Tumgik
#Ocak Dede
aykutiltertr · 2 months
Video
youtube
Vay Vay Zara - İbrahim Tatlıses ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (2/4 Ha...  ⭐ Video'yu beğenmeyi ve Abone olmayı unutmayın  👍 Zile basarak bildirimleri açabilirsiniz 🔔 ✩ KATIL'dan Ritim Karaoke Ekibine Destek Olun (Join this channel to enjoy privileges.) ✩ ╰┈➤ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join ✩ ORİJİNAL VERSİYONU 🢃 Linkten Dinleyip Canlı Enstrüman Çalıp Söyleyerek Çalışabilirsiniz. ⭐ 🎧 ╰┈➤ https://youtu.be/yDzTiXdSCDs ✩ (MAKE A LIVE INSTRUMENT ACCOMPANIMENT ON RHYTHM IN EVERY TONE) ✩ Aykut ilter Ritim Karaoke Ekibini Sosyal Medya Kanallarından Takip Edebilirsiniz. ✩ İNSTAGRAM https://www.instagram.com/rhythmkaraoke/ ✩ TİK TOK https://www.tiktok.com/@rhythmkaraoke ✩ DAILYMOTION https://www.dailymotion.com/RhythmKaraoke ⭐ Vay Vay Zara - İbrahim Tatlıses ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik  (2/4 Halay) Anam nenesinden kızı istemiş Vay vay Zaracan didem Zara Anam nenesinden kızı istemiş Vay vay Zaracan didem Zara Araba dolusu başlık istemiş Vay vay Zaracan didem Zara Araba dolusu başlık istemiş Vay vay Zaracan didem Zara Nenesi bilmez aşkı sevdayı Vay vay Zaracan didem Zara Nenesi bilmez aşkı sevdayı Vay vay Zaracan didem Zara Bana dar etti koca dünyayı Vay vay Zaracan didem Zara Bana dar etti koca dünyayı Vay vay Zaracan didem Zara Dede gene yüz aydır kaşlar keman yüz aydır E yar e yar e yar e yare yer e yar e yar Vallaha her gün gördüğüm yari Vallaha her gün gördüğüm yari, görmemişim yüz aydır E yar e yar e yar e yar Ah yar ah yar ah yar ah yar ah yar ah yar ah yar ah yar Kızın nenesi ömür törpüsü Vay vay Zaracan didem Zara Kızın nenesi ömür törpüsü Vay vay Zaracan didem Zara Araya koydu sırat köprüsü Vay vay Zaracan didem Zara Araya koydu sırat köprüsü Vay vay Zaracan didem Zara Araya koydu sırat köprüsü Vay vay Zaracan didem Zara Vay Vay Zara · İbrahim Tatlıses Hani Gelecektin ℗ 2010 İdobay Müzik Yapım Released on: 2010-10-15 Music Publisher: İdobay Müzik Yapım İbrahim Tatlıses Madde Tartışma Oku Değiştir Kaynağı değiştir Geçmişi gör Araçlar Görünüm gizle Metin Küçük Ölçünlü Büyük Genişlik Ölçünlü Geniş Vikipedi, özgür ansiklopedi İbrahim Tatlıses İbrahim Tatlıses Genç Parti toplantısında, 2007 Genel bilgiler Doğum İbrahim Tatlı 1 Ocak 1952 (72 yaşında) Şanlıurfa, Türkiye Tarzlar Türk Halk Müziği · Arabesk müzik Meslekler Şarkıcı · besteci · söz yazarı oyuncu · yönetmen · albüm-film yapımcısı · sunucu · iş insanı Etkin yıllar 1968-günümüz Müzik şirketi Yalçın · Uzelli · Sönmez · Urfa Emektaroğlu · Türküola · Star · Bayar · İdobay · Emre · Raks · S Müzik · Erol Köse · Poll Eş Adalet Durak (boşandı) Perihan Savaş (e. 1979; b. 1982) Ayşegül Yıldız (e. 2011; b. 2013) Çocukları Ahmet Salim Tatlı Gülşen Sara Tatlı Gülden Ferrah Tatlı Melek Zübeyde Tatlı Dilan Çıtak İdo Tatlıses Elif Ada Tatlı İbrahim Tatlıses (doğum adı İbrahim Tatlı), 1 Ocak 1952 Şanlıurfa doğumlu Türk şarkıcı, yapımcı, oyuncu, yönetmen, televizyon programcısı ve iş insanı. Ayağında Kundura türküsü ile ünlenen İbrahim Tatlıses, günümüze kadar otuzdan fazla albüm çıkarmış, birçok filmde oyuncu ve yönetmen olarak görev almıştır. Türkiye'nin yanı sıra Yunanistan ile Orta Doğu'da da tanınmaktadır. Türkiye'de lakabı İmparator'dur.[1] Tatlıses'in sanatçılığın dışında gıda, turizm, inşaat, iletişim (TV kanalı, radyo istasyonu), ulaşım gibi birçok alanda da yatırımı bulunmaktadır. Tatlıses 14 Mart 2011 tarihinde program çıkışı uğradığı silahlı saldırıdan ağır yaralı olarak kurtulmuştur. Suikast girişiminden dokuz sene sonra Tatlıses, 14 Kasım 2020 - 18 Mayıs 2022 tarihleri arasında tekrar Star TV’de yayımlanan ve 43 bölüm süren İbo Show programını sundu. Reytinglerinin düşük olduğu sebebiyle bir süre boyunca yayıncı kanal bulamadığı iddia edilen programın 2023 itibarıyla Tatlıses TV'de yayımlanacağı açıklandı. Diskografi Stüdyo albümleri ve single'ları Yıl Albüm adı Yapımcı Bilgiler 1975 Bir Yol Göster Yalçın Plak Şaşkın Ayağında Kundura (Ölürem Ben) Uzelli Müzik İbrahim Tatlıses 6 Sönmez Kasetçilik İbrahim Tatlıses Albüm Urfa Emektaroğlu Bant Stüdyosu Ben İnsan Değil Miyim[72] Yalçın Plak 1976 Veremli Kız 1977 Huzurum Kalmadı 1978 Ayağında Kundura Türküola Müzik 1979 Ceylan Toprağın Oğlu Sabuha 1980 Gelme İstemem 1981 Gülmemiz Gerek 1982 Yaşamak Bu Değil Sen Mutlu Ol Yeter 1983 Yalan Star Plakçılık 1984 Benim Hayatım 1985 Mavi Mavi Bayar Müzik 1986 Gülüm Benim / Gülümse Biraz 1987 Allah Allah / Hülya İdobay Müzik 1988 Kara Zindan Fosforlu Cevriyem Konser albümü 1989 İnsanlar Emre Plak 1990 Hesabım Var - Söylim mi? İdobay Müzik 1991 Vur Gitsin Beni / Yemin Ettim Bayar Müzik 1992 Ah Keşkem Raks Müzik 1993 Mega Aşk 1994 Haydi Söyle 1995 İbrahim Tatlıses Klasikleri S Müzik 1996 Ben de İsterem 1998 At Gitsin 1999 Selam Olsun 2001 Yetmez mi? 2003 Tek Tek Erol Köse Prodüksiyon 2004 Aramam 2005 Sizler İçin İdobay Müzik 2007 Bulamadım 2008 Neden 2009 Yağmurla Gelen Kadın 2010 Hani Gelecektin 2018 Yaylalar Poll Production Single 2021 Gelmesin 2023 Medine'ye Varamadım Gözleri Bela Kız Kara Üzüm Habbesi 2024 Devamke
0 notes
pazaryerigundem · 3 months
Text
Hubyar Ocaklıları Damudere'de buluştu
https://pazaryerigundem.com/haber/178566/hubyar-ocaklilari-damuderede-bulustu/
Hubyar Ocaklıları Damudere'de buluştu
Tumblr media
Tokat’ta Hubyar Ocaklıları Damudere’de Birlik Cemi’nde buluştu. Alevi inancında ocakların önemi ve Hubyar Ocağı’nın tarihî rolü konuşuldu. Vali Yılmaz Doruk, etkinlikte yer aldı.
Burhan Arar –  TOKAT HABER  Türkmen-Alevi Ocakları Vakfı Genel Başkanı Ali Coşkun tarafından organize edilen “Birlik Cemi,” Amasya’nın Damudere Köyü’nde gerçekleştirildi. Amasya Valisi Yılmaz Doruk da bu önemli günde Alevi canlarını yalnız bırakmadı. Birlik ve beraberliğin önemine vurgu yapan Başkan Coşkun, Alevi inancında ocakların önemine dair detaylı açıklamalarda bulundu.   Birlik ve beraberliğin önemine değinen Başkan Coşkun şu ifadelere yer verdi: “Değerli canlar, Hepinizi Alevi inancının kadim okullarından, inanç-dede ocaklarından Hubyar Sultan Dedemizin sevgisi, muhabbeti ve asaleti ile selamlıyorum. Birlik cemi ve lokmasında bir araya geldiğimiz, Anadolu’daki en önemli Alevi inanç-dede ocaklarından Hubyar Ocakları buluşmamızda, Alevi inancında ocakların öneminden ve kökleri yüzyıllar öncesine dayanan Alevi inancının tarihsel bilgilerini ileriki yıllara nasıl taşıyabileceğimize ilişkin detaylardan bahsetmek isterim.
Hubyar Ocakları demografik tabanı yaklaşık olarak 1 milyonluk bir kitleyi kapsamaktadır. Anadolu’da yerleşik Alevi nüfusun 20 milyon aralığında olması, Hubyar Ocaklılarının genel Alevi nüfus oranının ’una tekabül ettiği öngörülmektedir. Bu özellikleriyle Hubyar Ocakları, en önemli Alevi inanç-dede ocaklarındandır. Ocağımız, Tokat merkezli bir inanç-dede ocağıdır. Tokat ilimizde yüzlerce yerleşim biriminde temsilcileri bulunmaktadır. Ana etkinlik sahası Tokat’ın yanı sıra Sivas, Yozgat, Amasya, Çorum, Samsun, Erzurum, Tunceli, Kocaeli ve Manisa bölgelerine kadar ulaşmaktadır.
Hubyar Ocağı, geleneksel ve tarihsel Aleviliğin unsurlarını bünyesinde toplayan bir inanç kurumudur. Ocağımız, el ele el Hakk’a yapılanışı bağlamında Tunceli-Pertek-Dorutay (Zeve) köyü merkezli Üryan Hızır Ocağı’na bağlıdır. Üryan Hızır da Anadolu’da ocak kurmuş önemli Alevi pirlerinden biridir. Türbesi de aynı köyde bulunmakta olup ocaklılar Adıyaman’dan Erzurum’a, Malatya’dan Halep’e kadar uzanan bir bölgeye yayılmıştır.   Hubyar Ocağının Birleştirici Rolü
Hubyar Ocağı ile ilgili üzerinde önemle durulması gereken bir olgu, Anadolu coğrafyasında Alevi ve Sünni inanç topluluklarını bir araya getirmesidir. Birlik ve beraberlik duygularını artıran, toplumumuzun tüm kesimlerine inançsal ve sosyal hizmette bulunan manevi makamlardan biridir.
