Durun dedi: bırakın kulağına birkaç söz söyleyeyim, göreceksiniz ki
bayılmayacak. Yanına yaklaşarak, dudaklarını hemen hemen oynatmaksızın, şunları
söyledi: — Nazlı canlı çingenem. Sen Andres, bir kâğıdın işkencesine
dayanamazsan, kumaş işkencesine50 nasıl dayanabilirsin? Andres'in kalbi üzerinde yarım düzine istavroz yaparak ondan ayrıldı. O
zaman Andres biraz nefes aldı ve Preciosa'nın sözleriyle hafiflediğini anlatır gibi oldu.
Sonunda, Preciosa'ya ikiyüzlü doblon verdiler. Kendisi arkadaşlarına, doblonu bozduracağını ve onu aralarında adaletle bölüşeceğini söyledi.
Andres'in babası ondan, Don Huan'a söylemiş olduğu sözleri yazılı olarak bırakmasını, icabında onları bilmek istediğini söyledi. Çingene kız onları memnunlukla söyleyeceğini dedikten sonra, bu sözlerde, alaylı görülmelerine rağmen, kalp ağrısına ve baş dönmelerine karşı hususi bir şifa hassası bulunduğunun anlaşılmasını istediğini ilâve etti. Sözler şunlardı:
"Küçük baş, küçük baş, kendine gel, sallanma dur, ve mukaddes sabrın iki direğini kur.
İyi güveni ara dur; fena fikirlere meyletme;
Tanrının ve ulu San Kristobal'in inayetiyle mucizeye dönecek şeyler gör." Preciosa:
— Baş dönmesine tutulmuş kimseye bu sözlerin yarısını söylemekle ve kalbi üzerine altı istavroz yapmakla o kimse bir elma gibi kendine gelir, dedi.
İhtiyar kadın bu sihirli sözleri ve yalanları duyduğu zaman donakaldı. Andres ondan daha az hayrette kalmış değildi. Bütün bunların onun keskin zekâsının uydurmaları olduğunu gördü.
Sone onlarda kaldı. Preciosa Andres'e bir gaddarlık daha yapmamak için, sone'yi geri vermelerini istemedi; kendisi, öğretilmiş olmadan, tutkun gıklar için heyecanların, endişelerin, hoplantıların ne demek olduğunu biliyordu.
Çingene kadınlar müsaade istediler; giderken Preciosa, Don Huan'a:
— Bak senyor, bu haftanın günlerinde herhangi birisi yolculuk için hayırlıdır, hiçbiri uğursuz değildir; kabil olduğu kadar çabuk yola çıkın. Sizi geniş, serbest ve çok zevkli bir hayat bekliyor. Tabiî o hayata uymak isterseniz...
Don Huan cevap verdi:
— Askerin hayatı, bana göre, o kadar serbest değildir; onda hürriyetten ziyade itaat vardır: buna rağmen ne yapmak lâzımsa yapacağım.
Preciosa:
— Düşündüğünüzden daha çok şeyler göreceksiniz; Tanrı şahsınıza lâyık surette sizi selâmete eriştirsin.
Bu son sözlerle Andres memnun kaldı, çingene kadınlar da çok memnun olarak gittiler. Doblon'u bozdurdular ve parayı — ihtiyar muhafız kadın gerek yaşının büyüklüğü, gerek öbür çingenelerin danslarının, latifelerinin ve hatta yalanlarının meydana getirdiği Umman'da kendilerine rehberlik ettiği için, toplanan hâsılattan daima bir buçuk pay almasına rağmen — aralarında müsavat üzere paylaştılar.
Andres Kabalyero'nun ilk görünmüş olduğu yerde, bir kira katırı üzerinde, yanında hiçbir uşak bulunmadan, bir sabah tekrar göründüğü gün geldi. Orada Preciosa'yı ve büyükannesini buldu. İki kadın, Andres'i tanıyarak onu büyük bir memnuniyetle karşıladı. Andres gün olmadan ve kendisini ararlarsa, izleri bulunamadan önce, ranço'ya götürülmesini istedi. Evvelden haberli gibi oraya yalnız gelmiş olan kadınlar geriye döndüler ve bir zaman sonra kulübelerine vardılar. Andres ranço'nun en büyük kulübesine girdi. Hemen arkasından on, on iki kadar çingene onu görmeye geldi. Hepsi de yakışıklı ve iyi yapılı delikanlılardı. İhtiyar çingene kadın kendilerine gelecek yeni arkadaşın kim olduğunu, sırrı saklamalarını tavsiye etmeye lüzum görmeden, onlara söylemişti. Evvelce söylendiği üzere, çingeneler sırrı görülmemiş bir ustalık ve dürüstlükle saklarlar. Katıra bir göz attılar; içlerinden birisi:
— Bu katırı perşembe günü Toledo'da satabiliriz. Andres buna: — Yok, dedi. Çünkü kiralık hiçbir katır yoktur ki İspanya'da dolaşan
katırcılar tarafından tanınmış olmasın. Çingenelerden biri: — Tanrı hakkı için, senyor Andres, katırın üzerinde, kıyamete kadar
duracak işaretler bulunsa bile, biz onu öyle bir değiştiririz ki ne onu doğurmuş olan annesi, ne de büyütmüş olan sahibi tanıyabilir.
Andres cevap verdi:
— Bütün buna rağmen bu sefer benim fikrim alınmalı ve yapılmalı. Bu katır öldürülmeli, kemiklerinin bile meydana çıkamayacağı bir yere gömülmeli.
Başka bir çingene:
— Çok yazık! dedi. Böyle bir masumun canını almak? İyi Andres, öyle demeyin de bırakın bir şey yapalım: bütün işaretleri aklınızda nakşedilmiş kalacak gibi katıra iyi bakın; sonra katırı ben alıp götüreyim. Bundan iki saat sonra onu tanıyabilirseniz, bana, kaçak bir zenciye atılır gibi dayak atsınlar.
Andres:
— Katırın değişeceğine beni ne kadar inandırırlarsa inandırsınlar onun ölmemesine hiçbir zaman razı olamam: onu toprak örtmezse benim meydana çıkarılacağımdan korkarım. Onun satışının getireceği kârdan mahrum kalınmaktan korkuluyorsa ben bu Ocağa51, dört katırın değerinden daha fazla bir duhuliye ödeyemeyecek kadar eli boş gelmiyorum.
Başka bir çingene:
— Mademki senyor Andres Kabalyero öyle arzu ediyor, o halde kabahatsiz katır ölsün. Ancak gerek genç olduğu — çünkü yaşının alâmetleri henüz ağzının dışında değildir (kira katırları arasında nadir olan bir şey) — gerek iyi yol aldığı — çünkü sağrısında sopa yerleri olmadığı gibi karnında da mahmuz yerleri yoktur — için ona acıyıp acımadığımı Allah bilir, dedi.
Katırın ölümü geceye kadar geciktirildi. O günün geri kalan kısmında Andres'in çingeneliğe girmesi merasimi yapıldı.
Çingenelerin en iyi bir ranço'sunu boşalttılar. Onu dallarla ve sazlarla donattılar. Andres'i bir mantar ağacı kütüğü üzerine oturttular, eline bir çekiçle kerpeten tutuşturdular ve iki çingenenin çaldığı iki gitara sesi içinde kendisine iki takla attırdılar; sonra bir kolunu sıvadılar, kolu yeni bir ipek kurdele ile bir sırığa bağlayarak kendisini yavaşça iki defa döndürdüler.
Bütün bu merasimde Preciosa ile ihtiyar, genç başka birçok çingene kadınlar da hazır bulunuyordu. Bunlardan bazıları Andres'e hayretle, diğerleri muhabbetle bakıyorlardı: Andres'in o kadar güzel bir hali vardı ki erkek çingenelerin bile pek hoşuna gitmişti.
Yukardaki merasim bitince ihtiyar bir çingene erkek, Preciosa'nın elini aldı ve Andres'in önünde durarak şunları söyledi:
— İspanya'da yaşadıklarını bildiğimiz çingene kadınlarının bütün güzelliğinin çiçeği ve kaymağı olan bu kızı sana ya karı, veya dost olarak emanet ediyoruz. Bu hususta keyfinin istediğini yapabilirsin, çünkü bizim hür ve geniş hayatımız ne yapmacıklara ne de fazla merasime tâbidir. Ona dikkatle bak, hoşuna gidip gitmediğini ve onda seni memnun etmeyen bir şey bulunup bulunmadığını gör. Böyle bir şey görüyorsan burada duran kızlar arasından seni en çok memnun edecek olanını seç. Seçeceğini sana veririz. Fakat şunu bilmelisin ki bir defa seçtin mi onu başkası için terk edemezsin, ne de başka evli kadınlara veya genç kızlara yakınlık gösterebilirsin. Biz dostluk kanununu bozulmayacak surette koruruz; hiç kimse başkasının malına göz koymaz; biz kıskançlığın acı vebasından azade yaşarız. Aramızda, kızılbaşlık çok olmakla beraber, zina hiç yoktur; kendi karımız zina ettiği veya kadın dostumuz bizi aldattığı zaman cezalandırılmasını istemek için adalet kapısına gitmeyiz: biz karılarımızın veya dostlarımızın hâkimi ve cellâdıyız; zararlı hayvanlarmış gibi onları aynı kolaylıkla öldürür, dağlarda ve çöllerde gömeriz: onların öcünü alacak akraba veya ölümünün tazminatını isteyecek baba yoktur. Bu korku içinde kadınlarımız afif olmaya çalışırlar ve biz erkekler de, yukarda dediğim gibi, müsterih olarak yaşarız. Talih hangi erkeğe verdiyse ona ait olmasını dilediğimiz karı veya dosttan başka herkes için müşterek olmayan şeylerimiz azdır. Aramızda ölüm kadar ihtiyarlık da ayrılma sebebidir: genç olan kimse isterse ihtiyar karısını bırakır ve yaşının zevkine uygun başka bir kadın seçer. Bu ve başka kanunlar ve âdetlerle kendimizi şen tutar ve neşeli yaşarız. Tarlaların, ekinlerin, ormanların, dağların, kaynakların ve nehirlerin efendisiyiz: dağlar bize bedava yakacak odun, ağaçlar meyve, bağlar üzüm, bahçeler sebze, kaynaklar su, nehirler balık, girilmesi yasak yerler av hayvanları, kayalar gölge, kuytu yerler serin hava verirler; mağaralar bize ev vazifesini görürler.
Bizim için havanın sertlikleri, batı rüzgârları; karlar serinlik verici şeyler; yağmur banyo; gök gürültüleri mızıka; şimşekler de meşale yerini tutar.
Bizim için sert topraklar yumuşak tüyden yapılmış yataklar gibidir; vücutlarımızın katılaşmış derisi bizi müdafaa eden nüfuz edilmez bir zırh gibidir. Çevikliğimize parmaklıklar mâni olamaz, dereler engel sayılmaz, duvarlar karşı koyamaz.
Cesaretimizi ipler kıramaz, makaralar alçaltamaz, tıkaçlar boğamaz, darağaçları hüküm altına alamaz52. Bize uygun geldikçe, evetle hayır arasında bir fark görmeyiz: günah itiraf ettirenlerden ziyade mağdur olmakla övünürüz. Ovalarda yük hayvanları bizim için yetiştirilir, şehirlerde yanlar bizim için kesilir. Bize bazı menfaatler işaret eden fırsatların üzerine öyle atılırız ki, önüne çıkan ava bu kadar hızla saldıracak ne bir kartal, ne de başka yırtıcı bir kuş vardır. Ve nihayet bize talihli bir akıbet vadeden birçok maharetlerimiz vardır: çünkü hapishanede şarkı söyleriz, darağacı önünde susarız; gündüz çalışır, gece çalarız, veya, daha doğrusunu söylemek lâzım gelirse, herkesin servetini koyduğu yere dikkatsiz bulunmamasını sağlarız.
Şerefimizi kaybetmek korkusu bizi yormaz, ne de onu artırmak hırsı bizi uyanık tutar; muhafız kıtaları beslemeyiz. Muhtıralar sunmak, büyüklere refakat etmek veya ihsanlar istemek için şafakla beraber kalkmak zorunda değiliz. Bu barklar53 ve bu seyyar ranço'lar bizim için yaldızlı tavanlar ve mükellef saraylar gibidir. Her adım başında gözümüze ilişen ve tabiatın bu yüksek kayalarda ve karlı tepelerde, uzanan çayırlarda ve sık ormanlarda bize verdiği tablolar, bizim için Flandres'ın tabloları ve peyzajları gibidir.
Köylü yıldızcılarız54, çünkü hemen daima açıkta yattığımız için her an gündüzün veya gecenin saat kaçında olduğumuzu biliriz; gökyüzünün yıldızlarını şafağın nasıl silip süpürdüğünü ve arkadaşı fecir ile beraber, havayı şenlendirerek, suyu serinlendirerek ve toprağı nemlendirerek nasıl yükseldiğini ve sonra, onun arkasında tepeleri yaldızlandırarak ve (başka bir şairin dediği gibi) dağlara başörtü giydirerek güneşin nasıl çıktığını görürüz; güneş bize şualarıyla yalnız mailen dokunduğu zaman onun yokluğundan dolayı donacağımızdan yahut da şualarıyla bize dikey geldiği zaman ondan yanacağımızdan korkmayız. Güneşe veya dona, kısırlığa veya bolluğa karşı aynı yüzü gösteririz. Sonuç itibariyle, çalışmamız ve ağzımızla yaşayan kimseleriz ve "kilise, deniz veya saray55" diyen eski atalar sözüyle ilgimiz olmadan istediğimizi elde ederiz, çünkü elde ettiğimizle memnun kalırız. Bütün bunları size, ey cömert delikanlı, içine girdiğiniz hayatı ve riayet edeceğiniz âdetleri bilmemezliğe gelmeyesiniz diye söyledim. Bunları size kabataslak çizdim; birçok ve sayısız şeyleri bu hayat içinde zamanla öğreneceksiniz. Bu şeyler, işitmiş olduğunuz şeylerden daha az saygıya lâyık değildir.
Bunları söyleyerek, güzel konuşan ihtiyar çingene sustu; çırak ise bu kadar övmeye değer müesseselerin kendisine öğretilmesinden dolayı memnun kaldığını, bu kadar mantığa ve siyasi esaslara dayanan bu tarikata girmeyi düşündüğünü, kendisini müteessir eden yegâne şeyin bu neşeli hayattan daha evvel haberdar edilmemiş olduğunu, o andan itibaren kabalyero mesleğini ve ünlü soyunun şan ve şöhretini terk ettiğini, her şeyini onların boyunduruğu daha doğrusu, onların yaşadıkları kanunlar altına koyduğunu, çünkü kendisine uğrunda taçlardan ve imparatorluklardan vazgeçeceği ve bunları ancak ona hizmet için arzu edeceği ilâhî Preciosa'yı vermekle en yüksek mükâfatı vermiş olduklarını, bu suretle onlara hizmet etmek arzusunu tatmin ettiklerini söyledi.
Buna Preciosa cevap verdi:
— Mademki bu "kanun yapan" senyorlar, kanunlarına göre, benim senin olmamı uygun buldular, beni sana verdiler, ben de bütün kanunlarına en zorlusu olan isteğimin kanununa uyarak, buraya gelmenden evvel üzerinde uyuştuğumuz şartlarla senin olmayı uygun görüyorum.