Sevgili misafirlerimiz, Ocak kurumu ve ocak yapılanış sistemi anlaşılmadan Alevi inancına ait net ve doğru bir analiz yapmak mümkün değildir. Alevilik ile ilgili çalışmaların temeline ocak kurumunun alınması zaruriyettir. Alevi-Bektaşi inancı, 13. yüzyıldan itibaren Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin önderliğinde Horasan erenlerinin hizmetleriyle Anadolu coğrafyasında temellenip gelişme imkanı bulmuştur. Sözlü bir özelliğe sahip Alevi inanç-kültür unsurlarının başta sosyoloji, antropoloji, tarih, felsefe, edebiyat, halkbilimi ve müzik gibi farklı bilim disiplinleri açısından araştırılıp kaydedilmesi son derece önemlidir.
Türkmen Alevi Ocakları Birliği Kültür Eğitim ve Sağlık Vakfı Bu bilgilerden yola çıkarak 2022’de Hubyar Ocağı mensubu, Tokat-Almus-Hubyar köyünden, Seyyid Saçlı Ali evlatlarından biri olarak Türkmen Alevi Ocakları Birliği Kültür Eğitim ve Sağlık Vakfı kurulmuştur. Amacımız, Anadolu coğrafyasında Alevi inancının tarihsel merkezleri olan ve her biri birer insanlık okulu olan inanç-dede ocaklarının asil ve kadim tarihlerini bilimsel-akademik araştırmalar yaparak ve bu verileri külliyat halinde yayınlayarak insanlığa tanıtmaktır.
Vakfımız, Anadolu’nun birçok noktasında alan çalışmaları yürütmekte, ortaya çıkan sosyolojik bilgileri arşiv kaynaklarındaki yazılı belgelerle birleştirerek adeta erenlerin ve ocakların unutulmuş tarihini insanımıza detayları ile tanıtmak gibi tarifsiz bir maneviyata kendisini adamıştır.
Birlik ve Beraberlik Mesajları Yüzlerce yıldır aşk ile talip olan Amasya-Damudere köyünde bu birlik ceminde bir araya geldik ve bu meydanda cem olduk. Duam bu birlikteliklerin artarak devam etmesidir. Bu vesile ile Damudere köyü derneği yöneticilerine, köy muhtarlığına ve katılımıyla bu meydanı dolduran siz yol ehli canlara teşekkür ediyorum. Hepinizi erenlerin muhabbetiyle selamlıyorum.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
haytaogluyunus · 9 months
Text
Tumblr media
ANMA:
BUGÜN 06 OCAK (1995)
TÜRK EDEBİYATININ VE İLİM DÜNYASININ
ÖNEMLİ ŞAHSİYETLERİNDEN
PROF.DR. MUHARREM ERGİN’İN
 ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ.
RAHMETLE ANIYORUM.
MUHARREM ERGİN
 Muharrem Ergin (1923, Ahıska - 6 Ocak 1995, İstanbul), Türk Türkologdur.
Ahıska'da Karapapak (Terekeme) [Türkiye'de "Mesket Türkleri" olarak bilinir][2] kökenli bir ailede dünyaya geldi.[1] 1925 yılında ailesiyle Türkiye'ye göç ederek Muş'a bağlı Bulanık kazâsına yerleştiler. Bulanık'ta başladığı eğitimini, 1943 yılında Balıkesir Lisesi'nde yatılı okuyarak sürdüren Ergin; 1945 yılındaki Tan gazetesi baskınına katılan ve göstericileri yönlendirenler arasında yer almıştır.[3] 1947 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Reşit Rahmeti Arat'ın asistanı olarak, mezun olduğu üniversitede akademik çalışmalarına başladı. 1963'te doçent, 1971 yılında profesör unvanı aldı ve 1986-1990 yılları arasında ise üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığını yaptı. Orhun Âbideleri'nin günümüz Türkçesine birebir çevirisini de yapan Ergin, 1990 yılında emekli oldu.[1]
Hayatının son yıllarını parkinson hastalığı ile mücadele ederek geçiren Ergin, zatürreye yakalandıktan bir hafta sonra, 6 Ocak 1995 tarihinde öldü. Mezarı Hasdal Mezarlığı'ndadır.[1][4]
Eserleri
Kitapları
Azerî Türkçesi (1970, 1981)
Dede Korkut Hikâyeleri - Dede Korkut kitabı (1969, 1971, 1980, 1983, 1988, 1991, 1992, 1999)
Dede Korkut kitabı: (inceleme) (1958, 1963, 1966, 1981)
Dede Korkut kitabı: Metin-Sözlük (1964?)
Ebülgazi Bahadır Han: Türklerin Soy Kütüğü (1974?)
Edebiyat ve Eğitim Fakültelerinin Türk Dili ve Edebiyatı (1988, 1989)
Kadı Burhaneddin Dîvânı (Hazırlayan?) (1980)
Oğuz Kağan Destanı (Yayına hazırlayan?) (1988)
Orhan Şâik'e Cevap: Biz Şaşmadık (1964)
Orhun Âbideleri (1970, 1973, 1980, 1983, 1984, 1998, 1999, 1988, 1999)
Osmanlıca Dersleri (1958, 1962, 1980, 1981, 1982, 1986, 1987, 1989)
Sovyet Emperyalizmi, Balkanlar ve Türkiye (1974?)
Türk Dil Bilgisi (1958, 1962, 1967, 1972, 1977, 1980, 1981, 1984, 1985, 2001, 2002)
Türk Dili (1986, 2002)
Türk Dili: Lise I (1976)
Ahmet ve Dedesi (1999)
Türk Dili Kompozisyon: Lise I, II, III, IV. Dönemler (1994, 1995)
Türk Dili ve Edebiyatı : Edebiyat - Kompozisyon - Türk Dili (1992)
Türk Dili: Lise 1 (1991)
Türk Dili: Lise II. Dönem (1992?)
Türkiye'nin Bugünkü Meseleleri (1975)
Türkoloji Tezleri 1922-1961 (1962)
Üniversiteler İçin Türk Dili
0 notes
aydinrehberi · 2 years
Text
Jennifer Gates, Instagram hesabından yaptığı bir paylaşımla hamileliğini duyurdu. 26 yaşındaki Gates, hamileliği nedeniyle artık karnının da belli olduğu bir fotoğrafla bebek beklediklerini açıkladı.Gates’in paylaşımına annesi Melinda Gates’ten de yorum geldi. Bill Gates ile yollarını ayıran Melinda French Gates, “Bu küçükle tanışıp ikinizin ebeveyn olmasını izlemekten daha fazla heyecan duyamazdım” diye yazdı. Gates’in hamileliğini çok sayıda ünlü isim de kutladı. Moda tasarımcısı Vera Wang, “VAY. Harika bir çifti ve yeni üyenizi tebrik ediyoruz!!!!” diye yorum bıraktı. Jennifer Gates ve Nayel Nassar Ocak 2017’den beri birlikteler. Nassar da Gates de başarılı birer binici ve ikisi de Stanford Üniversitesi mezunu. Nassar’ın Ocak 2020’de evlenme teklif etmesinden sonra çift 2021’de New York’ta bir törenle dünyaevine girdi. Kızlarının evliliğinden yedi ay önce ise Melinda French Gates ve Bill Gates 27 yıllık evliliklerini bitirme kararı alarak boşanmışlardı. Jennifer Gates, evliliğinden önce Ekim 2021’de Vogue’a “Hem pandemi hem de bazı geçişlerden dolayı ailelerimiz için zorlu bir yıl oldu. Ama birbirimize olan aşkımız daimi oldu. Düğünümüzü en yakın arkadaşlarımız ve ailemizle kutlayabilmek, bir rüyanın gerçekleşmesi” demişti. Gates ve daha fazla aydın haber yazıları okumak için Magazin sayfasını ziyaret edebilirsiniz.Kaynak: https://www.sozcu.com.tr/hayatim/magazin-haberleri/bill-gates-dede-oluyor-kizi-jennifer-gates-hamile-oldugunu-acikladi/ https://rehberaydin.com/bill-gates-dede-oluyor-kizi-jennifer-gates-hamile-oldugunu-acikladi/
0 notes
netbilge · 2 years
Text
Sevinç Gürşen Kıranlı Kimdir? Nerelidir? Kaç Yaşındadır? Evli mi? Eşi kim?
Sevinç Gürşen Kıranlı Kimdir? Nerelidir? Kaç Yaşındadır? Evli mi? Eşi kim?
Sevinç Gürşen Kıranlı Kimdir? Nerelidir? Kaç Yaşındadır? Evli mi? Eşi kim? Sevinç Gürşen Kıranlı, 23 Ocak 1979 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir.  İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nden mezundur. Çakallarla Dans Hastasıyız Dede, Günaydın İstanbul Kardeş, Mahallenin Muhtarları, Ruhsar, Baskül Ailesi, Ateş Dansı, Yılan Hikayesi, Ah Bir Zengin Olsam, Evdeki Yabancı,…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yeniyeniseyler · 4 years
Text
EXXEN – Süper 1 Takım (23 Ocak 2021 Cumartesi Yayında!)
EXXEN – Süper 1 Takım (23 Ocak 2021 Cumartesi Yayında!)
1 Ocak 2021’de yayına hayatına başlayan, Acun Ilıcalı’nın sahibi olduğu yeni dijital platform EXXEN‘in tanıtımı yayınlanan yeni projesi“Süper 1 Takım“ isimli çizgi dizi oldu. Platformun yayınlayacağı tüm içerikleri “Exxen 1 Ocak’ta Yayında” başlıklı özel haberimizden takip edebilirsiniz. Exxen – Süper Bir Takım Birce ve Birol ile birlikte bir ayı, bir robot, bir tavuk; işte “Süper 1 Takım” Varol…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
mavi1gezegen · 4 years
Text
Tarih: 5 Ocak 2021
Saat: 21:40
Yine tek başına bir köşeye çekilmiş, kulaklığını takmış ve her zamanki gibi dönüp dolaşıp yazmaya gelmişim...Eskisi kadar uzun da anlamlı da yazamasam da içimi dökmeye gelmişim...
Küçüklüğümden beri hep bir şeylere yetişmeye çalışmış ve hep bir şeylere geç kalmışım. Kendimi hep bir amaca bağlamışım. Hep bir şeyler için uğraşmış ve bir şeyler için kendimi harcamışım. Belki hata yapmışım, belki doğru yapmışım. Belki keşke demişim, belki iyi ki demişim. Belki pişman olmuşum, belki gurur duymuşum... Ama elbet bir gün, bir şekilde, bir yere gelmişim...
Geldiğim yerlerin değil de en çok geride bıraktığım yerlerin izini taşımışım. Bu fiziksel bir iz değil ama en çok yara izini kalbime almışım...
Çocukluğumu pek hatırlamam ama yaklaşık 10-11 yıl önce anne babamın ayrılığı ilk travmam oluyor. Tabi o zamanlar o hisleri pek bilmiyor, anlamıyorum. Ama zaman geçtikçe bir şeylerin farkına varıyorum. Bir eksiklik, yokluk hissediyorum...
Şuan tam olarak 18 yaşındayım. Yani 7-8 yaşlarından itibaren baba sevgisi görmüyorum, "baba" ne demek bilmiyorum.
Maddi manevi her yönümle anne tarafım ilgileniyor. Bir babanın yapacağı her şeyi annem yapıyor. Mesela, çocukken parktaki salıncak sıramda, ilk düştüğümde, ilk diplomamda, ilk mezuniyetimde, benim için özel olan tüm günlerde hep annem yanımda oluyor. Tabii bu süreç içerisinde babasıyla el ele parka giden çocukları, arkadaş gibi olan gençleri ve her anını birlikte geçirenleri de kıskanıyorum. Annem yetiyor ama bilirsiniz, çocuk aklı ve hisleri...
Şimdi size ne kadar zaman geçerse geçsin, ne kadar büyürsem büyüyeyim, ne olursa olsun aklımdan çıkaramadığım ve en nefret ettiğim kelimeyi söyleyeceğim. Onlar benim yüzüme yüzüme söylerken hiç çekinmediler ama merak etmeyin artık bende çekinmiyorum. "BABASIZ" kelimesinin ruhuma dokunduğu kadar dokunan çok az şey var, bunu biliyorum.
Zaman geçti ve büyüyorum...
Ama inanın bana, bazı şeylerin eksikliğini hâlâ ilk günkü gibi hissediyorum.
Bakın ciddi söylüyorum, kaybetmeye küçüklükten alışığım ama hâlâ korkuyorum.
Kaybetmekten korkuyorum...
Bu yüzden mümkün oldukça herkesten uzak duruyorum, kendimi her şeyden uzak tutuyorum.
Birde mecburen uzak kaldıklarım var, oraya da gelelim diyorum... Biliyor musunuz? 3 kardeşiz. Benden 2 yaş küçük kız kardeşim ve erkek bir ikizim var. Anlamışsınızdır belki ama bunu da yine söyleyeyim. Erkek ikizim babamla yaşadığı için görüşemiyoruz. Yani yılda 1 kere falan. Evet koskoca yılda bir kere falan. Neden bilmiyorum ama aynı şehrin içinde bile bir araya gelemeyebilirmiş işte insan. Çok dokunuyor ama buna da alıştım.
İnsanlara karşı ördüğüm duvarları arada aşmışlığım var. Aslına bakacak olursak, ne olursa olsun her şeye rağmen hâlâ içimde küçük bir kız çocuğu var. Vardı yani. -Şimdi nerede bilmiyorum.- Ama hâlâ içimde bir yerlerde varlığını hissediyorum...
Normalde çok güler yüzlü, pozitif ve hayat dolu biriyim. Hatta bazı arkadaşlarımın tâbirlerine göre; "doğarken bile ağlamamışımdır." Ama her insan gibi, benimde içimde yaşadığım ve aşamadığım şeyler var...
En sonuncu tam 74 gün önce oldu.
Dedemi kaybettim. Dedemi kaybettik.
Bu sadece beni değil tüm ailemi yıktı.
Bu da ilk yıkılışımız değildi. Biz ailecek zor, çok zor günlerden geçmiştik. Ama bu çok başkaydı. Bunun anlamı da sonucu da çok başkaydı...
Daha önce söyledim mi bilmiyorum ama ben ilk defa birini kaybettim. Bu anlamda (ölüm) ilk defa birini kaybettim. Benim dedemdi ya o. Babamın yapmadığını yapan dedem. Dışarıdan bakınca sert mizaçlı ama içeriye yufka yürekli. Çok sevdiği kediler gibi güzel kalpli. Arada sinirli ama özünde çok iyi. Nasıl desem ya, kimseye kötülüğü dokunmayan ama kendine çok içerleyen. Çok yorulan, belki de hep kullandığı hapler yüzünden huysuzlaşan. Ama yine de bize kıyamayan... Dedemdi ya o benim. Ne olursa olsun her şeye rağmen dedemdi...
Yazın havalar sıcak olduğundan hep yazlığa giderlerdi. Yaşlı olduğundan, sıcağı bünyesi pek kaldırmazdı. Eh biraz da rahatına düşkündü. Tabii hak ederdi. Belki de bu sene o yüzden çok kaldılar yazlıkta, belki de bu yüzden gelmek istemedi.
Sonra covid-19 denen virüs ortaya çıktı. İlk başlarda kimse pek umursamadı ama zamanla yayılmaya başladı. Dedem biraz rahatsızlanmaya başladı ve anneannemle birlkte yazlıktan şehire geldiler. Geldikleri gün merdivenden bile çıkamamış. Bazen huysuzluğu tutar ama bunda gerçekten çok yorulmuş. Belki aldığı haplerden, belki canını sıktığı şeylerden çok yorulmuş... Bu süre içerisinde ben staj- ev yaptığım ve dedemin covid-19 olmasından dolayı kardeşimle teyzemde kaldık. Teyzem de bizimle aynı binada, bir üst katta oturuyor. Bu yüzden sorun yaşamadık. 24 Ekim Cumartesi öğle saatleri dedem fenalaştı. Annem ve anneannem yanında kalıyordu alt katta. Annem teyzemi aradı ve panikle "babama bir şey oluyor, buraya gel" dedi. Teyzem ve eşi aşağı indi. Biz yukarıda kuzenim ve kardeşimle bekledik. O anı size nasıl tarifim edebilirim? Beynim durdu resmen. Korkudan kalbim hızlı hızlı atıyor, annemler bağırıyor anneannem dizlerine vurarak ağlıyor. Ben üst kattan anneannem dizlerine vurarak anlayışını duydum ya, ben bunları duydum! Ne yapacağımı bilemedim tabi ilk başta. Şeker koması gibi sesler duydum. Dedem şeker hastasıydı ve daha önce böyle bir şey yaşamamıştık. Nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyoruz. Kuzenim, kardeşim ve ben o gün orada hıçkıra hıçkıra ağlayarak, odadan odaya geçip yalvararak dua ettik. Size yemin ederim, ben hayatımda bu kadar ne yapacağımı bilmedim, bu kadar çaresiz ve bu kadar berbat hissetmedim. Bütün hislerini atın bi kenara, yemin ederim orada yıkıldım. Ambulans gelene kadar çok dua ettim. Allah'a yalvardım. Lütfen dedim... Dedeme bir şey olmasın dedim. LÜTFEN DEDEME BİR ŞEY OLMASIN DEDİM.  Ben o gün orada çok dua ettim. Ambulans sesini duyunca evin terasına çıktım. Önce ambulansa, sonra saçma sapan bakan insanlara en son ise kapıdan zorla çıkan dedeme baktım. Size yemin ederim hâlâ gözümün önünden gitmiyor. O GÖRÜNTÜLER, O SESLER BENİM GÖZÜMÜN ÖNÜNDEN GİTMİYOR...
Dedemi gördüğümde binanın dış ara kapısında (koridor gibi uzun bir yerde) sedyenin üzerinde, gözü kapalı bir şekilde yatıyordu. Önce bakmaya korktum. Ama sonra aklıma gelen ihtimallerden daha çok korktum. Ne bileyim... Ben sandım ki, doktorlar dedemi iyileştirir, dedem gittiği o ambulansla geri gelir, her şey geri eskiye döner. Ama sadece sanmışım. Bir aptal gibi sadece öyle sanmışım! Ne doktorlar dedemi iyileştirdi, ne gittiği o ambulansla geri geldi ne de o eski günlere döndük. HİÇBİRİ OLMADI. HİÇ- Bİ-Rİ OL- MA- DI.
Ondan sonra öğrendim ki, dedemin zaten bilinci ve nefesi evdeyken kapanmış. Dedem ölmeden önceki gece hep beni, kardeşimi ve kuzenimi sayıklamış. Hatta öleceğini biliyor gibi birde o gün banyo yapmış, abdest almış. Anneannem'e en son sandalyeden kalkarken "şimdi bir kuş olup uçarım" demiş. KEŞKE DEMESEYMİŞ. Keşke annemin kollarında, bizim gözümüzün önünde ölmeseymiş. KEŞKE BİRAZ DAHA BİZİMLE KALSAYMIŞ. KEŞKE...
Şimdi bütün keşkeler dolandı dilime...
Ama ne bunlar getirebilir dedemi, ne de biz gidebiliriz ona. Arada mezarına gideriz. Ayrıca, ben her gün evin tam çaprazındaki  mezarlıkla konuşurum, konuşuyorum. Belki duymuyorsun, görmüyorsun, bilmiyorsun hatta orada bile değilsin ama biliyorum, hissediyorsun. Çünkü; hissetmelisin... Hissetmelisin dede. Ben sana sesleniyorum, sana anlatıyorum, seninle konuşuyorum.
Hatta biliyor musun? Her gün senin için dualar ediyorum. Belki yanımızda değilsin ama oralarda bir yerde huzurlu ol istiyorum. Ayrıca, huzurlu olduğunu hissediyorum, hissediyoruz. Yüzünü görmüş dayım o gün yıkarken, çok güzel gülümsüyormuşsun. Bizimkilerin rüyasına da geliyormuşsun arada, seni çok iyi görüyorlarmış genelde. Ben genelde rüya görmüyorum ya da hiç hatırlamıyorum. Ama sen gelirsen belki hatırlarım dede. Belki seni görünce çok mutlu olurum. Benimle konuşursun belki dede? Belki orda cevap verirsin söylediklerime. Lütfen gel dede. Rüyalarıma gel. Seni çok özlüyorum. Hem bak rüyalarıma gelirsen geceleri ağlayarak uyumam. Ağladığım için de özür dilerim. Seni üzüyorsa orada çok özür dilerim dede.
Ama seni çok özledim. Seni çok özlüyorum dede...
Lütfen bu yazdıklarımı hisset ve orada çok iyi ol. Bizi izlediğini biliyoruz ve bizde güçlü olmaya çalışıyoruz. Bir gün buluşacağız. O güne kadar seni düşünmediğim ve özlemediğim bir gün bile geçirmeyeceğim. Sana iyi bir evlat, iyi bir torun olacağım. Sen yeter ki hisset dede. Tüm bu yazdıklarımı hisset ve seni çok sevdiğimi unutma... :')
Özlemle ve sevgiyle...💙
62 notes · View notes
kanadikirikelebek · 4 years
Text
20 Ocak günü saçlarımı kestirip eve geldiğimde ilk dedeme sormuştum dede baaak nasıl oldu diye yine çok güzel olmuşsun demişti. Dedem sığınağım olan adam şuan ölüyor ve benim elimden hiçbir şey gelmiyor. Geçen sene öbür dedemi kaybettiğim zaman bu dedeme sığınmıştım ama şimdi bu dedemide kaybedersem sığınacağım kimsem kalmayacak.