Benim arkadaşlığımdan faydalanmadan evvel aramızda iki sene yaşamaklığın lâzımdır. Çünkü hareketini hafiflik sayarak pişman olmayasın, ben de acelemden dolayı aldanmış kalmayayım. Şartlar kanunları nakzederler; sana koyduğum şartları biliyorsun: onlara riayet etmek istersen benim senin, senin de benim olmamıza imkân olabilir, aksi halde, katır henüz ölmemiştir, elbiselerin olduğu gibi duruyor, parandan da bir akçe bile eksilmiş değildir. Kayboluşunun üstünden henüz bir gün bile geçmemiştir; günün geri kalan kısmını, sana en uygun olan şekli düşünüp bulmak için kullanabilirsin.
Bu senyorlar vücudumu pekâlâ sana verebilirler; fakat hür olan, hür doğmuş olan ve istediğim müddetçe hür olması lâzım gelen ruhumu veremezler. Kalırsan sana çok saygı gösteririm, geri dönersen sana daha az saygı göstermem. Çünkü fikrime göre âşıkane atılganlıklar, muhakeme ile veya aldanma ile karşı karşıya gelinceye kadar, doludizgin giderler. Benimle, takip ettiği tavşanı yakalayınca onu bırakarak kendisinden kaçan başka tavşanın peşine takılan avcı gibi olmanı istemiyorum.
Bazı gözlere ince bakır levhalar ilk bakışta altın gibi görünür; fakat aradan çok zaman geçmeden sahte ile halis arasındaki farkı anlarlar. Malik olduğumu söylediğin, güneşten fazla kıymetlendirdiğin, altından fazla paha
biçtiğin bu güzelliğimin yakından sana bir gölge gibi görünmeyeceğini ve ona dokununca elkimya ile yapılmış olduğuna karar vermeyeceğini ben bilir miyim? Kabul veya reddetmek hakkındaki kararını yoklamak ve tartmak için sana iki senelik mühlet veriyorum; bir defa satın aldığımız şeyden ölümden başka hiçbir suretle ayrılamayız. Bunun için o şeye bakmak ve tekrar bakmak ve onda, malik olduğu, kusurları veya faziletleri görmek için vakte, hem de çok vakte, sahip bulunman iyidir.
Akrabalarımın, keyifleri istediği zaman kadınları bırakmak veya onları cezalandırmak hususunda edindikleri vahşi ve küstah serbestlik bana uymuyor, ben cezayı üzerime çekecek hiçbir şey yapmayı düşünmediğim için, beni keyfi için bırakacak bir arkadaş almak istemem.
Bu esnada Andres:
— Ey Preciosa! hakkın var, dedi; bana vereceğin emirlerden bir zerre bile dışarıya çıkmayacağımı yemin ederek seni korkularından emin kılmamı veya şüphelerinden kurtarmamı istiyorsan ne suretle ant içeceğimi veya sana ne gibi başka bir teminat vereceğimi söyle; beni her şeyi yapmaya hazır bulacaksın.
Preciosa:
— Kendisine hürriyeti bağışlamaları için tutsağın ettiği antlar ve vaatler, hürriyet elde edilince, nadiren yerine getirilir; âşığın yeminleri ve vaatleri de, bana göre, bu kabildendir. Âşık, arzusuna kavuşmak için Merkuryus'un kanatlarını ve Jüpiter'in ışınlarını vadedecektir. Nitekim şairin biri de bana böyle vaatlerde bulunuyor ve Estigia56 (Estihya) denizi üzerine yemin ediyordu. Ben senyor Andres, ne antlar ne de vaatler isterim; sadece her şeyi bu çıraklığın tecrübesine bırakmak istiyorum; hakaret edecek olursanız kendimi korumak vazifesi bana aittir.
Andres:
— Öyle olsun, dedi. Bu senyorlardan ve arkadaşlarımdan tek bir şey isterim; o da, hiç olmazsa ilk ay zarfında, beni hırsızlık yapmaya zorlamamalarıdır; çünkü önceden epey ders görmeden hırsızlık yapabileceğime güvenemiyorum.
İhtiyar çingene erkek:
— Sus oğul, dedi; biz seni mesleğe bir kartal yetişecek surette alıştıracağız; ona alışınca arkasından ellerini yiyecek kadar hoşuna
gidecektir. Sabahleyin elleri boş çıkmak ve akşamleyin ranço'ya yüklü olarak dönmek işten bile değildir.
Andres:
— Bazılarının kamçı darbeleriyle yüklü olarak döndüğünü de gördüm, dedi.
İhtiyar cevaben:
— Her gün alabalık avlanmaz, dedi. Hayatta her şey çeşitli tehlikelere ve hırsızın fiilleri de kürek, dayak ve darağacı tehlikesiyle karşı karşıyadır. Fakat bir gemi fırtınaya tutulur veya batarsa başka gemilerin denize açılmaktan vazgeçmeleri lâzım gelmez. Harp insanları ve hayvanları yer diye asker bulundurmamak iyi mi olur? Bahusus ki, aramızda adalet tarafından kendisine dayak atılmış olan kimse, sırtında nişan taşıyan birisi gibidir. Bu nişan kendisine göğüste taşınılan nişandan daha iyi görünür. Hem de ne nişan.
Asıl marifet gençliğimizin ilk çağlarında ve ilk suçlarda yakayı ele vermemektir. Yoksa sırtımızın okşanmasına veya kalyonlarda kürek çekmeye aldırış bile etmeyiz. Oğlum Andres, şimdi yuvada kanatlarımız altında istirahat edin, vakti gelince sizi uçmaya bırakırız, hem öyle yerlere ki oradan avsız dönmezsiniz ve evvelce denildiği gibi: her hırsızlığın arkasından parmaklarınızı yalayacak kadar zevk alacaksınız.
Andres:
— Öyleyse, hırsızlık yapmaktan muaf tutulduğum müddet zarfında çalabileceğimi ödemek için ranço'daki bütün erkeklere iki yüz altın eskudo dağıtmak isterim, dedi.
Bunu söyler söylemez birçok çingene erkekler üstüne üşüştüler, onu kolları ve omuzları üzerine kaldırarak: "Yaşa, yaşa ulu Andres" diye bağırdılar ve "Yaşasın Preciosa! Andres'in sevimli malı!" diye ilâve ettiler.
Çingene kadınlar Preciosa'ya aynı şeyi yaptılar. Fakat bu, Kristina ile başka hazır bulunan çingene kızlarının hasedini çekmeden de olmadı. Çünkü haset denilen şey prens saraylarında olduğu kadar barbarların çadırlarında ve çobanların samandan kulübelerinde de oturur. Benden fazla meziyetleri olduğunu zannetmediğim bir komşunun benden müreffeh olduğunu görmek insana dokunur.
Bu da olup bitince, bol ve güzelce bir yemek yediler, vadedilen parayı aralarında adaletle paylaştılar. Andres'i yeniden övdüler. Preciosa'nın
güzelliğini göklere çıkardılar. Gece olunca katırı öldürdüler ve Andres'in katır vasıtasıyla bulunmasına
imkân kalmadığına onu inandıracak şekilde gömdüler; katırla beraber — mezarlarına en zengin ziynetleriyle birlikte Hintliler gibi — katırın süsleri sayılan eyeri, dizginleri ve kolanı da gömüldü.
Bütün görüp işittiklerinden, çingenelerin zekâ ve maharetlerinden Andres hayrette kalmıştı; teşebbüsüne devam etmek ve istediğini elde etmek azmiyle onların âdetlerine karışmamaya ve hiç olmazsa karışmamak için her vasıta ile kaçınmaya ve kendisine emredecekleri doğru olmayan şeyleri yapmamak ve bu suretle itaat çemberinden dışarı çıkabilmek için parasını kullanmaya karar verdi.
Birkaç gün sonra Andres onlardan yerlerini değiştirmelerini ve Madrid'den uzaklaşmalarını rica etti. Orada kaldığı takdirde tanınacağından korkuyordu. Onlar Toledo dağlarına, oradan da bütün civar yerlere akın edip çapulculuk yapmaya zaten karar vermiş olduklarını söylediler. Çadırlarını kaldırdılar, binmesi için Andres'e dişi bir eşek verdiler. Lâkin Andres, Preciosa'nın ardından uşak gibi yaya gitmeyi tercih ettiğinden eşeği istemedi. Başka bir dişi eşeğe binmiş olan Preciosa ise yakışıklı eskudero (seyis) suna karşı kazandığı zaferini, erkek de kendi arzusunun hanımı olarak seçtiği kızın yanında bulunduğunu görmekten doğan bir memnuniyetle gidiyorlardı.
Acılığın tatlı tanrısı (bu unvanı ona bizim tembellik ve kaygısızlığımız vermiştir) diye anılan ey güçlü kuvvet! Sen bizi nasıl merhametsizce boyunduruğun altına alıyorsun ve bize nasıl saygısızca muamele ediyorsun! Andres bir kabalyero'dur, çok anlayışlı bir gençtir, hemen bütün hayatınca Korte'de57, ana ve babasının varlığı içinde büyümüştür; dünden bugüne o kadar çok değişmiştir ki hizmetçilerini ve dostlarını aldatmış, ana - babasının kendisinde besledikleri ümitleri kötü kullanmış, kendi yararlığını gösterecek ve soyunun şerefini çoğaltacak bir yer olan Flandres yolunu bırakmış ve, çok güzel olmakla beraber nihayet çingene olan bir kızın ayaklarına kapanmaya ve onun yaya uşağı olmaya gelmiştir: en hür bir iradeyi bile yelesinden tutarak kendi ayaklarına sürüklemek, güzelliğin bir imtiyazıdır.
Oradan dört günde, Toledo'ya iki fersah mesafedeki bir kasabaya gelerek çadırlarını kurdular; bundan önce de, oranın belediye reisine ne kasabada,
ne de kasabanın bütün hududu içinde hiçbir şey çalmayacaklarını temin için birkaç gümüş rehin verdiler. Bunu yaptıktan sonra bütün ihtiyar çingene kadınlar, bazı genç kızlar ve çingene erkekler her yere, çadırlarını kurmuş oldukları yerden hiç olmazsa dört beş fersah uzaklara kadar, dağıldılar.
Andres ilk hırsızlık dersini almak üzere onlarla beraber gitti; bu çıkışta kendisine çok dersler verilmiş olmakla beraber hiçbiri ona yaramadı; bilâkis, hocalarının yaptıkları her hırsızlıktan, kendi temiz kanına uyarak, içi sızlıyordu. Öyle defalar oldu ki arkadaşlarının çalmış oldukları şeyleri, bunların sahiplerinin gözyaşlarına dayanamayarak, kendi parasıyla ödedi. Çingeneler, bunun kalplerine hayırseverliğin girmesini yasak eden nizamname ve emirnamelere aykırı bir şey olduğunu söyleyerek, ümitsizliğe kapılıyorlardı. Çünkü çingeneler hayırseverliği kabul ettikleri takdirde hırsızlık yapmaktan vazgeçmeleri icap ederdi ki bu ise hiçbir suretle işlerine gelmezdi. Bunun böyle olduğunu görünce Andres hiç kimseyle beraber gitmeyip yalnız başına hırsızlık etmek istediğini söyledi: tehlikeden kaçmak için çevikti; hırsızlık yapmak için de cesaretten mahrum değildi. Böylece çalmış olacağı bir şeyin mükâfatının veya mücazatının kendisine ait olmasını istiyordu.
Çingeneler, gerek hırsızlık yapmakta, gerek kendisini müdafaa etmekte arkadaşlığı zaruri kılan hallerin bulunduğunu ve yalnız bir kişinin büyük vurgunlar yapamadığını söyleyerek onu bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştılar. Ancak bütün bu söylenenlere rağmen Andres, kuadriliyadan (dört kişilik gruptan) ayrılmak ve çaldım diyebileceği şeyleri parasıyla satın almak ve bu suretle vicdanına karşı imkân nispetinde az günah işlemek niyetinde olduğundan, yalnız başına hırsızlık yapmak istedi. Böyle bir kurnazlık kullanmak suretiyle bir aydan daha az bir müddet içinde kumpanyaya, en mahir hırsızlardan dört tanesinin getirmiş olduklarından daha çok şeyler getirdi. Müşfik âşığının bu kadar iyi ve becerikli bir hırsız olduğunu gören Preciosa bundan az sevinmiyordu. Bununla beraber başına herhangi bir felâket gelmesinden de korkuyordu. Andres'inin kendisine yaptığı birçok hizmetlerden ve hediyelerden dolayı ona karşı hayırhah olmak mecburiyetini duyan Preciosa, Venedik'in bütün hazineleri pahasına olsa da onu hakarete uğramış görmek istemezdi.
Toledo'nun çevresinde bir aydan az kaldılar. Burada, eylül ayı olmakla beraber, ekinlerini topladılar ve oradan, zengin ve sıcak bir memleket olan
Ekstremadura'ya girdiler. Andres Preciosa ile namuslu, ağırbaşlı ve âşıkane konuşuyor, kadın ise âşığının ağırbaşlılığına ve kibar tavrına gitgide tutulmaya başlıyordu. Andres'e gelince, Preciosa'sının namusluluğu, ağırbaşlılığı ve güzelliği öyleydi ki, ona karşı duyduğu aşkı büyüyebileydi, aynı suretle büyüyecekti.
Vardıkları bütün yerlerde Andres koşu ve atlama mükâfatını ve bahis tutuşmaları herkesten çok kazanıyordu; gülle ve "pelota" oyunlarını pek iyi oynuyordu; ciridi büyük bir kuvvet ve hususi bir maharetle atıyordu. Nihayet şöhreti az zamanda bütün Ehtremadura'ya yayıldı. Çingene Andres kabalyero'nun yakışıklılığından, lâtif hallerinden ve maharetlerinden bahsedilmeyen hiçbir yer yoktu. Bu şöhretle muvazi olarak çingene kızının güzelliğinin şöhreti de dolaşıyordu, hiçbir şehir, köy veya kasaba yoktu ki kendi azizlerinin bayramlarını kutlamak için veya hususi başka şenlikler münasebetiyle onları davet etmesin. Bu suretle çingenelerin kampı zengin, müreffeh ve memnun oluyor, âşıklar ise birbirlerine yalnız bakmakla zevk duyuyorlardı.
Çadırlarını bir meşe korusu içinde, ana yoldan uzakça bir yerde kurmuş olan çingeneler bir gece, takriben gece yarısına doğru, köpeklerinin her zamankinden fazla bir şiddetle havladıklarını duydular: kime karşı havladıklarını görmek için birkaç çingeneyle Andres dışarıya çıktılar. Beyazlar giymiş ve bir bacağına iki köpek yapışmış bir adamın kendisini köpeklerden korumaya çalıştığını gördüler; yanına gelerek onu kurtardılar. Çingenelerden biri ona:
— Bu saatte hangi şeytan seni yoldan uzaklaştırıp buraya getirdi, herif? dedi. Acaba hırsızlık etmeye mi geliyorsun? doğrusu tam yerine düştün.
Isırılmış adam:
— Hırsızlık etmeye gelmiyorum; yolumu kaybetmiş olduğumu görmekle beraber yoldan, uzaklaşmış olup olmadığımı da bilmiyorum. Fakat bana söyleyin, senyorlar: bu gece yatabileceğim ve köpeklerinizden aldığım yaraları tedavi edebileceğim bir misafirhane veya bir yer bu civarda var mı?
Andres cevap verdi:
— Sizi yollayabileceğimiz bir yer veya misafirhane yok; fakat yaralarınızı tedavi edebilecek ve sizi bu gece yatıracak kolaylıklar ranço'larımızda eksik değildir bizimle gelin; çingene isek de iyilikseverlikte çingene görünmeyiz.