1 note · View note
hbkultursanat · 4 years
Photo
Tumblr media
DERSİM'İN ERMENİLERİ YADA ERMENİLERİN DERSİMİ Yıllarca susan, çocuklarına, eşlerine bile sessiz çığlığını duyurmamış / anlatamamış “kayıp kızlar” dertlerini bize anlatırken ağır bir sorumluluk yüklemişlerdi omuzlarımıza…
Kazım Gündoğan
Dersim’in Kayıp Kızları film ve kitap çalışmalarımızdan sonra Dersim’in tarihsel ve toplumsal sorunlarından kopamadık. İstesek de kopamaz duruma geldik. Zira hem Dersimliler, hem de Dersim hakikatini öğrenmek isteyen çok değişik kesimler tarafından bir sorumluluk yüklendi omuzlarımıza. Bu kadar acıyı yaşamış bir toplumun hakikatini öğrenince insan bu görev ve sorumluluktan kaçamaz hale geliyor… Yıllarca susan, çocuklarına, eşlerine bile sessiz çığlığını duyurmamış /anlatamamış “kayıp kızlar” dertlerini bize anlatırken ağır bir sorumluluk yüklemişlerdi omuzlarımıza… Onlara söz vermiştik; bize verdikleri sorumluluğu onurla taşıyacak, anlatacak ve seslerini dünyaya duyuracaktık… Onurla taşıdık elbet bu sorumluluğu… Anlattık ve anlatmaya devam ediyoruz. Sadece öykülerini anlatmadık; acılarını olguya dönüştürerek düşün dünyasında da kavramsallaştırdık. “Dersim’in Kayıp Kızları” hem belgesel, hem de kitap olarak bu alanda ilk ve temel kaynak olarak hak ettiği yeri aldı… Bu çalışmalara başladığımızda, Dersim’in Cumhuriyet Devleti’nin “karakutusu” olduğunu söylemiştik. “Dersim’in Kayıp Kızları“nın konuşmaya başlamasıyla açılan bu karakutuda nelerin olduğu, değişik alanlardaki araştırmalar ve eserlerle daha da görünür, anlaşılır hale geldi… Cumhuriyet Devleti’nin tüm halkları Türkleştirme ve İslamlaştırma politikası, Dersim’de yaklaşık 20 yıl boyunca (1926-1947) merkezi bir politikayla son derece planlı biçimde uygulanmıştı. Sanıldığı gibi 1937’de başlayıp 1938’de biten bir süreç değildi Dersim meselesi. Belirtmek gerekir ki, Dersim sadece bir Cumhuriyet dönemi sorunu değildi. Zira esas olarak Hilafetçi Osmanlı’dan “devralınan bir sorun”du… Dersim gibi kadim bir halklar yurduna dair çalışırken; oradaki bütün etnik ve inanç kimliklerine dair bir sözünüz olmalıdır. Dolayısıyla araştırmanın bir aşamasında “Dersim tarihsel olarak Kırmanç/Zazaların, Kürtlerin, Ermenilerin inanç bakımından da esas olarak Kızılbaş/Alevilerin ve Hristiyanların ortak yurdudur“diyerek sözümüzü söylemiş olduk… Dolayısıyla Dersim’i çalışırken orada yaşamış kadim halklardan biri olan ve iki tertele (1915, 1937/38) yaşamış Ermenilere dair bir çalışma yapmak, hem tablonun bütününü görmek, hem de ahlaki sorumluluk açısından gereklilikten öte zorunluluktu bizim için… İşte bu düşünce ve duyguyla Dersimli Ermenilere dair topladığımız bilgileri 2010 yılında somut bir projeye dönüştürdük. Bu çalışma iki esere dönüştü. Biri Nezahat Gündoğan’ın yönetmenliğini yaptığı Vank’ın Çocukları belgesel filmi; diğeri ise yazarı olduğum “Keşiş’in Torunları, Dersimli Ermeniler 1” kitabı. Bu kitapta; kısmen 1895-96 kırımı ve 1915 Soykırımı’nda Dersim’de yaşananları, katliamın yanı sıra; mülkiyetini, dinini, dilini kaybeden ve yaşadıkları topraklardan sürgün edilen Ermeni halkının giderek toplumsal ve kültürel bütünlüğünü yitirişini anlatmaya çalıştım. Kitabın esası ise; 1937-38 Dersim Tertelesi’nde (Tertele; Zaza/Kırmanç dilinde soykırım anlamında kullanılıyor.) sağ kalan Vank ve Zımekli Hristiyan Ermenilerin izini sürerken topladığım öykülerden oluşmaktadır. Kitap; tanıkların dilinden ve belgelerle 1915 Soykırımı’ndan sonra Dersim’de kurumsal varlığını sürdürebilen tek ibadet yeri olan Halvori Surp Garabet Manastırı’nın (Vank’ın) 1937 yılında Sabiha Gökçen tarafından bombalanarak yıkılmasını, “Keşiş ailesi”nin ve Hristiyan topluluğunun Alevi/Kızılbaşlarla birlikte öldürülmesini ve geride kalan az sayıdaki aile fertlerinin Türkiye’nin değişik yerlerinde “zorunlu iskân”a ve asimilasyona tabi tutulmalarını anlatıyor. Köklerinden koparılan bu topluluğun geride kalan üyelerini Isparta, İzmir, Dersim, Bolu, İstanbul, Almanya ve Fransa’da bulup görüşmeler yaparak, tertele öncesi yaşamlarını, tertele sürecini, sürgün ve zorunlu iskân dönemini, Türkleştirme, İslamlaştırma, Alevileş(tir)me süreçlerine dair travmalarını,hatırladıklarını/yaşadıklarını/tanıklıklarını, yaşama tutunma biçimlerini ve birbirlerini bulmalarını kaydederek birer belgeye dönüştürdük. Tertele yaşamış her insan bir belgedir. “Keşiş’in Torunları” bütün bu travmatik öyküleri kuşaktan kuşağa taşıyacak onlarca belgeden oluşmaktadır… Kitaba konu olan öykülerde; 1926 yılından itibaren yürürlüğe konulan devletin “Şark Islahat Planı”nın Dersim’de 1947, hatta 1950 yılına kadar merkezi bir planla uygulandığı çok net olarak görülürken, öte yandan bu politikaların nasıl uygulandığının da fotoğrafı çekiliyor. Keşiş’in Torunları- Dersimli Ermeniler-1 / Kâzım Gündoğan/ Ayrıntı Yayınları/ 336 sayfa. Birinci Basım, Ocak 2016 İkinci Basım, Şubat 2016 Üçüncü Basım, Şubat 2016 Dördüncü Basım, Ocak 2020 Kitaptan bölümler “Dersim’in kayıp Ermeni kızı Aslıhan Kiremitçiyan” 2011 yılında Isparta’nın Şarkikaraağaç İlçesi’nde Keşiş ailesinden bulduğumuz ilk kişiydi… Uzun araştırmalar ve aramalar sonrası Keşiş ailesinin diğer pek çok üyesine de ulaşıp, öykülerini kayıt altına alabildik. Aslıhan Kiremitçiyan (Fatma Yavuz) Kitapta yer alan öykülerden kısa kısa… Agop Kiremitçiyan ve çocukları: Agop bir oğlu ve kızı Zıverta (7–8 ) ile birlikte Bolu’ya, diğer kızı Aslıhan ise babasından koparılarak Konya’ya sürgüne gönderilir. Agop ile oğlu bir süre sonra Bolu- Mengen’de yaşamlarını yitirirler. Zıverta: Zıverta’ya sürgünde “Elif” adı verilir. Bir süre sonra kendisi gibi sürgün bir ailenin oğlu olan Mazgirtli bir Aleviyle evlendirilir. 1947’de Dersim sürgünlerine geriye dönebileceklerine dair af çıkınca eşiyle birlikte Dersim’e döner. Uzun yıllar Dersim’de yaşadıktan sonra yaşamını yitiren Zıverta’yı oğlu Ali Kaya şöyle anlattı: “Annem Ermeni olmasına rağmen tamamen Alevi olmuştu. En koyu Alevi’den daha Aleviydi. Teyzem (Aslıhan) ise Sünni olmuştu. Teyzem namazını kılan, orucunu tutan Sünni Müslüman; annem Xızır, On İki İmam Orucu’nu tutan, ziyaretlere giden bir Alevi… Bilmem ki ne demeli bu duruma?“ Aslıhan: Agop’un diğer kızı Aslıhan, adı Konya’da Fatma olarak değiştirildiğinde 5-6 yaşında; kelime-i şahadet getirtilip, Müslümanlaştırılarak evlendirildiğinde ise henüz 13 yaşında bir çocuktu… Aslıhan Kiremitçiyan: “Köyde büyük bir ceviz, etrafında yine ceviz ağaçları vardı. Bir tabur adam getirdiler. Arkasında bütün silahlı insanlar. Hepsini götürdüler orada sıraladılar. Takır takır vurdular ittiler, vurdular ittiler, vurdular ittiler. (…) bir adam dağdan geldi. Ekinle üstümü örttü ‘sus’ diye. Böyle kurtuldum. Sonra köye nasıl gitmişim aklım ermiyor. Halam alıp götürüyor mağaralara kaçıyoruz. Ondan sonra mağaralardan almışlar bizi Türkiye’ye dağıtmışlar. Bunları hatırlıyorum.” “Beyşehir’de beni önce bir albaya verdiler. Onun tayini çıkınca nüfus müdürünün yanına verildim. Beni besleme olarak yanlarına alan “ailem” beni çok döverdi. Odunla yediğim dayak yüzünden parmaklarım kırıktır. Hiçbir doktora götürülmedim. Nüfus müdürünün evinde gördüğüm işkenceler yüzünden evden kaçtım. Daha sonra başka bir aile beni yanına aldı. Orada da çok işkenceye maruz kaldım. Sonra 35 yaşında olan birisi ile beni evlendirdiler. Evlendirmeden önce kelime-i şahadet getirtip beni Müslüman yaptılar. Aç susuz, işkence dolu bir yaşantım oldu. Her şeyden önce çocuktum… Evsiz, sahipsiz, kimsesiz ve işsizdim. Sokaklarda kaldım. Çocuklarımı bu şartlarla büyüttüm. Ermeniliğimi tam olmasa da biliyordum ama gizledim. (..) Babam devletine bağlı bir Ermeni vatandaşmış.” Iğsa: Çocukların en büyüğü Mişan 12 yaşlarındadır. Vücudunda onlarca süngü yarasıyla ölülerin altından kurtulur. Toplanıp Konya’nın Beyşehir ilçesine sürgün edilirler. Ermeni kimlikleri bilindiği için ilkin isimleri değiştirilir, Türkleştirilir. Iğsa’ya “Fatma”, Mişan’a “Alişan”, Abkar’aA.,M.’a M. adları verilir. Sonra bu çocuklar zorla sünnet edilerek, Müslümanlaştırılır! Alişan Istanbul’da, Abkar Bolu’da, M. ise Paris’te yaşamaktadır. Onların öyküleri kendilerinden ve çocuklarının anlatımlarından aktarılıyor. Garebet Kiremitçiyan: Garo Leng (Topal Garo) ailesiyle birlikte öldürülür. İki kızı, bir yeğeni kurtulur. Kühet, Sultan ve Varte Agop’la birlikte Bolu’ya sürgüne gönderilir. Kühet “Emine” olur. Sultan’ın ismi problem olmaz. Varte hakkında ise çok az şey biliniyor… Kühet: Kızı Cevahir ve oğlu Ahmet ile torunu Ahmet’in anlatımlarından Kühet’in hayat hikâyesi… Cevahir Ak: “Benim annem Ermenidir. Vank Keşişi’nin torunudur. Anneme Emine diyorlardı. Ama sonra öğrendik gerçek adı Ermenice Kühet’miş. Köyde çocuklar bize, “Çena Hermeni” (Ermeni kızı) derlerdi. Üzülür ağlardım.Hakaret olarak söylüyorlardı. Bilmiyorduk annemizin Ermeniliğinden söylendiğini. Sonra öğrendik. Annem hiç gülmez, hep ağlardı… Şimdi annemle gurur duyuyorum…” Sultan: Sultan’ın Ermenice bir adı var mıydı bilemiyoruz. O, “Ben hep Sultan’dım” diyor. ‘Alevi Piri’yle (Dede) evleniyor. 1947 yılında Dersim’e döndüğünde Alevileşiyor. 1994 yılında tekrar yaşadıkları sürgün nedeniyle Elazığ’da iki kızıyla birlikte yaşıyor, 85 yaşında… Sultan Demir “Biz köyde, arpa biçmiş, harman yapıyorduk. Asker bütün erkekleri toplamış çayın (Munzurçayı) kıyısına götürdü. Kardeşim de içlerinde… Hepsini katlettiler. Cesetlerin hepsini suya attılar (..). Baktık kadınların hepsini orada katletmişler. O kadar çok kadın cesedi vardı ki… O cesetlerin arasında çocuklar vardı. Artık erkek mi kız çocuğu mu bilmiyorum, cesetlerin arasında ağlıyorlar. Aa,a derken bizi de taradılar… Ben öyle aşağı doğru kaçtım gittim. Benim yanımda bir kız kurtuldu…” 1938’de ben on yaşındaydım. Vanke Karabas derlerdi bizim köye. Kilisesi vardı. Güzel evlerimiz vardı. O kilisenin çok değerli malları vardı… Dayımlar, kilisenin sahipleriydi. Evleri kilisedeydi. Bizim evler de biraz öte tarafta iki katlıydı. Kırmançlar kiliseye gelmiyorlardı. Neden gelsinler? Onlar Aleviydi, biz Ermeni. Biz kurbanlarımızı kesip götürüp Kırmançlara veriyorduk. Onlarda bize getiriyordu. Kırmançlar ile Ermeniler birbirleriyle katiyen evlenmezlerdi.(…) Bizim ne adetlerimiz, törelerimiz, ne inancımız; arkada hiç bir şey kalmamış. Devlet bizimkileri alt üst etmiş. Kâfir, Mervan, Yezit! Sen söyle, Biz ne yaptık ki? Gençlerimizi, çoluk çocuğumuzu katledip suya attılar!.. On iki dayım vardı… Kilisenin sahibini, babamı, kardeşimi, halamı, onun eşini ve oğullarını, diğer komşularımızın tamamını, hiç sorma… “ Varte: Varte, katliamdan kurtulup sürgüne gönderilmeyen tek kişidir. Eşini ve çocuklarını katliamda kaybeder, mağaralarda, ormanda saklanır. Sürgüne gönderilmeyen Tilek Köyü’ndeki Alevi/Kızılbaş dostlarına sığınır. Dersim’de olmasına rağmen 1947’de af çıktıktan sonra ancak Vank’a geri dönebilir. Varte, manastırın yıkık duvarlarını korumaya adar yaşamını. Köylüler ona ve yıkık manastıra saygı gösterir, yardım ederler. Zaten Kızılbaşlar da manastırı kutsal bir mekân (Ocağa İmamsen -Hazreti Hüseyin’in Ocağı) olarak görmektedirler. Varte 1976 yılında ölür. 1938’den sonra Vank’ın Ermeni mezarlığına gömülebilen tek kişi Varte olur… Toros Vartabetyan: Toros, katliam zamanında 15–16 yaşlarındadır. Denizli’ye sürgüne gönderilir. Keşiş’in sağ kalan tek erkek çocuğudur. Toros’un Denizli ve Konya’daki adı Mehmet Balcı’dır. İstanbul’da ise, Toros Vartabetyan olur. Toros Vartabetyan’ın kızı Meryem, babasından kendisine kalan “acı anıları” şöyle anlattı; “Babam ‘Dersim vakası’ derdi. ‘Dersim olaylarında kardeşlerimi gözümün önünde öldürdüler. Ben ormanlık bir alandaydım, ormanlık alanda saklanarak kendimi korudum, iki asker gördü, üstüme ateş açtı, ben kaçtım. Sağımdan solumdan kurşunlar sekiyordu ama kurtaran Allah kurtardı… Kurtuldum…’diyordu. Anne, babasını çok anlatmazdı ama kardeşlerini unutamıyordu. Kardeşlerinin dördünü kurşuna dizerek öldürmüşler. Çoğu zaman anlatır, ağlardı. Hatta vefat edeceği zaman bile başını taşla ezdikleri kardeşinin ismini sayıklayarak… (ağlıyor). Nefesini verirken ayağa kalktı, ‘Baba ne oldu?’ dedim. Dedi ki, ‘Harut’u gördüm, karşıda duruyor.’ Çünkü ondan çok etkilenmişti… Konya’dan İstanbul’a gelene kadar babamın Ermeni olduğunu bilmiyorduk. İstanbul’a geldikten sonra babam söyledi. İstanbul’da adı Toros olduktan sonra yaşamında çok şey değişti. Mezar taşına Toros yazdırdı… Babam Konya’da oruç tutardı ama İstanbul’a geldikten sonra kendi şeyini (orucunu) tutmaya başladı. Orada, 12 İmamlarda da, Ramazanda da oruç tutuyordu, ama ‘Allah kalbimi biliyor, tuttuğum oruç, ettiğim dua istediğim yönde gidiyor’ derdi. “Camide namazını kıldıktan sonra evde ayrıca dua ederdi, ondan sonra da haç’ını çıkarırdı. Öyle dua ettiğini bilirim. Nenemi de (Iğsa nene ) bilirim. Oda öyle dua ederdi. Elinde tespih, tespihin ucuna da haç takmıştı, öyle dua ederdi.” Meryem: Meryem’in hikâyesi de ikinci kuşak Dersim Ermenileri’nin ortak hikâyesidir; “17 yaşımdayken İstanbul’a geldik ve Ermeni olduğumu öğrendim. Tabii ister istemez kiliseye gidiyorsun, kiliseyi yadırgıyorsun.( … ) Kiliseye ilk gittiğimde, El hamdülillahı okuyorum, Sübhaneke’yi okuyorum, Fatiha’yı okuyorum… Mesela Haymer’i sorsalar bilmiyordum. Ermenilerin içine giriyorsun, kendini onlara yakın hissedemiyorsun. Gene en yakın Alevilerle oluyordu. Onlarla çok şeyi paylaşıyorduk. Kardeşlerim de öyle, ben de öyle… İki kültürün hatta 2–3 kültürün, inancın arasında geçti bizim çocukluğumuz…” Kework Gregoryan: “Hozat’ın Zımek köyünde doğmuşum. Soykırım zamanında 5-6 yaşlarındaydım. Annem, kız kardeşim, ağabeyimle birlikte yüzlerce kişi topluca öldürüldü. Ölülerin altında sağ kalmışım… Sonra sürgün. Adımızı, dinimizi değiştirdiler orada. Mehmet oldu adım. Yıllar sonra af çıkıp Zımek’e geri geldiğimizde her şeyimize el konulmuştu…Komşularımız Kilise taşlarını söküp ev yapmışlardı. Sahibi olduğumuz toprakların marabası olduk… Dersim’i terk ettik!” İki Tertele (1915, 1937/38) yaşamış, Türkiye ve dünyanın değişik yerlerinde yaşamak zorunda kalan Keşiş ailesinin mensupları yaşadıkları asimilasyon ve travmalara rağmen bugün birbirinden bağımsız olarak “biz Dersimliyiz ve Keşiş’in torunlarıyız” demeleri, Dersimli Ermeni kimlikleri hakkında ortak bir belleğe (güçlü olmasa da) sahip oldukları söylenebilir… https://t24.com.tr/haber/dersim-in-ermenileri-ya-da-ermenilerin-dersim-i,875079
7 notes · View notes
multecibekes · 5 years
Text
Evin çiçek kocgirili isvesçte yaşıyor araştirmaci bir gazeteci merak edenler evin çiçekle geniş bilgiyi wikipedya ulaşabilir şuan ana bir çok yazısını okudum titiz belgeli objektif bir çizgi içinde kaynak belgeler ışığında kendi ulusal kimliğine türk faşist devletinin tüm hile oyun onursuz saldırılarını deşifre ediyor
Bu günki yazısı koçgiride kadın olmak 6 Mart 1921 soykırım tarihidir Kürt Kızılbaş soykırım
İşte evin çiçeğin araştırma yazisi
Koç giride kadın olmak
1921 KÜRT SOYKIRIMI DÖNEMİNDE
KOÇGİRİ'DE KADIN OLMAK!
BÖLÜM (1)
Evin Çiçek yazdı.
Ağustos 1918 Mustafa Kemal III.Ordu komutanı
23 Aralık 1973'de Koçgiri'den İstanbul'a dönerken, haberleri dinleyen dedemin küfretmeye başlamasıyla ilginç bir şaşkınlık yaşamıştım. Dedem “İsmet Paşa ” denilen kişiye küfrediyordu. “ Sağır geberdi ” dediğinde, okulda bana öğretildiği şekilde, aynı cümlelerle dedeme, dede o çok iyi bir insan, bizleri, vatanı kurtarmış kelimelerini sıraladığım da “ Kızım hangi vatandan bahsediyorsun? Yavrum sen O sağırın bizlere yaşattığını bilmiyorsun.
Koçgiri'de insan bırakmadılar. Derelerde insanlarımızın ölülerini yan yana dizdiler. Hayvanlar insan eti yemeye alıştılar. Biz yetim, aç, çıplak kaldık. Hiç bir şey bırakmadılar. Kara bir çul buldum. Ortasından delip başımdan geçirdim. Aylarca öyle dolaştım ”
Dedem hem Koçgiri, hem de Dêrsım soykırım zencirlerini yaşamıştı. Hem tanık, hem şiddete uğrayandı. Babası dahil yakınlarının çoğu çarpışmalar da öldürülmüş, çarpışmalar da bizzat yer alan ve teslim olmayan annesi ve diğer sağ kalabilenlerse Dêrsım'e sığınmışlardı. Onlar, birbirlerini kaybetmişlerdi.
Okul da halkımın, Kafkas, Pontos, Mezopotamya (Mezra Bohtan), Ön Asya halklarının kasaplarını bizlere kurtarıcı olarak sunuyorlardı. Varolan, sunulan, bahsedilen cumhuriyet askeri darbelerle, soykırımlarla, devlet adına gaspetmelerle örülmüş ve şekillendirilmişti.