Adam:
— Tanrı sizden razı olsun, cevabını verdi. Beni istediğiniz yere götürün; çünkü bu bacağımın acısı beni çok rahatsız ediyor.
Andres ve iyiliksever bir çingene (şeytanlar arasında birbirinden kötü olanlar bulunmakla beraber fena birçok insanlar arasında da iyi olana tesadüf edilir) adamın yanına gelerek ikisi birlikte onu taşıdılar. Gece ay ışığıyla aydınlanıyordu, öyle ki, adamın sevimli yüzlü ve yakışıklı bir delikanlı olduğunu görebildiler. Hep beyaz bezden bir elbise giymişti; üzerinde tersine çevrilmiş omuzlarından sarkan ve göğsü üstüne bağlanan bezden gömlek veya hırka gibi bir şey vardı. Andres'in kulübesine veya çadırına vardılar. Hemen bir ışık yaktılar. Bu aralık Preciosa'nın büyükannesi, haber aldığı yaralıya bakmak üzere içeri girdi. Köpeklerden birkaç kıl aldı, onları zeytinyağında kaynattı ve sol bacaktaki iki ısırık yerini evvelâ şarapla yıkadıktan sonra kılları zeytinyağıyla beraber onların üzerine koydu, üzerlerine de biraz yeşil ve çiğnenmiş deniz gülü koydu. Temiz sargılarla yaraları iyice bağladı, yaraların üzerine bir dua okuyarak yaralıya:
— Uyuyun, dostum; Tanrının inayetiyle hiçbir şey kalmaz, dedi.
Yaralı tedavi edilirken Preciosa orada duruyor, ona dikkatle bakıyordu; yaralı da Preciosa'ya bakıyordu, öyle ki, delikanlının Preciosa'ya dikkatle bakması Andres'in gözünden kaçmadı; fakat bunu Preciosa'nın gözleri çeken üstün güzelliğine verdi. Neticede, yaralı delikanlının yarası sarıldıktan sonra kuru ottan yapılmış bir minder üzerine bıraktılar ve ona şimdilik, yolculuğu ve başka herhangi bir şey hakkında sorgu sormak istemediler.
Yaralıdan henüz uzaklaşmış idiler ki Preciosa Andres'i bir kenara çekerek şöyle dedi:
— Senin evinde arkadaşlarımla dans ederken benden düşen ve, sandığıma göre, sana fena dakikalar geçirten bir kâğıdı hatırlıyor musun Andres?
Andres: — Evet, hatırlıyorum, dedi. Seni öven bir "sone" idi, fena da değildi. Preciosa cevaben: — O halde bilmelisin ki, Andres, o sone'yi yazan kulübede bıraktığımız
köpeklerin ısırdığı delikanlıdır. Bu hususta hiçbir suretle aldanmıyorum,
çünkü Madrid'de benimle iki üç defa konuştu, bana çok güzel bir romans da verdi. Orada, zannıma kalırsa, "paje" vazifesini görüyordu. Hem adi pajelerden değil, prenslerden birinin gözde pajelerinden biriydi; gerçekten sana diyorum ki bu çocuk gerçekten çok ağırbaşlı, çok muhakemeli ve olağanüstü namusludur ve buraya gelişinden ve böyle bir kıyafette oluşundan ne düşüneceğimi bilmiyorum.
Andres cevap vererek:
— Ne düşünebilirsin, Preciosa? Beni çingene yaptıran aynı kuvvet onu da değirmenci kıyafetine sokarak seni aramaya sevk etmiştir. Ah Preciosa, Preciosa! Birden fazla tutsağa sahip olmaktan övünmek istediğin nasıl yavaş yavaş meydana çıkıyor. Eğer bu böyle ise ilkönce beni, sonra bunu öldür ve — güzelliğinin dememek için — aldatmanın mihrabı üzerinde ikimizi birden kurban etmeye kalkışma.
Preciosa:
— Tanrı saklasın, dedi. Fakat Andres; kıskançlığın sert kılıcının ruhuna bu kadar kolaylıkla saplandığına bakılırsa senin çok yumuşak olduğuna, ümitlerini ve bana olan inancını ince bir kıl ile bağlı bulundurduğuna hükmetmek icap eder. Söyle Andres: eğer bunda bir yapmacık veya herhangi bir aldatma olaydı ben susmaz mıydım, bu delikanlının kim olduğunu saklayamaz mıydım? Ben, sana, iyiliğimi ve iyi niyetimi şüpheye düşürmek fırsatını verecek kadar ahmak mıyım? Başın için sus Andres, ve senin çekinmen gereken bu kimseden nereye gittiğini ve ne için geldiğini yarın sabah anlamaya çalış. Onun söylediğim kimse olduğu hakkındaki şüphemde ne kadar yanılmıyorsam senin şüphenin de aldanmış olması pek mümkündür. Daha fazla memnun olman için de, mademki seni memnun edecek dereceye vardım, bu delikanlıyı, ne suretle ve ne maksatla gelmiş olursa olsun derhal gönder ve gitmesini temin et. Kabilemiz içinde sana herkes itaat ettiği için, sen istemedikten sonra o delikanlıya rançosunda yer verecek kimse bulunmayacaktır; eğer bu böyle olmazsa, ben ranço'mdan çıkmamaya, ne onun gözüne, ne de beni görmelerini istemediğin kimselerin gözüne görünmemeye söz veririm. Bak, Andres, seni kıskanç görmek gücüme gitmiyor, fakat seni akılsız görürsem çok müteessir olurum.
Andres:
— Kıskançlığın acı ve sert şüphesinin nereye vardığını ve neler çektirdiğini anlatmak için sen beni deli görmedikçe, Preciosa, herhangi
başka bir tezahür ya az olacak veya hiç olmayacaktır. Bütün bununla beraber bana ne emredersen onu yapacağım ve mümkünse, bu senyor paje- şairin istediğinin ne olduğunu, nereye gittiğini ve ne aradığını öğreneceğim. Boş bulunup göstereceği bir ipucundan beni içine düşürmek istediğinden korktuğum tuzağı belki meydana çıkarmak imkânını elde ederim.
Preciosa:
— Kıskançlık, hâdiseleri oldukları gibi görmek için anlama kudretini, zannıma göre, hiçbir vakit serbest bırakmaz, dedi; kıskançlar daima, küçük şeyleri büyük, cüceleri dev ve şüpheleri hakikat yapan bir dürbünle ortalığa bakarlar. Senin başın ve benim başım için Andres, gerek bu meselede gerek ikimizi ilgilendiren her işte ihtiyat ve basiretle hareket et.
Böyle yaparsan bana namuskârlık, iffet ve son derecede doğruluk mükâfatını vermen lâzım geleceğinden eminim.
Bunun üzerine Preciosa, Andres'ten ayrıldı. Erkek, ruhu çalkantı içinde ve birbirine zıt binlerce hayalle dolu olarak, yaralının itirafını elde etmek için sabah olmasını bekledi. Paje'nin oraya ancak Preciosa'nın güzelliğinin vurgunu olarak gelmiş olmasından başka hiçbir şeye inanamıyordu. Çünkü hırsız olan kimse, herkesin kendisi gibi olduğunu düşünür, öbür taraftan, Preciosa'nın ona vermiş olduğu memnunluk o kadar kuvvetli görünüyordu ki, kendisini, emin olarak yaşamaya ve bütün saadetini onun elleri içine bırakmaya mecbur kılıyordu.
Gün doğunca hastayı ziyaret etti. Adının ne olduğunu, nereye gittiğini, nasıl olup da bu kadar geç vakitte ve yolundan bu kadar ayrılarak seyahat ettiğini sordu; tabiî bunu yapmadan evvel nasıl olduğunu, ısırıkların acı verip vermediklerini sordu.
Buna karşılık delikanlı, yola koyulabilecek kadar iyi olduğunu, acı duymadığını söyledi.
Adını ve nereye gittiğini söylemeye gelince, Alonso Hurtado adını taşıdığından, bir iş için "Nuestra Senyora de la Penya de Francia'ya58 gittiğinden, çabuk varmak için geceleyin de yolculuk ettiğinden, dün gece yolunu kaybettiğinden ve kazara çadırlı kamplarına düştüğünden ve burasını koruyan köpeklerin kendisini bu hale soktuklarından başka bir şey söylemedi.
Bu beyanat Andres'e doğru değil, bilâkis çok uydurma göründü, şüpheleri yeniden ruhunu tırmalamaya başladığından, ona şunları söyledi:
— Bana bakın kardeş; ben hâkim olsaydım ve siz de herhangi bir suç için benim kaza salâhiyetim içine düşseydiniz ve bu yüzden size sormuş olduğum sorguların yapılması lâzım gelseydi, vermiş olduğunuz cevaplardan dolayı beni ipleri sıkmaya59 mecbur ederdiniz. Ben kim olduğunuzu, isminizi ve nereye gittiğinizi bilmek istemiyorum; ancak size haber vereyim ki bu seyahatiniz esnasında yalan söylemek işinize geliyorsa, hakikate daha çok yaklaşacak surette yalan söyleyin. "Penya de Francia"ya gittiğinizi söylüyorsunuz, fakat orasını şimdi bulunduğumuz yerden otuz fersahtan fazla bir mesafe ile arkada ve sağ tarafta bırakıyorsunuz; çabuk varmak için gece yürüyorsunuz, yolları değil, patikaları bile olmayan ormanlara, meşe korularına girmek için, yolunuzdan dışarı çıkıyorsunuz. Dostum, kalkın, yalan söylemeyi öğrenin ve selâmetle gidin: size verdiğim bu iyi öğüt için bana bir hakikat söylemeyecek misiniz? Mademki yalan söylemesini bu kadar fena beceriyorsunuz o halde hakikati söyleyiverin. Korte'de birkaç kere görmüş olduğum, yarı paje yarı kabalyero ve büyük şair şöhretini haiz olan ve son günlerde Madrid'de bulunup hayret verici bir güzelliği olduğu söylenen bir çingene kızına bir romans ve bir sone yazan zat acaba siz misiniz? Bana söyleyin; size çingene kabalyero'su şerefine söz veriyorum ki sırrı size uygun düşecek surette muhafaza edeceğim. Sizin söylediğim kimse olduğunuz hakkındaki hakikati benden saklamak hiçbir şeye yaramaz. Çünkü burada gördüğüm yüz Madrid'de görmüş olduğum yüzdür. Hiç şüphesiz; zekânızın büyük şöhreti size birçok defalar, nadir ve meşhur bir adama bakıldığı gibi bakmamı gerektirmiştir. Şimdiki kıyafetiniz o zamanki kıyafetinizden farklı olmakla beraber yüzünüz hafızamda kalmış olduğundan sizi tanıdım. Telâş etmeyin; kendinize cesaret verin. Bir hırsızlar yatağına değil, fakat sizi herkese karşı müdafaa edebilecek bir sığınağa geldiğinizi düşününüz. Bakın; ben bir şey düşünüyorum ve düşündüğüm gibiyse, bana rasgelmekle iyi talihinize tesadüf etmiş oluyorsunuz; düşündüğüm şudur: kendisi için beyitler yaptığınız şu güzel çingenecik Preciosa'ya âşık olarak onu aramaya geldiniz. Ben bundan dolayı size daha az değil, fakat daha çok saygı göstereceğim. Çingene olmakla beraber tecrübe bana, aşkın kadir kudretinin nereye kadar uzandığını ve kendi kazası ve emri altına aldığı kimselere ne istihaleler geçirttiğini göstermiştir. Bu böyle ise ki şüphesiz böyle olduğunu zannediyorum, işte çingenecik buradadır.
Isırılmış genç:
— Evet buradadır, bu gece onu gördüm, dedi. — Bu söz üzerine Andres, şüphelerinin kuvvetlendiğini görerek, ölü gibi kaldı. — Bu gece onu gördüm; bununla beraber kim olduğumu kendisine söylemeye cesaret edemedim, çünkü işime gelmiyordu, dedi.
Andres: — O halde siz söylediğim şairsiniz, dedi. Genç adam: — Evet, oyum, dedi. Bunu ne inkâr edebilirim, ne de inkâr etmek
isterim: ormanlarda sadakatin ve dağlarda iyi kabulün var olduğu doğru ise, mahvolduğumu zannettiğim yerde selâmete çıkmam mümkündür.
Andres:
— Şüphesiz ki vardır, dedi. Biz çingeneler arasında da dünyanın en büyük sırrı muhafaza edilir. Bu itimatla, senyor, bana kalbinizdekini dökebilirsiniz, benim kalbimde de, hiç ikiyüzlülük olmadan, gördüğünüzü bulacaksınız. Çingene kız benim akrabamdır, kendisini ne yapmak istersem o, ona tâbidir: onu karınız olarak almak istiyorsanız, ben ve bütün akrabaları bundan memnun kalırız; dostunuz olmasını istiyorsanız, paranız olmak şartıyla, size karşı hiçbir suretle nazlanmayız, çünkü para hırsı ranço'larımızdan hiçbir vakit çıkmaz.
Delikanlı:
— Param var, dedi. Belime sarılı taşıdığım bu gömleğin kolları içinde dört yüz altın eskudo var.
Bu kadar para taşımakla sevgilisini fethetmek veya satın almaktan başka gayesi olmadığını gören Andres için bu, öldürücü başka bir darbe oldu. Şaşkın bir dille:
— İyi bir paradır bu, dedi. Sizin kim olduğunuzu meydana çıkarmaktan ve işe el koymaktan başka bir şey kalmıyor; ancak hiç de aptal olmayan kızın sizin olması ne derece işine gelir, burası onun bileceği şeydir.
Bu sırada öteki delikanlı:
— Oh, dostum! dedi. Bilmenizi isterim ki bana kıyafet değiştirtmiş olan kuvvet, sizin dediğiniz gibi, ne aşk kuvveti, ne de Preciosa için duyduğum arzudur.
Akrabanızın güzelliğinin görmüş olduklarımın hepsine üstün olduğunu itiraf etmekle beraber Madrid'de en güzel çingene kadınlar kadar ve onlardan daha iyi gönüller çalmasını ve ruhlar sarmasını bilen güzel kadınlar yok değildir. Beni bu kıyafette bulunduran, yaya yürüten ve köpekler tarafından ısırılmış durumda tutan şey aşk değil, fakat felâketimdir.
Delikanlı bu sözleri söyledikçe Andres, kendisinin tahayyül ettiğinden başka bir hedefe doğru yürüdüklerini görerek, kendine gelmeye başlamıştı ve içinde bulunduğu karışıklıktan çıkmayı arzu ettiğinden karşısındakine, kim olduğunu açığa vurabileceği güvenini kuvvetlendirmeye çalıştı.
Delikanlı sözüne şu suretle devam etti:
— Ben Madrid'de bir asilzadenin evinde bulunuyordum. Ona efendim gibi değil, fakat bir akrabam sıfatıyla hizmet ediyordum. Asilzadenin yegâne vârisi bir oğlu vardı ki bu, gerek kendisiyle akraba olmamızdan, gerek aynı yaşta ve durumda bulunmamızdan dolayı bana büyük bir teklifsizlik ve dostlukla muamele ediyordu. Günün birinde kabalyero, asilzade bir kıza âşık oldu. İsteği, kendisini daha yüksek durumlu bir kızla evlendirmeyi dileyen ana ve babasının isteğine iyi bir oğul sıfatıyla tâbi olmasaydı, kızı kendi karısı yapmaktan büyük saadet duyacaktı. Bütün buna rağmen, genç delikanlı, arzularını dilleriyle açığa vurabilecek bütün gözlerden gizli olarak, genç kıza kur yapıyordu; yalnız benim gözlerim delikanlımın niyet ve tasavvurlarına şahitti.
Şimdi size anlatacağım vaka için talihsizliğin seçmiş olması icap eden bir gece ikimiz, adı geçen senyoranın kapısından ve sokağından geçerken, uzun boylu görünen iki kişinin orada arkalarını kapıya vermiş olarak durduklarını gördük. Akrabam onları tanımak istedi ve kendilerine doğru yürümeye başlamıştı ki bunlar büyük bir çeviklikle ellerini kılıçlarına ve iki kalkana götürdüler, bize doğru geldiler. Biz de aynı şeyi yaptık ve eşit silâhlarla mücadeleye koyulduk. Çatışma az sürdü, çünkü iki rakibimizin hayattı çok sürmedi. Akrabamın kıskançlığının rehberlik ettiği iki kılıç darbesi ve benim müdafaam — garip ve pek az defalar görülmüş bir hal — onların mahvına sebep oldu. İstemediğimiz kavgadan muzaffer çıkan; bizler eve döndük ve gizlice, alabildiğimiz bütün parayı alarak San Jeromino'ya60 kaçtık, orada hâdisenin; meydana çıkması ve katillerin kim oldukları etrafındaki ihtimallerin yürütülmesi gününü bekledik. Bizden hiçbir iz
olmadığını öğrendik. Tedbirli rahipler bize eve dönmemizi ve yokluğumuzla aleyhimizde hiçbir şüphe uyandırmamamızı nasihat ettiler. Bu öğütlerini tutmaya karar vermiştik ki başkent belediye reislerinin61 kızın anasını babasını ve kendisini evlerinde tevkif ettiklerini; ifadesini aldıkları hizmetçiler arasında, senyoranın kadın hizmetçilerinden birinin hanımının penceresi altından benim akrabamın gece gündüz nasıl geçtiğini söylediğini; bunun üzerine bizi aramaya geldiklerini, fakat bizi bulacakları yerde kaçtığımızın birçok izlerine rastlamaları sonunda bütün Korte'de o iki kabalyero'nun — öldürülenler kabalyero, hem de en önemlilerinden idiler — katillerinin bizim olduğumuzun anlaşıldığını haber verdiler. Manastırda on beş gün saklı kaldıktan sonra akrabam kontun ve rahiplerin öğüdü üzerine, arkadaşım rahip kıyafetine girdi ve başka bir rahiple İtalya’ya, oradan da, işin ne şekil alacağı anlaşılıncaya kadar, Flandres'a geçmek üzere Aragon'a gitti. Ben ise bahtımızın aynı hezimetten geçmemesi için kaderlerimizi bölmek ve ayırmak istedim; arkadaşımın yolundan ayrı bir yol tuttum ve rahip çömezi elbisesiyle, yaya olarak, başka bir rahiple beraber yola çıktık. O beni Talavera'da bıraktı. Oradan buraya kadar yalnız olarak ve yolun dışından geldim. Bu gece bu meşelik içine vardığım zaman başıma gördüğünüz şey geldi. "Penya de Francia" yolundan bahsetmiş olmam, sorulan şeye bir cevap vermek içindi; hakikatte ise Penya de Francia'nın, Salamanka'nın daha yukarısında bulunduğunu bilmekten başka, hangi tarafa düştüğünü bilmem.
Andres:
— Evet öyledir, cevabını verdi. Onu sağ kolda buradan aşağı yukarı yirmi fersah ötede bıraktınız. Oraya gidiyor idiyseniz aldığınız yolun ne kadar doğru olduğunu görüyorsunuz ya...
Delikanlı cevap verdi:
— Benim gitmeyi düşündüğüm yer Sevilla (Sevilya) dır. Orada, akrabam kontun yakın dostu olan Ceneviz'li bir kabalyero tanıyorum. Cenova'ya büyük miktarda gümüş sevkiyatı yapar. Gümüşü nakledenlerle beraber, onlardan biriymişim gibi, beni de göndermesini istemek niyetindeyim. Bu hile sayesinde emniyette Cartagena (Kartahena) ya, oradan da İtalya'ya gedebileceğim. Çünkü bu gümüşü yüklemek üzere pek yakında iki galera62 (kadırga) gelmek üzeredir.
İşte, iyi dostum, benim hikâyem; bunun bulanık aşk işlerinden ziyade sırf bir felâketten doğduğunu söyleyebilip söyleyemediğime siz hükmedin. Bununla beraber bu çingene senyorlar beni beraberlerinde Sevilya'ya kadar — şayet oraya gidiyorlarsa — götürmek isterlerse bunun bedelini çok iyi öderim; onların yanında daha emin ve korkusuz gideceğimi anlıyorum.
Andres:
— Evet, beraberlerinde götürecekler, dedi. Bizim kafilemizle olmazsa, çünkü Endülüs'e gidilip gidilmeyeceğini henüz bilmiyorum, iki güne kadar tesadüf edeceğimizi zannettiğim başka bir çingene kafilesiyle gidersiniz, üstünüzdeki paradan onlara bir miktarını vermekle de daha büyük imkânsızlıkları kolaylaştırmış olursunuz.
Andres yaralıdan ayrılıp çingenelerin yanına geldi, onlara, delikanlının kendisine söylediklerini, iyi bir ücret ve mükâfat karşılığında kendilerinden ne istediğini anlattı. Herkes delikanlının kafilede kalması fikrini bildirdi. Yalnız Preciosa aksi mütalâada bulundu; büyükanne de Sevilya'da çok iyi tanınmış olan Triguillos adındaki bir takkeciye birkaç sene evvel oynamış olduğu bir oyundan dolayı bu şehrin civarına gidemeyeceğini söyledi.
İhtiyar çingene kadın takkeciyi, boğazına kadar, su dolu bir fıçıya çırılçıplak sokturmuş, başına servi dallarından bir çelenk geçirtmiş. Evinin bir yanında bulunduğuna inandırdığı büyük bir hazineyi kazıp çıkarması için saat geceyarısını çalınca fıçıdan çıkmasını söylemiş. İhtiyar kadının anlattığına göre, saf takkeci sabah duası çanının çalındığını doyunca, fırsatı kaçırmamak için, fıçıdan o kadar acele ile çıkmak istemiş ki, fıçıyla beraber yere yuvarlanmış. Düşmesi ve çırpınması arasında etlerini acıtmış, su etrafa yayılmış, kendisi de suda yüzerek "boğuluyorum!" diye bağırmaya başlamış. Karısı ve komşuları ellerinde ışıklarla koşuşmuşlar ve onu soluyarak, karnını yere sürterek, kollarını ve bacaklarını büyük bir hızla oynatarak yüzme hareketleri yaparken bulmuşlar. Aynı zamanda yüksek sesle: "İmdat, senyorlar, boğuluyorum!" diye avaz avaz bağırıyormuş. O kadar korkmuştu ki gerçekten boğulduğunu sanmıştı. Onu kolundan yakalayıp tehlikeden kurtardılar. Adamcağız kendine geldi ve çingene kadının oyununu anlattı.
Bütün bunlara ve herkesin ona bunun benim bir oyunum olduğunu söylemesine rağmen evinde işaret edilen yeri bir adam boyundan fazla kazdı. Bir komşusu, kendi evinin temellerine dayanmaya başladığı için
mâni olmasaydı da onu istediği kadar kazmakta kendi haline bıraksalardı iki evi de çökertecekti.
Vaka bütün şehirde duyuldu. Çocuklara varıncaya kadar onu parmakla gösteriyorlar, safdilliğini ve benim oyunumu anlatıyorlardı.
İhtiyar çingene kadın bunu anlattı ve Sevilya'ya gitmemek için bahane etti.
Delikanlının üzerinde çok para taşıdığını Andres kabalyerodan öğrenmiş olan çingeneler onu kolaylıkla yanlarına kabul ve istediği zamana kadar kendisini yanlarında muhafaza etmeyi ve saklamayı teklif ettiler.
Yollarını sola kırmaya ve böylece Mança eyaletine, Murcia krallığına girmeye karar verdiler. Delikanlıyı çağırdılar, onun için ne yapmaya karar verdiklerini anlattılar. Delikanlı teşekkür etti ve aralarında paylaşmaları için onlara yüz altın eskudo verdi. Bu hediye ile çingeneler samur kürkten daha yumuşak bir hale geldiler. Yalnız Preciosa, Don Sanço'nun — delikanlı adının bu olduğunu söyledi, fakat çingeneler bunu Klemente adına çevirdiler ve ondan sonra da kendisini bu adla çağırdılar — kalmasından memnun değildi. Andres'in de biraz canı sıkılmıştı ve Klemente'nin kalmasından pek memnun görünmüyordu. İlk tasavvurlarından pek esaslı olmayan sebeplerle vazgeçtiğini zannediyordu. Fakat Klemente, sanki Andres'in düşündüğünü okuyormuş gibi, Murcia krallığına gitmekten, Kartahena'ya yakın bulunduğu için, sevinç duyduğunu ve oraya kadırgalar gelirse — kendisi bunların gelmeleri gerektiğini düşünüyordu — İtalya’ya kolaylıkla geçebileceğini söyledi.
Sonunda, Klemente'yi daha çok göz önünde bulundurmak, yaptıklarını görmek ve keşfedebilmek maksadıyla Andres, Klemente'nin kendi arkadaşı olmasını istedi. Klemente bu dostluğu kendisine yapılan büyük bir lütufkârlık saydı.
Daima beraber gidiyorlardı; çok para harcıyorlar, etrafa eskudolar yağdırıyorlar ve çingenelerin herhangi birisinden daha iyi koşuyorlar, atlıyorlar, dans ediyorlar ve demir atıyorlardı. Çingene kadınlar tarafından oldukça seviliyorlar, çingene erkeklerden son derece saygı görüyorlardı.
O esnada Ehtremadura'dan ayrılarak Mança eyaletine girdiler ve yavaş yavaş Murcia krallığına doğru yürüdüler. Geçtikleri bütün köy ve kasabalarda "pelota", eskrim, koşu, atlama, cirit atma müsabakaları ve başka kuvvet, maharet ve çeviklik müsabakaları vardı. Yukarda yalnız
Andres için söylendiği üzere, bütün bu yarışlardan Andres ve Klemente galip çıkıyorlardı. Bir buçuk aydan fazla süren bütün bu müddet zarfında Klemente Preciosa ile ne konuşmak fırsatını buldu, ne de böyle bir fırsat kolladı. Ancak, Andres'in Preciosa ile beraber bulunduğu bir gün Klemente lâkırdıya karıştı; çünkü onu çağırmışlardı, Preciosa kendisine şöyle dedi:
— Aramıza geldiğin zaman bir bakışta seni tanıdım, Klemente, ve Madrid'de bana verdiğin mısralar aklıma geldi; fakat bizim çadırlarımıza ne maksatla geldiğini bilmediğim için hiçbir şey söylemek istemedim. Felâketini öğrenince müteessir oldum, fakat dünyada Andres'lere değişen Don Huan'lar olduğu gibi, başka adlara çevrilen Don Sanço'lar da olduğunu düşünerek heyecan içinde bulunan kalbim müsterih oldu. Seninle böyle konuşuyorum, çünkü Andres, kim, ne maksatla çingene olduğu hakkında sana izahat verdiğini bana söyledi — hakikat de böyleydi: Andres fikir alışverişinde bulunabilmek için Klemente'ye bütün başından geçeni anlatmıştı. — Seni tanımış olmamın sana az faydalı olduğunu zannetme; burada bana karşı doyulan saygı ve senin için söylediklerim senin aramıza, alınmanı kolaylaştırdı; aramızda sana, isteyeceğin bütün iyilikleri vermesini Tanrıdan dilerim. Bu iyi dileğime karşılık senden şunu isterim: Andres'in vermiş bulunduğu kararın kötü olduğunu söyleyerek onu alçaltmayacak ve bu halinde ısrar etmenin ona yakışmadığını söylemeyeceksin. Onun isteğinin benimkinin kilitleri altında olduğunu sanmakla beraber pişmanlık alâmetleri görürsen — bu alâmetler küçük de olsa — gösterdiğini görmekten müteessir olurum.
Buna Klemente, cevap verdi:
— Biricik Preciosa, zannetme ki Don Huan kim olduğunu söz olsun diye bana söylemiştir. Onu ilkönce ben tanıdım, ve kararlarını gözlerinden okudum; kim olduğunu ilk önce ona ben söyledim, ve senin şimdi işaret ettiğin gibi onun isteğinin hapiste olduğunu da önceden keşfettim; o, bana gösterilmesi doğru olan itimadı göstererek, benim sırrımı kendi sırrı yaptı; onun kararını ve intihabını beğenip beğenmediğime de kendisi şahittir. Ey Preciosa, ben güzellik kuvvetlerinin nereye kadar uzandıklarını bilmeyecek kadar kısa akıllı değilim; en büyük güzellik hudutlarını aşan güzelliğin — bu kadar zorlu sebeplerle yapılan şeylere hata demek doğru ise — en büyük hataları affettirmeye kâfidir. Benim lehimde söylediklerinden dolayı sana teşekkür ederim, senyora; ben bunu sana, bu âşıkane entrikaların mesut bir
sona ermelerini ve senin Andres'ten, Andres'in de Preciosa’sından ana ve babasının rızası ve hoşnutluğuyla — zevk almanızı ve bu güzel birleşmeden iyi niyetli tabiatın verebildiği en güzel filizleri dünyada görebilmemizi dilemek suretiyle ödediğimi zannediyorum. Benim dileğim budur, Preciosa; senin Andres'ine her zaman diyeceğim şey de bu olacaktır; yoksa, onu, tam yerince olan düşüncelerinden vazgeçirecek başka bir şey değil...
Bu sözleri Klemente öyle bir muhabbetle söylemişti ki bunları bir sevdalı gibi mi, yoksa nezaketen mi söylediği hakkında Andres tereddüt ve şüpheye düşmüştü. Cehennemi kıskançlık hastalığı o kadar naziktir ki sanki güneşin zerrelerine yapışıp kalır ve sevgiliye dokunan her şeyden âşık üzülür ve ümitsizliğe düşer. Ancak, bütün bunlara rağmen Andres kıskançlığının esassız olduğunu gördü. Bunda kendi talihinden ziyade Preciosa'nın iyiliğine güveniyordu. Çünkü âşıklar arzu ettiklerine kavuşamadıkları müddetçe kendilerini daima bedbaht sayarlar. Nihayet, Andres ile Klemente arkadaş ve büyük dost idiler. Klemente'nin iyi niyeti, Preciosa'nın akıllılığı ve basireti Andres'i temin ediyordu. Preciosa ise Andres'in kıskançlığına hiçbir vesile vermiyordu.
Klemente, Preciosa'ya vermiş olduğu şiirlerde de göstermiş olduğu üzere, bir şair ruhuna sahipti; Andres de biraz şiirden anlıyordu. İkisi de musikiyi seviyorlardı.
Çingenelerin çadırları Murcia'dan dört fersah ötedeki bir vadide kurulmuş bulunuyordu. Bir gece, vakit geçirmek üzere, Andres bir mantar ağacının, Klemente de bir meşe ağacının dibinde oturmuştu, her ikisinde de birer kitara vardı; gecenin sessizliğinin davetiyle, Andres'le Klemente karşılıklı, şu beyitleri okudular.