Okul adlı yeniçeri yapılanmasında, askeri cumhuriyetin kurumlarında özel görevler yüklenenler hazırladıkları metinleri bizlere gerçek tarih olarak sunuyorlardı. Gerçekler ise başkaydı. Hayali kahramanlar, kahramanlıklar yaratmışlardı. Sıkıyönetim mahkemelerinin gölgeleri altında silah zoruyla insanlar tek tip giyinmeye zorlanmış, direnenler idam edilmişler ve bu durum da ilericilik, devrimcilik adı altında okullarda, basında bize anlatılıyordu.
Zorla insanları inançlarını değiştirmeye yöneltmenin, giyim - kuşamına müdahale etmenin ilericilkle, devrimcilikle ilgisi yokken, bu girişimlerle dikta yönetimin varlığı kanıtlanırken, biz çocuklar okullarda yani laboratuvarlarda kobay olarak kullanılıyorduk.
Askeri darbelerle askeri imparatorluk sürecini askeri cumhuriyete dönüştüren paşaların oluşturdukları medya onların diktatoryal yönetimlerini, farklılığı kabul etmeyen anlayışlarını cilalayarak, süsleyerek yazıyor ve beyinlerin yıkanmasına, tek tip kişilikler oluşmasına yardım ediyorlardı. Bizler de öğrenciler olarak var olan baskıcı yönetimden payımızı alıyorduk. “Asker milletin” asker öğrencileriydik.
Bu cümlelerle maskesi sivil, kendisi askeri olan sisteme, cumhuriyete kadro olarak hazırlanıyorduk.
Doğduğum, büyüdügüm topraklar da soykırımlarla birlikte var olan ekonomik ilişkiler de yok edilmişti. Açlıkla terbiye edilmek, teslim alınmak istenilen Koçgirililer, 1945'lerden itibaren Türkiye metropollerine, 1960'tan itibaren de diğer ülkelere iş bulmak, yaşamlarını sürdürebilmek amacıyla dağılmak zorunda kaldılar. Bu dağılma Angora’da oluşturulan yerinden etme, göçertme, katma, köklerinden koparma, dönüştürme politikasının bir sonucuydu.
Koçgiri'den T.C. nin şehirlerine veya dünyanın diğer ülkelerine doğru göçme, göçmek zorunda kalma, ayrılış, devletin özel harp merkezlerinde özel olarak hazırladığı 1.Dünya Savaşı sürecinde M.Kemal’in emriyle Kürdistan’dan sürgün yollarına çıkartılan ve öldürülen yüzbinlerin yok ediliş pratiginin yeni bir tekrarıydı.
Asimile ve bölgeyi Kürtlerden arındırma planları süreklilik arz ediyorlardı. Ekonomik sorunları siyasal sistem üretir. Kürdistan’da işsizlik, yokluk bilinçli olarak oluşturuluyordu. Hedef göçertmeydi.
1920 de Angora’ya taşınan ittihatçı rejimin mimarları horlama, aşağılama, kişilikte güvensizlik yaratma, özüne yabancılaştırma, uzak tutma programıyla açlık, işsizlik korkusunu birlikte işlerler.
Türkü üstün halk olarak gösterme, diğer halkların ve özellikle Kürdlerin bütün değerlerini inkar etme, yok sayma sonucu hedeflerine doğru adım adım yaklaşırlar.
Öyle ya Mustafa Kemal “ Milli benliklerini kaybeden milletler başka milletlere yem olurlar ” diyordu. Teşkilad-ı Mahsusa idarecilerinden Mustafa Kemal ve ekibi Kürdlerin milli benliklerini kaybetmeleri için gerekli olan alt yapıyı hazırlıyorlardı.
İnsan doğası gereği kendisini bir aileye, bir aşirete, bir millete, bir dine, mezhebe, sosyal çevreye v.b. veya enternasyonalizm adına dünyaya ait his eder. Bunlar insan olmanın yaratığı sonuçlardır. İnsan kimliğini oluşturan dinamikler, öğelerdir. İnsanın gelişim sürecin de kimliği oluşturan faktörler değişime uğrayabiliyorlar, gelişebiliyorlar. İnsanlara mutluluğun da, mutsuzluğun da kapılarını açabiliyorlar.
Bizler hislerimizi dışa vurduğumuz andan itibaren baskı ve zulüm gördük, görüyoruz. Bizler yaralı, mutsuz, acılı, agresif ruh halleriyle yaşıyoruz. Baskı, hisleri bastırmak, bireyi yanardağa, volkana çevirebiliyor. Koçgirililer 1921 deki soykırım sonucu oluşan travmadan kurtulabilmiş değiller. Psikolojik etkiler, sonuçlar kuşaktan kuşağa geçiyor, canlılığını koruyor.
Koçgiri’de ulusal özgürlüğün, kurtuluşun sembolu bir çift; Alişêr Koçgirizade ve Zarife Xanım
Yazılı kaynaklarda savaş ve kadınlarımız!
Savaş dönemlerin de Kürdistan da bulunan gezginlerin seyahatnameleri ya da politik heyetlerin anı defterleri arasında bulunan notlar bizleri bilgilendirmekte “…Erkekleri ölmüş ya da cephede bulunan kadınlar çok güç bir yaşam sürüyorlar.
Ne devlet ne de toplum onlara yardım elini uzatıyor. Tamamen kendi güçleriyle zor, zor geçinmek zorundalar…..Bir kaç köye uğradık. Bu köylerden birinin Kürt köyü olduğu görülüyordu. Hepsi de son derece yoksulluk içinde, erkekleri gitmiş ve korkunç bir sefalet hüküm sürüyor. Hemen, hemen hiç eşyaları yok. Kadınlar köylerde oldukça serbestler. Aynı köylerden olanlar birbirlerinden kaçınıp saklanmıyorlar. Yabancılarla karşılaşınca yüzlerinin alt kesimini örtüyorlar.
İlk anda görgü kuralı olarak. Hepsinin de giysileri çok kötü….( Türkiye Anıları - Kasım 1921- Ocak 1922 - M.V.Froundze )
Feodalizmin ağır etkisi altında olan bayanımız her zaman ulusal duygularını korumuştur. Durumu el verenler ise silahlanıp savaşmışlardır. Sürekli çocuk doğuran, kucağın da ve sırtın da bebek eksik olmayan kadın elbette ki bir erkeğin içinde bulunduğu ruhsal rahatlıkla hareket edemiyor, edemez de. Yapabildikleri kadarıyla çocuklarını barbarlardan (yabancı) kurtarmaya, yaşatmaya çalışıyorlar.
Bunun yanı sıra cengaverlerini de (savaşçı) yalnız bırakmama uğraşı içine giriyorlar. "....Kürt kadınları bazı yerleşim birimlerinde devrime destek veriyorlardı. Yaralıları tedavi, taşıma, lojistik görevlerini yapıyorlardı...” ( İ. H. Şaweyş - Roji Nuwe – İlon -1961, Sılemani )
Koçgiri sürecini yaşamış olan Nuri Dêrsimi savaşan bayanların varlığından bahsetmekte “ Kürt kadın ve çocukları cephelerdeki savaşçılarımıza erzak ve cephane taşıyorlardı, hatta bazı kadınlar silahlı olarak ateş hatlarında savaşıyorlardı. Kürtün tarihi kahramanlığının bu canlı örnekleri, milli dava uğrunda, Kürtün sarsılmaz bir imanla çarpışmayı bildiğini ispat ediyordu....
Munzur dağlarından geçmek esasen çok güçtü ve mevsim dolayısıyla vadilerde sular, nehirler, çaylar coşkun bir halde olup yağmur sürekli olarak yağmaya devam ediyordu. Tabiatın bu engellerine rağmen, savaş bütün şiddetiyle başlamıştı. Kürtler için artık bir ölüm kalım mücadelesi meydana gelmişti, bu sebeple eli silah tutan erkek, kadın, kız ve hatta çocuklar bile güçlerinin yettiği ve ellerinden geldiği kadar savaşa katılıyorlardı.. ” ( K. T. Dersim )
Hozat’dan (Xozat) gönderilen jandarmaların kendisini gözaltına almalarına Erkan köyünde yaşayan kadınların jandarmalara karşı saldırıya geçmek suretiyle engel olduklarını belirtmekte.
Türk İstiklal Harbi adlı kitabında Pontus-Yunan ve Koçgiri konusunu işleyen Rahmi Apak “…Kürt bağımsızlığı davasının ilk basamağının Koçgiri ovalarında kurulmak istenmesi bu dış tesirlerin en açık ve en kesin delilidir…(…)…
Özellikle kendi menfaatleri için kandırılmış ve maiyetlerinde ki (yönetimlerinde ki) masum kitleyi sürüklemiş asi liderler, hiç bir başarı sağlayamadılar…(..)…Atılan bu yanlış adım bir kaç yıl sonra Şeyh Sait ayaklanması ile filizlenip kendisini bir daha gösterdi ve sert bir tenkil ( örnek olacak bir ceza verme ) ile sona erdi” demekte.
Kürdistan tarihini ya bizim erkeklerimiz ya da başka halklardan erkekler yazmışlardır.
Her şeyi kendilerine göre değerlendirmişlerdir. Erkeklerin cengaverliği dile getirilmiştir. Kadınların değerlendirmeleri elbette ki farklı olurdu. Kadın gözüyle savaşa yaklaşıp, savaşı değerlendirme.!
Büyük babaannemin savaştığını dedemden duydum. Dedem tanıktı. Erkeklerimiz tarihi yazarlarken sanki yalnızca erkek cinsiyeti varmış, işgalcilere-saldırganlara-gaspçılara karşı yalnızca erkekler direnmişler gibi bir hava yaratıyorlar.
Oysa savaşamayan, esir düşen kadın da, erkekte en ağır yaptırımlara uğramıştır.
Kadınların konumunu ortaya çıkarmak ise biz kadınlara düşüyor. O günün koşullarında askeri veya politik mücadele konusunda kendilerini yeterli görüp sorumluluk alanlar, ülkeye ve halka karşı görevlerini yerine getirmişlerdir.
Gerekli çabayı gösterirsek, kendilerini geliştirmeyen, yeterli tarih bilgisine sahip olmayan, eksikliği fark etmeyen, çok bilen bilmeyenlerimizi de aydınlatabiliriz. Sosyal olarak gelişmiş bir Kürdistan’a sahip olmak istiyorsak, biz kadınlar çaba harcamak zorundayız. “ Kürt kadını hiç savaşmamıştır. Kadın nedir ki savaşsın ? Kadın erkeğe, düşman gücüne karşı duramaz,, durmamıştır da. ” diyenlerin geliştirilmesi, bilgiyle donatılması görevini de biz kadınlar yerine getirmeliyiz.
Geçmişte mücadele veren fakat o günün koşulların da başarıya ulaşamayan ve başarısızlıklarının nedenlerini belirten aydınlarımız bize yönelik olan beklentilerini yazmışlardır. " ..... Ben sana, senin namus ve şerefini lekelememek için vatanın yalçın kayaları, yüksek uçurumları üzerinden kendilerini kurtarıcı ölümün kucağına atan binlerce gelin ve kızlarımızın feryadını inliyorum...