Andres
Bu soğuk gecenin, gökyüzünü güzel ışıklarla, süsleyerek gün ile yarıştığı yıldızlı örtüye bak Klemente; ilâhî istidadın ulaşabiliyorsa bu benzeyişe, bu kadar güzel bir yüz tasavvur et.
Klemente
Bu kadar güzelliğin ve kıymetli iffetin en büyük iyilikle birleştiği yüzü: ilâhî, yüksek, nadir, vakarlı ve garip olmayan
insani hiçbir deha edemez meth-ü sena.
Andres
Yüksek, nadir, vakarlı, garip ve hiç kullanılmamış bir üslûpla dünyada tatlı ve eşsiz bir yoldan gökyüzüne yükselen adını — ah, Çingene kız! — isterim ki şöhret: korku, dehşet ve hayret saçarak semanın sekizinci katına kadar eriştirsin.
Klemente
Güzel ve doğru olur semanın sekizinci katına dek erişmesi, adının sesi göklerde duyulunca oralara zevk versin; tatlı adın yeryüzüne aksedince kulaklarda musiki, ruhlarda sükûnet, duygularda şan olsun.
Andres
Ruhlarda sükûnet, duygularda şan duyulur
bu füsunlu kadın, şarkı söylediği zaman büyüler ve uyutur en akıllı erkekleri; benim Preciosam öyledir ki güzel olmak en azdır özendiği. O, bana tatlı armağandır, zarafetin tacı, şetaretin şerefidir.
Klemente
Zarafetin tacı, şetaretin şerefisin güzel çingene kız, sabahın serinliği, yanan yazın tatlı rüzgârısın;
bir şuasın ki onunla kör aşk çevirir ateşe en soğuk gönlü; öyle bir kuvvetsin ki sen rehavetle öldürürsün ve verirsin zevki. İkisinin sesini dinlemiş olan Preciosa'nın sesi arkadan duyulmamış
olsaydı, ne hür adam, ne de tutsak beyitlerini bu kadarla bitireceğe benzemiyordu. Onu işitmek kendilerini durdurdu. Hiç kıpırdamaksızın, hayret verici bir dikkatle dinlediler. Preciosa (okuduğu beyitleri irticalen mi söylüyordu, yoksa onları bir zamanlar kendisi için mi yazmışlardı, bilmiyorum) son derecede bir letafetle ve sanki onlara bir cevap vermek için yapılmışlarmış gibi, aşağıdaki beyitleri okudu:
— Aşkımı beslediğim bu âşıkane macerada, güzellikten çok iffeti daha büyük baht sayarım. Nebatın en mütevazı tutunca yüz yükselmeye, zarafeti, tabiatı
çeker onu gökyüzüne. Bu alçakgönüllü benliğimin
olunca iffet minesi, iyi dilek eksik olmaz, fazla gelen servet olmaz. Beni sevmemek saymamak yaratmaz bende bir acı, çünkü düşünürüm kendim iyi talihimi yaratmayı. Gönlüm istediğini yapsın, doğru yol bana açık olsun; sonra yapsın, karar versin gökyüzü istediğini. Güzelliğin bilmiyorum, yükseklere özenecek kadar beni mağrur yapacak bir imtiyazı var mıdır Ruhlar müsavi iseler, bir işçininki de yararlığı bakımından şahane olanlarla eşittir. Benim ruhumdan duyduklarım rütbemin yüksek olduğudur, çünkü bir tahtta oturmaz aşk ile kralın haşmeti. Burada Preciosa şarkısını kesti; Andres ve Klemente onu karşılamaya
kalktılar. Üçü arasında geçen muhakemeli konuşmada Preciosa kendi sözleriyle kibarlığını, namuskârlığını ve akıllılığını gösterdi; öyle ki Andres'in kararı Klemente'nin indinde bir özür buldu; çünkü o zamana kadar, onun atılgan kararını akıllılığından çok gençliğine hamlederek, böyle bir özür bulmamıştı.
O sabah çadırlar kaldırılarak Murcia eyaleti içinde, bu eyaletin merkezi olan aynı addaki şehirden üç fersah mesafede bulunan başka bir yere kuruldu. Burada Andres'in başına gelen bir felâket az kalsın onun hayatına mal oluyordu; şöyle ki: o yerde, âdetleri üzere, kefalet olarak bazı gümüş vazolar ve eşya verdikten sonra Preciosa, büyükannesi, Kristina, iki çingene
kız, Klemente ve Andres'le beraber zengin bir dul kadının misafirhanesine indiler. Bu kadının on altı veya on sekiz yaşında, güzelden ziyade oynak olan, Huana Karduça isimli bir kızı vardı. Bu kız çingene kadınların ve erkeklerin oynadığını görünce, şeytana uyarak, Andres'e o kadar şiddetle âşık oldu ki bunu kendisine söylemeye ve o razı olursa bütün akrabalarının hoşuna gitmeyeceğine bakmayarak onunla evlenmeye karar verdi; böylece, onunla konuşmak fırsatını tasarlayarak Andres'i, iki eşek istemek için girdiği avluda buldu. Ona yaklaştı, görmesinler diye çabuk çabuk şunları söyledi:
— Andres — ismini öğrenmiş bulunuyordu — ben genç kızım ve zenginim; annemin benden başka çocuğu yoktur, bu misafirhane onundur, bundan başka birçok bağları, iki de evi vardır. Sen hoşuma gittin: beni karı olarak almak istersen karar senindir. Bana çabuk cevap ver, akıllı isen kal, nasıl bir hayat süreceğimizi göreceksin...
Andres, Karduça'nın bu teklifinden hayrette kaldı, ona, istediği çabuklukla cevap verdi:
— Hanım kız, ben evlenmek için sözlü bulunuyorum, hem biz çingeneler ancak çingene kadınlarla evleniriz. Bana yapmak istediğiniz ve benim lâyık olmadığım lütuftan dolayı Tanrı sizi bağışlasın.
Andres'in bu sert cevabı üzerine Karduça az kaldı ölü olarak yere seriliyordu; avluya başka çingene kadınların girdiğini görmeseydi ona cevap verecekti. Oradan mahcup ve bitkin bir halde çıktı. Elinden gelseydi memnunlukla intikam alacaktı. Akıllı Andres, şeytanın verdiği bu fırsattan, araya mesafe koyarak, uzaklaşmaya karar verdi. Evlilik bağları olmadan da bütün iradesini kendisine teslime hazır olduğunu kızın gözlerinde okumuştu. Böylece, bu düello yerinde kızla yalnız kalmak istemediğinden oradan hemen o gece hareket etmelerini bütün çingenelerden istedi. Kendisine daima itaat eden çingeneler derhal harekete geçerek, o gece kefalet akçelerini de geri aldıktan sonra, oradan uzaklaştılar.
Andres'in gitmesiyle ruhunun yarısının da gittiğini ve arzularının yerine getirilmesi için zaman kalmadığını gören Karduça, iyilikle kalmasını elde edemediği Andres'in zorla kalmasını tasarladı. Fena niyetinin kendisine öğrettiği hile, maharet ve gizlilik ile Andres'e ait olduğunu bildiği eşya arasına kıymetli mercanlar, iki gümüş kupa ve başka ziynetler soktu. Onlar misafirhaneden hemen çıkmıştılar ki Karduça, bu çingenelerin ziynetlerini
çalıp götürdüklerini söyleyerek, bağırmaya başladı. Bu bağırmalar üzerine kasabanın zaptiyeleri ve bütün halkı koşuştu. Çingeneler durdular. Hiçbir şey çalmadıklarına yemin ediyorlar, kabileye ait bütün çuvalları ve denkleri açıp göstermeye razı olduklarını söylüyorlardı. Bundan ihtiyar kadın telâşa düştü; büyük bir ihtimam ve sır ile sakladığı Preciosa'nın bazı ziynetleriyle Andres'in elbiselerinin muayene neticesinde meydana çıkmasından korkuyordu.
Fakat Karduça işin kısasına gitti. Muayene edilen ikinci heybeden sonra, çok iyi dans eden o çingenenin heybesinin hangisi olduğunu sordu. Onu iki defa odasına girdiğini gördüğünü, eşyayı onun götürmüş olmasının mümkün bulunduğunu söyledi. Bunları kendisi için söylediğini anlayan Andres, gülerek şöyle cevap verdi:
— Hanım kız, işte bu eşyam, bu da eşeğimdir: eksiklerinizi bunda veya onda bulursanız, kanunun hırsızlara verdiği cezayı görmekten başka size onların bedelinin yedi mislini ödemeye de hazırım.
Adliye memurları hemen eşek üstündeki eşyanın muayenesine koyuldular, biraz sonra da çalınan şeyleri meydana çıkardılar. Andres bundan o derece korku ve hayret içinde kaldı ki âdeta sert taştan yapılmış sessiz bir heykele dönmüştü.
Karduça bu esnada:
— Şüphelerim doğru değil miymiş? dedi. Bakın bu kadar büyük bir hırsız nasıl saf bir yüz arkasında saklanıyor!
Orada hazır olan belediye reisi Andres'e ve bütün çingenelere, umumi hırsızlar ve yol kesen haydutlar adlarını vererek, küfrü basıyordu. Durgun ve dalgın olan Andres bütün bunlara karşı susuyor ve Karduça'nın hıyanetini bir türlü anlayamıyordu. Bu sırada kendisine, belediye reisinin yeğeni olan, kabadayı kıyafetli bir asker yaklaşarak:
— Çingeneciğin hırsızlıktan ne hale girdiğini görmüyor musunuz? Suçüstü yakalanmış olmakla beraber naz yapacağına ve hırsızlığı inkâr edeceğine bahse girerim. Sizin hepinizi galera'lara atmayana aşkolsun. Bakın hele şu çapkına! Mahalleden mahalleye gidip dans edeceği ve misafirhaneden dağa varmaya kadar her yerde hırsızlık edeceği yerde galera'larda kral hazretlerine hizmet etmesi daha iyi olmaz mı?" Asker şerefi namına bir tokat atayım ki onu ayaklarımın dibine sersin!
Bunu der demez elini kaldırdı ve onu, içinde bulunduğu şaşkınlıktan uyandıran ve kendisinin Andres Kabalyero değil, fakat Don Juan olduğunu hatırlatan bir tokat attı. Andres büyük bir kızgınlıkla ve süratle askere saldırarak kınından kılıcını çekti ve onu vücuduna saplayarak askeri cansız yere serdi.
Halkın bağrışması, amca belediye reisinin gazaba gelmesi, Preciosa'nın bayılması, bu bayılmayı gören Andres'in telâşı, herkesin silâha sarılması ve katile saldırması bir an içinde oldu. Karışıklık çoğaldı, bağrışmalar arttı, baygın Preciosa'nın yardımına koşan Andres kendisini müdafaa etmeyi unuttu. Talihe bakın ki eşya ile beraber kasabadan çıkmış bulunan Klemente bu felâket esnasında orada değildi.
Nihayet Andres üzerine o kadar kimseler çullandı ki, onu tuttular, ellerine iki büyük kelepçe vurdular. Elinde olaydı belediye reisi Andres'i hemen ipe çekmek isteyecekti; fakat onu, salâhiyet bakımından tâbi bulunduğu Murcia hâkimliğine teslim etmeye mecburdu. Andres'i oraya ancak ertesi günü naklettiler. Bu bir gün içinde de Andres, kızgın belediye reisinin, ona tâbi memurların ve ora halkının yaptıkları birçok eziyetlere ve hakaretlere katlandı. Belediye reisi eline geçirebildiği bütün çingene erkek ve kadınları tevkif etti; çingenelerin büyük kısmı ve bunlar arasında, yakalanıp meydana çıkarılmaktan korkan, Klemente kaçmışlardı. Nihayet hâdisenin tahkikatına ait zabıtla beraber büyük bir çingene kafilesi, belediye reisi, kâtipleri ve silahlı birçok kimseler Murcia'ya girdiler. Aralarında Preciosa ve bir katır üstünde, prangaya vurulmuş, elleri kelepçeli, ayaklarına demir gülle takılmış zavallı Andres gidiyordu. Askerin ölümü haberi önceden varmış olduğu için, bütün Murcia mevkufları görmeye çıkmıştı.
Ancak, o gün Preciosa'nın güzelliği o kadar göze çarpıyordu ki ona bakıp da takdis etmeyen kimse yoktu. Güzelliğinin haberi senyora Korrehidora (başhâkimin karısı)nın kulağına erişti. Onu görmek merakıyla kocası Korrehidor (başhâkim) dan, bütün çingenelerin hapse konmasına, fakat bu çingene kızcağızın hapse girmemesine emir vermesini temin etti. Andres'i dar bir hücreye tıktılar. Bu hücrenin karanlığı ve Preciosa'nın ışığının eksikliği ona o kadar dokundu ki oradan ancak mezara gitmek üzere çıkacağını düşündü. Preciosa'yı ve büyükannesini, görmesi için, Korrehidora'nın huzuruna çıkardılar. Preciosa'yı gören kadın:
— Onu güzel diye övmeleri sebepsiz değilmiş, dedi.
Preciosa'yı yanına çağırarak şefkatle kucakladı; ona bakmaya doymuyordu. Büyükannesinden kızın kaç yaşında olduğunu sordu.
Çingene kadın: — Aşağı yukarı iki ay eksik olarak, on beş yaşında, dedi. Senyora Korrehidora: — Talihsiz Konstanza'm da şimdi bu yaşta olacaktı. Aman, dostlar! Bu
kız bana felâketimi hatırlattı, dedi. Bunun üzerine Preciosa Korrehidora'nın ellerini tuttu; onları birçok
defalar öperek gözyaşlarıyla ıslatıyor ve şöyle diyordu: — Hanım efendiciğim, yakalanan çingenenin kabahati yoktur; çünkü onu
tahrik ettiler: ona hırsız: dediler; o hırsız değildir. Yüzüne bir tokat attılar; bu öyle bir yüzdür ki onda ruhunun iyiliği okunabilir. Tanrı aşkına ve başınız için, senyora, ona adaletle hareket edilsin ve senyor Korrehidor, kanunların çarptığı cezayı ona tatbik etmekte acele etmesin. Benim güzelliğim hoşunuza gitmişse bu hoşluğu, mevkufu affettirerek, muhafaza edin. Çünkü benim hayatımın akıbeti onun hayatının akıbetine bağlıdır. Onun benim kocam olması lâzımdır; ancak haklı bazı engeller şimdiye kadar evlenmemizi geciktirmiştir. Sanığın affını elde etmek için para lâzımsa bütün varımızı yoğumuzu mezatta satarız, istediklerinden de fazla veririz. Senyoram, aşkın ne olduğunu biliyorsanız, eğer bir gün âşık olmuşsanız ve şimdi kocanızı seviyorsanız bana acıyın, ben kendi nişanlımı şefkatle, namuslu bir surette seviyorum.
Bütün bunları söylediği müddetçe Korrehidora'nın ellerini bırakmamış, bol bol acı ve acındırıcı gözyaşları dökerek ona dikkatle bakmaktan gözlerini ayırmamıştı. Korrehidora da onun sıkıca ellerinden tutuyor, ona aynı hasretle bakıyor ve onunkinden daha az olmayan gözyaşları döküyordu. Onlar bu durumda iken Korrehidor içeriye girdi, karısıyla Preciosa'yı birbirlerine böyle sarılmış ve ağlar görünce, Preciosa'nın gerek ağlayışından gerek güzelliğinden, hayrette kaldı. Bu duygunun sebebini sordu; Preciosa'nın verdiği cevap, Korrehidora'nın ellerini bırakmak ve Korrehidor'un ayaklarına sarılmak oldu ve şunları söyledi.
— Senyor merhamet, merhamet! Kocam ölürse ben de ölürüm. Onun suçu yoktur; fakat suçlu ise cezayı bana verin, bu da olamazsa onun kurtarılması için gereken vasıtalar tedarik edilinceye ve aranılmaya kadar
hiç olmazsa dâvayı geciktirin. Kötü niyetle günah işlememiş olan kimseye Tanrı inayetinin erişmesi mümkündür.
Korrehidor, çingene kızın bu akıllı sözlerini yeni bir hayret içinde dinlemekteydi. Zaaf alâmetleri göstermekten çekinmese o da gözyaşlarını tutamayacaktı.
Bütün bunlar olup biterken ihtiyar çingene kadın kafasından birçok büyük ve türlü şeyler geçiriyordu. Bu durgunluk ve tahayyülün sonunda dedi ki:
— Biraz beni bekleyin, senyorlarım; hayatıma da mal olsa bu gözyaşlarını gülmeye çevirmeye çalışacağım.
Böylece, söylemiş olduğu sözlerle hazır olanları hayrette bırakarak, hafif bir yürüyüşle olduğu yerden dışarıya çıktı. Geri dönmesini bekledikleri esnada Preciosa gözyaşları dökmekten ve kocasının dâvasını geciktirmeleri için yalvarmaktan yeri durmuyordu. Preciosa'nın maksadı, dâvada bulunabilmesi için Andres'in babasına haber göndertmekti.
İhtiyar çingene kadın koltuğunun altında küçük bir çekmeceyle döndü, Korrehidor'a, karısı ve kendisiyle beraber bir odaya çekilmelerini, kendilerine gizli söyleyecek mühim şeyleri olduğunu bildirdi. Korrehidor, ihtiyar çingene karısının, mevkufun dâvasında yardımı dokunur diye, çingenelerin bazı hırsızlıklarını ifşa edeceğini zannederek, karısıyla ve çingene kadınla derhal odasına çekildi. Çingene kadın ikisi önünde diz çökerek onlara:
— Senyorlar, size vermek istediğim iyi haberler büyük bir günahımın affına lâyık bir müjde olmazlarsa bana vermek isteyeceğiniz cezaya çarpılmak için burada hazırım. Bununla beraber size itirafta bulunmadan önce, senyorlar, bu ziynetleri tanıyıp tanımadığınızı söylemenizi isterim.
Ve Preciosa'nın ziynetlerini taşıyan bir çekmececik çıkararak Korrehidor'un ayakları ucuna koydu. Çekmececiği açan Korrehidor bazı çocuk ziynetleri gördü; fakat bunların neye delâlet edebildiklerini kavrayamadı. Korrehidora da onlara baktı, fakat o da bir şey anlayamadı. Yalnız şunu dedi:
— Bunlar küçük bir kız çocuğunun süsleridir. Çingene kadın: — Orası doğru, dedi; ve bunların hangi mahlûka ait olduklarını şu
katlanmış kâğıt üstündeki yazılar söyler.
Korrehidor aceleyle kâğıdı açtı ve şunları okudu:
"Küçük kızın adı — Donya Konstanza de Azevedo y de Meneses; annesi — Donya Guiomar de Meneses; babası — Kalatrava nişanı taşıyan Kabalyero Don Fernando de Azevedo.
Kızı, bin beş yüz doksan beş senesi "Ascension del Senyor63" günü, sabahın saat sekizinde çaldım. Üzerinde bu çekmecede muhafaza edilen ziynetler vardı."'
Korrehidora kâğıt içindekileri duyar duymaz ziynetleri tanıdı, onları dudaklarına götürdü ve birçok defalar öperek baygın bir halde yere düştü. Kocası, kızı hakkında çingene kadına sual sormadan evvel karısının yanına koştu. Ayılan hanım sordu:
—- Çingene değil de melek olan iyi kadın! Bu ziynetlerin sahibi, yani küçük kız nerededir?
— Nerede mi senyora? cevabını verdi çingene kadın. O, evinizdedir: gözlerinizden yaş akıtmış olan o çingene kızı onların sahibi ve sizin kızınızdır; ben onu Madrid'deki evinizden kâğıtta yazılı gün ve saatte çaldım.
Bunları duyan mustarip anne, terliklerini atarak uçar bir halde, Preciosa'yı bırakmış olduğu salona koştu. Onu, doncella'ları ve hizmetçi kadınlarıyla çevrilmiş olarak fakat daima ağlar bir halde buldu; üzerine atıldı ve hiçbir şey söylemeden hızla göğsünü açtı ve sol memesinin altında, doğduğu zaman mevcut olan, beyaz bir ben'in bulunup bulunmadığına baktı. Zaman ile büyümüş olan bu ben'i buldu. Sonra aynı çabuklukla kızın çoraplarını çıkardı. Kalıpta dökülmüş kardan ve mermerden bir ayak ortaya çıktı. Bu ayakta istediğini buldu. Bu da şu idi: sağ ayağın son iki parmağı küçük bir et parçasıyla birbirine yapışıktı. Kızın küçüklüğünde bu et parçasını, kıza acı vermesin diye, hiçbir vakit kesmek istememişti. Göğüs, parmaklar, ziynetler, kızın kaçırıldığı gün, çingene kadının itirafı ve kızı gördükleri zaman ana ve babanın duyduğu heyecan ve neşe, bütün bunlar Korrehidora'nın ruhunda Preciosa'nın kendi kızı olduğunu ispat etmişlerdi. Böylece, onu kolları içine alarak, Korrehidor'un ve ihtiyar çingene kadının bulunduğu yere döndü.
Kendi üzerinde bu araştırmaların ne için yapıldığını bilmeyen Preciosa, Korrehidora'nın kolunda götürüldüğünü ve onun kendisini yüzlerce defalar öptüğünü görerek, mahcup bir haldeydi. Nihayet Donya Guiomar kıymetli
yüküyle kocasının huzuruna geldi, kızı kendi kollarından kocasınınkilerine geçirerek dedi ki:
— Senyor, kızınız Konstanza'yı kabul ediniz: bunun kızınız olduğunda hiçbir suretle şüphe etmeyin. Birleşik parmakları ve göğüsteki işaretleri gördüm, bundan başka, gözlerim onu gördükleri andan itibaren ruhum bunun böyle olduğunu söylüyor.
Korrehidor Preciosa'yı kolları arasında tutarak:
— Ondan şüphe etmiyorum. Sizin ruhunuzda duyduğunuz şeyleri ben de ruhumda duydum; bundan başka bu kadar şeylerin birbirine uyması mucizeden başka ne olabilir?
Evdekilerin hepsi hayret içinde idiler. Bunun ne demek olduğunu birbirlerine soruyorlardı. Fakat hepsi de hakikatten uzak mütalâalar yürütüyorlardı. Çünkü çingene kızın efendilerinin kızı olduğunu kim düşünebilirdi?
Korrehidor karısına, kızına ve ihtiyar çingene kadına meselenin, kendisi tarafından açıklanmasına kadar, gizli kalmasını istediğini söyledi; aynı zamanda çingene kadına, canı sayılan kızını çalmış olmakla kendisine yaptığı fenalığa rağmen onu affettiğini söyledi. Çünkü onu kendisine geri vermiş olmasının mükâfatı daha büyük müjdelere lâyıktı. Müteessir olduğu bir şey var idiyse, o da, Preciosa'nın kim olduğunu bildiği halde onu bir çingene, üstelik de, bir hırsız ve katil ile evlendirmiş olmasıydı.
Buna Preciosa:
— Ah, dedi. Benim senyor'um, o, adam öldürmüş olmakla beraber ne çingene ne de hırsızdır. Şeref ve haysiyetine dokunmuş olan bir kimseyi öldürmüştür. Esasen kim olduğunu göstermekten ve onu öldürmekten başka şey de yapamazdı.
Donya Guiomar: — Nasıl kızım, o çingene değil mi? dedi. O zaman ihtiyar çingene kadın Andres Kabalyero'nun kısaca hikâyesini
anlattı. Onun Santiyago nişanını taşıyan Kabalyero don Francisko de Karkamon'un oğlu, adının da Don Huan de Karkamon olduğunu ve aynı sınıftan Kabalyero bulunduğunu, çingene kıyafetiyle değiştirdiği elbiselerinin kendisinde olduğunu söyledi. Aynı zamanda evlenmek veya evlenmemek için iki senelik bir tecrübe geçirmek hususunda Preciosa ile Don Huan arasında yapılan anlaşmayı da anlattı; ikisinin namusluluğunu ve
Don Huan’ın hoşa giden durumunu belirtti. Korrehidor'la karısı, bundan, kızlarının bulunması kadar memnun kaldılar. Korrehidor, çingene kadını, Don Huan’ın elbiselerini getirmeye gönderdi. Kadın gitti ve elbiseleri taşıyan başka bir erkek çingene ile döndü.
Kadın gidip dönünceye kadar anası ve babası Preciosa'ya yüz binlerce sual soruyorlardı. Bunlara o kadar zekice ve letafetle cevap veriyordu ki, kızları olduğunu bilmeselerdi bile, bundan dolayı kendisini seveceklerdi. Don Huan'a karşı sevgisi olup olmadığını, sordular. Uğrunda çingene olmaya tenezzül etmiş bir kimseye karşı duyduğu minnettarlığın gerektirdiğinden fazla bir sevgisi olmadığını, ancak bu minnettarlığın ana ve babasının isteğinden daha ileriye gitmeyeceğini cevaben söyledi.
Babası:
— Sus kızım Preciosa; (senin kayboluşunun ve bulunuşunun hâtırası olarak bu Preciosa adının sende kalmasını isterim) seni, mensup olduğun ailenin şerefine uygun hareket edeceğin bir duruma koymayı, baban sıfatıyla, ben üzerime alıyorum.
Bunu işitince Preciosa içini çekti. Halden anlayan annesi kızının bu içini çekişinin Don Huan'a olan aşkından ileri geldiğini anladı ve kocasına:
— Senyor, mademki Don Huan, Don Juan de Korkamo o kadar yüksek bir ailedendir ve kızımızı o kadar seviyor, onu kendisine vermek bizim için fena olmayacak, dedi.
Kocası cevap verdi:
— Onu henüz bugün bulduk, böyle çabuk kaybetmemizi mi istiyorsun? Bir müddet huzurundan zevk alalım. Onu evlendirince o bizim değil kocasının olacaktır.
Karısı:
— Hakkınız var senyor, dedi. Fakat dar bir hücrede mahpus olması gereken Don Huan'ın çıkarılması için emir verin.
Preciosa:
— Evet, dar bir hücrede olacak; çünkü bir hırsıza, bir katile, hele bir çingeneye daha iyi bir oda verilmez, dedi.
Korrehidor cevaben:
— İfadesini almak bahanesiyle onu gidip görmek isterim. Size yeniden tembih edeyim ki, senyora, ben bilinmesini istediğim ana kadar bu
macerayı kimse bilmeyecek, dedi. Preciosa'yı kucaklayarak hemen hapishaneye gitti. Huan'ın bulunduğu
hücreye girdi ve yanında başka birisinin girmesini istemedi. Onu iki ayağı bir kütüğe bağlanmış, ellerine kelepçe vurulmuş buldu. Üzerinden prangayı henüz almamışlardı. Oda karanlıktı. Fakat Korrehidor, aydınlık girmesi için yukardan bir delik açtırdı. Buradan çok hafif bir ışık giriyordu; Korrehidor Andres'i görünce şöyle dedi:
— Nasılsın bakayım ip kaçkını. Neron'un Roma’ya bir vuruşla yapmak istediği şeyi, ben de İspanya'daki bütün çingeneleri yulara vurup onların tek bir günde işlerini bitirebilsem! Seni külhani hırsız, bil ki ben bu şehrin Korrehidor'uyum ve içinizde bulunan bir çingene kızının senin karın olduğunun doğru olup olmadığını senden öğrenmeye geliyorum.
Bunu işiten Andres, Korrehidor'un Preciosa'ya âşık olduğunu sandı. Çünkü kıskançlık öyle ince vücutlu bir şeydir ki kırmadan, ayırmadan, bölmeden başka vücutların içine girer. Bununla beraber Andres cevap verdi:
— O, kocası olduğumu söylemişse çok doğrudur; kocası olmadığımı söylemişse gene doğrudur. Çünkü Preciosa'nın yalan söylemesi mümkün değildir.
Korrehidor:
— Preciosa o kadar samimi midir? diye sordu. Bir çingene kadın için samimi olmak az bir şey değildir. Her ne ise, delikanlı, o karınız olduğunu söyledi, fakat sizinle henüz evlenmemiş: suçunuza göre ölmeniz lâzım geldiğini bildiğinden, benden, ölümünüzden evvel kendisini sizinle evlendirmemi yalvardı. Zira sizin gibi büyük bir hırsızdan dul kalmak şerefini istiyor.
— O halde, senyor Korrehidor, yalvarmasını lütfen yerine getirin. Onunla evlendikten sonra, ismen ona ait olarak bu dünyadan ayrılınca, ahirete memnun giderim.
— Onu çok seviyor olmalısın, dedi.
— O kadar çok ki tarif edilemez, cevabını verdi. Gerçekten, senyor Korrehidor, benim dâvam bitirilsin. Ben, şerefimi elimden almak isteyen birisini öldürdüm. Ben, bu çingene kızına tapıyorum: onun lütfu içinde ölürsem mesut olarak öleceğim. Tanrının şefaatini bizden esirgemeyeceğini biliyorum. Çünkü ikimiz de birbirimize vadettiğimizi namusla ve sadakatle yerine getirmiş olacağız.
— O halde, dedi Korrehidor, bu gece sizi çağırtır, evimde sizi Preciosa'cık ile evlendiririm. Yarın öyle üstü de darağacına çıkarsınız. Bununla hem adaletin emrini, hem de ikinizin arzunuzu yerine getirmiş olurum.
Andres teşekkür etti. Korrehidor evine dönerek Don Huan ile arasında geçenleri ve yapmak istediği öbür şeyleri karısına bildirdi. Kendisi orada olmadığı sırada Preciosa annesine hayatının nasıl geçtiğini, kendisini daima çingene ve o ihtiyar kadının da torunu zannettiğini anlattı; fakat kendisini daima bir çingene kadınından daha yüksek saymıştı.
Annesi ondan, Don Huan de Karkamo'yu sevip sevmediğini açıkça söylemesini istedi. Preciosa, utanarak ve gözlerini yere dikerek, kendisini çingene saymış olduğu için, Don Huan de Karkamo gibi yüksek rütbeli bir asilzade ile evlenince kısmetini iyileştireceğini, onun iyi karakterini ve namuslu davranışını tecrübe ile görmüş olduğu için de, ona bazen âşıkane gözlerle bakmış olduğunu, fakat neticede, evvelce de söylediği gibi, ana ve babasının isteğinden başka hiçbir isteği olmadığını söyledi.
Gece oldu. Saat ona doğru Andres'i hapisten çıkardılar. Üstünden kelepçe ve pranga alınmıştı. Fakat kendisine ayaklarından bütün vücuduna dolaşan büyük bir zincir vurmuşlardı. Bu halde ve onu götürenlerden başka hiç kimse tarafından görülmeden, Korrehidor'un evine vardı. Sükût ve ihtiyatla, onu yalnız bıraktıkları bir odaya soktular. Aradan bir müddet geçince içeriye bir papaz girdi. Günahlarını çıkarması lâzım geldiğini, çünkü ertesi günü öleceğini söyledi. Buna Andres cevap verdi:
— Büyük bir memnuniyetle günahlarımı söyleyeceğim. Fakat niçin daha evvel beni evlendirmiyorlar? Eğer evlendireceklerse şüphesiz ki beni bekleyen zifaf yatağı çok fenadır.