Girdaplara ( sulara ) atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan ufuklarında yankılanan iniltilerini teskin için .... özgürlük abidesine sunduğumuz binlerce kurbanlar, kendileri için bizden bir türbe istiyorlar, hatıraları için bir abide (anıt) bekliyorlar..... Bu abide, özgür ve bağımsız Kürdistan’ dır ” (Baytar Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihin'de Dersim, Halep 1952)
Ülkemize, halkımıza ve çocuklarımıza karşı duyduğumuz, duymamız gereken sorumluluk bir bütünü teşkil eder, etmelidir. Bizler vahşeti yapanları amaçlarıyla birlikte halkımıza, halklara anlatmalıyız. İnkar, gizleme barbarları cesaretlendiriyor, saldırganlaştırıyor, kontrol edilemez duruma getiriyor. Voltaire; “Tarih kralların, generallerin çiftliği değil. Ulusların tarlasıdır. Her ulus geçmişte bu tarlaya ne ekmişse gelecekte onu biçer ”diyor.
Koçgirililer ne biçecekler? Koçgiriden dışarıya çok yoğun göç kimlikleri, edebiyatı, kültürü bitirme, yok etme noktasına getirmiş durumda. Kopuş, yok oluşu besliyor.
1921 de savaşı, soykırımı yaşayanlar yazmadılar, yazamadılar. Sözlü tarihin çok az bir kesimini yazabildim. Bugünü iyi tahlil edebilmek için geçmişin ayrıntılarıyla bilinmesi gerekir. Koçgiri’den Sivas merkeze, İstanbul Gazi’ye ölüm zinciri devamlılık arz ediyor. Peki niye? Soru sorulmadıkça, cevaplar öğrenilemeyecek.
4 notes · View notes
gulindede · 4 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
30. yılını kutlayan Studio Oyuncuları’nın kurucularından Şahika Tekand ile çiçeği burnunda tragedyası ‘İo’yu konuştuk.
https://www.timeout.com/istanbul/tr/tiyatro/feminist-bir-baskaldiri
Gülin Dede Tekin|Yayın tarihi: 24 Ocak 2020
Türkiye’de çağdaş tiyatronun öncü ve yenilikçi isimlerinden Şahika Tekand ve Studio Oyuncuları, hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz mitolojik karakterlerden İo’yu, günümüzü yakalayan bir metinle sahneye taşıyor. ‘Oidipus Üçlemesi’nde olduğu gibi yine İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan oyun Tekand’ın kaleme aldığı, daha önce yalnızca ‘Zincire Vurulmuş Prometheus’da karşımıza çıkan yan karakter İo’yu başrole taşıyan bir tragedya. Zeus’un baştan çıkardığı, daha sonra Hera tarafından ineğe dönüştürülerek sürgün edilen nehir perisi, tapınak rahibesi İo’nun uzun süren sürgün yıllarının ardından geri dönerek gerçeği haykırışını izliyoruz. Ataerkinin karşısına dikilmiş feminist bir başkaldırı aslında bu. Düzenin bekçileri Kratos/Bia ve Herme’in İo’yu geri dönmeye ikna çabaları, halkın zikredilen her cümleyle uyanışı, Prometheus’un Zeus’un korktuğu gerçeğini dile getirme cesareti…  Tekand’ın modern tragedyası başta kusursuz bir metne sahip. Ayrıca sahneleme, ışık, kostüm ve oyunculuklarıyla da her açıdan oldukça başarılı. İo rolünde Şahika Tekand ve Prometheus rolünde ise Yiğit Özşener çarpıcı performanslarıyla oyunun merkezinde. İlk defa duyduğunuzda tüylerinizi diken diken eden, tekrar tekrar dinlemek isteyeceğiniz şarkılar gibi ‘İo’. Tekand’ın sözleriyle anlatacak olursak “Her sesi ve kelimesiyle dilin müziğini ortaya çıkarmış bir beste.” Dinleyeni bol, ömrü uzun olsun…
Sıfırdan tragedya yazmış birisi olarak size öncelikle şunu sormak isteriz: Nedir sizin için tragedya? Binlerce yıl öncesine dayanan tragedyalar günümüze dair ne söylüyor?
Bütün edebiyat ve sanat biçimleri için söz konusu olduğu gibi yazım biçimleri de ilkeleri ile ortaya çıktıktan sonra artık bağımsız bir sanatsal biçim olarak yaşar. Tragedya Antik Yunan’da ilkeleri şekillenmiş bir yazım biçimi. Bu biçimlenme o günün koşulları ile oluşmuş ama öyle ilkeler sunmuş ki, tragedyanın bizatihi varlığı dahi yazıldığı ya da sahnelendiği çağ adına bir şey söyler hale gelmiş. Tragedya hakkında konuşmamak, tragedya yazmamak, sahnelememek, okumamak, seyretmemek yaşadığımız son 30-40 yıl için hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü tarihin bu dönemi ilkesizliğin, günahlarla ve hatalarla yüzleşmemenin, hesap vermemenin en büyük başarı; hayata müdahale etme ve değiştirme umudunun ise aptallık haline geldiği karanlık bir dönem olarak yazılacak ileride. ‘Anything goes’ anlayışı tam da bunu başardı. Oysa tragedya yazım formu, hatayı ve bununla yüzleşmeyi, hesap vermeyi, ilkeleri zorunlu kılar. O nedenle bugün, sadece bu özelliği ve varlıklarıyla bile hem Antik Yunan metinleri hem de daha çağdaş metinler kendi çağları için çok şey söyler. Çünkü bütün dünya bugün ‘anything goes’ anlayışının fena halde duvara çarptığı ve sonuçlarının acıyla tecrübe edildiği günlere geldi.
Daha önce yalnızca ‘Zincire Vurulmuş Prometheus’ta karşımıza çıkan bir yan karakter olan İo’yu günümüzde bir tragedyanın başkahramanı olarak sahnede izlememizi sağlayan neydi?
İo, hem mitolojide hem de sanatta hep sadece kadın cinselliği üzerine tartışmaların ya da tasavvurların konusu olarak karşımıza çıkıyor. Oysa mitolojideki öyküsünden öğrendiğimiz şey, Zeus’la yaşadığı ve gönüllü mü gönülsüz mü olduğunu bilmediğimiz bir ilişkiden sonra topraklarını terk etmek zorunda bırakılmış ve adı sadece bu ilişki ile anılmış mitolojik bir kadın karakter olması. Bildiğimiz ve bize anlatılan mitolojik hikayelerin de hangi bakış açısı ile şekillendiği başlı başına bir sorun. Ben de neredeyse 2500 yıldır kenarda kıyıda bırakılmış bu mitolojik kadın karaktere acılarıyla, öfkeleriyle, zekasıyla kendini ifade edebileceği bir ses vermek istedim. Hikayeyi bir de İo’dan dinleyelim istedim.
Oyunu izleyen herkesin en çok etkilendiği şey metnin başarısı oldu. Ataerkillikle, güçlü olanla mücadeleyi ve halkın uyanışını anlatan, feminist yanı kuvvetli bir metin. Bu metni oluştururken sizin odağınızda ne vardı?
Metin yazarken öyküyü değil onu edebi olarak nasıl anlattığımı merkeze koyarım her zaman. Bu bana dilin müziğinin sahne aksiyonuna tercümesinde büyük imkan sağlar. Bu sefer de neredeyse teker teker her sesi, her kelimeyi dilin müziğini ortaya çıkarabilecek bir beste gibi ele aldım. Bu yoğun mitolojik öyküyü taşıyabilecek bir ses atmosferi ve anlatım oluşturmaya çalıştım. Ancak mitolojik bir öyküyü yeniden anlatan bir oyun olduğu için de bütün mitolojik bilginin doğru olmasını çok önemsedim ve her versiyon üzerinde çok sıkı ders çalıştım.
Daha önce sahneye koyduğunuz ‘Oidipus Üçlemesi’ ile ‘İo’yu yan yana koyduğunuzda nasıl benzerlikler ya da farklar gözünüze çarpıyor?
Çok benzerlik var. Bu benim sahneleme yöntemimden de kaynaklanıyor tabii. Ama bu özellikle sevdiğim bir yol. Kendi oyunlarım arasında hem metinsel anlamda hem de sahne üzerinde birbirine referans vermek bütüncül olarak kendi artistik dünyamın sorumluluğunu almak gibi geliyor bana. Bir de her seferinde sınırladığım malzemeyle kendimi bile isteye zorlamak ve aynı malzemeden her seferinde bambaşka bir anlatım çıkarabilmek çok eğlenceli.
Tanrılarla halkın farklı kotlara yerleştirildiği ve sahnede belli noktalara mıhlandığı bir yerleşim söz konusu. Sürekli hareket halindeki ışık ise yine birçok ögeden rol çalıyor ve başrole yerleşiyor.  Her detay üzerine uzun uzun konuşulabilir tabii ama sizin için ön planda olan neydi ‘İo’nun sahnelemesinde?
Işık benim için oyuncunun sahne üzerindeki varlığını görünür kılan en önemli unsur oldu her zaman. Sadece bu niteliğiyle bile bir sorumluluk alanı yaratan çok belirleyici bir unsur. Bir sahnelemeyi gerçekleştirme sürecinde ‘oyun’ (game) tasarımı için de çok temel bir araç. Bu oyunda yüklendiği bir başka anlam da vardı tabii. Bildiğiniz gibi Zeus aynı zamanda güneştir. O nedenle bu oyunda oyuncuların ışık altındaki varoluş biçimleri, rol kişilerinin Zeus’la olan ilişkilerini, gün ışığı altında nasıl var olduklarını da ifade ediyordu.
Çoğu işiniz gibi hata kabul etmeyen bir rejisi var oyunun. Özellikle koro için. Böyle bir çalışmayı bu denli hatasız tamamlayabilmek için nasıl bir prova süreci geçiriyorsunuz?
Bu oyuncuların tümünün eğitiminin Studio Oyuncuları’ndan geliyor olmasından da kaynaklanıyor. Böylesi bir disipline daha mesleği öğrenirken tanık olmaya başlıyorlar. O nedenle bu disiplini oluşturmak provalara kalmıyor. Ancak provaları hem eğlenerek hem de çok sıkı bir disiplinle sürdüren oyuncularla çalışmak işleri çok yapılabilir kılıyor. Yoksa bir yönetmen için göze alınması çok zor riskler bunlar. Oyunculara böyle güvenemezseniz neredeyse hayal etmek bile mümkün değil böyle bir şeyi.
11 sene sonra sizi yeni bir karakterle sahnede görüyoruz. ‘İo’da sahnede olma isteğinizi tetikleyen neydi? Yeniden sahnede olmak size ne hissettiriyor?
Aslında ‘Karanlık Korkusu’ oyunumuz 10 sezon oynandığı için en son dört yıl öncesine kadar sahnedeydim ama yeni bir rol çıkarmak anlamında haklısınız. Tam 11 sene olmuştu. Artık zamanı gelmişti. Oyunu yazarken önce hiç aklımda oynamak yokken giderek sahne beni çağırdı adeta. Gerçekten çok özlemişim.