Bütün bunları bilen Donya Guiomar, kocasına, Don Huan'a verdirilen bu korkuların fazla olduğunu, bunların yumuşatılmasını, çünkü delikanlının bunların tesiriyle hayatını kaybedebileceğini söyledi.
Korrehidor bunu doğru buldu, Don Huan'ın günahlarını çıkaran zatı çağırarak ona, çingenenin her şeyden önce çingene kızı Preciosa ile evlendirilmesi lâzım geldiğini, sonra günahlarını çıkarmasını ve bütün kalbiyle kendisini Tanrıya emanet etmesini, çünkü çok defalar Tanrının, ümitlerin en kuru olduğu zamanlarda, gufran ve rahmetini yağdırması mutat olduğunu söyledi.
Filhakika, Andres yalnız Donya Guiomar'ın, Korrehidor'un, Preciosa'nın ve eve mensup diğer iki erkek hizmetçinin bulunduğu bir salona çıkarıldı. Preciosa, Don Huan'ı böyle büyük bir zincire vurulmuş yüzü solmuş, gözleri ağlamış bir halde gördüğü zaman elini kalbine götürdü, yanında duran annesinin koluna asıldı. Annesi ona sarılarak dedi ki:
— Kendine gel kızım, bütün bu gördüklerin sana zevk ve menfaat veren şeyler haline çevrilecektir.
Olup bitenden haberi olmayan Preciosa kendini nasıl teselli edeceğini bilmiyordu. İhtiyar çingene kadın şaşkına dönmüştü. Etraftakiler ise sabırsızlıkla vakanın sonunu bekliyorlardı. Korrehidor dedi ki:
— Rahip efendi, evlendireceğiniz kimseler, bu çingene erkekle bu çingene kızdır.
— Bu hususta gereken merasim önce yerine getirilmiş olmadan ben onları evlendiremem. Evlenme ilânları nerede yapılmıştır? Evlenmenin yapılması için mafevkim tarafından verilen ruhsatname nerededir?
Korrehidor:
— Bu dikkatsizlik ve ihmal bana aittir. Fakat Piskopos vekilinin bu ruhsatı vermesini sağlayacağım, dedi.
— Öyle ise ruhsatnameyi görünceye kadar bu senyorlar beni mazur görsünler, dedi, skandal çıkmaması için, başka söz söylemeden evden çıktı, herkesi hayrette bıraktı.
Bu aralık Korrehidor:
-— Peder çok iyi yaptı, dedi. Bunun, Andres'in cezasının geri bırakılması için Tanrının bir inayeti olması muhtemeldir. Çünkü önce Preciosa ile evlenmesi ve bunun için de evlenme ilânlarının yapılması lâzımdır. Bu suretle vakit kazanılacaktır. Zamanın ise birçok acı zorluklara tatlı akıbetler getirdiği vardır. Bununla beraber Andres'in, bu heyecanlar ve çarpıntılar olmaksızın da, kendisini Preciosa'nın kocası bulacak surette talihinin kendi kendine yürüdüğünü farz edelim. Böyle bir halde Andres, Andres Kabalyero olarak mı yoksa Don Huan de Karkamo olarak mı kendisini mesut sayardı? Bunu Andres'ten öğrenmek isterdim.
Kendi adının söylendiğini duyan Andres dedi ki:
— Mademki Preciosa sükûtun çevreleri içinde kalmak istemedi ve kim olduğumu meydana çıkardı, bu iyi talih beni dünyanın hükümdarı da bulsa
ben, Tanrının nimetinden başka nimet arzu etmeye cesaret etmeksizin, kendisine arzularımın gayesi gibi saygı göstereceğim.
— Senyor Don Huan de Karkamo, göstermiş olduğunuz bu alicenaplıktan dolayı zamanı gelince Preciosa'nın meşru karınız olmasını temin edeceğim. Şimdi ise onu, evimin, hayatımın ve ruhumun en zengin ziyneti olarak size veriyor ve emanet ediyorum. Onu söylediğiniz gibi sayın, çünkü onun şahsında size, biricik kızım Donya Konstanza de Meneses'i veriyorum. O, sevdada size eşit ise, soyunda da sizden aşağı kalmaz.
Kendisine gösterilen sevgiyi gören Andres şaşmış kalmıştı. Donya Guiomar birkaç sözle kızının kayboluşundan ve, çalınması hakkında ihtiyar çingene kadının verdiği katî alâmetlerle, bulunuşundan bahsetti. Don Huan bundan hayretler içinde kaldı, fakat son derecede sevindi. Kaynanasını ve kayınbabasını kucakladı, onlara ebeveynim ve efendilerimsiniz, dedi. Preciosa'nın ellerini öptü. Gözyaşları içinde Preciosa onun ellerini arıyordu.
Sır meydana çıkmıştı. Orada bulunmuş olan hizmetçiler dışarı çıkar çıkmaz da ortaya yayıldı. Bundan haberdar olan, ölünün amcası belediye reisi intikam yollarının elinden alındığını gördü. Çünkü Korrehidor'un damadına karşı adaletin şiddetini tatbike mahal kalmıyordu.
Don Huan, çingene kadının oraya getirmiş olduğu yolcu elbiselerini giyindi. Hapishane ve demir zincirler hürriyete ve altın zincirlere döndü. Mevkuf çingenelerin kederi neşeye çevrildi. Çünkü ertesi günü onları kefaletle salıverdiler. Ölünün amcasına, dâvadan vazgeçmesi ve Don Huan'ı affetmesi için iki bin "ducado" vaat edildi.
Arkadaşı Klemente'yi unutmayan Don Huan onu arattırdı; onu bulamadılar, ne olduğunu da bilemediler, ta dört gün sonra, Kartahena limanından hareket etmiş olan iki Ceneviz kadırgasından birine bindiğine dair kesin haberler alındı.
Korrehidor, Don Huan'a, babası Don Francisko de Karkamo'nun, bulunduğu şehrin Korrehidor'u tayin edildiği hakkında emin haberler aldığını, düğünün onun rızasıyla yapılması için kendisini beklemek iyi olacağını söyledi. Don Huan onun emrinden dışarı çıkmayacağını fakat her şeyden evvel Preciosa ile evlenmesi gerektiğini söyledi. Piskopos evlenmenin tek bir ilânla yapılmasına izin verdi.
Korrehidor çok sevildiğinden nikâh günü şehir ışıklar yakmak, boğa güreşleri ve atlı alaylar tertip etmek suretiyle şenlikler yaptı. İhtiyar çingene kadın evde kaldı. Çünkü torunu Preciosa'dan ayrılmak istemedi.
Çingene kızın macerası ve evlenmesi haberleri Korte'ye ulaştı. Don Francisko de Karkamo, çingenenin kendi oğlu ve görmüş olduğu çingene kızının Preciosa olduğunu öğrendi. Kızın güzelliği, Flandres'a gitmediğini bildiği için kaybolmuş gözüyle baktığı oğlunun saygısızlığını affettirdi. Bundan başka, Don Francisko de Azevedo gibi büyük ve zengin bir Kabalyero'nun kızıyla evlenmesinin oğlu için ne uygun olduğunu görüyordu.
Çocuklarını görmek için hareketini çabuklaştırdı. Yirmi gün sonra Murcia'da idi. Onun gelmesiyle eğlenceler yenilendi, düğün yapıldı, evlilerin hayatı anlatıldı ve şehrin şairleri — çünkü bazı iyi, hem de çok iyi, şairler var — bu garip macera ile beraber çingene kızın emsalsiz olan güzelliğini tasvir etmeyi üzerlerine aldılar. İşte bu suretle meşhur lisansiye Pozo kaleme sarıldı. Onun mısralarında yüzyıllar boyunca Preciosa'nın şöhreti de uzayıp gidecektir.
Sevdaya tutulmuş olan misafirhaneci kızın mahkemede çingene Andres'in hırsızlık yaptığının doğru olmadığını açığa vurduğunu, sevdasını ve kabahatini itiraf ettiğini söylemeyi unutuyordum. Ona hiçbir ceza verilmedi. Çünkü evlendirilenlerin kavuşması sevinci içinde intikam gömülmüş, merhamet ve şefkat yeniden doğmuştu.
1 Lâtin mitolojisinde adı geçen meşhur haydut Kakus. 2 Saray mânasında olan Korte'den murat başkent Madrid'tir. 3 Çadırlı konak. 4 Meryem'in annesi Santa Ana. 5 Meryem'in babası Juaquin. 6 Karısının uzun zaman çocuğu olmayışı Juaquin'in mabetten kovulmasını icabettirmişti. 7 Santa Ana. o Meryem'in doğuşu. 8 Kalıptan Meryem, para basımevinden de Ana anlaşılmalıdır. 9 Erkek torun, İsa. 10 Gökyüzünde, Tanrının yanında oturmaya nail olduğun için. 11,12,13 Hıristiyan inanışına göre kız Meryem, torun İsa, damat tanrı, 14 Argus: Yunan mitolojisinde yüz gözü bulunan bir prens olup uyanıklığın timsalidir.
15 Real namındaki İspanyol parasının eczasından (Bir kısmı).
16 Cervantes'in meşhur tefsircisi Rodriguez Marin bu romans hakkında, romansın bazı yerlerini aydınlatan, şu notu koymaktadır: "Sevgili dostum Don Narciso Alonso, Kortes (Üçüncü Felipe'nin Valladolid'deki Sarayı" adını taşıyan meraklı etüdünde (sahife 45) şöyle diyor: 'Paskalyanın üçüncü günü (31 Mayıs) Kraliçe, San Lorente'de duada bulunmak üzere muhteşem bir debdebe ile saraydan çıktı. Önde saray nazırları, ardında kıymetli elbiseler giyinmiş sayısı yetmiş beşi bulan asilzadeler, onların arkasından, yirmi "pahe" nin refakatinde Kraliçe ve büyük kızı bir arabada gidiyorlardı. Kral Felipe at üstünde arabanın yanından gidiyor ve hassa alayı komutanı Falces markisi onu takip ediyordu. Arkadan gelen açık bir teskere içinde, kucağında prens bulunan Altamira Kontesi, ve nihayet, başodacı hanımla birçok dama (bayan)lar geliyordu. Kalabalık arasından bu merasimi seyrettiğine hiç şüphe olmayan büyük Cervantes "La Gitanilla — Çingene Kızı" hikâyesine "Kıraliçe Margerita Valladolid'de lohusa duasına çıktığı ve San Lorento'ya gittiği zaman" adındaki romansı ilâve etmiştir."
17 İspanya Kralı III. Felipe. 18 Kraliçenin 4 yaşındaki kızı Prenses Ana Mauricia. 19 Yeni doğan veliaht IV. Felipe. 20 İsa'nın çarmıha gerildiğinin yıldönümü olan mukaddes cuma günü. 21 Matem gününde doğmuş olmasından dolayı "vakitsiz." 22 Cervantes burada, III. Felipe'nin başnazırı ve sonradan Lerma Dukası olan Denia Markis'ine imada bulunuyor. 23 Bereketli asma, kraliçe. 24 Gürgen ağacı, kral. 25 Avusturya hanedanının çifte kartallı arması. (O devirdeki İspanya'nın Avrupa ve Amerika'daki çifte imparatorluğu.) Manzumede adı geçen çifte kartal kralın iki çocuğudur. Prensleri kartala benzetmekle de onların kuvvet ve kudretine işaret ediliyor. Bunlar, fenalığın timsali olan yırtıcı kuşları kovacak, İspanya'da ve yeryüzünde iyiliği, fazileti yaşatacaktır.
26 Avusturya kral hanedanı. 27 Kraliçenin böyle kıymetli çocuklar yetiştirmesi sayesinde tahta göz dikenlerin, kötü niyet besleyenlerin ümitleri boşa çıkarılmış oluyor. 28 Roma'da ateşte yakılan aziz Llorente veya Lorenzo'ya izafe edilen kilise. 29 Yani Meryem'e. 30 Kraliçe bu sözleriyle çocuklarını Hazreti Meryem'e emanet ediyor. 31 O zaman dünyanın dört bucağına uzanmış olan İspanya İmparatorluğu'nu Cervantes bütün küreyi kaplar gibi göstermek istiyor. Kral da küreyi sırtında taşıyan bir atlas oluyor. 32 Yani kraliçe saraya dönüyor. 33 Senato, burada ağırbaşlı dinleyiciler kitlesi demektir. 34 Paje (pahe), bir prensin veya büyük bir kimsenin maiyetinde bulunan genç asilzade. 35 Oyunu kazananın, kazancın ufaklık parasını isteyen kimseye vermesi âdet idi.
36 Sert ve katı mânasında olan "duro" aynı zamanda bir İspanyol parasının ismidir. 37 Preciosa, kıymetli taş mânasına da gelir. 38 Manzanares: Madrid'den geçen çayın adı. 39 Cervantes burada çingene kızına Hirkanya yerine Okanya dedirtiyor.
40 Parça mânasında olan "pieza" sözü İspanyolca'da soytarı anlamını da ifade eder. 41 Burada V. Karlos'un, İspanyol paraları üzerinde yazılı, plus ultra şiarına ima ediliyor. 42 Doblon: Bir İspanyol altın parasının adı. 43 Gabacho: Pirene dağlarındaki bazı köyler halkına verilen addır. Bazen Fransızlara da bu lâkap verilmektedir.
44 Cenevizlilerin İspanya'da cimri olarak şöhret kazanması onların, bilhassa Cervantes zamanında, o memlekette bütün banka muamelelerini inhisarları altında bulundurmaktan ileri geliyordu.
45 Kalatrava nişanı. 46 Don Huaniko, Don Huan'ın küçültülmüş şeklidir. 47 İspanyolcada raya sözü hem çizgi, hem buruşuk manasınadır. 48 Senyorito, İspanyolcada bizdeki küçük beyin karşılığıdır. Senyorita da küçük hanım, demektir. 49 Küçük hanım. 50 Tormento de toca: Bir zanlıyı itiraf ettirmek için kendisine bir kumaş arasından su içirtmekten ibaret olan bir işkence. 51 Dilimizde tam karşılığı olmadığından ocak olarak çevrilen "Cofradia" sözünü tarikat ve meslek mânasınâ almalıdır. 52 Burada o zamanın en çok kullanılan işkence vasıtaları bahis mevzuudur. 53 Barraca'ya mukabil bark suretinde çevrilen sözden bizdeki "ev bark" mânası anlaşılmalıdır. 54 Yıldızcı: Müneccim. 55 İyi ailelerin çocuklarına açık olan rahiplik, denizcilik veya saray memuriyetleri muradedilmektedir. 56 Yunan mitologyasında cehennemlerin nehri olan Styx'in İspanyolcasıdır. İlâhlar bu nehir üzerine yemin ederlerdi, böyle bir yeminden hiçbir suretle geri dönülemezdi. 57 Korte, saray mânasına ise de burada aynı zamanda Madrid de murat ediliyor. 58 Meşhur dinî bir ziyaretgâh. 59 İşkence yapmaya. 60 San Jeromino: Meşhur bir manastırın ismi. 61 O zaman belediye reisleri kaza icrasına da mezundular. 62 Galera: Kadırga gemisi demektir. Kürek cezasına mahkûm olanlara galera'larda hizmet gördürülürdü. 63 Hıristiyanlarda Miraç Bayramı.
23 Mayıs 2021, bensenobizsizonlar
0 notes
sen yoksun deniz yok yıldızlar arkadaşım ya bu gece harikalı bir şeyler olsun yahut bir bomba gibi infilak edecek başım
ağzımda eski mısralar uzanıp kalmışım istanbul minareler odamda gibi gökyüzü temiz ve parlak işte kol kola girmiş en mesut günlerimiz muhalif bir rüzgar karşı sahilden
fosforlu ışıklarıyla gökyüzü bir deniz havada kanat sesleri ve çılgın kokular
deniz yok yıldızlar uzaklaşıyor ben yine yalnız kalıyorum istanbul minareler kaybolmuş sen yoksun
Attila İlhan-"Sen Yoksun"
8 notes · View notes
esmacan · 4 years
Text
Gizlice bakıyorum gizlice bakıyorum korkularıma
Beni benlikten çıkaran yalancı rehberlere
Hani koşulsuzdu aşk
Nasıl da kapıldım aniden
Gelip giden aklımın kabahati mi
Vazgeçtim sesizce bir şey olmaktan
Gökyüzüne bakıyorum şimdi gecenin sesizliğinde
Yıldızlar göz kırpıyor ışıl ışıl
Anladım anladım
Karanlıktır onları bu kadar parlak yapan
Birden içim ısınır severim karanlığı
Yoktur hiç kabahati
Yıldızlar gibi döner durur öylece
Bir bütün gibi iç içe geçmiş
Mutlu mesut ahhenkli
Bense bir varlık sadece
Küsmeden karanlığa içindeki hayat zerreciklerine
Gizlice akıyorum gizlice akıyorum sonsuzluğa
Çağırır beni aşk sesizce fısıldar gelllll
Vakumlu bir göz gibi çeker her şeyi yaradılış yaradan
Gizlice akıyorum gizlice akıyorum gizlice akıyorum
Sonsuzlukta bir küçük zerre ben
Şehriban kaynak
Tumblr media
7 notes · View notes
muratmesutfan · 2 years
Photo
Tumblr media
Oruç bize ne kadar çok kitap okumuş olursak olalım; ne çok cahil olduğumuzu da gösterir. Kibrimiz de sinsi bir düşman gibi o cehaletin içinde saklıdır. Oruç, görmesini bilene, kişinin kendisini gösteren parlak bir aynadır ki asla yalanı yoktur...
Murat Mesut
10 notes · View notes
beyazwoswos · 4 years
Text
kafes
Kadın...
   Her sabah ayni saatte geçiyordu evin önünden; uzun kalınca siyah bir paltosu vardı bir de sütlü kahve renginde atkısı. Ayakkabıları her daim boyalı parlak, birde elinde senelerin yorgunluğunu taşıyan, muhtelif yerlerinde soyulma olan bir resim çantası. Aynı yol aynı kaldırım hatta adımları bile aynı. Doğru ya her gün camdan izlerken saymıştı adamın adımlarını kadın; tamı tamına 178 adım. Evet hafta içi her gün onun sokağından geçerken yüz yetmiş sekiz adım atıyordu adam aynı tempoda yürüyerek. Her yerde her zaman mı böyle yürüyordu yoksa sadece onun sokağından mı bu kadar hızlı geçiyordu acaba? Resim öğretmeniydi mahalledeki okulda, elli yaşlarında uzunca esmer yakışıklıydı da aslında. Üç yıldır aynı okuldaydı; nereden geldi nereye aitti, ismi neydi onu bile bilmiyordu kadın. Ah keşke bilebilseydi! Hep önüne bakarak yürüyor, sanki hergün kafasında çözmek için uğraşacağı bir denklemle uyanıyordu. Ya da kafasında resim çiziyor, rol ezberliyor, yemek tarifi düşünüyordu; belki de söyleyemediklerini anlatamadıklarını kafasında bir daha yaşıyordu. Ama her ne ise o kafanın içindeki, kadın kendini ona yakın hissediyordu. Onun gibi düşündüğüne hatta yaşadığına inanıyordu. Sanki karşılıklı tanışma, konuşma fırsatı bulsalar, ortak bir sürü ilgileri olacakmış, uzun uzun sohbet edeceklermiş gibi geliyordu ona. Belki de yanılıyordu; göründüğünden daha sığ, gelişigüzel herkes gibi bir insandı. Tanışmadan bilemezdi kadın bunu. Üç senedir bir türlü cesaret edememişti konuşmaya; en azından bir günaydın ya da iyi akşamlar diyebilirdi. Ya da özel resim dersi almayı bahane edebilirdi, en sevdiği ressamı sorabilir biraz fikir alabilirdi. Ya da hiç bir şey yapmamalıydı, neticede tanımıyordu hiç.
  O akşam makarna yaptı kadın kendine; mantar ve soya sosuyla. Pek güzel olmuştu. Yemek yerken haber izlemek en sevdiği şeydi. Korona virüsünden bahsediyordu, ne kadar ciddi olduğundan, almamız gereken önlemlerden, karantina ihtimalinden, maske ve eldiven kullanımından,  kolonya stokçularından v.b. Umarım çabucak atlatırız diye geçirdi içinden. Sonra sehpanın üzerindeki kafese baktı. Gülümsedi. Mavi ve yeşil iki tane muhabbet kuşu vardı kafeste. Sahip olduğu tek şeydi onlar. Bir de yumurtadan yeni çıkmış yavruya baktı; tüyleri yeni yeni çıkıyordu. Baba kuş ağzıyla besliyordu yavrusunu. Anne de yeni yeni toparlanmıştı. Yavru mavi yeşil bir renkteydi. Ne güzel görünüyorlardı, mesut bir aile. Çok şanslılar diye geçirdi içinden. Yalnız değiller; aslında karantina halindeler hep ama mutlular. Insan sevdikleriyle beraberse nerede olduğunun pek bir önemi yoktu ki. Ama yalnızlık öyle mi? Insanı günden güne tüketen ince sinsi bir hastalık sanki. Pek bir çaresi de yok. Hiçbir hobi ya da uğraş bastıramıyor bu hissi. Ne kadar güçlü ya da kendine yeter biri ol yine de yalnız olduğun gerçeğiyle yüzleşiyordun. Otuz  yıldır yalnızdı  kadın dile kolay, anne babasını erken kaybetmişti, kardeşi de yoktu. Üniversiteye kadar babannesi büyütmüştü onu, okul bittikten sonra da anne babasından kalan tek şey olan bu eve yerleşmiş, kendi halinde yaşayıp gidiyordu. Arkadaşlarının çoğu evlenmişti, hatta torun seven bile vardı içlerinde. Ona nasip olmamıştı bir türlü aile kurmak; birkaç kişiyle görüşmüş ama içine sinmemiş devam ettirememişti. Belki de yalnız ölecekti kim bilir? Yedi yıldır bakıyordu muhabbet kuşlarına; çok defa yumurtalar olmuş sevdiklerine hediye etmişti. Kafesin içi hep bir cıvıltıyla hep bir hareketlilikle kaynıyordu. Sanki ışığı daima yanan kalabalık bir aile evi gibi. Haftada bir temizliğini yapar, yem ve su kabını yenilerdi, konuşurdu da onlarla. Kaymak ve Kadayıf’tan başka bu kadar yakın olduğu kimsesi de yoktu. Yeni doğmuş yavruya baktı, kime hediye etmeliyim diye düşündü. Sonra birden hatırladı adamı; evet ya ona vermeliydi. Bundan daha güzel bir konuşma bahanesi olabilir miydi ki? Hemen yedek kafesi aramak için bahçedeki kilere indi. Pembe bir kafes buldu, iyice bir temizledi, yem ve su kabını taktı. Evet yarın sabah ya da akşam okul dağılınca, tam evinin önünden geçerken durduracaktı adamı. Muhabbet kuşlarım yavruladı, komşularıma daha önce vermiştim siz aklıma geldiniz. Dilerseniz size hediye etmek isterim. Bu arada benim adım .... böyle uzayıp gidebilirdi muhabbet. Belki onu bahçeye davet eder çay ve sütlaç ikram ederdi. Çok güzel sütlaç yapardı kadın, herkes bayılırdı. Ne zaman yapsa fazla yapar komşulara da dağıtırdı. Gerçi adamın evine gitmeye hiç cesaret edememişti ama artık ertelemeye, beklemeye zaman yoktu. Yaş geçiyordu ömür de. Evet bu kez emindi kendinden yarın ne olursa olsun adamı durduracaktı. Kafese baktı tekrar, yavruyu alışması için içine koydu. Ismini ne koyacak acaba diye geçirdi aklından. Sonra kumandayı alıp kanal değiştirdi. Haber kanalı açtı.O da ne? Bakan konuşma yapıyordu; okullar bir ay kadar tatil edilmişti. Virüs için çocuklarımızın evlerde kalmasının hayati önemi tartışılıyordu. Kadın bir süre afalladı, bunun anlamı adamı bir ay göremeyecekti. Ve belki daha da uzunca bir zaman. Evine de gidemezdi ya elinde kafesle koca kadın. Nasıl olacaktı peki? Ya hiç görüşemezlerse? Ya üç yıl bekledikten sonra bir üç yıl daha beklemek zorunda kalırsa? Içi sıkıldı kadının, ışığı söndürdü, televizyonun sesini kapattı, odasına bile gitmek gelmedi içinden, terliklerini çıkardı, battaniyesini üzerine aldı ve uyumaya çalıştı.
    Günler günleri kovaladı. Tam iki buçuk ay geçmişti. Virüs vakaları her geçen gün artıyordu, belirli aralıklarla sokağa çıkma yasağı ilan ediliyordu. Birçok işletme kapatılmıştı; belirli yaş gruplarının dışarı çıkması yasaklanmıştı, ceza kesiliyordu. Ve okullar açılmayacaktı, en erken tarih Eylül ayı diye tahmin ediliyordu. Bütün dünya bu pandemiyle savaşıyordu, bazıları daha fazla kayıp veriyor bazıları çaresizce yardım bekliyordu. Kimse kimseye yaklaşamaz oldu, maske ve eldiven tercih değil zorunluk haline geldi. Evde karantina tek çözümdü artık hastalıktan korunmak için. Sokaklar bomboş ve sessizdi. Kadın haftada bir gün markete gidiyor, onun dışında evden dışarı çıkmıyordu. Bazen sessizce dua ediyor, bazen sokağa çıkan insanlara kızıyordu. Haberleri hiç kaçırmıyor, evde tv hiç kapanmıyordu. Kuşlarıyla daha çok ilgileniyordu; ona bir şey olursa kim bakardı onlara belki kafesi açıp özgür bırakmalıydı onları. Hem yavru da büyümüştü artık, kim bilir adam ne kuşu ne de kendini isterdi!
Adam...
    İki buçuk aydır evdeydi adam; işini çocuklarını çok özlemişti. Haftada iki gün bilgisayar üzerinden canlı yayında ders işliyorlardı ama eski kafaydı o. Teknolojiyi pek sevememişti zaten. Sınıf ortamının yerini hiçbir şey tutamazdı. Üç yıldır bu ilçedeydi, hatta dört olmak üzereydi. Sevmişti burayı, okulunu, arkadaşlarını ve öğrencilerini, bir de... evet bir de o kadın vardı. Hafta içi her sabah okul dönüşü her akşam onu izliyordu sanki. Ne güzel alımlı bir kadındı, tablo gibi. Esmerce, kahverengi gözlü kendi yaşlarında hafif balık etliydi. Kaç kere konuşmak istedi kadınla ama bir türlü cesaretini toplayamadı. Tam onun evinin, o kendi gibi büyüleyici bahçesinin önünden geçerken kalbi sanki daha hızlı atıyordu, önüne bakarak hızlıca geçip gidesi geliyordu. Bazen gözgöze geliyorlardı ama kısa bir anlığına o da sönüp gidiyordu. Resmini yapmıştı kadının, tam 17 resmi vardı çalışma odasında. Hepsi birbirinden güzeldi ama onun kadar değil. Bazen kahve içiyordu, bazen çiçekleri temizliyordu, kitap okuyordu kimi zaman, bazen de kuşlarıyla konuşuyordu. Her bir hali gözünün önüne geliyordu resimlere bakarken. Acaba şimdi ne yapıyordu? Kızıyordu adam kendine, neden konuşmaya cesaret edememişti ki? Arkadaş olurlardı, bir telefon eder halini sorardı hiç yoktan? Karantinada yalnız kalmaması yalnız hissetmemesini sağlardı. Belki de hastaydı? Ya da.... düşünmek bile istemiyordu. Keşke diyordu keşke! Ona resimlerimden birini hediye edebilirdim ya da yıl sonu sergilerimden birine davet edebilirdim. Ne çok ortak yönümüz çıkardı kim bilir. Ayaküstü tanışır, belki bahçesindeki güllerin yanındaki çardakta karşılık kahve içerdik. Ama bunların hiçbiri olmadı ve belki de olmayacak. Pişmandı adam.
    11 ay sonra...
   Hayat yavaş yavaş normale dönmüştü; okullar, hastaneler, sokaklar, iş yerleri her yer eskisi gibiydi. Virüsün bedeli çok ağır ödenmişti, bütün dünya bu geçen bir yılda maddi ve manevi çok büyük kayıplar vermişti. Ekonomiler, sosyal ilişkiler, gelecek planları kısacası hiçbir şey hiçbir ülke için aynı olmayacaktı. O Pazartesi eğitim-öğretime başlanıyordu. Herkes heyecanlıydı, çocukların içi içine sığmıyordu dile kolay bir yıldır evlerden çıkılmadı neredeyse. Adamın dersi öğleden sonraydı; duş almış en sevdiği haki ceketini giymiş traş olmuştu. Kadın için yaptığı bir tabloyu özenle paketlemişti, kapının yanında çantasının arkasındaydı. Okula gitmeden ona uğrayacak, selam verip resmi uzatacaktı. Her şeyi iyice hesaplamıştı, ne söyleyeceğini bile. Bir yanı korku içindeydi, ya onu göremezse diye. Ama her ne olursa olsun artık hayatını ertelemeyecekti. Yaptığı onlarca resim hatrına onunla en azından bir iki kelime konuşacak cesareti göstermeliydi. Derken kapı çalındı. Şaşırdı adam önce, kim acaba diye düşündü. Yavaşça kapıya doğru ilerledi ve açtı. Evet oydu, tam karşısında. Simsiyah saçlar, kahverengi büyük  gözler, mavi bir kot ve ona uyumlu hardal rengi bir gömlekle bir adım ötesindeydi. Bir elinde kafes diğer elinde bir tabak sütlaç.. sadece kuş cıvıltısı vardı bir de derin derin nefes alışlar. Ne söylenebilirdi ki? Aslında söylenecek anlatacak pek çok şey vardı....
1 note · View note
mesutceye · 4 years
Text
burada yabancıyız orada da, orada da çok gelişmiş ötelikler ötelikler atlatmışız kimseden öç almayan toy gelinler edinmişiz çocuklar boğmuş sulardan süzülen cengameyi vur şiddeti mayını işte topraklarındasın soruları geçmiş paklar unutur kötürüm geçmiş öç alınacaksa illede dinlen biraz zaman geçsin biz şimdiye parlak yeni zincirler edinmişiz burada yabancıyız bu otlakta bu çağlakta dur hatrından biraz zaman geçsin. 17 mayıs 20, mesut
1 note · View note