‘İo’daki oyunculuklardan bahsetmeden geçmek istemiyorum. Herkes kendi karakterinde çok başarılı. Kadro nasıl bir araya geldi?
Dediğim gibi oyuncular eskisiyle yenisiyle hep Studio Oyuncuları kökenli. Özellikle ana kastları oynayan oyuncular yıllardır birlikte çalıştığım çok güçlü oyuncu arkadaşlarım. Yiğit Özşener, Gökhan Küçük ve Deniz Karaoğlu çok güvenerek ve zevkle çalıştığım çok etkileyici oyuncular. Bazen oyun sırasında bile onların oyunlarına duyduğum hayranlık ve gururdan yüreğim kabarıyor. Koroda ise hem yıllardır oyuncu olarak çalıştığım hem de profesyonel sahnede ilk kez yer alan oyuncu arkadaşlarım yan yana. Eskiler yenileri sahne üzerinde destekliyor ve yetiştiriyor adeta. Harika bir takım oluştu. Onlarla aynı sahnede oynamak çok zevkli ve eğlenceli.
1 note · View note
bulancakajans-blog · 6 years
Text
Eriklik Köyü; Giresun ili Bulancak ilçesine 7 km. uzaklıkta, ülkemizin en güzel ve şirin köylerinden birisidir. Köyde Hıdırellez şenliklerinin yapıldığı şenlik alanı, Dokuzoğul yöresinde bulunan Ocak Dede adlı yatır bulunmaktadır. Kalecik yöresi tarihi yerleşim yeri olup gün yüzüne çıkartılmayı beklemektedir. Köyümüzde; köy eşrafından Refik Aslan’a ait, ülkemizin ilk en büyük maviyemiş kapama…
View On WordPress
0 notes
frjunior · 5 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
AYIN SANATÇISI MEHMET TURGUT
Her insanın çocukluk hayalleri vardır. Bazıları doktor, mühendis olmak ister ama o dede yadigarı olan fotoğrafçılığı seçti. 1977 yılının Ocak ayında soğuk Ankara ayazında dünya gözlerini açtı. Ailesi ona dedesinin adı olan Mehmet’i verdi. Adını aldığı gün resmen kaderi ile birleşmişti...
Benim için Mehmet Turgut bir sanatçıdan öte bir bakışa sahip. Mesleğini eline alışı, disiplini ve sanatına olan aşkı onu başarıdan başarıya götürdü. Her insanın anlına hangi kader yazıldıysa onu yaşarmış... 
- Avusturya Super Circuit “EMOTIONS - HUMAN RELATIONS”  dalında Altın Madalya - Fotoğraf Dergisi Ulusal Fotoğraf Yarışması İkincilik Ödülü - Photographic Society of America PSA-Goldmedal / MP - Altın Madalya - Avusturya Super Circuit “COLOUR PRINTS GENERAL” dalında Bronz Madalya - Avusturya Super Circuit “PORTRAIT” dalında Altın Madalya - Balcan Photography Contest “Mask and Faces” dalında Gümüş Madalya ve Onur Ödülü - Vizon Show “Kadın ve Renk” Fotoğraf Yarışması Birincilik Ödülü - T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Fotoğraf Yarışması Birincilik Ödülü - Boyner “Sevgi” Konulu Fotoğraf Yarışması Üçüncülük ve  Mansiyon Ödülü - Sanat Kurumu 2008-2009 Yılın Fotoğraf Sanatçısı Ödülü - Paris PX3 2010 “Beauty” dalında İkincilik Ödülü - Paris PX3 2010 “Fine Art” dalında İkincilik Ödülü
Bir aşık için bu başarılar tesadüf değildir...
2 notes · View notes
haytaogluyunus · 9 months
Text
Tumblr media
ANMA:
3 OCAK (1798)
DİVAN EDEBİYATIMIZIN
BÜYÜK ALİMLERİNDEN OLAN
ŞEYH GALİP'İN
ÖLÜMÜNÜN YIL DÖNÜMÜ
RAHMETLE VE SAYGIYLA ANIYORUM.
ŞEYH GALİP
1757 yılında İstanbul'da doğdu. 9 Haziran 1791 tarihinde Galata Mevlevihanesi şeyhliğine atandı. 1798'de vefat eden Galib Mehmed Esad Dede, avluda yer alan türbeye defnedildi. Esed ve Galip mahlaslarıyla yazdığı şiirlerini toplayarak 24 yaşında iken divanını meydana getirdi (1780). Sembolizm benzeri bir tarzın Türk edebiyatındaki öncüsü olmuş, birçok buluşu ve yarattığı mazmunlarla Divan Edebiyatı'nın gelişmesinde büyük bir rol oynamış olmasına rağmen divan şiirinin geleneklerinden de kopmamıştır. Bugün Şeyh Galip'in şiirleri gösterdiği harika sembolizm ve betimlemelerle özellikle Batıda fazlasıyla beğeni toplamaktadır. Şeyh Galip'in eserlerinin en önemli yönlerinden birisi de tasavvufi temellere sahip olmasıdır. Divan (Şiirler)
• Hüsn ü Aşk (Güzellik ve Aşk)
• Şerh-i Cezîre-i Mesnevî
• Es-Sohbetü's-Sâfiyye
• Zübde-i alem
0 notes
nihaloyovic · 6 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
ocak,’19
babane,dede evi
6 notes · View notes
yavuzbay-fan · 6 years
Text
Tumblr media
ANLAYANA (1/1)
AY YILDIZ.. AL BAYRAK:
"ONALTILILAR" <> "ONALTI DEVLET"
"AKSAÇLILAR" <> "AKSAKALLILAR"
AY YILDIZ .. AL BAYRAK;
Türk ve Türk Dünyası tarihi var olduğundan beri, "Türk" gibi lider vasfındakiler,
Kimi zaman peygamberler,
Kimi zaman Allah dostları, yıldızlar gibi bir doğup, birden parlayıp..
Muhteşem bir iz ve Destansı kudret ispatı bırakarak kaybolmuşlardır.
YILDIZ;
(Kudret)li olan şahsiyetli insanların Kudsi makamının temsilidir.
Bu İspatlı Gerçeklik de,
Türk ve Türklük ahalisi de,
Dede (İlk) Peygamberleri;
Âdem (as)’ den beri vakıftılar.
Her Zaman İçinde Denilmiştir ki;
"Gelecekte Ay-Yıldız, yeryüzünde;
C.C. Allah adına kurulan;
(Türkleri işaret ettiği ifade edilen;
Mâide Suresi’nin 54. Ayeti)
Allah yolunda savaşan ilk ordunun.!
Yani Türk Ordusunun (Resurullah'ın)
Şanlı bayrağı 'Sancaktar' olacaktır.
Türk (On Altılar);
Aksakallılar (Aksaçlılar) Meclisi saatlerdir tevcihli istişarelerine rağmen..
Değer-Köklü-Özlü.
Milli Sancak tespitinde bir çözüm fikriyatı bulamamışlardı..
(Şimdi, bunları yapan Allah'ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?)
Kıyâmet, 75: 40)
İşte!
O anda beklenmedik bir şey oldu.!
Gökyüzünde,
Ay ve Yıldız,
Aksakallılar Meclisi’nin dizilişi (gıyabında) gibi bir araya geldi.!
Bu Hakikat'in Kudsiyet Tecellisiydi..
Bu Ay emredileni boyun eğercesine..
Bu Hilâl İslâm'ın sembolü değerinde..
Bu şekikde, Hilâl ile Yıldız buluşuyordu.
Yeryüzünde,
Kardeşi tarafından Allah yolunda öldürülen Âdem (as)’ın,
Oğlu Âlim’in kanlı elbisesi, emanet olarak Türk ahalisinde muhafaza ediliyordu.
Bu Emanet,
Gök Tanrı Mabedin bir köşesinde şeffaf cam şeklinde kristal bir fanusta özenle korunuyordu.
İşte! O Anda.! O Devamlılık.! Neticesinde..
Gökyüzünde birleşen (Kavuşan)..
Ay Yıldız,
Bu fanusun üzerine yansıdı. (İspatlandı)..
Tüm Bilgeler,
Bunun Kudsiyetli bir işaret olarak anladı. Haklıydılar da. Çünkü Tecellisi icabettir.
Şanlı. Kudsi. İlahi. Vakur. Kudret. Asıl..
Türk bayrağının oluşumunun gerçek kökeni bu şekildedir.
Kanlı Elbiseye Vuran;
Ay-Yıldız…
"Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen
Al Sancak”
Sır'rı.? Sır'rının.? Sır'daşlığı.?
Büyük Üstadımız,
Mehmet Akif Ersoy'u..
'Vatan Şairi' Olabilme Mefkuresinde kılmış.
“Tıpkı Âdem (as)’ın,
Şehit oğlunun bulunduğu fanusa yansıyan Ay-Yıldız gibi,
Ahir zamanda, uzaydan çekilecek olan resimlerde de aynısı gökte görüleceğidir.
Yine Samanyolu’nun içinde Hilâl ve Yıldız net olarak, bir alâmet olarak görülecek.”
İstiklal Marşı’mız;
Tüm bu Sır'ların genel oluşum durumunda
yaşadıklarımızın ve yaşanacakların..
'İstiklal Marşı’mızın..
10 (ON) kıtasında kudsi saklı olduğudur.
Birkaç Örnek;
Meselâ Korkma: Türk Milletine “Korkma” diye, başlıyor..
İstiklal Marşı'mız;
"Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” Derken ahir zamanda olacak bir olaydan söz ediyor.
Bir ocak kalana kadar yeryüzünde, Türk öğretisinin kalacağını açıkça vurguluyor.
Bu Öğretinin;
“benim milletimindir ancak” diyerek,
Türk Milletinde olduğunu ifade ediyor.
“Nazlı hilâlden” bahsediyor, zaman zaman kaosa sürüklenen milletin sembolünden ve onun uğruna dökülen kanlardan. “Kahraman ırkımızdan” bahsediyor. “Hakk’ın devamlı yanındadır” diyor,
Milletimiz;
“Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım?” Derken,
Esaretten bahsederken, esaretin her türlüsünü kesin söylenmektedir.
Bu Çağa Uyarlaması;
Çip takmadan tutun da, illüzyonist bilinç kıyametine kadardır.
“Yırtarım dağları”
Derken;
Ergenekon’dan bahsediyor,
(Ergen); Sarp yokuş demek.
'Her türlüsünü aşıp,
Ergenekon’dan çıkarım' diyor.
“Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar"
Batının yarattığı tek dişi kalmış canavar sistemlerin bizi korkutamayacaklarını,
Çelik duvar ise..
Zülkarneyn’in set yaptığı duvarı anlatıyor.
İmanlı oldu mu? O seddi kimse aşamaz.
“Yurduna alçak zihniyetlileri sokma.” Zihnine de bu zihniyetleri sokma.
“Hakk’ın sana vaat ettiklerini hatırlatır.” Yecüc de Deccal de çıkacaktır,
Sen akıllı ol demektedir.
"Toprağın altında binlerce şehit var.”
Allah yolunda ilk şehit olan Âdem (as)’ın oğlusun, ifadesini kullanmıştır. 1/2..
2 notes · View notes